Artıgerçek
Özellikle 1980 ve 1990’larda, ideal olarak değil de gerçeklikte “varolan sosyalizm”i belirtmek için “reelsosyalizm” deyimi yaygınlık kazanmıştı. “Reelsosyalist” denen ülkelerin yıkılıp gitmesiyle birlikte bu deyim de tarihin raflarına kaldırıldı.
Bu yazıda ben de, ideal olarak değil de gerçeklikte “varolan anarşizmi” belirtmek için “reelanarşizm” terimini kullanacağım.
TURİST Mİ HEDEF?
Gezi mücadelesinden bu yana arkadaşlarım olan genç bir çift, geçenlerde tatil için Yunanistan’a gitmişler. Anarşizmi benimsediklerinden, uzaktan duydukları Atina’daki “anarşist mahalle”yi (Exarcheia) ziyaret etmek istemişler ve duvarlardaki şu İngilizce sloganla karşılaşmışlar: “Refugees welcome, turists fuck off!”
Doğal olarak biraz sarsılmışlar. Her ne kadar anarşist olsalar ve özellikle o mahalleye anarşist oldukları için gitmiş olsalar da, sonuç olarak orada birer turist olarak bulundukları için bu sloganı ister istemez üzerlerine alınmışlar. Ben de olsam alınırdım.
Önce şu “turist” üzerinde durayım biraz. Evet, biliyoruz, “turizm” kapitalist ekonominin önemli bir sektörüdür ama bu, “turiste” olumsuz tavır göstermeyi gerektirmez. Tersine, sonuç olarak turist, gezerek dünyayı tanımak isteyen biri olarak kabul edilmelidir, üstelik bu olumlu bir şeydir de. Geçmişte de dünyayı dolaşan seyyahlar (traveller) vardı. Turizmden, turizm şirketlerinin büyük kârlar elde ettikleri bir gerçekliktir ama turizm ve turist, insanların ulusal sınırların ötesine geçip kardeşleşmeleri için bir şanstır da. Ne var yani, “turist” denen varlık, ulusal sınırları içine gömülmekle yetinmeyip başka ülkeleri görmeye, tanımaya, hatta bazıları oradaki insanlarla bağ kurmaya çalışmakla kötü mü etmişlerdir!
O mahalledeki anarşistler, kanımca sekterizmin ve marjinalizmin dibine vurmuşlar ki, bu, her ne kadar günümüz “reelanarşizmi”nin bir özelliği olsa da, gerçek anarşizmden de o kadar uzaktırlar. “Turizm” denen sektöre karşı olmakla “turist” adı verilen gezginlere karşı olmayı birbirine karıştıracak kadar sapla samanı ayırt etmekten acizdirler. 20. yüzyılın başında anarşistler, insanların ulusal sınırların ötesinde birbirleriyle kolay bağ kurabilmeleri için “Esperanto” diye bir dünya dili bile yaratmaya çalışmışlardı.
Üstelik, o mahalleyi özel olarak ziyaret eden “turist”lerin, bizim arkadaşlar örneğinde de görüleceği gibi, çoğunlukla anarşizme sempati duyan insanlar olacağını tahmin etmek zor değildir. Aynı, Danimarka’nın Kopenhag şehrindeki özerk “Chiristiana Mahallesi”nin çok sayıda turist tarafından ziyaret edilmesi gibi. Seni tanımak için oraya gelen turiste “fuck off” diyeceğine, bu turistlerden, eğer varsa, devrimci ve özgürlükçü mesajlarını dünyanın dört bir yanına yaymak için yararlansana. Ne yazık ki, “reelanarşizm”de bu akıl yok. Daha doğrusu, kendi marjinal hayatlarından mutlu bir şekilde çevrelerine nefret ve öfke saçmak onlara yetiyor da artıyor bile. Anlaşılan bu!
SİSTEMİN İÇİNE GİRMEDEN
SİSTEM DIŞI OLAMAZSIN!
Geçenlerde bir arkadaş, sohbetimiz sırasında bana, “Anarşizm nasıl sistem dışı kalabilir?” diye sordu. Ben de yanıt olarak, “anarşizmin sistem dışı kalmasının mümkün olmadığını, olsa olsa anarşistlerin, ‘lifestyle’ bir tarz tutturarak kendilerini marjinalize edebileceklerini” söyledikten sonra, “anarşistlerin sistem dışı kalmaya değil, sistemin içine yerleşmeye, sistemin hücrelerinde ve kılcal damarlarında var olmaya ihtiyaçları var” dedim. Biraz açmaya çalışayım.
Elbette sistem içinde iki türlü kalınabilir. Biri, sistemle uyuşup kaynaşmaktır; diğeri ise sistemin içinde kalıp onu kemirmektir. Bu ikisi birbirinin tamamen zıddıdır.
“Kemirmek” belki kötü bir imaj yaratabilir, doğrudur. “Kemirmek” yerine, özgürlük ve dayanışma alanlarını genişletmek, demek belki daha doğrudur. Kapitalist sömürü düzenine alternatif bir toplumsal yapı özlüyorsak, yapılması gereken, hâlihazır toplumsal yapı içindeki özgürlük ve dayanışma öğelerini harekete geçirmek, onlarla bağ kurmak ve bu tür toplumsal yapılardan oluşan bir ağ örmeye çalışmaktır. Bu, elbette ha deyince olacak kolay bir iş değildir ama bundan başka bir yol da yoktur. Ben olsam, anarşizmin sembolü olarak ağ ören örümceği seçerdim.
Yoksullar ve orta tabakalar kapitalizmin pahalılık cehenneminde yanıp kavruluyorlarsa, yapılması gereken, pahalılığa karşı mücadele eden bütün olumlu unsurlarla birleşerek (yani yalnızca anarşistler olarak değil) pahalılığa karşı dayanışma örgütleri, birimleri, pazarları, ağları kurmak ve daha ekolojik ve ucuz bir hayatın yollarını bulmaya çalışmaktır. Bu yollar, bugünkü kapitalizme muhalif yeni bir toplumun ilk nüveleri olacaktır.
Keza bu tür örgütlenmeler çoğaltılabilir. İşçilerin iş kazalarında ölmesine, çalışma ve iş sağlığının ihlaline karşı, HES’lere karşı, demokratik protestonun polis engeliyle önlenmesine karşı vb vb. binlerce konuda halkın özörgütlenmesine dayanan ağlar oluşturmak için mücadele edilmelidir. Bunun için ayrı anarşist örgütler kurmaya gerek yoktur. Dayanışma ağlarının kendisi bizatihi özgürlükçü bir toplum yolunda atılmış adımları temsil eder. Zaten bu tür örgütlenmelerin esas öznesi, o sorunun mağdurları olacaktır.
SAİNT-İMİER
İsviçre’deki arkadaşlardan duyduğuma göre, İsviçre’nin Saint-İmier kasabasında anarşistlerin dünya çapında bir toplantısı yapılmaktaymış bugünlerde. Aynı kasabada, 2012 yazında düzenlenen benzeri bir toplantıya katılmıştım. Günlerce süren çok güzel, çok kapsamlı bir dünya toplantısıydı. Dünyanın neredeyse her yerinden anarşistler ve özgürlükçüler gelmişti. Toplantı 11 yıl sonra tekrarlanmış oluyor, sevinç verici. Bu yazıyı oraya da yollayacağım.
Saint-İmier’e sevgiler.
Global travellers, welcome! (Hoşgeldiniz Dünya Gezginleri!)
Gün Zileli
22 Temmuz 2013
Yazıma turistlikle ilgili çok sevdiğim bir fıkra ile başlayacağım. Herhalde Hristiyan Baba Allah, oğul İsa, Ana Meryem konusunu biliyorsunuzdur.
Allah yaz tatiline gideceği yeri seçmek için bir seyahat acentesine gidip akıl almak ister. Acentede “bu yıl en popüler yer dünya, herkes oraya gidiyor” derler. Allah baba “yok, oraya asla gitmem, 2 bin yıl önce gittim, Yahudi bir kızla bir numaramız oldu, hala dedikodusunu yapıyorlar” der.
Ateş, tekerlek, mızrak, ok ve yay, yemek tarifleri, kelimelerin kıtaları şimdiden bile daha hızla dolaşması, dil aileleri, inanç yayılmaları ve benzeri binlerce (taş-odun-kemik aletleri, sepet ve testi yapmalar, tarım, hayvancılık vs. gibi) buluşlar ve bilgiler fikri mülkiyet tantanasına kulak asmadan ve daha henüz yaz tatili ve turizm doğmadan önce etrafta dolaştı. En çarpıcı örneklerden biri Afrika’dan çıkıp Ateş Topraklarına kadar gidip yerleşmeler. Denizleri (hangi gemicilik bilgisiyle acaba?) aşıp Avustralya’ya yerleşen Avustralya Aborjinleri.
Benim en çok sevdiklerimden bazıları:
Taş yontma ki maddeyi evcilleştirme ile atom bombası arasındaki fark etki niceliği. Aksi halde her ikisi de maddeyi insan isteğine uydurma. Benzeri olarak ok-yay uzayı evcilleştirir (mızrak ve dürbün düşünün), zamanı evcilleştirme (yiyeceklerin bol oldukları zamanı bilmek) ve hatta din ve felsefe akademisyenlerine Medeniyet kadar uzun bir zaman iş çıkaran madde/ruh ayırımı: insanın ölüsünü gömmesi. Bence, sitedeki “Söylemler ve Gerçekler!” bunun bir değişik ifadesi. Eğer dedeni rüyanda görürsen aman bu akademisyenlere söyleme: Başlar “Söylem mi? yoksa Gerçek mi?” gelgitleri. Ama bir ihtimal daha var. Yoksa “Atalara tapınma” paraya ve Devlete tapanların bir söylemi mi? Yoksa “şimdi” ve “gelecek” çılgınlığı şimdi ve geleceğe egemenlerin bir söylemi mi?
Ayıp be! Hem geçmişin getirdiği bilgiler sayesinde geleceğe adımlar atılır hem de yeniliklere ayak uyduramayan, hatta bir zamanlar aynı çılgınlığa katılanlar da dahil, herkes “ŞİMDİ-GELECEK GERÇEĞİ” sunağında kurban edilir.
Illich’e Japonya’da soralar:
– Gelecek için ne düşünüyor sunuz?
– Geleceğin canı cehenneme! Sadece makinelerin geleceği var! İnsanların sadece ümitleri var!
Bu “derin” sorunları bırakalım, şu an bataryalı bisiklet, bataryalı trotinet, her deliğinde bataryalı bir ölçü aleti zaman gerçekleri, gezegeni kurtarma erkek-kadın askerlerden korkumdan yürümekten (sadece yaş değil, yürürsem kafam doğru çalışmıyor ama daha iyi çalışıyor) vazgeçtim. Üstelik üssel modalaşan çirkin köpek gezdirme (hayvan sevgisi gerçeği mi? galiba Zileli bunda da bir pozitif taraf görür! Belik diyalektik?) her yer b*k dolu. Tabii ümit ederim bataryaların hangi kurbanların hayatına mal olduğunu ve metallerin çıkarıldığı yerlerdeki hava- su- yerli yatırımcı- satıcı devletlerin pisliklerini duymuşsunuzdur. Dünyada her gün 20 bin kişi salt hava kirliliğinden ölmekte. ABD günde 300 kişi salt “fentany” adlı uyuşturucudan ölmekte. İstatistikleri deyişe uyar: sayılar varken söze ne hacet. Ama yine de gerçekçilik temsilcisi Zelenski Rus değil Amerikalı olmak istiyor. Dünyada ÖZERKLİK, sürülerde ve yalnızlar kalabalığında BİREYCİLİK.
Her halükarda ve en azından varoluşçuluk felsefesinde buna “kötü niyet” denir. Çıplak vahşiler buna diğer bir isim verirler: “TRICKSTER”. Üstelik dünyayı kötülükten kurtarma vaatleriyle uyuşturan Devletler ve devrim edebiyatı yapanların aksine sadece “onunla yaşamayı bileceksin” derler. Çok yazık, bunu yaşayanların bir tarihi olan Graeber &Wengrow’ın kitabı “The Dawn of Everything: A New History of Humanity” “tricksterden” söz etmez. Hatta Graeber mükemmel “trickster” olan Nasreddin Hoca’yı çok sevdiği halde.
Bir de bana günümüzün devamlı andırdığı ünlü Deniz Halkları var (MÖ 13. yüzyıl). Bunlar da şimdiki gibi aile ve çoluk çocuklarıyla yerleşmek için yer ararlar. Tarihi rivayetlere göre salt Antik Mısır onları geri püskürtmeyi başarır. Geri kalanlar, daha doğrusu kalmayanlar, Saray tarihçilerine iş çıkarır. Saray tarihçileri ( kazananların tarihçileri) böyle tarih dilimlerine genellikle “karanlık devirler” derler. Sanırım nedenini açıklamaya gerek yok ama en azından böyle durumlarda Saray dalkavukluğuyla geçinme imkanı kalmaması. Hunlar, Avarlar, Macarlar, Alanlar, Moğollar, Gotlar ve Türkler de benzeri akıbetlere uğrayan, yani Devletli Medeniyetler tarafından ya yıpratılan ya da harekete sokulan göçebe toplumlar.
Turistliğin olumlu tarafını savunma üzerine
Şimdilik sadece başlangıçta olsalar da, kozmik turizmde ilerlemeler var.
“Virgin Galactic ilk turistlerini uzayın kenarına uçuruyor.
Richard Branson’ın şirketi, kanatlı uzay uçağıyla müşterilerine aylık seyahatler sunmaya başlamayı planlıyor.”
Bilirsiniz “virgin” bakire demek. Geri kalanını ağızları seks sulandırıcı (artık) üstü kapalı (olmayan) sözün hayallerini kuracaklara bırakıyorum. Ancak, şimdi sürümü devasa olan seks ticareti alıcı-satıcılığı (keep them busy!) hayalleri kuranlar yanı sıra kazananlar tarihinin saklamaya bile gerek görmediği bazı acı olaylar da var. İnsan ister istemez bu turistliğin de eskisi kadar kanlı olma ihtimalini düşünüyor.
Kristof Kolomb gemilerinden birine Santa Maria = Bakire Aziz Meryem ismini verir. Diğerleri, Niña = kız ve kız çocuk, Pinta = Benekli. Bir resmi tarih uyarısı: Şimdiki esen rüzgârların tersine, eskiden ünlü kadınlar ya erkeğe benzetilir ya da nötr resimlenirdi. Ünlü örneklerden biri Meryem Ana’nın bakireliği. Laf açılmışken, bence devrimci solcuların en büyük takıntısı bu el değmemiş, bakire ideolojileri bahane ederek devrede kalmaları. Diğer ve solcu devrimcilerin taşıdıkları bayraklardan birine çok uyan ve kazananların resmi tarihinde sözü edilmeyen diğer bir takıntıyı andırır: Cennet’i aramak. Kristof Kolomb da turistliğe çıktığında Cennet’i aramakta idi. Devrimcilerin sekülerizm (dünyacılık) dilinde buna ütopya denir. Unutmamalı ki, Platon’un ütopyası hariç diğer tüm ütopya kurguları Rönesans’da cennetin yeryüzüne indirilmesiyle başlar. Artık cennete ulaşma insanların elinde: Koloniler ve çalıştırılacak köleler, (kölelerin) çalıştırıldığı endüstriler vs. Şatafatlı ambalajlarla süslü Saray içi ve yakınında dolaşanların malum hikâyeleri. Sanki nispeten çok az birkaç kişi hariç, kimse “yahu, neden cennet olan dünya varken, başka yerlerde, hatta olmayan yerlerde, cennet arıyorsunuz?” diye sormaz. Bence devrimci solcular da doğa yerine doğal kaynaklarını ve insan yerine insan kaynaklarını düşünürler. Sanırım herkesin en büyük beyinli, en yakışıklı, en güzel, en zengin, en zeki, en yaratıcı vs. vs. vs. olmasını. Bence, solcu devrimciler, tarihte doğa ve insan kaynaklar sömürüsünü olağanüstü başaranın Kapitalizm olduğunu görmekten acizler.
Bir Uyarı: Bu caniliği çok güzel açıklayan kitaplar var!
Her neyse, asıl konuya, gaddarlık ve caniliğe döneyim.
Kristof Kolomb’un ve tayfalarının turistliğinde çok sayıda acıklı olaylar oldu. Turistler her buldukları yere “bakire” (virgin), el değmemiş, insansız yerler olarak tasvir ederler. Hatta insanları, insan saymamalarının nedeni kozmik turizminde de geçerli olabilir: “Bu beyni küçükler bizi bulmadı, biz onları bulduk” ve benzeri hala tam gaz beyin yıkama falan filanlar.
Bir itiraf: Eğer turistliğe olumlu bakarsam, tarihte en çok saygımı kazanan düşünürlerden biri olan Bartolomé de las Casas (1484-1566) bu turistler arasındaki bir rahip.
Aşağıdaki olmuş olay onun başına gelmez ama ona Las Casas’ın anlattıklarına çok benzer.
Diğer bir rahip, tıpkı Bartolomé de las Casas gibi, insan kaynakları zenginliğinin, yani ruh kurtarma cazibesi altında, Amerika’ya gider. Gümüş madeninde çalışan yerlilerin hafta sonu dağdan indiğine şahit olur. “Bu gaddarlığa dayanamıyorum” deyince yanındaki, “gözlerini kapat” der. Rahip “kapatırsam, daha da kötü olur” cevabını verir.
Bu, caniliklerin trilyonda biri bile değil. Ve hala devam etmekte.