Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Hannah Arendt’in Totalitarizm kitabı: Lenin, Stalin, Mao, Hitler, Mussolini… 1956 Macar Devrimi…

Devrim ve Sosyalizm Sorunları, Faşizm, Gün Zileli, Kitap Tanıtım, Nazi, Rejimler, Sovyetler Birliği, Stalinizm, Totalitarizm, Totaliter Devletçilik-otoriter Devletçilik

Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları-3/Totalitarizm, Çev: İsmail Serin, İletişim, 4. Baskı, 2021

Hannah Arendt’in Totalitarizm kitabı bize otoriter ve totaliter diktatörlükler konusunda esaslı bazı ayrım noktaları veriyor. Özellikle günümüzün entelijansiyasında toptancı bir bakış egemen olduğundan, bu titiz, her şeyi yerli yerine koyan objektif bakış son derece değerli.

Totalitarizmin Öncesi ve Sonrası

Örneğin Hannah Arendt, Lenin diktatörlüğü ile sonrasındaki Stalinist totalitarizm arasına ayrım koyuyor: “Lenin’in devrimci diktatörlüğünü tam bir totaliter rejime dönüştürmek için Stalin ilkin yapay olarak, tarihsel koşulların Almanya’da Naziler için hazırlamış olduğu, o ayrımlaşmış toplumu yaratmak zorundaydı.” (s. 56)

Bu pasajdan, Arendt’in Lenin ile sonrasındaki Stalin arasında niteliksel bir fark gördüğü anlaşılıyor. Nitekim, hakiki muhalifleri hedef alan Lenin’in tek parti diktatörlüğünün acımasızlığına dikkat çekerken de Arendt, aynı vurguyu yapmaktan geri kalmıyor: “Siyasi kanaatleri olmayan zararsız[1] yurttaşları değil, yalnızca hakiki muhalifleri tehdit ettiği sürece totaliter terörden ayrılan diktatörlük terörü (abç, GZ) açık ya da gizli tüm siyasal yaşamı, daha Lenin ölmeden önce bile boğmaya yetecek kadar acımasızlaşmıştı.” (s. 61)

Arendt, yalnız totalitarist Stalin’le Lenin diktatörlüğü arasında ayrım yapmakla kalmıyor, Stalin sonrası Kruşçev dönemini de totalitarizmden ayırıyor:  “… muazzam polis imparatorluğunun tasfiye olduğu, toplama kamplarının çoğunun dağıtıldığı, ‘nesnel düşmanlara’ karşı hiçbir yeni temizliğin başlatılmadığı ve yeni ‘kolektif önderlik’ üyeleri arasındaki çatışmaların artık göstermelik davalar, itiraflar ve suikastlardan ziyade rütbe tenzili ve Moskova’dan sürgün şeklinde çözümlendiği inkâr edilemez.” (s. 26) “Sovyetler Birliği’nin, artık terimin dar anlamıyla totaliter olarak adlandırılamayacağının en açık işareti, şüphesiz son on yılda güzel sanatlardaki şaşırtıcı hızdaki ve zenginlikteki canlanmadır.” (s. 28)

Yargılanan sanıkların suçsuz olduklarını ileri sürebilmeleri bile önemli bir ayrım noktasıdır: “… entelektüel muhalefetin üyelerinin (açık olmasa da) davalarının görülmesi, mahkeme salonlarında seslerini duyurabilmeleri ve salon dışındaki desteğe bel bağlamaları, hiçbir şey itiraf etmeden suçsuz olduklarını savunmaları, burada artık toptan tahakkümle meşgul olmadığımızı kanıtlar.” (s. 29)

Böyle bir durum, 1930’larda, Moskova yargılamalarında hayal bile edilemezdi gerçekten. Bununla birlikte, savaş sonrası Stalinist totalitarizmde de bazı esnemeler olduğunu belirtmeliyim. Bunun en iyi ve belki de tek örneği, içlerinde ünlü sendikacı ve Bolşevik Lozovski’nin de bulunduğu, Nazilere karşı mücadelede önemli görevler yerine getirmiş “Antifaşist Yahudi Komitesi” üyelerinin idamla sonuçlanan yargılamaları sırasında suçsuz olduklarını ileri sürebilmeleri ve savcının iddialarını çürütebilmeleridir.

Mao Değerlendirmesi

Arendt, özellikle günümüzde Stalin ile Mao’yu kısa yoldan aynı kefeye koyan toptancılığı reddeden tefrikçi bir bakışa sahiptir: “Mao Zedong’un ‘düşüncesinin’ Stalin’in (ya da bu konu açısından Hitler’in) savunduğu çizgiye paralel ilerlemediği, Mao’nun içgüdüsel olarak bir katil olmadığı ve milliyetçi duygunun eski sömürgelerdeki tüm devrimci ayaklanmalarda toptan tahakküme sınırlar koyacak kadar güçlü olduğu aşikârdı.” (s. 15) Keza Arendt, Mao’nun “Halk Arasındaki Çelişkileri Doğru Ele Alma” makalesini, “komünist bir diktatörlük altında bile halk ile devlet arasındaki çelişkilerin varolduğunu” belirterek (s. 329) “komünist yörüngeden (yani Stalinist totalitarizm yörüngesinden, GZ) çıkmış ilk ciddi eser” olarak değerlendirmektedir.

Bu satırlar bile, sol entelijansiya dünyamızın, Arendt’in bu satırları yazdığı 1950’li yıllardan (yani 70 yıl öncesinden) geride olduğunu gösteriyor, ne yazık ki.

Totalitarizmle Mussolini’nin Faşist Diktatörlüğü Aynı Şey değil

Arendt’in bakışını belirleyen, “totaliter yönetimin diktatörlüklerden, tiranlıklardan farklı olmasıdır.” (s. 16) Bu bakış açısından, yaşanan gerçeklikte totaliter rejimler, Hitler’in Almanya’sıyla Stalin’in Sovyetler Birliği’nden ibarettir.

Nitekim, Arendt, Mussolini’nin faşist diktatörlüğünü bu iki totaliter rejimden ayırt etmektedir: “Mussolini bile, tam totaliter bir rejim kurmaya girişmedi, diktatörlük ve tek partili yönetimi ona yetti. Faşist diktatörlüğün totaliter olmayan doğasının kanıtı, siyasal suçlulara verilen şaşırtıcı biçimde az sayıdaki ve nispeten yumuşak cezalardır… Nazi ya da Bolşevik terörü koşulları altında kavranması bütünüyle güç bir işlem olarak, 12.000’den fazla kişi tutuklandı ancak beraat etti.” (s. 40-41)

Arendt’e göre, Nazi Almanya’sı bile aniden totaliter bir rejim haline gelmemiş, bu, süreç içinde gerçekleşmiştir. Nazi Almanyası ancak dünya işgaline girişip geniş alanları ele geçirdikten sonra tam anlamıyla totaliter bir rejime dönüşmüştür: “Savaşın patlak vermesi ve Avrupa’ya yayılmasına dek Nazizmin, sertlik acımasızlık açısından Rus akranından oldukça geri kalmasının nedeni de budur.” (s. 43) “… doğudaki fetihlerin geniş insan kitleleri sağlamasından ve imha kamplarını olanaklı kılmasından sonra Almanya gerçekten totaliter bir rejim kurabildi.” (s. 44)

Totalitarizmler Arasında Bile Tefrik Yapma Titizliği

Hannah Arendt, gerçekten ayrıntılara dikkat eden, toptancılığa karşı örnek alınacak tefrikçi bir düşünür. Dünyanın iki büyük totalitarizmi arasında da tefrik yapmakta bir an bile tereddüt etmiyor: “Stalin, yönetici hizbine ait olma iddiasındaki herkesi öldürtmüştü ve hizip yerini sağlamlaştırma noktasına gelir gelmez, Politbüro üyelerini aşağı yukarı değiştirmişti. Hitler Nazi Almanyası’nda hizipleri daha az şiddetli araçlarla saf dışı etmişti; tek kanlı imha, önde gelen üyelerinin homoseksüellikle sımsıkı birbirlerine kenetlenmiş Röhm hizbine yönelmişti.” (s. 196-197)

Öte yandan, iç halklara karşı savaşta da Stalin totalitarizmi önde gözükmektedir:  “Otuzların başında Stalin’in Ukrayna’ya açtığı savaş, son derece kanlı Alman saldırı ve işgalinden iki kat daha etkili oldu.” (s. 212) Arendt’e göre, eğer “Hitler rakip totaliter bir yönetici değil de sıradan bir fatih olsaydı, kendi hesabına en azından Ukrayna halkını kazanmak için olağanüstü bir şansı olabilirdi.” (s. 62) Nitekim, Ukrayna halkı başlangıçta Nazi işgaline karşı bir bekle-gör tutumu izlemiş, Nazilere karşı direniş, Nazi zulmünün kendini açıkça ortaya koymasının ardından başlamıştır.

Kızıl Ordu Mensuplarını Bekleyen: Toplama Kampları

Stalin ve Hitler totalitarizmleri arasındaki benzerlik ve farklılıklara da dikkatle değinen Arendt, bu yazıda hepsine değinemeyeceğim birçok önemli saptama yapıyor. Yine de en dikkat çekici olanına burada değineyim. Örneğin, Avrupa’yı istila eden Kızıl Ordu mensuplarının ya da Kızıl ordu savaş esirlerinin savaş sonrasında kitleler halinde toplama kamplarına sevk edilmesi olgusu: “… bu rejimler için olgusal gerçeklik, özgürlüğe duyulan doğal özlemden çok daha büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Bunu, Rus işgal ordusunun cepheden dönen askerlerini en masse (topluca) toplama kamplarına sürgün eden Stalinist önlemden tanıyoruz, çünkü bu askerler gerçekliğin etkisine maruz kalmışlardı.” (s. 343) “Kızıl Ordu’nun Avrupa’yı fethederken katlandığı muazzam düş kırıklığının neden olduğu şok ancak toplama kamplarıyla ve işgal birliklerinin büyük bir kısmının zorunlu sürgünüyle sağaltılabilirdi.” (s. 162)

1956 Macar Devrimi Üzerine

Hannah Arendt, kitabın sonundaki, “Sonsöz: Macar Devrimi’ne Dair Derin Düşünceler” bölümünde 1956 Macar Devrimi konusunda son derece önemli saptamalar yapıyor.

Önce Macar Devrimi’nin, özet ama enfes anlatımıyla başlayayım:

“Silahsız ve aslında zararsız bir öğrenci eylemi aniden birkaç bin kişiye ulaştı ve bu eylem, öğrencilerin eylemlerinden bir tanesini yani Budapeşte’nin meydanlarından birinde duran Stalin’in  heykelini devirmeyi gerçekleştirerek kendiliğinden büyük bir kalabalığa dönüştü. Ertesi gün öğrencilerden bazıları, manifestolarındaki on altı maddeyi istasyondan yayınlamaları için yetkilileri ikna etmek üzere Radyo binasına gitti. Sanki yoktan varolmuş gibi derhal büyük bir kalabalık toplandı ve binayı koruyan siyasi polis (AVH)[2] kalabalığı dağıtmak için birkaç el ateş edince devrim patlak verdi. Yığınlar polise saldırdı ve ilk silahlarını elde ettiler. Durumu öğrenen işçiler fabrikaları terk ederek kalabalığa katıldı. Rejimi savunmak ve silahlı polislere yardım etmek için çağrılan ordu, devrimden yana oldu ve halkı silahlandırdı. Öğrenci eylemi olarak başlayan şey, yirmi dört saatten daha kısa bir zamanda silahlı ayaklanma haline geldi.” (s. 345)

Bir Macar profesör Birleşmiş Milletler Komisyonu’na yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Macar Devrimi’nin liderinin olmaması tarihte eşsiz bir durumdu. Bu devrim örgütlü değildi; bir merkezden yönetilmedi. Özgürlük arzusu her eylemin harekete geçirici gücüydü.” (s. 321)

Arendt, Macar Devrimi sırasında “Stalin yaşasaydı ne yapardı?” türü bir speakülasyon da yapıyor ve şunları belirtiyor: “Stalin yüksek olasılıkla askerî bir operasyon yerine bir polis müdahalesini tercih ederdi ve kesinlikle sırf liderlerin idam edilmesi ve binlerce insanın hapsedilmesiyle yetinmez, ülkenin yekvücut sürgüne gönderilmesi ve bilinçli bir nüfus azaltılması yoluna giderdi.” (s. 327)

Arendt’in tahminleri doğru olmakla birlikte bir miktar yanıldığı kanısındayım. Stalin’in asker yerine polis operasyonunu tercih edeceği doğru olmakla birlikte, aniden patlayan olaylar artık polis operasyonunu da olanaksız kılmıştı ve Macar gizli polisi AVH’nin başına gelen, Sovyet NKVD gizli polisinin de başına gelirdi. Kısacası, Kruşçev’in Varşova Paktı tanklarını Macar halkının üstüne sürmekten başka çaresi kalmamıştı.

Arendt, Macar Devrimi’nde hiçbir kargaşalık ve saldırganlık olmadığını özellikle belirtiyor: “… ayaklanmanın öne çıkan özelliği, öndere ve önceden hazırlanmış bir programa sahip olmayan halkın eylemlerinden herhangi bir kargaşanın doğmamasıdır. Öncelikle, yaşam standartları perişan durumda olan ve ticari mallara olan açlığı dillere düşmüş bir halk yığını arasında hiçbir yağma, hiçbir mülkiyet ihlali olmadı. İnsan yaşamına kast eden suçlar da işlenmedi. AVH görevlilerinden birkaçının uluorta asılması ise olağanüstü itidal içinde ve fark gözetilerek yapılmıştı.” (s. 347)

Derhal işçi ve halk konseyleri kurulur ve her yerde duruma el koyar. “Bu konseylerin acil görevleri kargaşayı ve suçun yayılmasını önlemekti ve bunda da oldukça başarılı oldular.” (s. 348) Parti ya da hükümet tarafından değil, işçiler tarafından seçilen “konseyler, parti sisteminin bildiğimiz tek alternatifidir.” (s. 350) “Bu mahalle konseyleri düpedüz bir arada yaşamaktan doğdu, yerel ve diğer bölgesel konseyleri oluşturdular; devrimci konseyler müşterek yürütülen çarpışmalardan ortaya çıktı; yazar ve sanatçılar konseyi, insanların düşünmeye teşvik edildiği cafe’lerden doğdu; öğrenci ve gençlik konseyleri üniversitelerde, askeri konseyler orduda, memur konseyleri bakanlıklarda, işçi konseyleri fabrikalarda vb” (s. 351-352)

“Diktatörlüğe karşı demokrasinin, tiranlığa karşı özgürlüğün gerçek yükselişinin açık işareti, partilerin restorasyonu değil, konseylerin ayağa kalkışıydı.” (s. 353)

Hannah Arendt, sözlerini, “Sovyet-Rus tankları Macaristan’daki devrimi ezdikleri zaman, aslında dünyanın herhangi bir yerinde varolan tek özgür ve işleyen Sovyet’i tahrip etti” diye bağlıyor.

20 yıl öncesinde, PCE, PSUC gibi Stalinist partiler ve Cumhuriyetçi orduyu ele geçirmiş Stalinist 5. Ordu da 1936 İspanya Devrimi’nin özgür konseylerini aynı böyle tahrip etmişti.

Gün Zileli

7 Haziran 2024

www.gunzileli.net

gunzileli@hotmail.com


[1] Bence dikkatsiz bir ifade, GZ

[2] “AVH… halkın süprüntülerinden devşirilmiş alt kademedeki insanlardı: Suçlular. Nazi ajanları, bir hayli tehlikeli Macar faşist partisinin mensupları, Moskova ajanlarından oluşmuş üst düzey kadrolar, NKVD görevlilerinin emri altındaki Rus vatandaşlığı olan Macarlar.” (s. 346)

5 Comments

  1. Anonim

    “Özellikle günümüzün entelijansiyasında toptancı bir bakış egemen olduğundan, bu titiz, her şeyi yerli yerine koyan objektif bakış son derece değerli.”

    Her kafadan bir ses çıkan, kendine dönük ve bireyciklerin “bana bakın, bana bakın” diye bağırdığı, bireyciliğin zirveye eriştiği bu yalnızlar kalabalığı dünyada “toptancı bir bakış” ne demek?

    Ünlü Wittgenstein bir dersinde en beğendiği öğrencisinin sınıfa gelmediğinin farkına varıp nedenini sorar. Sınıf arkadaşları “bilinenlere ekleyecek bir şeyi olmadığından okulu bıraktı” derler. Wittgenstein “bunun için ona doktora vermeli” der. Aynı Wittgenstein, “dünyada en zor şey kendi kendine yalan söylememek” der.

    Modern bilimin en önemli temel direklerinden biri nominalizm.

    Nominalizm, tümellerin ya da genel fikirlerin, karşılık gelen herhangi bir gerçekliği olmayan sadece isimler olduğu doktrinidir. Yalnızca tikel nesneler vardır ve özellikler, sayılar ve kümeler yalnızca var olan şeyleri değerlendirme biçiminin özellikleridir. Ortaçağ skolastik düşüncesinde önemli olan nominalizm, özellikle Occamlı William (1287 – 1347) ile ilişkilendirilir.

    Gördüğünüz gibi modern bilim bile bireycilikle başlar. “Olmaz canım! Bilim bizim önünde vecde vardığımız Batı’da 13’ncü değil 17’nci yüzyılda başladı!

    Her neyse cahillik cennettir. Ayrıntı, ayırım büyük beyin işler! Sırt sıvazlamaları.

    Eğer biraz kurcalarsanız, ilk Antik Yunan bilimsel spekülasyonlarının temelinde dinsel düşünceler görmek çok basit. Mesela, “Her şey sudur” altın yumurtası.

    Modern bilimin diğer bir, ve hatta daha da önemli, temel direği tüme varma.
    Tabii ben yazılarımın belirlediği kadar enayi değilim. Önemli olan iş ve işçi türetmek. Daha da doğrusu, “keep them busy!”

    Dilde bile tümeller olmasa konuşmak imkansız olur, ama iş karışmaya başladı.

    Her neyse, bir cambaz ne demiş: “Önemli olan durmadan değişen dünyayı anlamak değil krallar-kraliçeler, başkanlar-politikacılar, sanayiciler, bankalar, generaller gibi değiştirmektir”

    Bunların yanı sıra, çok güzel tümeller de var.

    1. Dünya tarihi üç safhadan oluşur: Varoluş, Sahip Oluş, Gibi Görünme

    Varoluş: Gerçi resmi tarihte ilk devletli toplumların varoluşuyla sona ererse de Kapitalizm ile zirveye ulaşır ve tüm dünyayı sarar. Tabii kapitalist uluslar arasındaki esaslı ayrımlar da önemli. Bunu da gençlere bırakmalı. Er geç toptancı rüzgarı perakendeci rüzgar olacak.

    Sahip Oluş: Karl Marks’ın âşık olduğu Üretimden Tüketime geçiş, 2’nci dünya Savaşından sonrası.

    Gibi Görünme: Şimdiki Zaman.

    Toptancı, hem toptancı hem perakendeci, ne toptancı ne perakendeci, yarım toptancı (mesela İstanbul’daki sayısız Migroslar), tüm perakendeci, vs. vs. vs.

    2. Bir çocuğa arkadaşı “dünyada sadece ve sadece enayilerle dolandırıcılar var” der. Anne-babası “derslerine iyi çalış” derler.

    3. 17’nci yüzyıl devrimcilerin tarihlerini yazan Christopher Hill olsun, E. P. Thompson olsun, bir meyhanede hayal kuranlardan, bir gıpta içinde, “onlar okuduklarının sentezini istedikleri gibi yaparlardı, bizim gibi biri omzumuzdan bakıp (akademik) hafiyelik yapanların korkusu içinde değillerdi” derler.

    Bu ilkelcilik bile değil, bu 3 yüz yıl öncesi.

    Son söz: Bir büyük beyinli entelijansiyasıı Yahudi, Hannah Arendt’ın zamanımızın eşsiz teşhisi olan “Banality of Evil” kavramını da “Yahudi düşmanlığı” olarak gördü. Tıpkı şimdi İsraili’in, “with little help from” gaddarlıkta Nazileri geri bırakan Amerika ve uşakları İngiltere ile AB yardımıyla, Filistinlilere yaptığında “Banality of Evil” görenler de hemen Yahudi düşmanı olurlar, işlerine son verilir, diplomaları verilmez, konserler ve sergileri iptal edilir vs. vs. vs. “Banality of Evil” formülü yeni ama büyük beyinlilerin kıvır allah kıvırmaları yazılı tarih kadar eski. Daima nutuklar orta sınıf kibar kıvırmalarına boğulur.

  2. Mahşerin Dört Atlısı

    Dört Anti-Komünist’in Tartışması

    Nazi: Komünizm, Âri Cermen ırkını yok etmek isteyen Yahudi solcuların ideolojisidir.

    Siyonist: Komünizm, İsrail karşıtı oldukları için anti-semitist olan Yahudi düşmanı solcuların ideolojisidir.

    Türk milliyetçisi: Komünizm, “ulusların kaderlerini tayin hakkı” adı altında Türkiye’yi bölmeye çalışan Türk düşmanı Kürtçülerin ideolojisidir.

    Kürt milliyetçisi: Komünizm, “proletarya enternasyonalizmi” adı altında Türk ve Kürt işçilerin birliğini savunarak bağımsız Kürdistan devletine karşı olan Kürt düşmanı Türkçülerin ideolojisidir.

  3. Anonim

    “Bilginin birikerek bugünkü uygarlığı oluşturduğu, her alandaki değerlerin tekamül ettiği, insanoğlunun daha erdemli, ahlaklı, akıllı ve özgür bir seviyeye ulaştığı iddia edilecektir.

    Öyle mi gerçekten? Kendisini zirvede görüp kibirle bütün insanlık tarihini yargılayan insanoğlu, sakın dipsiz, karanlık, pis bir çukurda, aydınlık olduğunu sandığı karanlık bir çağda debeleniyor olmasın?

    Dünya, ya da Batı uygarlığı “çocuk hakları” konusunda daha iyi bir yerde mi mesela? Gazze’de 15 bin (on beş bin) masum çocuk, anne karnındaki doğmamış bebek, kuvözdeki bebek alçakça katledilirken görmeyen o uygarlık mı çocuk hakları konusunda ileri bir noktada? Daha düne kadar Batı ekonomileri Bangladeşli çocuk işçilerin, Afrikalı çocuk maden kölelerinin cılız bedenleriyle semirmiyor muydu?

    Kadın hakları meselesinde dünya gerçekten iyi bir noktaya geldi mi? Kadın ruhunun, bedeninin ve emeğinin bu kadar sömürüldüğü başka bir çağ var mıdır? Afganistan’da, Irak’ta, Bosna’da tecavüze uğrayan ya da katledilen kadınları o ileri uygarlığınızın neresine koyacaksınız?

    Mesela köleliği mi kaldırdı bu uygarlık seviyesi? Bin yıl öncenin köleleri, bugünün ücretli kölelerini, emek istismarını, Akdeniz’i aşmak isterken boğulan torunlarını görseler hallerine şükretmezler miydi? ABD’de siyah-beyaz ayrımı 1964’de sona erdi. Afrika, Afrika’nın emeği halen sömürülüyor.

    Bilim ve teknolojinin son model imkanlarıyla Gazze’de 8 aydır devam eden soykırımı, Bosna’daki, Afganistan’daki vahşeti, Hitler’in etnik temizliğini, Dresden’in, Hiroşima’nın, Nagazaki’nin topluca cezalandırılmasını görse, Nemrut, Firavun, Sezar, Cengiz Han, Hülagü bile oturup hüngür hüngür ağlamaz, “batsın sizin uygarlığınız” demezler miydi?

    İnsan haklarında, hukukta, fikir ve ifade özgürlüğünde bu uygarlığın daha ileri bir noktada olduğunu kim nasıl iddia edebilir? Sadece Gazze bile tek başına Batı uygarlığının kural, kanun, ahlak, etik, ilke, değer tanımaz bir barbarlık olduğunu anlatmaya yetmez mi?”

    https://www.yenisafak.com/yazarlar/aydin-unal/batsin-sizin-uygarliginiz-4628505

  4. Fearless Sparrow

    Öncelikle, yukarıda ANONİM olarak yorum bırakan okuyucuya şu paragrafı için teşekkür etmek istiyorum.

    söz: Bir büyük beyinli entelijansiyasıı Yahudi, Hannah Arendt’ın zamanımızın eşsiz teşhisi olan “Banality of Evil” kavramını da “Yahudi düşmanlığı” olarak gördü. Tıpkı şimdi İsraili’in, “with little help from” gaddarlıkta Nazileri geri bırakan Amerika ve uşakları İngiltere ile AB yardımıyla, Filistinlilere yaptığında “Banality of Evil” görenler de hemen Yahudi düşmanı olurlar, işlerine son verilir, diplomaları verilmez, konserler ve sergileri iptal edilir vs. vs. vs. “Banality of Evil” formülü yeni ama büyük beyinlilerin kıvır allah kıvırmaları yazılı tarih kadar eski. Daima nutuklar orta sınıf kibar kıvırmalarına boğulur

    Bu siteyi takip eden genç arkadaşlar için, “Banality Of Evil” kavramı nedir, günümüzle ilintilendirirsek hangi bağlamda kullanabiliriz kısaca değinmek isterim.
    Öncelikle üşenmeyip, gugıl amcaya şu ismi aratmalılar: Adolf Eichmann..
    Avusturya’da sıradan seyyar satıcı bir insanken, nazi ordusuna katılıp, toplama kamplarına gönderilen yahudilerin naklinden sorumlu üst düzey bir memur olmuştur. 1946 yılında hapisten kaçmış, 1961 yılında iki yıldır yaşamakta olduğu Arjantin’de yakalanarak Kudüs’e götürülerek yargılanmış ve ölüm cezasına çarptırılmıştır.
    İşte bu yargılama esnasındaki tavırları ve savunması üzerine Hannah Arendt beş makaleden oluşan ve “Kötülüğün Sıradanlığı”( Banality of Evil) olarak dilimize yerleşen kavramı ortaya atmıştır.

    Eichmann, herhangi bir duygu göstermeden, yalnızca denileni yaptığını iddia etmiş ve bunun onu ”masum” bir insan yapacağını savunmuştur. Hiçbir şekilde kendisine verilen emri sorgulamamış ve otoritenin meşrulaştırdıklarının gerçekte neler olduğunu, yargılandığı dönemde bile kavrayamamıştır. Kitapta Arendt bu şaşırtıcı durumdan şöyle bahseder:
    (…)
    Eichmann davasında herkes karşısında Yahudiler’den nefret eden, sapık ve sadist, hasta ruhlu, kötü mü kötü bir cani görmeyi bekliyordu; oysa, “Eichmann’ın Yahudiler’den hastalık derecesinde nefret eden fanatik bir antisemit olduğu veya birilerinin onun beynini yıkadığı falan yoktu.”(…) Aksine, Adolf Eichmann son derece sıradan, hatta fazlasıyla sıkıcı bir bürokrattan başka bir şey değildi. Karşımızda bir canavar değil, ”örnek bir vatandaş” vardı.
    (..)Asıl sorun tam da Eichmann gibi onlarca insanın olmasından, onlarcasının ne sapık ne de sadist olmasından; ne yazık ki hepsinin eskiden de, şimdi de dehşet verici bir biçimde normal olmasından kaynaklanıyordu.(..)
    Arendt’e göre Eichmann bir canavar, sadist, anormal biri değildi, gayet sıradan, normal, görevlerini yerine getiren, üstlerinin emirlerine uyan bir memurdu. O, hem emirlere hem de o dönemde geçerli yasalara uygun hareket etmişti.. Arendt’in anlatımına göre yarım düzine psikiyatr Eichmann’ı incelemiş ve ona “normal” raporu vermiştir. Söylenenlere göre içlerinden biri “Benden, onu muayene ettikten sonraki halimden her halükarda daha normal” demiştir.
    Bir başkası ise genel olarak Eichmann’ın psikolojik durumunun, eşine ve çocuklarına, annesine, babasına, kardeşlerine ve arkadaşlarına karşı tavrının “normal olduğunu, hatta insanların çok hoşuna gittiğini”
    söylemiştir..
    İlaveten:Philip George Zimbardo, Hapishane Deneyi’ni de okumalarını tavsiye ederim.
    Velhasıl, kıssadan hisse, herhangi bir kült, cemaat, örgüt vb içerisinde emir-komuta- itaat zincirine dahil olmanız istenirse lütfen düşünüp, sorgulayın. “Acaba ben bu çarka bir dişli olarak dahil olursam acaba hangi kötülüklere dolaylı da olsa bulaşmış olacağım?”
    Gizli Sadist bir lider ya da bir ideolojinin zihninizi, gönül gözünüzü köreltmesine izin vermeyin.

  5. Anonim

    Ben de size teşekkür ederim, “Fearless Sparrow”.

    “Philip George Zimbardo, Hapishane Deneyi”ni okudum.

    Bana 60’larda “University of Michigan”da yapılan bir deneyi hatırlattı ama yıllar da beynimi yumuşattı. Daha etraflı bilgi vermek için İnternet’te aradım ama bulamadım. Esas konuya sadık kalacağım ama doğrusu, ümit ederim pek önemli olmayan, ayrıntıları tam aktaramayacağım.

    2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’dan Amerika’ya taşınan bir ailenin o zaman çok genç olan bir çocuğu Nazi hatıraları duyarak büyür. Sürekli olarak Avrupa’nın en iyi eğitimi olanlar arasındaki bir ülkede Naziliğin nasıl insanları peşine taktığını anlamak ister.

    Nihayet kendisi Amerika’nın en prestijli üniversitelerinden biri olan “University of Michigan”da sosyoloji profesörü olur.

    Okulda öğrenme teorisi üzerinde bir deney yaptığını ve denek aradığını ilan eder. Çok sayıda öğrenci ve profesörler katılırlar.

    Deney:
    İçeriyi görebilir büyük bir cam önünde elektrik şok gücü 1’den 10’a (10 öldürecek kadar güçlü) tuşlar (düğmeler); içerde de öğrenme adayları denekler var. Eğer öğretileni tekrarlara rağmen öğrenmezlerse, tuşlarla şok verilir.
    Deney sonucu okul gazetesinde yayınlandı. Deneyin aslında insanların Naziler gibi faşist olması nedenini araştırmaktı. Cam içindeki denekler okulun tiyatro öğrencileriydi ve her tuşa göre uygun ağrı, sızı acı çekme numaraları yaptılar.

    Tuşlara basan denekler arasında sıradanlar ve öğrenciler genellikle “ulan, öğrenmenin içine tüküreyim” diyerek deneyden çıktılar. Gittikçe artan ve hatta 10’a yakın şok verici tuşlara basanların çoğunluğu profesörlerdi. Tahmin edesiniz patlayan skandalı. Bunlar için öğrenmek kutsaldı.

    Aşağıdaki olmuş hikaye çok daha iyi tamamlar ve çok daha açıklar.

    Şahane insan Bartolomé de las Casas’ın bir hikayesi.

    Vahşi çıplaklar beyazlardan kaçar dururlar. Nihayet biri bu beyazlardan nasıl kurtulacaklarını bildiğini ilan eder: “Bunların fetişleri bizde, işte o nedenden bizim peşimizi bırakmıyorlar!” Üstlerinde ne kadar altın, gümüş ve değerli taşlar varsa topluyorlar ve hepsini yakında akan ırmağa atıyorlar.

    Kısacası insanı kurtarmak için fetişleri yok ediyorlar. Profesörler ise fetişlerinden bir türlü vazgeçemiyorlar.

    Bir ek: Yukarıda verilen “https://www.yenisafak.com/yazarlar/aydin-unal/batsin-sizin-uygarliginiz-4628505″a da baktım. Yazar Aydın Ünal bana çok güzel bir İspanyol atasözünü hatırlattı: B*k aynı b*k sinek değişmiş. Adam Tarih cahilliğini utanmadan söylüyor ve sergiliyor da.

    Bunu bir bağlantı daha yapmak için ekledim. Müslümanlar yazıyı fetişleştirdi ve dolayısıyla kitapsızları kılıca çektiler. Kuran “ıqra”dan (oku) türeyen bir kelime.

    Dinlerini ve inançlarını zaman dışı sananlar önce biraz tarih öğrenseler fena olmaz. Hiç değilse zaman dışı etmenin nedenlerini öğrenirler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑