Fikret Başkaya / “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etmesi” meselesine dair kısa not
Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin “bağımsızlık referandumu”, ‘ulusların kendi kaderini tayın etmesi’ tartışmalarını yeniden hatırlattı. Kimileri, orada yapılanın doğrudan “ulusların kendi kaderini tayın etmesi ilkesini angaje eden bir şey olduğunu, dolayısıyla tereddütsüz desteklenmesi gerektiğini söyledi. Başkaları da bunun bir emperyalist senaryonun sonucu olduğunu söyleyerek karşı çıktı. Oysa sorunun asıl tartışılması gereken yönü savsaklandı. Ulusların kendi kaderini tayin etmesi meselesi ilk defa ABD başkanı W. Wilson tarafından Birinci Emperyalist savaşın son günlerinde [8 Ocak 1918] ortaya atıldı. “Wilson Prensipleri” olarak biliniyor. Oysa ezilen/sömürülen/tahakküm altına alınan insanlar, halklar, haksızlığa maruz kaldıkları ilk günden beri ve hiçbir zaman bu durumu kabullenmediler… Bu yüzden insanlık tarihi, isyanların, başkaldırıların, devrimlerin de tarihidir…
Elbette yükselen yeni bir emperyalist güç olan ABD’nin başkanı, öyle sanıldığı gibi “ulusların kaderiyle” uzaktan-yakından ilgili biri değildi. Zira, öyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu dünyanın ezilen/sömürülen halklarının emperyalist bir güçten “hayırlı” bir şey beklemeleri abesle iştigaldir… Esasen Wilson’un öyle bir çıkış yapmasının iki nedeni vardı: Birincisi, ‘klasik sömürgeciliğin (kolonyalizmin) son bulmasını, birkaç sömürgeci/emperyalist gücün egemenliği altında bulunan, yeryüzünün lânetlilerinin yaşadığı geniş bölgelerin Amerikan sermayesine açılmasını istiyordu… Özetle Wilson, “artık kolonyalizmin klasik (doğrudan) versiyonu son bulsun, yeni-sömürgecilik statüsü [néo-colonialisme] onun yerini alsın” demek istiyordu; İkincisi, din, mezhep, etnik, kültür farklılığına sahip ne kadar topluluk varsa, bağımsız olmalarını istiyordu. Nitekim halklar ne kadar ufalanırsa, onları egemenlik altına almak da o ölçüde kolaylaşır… Şimdilerde Orta-Doğu denilen bölgede yaptıkları gibi… Esasen İkinci emperyalist Savaş sonrası yaklaşık iki on yılda Wilson’un planı gerçekleşecek, yeni sömürgecilik eskinin yerini alacak, doğrudan sömürge ülkeler, başta ABD olmak üzere tüm emperyalist ülkelerin yeni sömürgesi haline gelecekti. Artık bu yeni statüde bir ülke herhangi bir ülkenin sömürgesi değil, “Kolektif emperyalizmin” kolektif sömürgesi (kolonisi) olacaktı ve oldu… Bu iş de emperyalizmin kurumları olan, Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] onun şemsiyesi altındaki örgütler ama asıl Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, vb. gibi emperyalist oligarşinin hizmetindeki “uluslararası” denilen kurumlar tarafından yürütülecekti…
Ulusların kendi kaderini tayin etmesi ilkesinin bir destekçisi de Lenin ve III. Enternasyonaldi… Komünist Enternasyonal, soruna dünya sosyalist devrimi açısından bakıyor ve sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla kolonyalist/emperyalist ülkelerin sömürü ve egemenlik olanaklarının zayıflayacağını ve sosyalist dünya devrimine uygun koşulların oluşacağını ileri sürüyorlardı. Fakat Komünist Enternasyonal ve Sovyetler Birliği hızla enternasyonalist ilkelerden ve sosyalist perspektiften uzaklaştı, III. Enternasyonal Sovyet Devletinin çıkarlarını korumanın, Sovyetler Birliği diplomasisinin bir aracı haline geldi…
Netice itibariyle, sömürge halkları da bu arada bir devlet sahibi oldular ama asla emperyalizmden bağımsızlaşamadılar. Kendi kaderlerini kendi ellerine almayı başaramadılar… Şimdilerde sözde bağımsız ulus-devletlerin varlığına rağmen emperyalist sömürü ve yağma ‘doğrudan veya yarı-sömürge oldukları dönemdekinden özde farklı değil… Sadece görüntüler, retorik, yöntemler ve araçlar değişti… Emperyalizmin uşağı olan “yerli işbirlikçi hakim sınıflar” sömürgeci devletlerin kurumlarının, adamlarının, işlevini devralmış bulunuyorlar… Dolayısıyla ortada asla “ulusların kendi kaderini tayin etmeleri” diye bir şey yok… Zira “yerli yönetici elitler” küresel oligarşinin bir parçası… Gerçek durum böyle ama retorik her zaman farklıdır…
O halde sadede gelebiliriz. Bir ulus, bir halk hangi durumda kendi kaderini tayin edebilir, itilip-kakılmaktan, baskıya, sömürüye, zulme maruz kalmaktan kurtulabilir, haysiyetine sahip çıkabilir, özgürce yaşayabilir, emansipe olabilir ve dünya halklarının eşit/saygın bir üyesi olarak varlığını sürdürebilir? Soruyu şöyle de sorabiliriz: Bir halkın, bir ulusun kendi kaderini kendi ellerine alması, özgürleşmesi, hangi durumda mümkündür? Mesela bir devlete sahip olmak bu amaç için yeterli koşul mudur? Sömürgeci/emperyalist bir devletten kurtulmak kendi kaderini tayin etmenin yeterli koşulu mudur? Eğer öyleyse bu, devleti olan ülkelerde halk kendi kaderini tayin ediyor demeye gelir!.. O zaman siz de bir devlete sahip olduğunuzda sizin için de sorun çözülmüş sayılacaktır… Bu da demektir ki, “önemli olan sizi kimin yönettiğidir!”… “Eğer sizden birileri, kendiniz gibi olanlar yönetirse” sorun çözülmüş mü sayılacaktır? İşkenceyi yapan kendinizden (içerden) olunca şeylerin anlamı değişir miydi? Eğer bir devlete sahip olmakla iş bitseydi, şeyler ne kadar da kolay olurdu…
“Wilson Prensipleri” denilenin ortaya atılmasından bu yana, geride kalan yaklaşık yüz yılda, yüzlerce devlet dünya sahnesine çıktı, jeopolik arenada arz-ı endam etti ama hiçbir yerde halkların kendi kaderine sahip çıktığına şahit olunmadı… Yerli zorbalar ekseri eskileri [yabancıları] aratmadı… O zaman neden böyle oldu sorusunu sormak gerekmiyor mu? Neden bu soruyu sormaktan ısrarla kaçınılıyor? Neden ikiyüzlülükte ısrar ediliyor? Öyleyse şu ‘devlet’ denilen netameli aygıt nedir? Aslında ne işe yarıyor? Bu tür soruları sormakla başlamak gerekiyor ama lânet olası devlet tam bir tabu mertebesine yükseltilmiş durumda… Kimse tabuya elini sürmek istemiyor… Lânetlenmekten, cezalandırılmaktan korkuyor. Bu tür sorular sormak isteyenlerin önü daha baştan kesilmek isteniyor. Bu konudaki genel anlayış ve kabul az çok şöyle: Devlet vazgeçilmezdir, devlet olmadan olmaz, devletsiz asla olmaz…
Eğer samimiyetle insanların özgürce, barış içinde yaşaması isteniyorsa, sömürü ve baskıdan kurtulması isteniyorsa, insanın insana, toplumun doğaya yabancılaşmasına son verilmek isteniyorsa, şeyleri tartışmaya “devletten” başlamak gerekecek!… Zira devletlerin olduğu bir dünyada ne barış, ne insanca yaşam, ne de kardeşlik mümkündür. Zira, devletin iyisi olmaz… O halde eğer ideolojik kölelikten kurtulmak gibi samimi bir niyetiniz ve kaygınız varsa, üç şeyden kurtulmayı bir hedef olarak önünüze koyacaksınız: 1. Devletten kurtulmak; 2. paradan kurtulmak; 3. herkese ait olan yaşam araçlarına [üretim araçlarına] birileri tarafından el konmasına son vermek… Unutulmasın, bir zamanlar bunların üçü de mevcut değildi…
Son paragraf Itibariyla ,Hoca Trockizmden Anarsizme olan(her `tutarli` Trockist gibi) yolculugunu tamamlamis görünüyor.
Insanligin halklarin özgürlügü ile ULUS un özgürlügünü de bir güzel karistirmis birbirine. ULUS un özgürlügü öyle abartilacak bir sey degildir , insanin ve halklarin özgürlügü ile örtüsmez, basbayagida kapitalizm emperyalizm kosullarinda saglanabilir. Hocaya konuyla ilgili Lenin in Rosa yi elestiren yazilarini öneririm. Görünürde ekonomik bagimliligi icermeyen bir siyasal özgürlük dahi ULUS un özgürlügü icin yeterli sayilabilir. Tam Kurtulus ise baska bir seydir. Hoca Rosa nin UKKTH hakkindaki görüslerini savunmus Lenin inkileri degil. Yani özce Toplumsal devrim disinda bir Ulusal kurtulusu red etmek. Ulusal Kurtulus hareketlerini destekleme sarti genel uluslarasi mucadeleyle olan baglarinin niteligiyle iliskilidir. Böyle bakinca Barzaninin referandumu Emperyalizmi güclendirmesi hasebiyle desteklenmemis gerekir sonucu cikardi. (su parca bütün hikayesi)Olmamis hoca otur sifir.
Hoca 2. Dunya savasi sonrasi yeni sömürgecilige vurgu yaparken cok önemli bir sey yapiyor. Ama bu dönemin tüm karakteristigi , ni irdelemiyor. Pek cok Leninist belirleme bu dönemde ya nitelik degistirmis yada tamamen gecersizlesmistir. Bunu söyleyince yillardir , vay ML yi inkar ediyorlar diyen dogmatikler bugün düpedüz , hic bir sosyal Kurtulus emaresi icermeyen bol miktarda demokrasi özgürlük yerellik öz yönetim laflariyla süslenmis, Reformist milliyetciligin pesine tespih tanesi gibi dizildiler. bir kisa notla gecistirilecek konu degildir Yeni sömürgecilik iliskileri
Son paragraf itibariyla Anarsist saiklere sahip olmadikca hic bir hareket desteklenemez. Iste bu bir cocukluk hastaligidir.
Yanlislar;(galati meshur); Emperyalizm Ulusal özgürlügü saglamaz, Emperyalizm (hele yeni sömürgecilik, 3.Bunalim döneminde) Ulusal sorunu cozmez.
Dogrusu Modern Emperyalizm, yeni sömürgecilik in Ulusal soruna dair bir çözümü vardir. (suriyedeki ypg bu tarz bir cozume kendini en iyi uyarlamis bir harekettir ve buna ragmen komunist, sosyalist ve anarsistlerin destegini alabilmektedir)
Ulusal kurtulusculuk hic bir dönemde (hele yeni sömürgecilik döneminde)sosyal kurtulusculuk icermek zorunda degildir. Resmen kendi iskencecisini kendi secme özgürlügüdür ulusal kurtulusculuk.Ufku bu kadardir.
komunistlerin Ulusal Kurtulusculugu destekleme kistasi onun sosyal kurtulusculugun söylemlerini kullanip kullanmamasi degildir( hatta kullanmasi daha buyuk bir tehlikedir bakiniz suriyede, turkiye ve dunya solunun dustugu zavallilik)
Ulusal kurtulusculugu destekleyip desteklememnin kistasi onun genel olrak emperyalist Kapitalist sistemi , kendi ulusal istemleriyle sinirli dahi olsa zayiflatip zayiflatmamasidir.
Bu haliyle Suriyedeki Ulusalcilik en az desteklenebilir Ulusal kurtulusculuktur.
‘1. Devletten kurtulmak; 2. paradan kurtulmak; 3. herkese ait olan yaşam araçlarına [üretim araçlarına] birileri tarafından el konmasına son vermek…’
Bu sayfada, yukarıda, ‘1’ ve ‘3’ numaralı maddeler üzerine onlarca yorum yazacak pek çok kişi daima ama daima var, yine paragraflar dolusu bir Gün Zileli sayfası ile yüzleşmemiz mümkün.
Fakat gelin görün ki, konu ‘ekonomi’ kısmına kaymaya başlayınca, nedense bu sitede hep Türkiye’deki ‘sol’un küçümseyici tavırlarıyla, ekonomiyi ikinci-üçüncü sıraya atan ertelemeci mizacıyla, Türkiye’deki ‘sol’un ekonomi konusundaki cehaletinin iç karartıcı devasa çapıyla karşılaşıyoruz.
‘paradan kurtulmak’
Kurtulalım.
Tamam da, ‘Nasıl?’ sorusunu sormaktan niçin irkiliyoruz?
Bir de, ‘Nasıl?’ sorusunu sorunca, ‘sol’daki bazı arkadaşlar, otomatikman, soruyu soran kişileri ‘kapitalistliğe eğilimli olmak ve hâttâ kapitalist olmak’la itham ediyorlar.
‘paradan kurtulmaya’ başlamadan önce, Türkiye’deki ‘sol’un, ekonomi konusundaki cehaletinin iç karartıcılığını biraz azaltabilmek için tavsiyeler:
Kitap: Ekonomi Politiğin İnsanı Kimdir?
Yazan: Metin Sarfati
Yayınevi: Derin Yayınları
http://www.kitapyurdu.com/kitap/ekonomi-politigin-insani-kimdir/141275.html
Kitap: Taş Devri Ekonomisi
Yazan: Marshall Sahlins
Çevirenler: Taylan Doğan & Şirin Özgün
Yayınevi: BGST Yayınları
http://www.kitapyurdu.com/kitap/tas-devri-ekonomisi/244301.html
Kitap: Borç: İlk 5000 Yıl
Yazan: David Graeber
Çeviren: Muarrem Pehlivan
Yayınevi: Everest Yayınları
http://www.everestyayinlari.com/kitap-detay.php?k=11169
Kitap: Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri
Yazan: Karl Polanyi
Çeviren: Ayşe Buğra
Yayınevi: İletişim Yayınları
http://www.kitapyurdu.com/kitap/buyuk-donusum–cagimizin-sosyal-ve-ekonomik-kokenleri/27754.html
Kitap: Değer Teorisi: Antropolojik Bir Giriş
Yazan: David Graeber
Çeviren: Başak Kıcır
Yayınevi: Sel Yayıncılık
http://www.kitapyurdu.com/kitap/deger-teorisi-amp-antropolojik-bir-giris/425062.html
Kitap: Para Üzerine Bir İnceleme
Yazan: John Maynard Keynes
Çeviren: Cihan Gerçek
Yayınevi: İş Bankası Yayınları
http://www.kitapyurdu.com/kitap/para-uzerine-bir-inceleme-karton-kapak/289350.html
Kitap: Genel Teori: İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi
Yazan: John Maynard Keynes
Çeviren: Uğur Selçuk Akalın
Yayınevi: Kalkedon Yayınları
http://www.kitapyurdu.com/kitap/genel-teori-amp-istihdam-faiz-ve-paranin-genel-teorisi/104115.html
Kitap: Mülkiyet Nedir?
Yazan: Pierre-Joseph Proudhon
Çeviren: Fatma Zehra Çolak
Yayınevi: Öteki Yayınevi
http://www.kitapyurdu.com/kitap/mulkiyet-nedir-/414864.html
Kitap: Milletlerin Zenginliği ve Yoksulluğu: Neden Bazıları Çok Zengin, Bazıları Çok Yoksuldur?
Yazan: David Saul Landes
Çeviren: Ayşe Su Doğru
Yayınevi: Feylesof Kitap
http://www.kitapyurdu.com/kitap/milletlerin-zenginligi-ve-yoksullugu-amp-neden-bazilari-cok-zengin-bazilari-cok-yoksuldur-/420477.html
Kitap: Aylak Sınıfın Teorisi
Yazan: Thorstein Bunde Veblen
Çevirenler: Zeynep Gültekin & Cumhur Atay
Yayınevi: Babil Yayınları
http://www.kitapyurdu.com/kitap/aylak-sinifin-teorisi/68349.html
bu yazı kimsenin işine gelmez 🙂
Ne hazindir Ernesto Che Guevara ya, Sovyet Sosyal Emperyalizminin parali askeri diyen, Mao cu, Enver Hoxa ci egilim simdi Suriyede PYD nin ABD isbirligini taktik vs ilerle mesrulastirmakla mesgul.Unutmayacak unutturmayacagiz.. Rahat uyu CHE
Baska herhangi bir acidan baktigimizda ‘akli basinda birisidir’ diyebilecegimiz insanlarin bazi onerilerine bakinca, ‘ilk intibalara aldanmamak gerekir’ demek zorunda kaliyorum.
Neymis?.. ‘bir zamanlar bunların üçü de mevcut değildi’ymis..
Evet, o dediginiz zamanlarda sarmasiktan sallaniyor, (kendi irkimiz dahil) tuttugumuzu cig-cig yiyorduk..
Ne gunlerdi o gunler.. degil mi?
Ya sabir!
Dersimliler de tuttuklarını çiğ çiğ yiyor muydu Necip?
Kaç yıl önceydi bu arada? Sarmaşıktan indiğimizden epey sonra olsa gerek. Hatta daha düne kadar öylelerdi.
Necip’in yazdıklarından çıkan sonuç:
“İnsan” dediğimiz tür aslında hayvan, bitki ve tek hücrelilerden farksız ilkel bir canlıdır ve hep böyle kalmaya mahkumdur; doğal ihtiyaçlarının / içgüdülerinin / hayatta kalma savaşının ürünü olan ilkelliklerin ötesine geçen bir düzen bile kuramıyor ve daha önemlisi gelecekte de kuramaz. Yani evrim, ilerleme gibi kavramlar aslında doğru değildir. Örneğin;
Sömürü, devlet, para, kölelik, ücretli kölelik gibi sınıfsal ilkellikler,
Kişi putlaştırması / lider kültleri, militarizm, etnik temizlik / soykırım / katliam, asimilasyon, ırkçı nefret söylemleri gibi etnik / dini / ideolojik ilkellikler,
Kadın ve çocuklara şiddet gibi aile içi ilkellikler,
Tecavüz / taciz / cinsel istismar, fuhuş, pornografi, kıskançlık / terkedilme / karşılıksız aşk cinayetleri / intiharları / krizleri gibi cinsel içgüdü ilkellikleri,
Ve buna benzer başka sayısız ilkellik doğal ve zorunludur, değiştirilemez.
tum filistin orgutleri ilericidirler, tum kürt örgütleri gericidirler. nokta
https://www.youtube.com/watch?v=ehP58LgnJSw
hoca gibi bir entelektüel değilim; hocayı, yazıyı yanlış yorumlamış olabileceğimi peşinen kabul ediyor ve anladığımı sizlerle paylaşmak istiyorum:
* samimiyseniz sendikal mücadele etmenize gerek yok, ücretinizi artırıp da ne yapacaksınız..
*demokrasi istemek…daha çok hak talep etmek…adalet istemek… bir de yürüyüş ha…boş verin bunları…
*kadın hakları.. dayağa, işkenceye karşı mücadele…şaka mısınız nesiniz…
*anadilde eğitim için mücadele …bölücü müsün nesin, git işine…
*ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ha… şimdi görürsün sen…
…..
…..
SAMİMİYSENİZ (GERÇEKTEN..) BEKLEYİN, ACELE ETMEYİN, BÖYLE BOŞ ŞEYLERLE UĞRAŞMAYIN, KENDİNİZİ BOŞ YERE YORMAYIN MEHDİ(MESİH) GELECEK HEM DE (YALNIZ SEÇİLMİŞ BİR ÜLKEYE DEĞİL) TÜM DÜNYAYA (KÜRTLER DE DAHİL) KURTULACAĞIZ, RAHATA ERECEK,HUZURA KAVUŞACAĞIZ…
https://www.youtube.com/watch?v=YcXMhwF4EtQ
“Necip’in yazdıklarından çıkan sonuç:”
Bu kadar uzun uzun yazmak yerine, “pek de bir sey nlamis degilim” deseydiniz daha anlasilir olurdu.
“Ve buna benzer başka sayısız ilkellik doğal ve zorunludur, değiştirilemez.”
Cok eskilerde ‘kasik’ yokmus; insanlar dogrudan dogruya elleriyle yerlermis. Pek de saglikli olmadiklarini farkedince, vazgecmisler.
Daha sonra ‘odun kasik’ icad edildi. Herhalde, tastan oyma ya da seramik benzeri de yapilmistir (Cin kasiklarinin bir kismi hala daha seramik).
Fakat, gunumuzde neredeyse butun ‘kasik’lar paslanmaz celikten uretiliyor. Daha ucuz, saglikli ve daha uzun omurlu oldugundan.
Simdi..
Benim size onerim, elinize aldiginiz ‘kasik’i yemekle ugrasmak yerine; ‘kasik’i, yiyeceginiz seyi yemek icin, kullanmanizdir.
Evet, malesef, bu kadarini dahi akledemeyenlerimiz var.
Dahasi, kendilerini ‘aydin’/’ilerici’ filan saniyorlar boyle yapmakla.
Cook seyler demek isterdim.. sadece birsey deyim Bari..
ABD in kendisi olmus bir zavalli pazar..hersene 700 milyar acik!!
Hadi birsey daha deyim.ezen ulustanmi yanasin ezilen ulustanmi?haksizliga ugrayandanmi? Bos seyler..
Ulusal eşitlik ve özgürlük mü?
Bugünkü uluslararası ilişkiler ve bölgedeki gelişmelerin yanı sıra Irak’ın önemli ölçüde güçsüz düşmüş olması gerçeğinden ve Kürt sorununun çözümünü dayatmasından hareketle bağımsız burjuva bir Kürt devletinin adımları atılmakta ve bu, muhtemelen giderek mümkün hale gelmektedir. Burjuva bir devlet oluşumu da olsa Kürtlerin ayrı bir devlet kurma hakları vardır ve bunu elde etmeleri önemlidir. “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (UKKTH) siyasal bağımsızlık demektir” ve bu, baskı ve sömürgeci boyunduruk altında tutulan her mazlum halk için tartışmasızdır. Barzani’nin hayalindeki türden bağımsız bir Kürdistan devleti, UKKTH’nın geri biçimi de olsa Kürtlerin tarihsel bir hakkı olduğu gibi onlar için tarihsel bir ilerlemedir de.
Bununla birlikte, Kürt mülk sahibi sınıflarla, bölgedeki kimi güçlerle ve emperyalist devletlerle işbirliği içinde gerçek bir ulusal kurtuluşun olamayacağı konusunda herhangi bir tartışma yoktur. Çünkü çağımızda her türlü baskı ve sömürünün olduğu gibi ulusal baskı ve sömürünün, ulusal köleliğin temelinde emperyalizmin egemenliği vardır. Dolayısıyla emperyalizmin iktisadi ve siyasi egemenliğinde ve bu egemenliğin içteki toplumsal dayanağını oluşturan yarı-feodal ilişkilerden, aşiretsel yapıdan ve geleneksel ilişkilerden kurtulmadan gerçek ulusal kurtuluş ve özgürlük mümkün olmayacaktır. Sadece 20. yüzyılın bütün bir deneyimi değil, yanı sıra bizzat Güneyli Kürtlerin kendi süreçleri de buna tanıklık etmektedir. Güney Kürdistan’da on yıllara yayılan bir ulusal kurtuluş iddiasıyla sürdürülen bir mücadele ve gelinen yerde kazanılan yarı devletsel bir oluşum var. Fakat yarı-feodal ilişkiler, aşiretsel yapılar ve tüm öteki geleneksel gerici toplumsal ilişkiler olduğu gibi korunmakta, bunlar emperyalist egemenliğin yerli dayanakları olmakta ve Barzaniler de bunun politik temsilcileri konumunda bulunmaktadır.
Kizil Bayrak tan alinti
(6) Bütün ülkelerin ve hele geri kalmış ülkelerin geniş emekçi yığınları önünde bıkmadan usanmadan, siyasal bakımdan bağımsız devletler kurma maskesi altında, gerçekte iktisadi, mali ve askeri alanlarda kendilerine tamamen bağımlı devletler yaratan emperyalist devletlerin sistemli biçimde uyguladıkları aldatmacayı açıklamak ve suçlamak. Bugünkü uluslararası koşullarda, zayıf ve bağımlı uluslar için, sovyet cumhuriyetleri birliğinden başka kurtuluş yoktur
………………….
Burada, marksizmin tüm yadsınması niteliğinde birkaç safsata gözümüzden kaçmamaktadır. Pyatakov yoldaşın bu konudaki tutumu, Rosa Luxemburg’unkinin ayındır… (Hollanda bir örnektir.) …[41*] Pyatakov yoldaş işte böyle uslamlama yürütüyor, ve o, işte böyle kendi kendisiyle çelişkiye düşmektedir, çünkü, o, teoride ayrılma özgürlüğüne karşı çıktığı halde, halkın önünde ayrılma özgürlüğünü reddedenin sosyalist olmadığını söylemektedir. Pyatakov yoldaş, burada içinden çıkılmaz karmakarışık şeyler söylemiştir. Batı Avrupa’da, ülkelerin çoğunluğu kendi ulusal sorunlarını çoktan çözüme bağlamışlardır. Ulusal sorun çözüme bağlandı dendiği zaman, kastedilen Batı Avrupa’dır. Ama Pyatakov yoldaş, bunu, gerekmeyen yere, Doğu Avrupa’ya yakıştırıyor [sayfa 206] ve böylelikle kendimizi gülünç bir durumda buluyoruz.
Bakın bundan nasıl karmakarışık bir durum meydana gelmektedir! Finlandiya kapı komşumuzdur. Pyatakov yoldaşın Finlandiya için belirli bir yanıtı yoktur ve her şeyi karmakarışık ediyor. Dünkü Raboçaya Gazeta’da ayrılma hareketinin Finlandiya’da geliştiğini okudunuz. Buraya gelen Finliler, kadetler bu ülkeye tam özerklik vermek istemedikleri için, orada, ayrılma hareketinin güçlendiğini söylüyorlar. Orada bir bunalım yaklaşmaktadır, General Rodiçev hükümetinden hoşnutsuzluk yaygındır, ama Raboçaya Gazeta, Finlilerin Kurucu Meclisi beklemeleri gerektiğini, Finlandiya ile Rusya arasında bir anlaşmaya bu mecliste varılacağını yazmaktadır. Anlaşma ile kastettikleri nedir? Finliler, kendi kaderleri hakkında kendilerinin karar vermeye hakları olduğunu ilan etmelidirler, ve bu hakkı reddeden bir Büyük-Rus, şovenden başka bir şey değildir. Finlandiya işçileri için “en iyi olan şeyin ne olduğu konusunda kendiniz karar verin” dememiz çok daha başka bir davranış olurdu. ..
LENIN
ULUSAL SORUN VE SÖMÜRGELER SORUNU
ÜZERİNE TEZLERİN İLK TASARISI ndan
VII. MARKSİZM Mİ, PRUDONCULUK MU?
Bizim, Marx’ın İrlanda’nın ayrılması konusundaki görüşünü [sayfa 179] belirtmemiz, Polonyalı yoldaşların bir seferlik de olsa, dolaylı değil ama doğrudan doğruya bizi yanıtlamalarına neden oldu. İtirazlarının özü nedir? Onlar, 1848-1871 yılları boyunca Marx’ın tutumuna atıfta bulunmanın “hiç bir değer taşımadığı” görüşündedirler. Bu şaşılacak derecede sert ve kesin iddialarını desteklemek için ileri sürdükleri kanıt, Marx’ın, “aynı zamanda Çeklerin, Güney Slavlarının vb.”[85] bağımsızlık çabalarına karşı çıkmış olmasıdır.
Eğer bu iddia, bu kadar sertlikle ifade edilmişse, bu, son derece yanlış olmasından ötürüdür. Polonyalı marksistlere göre, Marx, “bir solukta” birbirine aykırı şeyler söyleyen, kafası karmakarışık birinden başka şey değildir! Bu, kesin olarak yanlıştır ve kuşkusuz marksizm de değildir. Polonyalı yoldaşların istedikleri, ama hiç de uygulamadıkları “somut” tahlil, bize, Marx”ın ayrı somut “ulusal” hareketler karşısındaki farklı tutumunun bir tek ve aynı sosyalist kavramdan doğup doğmadığını araştırma görevini yüklemektedir.
Bilindiği gibi, Marx, çarlığın gücüne ve nüfuzuna karşı -burada, çarlığın mutlak gücüne ve üstün gerici nüfuzuna karşı da denebilir- savaşımında, Avrupa demokrasisinin çıkarları bakımından, Polonya’nın bağımsızlığından yanaydı. 1849’da feodal Rus ordusu Macaristan’ın ulusal kurtuluşu uğruna demokratik devrimci ayaklanmasını ezdiği zaman, bu görüş, en parlak ve en somut biçimde doğrulandı. O andan başlayarak Marx’ın ölümüne kadar ve giderek daha sonralara, 1890’a kadar, Fransa ile ittifak kurmuş olan çarlığın gerici nitelikte bir savaşının patlak vermesi tehlikesi belirdiğinde, Engels, her şeyden önce ve her şeyin üzerinde çarlığa karşı savaşılmasından yana oldu. Marx’ın ve Engels’in Çeklerin ve Güney Slavlarının ulusal hareketine karşı oluşları yalnızca bundan ötürüdür. Marksizm ile, onu çürütmek için değil de başka nedenlerle ilgilenenlerin, o dönemde Marx ve Engels’in açık ve kesin bir biçimde, Avrupa’da [sayfa 180] “Rusya’nın ileri karakolu” görevini yerine getiren “tümüyle gerici halklar” ile “devrimci halkları” (Almanları, Polonyalıları, Macarları) karşıt şeyler olarak kıyasladığına kendilerini inandırmak için, Marx ve Engels’in 1848-1849 yıllarında yazdıklarını okumaları yeter. Bu bir gerçektir ve bu gerçek o dönemde tartışma götürmezdi: 1848’de’ devrimci halklar, özgürlük için savaşıyorlardı ve onların baş düşmanı çarlıktı, Çekler. vb. ise gerici halklardı, çarlığın ileri karakollarıydı.
Lenin Marxi yorumluyor (gerici halklarmi demis o ne:)))
Kolombiyali bir ELN taraftariyla tartismistim. FARC baris yapiyor size ne oluyorki diye sordum. Uzerimizde buyuk baski var diye yanitladi. Kimin baskisi tabiiki devletin Emperyalizmin baskisi olacak dedim. Hayir dedi, sadece onlarin degil. FARC nin ELN uzerinde siddete varan bir baskisi var bizimde baris surecine katilmamiz icin ,ve bu isin ucu Cuba Komunist partisine kadar gidiyor. Bana birseyleri animsatti.
“Dearly beloved, if this love [revolution] only exists in my dreams… don’t wake me up.”
https://www.youtube.com/watch?v=QOowQeKyNkQ
Necip Haklı
Platon bile ütopik ‘Devlet’ kitabında,
“O halde eğer ideolojik kölelikten kurtulmak gibi samimi bir niyetiniz ve kaygınız varsa, üç şeyden kurtulmayı bir hedef olarak önünüze koyacaksınız:
1. Devletten kurtulmak;
2. Paradan kurtulmak;
3. Herkese ait olan yaşam araçlarına [üretim araçlarına] birileri tarafından el konmasına son vermek…
Unutulmasın, bir zamanlar bunların üçü de mevcut değildi…”
gibi böyle saçma ütopik düşünenleri, halkın kafasını karıştıran şairleri kovar, sürgüne gönderir.
Necip i devrimci istemlere-utopia ya karsi cikmak, degersizlestirmekle suclayacak kadar ilkeli elestirmenlerin yarisindan fazlasi, YPG nin Amerika ile isbirligine su yaniti verirler,fabrika ayarlarina dönerler; ama Amerika bir güctür ona karsi cikarak ne yapilabilirki.re rü ra , ayrica Taktik,yoksa sen turk ulusalcisimisin himmm vs vs
Bizim prensiplerimiz, “gökten indiği sanılan kitaplar”ın dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.
İlk kuşağından (Mezopotamya/Mısır) sonra ikiye ayrılan medeniyet:
Kara: Asya despotizmi (İran’dan bugüne)
Deniz: Sivil toplum (Eski Yunan’dan bugüne)
[Kara: İktidar (AKP=Ankara), Deniz: Muhalefet (Gezi=İzmir)]
“Asya Despotizmi”nin Başkent Şehirleri, “Sivil Toplum”un Liman Şehirleri
“Konya’daki nüfus daha çok burasının başkent oluşu dolayısıyla toplanmıştı. Bu özelliği ortadan kalktıktan sonra nüfusu da gerilemişti. Bu sebeple XIV. yüzyıl başlarında, Ö. L. Barkan’ın hesaplarına göre ancak 6127 kişi oturuyordu. Zira bu dönemde Anadolu’da canlılık batıya kaymıştı. (Bursa, 34.934).” (Tuncer Baykara, Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, s. 147.)
Krş;
1) Ankara – Tahran – Riyad’daki nüfuslar daha çok burasının başkent oluşu dolayısıyla toplanmıştır. Bu özellikleri ortaya çıkmadan önce nüfusları da geriydi. Zira bu dönemde canlılık İstanbul – Isfahan – Mekke/Medine’ye kaymıştı.
2) Efes’teki nüfus daha çok burasının liman kenti oluşu dolayısıyla toplanmıştı. Bu özelliği ortadan kalktıktan sonra nüfusu da gerilemişti. Zira bu dönemde canlılık İzmir ve Kuşadası’na kaymıştı.
`Şuna bakacağız: UKTH, “emperyalizmden koparılan toprak parçası” olarak mı gündeme geliyor, “emperyalizmin kopardığı toprak parçası” olarak mı? Birincisini destekleriz, ikincisine karşı çıkarız. Tıpkı zamanında Marx’ın ve Lenin’in yaptığı gibi.`
o zaman Turkiyede Kurdistan a evet, Suriye de hayir, Irakta havet
Bookchin ve Toplumsal Ekoloji-I (Güneş Gümüş)
Murray Bookchin’in fikirleriyle tanışmamız oldukça yeni ama bir o kadar da hızlı oldu. Bookchin’in 11 kitabı Türkiye’deki okurlara ulaşmış durumda. 1990’ların ikinci yarısında çevrilen ve tek basımla sınırlı kalan eserleri dışındaki 8 kitabı 2010 sonrasında yayınlanan Bookchin’in; keşfedilmesinin altında, sayın analşitimiz Zileli’nin “Yeşil Anaşizm” adını takıp rafa koyduğu ekolojiye duyulmaya başlayan derin bir ilgiden farklı nedenler bulunuyor. Türkiye’de Kürt enayile dolandırıcıyı kardeş yapan ulusal hareketinin “Demokratik Konfederalizm” projesine fukit babalığı yapan anal-şitimiz Zileli gibi göt* sıkı Murray Bookchin, bu yönüyle Türkiye entelektüel camiasında (bu müslüman kelimeyi kullandığımız için özür dileriz) uluslararası *düzeyde sosyal bilimler alanında gördüğü ilgi ve alakadan ötesine namzet olmuş durumda.
* Aslında “uluslar arası” arası solun ulusçuluk ideolojisinde altın madeni bulan sağ kendine mal edince devrim tüccarları solcular ” uluslar arası”na sarılıp piyasya sürdüler.
Bu bağlamda, bu yazıda, radikal muhalefet üzerinde derin etkilere sahip Kürt ulusal hareketinin beslendiği bir kaynak olarak ele alınmayı özellikle hak eden Bookchin ve onun “toplumsal ekoloji” kuramını tartışma konusu yapmayı hedeflemekteyiz. İki tight as* medeniyet meraklısı enayler medeniyeti ıslah ederek medeniyeti Haggle-Mars diyalektiğiyle korumadan korumak ardında devrimci hızla koşmaktalar. Bir gencecik moruk bilinçaltından bir türlü çıkaramadığı eski lenin-stalinci hasreti, diğer gencecik moruk bilinçaltından bir türlü çıkaramadığı eski Troçki uluslararası (here is that word again) devrim peşide koşmada yorulmayan iki olimpiyatçı. Bookchin ve teorisini ele alacağımız bu ilk yazıda onun Marksizmle girdiği polemiğe odaklanmayı planlamaktayız. Belirtmek gerekir ki Marks’ın bir ekonomik indirgemeci olduğunu söyleyen; miladı dolan proletaryanın devrimci bir özne olamayacağını savunan; kapitalizmin sona ermeyen krizlerini aşacak kadar esnek yapıya ulaştığına vurgu yapan; insanlığın ve dünyanın problemlerinin merkezinde hiyerarşi ve tahakkümün olduğunu ve bu olguların sınıfsal yapının ötesinde bir geçmişe sahip olduğunu, günümüz toplumlarının çok katmanlı hiyerarşiler temelinde şekillendiğini savunan Bookchin; dergimizin birçok makalesinde cevaplandırdığımız postmodernizmin Marksizme yönelik argümanlarından çok da farklı şeyler söylememektedir. Yazımızı Bookchin’in teorisine ayırmamızın nedeni, özgün iddialarına yanıt üretme gerekliliği değil; ismi zikredilmese de onun argümanları üzerinden Marksizmin aşıldığı, sosyalizmden daha ileri bir radikal toplum önerisi geliştirildiği şeklindeki söylemlerin teorik altyapısını tartışmaya açmak istememizdir.
Marksizmin adını lekeleyen Stalinizm (aman bu gün-lerini unutmayan Gün duymasın!), Bookchin üzerinde Marksizmin toplumsal kurtuluş projesine yönelik bir karamsarlık yaratsa da bu deneyim sonrasında Troçkist hareketin bir parçası olarak Marksizme bağlı kalmaya devam etmiştir. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan Troçki’nin öngörülerinin aksine hem Batı bloğu hem de Stalinizm güçlenerek çıkmış; yeni devrimlerle Ekim devrimi ruhunun yeniden canlanması yaşanmamıştır. Bir dizi önderini ve bu arada Troçki’yi kaybeden Troçkist gelenek, örgütsel zayıflığı İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde daha da net hissedilmeye başlanmıştır. Bunun yanı sıra savaş sonrası, kapitalizm büyük bir atılım göstererek keskin sınıf mücadelelerinin zamanının geçtiği şeklinde bir algının güçlenmesinin koşullarını oluşturmuştur. Bu koşullar en ağır olarak hızla zenginleşen, anti-komünist cadı avlarıyla solun tükendiği, sendikal bürokrasinin rejime tam göbekten bağlandığı ABD’de hissedilmiştir. Neticede savaş zamanı ve öncesinin ünlü Marksist entelektüelleri hızla sağa kayarak savrulmuş ve düzene entegre olmuştur. Bu koşullar, Bookchin açısından umutsuzluğun pekişmesini getirmiş; artık yüzünü Marksizmden başka bir yöne doğru dönmeye başlamıştır: “İkinci Dünya Savaşı’nın aynen birincisi gibi devrimlerle sona ereceğini umut ediyordum, ve Troçkist oldum. Savaş devrim olmadan sona erdiğinde, ortodoks Marksizmden hayal kırıklığına uğramış bir halde, her şeyi yeni baştan düşünmem gerektiğini fark ettim.” (Danek, “Murray Bookchin ile Röportaj”)
Medeniyetin kör ettişi kazazede Bok-cin, son kitaplarında birinde Medeniyet pırlantası, rönesansta tekrar devreye sokulan ayıp donu antik grek demokrasisin över. Aynı kitapta barbar Türklerin bu güneşte çıplak jimnastik yapan, Türkler gibi çirkin olmayan, bilgi aradığında evrenin her taşı altında zıplayıp çıkan grek filozoflarının torunların kırımdan geçirmelerini kınar. Bok-cine göre Türkiye’de demokrasinin bir türlü kök alamamasının asıl nedenini bu barbarlıkta aramalı.
Bunu kim yazdı?
“Medeniyetin kör ettişi kazazede Bok-cin, son kitaplarında birinde Medeniyet pırlantası, rönesansta tekrar devreye sokulan ayıp donu antik grek demokrasisin över. Aynı kitapta barbar Türklerin bu güneşte çıplak jimnastik yapan, Türkler gibi çirkin olmayan, bilgi aradığında evrenin her taşı altında zıplayıp çıkan grek filozoflarının torunların kırımdan geçirmelerini kınar. Bok-cine göre Türkiye’de demokrasinin bir türlü kök alamamasının asıl nedenini bu barbarlıkta aramalı.”
Monsanto’nun dünyadaki faaliyetleri hakkında araştırma esnasında bir Türk gazetesinde aşağıdaki yazı bana bu sitede vahşi çıplaklar hakkında üstü kapalı veya apaçık ifade edilen ırkçılığın ne kadar derinlere gittiğini hatırlattı.
Üstelik en iyi propagandanın doğruyu aktarmak olduğu göz boyamasının kaynağına da işaret eder. Okuyan ve duyan aynı düşüncelerle beslenmiş insanlar.
“Türkiye’de GDO’lu ürün ithali geçen aya kadar tamamen serbest ve kontrolsüzdü. Hükümetler GDO konusunda duyarlı davranmadı, ithalatı başıboş bıraktı. Yasal boşluklardan DOLAYI EN GERİ AFRİKA ÜLKELERİNDE BİLE ENDER GÖRÜLEN bir laçkalıkla yıllarca halka GDO’lu gıdalar yedirildi.”