Sahte itirafları Neden Kabul Ettiler?  

 

Arthur Koestler’in kült romanı Gün Ortasında Karanlık’ı (çev: Pınar Kür, İletişim, 5. Baskı, 2014) yeniden okudum. Bu roman, 1930’ların muhalif komünistlerinin, Stalin rejimi altında düzenlenen gösteri mahkemelerinde nasıl olup da itiraflarda bulunduklarına ilişkin bir tez-romandır aynı zamanda.

Bu konuda 80 yıldır çeşitli tezler ileri sürülmektedir. Mahkemede bizzat bulunan Batılı gazeteciler şaşkınlık içinde, devrimin eski önderlerinin, Lenin’in arkadaşlarının, “ihanetlerini” açık seçik beyan ettiklerini ifade etmişlerdir. Temel hukuk kurallarının her koşulda şu ya da bu ölçüde yürürlükte olduğu ülkelerde (örneğin suçun şahsiliği) ve liberal bir kültür ortamında yetişmiş bu gazeteci ve gözlemcilerin şaşkınlığı anlaşılır bir şeydir. Adam çıkmış mahkemeye, açık açık itirafta bulunuyor işte. Onu kamuoyu önünde böyle konuşmaya kendi iradesi dışında ne sevk edebilir ki?

Batıda biraz daha kuşkucu düşünenler başka izahlar bulmaya çalışmış ve başka faraziyeler ortaya atmışlardır. Bazıları, itirafta bulunanlara, iradelerini felce uğratan bir takım ilaçlar içirildiğini; diğer bazıları ise, daha gülünç bir şekilde, mahkemeye çıkarılanların, aslında kendilerine makyaj yapılmış dublörler olduğunu ileri sürmüşlerdir. Tabii ki bunların hiçbiri geçerli değildi. Orada itirafta bulunanlar, gerçek sanıklardı, ilaç falan da almamışlardı, fakat iradelerinin başka yollarla çökertildiği bir gerçekti.

Peki nasıl mümkün olabilmişti bu? Çarlık zamanında onca polis tecrübesi yaşamış, onca badirelerden geçmiş, ömürleri sürgünlerde geçmiş bu deneyimli Bolşevikler nasıl olmuştu da sahte ve düzmece oldukları çok açık olan bu itirafları imzalamış, mahkemelere çıkıp Sovyet ve dünya kamuoyu önünde papağan gibi tekrarlamışlardı?

Bunun elbette bir değil, birçok nedeni vardı ama bu nedenlerin hepsi eninde sonunda gelip tek bir noktada düğümleniyordu: Engizisyon ve Hitler rejimi de dahil, dünyanın o zamana kadar eşini benzerini görmediği totallikte su ve ışık sızdırmaz bir totaliter rejimin varlığı. Öyle ki, bu rejim karşısında eski Çarlık rejimi son derece liberal kalmıştır. Dolayısıyla Çarlık polisi karşısında yenilmeyen Bolşevik devrimciler, kurulmasına katkıda bulundukları yeni rejimin 1930’larda tümsel bir totalitarizme dönüşmesi karşısında yenik düşmüşlerdir.

Bir kere, Koestler’in üzerinde durduğu totaliter düşünme tarzının daha başlangıçtan itibaren bu Bolşevik devrimcilerde de yer ettiğinin üzerinde durmak gerekir. Öyle ki, sonuçta bu düşünme tarzı, Bolşevik devrimcilerin, “1 numaranın” haklı olabileceği ihtimalinin onların beyinlerinde yer etmesine yol açmıştır. Bunun yanı sıra, kurulmasına katkıda bulundukları bir rejim söz konusudur ve bu rejimin ayakta durması için onların itiraflarına ihtiyaç duyulmaktadır. Elbette hepsi bu mantığa yenilmiş değildir ama çoğunun beyninde bu virüs kendine yer bulabilmiştir. Bununla birlikte tek başına bu yetmezdi. Totaliter rejimin başka zorlayıcı araçlara da ihtiyacı vardı.

Bu öyle totaliter bir rejimdir ki, onun taleplerini yerine getirmeyen bir ses, NKVD’nin bodrumlarında anında boğuluyordu. Binlerce devrimci, açık mahkemelere çıkartılmadan NKVD bodrumlarında beyinlerine sıkılan birer mermiyle yok edilmiştir.

Yok edilmeyip itiraflarda bulunanları ise şu saiklerle hareket etmek zorunda hissetmişlerdir kendilerini:

Bir kısmı, NKVD sorgucularının “partiye son bir hizmette bulunmaları” talebini yerine getirip itirafta bulunursa ölümden kurtulacağı vaatlerine aldanmıştır. Bu vaatlerle itirafları imzalamış, mahkemede bunları tekrarlamış ve hepsi kararın hemen ardından kurşuna dizilmiştir.

Bir kısmı, itirafta bulunurlarsa karılarına, çocuklarına, diğer akrabalarına dokunulmayacağı vaadiyle itirafta bulunmuştur. Totaliter rejim, bu tehdidi iyice yoğunlaştırmak için suç yaşını 12’ye indirmiştir.

Buna ek olarak, uykusuz bırakma, konveyor (aralıksız sorgu) ve fiili işkence gibi uygulamalar da itiraflarda ek bir faktör oluşturmuştur.

İtiraf yapacaklarını söyleyenlerin mahkemeye çıktıklarında bu itiraflarını geri alması ihtimaline karşı her türlü tedbir alınmıştır. Örneğin, mahkemeye çıkarılan Krestinski, belirlenen ifadesinden farklı şeyler söylemeye başlayınca mikrofonun sesi derhal kısılmış ve mahkeme heyeti duruşmaya ara vermiştir. Ertesi gün duruşmaya getirilen Krestinski ifadesine, kaldığı yerden “düzgün” bir şekilde devam etmiştir. Bu arada neler olmuş olabileceğini tahmin etmek zor değildir. Zaten duruşmalar sırasında arka bölmede NKVD görevlileri önlerindeki itiraf metinlerini satır satır izlemektedir. En ufak bir sapmada önlerindeki düğmeye basıp mikrofonun sesini kesmektedir. Bu sahne, Kosta Gavras’ın, 1952 Slanski davasını konu alan İtiraf filminde eşsiz bir görsellikle sergilenmiştir.

Totaliter rejim, toplumda tam bir “kuduz köpekleri öldürün” isterisi yaratmıştır. Bütün yayın organları, radyo istasyonları, sokaklardaki mikrofonlar bile bir ağızdan aynı türküyü söylemekte, fabrika toplantılarıyla bu yönde kararlar aldırılmaktadır. Bu tür kararları imzalamayanın anında kendini NKVD bodrumlarında bulacağı kesindir, nitekim bunun örnekleri de vardır. Bu bir yana, bu tür bir histeriye sanıkların yakınları bile zorla dahil edilmektedir. Kocasını ya da karısını veya babasını “lanetleyen” çok sayıda kurban vardır dışarıda. Fakat bu yakın akrabaların lanetlemeleri bile onları kurtaramamış, bir süre sonra onlar da içeri alınıp yok edilmiş ya da toplama kamplarında yok olmuşlardır.

Bırakın ülke içini, ülke dışında bile rejimin propaganda aparatları kulakları sağır eden bir tempoda aynı suçlamaları dünyaya yaymıştır.

Böylesi bir totaliter rejim karşısında itiraf yapmamanın tek yolu daha baştan her türlü işbirliğini reddetmektir ki, bunu yapan çok sayıda isimsiz kahraman da vardır. NKVD bodrumlarının duvarlarına kanları sıçrayan bu insanların çok azının ismi bilinmektedir.

Hitler’in mahkemelerinde Dimitrov savunmasını yapabilmiş, Jan Valtin (Karanlığın Ötesinde, çev: Gün, Zileli, Kibele, 2009), kendi lehine tanıklar göstererek başının baltayla vurulmasından kurtulabilmiştir.  Hitler rejimi, temel hukuk kurallarının ihlali ve totalitarizm açısından Stalin rejiminin yanında pek toy kalır.

 

Gün Zileli

28 Eylül 2017

gunzileli68@gmail.com

gunzileli@hotmail.com

www.gunzileli.com

 

Garbis Altınoğlu arkadaş, kendi facebook sayfasında yukarıdaki yazıya yanıt vermiş. Altındaki yorumlarla birlikte buraya alıyorum. 

 

Moskova Yargılamaları Üzerine
30 Eylül-1 Ekim 2017

Gün Zileli, 28 Eylül tarih ve “Sahte itirafları neden kabul ettiler?” başlıklı (http://www.gunzileli.com/…/sahte-itiraflari-neden-kabul-et…/) yazısında 1930’lu yıllarda yargılanan ve SBKP’ne ve Sovyetler Birliği’ne karşı muhalefetlerini ihanet ve emperyalist devletlerle işbirliği noktasına vardıran Parti yöneticileri ve üyeleri olayını bir kez daha deşmeye girişmiş. Askerî sırlara ilişkin bilgilerin duyulmaması haklı gerekçesiyle gizli yapılan ve Mareşal Tuhaçevski gibi yüksek rütbeli askerî personelinkiler bir yana bırakılırsa bu yargılamalar kamuya açık olarak yapılmış ve aralarında Zinovyev, Kamenev, Buharin, Radek, Rikov, Piatakov, Krestinski, Rakovski, Sokolnikov gibi öndegelen isimlerin de bulunduğu sanıklar idam da içinde olmak üzere ağır cezalara çarptırılmışlardı. Yargılanan sanıkların suçlu olabilecekleri olasılığını bile tümüyle reddeden Zileli yazısında bu kişilerin mahkeme önünde neden kendilerine yüklenen suçları itiraf ettiklerini kendince açıklamaya çalışmış, ama sonuçta kendi kafakarışıklığını ortaya koymanın ötesine geçememiştir.

Zileli, “Mahkemede bizzat bulunan Batılı gazeteciler şaşkınlık içinde, devrimin eski önderlerinin, Lenin’in arkadaşlarının, ‘ihanetlerini’ açık seçik beyan ettiklerini ifade etmişlerdir” dedikten sonra şu soruyu soruyor:
“Peki nasıl mümkün olabilmişti bu? Çarlık zamanında onca polis tecrübesi yaşamış, onca badirelerden geçmiş, ömürleri sürgünlerde geçmiş bu deneyimli Bolşevikler nasıl olmuştu da sahte ve düzmece oldukları çok açık olan bu itirafları imzalamış, mahkemelere çıkıp Sovyet ve dünya kamuoyu önünde papağan gibi tekrarlamışlardı?” Zileli, bunun yanıtını ararken, Batı burjuva basını ve politik çevrelerinde ortaya atılan açıklamaları da yetersiz buluyor. Örneğin o, “itirafta bulunanlara, iradelerini felce uğratan bir takım ilaçlar içirildiği”, “mahkemeye çıkarılanların, aslında kendilerine makyaj yapılmış dublörler olduğu” yolundaki açıklamaları gülünç bulduğunu belirtiyor. Ama bu itiraflara kendisinin getirdiği açıklamanın da burjuva çevrelerin açıklamalarından pek farkı olmadığını görmezden geliyor.
Yazara göre bu kişilerin suçlarını itiraf etmeleri;
a) “Engizisyon ve Hitler rejimi de dahil, dünyanın o zamana kadar eşini benzerini görmediği totallikte su ve ışık sızdırmaz bir totaliter rejimin varlığı”,
b) sanıkların NKVD sorgucularının “partiye son bir hizmette bulunmaları” talebini yerine getirmesi,
b) onların; karılarına, çocuklarına, diğer akrabalarına dokunulmayacağı vaadine kanmaları,
c) “uykusuz bırakma, konveyor (aralıksız sorgu) ve fiili işkence gibi tutum ve uygulamalar” karşısında pes etme gibi nedenlerle açıklanabilir ve öyle açıklanmalıdır.

Oysa, gerek Türkiye ve özellikle Kürdistan deneyiminden ve gerekse başka ülkelerde yaşanan deneyimlerden şunu biliyoruz: Kural olarak; kararlı ve davaya sadık bir önder devrimci, mahkemede çıktığında kendisinin aslında devrimci değil de hain, gerici ve yabancı emperyalist devletlerin istihbarat örgütlerinin uşağı ve işbirlikçisi olduğu türünden tümüyle haksız bir suçlamayı asla kabul etmez. (Kural olarak diyorum; çünkü bunun istisnaları da olabilir elbet.) O, Zileli’nin öne sürdüğü gerekçelerle ya da başka herhangi bir gerekçeyle böyle davranmaz. Özellikle de yabancı diplomatların ve basının temsilcilerinin izlediği açık bir duruşmada bunu yapmaz. Böyle bir devrimci; ağır ve sistemli işkenceye tâbi tutulabilir, uzun süre izolasyon koşullarında tutulabilir, ona, sevdiklerine ve diğer yakınlarına kötülük yapılacağı tehdidiyle karşı karşıya kalabilir. Ama kural olarak önder bir devrimci -varsa eğer- bu tip zorlayıcı olgular ya da tehditlerden hareketle kendisinin, olduğundan TÜMÜYLE FARKLI bir kişi olduğunu, gerici ve faşist devletlerin ajanı olduğunu, şu ya da bu terör suçunu işlediğini ve/ ya da işlemeyi planladığını vb. kabul etmez/ edemez. Kaldı ki Moskova’da yargılanan sanıkların duruşma sırasında sakin, normal ve rahat denebilecek bir tavır sergilediklerini, Sovyet iktidarına karşı bir savaşım içinde olduklarını kendilerinin söylediklerini, dahası onların pek çok kez savcıyla polemiğe girdiklerini, hattâ bazılarının, işkence görmek bir yana kendilerinin sorguculara “işkence ettiklerini” söylediklerini, iddianamelerde yer alan bir çok noktaya itiraz ettiklerini ve zaman zaman bu belgelerde yer almayan yeni bilgi ve suçlamaları kendilerinin gündeme getirdiklerini biliyoruz. Olağandışı bir fiziksel ya da ruhsal baskı altında tutulmuş ya da tehdit ve işkenceye hedef olmuş ve mahkemeye daha önceden hazırlanmış ve ezberletilmiş bir anlatım sunması için zorlanmış kişilerin böyle davranmasının beklenemeyeceği açıktır. Bir örnek olması bakımından Buharin’in, daha önceki duruşmaların seyrinden idamla cezalandırılacağının açığa çıkmış olduğu koşullarda Başsavcı Vişinski ile nasıl meydan okuyucu bir tavırla tartıştığına bakalım.

“VİŞİNSKİ: Siz kendinizi bir ideolog olarak mı değerlendiriyordunuz?
“BUHARİN: Kendimi, hem karşı-devrimci bir darbenin ideologu ve hem de pratik içindeki bir eylemcisi olarak değerlendiriyorum. Tabiî siz benim kendimi bir casus olarak değerlendirmemi isterdiniz; fakat ben kendimi hiçbir zaman bir casus olarak değerlendirmedim ve şimdi de öyle değerlendirmiyorum.
“VİŞİNSKİ: Öyle değerlendirmeniz daha doğru olurdu.
“BUHARİN: Bu sizin düşünceniz, ancak benim düşüncem farklı.” (Stalin, Man of Contradiction/ Stalin, Çelişmeli Kişi, Kanada, 1989, s. 70)

Somut ve iyi bilinen bir örnek olması bakımından 1980’lerde Diyarbakır Cezaevi’nde tutulan ve sistemli bir biçimde en ağır işkencelere tâbi tutulan ve komünist değil, ulusal devrimci çizgideki PKK yönetici ve kadrolarının durumunu ele alalım. Diyarbakır’daki 7. Kolordu Komutanlığı 2 Nolu Sıkıyönetim Askerî Mahkemesi’nde 13 Nisan 1981 yılında başlayan, 24 Mayıs 1983 yılında sona eren ve 63 idamın verildiği duruşmaların koşulları 1936-38 Moskova duruşmalarının koşullarıyla neredeyse taban tabana karşıttı. Bu tutsaklar gerek duruşmalara getirilirken ve gerekse duruşmalardan sonra cezaevine götürüldüklerinde bir kez daha işkence görüyorlardı. Bu duruşmaları izleyen gazeteci-yazar Ekrem Sunar, yaşadıklarını ve izlenimlerini Fırat Haber Ajansı’na anlatırken şunları söylüyordu:

“Mahkemede devam eden duruşmalara katılan sanıkların konuşma, dinleyici ya da avukatlarıyla bakışma ve işaretleşme hakları yoktu. Sandalyede oturmuş, ellerini nizami şekilde dizlerinin üstünde tutuyorlardı. Kafalar sıfır numara traşlı, tek tip elbise içinde, başlarını dik tutarak, tek bir noktaya bakıyorlardı. Bu nokta genellikle, Mahkeme heyetinin arkasındaki duvarda yazılı ‘Adalet Mülkün Temelidir’ vecizesiydi. Heykel gibi oturmak zorunda oldukları yerden duruşma sonuna dek öylece yazıya mı, mahkeme heyetine mi bakıyorlardı? Pek anlaşılamıyordu. Sanıklar, burunlarına konan sineği dahi kovamıyorlardı. Çünkü kalkan ellere, başlarında dikilen gardiyan jandarmalar tarafından anında cop iniyordu.

“İşkenceden ve cezaevi yönetiminden şikayet edenler ya da el kaldırmadan kalkıp konuşmak isteyenler yine başlarındaki gardiyan jandarmalar tarafından tehdit ediliyordu. Kimi zaman da, duruşma salonunda coplanan sanıklar mahkeme heyetine, ‘İşkence burada da devam ediyor. Burada yaşadığımızı da tutanaklara geçirin’ diye bağırarak tepkilerini göstermek zorunda kalıyordu. Duruşmada taşkınlık yaratan ya da mahkeme heyetine saygıda kusur eden sanıklar elleri kelepçelenerek salon dışına çıkarılıyordu.

“Kesin kuraldı; tutuklu, belirtilen biçimin dışında bir biçimde oturamazdı. Sağında ya da solunda oturanlarla dirsek teması yapacak şekilde kıpırdayamazdı. Konuşurken de elini bacaklarına yapışık durumda tutmak zorundaydı. Kağıt kalem yanında bulunduramazdı.

“Sanıkların salona alınmaları ya da duruşma ara kararlarında tuvalet ihtiyaçlarına kesinlikle izin verilmiyordu; su ihtiyaçları karşılanmıyordu. Zorunlu bu iki temel ihtiyacın karşılanmaması yargılanan sanıklar için adeta büyük bir işkenceye dönüşüyordu…

“Duruşma boyunca avukatların da durumu sanıkların durumundan farklı değildi. Onlar da söz aldıklarında esas duruşta bulunmak zorundaydılar. Salondaki görevli gardiyan askerler, avukatların el ve kol hareketlerini ‘mahkemeye saygısızlık’ kabul ederek müdahâle ediyordu. Duruşma sırasında müvekkilleriyle de görüşemediklerinden, mahkeme heyetinden de bu yönde talepte bulunamıyordu. Avukat, söz verilmedikçe konuşamıyordu, işkence ve baskılardan söz edemiyordu. Verilen zaman kısıntısının dışına çıkamıyor, sözünü uzatamıyordu. Israr etmesi hâlinde de duruşmadan çıkartılıyordu. Davaya katılan birçok avukat, görevlerini tam olarak yerine getiremedikleri ya da yaptıkları savunmalarda örgütün propagandasını yaptıkları savıyla suçlanıyordu. Bu nedenle birçok avukat davadan geri çekilmek zorunda kaldı. Kimi avukatlar da susturulmaları için sık sık gözaltına alındı… Ve tüm bunlar, duruşma heyetinin gözleri önünde yaşanıyordu…

“Duruşmayı izleyen gazeteciler 7. Kolordu Komutanlığı nizamiye kapısında önce polis tarafından sıkı üst aramasından geçiriliyordu. Sonra da kimlik tespitleriyle birlikte geliş amaçları kayıt altına alınıyordu. Toplu ve çift sıra hâlinde götürülen dinleyici, avukat ve gazetecilerin duruşma salonuna kadar olan askerî alanda başları öne eğik, sağa sola bakmaları; aynı şekilde duruşma salonunda sanıklarla uzun süre bakışmaları yasaktı.” (Taylan Esmer, “Bir gazetecinin gözüyle PKK ve sıkıyönetim mahkemeleri,” ANF, 20 Eylül 2011)

Evet, ulusal devrimci bir hareket olan PKK kadro ve sempatizanlarının ezici çoğunluğu, Diyarbakır Cezaevi’nde uygulanan ağır işkencelere dayanamadı ve cezaevi yönetiminin dayattığı yaptırımlara birkaç yıl boyunca uydu. Dahası onların arasından, bazıları üst düzeyde olan azımsanmayacak ölçüde itirafçı da çıktı. Hattâ Diyarbakır Cezaevi’nde özel itirafçı koğuşları oluşturuldu. Bu itirafçıların bazıları devletin “güvenlik” kuvvetleriyle birlikte çalışacak kadar ileri gitti vb. Böylesi yoğun bir beyaz terör ortamında bunun çok da tuhaf olmadığı söylenebilir.

Anlaşılabileceği üzere nasıl 1930’ların Rusyası’nın ve1980’lerin Türkiyesi’nin siyasal-toplumsal karakterleri birbirinden tamamen farklı idiyse, buna bağlı olarak Moskova ile Diyarbakır duruşmalarının ortamları da birbirinden tamamen farklıydı. Gene de şunu söyleyebiliriz: Diyarbakır’da, mahkeme salonlarına kadar uzanan teröre yani, savunma haklarının büyük ölçüde kısıtlanmış, avukatların ağır bir baskı altına alınmış, basının duruşmaları izlemesi ve bu konuda kamuoyunu bilgilendirmesi neredeyse yasaklanmış olmasına rağmen PKK’nın önder kadrolarının çoğunun, bu platformda siyasal görüşlerini cesaretle savunduklarını ve savunabildiklerini gördük ve yaşadık. Demek ki, bu verilerin ışığında şunu da söyleyebiliriz: Zileli’nin, “Eski Bolşevikler”in mahkemede suçlarını açık seçik bir tarzda itiraf etmelerini, kendisinin yukarda sunduğu türden tutarsız gerekçeler göstererek açıklamaya ve mazur göstermeye çalışması, hiçbir inandırıcılık taşımamektadır.

Tahmin edilebileceği gibi, burjuva, Trotskist ve revizyonist basının ve tarihçilerin “devrimin eski önderleri”, “Lenin’in arkadaşları”, “Eski Bolşevikler” adıyla sunmaya özen gösterdiği bu kişiler bu noktaya birden ya da bir sıçrayışla gelmediler. Bir dizi konuda yapageldikleri hataları düzelt(e)meyen vc bu hataların ideolojik temellerini ortadan kaldır(a)mayan bu kişiler, dünyada ve Avrupa’da ve özellikle de Rusya’da tüm temel çelişmelerin keskinleştiği 1930’ların ortamında yavaş yavaş Parti’ye ve Sovyetler Birliği’ne düşman bir konuma sürüklendiler. Bunların bir bölümünün, yani Trotski ve arkadaşlarının, zaten öteden beri “Lenin’in arkadaşları” ya da “Eski Bolşevikler” olmak şöyle dursun, Lenin’e ve Bolşeviklere sistemli bir biçimde karşı çıktıkları ve hattâ çok ağır terimler kullanarak hakaret ettiklerini ve saldırdıklarını biliyoruz. (1) Kamenev, Zinovyev, Buharin gibi isimlerden farklı olarak hiç de “Eski Bolşevik” sayılamayacak olan Trotski ve arkadaşları ancak Ekim Devrimi’nin öngününde, Parti’nin 26 Temmuz-3 Ağustos 1917’de yapılan Altıncı Kongresi’nde, içinde yer aldıkları Mejrayontsi adlı küçük grupla birlikte Bolşeviklere katılmışlardı. Tabiî onların bu adımı atmaları, sırtlarında taşıdıkları anti-Bolşevizm kamburundan tümüyle kurtuldukları anlamına gelmiyordu. Tarih onların Ekim Devrimi’nden sonra da bir dizi konuda Partiye karşı üstü örtülü ve açık muhalefet sürdürdüklerini, bu muhalefetin dozunu Lenin’in ölümü ve yerine Stalin’in Partinin önderi olarak öne çıktığı ve özellikle de sosyalizmin inşasına başlandığı dönemde daha da yükselttikleri ve antagonizm noktasına taşıdıklarını gösterdi.

Evet, bu muhalefetin itirazları özünde, tek bir ülkede sosyalizmin inşa edilemeyeceği noktası üzerinde yoğunlaştı. Bunun son derece doğal olduğunu söyleyebiliriz. Neden? Çünkü Sovyet Rusya insanlık tarihin belki de en önemli atılımına, kapitalizmden sosyalizmin inşasına geçişe hazırlanıyordu. Bazan sol bir retorik kullanıyor olsalar da, devrilmiş, ama tümüyle ortadan kalkmamış olan burjuvazinin ve mülksahiplerinin dünya görüşünü yansıtan Parti içindeki küçük-burjuva liderlerin ve kadroların, böyle bir geçiş anında bir kararsızlık ve isteksizlik sergilemesi ve bu kararsızlık ve isteksizliğin emperyalist kuşatma, müdahâle ve sabotaj ortamında karşı-devrimci bir pratiğe evrilmesi hiç de şaşırtıcı değildi. 1920’lerin ikinci yarısında yoğunlaşan bu tartışmalarda başını Trotski’nin çektiği muhalefet, ileri kapitalist ülkelerde proleter devrimleri gerçekleşmediği ve buralarda Rusya işçilerine ekonomik, tekniksel ve siyasal destek verecek işçi sınıfı iktidarları kurulmadığı takdirde Sovyet Rusya’nın sosyalizmi inşa edemeyeceği ve dolayısıyla çökmeye mahkûm olduğunu savunuyordu. Bu görünüşte sol, devrimci ve enternasyonalist, ama özünde sağ ve yenilgici anlayışa göre Sovyet Rusya sadece kendi gücüne dayanarak sosyalizmi inşa edemez, hattâ ayakta bile kalamazdı. Bu saptamalardan çıkacak sonuç, kaçınılmaz olarak böyle bir sosyalist inşa yolunun tutulmaması gerektiğiydi! Lenin’in yolunu izleyen Stalin ve yoldaşları ise, ileri kapitalist ülkelerde proleter devrimleri gerçekleşmemesi ya da gecikmesi hâlinde işlerinin daha zor olacağını kabul ediyorlardı. Ancak onlar bu durumda bile, ileri ülkeler proletaryasının sempati ve desteğinden yararlanan Rusya işçi sınıfı ve emekçilerinin kendi güçlerine dayanarak tek bir ülkede sosyalizmi inşa edebileceklerini savundular ve bunu pratikte de kanıtladılar.

Bir yere kadar, “Lenin’in arkadaşları” ya da “Eski Bolşevikler” diye anılmaya layık olduklarını söyleyebileceğimiz Kamenev, Zinovyev, Buharin gibi önder kadrolar da kritik durumlarda ciddi yalpalamalar geçirmiş, hattâ suç düzeyine varan çok ağır hatalar işlemişlerdi. Sadece bu çok ağır hataların kabaca gözden geçirilmesi bile, anti-Bolşevik muhalefetin zaman içinde nasıl bir evrim geçirebileceğini ve burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmenin keskinleştiği koşullarda neleri göze alabileceğini göstermeye yeter. Burada bu hataların en önemli örneklerinden üçü üzerinde duracağım.

Parti Merkez Komitesi’nin 16 Ekim 1917’de yapılan genişletilmiş toplantısında koşulların olgunlaştığı göz önüne alınarak 25 Ekim’de (yeni takvimle 7 Kasım) yapılacak ayaklanmayla iktidarın alınması kararlaştırılmıştı. Partinin kıdemli önder kadrolarından Kamenev ile Zinovyev Merkez Komitesi toplantısında bu girişime karşı çıktılar. Ama onlar bununla yetinmediler; 18 Ekim’de Menşeviklerin Novaya Jizn adlı gazetesine bir demeç vererek Bolşeviklerin bir silâhlı ayaklanmaya girişeceklerini, kendilerinin ise böyle bir “macerâ”ya karşı olduklarını kamuoyuna duyurdular. Anımsadığım kadarıyla Lenin, ihanet olarak değerlendirdiği bu ihbar üzerine bu ikilinin Parti’den atılmasını talep etmiş, ancak Parti Merkez Komitesi onun bu talebini kabul etmemişti. Kamenev ile Zinovyev’in bu uyarısı üzerine burjuva Geçici Hükümet 19 Ekim’de yaptığı bir toplantıda bazı karşı önlemler almaya girişti. Bunlar arasına cepheden bazı güvenilir birliklerin Petrograd ve Moskova’ya getirilmesi Bolşevik Partisi Merkez Komitesi’nin karargahı olan Smolni’ye yapılacak bir saldırıyla Parti’nin önder kadrolarının tutuklanması ve öldürülmesi de vardı. Böyle bir saldırı gerçekleşmedi; çünkü artık ordu içindeki desteği de iyice daralmış olan burjuva Geçici Hükümet ülke üzerindeki denetimini yitirmek üzereydi.

Gene anımsanacağı üzere 1917 Ekim Devriminin zaferinden hemen sonra Bolşeviklerin Rusya’yı emperyalist savaştan çekmesi üzerine Alman militaristleri Bolşeviklere barış için ağır koşullar dayatmışlardı. Savaş yorgunu Rus ordusunun dağılmış olduğu ve Sovyet iktidarının kendisini savunmak için gereken askerî olanaklara sahip bulunmadığı bu koşullarda Lenin ve yoldaşları zaman kazanmak ve bu arada Kızılorduyu örgütlemek, devrimi kurtarmak ve Sovyet iktidarının yıkılmasını önlemek için bu ağır koşulları geçici olarak kabul etmeyi öngörmüşlerdi. Buna karşılık, koyu gericilerden Kadetlere, Menşeviklerden Sağ Sosyalist-Devrimcilere kadar uzanan geniş bir yelpazede yer alan akımlar ne pahasına olursa olsun Almanlar’a karşı savaşın sürdürülmesini savunmuşlardı. Böylelikle Sovyet iktidarının yıkılacağını ve burjuva-toprak ağası iktidarının yeniden kurulacağını düşünen bu grupların böyle davranmaları nesnelerin doğası gereğiydi. Tuhaf olan ya da tuhaf sayılması gereken ise, Buharin, Radek, Piatakov gibi o günlerde “sol komünist” olarak anılan liderlerin de bu “yurtseverlik” dalgasının peşinde sürüklenmeleri, koşulların o an için kabul edilmesini zorunlu kıldığı Brest-Litovsk türü bir anlaşmaya karşı bir “devrimci savaş” çağrısında bulunmalarıydı. Başında Trotski’nin bulunduğu Sovyet delegasyonunun, Lenin’in ve Parti’nin direktiflerini reddetmesi, ‘sol’ komünistlerin tutumuna benzer bir tutum benimsemesi ve Almanlar’ın dayattığı ağır koşulları görünüşte “sol” bir nitelik taşıyan bir söylemle reddetmesi ve barış anlaşmasını imzalamaması, Alman ordusunun, özellikle Ukrayna’da ilerleyişini sürdürmesine yol açacak ve Sovyet iktidarını yıkılma tehlikesiyle yüzyüze getirecekti. Devrimci Rusya, Lenin’in şiddetle karşı çıktığı bu görünüşte sol, ama sözde sağ tutum yüzünden bu krizden, ancak daha da büyük boyutlarda toprak kaybı vererek çıkabilecekti. İçlerinde Lenin ve Stalin’in de bulunduğu Bolşeviklerin diretmesiyle engellenmemesi hâlinde bu “sol komünist” muhalefetin çizgisinin yaşama geçirilmesi Almanların Petrograd’ı ve Moskova’yı işgal etmelerine ve Sovyet iktidarının çöküşüne yol açabilirdi.

Satırlarıma Britanyalı Marksist-Leninist Bill Bland’ın Mayıs 1977’de yazdığı “Stalin: Söylence ve Gerçeklik” başlıklı makalesinden aldığım bir parçayla son veriyorum. Bu makale, çevirisini benim yapmış olduğum ve Bland’ın çeşitle yazılarından oluşan Jozef Stalin: Söylence ve Gerçeklik adlı kitaptan alınmıştır.

* * * * *

Ancak, bu yargılamaların önemli bir özelliği sanıkların, Alman ve Japon istihbarat örgütleriyle işbirliği hâlinde casusluk da içinde olmak üzere ihanet komplosuna ilişkin suçlamaların tümünü kabul etmiş olmalarıdır. Trotski’nin, “iyi Komünistler” olan sanıkların “adli sahtekârlık kurbanı” oldukları yolundaki savının kabul edilmesini güçleştiren, her şeyden önce, işte bu itiraflardır.

Bu güçlüğü açıklamak için ileri sürülen teorilere bir göz atalım.

Birincisi, işkence. Bazı dürüst Komünistleri işkence yoluyla sahte ihanet itirafları yapmaya zorlamak elbette olanaklıdır. Fakat, mahkemede bunu sergileme olanağı bulunmaktaydı. Ne var ki, çok sayıda sanıktan hiçbiri böyle bir girişimde bulunmadı; hattâ (mahkemede- G. A.) kendilerine açıkça, yargılama öncesinde herhangi bir baskıya uğrayıp uğramadıkları sorulanların hepsi de bu soruya olumsuz yanıt vermiştir.

İkincisi, ilaçlar. Ancak, tıp bilimi, insanları bir yandan tümüyle gerçekdışı suçlamaları itiraf etmeye zorlarken, bir yandan da diğer bütün bakımlardan tümüyle normal davranmalarını, hattâ savcıyla karşılıklı tartışmaya girmelerini sağlayan bir ilacın varlığından habersizdir.

Üçüncüsü, sahte itiraflarda bulunmaları hâlinde bağışlanacakları vaadi. Bu teori, belki ilk yargılamalar bağlamında hesaba katılabilir. Fakat, Zinovyev ile Kamenev’in idam edilmelerinden sonraki yargılamalar için bu olasılık asla geçerli olamaz.

Dördüncüsü, Stalin’e sadakat. Sanıkların hemen hemen tümünün yıllardır Stalin’e karşı açıkça kampanya yürütmekte oldukları gözönüne alındığında bu, anılan teoriler arasında en az inandırıcı olanı olmaktadır.

Nisan 1937’de, Leon Trotski’yi Savunma Komitesi, o zaman Trotski’nin yaşamakta olduğu Meksika’da, Sovyetler Birliği’ndeki yargılamalara ilişkin bir “Soruşturma Komisyonu” topladı. Eğer masum idiyseler, dürüst kıdemli devrimcilerin kamuya açık mahkeme sürecinden masum olduklarını ilan etmek için yararlanmalarının neden gerekmediği yolundaki bir soruya Trotski sadece şu yanıtı verebildi:
“Bu tür soruları yanıtlamakla yükümlü değilim.”

Yargılamaları izleyen deneyimli gazetecilerin, avukatların ve diplomatların büyük çoğunluğunun mahkeme sürecinin güvenilirliği ve sanıkların suçluluğu konusunda hiçbir kuşkularının olmaması anlamlıdır. Örneğin, ABD’nin Moskova elçiliğine atanmadan önce kendisi de bir avukat olan Joseph Davies şöyle yazıyordu:
“Bu mahkeme süreci, insan doğasının bütün temel zaaf ve kusurlarını, kişisel ihtirasların en kötü örneklerini gözler önüne seriyor. O, bu hükümeti alaşağı etmeye çok yaklaşmış olan bir komplonun ana çizgilerini ortaya koyuyor…

“Bence, Sovyet hukukuna göre siyasal sanıklar açısından, onların ihanetten mahkûm edilmelerini haklı çıkaracak düzeyde suçların işlenmiş olduğu,… herhangi bir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlanmıştır (…)… Yargılamayı en düzenli bir biçimde izleyen diplomatların kanısı, genel olarak, davanın, çok çetin bir siyasal muhalefetin ve son derece ciddi bir komplonun varlığını kanıtladığı doğrultusundaydı; bu da Sovyetler Birliği’nde son altı aydır yaşanmakta olan ve şimdiye kadar açıklanamayan olayların bir çoğunu diplomatlar açısından aydınlığa kavuşturuyordu.” (J. E. Davies, Mission to Moscow/ Moskova Misyonu, New York, 1944, s. 236, 238)….

Özetlemek gerekirse, 1936-38 yargılamalarına ilişkin bilinen olguların, mahkemelerde yargılanan sanıkların aynen iddia makamınca ileri sürüldüğü gibi suçlu olmaları dışında herhangi bir açıklaması yapılamamıştır. Bununla birlikte, öndegelen komplocuların ancak daha çok göze batanlarının, esas olarak da açık muhalefet geçmişi bulunanlarının saptandığı ve etkisizleştirildiği şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Tutuklanan komplo mensuplarının, açığa çıkmamış suç ortaklarını korumak amacıyla ancak yetkililerin keşfettiği verileri kabul etmeleri ve bunun ötesinde bir itirafta bulunmamaları konusunda aralarında önceden anlaştıkları kuşkusuzdur. Bu yüzdendir ki, Zinovyev ile Kamenev ilk yargılanmaları sırasında, konuşmalarının Kirov’un öldürülmesini teşvik eden bir atmosfer yarattığını kabul ettiler ve bundan ötürü çok üzgün olduklarını söylediler. Onlar, ancak ikinci yargılanmaları sırasında, yeni kanıtlar keşfedildikten sonra suça ortak olduklarını kabul ettiler.

NOTLAR
(1) Lenin Mayıs 1914’de yazdığı bir makalede Trotski için şöyle demişti:
“Rusya’da marksist hareketin kıdemlileri Trotski’yi çok iyi bilirler. Onlara Trotski’yi anlatmaya hiç gerek yok. Ama genç işçi kuşakları onu bilmiyorlar…
“Eski İskra günlerinde (1901-1903), ekonomistlerden uzaklaşıp iskracılara yanaşan, sonra geriye göç eden yalpalayıcılara ‘Tuşino dönekleri’ (güç günlerde bir karargahtan ötekine geçen savaşçılara verilen ad) denirdi…
“ ‘Tuşino dönekleri’nin gruplar-üstü olduklarını iddia ederken dayandıkları tek temel, görüşlerini, bir gün bir gruptan, ertesi gün, bir başka gruptan ‘ödünç almaları’dır. Trotski, 1901-1903 arasında, ateşli bir iskracıydı. Riyazanov, 1903 kongresinde Trotski’nin rolünü ‘Lenin’in sopası’ olarak tanımlamıştı. 1903’ün sonunda Trotski ateşli bir menşevikti, yani iskracıları bırakmış, ekonomistlere kaçmıştı… 1904-1905 döneminde Trotski, menşevikleri bıraktı, kâh (ekonomist) Martinov’la işbirliği yaparak, kâh onun saçma ölçüde sol ‘sürekli devrim’ teorisini ortaya dökerek, ortada yalpalayan bir tutum takındı. 1906-1907 döneminde bolşeviklere yanaşan Trotski, 1907 ilkyazında Rosa Luxemburg’la görüş birliğinde olduğunu iddia etti.
“Çözülme döneminde, ‘hizip-dışı’ uzun yalpalardan sonra, yeniden sağa yanaştı ve Ağustos 1912’de tasfiyecilerle bir bloka girdi. Her ne kadar özünde tasfiyecilerin bayağı görüşlerini dile getiriyorsa da şimdi onları bir kez daha bırakmıştır.
“Bu tür kişiler, geçmişin tarihsel kuruluşlarından, Rusya’da yığınsal işçi sınıfı hareketinin henüz uykuda olduğu günlerden ve her grubun kendine bir grup, eğilim ya da hizip, kısacası bir ‘güç’ süsü vermek için ‘alanı boş bulduğu’ ve ötekilerle birleşme pazarlığı yaptığı zamanlardan geriye kalan bir enkazdır.” (“Birlik Birlik Diye Birliğe Vurulan Darbe”, Tasfiyecilik Üzerine, s. 369-70)

Trotski ise Ağustos 1904’te Lenin’in kendisini hedef alan eleştirilerine yanıt vermek için Cenevre’de basılan Siyasal Görevlerimiz (=ashi Politicheskie Zadachi) adlı kitabını kaleme almıştı. Bu kitabı “Aziz öğretmenim Pavel B. Axelrod’a” adayan Troçki burada Lenin’i Fransız Devriminin sol kanadının Jakoben önderlerinden Maximilien Robespierre’e benzeterek, sözümona aşağılamaya çalıştı. O, “Maximilien Lenin” olarak nitelendirdiği Bolşevik önderi, “iğrenç, sefih ve demagojik bir üslûba sahip” (L. Trotsky, Siyasal Görevlerimiz, Cenevre, 1904, s. 75) olarak niteliyor ve onun “becerikli bir istatistikçi ve pasaklı bir avukat” (aynı yerde, s. 95) olduğunu söylüyordu. Troçki’ye göre, Lenin’in “Trajik Jakobenist hoşgörüsüzlüğünün boş bir karikatürü olan kem zihniyetli ve ahlâksal bakımdan iğrenç kuşkuculuğu ne pahasına olursa olsun etkisizleştirilmediği takdirde Parti moral ve teorik çürüme tehdidinden kurtulamayacaktı.” (aynı yerde, s. 95)

Trotski, Nisan 1913’de Duma Menşevik fraksiyonunun başkanı olan Nikolai Chkheidze’ye gönderdiği mektupta ise şöyle diyordu:
“Rus işçi sınıfı hareketinin geri yanlarını profesyonel bir tarzda sömüren yaygaracılar şahı Lenin’in sistematik olarak kışkırttığı yaygaralar, anlamsız bir saplantıdan başka bir şey değildir… Günümüzde, o gösterişli Leninizm binası yalanlar ve çarpıtmalar üzerine kurulmuştur ve içinde kendi yokoluşunun tohumlarını taşımaktadır.” (Aktaran N. Popov, Outline History of the Communist Party of the Soviet Union, Cilt 1, Londra, s. 289)

Arthur Koestler’in kült romanı Gün Ortasında Karanlık’ı (çev: Pınar Kür, İletişim, 5. Baskı, 2014) yeniden okudum. Bu roman, 1930’ların muhalif komünistlerinin, Stalin rejimi altında düzenlenen gösteri…
GUNZİLELİ.COM
BeğenDaha fazla ifade göster

Yorum Yap

Yorumlar

Hasan Oğuz Ümit Zileli’ye çok güzel bir yanıt. Ama dahası öğretici bir yanıt…

Yanıtla

2

2 Ekim, 03:20

Kaldır

Gün Zileli önce yazının kime karşı yazıldığına iyi bir dikkat etmek gerekir.

Yanıtla11 dk.

Yönet

A Metin Firat 1930-2017 , 80 yildir sovyet düsmanlarinin anlattigi hikaye,stalinin hitlerden daha tehlikeli oldugu Teorik tespiti ise gün zilelinin olsa gerek..

Yanıtla

1

3 Ekim, 02:19

Kaldır

Gün Zileli Doğru bildiniz ama “daha tehlikeli” değil, daha su sızdırmaz bir totaliter rejim olduğu anlamında.

Yanıtla8 dk.

Yönet

Hasan Oğuz Nedense Garbisin bu yazısına pek olumlu yaklaşım gösterilmedi. Oysa çok önemli bir eleştiriydi. 1937 yargılanmalarında hatalar işlenmedi değil. Eğer meseleyi böyle koyarsak kendi resmi tarihimizi eleştirisiz kabul etmek ve biat etmek durumunda kalırız. Ben doğrusu o yargılamalar dahil, sosyalizm inşa sürecinde her daim SSCB’nin yanında dururm. Ama bu kendi içimizde, yani sosyalizm içinde eleştiriden muhaf olacağını asla göstermez. Ben gerek Gün Zileli’nin yaklaşışımında gerekse troçkistlerin dünyasında Stalin ve SSCB, hem Hitler ile hem de Nazi Almanyasıyla eşdeğer görülmektedir. Bu karşı devrimci ve alçakça bir yaklaşımdır. Oysa bu dönem dahil her dönem sosyalist inşa sürecinde yapılan ciddi hatalar dahil her konuyu tartışabilmeliyiz. Hatalar için en ağır eleştirileri de yapmalıyız. Ama SSCB’yi ve Stalini Nazi Almanyası ve Hitlerle eşdeğer göstermek, hayır buna katlanamayız. Ve bu yaklaşım emperyalist merkezlerin yaklaşımıdır. Elbette olumlu eleştiriler geleceğimizin için gereklidir. 37 yargılamalarını ne toptan aklamak ne de tümden yok saymak mümkün değildir.

Yanıtla

2

3 Ekim, 04:32

Kaldır

Gün Zileli biraz daha yakından inceleyin “alçaklık” falan demeden önce. 1962 yılından bu yana devrimde ısrar etmiş bir devrimciye karşı daha dikkatli olun. Selamlar.

Yanıtla7 dk.

Yönet

Ahmet Göral Stalin iktidarı bürokratik bir karşı devrimdir. Stalin de bizim MUAVİYE mizdir. Troçki nin İhanete Uğrayan Devrimini öneririm. Geri dönülemez devrimin buralara nasıl geldği hakkında ufuk açar.

Yanıtla

1

3 Ekim, 09:22

Kaldır

Akil İde Stalin döneminin konjektürel ayrıntıları gözden kaçırılıyor. Bu ayrıntılarını içinde beklide en önemlisi ekonominin ve siyasetin merkezileşmesidir. O dönem içjn Bu hemen hemen tüm dünyada böyledir. SSCB de ise bu durum dahada önemlidir. 1926 dan itibaren bir emperyalist savaş beklentisi ve bu savaşa hazırlık tedbirleri içinde ekonomiyi ve siyaseti zayıflatan tüm unsurlar bir şekliyle tasfiye edilmiştir. Sadece SSCB değil benzeri uygulamalar diğer kapitalist ülkelerde de cereyan etmiştir. Kapitalist ülkelerin kendi aralarında ve tüm kapitalist ülkelerinde SSCB i yıkmak için açık ve kapalı fırsat kolladıkları bu dönemde trockyzm emperyalizmin bir açık kullanma aracı haline gelmiştir. 36- 37 yargılamalarında ortaya çıkan ve suçluların kendi gerçeklerini kabul ettikleri nokta burasıdır. Hayat boşluk tanımaz sözü tam da bu anlamıyla doğrudur. Emperyalist savaşa karşı sovyetlerin Kumanda merkezini zayıflatan her politika emperyalist politikayla izdüşümdür. Trockyzm bu manada kronik bir muhalefet hastalığıdır. Bugünkü trockystler genlerini bolşevizm den önceki muhalefetinden buyana sistematik bir tutarlılıkla sürdúrmüşlerdir. Eski tockyst bir dostum “Bir trockyst muhalefet edecek kimse bulamayınca kendisine muhalif olur” demişti. Geçen süre içinde bir çok trockyst tanıdım ve eski trockyst dostumuzun sözünü pratikte gördüm. Çok haklıymış. Muhalefetçilik bir hoşculuk hastalığıdır. Burjuvaziyle proleterya arasındaki kızışmada tavrını proleter argümanlarla burjuvaziden yana koyar. O “radikalizm”e sindirilmiş pasifizm ve anarşizmdir.

Yanıtla

3

3 Ekim, 19:45

Kaldır

Gün Zileli ne proleteri kardeşim. Gerçek proleterler fabrikalarda kapitalist düzendekinden bile daha ağır bir disiplin altında çalıştırılıyorddu. imtiyazlı bürokrasi ise Kremlin saraylarında, nominal banka hesaplarıyla burjuvalardan bile daha şatafatlı yaşıyorlardı. Tabii ki, kelle koltuktaydı o başka. en ufak bir falsolarında Stalin onları da Gulag cehennemine gönderebilirdi

Yanıtla3 dk.

Yönet

Gün Zileli Garbis, Diyarbakır örneğini vererek totaliter bir rejimle otoriter bir rejimi karıştırmış. Otoriter bir rejimde en azından gerçek avukatlarınız vardır. Stalin’in totaliter rejiminde ise sahte avukatların görevi, sorgucularla birlikte sanıkları itiraf yapmaya ikna etmekti. Neyse, pek yakında benim çevirdiğim, Buharin’in karısı anna Larina’nın Asla unutamam adlı anıları İmge yayınlarından çıkıyor. Okumanızı tavsiye ederim.

 

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

461 Comments

  1. Sizin çevirisini yaptığınız “Anafora Doğru”anı kitabında Einzburg yeterince açıklamış olup bitenleri…İnsanın “Komünizm”den istifa edesi geliyor…Arthur Koestlerin “Toprağın Tortusu”nda ifade ettiği gibi…..

  2. artik hic birsey eskisi gibi degil. amerikanci olan, amerikanci olana sempati duyan bizden degildir

  3. 3 kusak sonrasiyim ey Zileli ahde vafa ediyorsam……senin degerin ne.

    https://www.youtube.com/watch?v=ehP58LgnJSw

  4. “Böylesi bir totaliter rejim karşısında itiraf yapmamanın tek yolu daha baştan her türlü işbirliğini reddetmektir ki, bunu yapan çok sayıda isimsiz kahraman da vardır. NKVD bodrumlarının duvarlarına kanları sıçrayan bu insanların çok azının ismi bilinmektedir.”

    1930’lardan bahsettiginizi yazmissiniz. Bu zaman diliminin en son senesini alirsak 1939.

    SSCB’nin cokusu de 25 Aralik 1991.

    Yani, 52 sene.

    52 sene sonra cokmus biri rejimin cokusune katki sagladilar da diyemeyiz herhalde.

    O zaman, bu ‘isimsiz kahraman’lar –ki, elinizde bulgu/delil olmadigi halde, bunlarin mevcut olduguna eminsiniz– itirafta bulunmayip NKVD’nin bodrumlarinin duvarlarinda kan lekesi olmakla ne elde etmistir sizce?

    Tamam, itiraf edenler de kursuna dizilmis (hepsi mi, bilmiyorum); ama bunlarin (cogunun?) isimleri biliniyor en azindan.

    Itiraf etmeyenler tamamen mechul. Dipnot bile olamadilar.

    O yuzden soruyorum: Sizce ne elde ettiler?

  5. sevgili , gün zileli bugün hala insanlar neden staline sevgi duyuyorlar bunu nasıl açıklayabilirsin.birçok kötü olaylar mutlaka olmuştur,birçoğuda abartmadır, hiçbirşey kapitalizmi haklı çıkaramaz.ben kendi tarafımı sosyalizmden yana görüyorum.en kötü sosyalizm en iyi kapitalizmden iyi olduğuna inananlar tarafındayım.bu konuda türkiyede troçkistim diyenlerinde birşey bilmediği kanatindeyim. ,kamplardan dönen türkler olmuş, bunlara maaş bağlanmıştırbu konuda hayal kırıklığımız idealizmden kaynaklanmaktadır. , tümüyle iyi bir insan , tümüyle iyi bir sosyalizm, oysa böyle bir gerçek yok.şair ne diyor,hiç bir zaman tam karanlık değil gece kulak ver dinle,sevgiler

  6. Neyin neyden daha iyi olduğunu anlayabilmen için o kamplarda bir gün kalman yeterli olabilirdi.

  7. Ginzburg’u oku. Nazi kamplarında bile, ölen arkadaşlarının iki günlük ekmek tayınını alabilmek için onu aralarına sıkıştırıp yoklamaya çıkartmak gibi bir olaya rastlayamazsın arkadaşım.

  8. “The world should have stopped in the 90’s.”

    “Soviet Union collapsed, Islamist terrorism wasn’t bourn yet. The dot com bubble was riding high… Possibly the greatest decade in human history.”

    (“Sixpence None The Richer – Kiss Me” şarkısına yapılan yorumlardan)

  9. “The world should have stopped in the 90’s.”

    For those enjoying life in the West.

  10. Batı’da hayatın tadını çıkaranlar sömürücü-kapitalist, sömürü ve kapitalizm ise dünyanın en doğal şeyi değil mi zaten?

  11. çevirdiğiniz iki kitabıda okudum, soljenistinin ivan desinovicin bir gününü de okudum.sanırım yönünüzü seçmişiniz. sosyalizmden rahatsız oluyorsunuz, verdiğim rahatsızlıktan dolayı üzgünüm.

  12. “sömürü ve kapitalizm ise dünyanın en doğal şeyi değil mi zaten?”

    Bu sorudaki entellektuel siglik insani cileden cikarmaga yeter aslinda..

    Yine de bir cevap yazayim; soru seklinde:

    Siz, dogal olan herseyi kendiniz icin iyi mi kabul ediyorsunuz?

  13. sosyalizmden değil, sosyalizm adını yapılan gaddarlıktan, komünistlerin katledilmesinden rahatsız oluyorum Ahmet Aslan arkadaş. Stalin, Hitler’den bile daha fazla sayıda komünist öldürmüştür. Alman komünist Partisi’nin önderlerinin ölüm tarihlerine ve yerlerine bakarsan ne demek istediğimi anlarsın. 1935’te kadar Berlin’den öldürülenler aşağı yukarı 1/3 oranındadır; 1935’ten sonra (SB’ne sığınmışlardır Hitler’den kaçıp) Moskova’da öldürülenler ise 2/3 oranındadır. Alman Komünist Partisi’nin lideri Thaelmann, 1944 yılına kadar Hitler’in kamplarında rehin tutulmuş, ancak Almanya’nın yenilgiye gittiği anlaşılınca kurşuna dizilmiştir. 1944 tarihinde MSB’ne sığınmış komünistlerin hepsi yaklaşık 8-10 yıldır toprak altındaydı. Margarete-Buber Neumann’ın İki Diktatörlük Altında’sını oku (İmge yayınları)

  14. sevgili, gün zileli sanırım farklı düşünüyoruz.ikna edeceğimizide sanmıyorum birbirimizi,ben kamplardan kurtulup türkiye gelip anti kominist gazetede yayın yapan , yayınlanan kitabıda okudum.sonuç herşey oku , okuma meselesi değil.sanırım bu konular sizde bir din oluşturmuş.dört halifenin üçü öldürülmüştür,peygamberin torunu öldürülmüştür vs vs.laf aramızda sol içi şiddette öldürülenlerin sayısı, karşı tarafın cinayetlerinden fazladır.inanın bunların önemi yoktur,gelecek sosyalizmdir. şekerden iki parmağım kesildi, siz aşure yiyebilirsiniz. sevgiler , saygılar.

  15. Stalin ve dönemi hakinda pek az yazarin (Stalin karsitida var yandasida var) degindigi bir seyi yazmaya calisayim. Stalin o döneminin Rus toplumuna (bolsevik partisinede) kendisini disaridan dayatmis bir ayrik karakter degildir. O ve onun doneminin iktidari , belkide o donem hem partinin, hem toplumun yarisinda bulunan bir karakterin dogal yansimasidir. Bu bir dogu toplumu ozelligidir.Rusya o donem Stalin doludur. Nasil Turkiyede simdi her kahvede bir Erdogan olabilecegi gibi.

  16. Amerikadaki katliamin sosyo psikolojik kulturel nedeni nedir dersiniz Zileli. ben söyle yorumluyorum. Ulke ici toplu katledilecek Kizilderili kaynaklarinin azalmasi, dis katliamlarin ulke icinde yeterli doyumu saglamamasi

  17. sanki içtein içe sevinmiş gibi bir haliniz var.

  18. icten ice neden sevineyim, sadece üzülmek icin kendimi zorlarken ister istemez aklima gelenleri yaziverdim. turk halkina kizariz neden uyanmiyorsunuz diye, islam ortadogu halklarinin cehaletinden bahsedilir. dunyada amerikalilar kadar cahil salak sorgulamayan bir halk varmidir? benmi kurtaracagim onlari onlardan,gitsin clintonu secsinler olmadi trump u secsinler kendilerini terorizmle ana vatan savunmasiyla kandirsinlar. ben dunyayi onlardan kurtarmakla mukellefim.

  19. icten ice sevinmek?????
    dunyada pekcok katliam vardir olmustur hicbirini bilinclerden silmemek gerek. baska ulkeleri isgal ve ilhak etmeler cok olmustur hicbirini unutmamak gerek. ama dunyada bir kitayi isgal edip,yerli halkini yok etme simdi o kitada vatan savunmasi, yabanci dusmanligi vs yapmak serefi amerikalilara aittir , her gun her vesile ile yuzlerine vurulmalidir.dunya tarih,insanlik bu gercekligin uzerinden atlayamaz.

  20. anti-amerikan ırkçılık!

  21. bunlar hep ön yargı. Amerikan halkı çok sayıda devrimci, çok esaslı sanatçı çıkarmığştırtır içinden. Dünyanın en büyük romancısı W. Faulkner Amerikalıdır mesela. Binlerce örnek verilebilir.

  22. Ona Anti Amerikan Irkcilik denmez, ona Anti Irkciliga karsi gegen(karsi) Irkcilik derler. Charli Hebdo sacmalayinca oluyoda ben sacmalayinca neden olmuyo. ustelik benim sacmalarim daha gercek:)

  23. zileli yorumda secici olmus neçedir:)

  24. Ic devrimini yapmis ortalama bir Türkiyeli Komunist yada Anarsist kendisine Türk komünisti , yada Türk Anarsisti denince aninda tepki verir, ama Amerikali solcu ve Anarsistin pek cogu bu tepkiyi vermez.

  25. Amerikali olmak demek, Iran dan Kuzey koreden nefret Edip Nukleer tehdit edebiyati yapip, serbest kisisel silahlanma yoluyla, Kuzey Kore nin Nukleer silahlarindan daha fazla Amerikali oldurebilmeki savunmak demektir

  26. benim yukarida yazdiklarimin daha edepli ifadesini yazanlarda cikmis.
    ………………….
    ABD tarihinin en kanlı 10 kitle katliamının listesi çıkartıldığında, her ne hikmetse önemli bir kısmının “aklî sorunlar” nedeniyle yapıldığını görüyoruz. Aklî sorunlara sahip başkalarının neden kitle katliamcısı olmadığı, bu katliamların neden sürekli ABD’de yaşandığı ise yanıtı verilmeyen sorular arasında yer alıyor. Her iki ayda bir büyük bir kitle katliamının yaşandığı ABD’de, Las Vegas katliamı yaşanırken, buradan 13 bin kilometre kadar uzakta, Kansas Üniversitesi’nin hemen dışında, 3 kişi öldürülüyor ve 2 kişi yaralanıyordu. Bu cinayetlerin arkasındaki motivasyonu merak eden oluyor mu?
    Ve istatistikler açık: Kitle katliamları buz dağının yalnızca görünen yüzü. ABD, başta devleti olmak üzere, toplumuyla bir şiddet topudur ve dışarıya uyguladığı şiddetin bu toplumu kendi içine doğru da büzüştürmesi kaçınılmazdır.
    Tüm dünyaya jandarmalık yapan, başka ülkelerde yüzlerce katliama imza atan ve silâhlarını asla toprağa gömmeyi düşünmeyen bir emperyalist ülke, gözeneklerine kadar çürüyor ve çürütüyor.
    Paddock’un motivasyonunun ne olduğuna dair onlarca spekülasyon, bir de bu gerçeğin üzerini örtmeye yarıyor

    Erman Cete/ Sol

  27. Zombilesmis dunya hegemonyasi medeniyetler savasi pesinden kosan cahil aroganz kültürsüz dunyayi tanimayan bir yönetici elit, kariyer cikar icin herseyi yapabilecek dunyanin heryerinden toplanmis ve görevlendirilmis ahlaksiz Akademisyen Teknokrat sanatci tayfasi, gebes obez okuma yazma, bilmeyen orani yuksek bir kalabalik alt sinif…. this is America.

  28. Bu sunun gibi, eger Nazilerin varoldugu dönemde yasasaydim Almanlarin sagi bir irk Yahudilerin ust insan oldugunu keyifle savunabilmek. bunun Dogru olup olmamasi umurumda degil.

  29. Amerikan sanati? White Helmet e oscar vermek Angelina Jolie , Solcu Hilary Killing-Ton

  30. http://bianet.org/biamag/diger/114761-emep-ve-odp-kuzey-kore-nin-nukleer-denemesine-tepki-gosterdi

    Ay siz cok yasayin emi:)

    Toplumsal olcekte her gun tecavuz vakasi olan silahli erkeklerin sokaklarda fink attigi bir ulkede kadinin silah tasimasini kinamak ne ise

    Küresel capta Nukleer guc Amerikanin kovboyluk yaptigi bir dunyada Kuzey Koreyi Nukleer silah edindigi icin kinamak ayni seydir. Bir gun madalya takicak ABD bizim sabun kopugu solculara ama ne zaman

  31. Hangi Amerikali solcu-devrimci sayilabilir? Amerikan politikalarini elestiren hatta radikal elestirenmi? Hayir Amerikaya karsi samimi,tutarli YIKICI (hemen siddet anlamayin) bir faaliyet gösteren.
    Her donemin ilerici devrimci savasimi belirli bir devlete karsi olmayi Resimlestirir Cisimlestirir, Bir donem Romaya ayaklanmak bir dönem NAZI Almanyasina karsi olmak vs gibi.

    Bu dönem ABD karsitligini ilk ilke olarak defterine yazmiyan bir anlayisin ilericiligini tartismaya deger görmem.

  32. Stalinin savastan sonra enson temizlik mahkemesinde biri alman
    ajani oldugu sucuna imza atmiyor.gerekceside; dedem,ailemin bir kismi Holocaust ta oldu bazilari toplama kamplarina suruldu’ingiliz,amerikanischen,yada fransiz ajani olayim der.!
    Adam resmen alay ediyor resmi mahkemyle.
    Belki yukardaki bahsedilen kisiler stalinin hazirladigi o metni okumukla stalinin ne kadar gulunc,igrencliligini sergilemek istemislerdi..Ben oyle saniyorum..

    Bu yaziyi yazmanizi yadirgamistim.ama du siralar tek adam rejimi, Erdogan rejimiyle benzerlikler olmasi acisindan ilginctir.

  33. amerika’da olup bitenleri hiç bilmiyorsunuz. Sokaklar her an sistem dışı gösterilerle dolu

  34. Amerikan edebiyatından, tiyatrosundan, vb haberiniz bile yok. İşte ırkçı bakış budur.

  35. o bir yüzü. Ya diğer yüzü. Martin Luter King, Malcolm X, Ernest Hemingway, geçmişin unutulmayan büyük Amerikan filmleri, Humprey Bogard nereden çıktı.

  36. ABD karşıtlığıyla Amerika’yı birbirine karıştırmamak gerekir. Biri bir devlet ve rejimdir. Ona elbette karşıyız. Ama bu toprakların yetiştirdiği olumlu kültüre de sahip çıkarız. Unutmayın ki, dünyanın en uzun erimli ve sisteme karşı en sert mücadelesini veren sendikası Amerikadan çıkmıştır: IWW (Dünya Endüstriyel İşçileri)

  37. “Sokaklar her an sistem dışı gösterilerle dolu”

    Bu dogru.

    Dogru; ama, bu gosteriler cok olay marjinalize edilebiliyor.

    Bunun sebepleri hakkinda biraz dusununce, hem bizimle hem de (cogunlukla) Avrupadan farkini da gorebiliyoruz ABD’nin.

    ABD’de, hala daha, yonetici/krema tabakasi ‘American Dream’ masalina inanmakta israr ediyor: Yani, ‘cok calisirsan senin de olur’..

    Bu, zannedersem, bundan 30-40 sene oncesine kadar buyuk olcude gecerliydi.

    Artik degil. Artik, ABD, bir firsatlar ulkesi de degil.

    Bunu, simdilik, ilk farkedenler universite mezunlari: Yuzbinlerce dolar borc altina girerek bitirdikleri universiteden aldiklari diploma karsiliginda –eger is bulabilirlerse– elde ettikleri gelir, borclarini odemege yetmiyor –ya da cok uzun zaman suruyor.

    ‘Mezun iflasi’ dedigimiz, borcunu odeyemedigi icin topu atmis olanlarin sayisi giderek artiyor.

    Gerci, devlet bunlara kolaylik saglamaga calisiyor; ama, sorun yapisal oldugundan, pek bir seye fayda etmiyor.

    Bu boyle devam ederse, bizdeki Celali donemindeki ‘suhte sorunu’na benzeyebilecegini dusunuyorum.

    Benziyor da: Universiteden mezun olanlar, borc ertelemek amaciyla, MSc veya PhD filan gibi daha sonraki derecelere yoneliyorlar. Hatta, birden fazla. Ama, bunun da sonu yok.

    Dolayisi ile, ABD’de okumus muhalefeti daha yeni yeni ortaya cikiyor.

    Benim tahminim, eger boyle giderse, 10 sene icinde ABD’de ciddi huzursuzluklar cikacagi yolundadir.

    Daha da ileri gideyim: Bu ‘ciddi huzursuzluklar’ sivil hayatla sinirli kalmayacak… ABD ordusuna da bulasacak.

    Ve, dananin kuyrugu da orada kopacak –eger kopacaksa.

    Dusunun bir: Dunyanin her yerinde usleri bulunan bir ordu..

    Ve, artik ‘American Dream’a inanmiyor –zaten mensuplari da artik yonetici tabaka ile ayni kokenlere de sahip degil..

    Yani, efendisiz ve sadakatsiz bir ordu..

    Sonumuz hayra dogru gitmiyor bence.

  38. İroni,Trajedi,hayıflanma hepsi bir arada.12 zindanlarındaki işkencelerden ‘sağlam’çıkan sokırıma uğratılmış Ermeni halkının devrimci çocuğu Garbis,tarihin çöp sepetine atılmış bürokratik bir sistemi sorgusuz süalsiz bütün önderlerinin düzmece moskova mahkemelrine biat ediyor ve o konu hakkında açıklamalarına Troçki eleştirisi damgasını vuruyor.Üstelik Troçki hakkında pek bilgisi de yok.Ekim devrimi iki büyük sovyet(petersburg ve Moskova)üzerinde yükselir.Troçki,Petersburg sovyeti başkanı,muzaffer Kızıl Ordu kurucusu ve komutanıdır.Eleştirebilmek için Ekim devrimi öncesi polemik ve siyasi duruşları öne sürmektedir.Öyleyse senin Stalin’in de Papaz’dı kardeşim demezlermi.Kısacası Bürokrasi sınıf olarak karşı devrimi(1926-1929)geröekleştirmiş Stalin nezdinde tek ülke çıkarlarına tüm Komünterni adapte etmiş,işçisınıfını pasaporta(yoğun emek sömürüsü) bağlamış,bolşevik devrimci ve itiraz edenleri Moskova mahkemeleri ve Gulag’larda fiziki olarak tasfiye etmiştir.Sosyalist İşçi sınıfı iktidarına karşı bir karşı devrimdir.Uyguladığı terör ve işkence Nazilerden hiç te aşağı değildir,belki bazı yötem farkı durumuna göre daha ileri de denebilir.Garbis gibi devrimcilerin Merkezine işçi sınıfını koyup bunu analiz edmemeleri üzücü…Yazık.

  39. “Amerikan halkı çok berbat, ama bir ….. ….. (istediğiniz ismi yazın) da onların içinden çıktı.”

    “İslam halkları çok berbat, ama bir İbn Haldun da onların içinden çıkmıştı.”

    Arada fark var mı?

  40. Martin Luther King e acirim dogrusu, kendi irkini kolelestirenleri yok etmek degil onlarla esit haklar istedi ve buna ragmen olduruldu. cok sey anlatir. Malcolm x deseydiniz bari. Amerikan sanati guncel olarak sinema ve muzikte su anda kuresel olcekte gercek sanat yer birakmayarak sanat dusmani bir rol oynamakta, bu konu kitap konusu olabilir. Marlon Brando nun Hollywood hakkinda soylediklerine bakiniz (ha bakin marlon bir ornek olabiliri ama o benim kafadan Amerikanin kulturu multuru herseyiyle yok olmasini istiyor, Bide Bobby Fisher i severim sartancci oda ayni kafada;))

  41. Gün bey, Melih Gökçek hiç sesini soluğunu çıkarmadan başkanlığı bırakacak, Erdoğan’a biatını net gösterecek. Bu, kaçınılmaz sonuç.

    Size sorum şu:

    Bir mucize olduğunu varsayalım ve Melih Gökçek’in başkanlıktan ayrılmamak için Erdoğan’a direndiğini varsayalım. Bu varsayımda, bir diktatöre direndiği için Gökçek’i destekler misiniz?

  42. “Donald Trump was supposed to be here but he had a business emergency.”
    https://www.youtube.com/watch?v=xQE2uzqEvRk

  43. Erdoğan’ın k*çını yalayan Necip, sen ‘solipsist’sin, ‘hedonist’sin, ‘narsist’sin. Otomobil şirketlerine parça üreten K.O.B.İ.’ni ayakta tutmak için, Erdoğan’ın k*çını yalamaktan asla vazgeçmezsin.

    Yıllardır yazdığın bütün satırları, sadece ‘Celali isyanları’ndan çemkirip durduğun ‘suhte’ terimi ile sıvamaktan zevk alıyorsun.

    ABD üzerine yazdığın satırları da, yine getirip ‘suhte’ye bağlamayı başardın.

    Sen mikrop saçan zehirli bir yaratıksın, 13 Temmuz 2013’te, ‘Paris Komünü ve Esnaf’ yazısı altında, ‘Kadim Suhte’ mahlasın ile s*çtığın mikropları bugüne kadar devam ettirdin, şimdi de ABD’de yaşananları ‘suhte’ ile benzeştirmeye uğraşıyorsun:

    Necip’in 13 Temmuz 2013’den günümüze s*çtıkları:

    [1] http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/#comment-19443

    [2] http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/#comment-19450

    [3] http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/#comment-19457

    [4] http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/#comment-19460

    [5] http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/#comment-19481

    [6] http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/#comment-19489

    [7] http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/#comment-19493

    [8] http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/#comment-19496

    [9] http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/#comment-19497

    [10] http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/#comment-19502

    [11] http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/#comment-19523

    [12] http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/#comment-19539

    [13] http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/#comment-19583

    [14] http://www.gunzileli.com/2013/07/13/paris-komunu-ve-esnaf/#comment-19730

  44. https://www.youtube.com/watch?v=WQ4OUWoLLUU

    Darth Trumpus: The Old Republicans | Decieved

    Darth Trumpus leads his attack on the Mexican temple, where he is met with strong liberal resistance.

  45. “Necip, sen ‘solipsist’sin, ‘hedonist’sin, ‘narsist’sin.”

    Bu sitenin sevdigim tarafi, bazilarinin, burada yazilanlari didik didik okumalari…

    SevMEdigim tarafi ise, bazilarinin, burada yazilanlari anlamak icin gayret gostermek yerine, ‘Hafiyesi Mahmut’luk icin dosyalamaga calismalari…

    ‘Solipsist’ olsam ne yazar? Size, ya da baskasina, ne?

    ‘Hedonist’ olsam ne yazar? Size, ya da baskasina, ne?

    ‘Narsist’ [*] olsam ne yazar? Size, ya da baskasina, ne?

    Soyunuzdan birinin dest-i izdivacina talip filan degilim –bu kadar ahmak birisinin soyundan birini almak mi; yazdiysa bozsun…

    [*: Dogru sekli ‘narsisist’tir.]

  46. 32 nolu yorumu okuduktan sonra Zileli nin yorumda secicilik konusundaki kriterlerinin ne oldugu konusunda bi daha dusuneyim diyorum.

  47. Stalin’in yaptıkları belki abartılıyor ama sonuçta o da bir insandır ve her insan gibi bir egoya sahiptir, retorik konuşur ve iktidar heveslisidir. Sonuçta, o suçlamaların hepsini ve daha da fazlasını yapacak bir potansiyeli olan tipik bir insandan, iyi bir insandan bahsediyoruz. İyi, çünkü düşmanlarını yendi, kendisine rakip bırakmadı, elini korkak alıştırmadı, nice kelleleri yuvarladı, bu anlamda Stalin bir başarı öyküsüdür. Ben ise iyi bir insan olmak istemiyorum.

  48. Zileli nin Melih Gokcek sorusuna verdigi yanit olarak Evet cok dogrudur. Mesele Melih Gokcek i savunmaktan öte , bir diktatörün ,en genel kurallari (bu kurallar bizi cik irgalamasada) cigneyerek kendi hukumranligini uygulamasina karsi bir tavirdir. Madem Melih Gokcek secimle gelmistir secimle gitmelidir .Yada yolsuzluklari ile mahkeme yoluyla . Diktatörün (sultan in) azl etmesiyle degil. Sultan Melih i yolsuzluk dosyalariyla mahkeme yoluyla da gönderirirm demekte. Bu gercegi degistirmiyor, toplumsal muhalefet talep ettiginde mahkeme onune cikarmiyorsun , sen arzu edince cikariyorsun. Bu hukuk un orospulastirilmasidir . Bbunada karsi cikariz.

  49. Mesele Melih Gokcek degildir, mesele Diktatörleri diktatör yapan fiil e eyleme , diktatörlük etme fiiline karsi cikmaktir. Bu olmadan ciddi bir diktatörlük karsiti mücadele mümkün olamaz.

  50. “Mesele Melih Gokcek degildir, mesele diktatörleri diktatör yapan fiile eyleme, diktatörlük etme fiiline karsi cikmaktir. Bu olmadan ciddi bir diktatörlük karsiti mücadele mümkün olamaz.”

    Bayiliyorum boyle suret-i haktan edilen laflara..

    Yuce bir prensip v’az edermis gibi pozlarda; fakat, aslinda, hic de alakasi olmayan; ozunde ise o bilindik ‘hasmimin hasmi dostumdur’ ile ‘isime gelmeyen, cikarima uymayan, yok olsun’ arasinda bir yerlerde duran duruslardan bahsediyorum…

    Sevmediginiz (nefret ettiginiz) birine karsi bir baska (nefret ettiginiz) sevmediginiz birini desteklerseniz, ‘iti ite kirdirmak’ ihtimalinin zayif ve size bir sey kazandirmasi sozkonusu degilse, basa yine sevmediginiz (nefret ettiginiz) birisi gelir.

    Siz de, bir omur, ‘yika, durula, kurut’ dongusune takilir kalirsiniz…

    Yani, omur boyu muhalefet.

  51. ömür boyu iktidar yalakası olmaktan iyidir!

  52. “ömür boyu iktidar yalakası olmaktan iyidir!”

    Iyidir muhakkak, da, hayatta sadece bu iki uc mu var: ‘omur boyu muhalefet’ ile ‘ömür boyu iktidar yalakası’ olmak?

    Ya da, soyle soyleyeyim: Isinize/cikariniza gelmeyenlere karsi oldugunuzu acikca soylemek yerine, bunu ne anlama geldigi muglak fakat fiyakali kelimelerle –ozgurlukculuk, ilericilik, aydin(lik)cilik vs– suslemek ne kadar samimidir?

  53. Necip tavrim ilke degilde hasmimin hasmi dostumdur olsaydi Gül, Bülent arinc a falan sahip cikardim Merkel severdim ABD severdim

  54. Arkadas anliyamiyorum bu herseye bir etnik mesele karistirmayi. Garbis Altinoglu nun Stalinizm i elestiriliyor, ne alakasi var Garbis in Stalinist olmasiyla onun Ermeni olmasinin. Sanki Garbis Kemalist CHP li felan olmusta biri ona milli kokeni irtibatiyla intizarda bulunuyor. Garbis neden kuyrukcu olmadi diyemiyorda , firsat bu firsat Stalinizm elestirisinden yakalamis du bir golde ben atayim diyor.Sanki Stalin e özel ve tek direnen bir ermeni hareketi vardir, Stalin sadece ve sadece onlari kesmistir, ve hayin Garbis Ermeni olmasina ragmen Stalinist olmustur. Aman herseye bir etnikcilik maydanozu katin. Mikoyan kimdir derler adama bir ton Ermeni Stalinist daha sayarlar sonra. Her trtismayi bu etnik bakis acisiyla sulandirmasaniz olmiyacak. Atom fizigi tartissak ah su hain elektronlar cekirdegin onlara ne muamele yaptigina aldirmadan hala onun etrafinda dönüyor iste bu sosyal sovenizmin etkisinde kalmasi yuzundendir falan yazacaklar. Usandim cidden.

  55. ek :Garbis bir komunisttir bir cok komunisti kesen Stalin i nasil savunur dese anliyacagim.

  56. Necip Mesele Melih Gökcek i Diktatöre karsi savunmak degildir, Melih Gokcek umurum degildir, mesele Diktatöryal fiil e karsi cikmaktir , bu fiil in alisilir Rutin haline gelmesine karsi cikmaktir deycem ama e ikisde ayni diilmi deycen. pesin soyliyeyim: diiil ayni .

  57. “Isinize/cikariniza gelmeyenlere karsi oldugunuzu acikca soylemek yerine, bunu ne anlama geldigi muglak fakat fiyakali kelimelerle –ozgurlukculuk, ilericilik, aydin(lik)cilik vs– suslemek ne kadar samimidir?”

    Beni öldürmeye çalışanlara karşı olduğumu söylemek yerine, bunu “nefsi müdafaa” gibi fiyakalı bir kelimeyle süslemek kadar samimidir.

    Ya da aynı fiyakalı kelimeyi Roboski’de bomba yağdıranlara, Rojava ve Irak’ta Yezidileri öldürüp kadınlarını köleleştiren ve tecavüz eden bir örgüte ve arkasındaki iktidara karşı, grevlerde ve gösteri yürüyüşlerinde, hileli seçim ve referandumları ve delilsiz-sahte delilli-hukuksuz tutuklamaları protestolarda kullanmak kadar.

  58. Bankada çalışan üç çocuk annesi Nadide Kısa, beyin kanaması sonucu hayatını kaybetti. Genç bankacının arkadaşları beyin kanamasına ‘psikolojik şiddet’in neden olduğunu öne sürdüler.

    Sermaye devletinin partisi AKP’nin iktidarında, emekçileri borç yükü altında ezerken, kârlarına da kâr katan bankalardaki çalışanlara sömürü ve baskı koşulları, bugün bir emekçinin canını kaybetmesine neden oldu.

    İstanbul’da ‘Yapı Kredi Bankası’nın ‘yüksek statülü müşterileri’ne bakan banka emekçisi Nadide Kısa, bankada yaşadığı mobbing nedeniyle beyin kanaması sonucu hayatını kaybetti.

    Para Medya’da yer alan habere göre, banka emekçisi Nadide Kısa’nın unvanı bir süre önce ‘performans’ nedeniyle düşürüldü. Nadide Kısa, bir alt unvan olan ‘perakende bankacılık işlemleri yönetmeni’ yapıldı. 3 çocuk annesi genç bankacı işsiz kalmak korkusu ile itiraz etmeyip verilen göreve devam etti.

    Nadide Kısa tecrübeli ve yılların bankacısı olmasına rağmen, bankanın aldığı karar ile gişeye oturtturuldu ve hem gişe görevini yapması hem de hedeflerini tutturması istendi. Burada satış konusunda ‘başarılı’ olamaması nedeniyle, gerek şube yöneticisinden gerekse bölge müdürlüğünden baskılar arttı. Yine bir iddiaya göre, Kısa’ya şube müdürü tarafından sık sık hakarete varan kızmalar oluyordu.

    Geride 3 çocuğunu bırakan Nadide Kısa’nın cenazesi bugün Anadolu Yakası’nda bulunan Merdivenköy Mezarlığı’nda toprağa verilecek.

    http://gazetemanifesto.com/2017/10/06/ugradigi-mobbing-nedeniyle-beyin-kanamasi-geciren-yapi-kredi-calisani-hayatini-kaybetti/

    http://www.paramedya.com/mobil/devami/33156/bankaci-nadideyi-mobbing-mi-oldurdu

    https://indigodergisi.com/2017/10/mobbing-bankaci-nadide-kisa/

  59. Kendini Stalinist Komunist görenlere hayret ediyorum. Ya Stalin rejmini bilmiyorlar, yada Komunizmi farkli anliyorlar. 40- 50 yillik devrimci mücadelede yer almis kisilerin, bu kadar sig bakmasi , beni hayrete düsürdü. üzüldüm. Iyi ki 1980 de sol devrimciler turkiye’de devrim yapamadi.. Bu kafalar hepimiz keserdi. Stalini arar duruma düserdik.

  60. ​Bağımsızlık Kervanı Yürürken…

    Irak devletini emperyalistler (İngilizler) kurmadı mı?

    Şii-Sünni dengesini gözeten emperyalistler, bu gerekçeyle Kürdistan’ın bağımsızlığını 87 yıl önce yapay Irak devletine feda etmedi mi?

    Irak kurulduğunda emperyalizmin en verimli sömürü alanı değil miydi?

    Güney Kürdistan’ın bağımsızlığı, emperyalist statükoyu yıkmak değil mi?

    “Irak’ın Birliği”ni savunmak, emperyalistlerin 87 yıllık tezgâhını onarmak değil mi?

    Sol ve Ümmet adına Berzanî şahsında bağımsızlıkçı Kürdlere saldıranlar, emperyalistlerin kurduğu statükoyu savunmuyorlar mı?

    Bağımsızlığa karşıtlığınızın hiçbir düşünsel, inançsal ve insani açıklaması yoktur!

    Emperyalizm ve onun işbirlikçisi olan yerel faşist/gerici işgalci devletlerin tetikçiliğini yapıyorsunuz!

    Emperyalistlerin bile artık uygulamakta tereddüt ettiği kirli politikaları savunuyorsunuz!

    Emin olun emperyalistlerden bile daha gerici ve faşistsiniz…

    Materyalistleriniz, sol adına gericilerle kardeş olup evrensel sol değerleri kirletti;

    Dincileriniz, ümmet adına ateistlerle kardeş oldu; doğal inancı kirletti…

    Hepinizin ortak noktası Kürd/Kürdistan düşmanlığıdır…

    Tayyip’ten/Kemal’den/Bahçeli’den daha kirlisiniz; çünkü onların ayaklarının altında siyaset(!) yapıyorsunuz…

    Bu gerçekliğe rağmen, utanmadan/sıkılmadan “halkların kardeşliğinden, özgürlüklerden, anti, emperyalizmden, din kardeşliğinden” söz etmeniz sadece trajikomik değil, aynı zamanda mide bulandırıcıdır…

    Herkese rağmen bağımsızlık referandumunu gerçekleştiren Güney Kürdistan, emperyalist ve sömürgeci statükoyu sallarken aynı zamanda sahte sol ve sahte dinci odakların da maskesini yırtıp faşist özlerini görünür kıldı. Bu nedenle, Güney Kürdistan devrimi, anti emperyalist, anti sömürgeci olduğu gibi faşizme ve her türden gericiliğe de karşı devrimci bir pratiktir! Bu pratik tüm ezilenlere/sömürülenlere esin kaynağı olacak; siz karşı devrimcilere de dert olacak…

    “Hiçbir şey bağımsızlık ve özgürlükten daha değerli olamaz” düşüncesi Güney Kürdistan’da somutlaşırken, Başkan Berzanî şahsında Güney’e saldıranların tüm çırpınışlarının/bağrışmalarının yürüyen bağımsızlık kervanına havlamalardan ibaret olduğunu da ispat etmiş oldu…

    Özgür Bireyler Topluluğu

    06.10.2017

    Nasname

    http://www.nasname.com/a/bagimsizlik-kervani-yururken

  61. Moskova Yargılamaları, “gerçeğin ne olduğu” anlamında tartışılabilir. Bunun için yargılananların ne savunduklarını ve yaptıklarını incelemek gerekir. Yargılayan tarafın bazı uygulamaları soru işareti yaratmıyor değil. Ama gönüllü olarak İngiliz ajanlığını seçmiş olan Arthur Koester veya George Orwell gibi anti-komünistlerin yalanları ile bu konular değerlendirilemez. Gün Zileli’nin tamamen yanlış düşündüğü ve yanıldığı kanısındayım. Emperyalist burjuvazi, komünizmi ve komünistleri karalamak için her türlü yalanı uydurmakta ve kesintisiz bir “algı” operasyonu yürütmektedir.

  62. Çatışma bölgesi İdlib ve yanlış üstüne yanlışlar

    Gerçek
    Ekim 6, 2017

    http://gercekgazetesi.net/sites/default/files/main/articles/idlib.jpg

    Suriye’deki siyasi duruma yönelik Astana’da yapılan toplantıların 6. Turunda, çatışmasızlık bölgesi ilan edilen İdlib’in askeri nüfuz alanlarına bölünmesi kararı çıktı. Buna göre İdlib’de Türkiye’nin, Rusya’nın ve Suriye ile birlikte İran’ın kontrol edeceği üç bölge oluşacak. AKP iktidarına yakın çevreler İdlib’in taksiminde Türkiye’ye Cebel Erbain, Taftanaz, Cisr’eş Şuğur, Eriha, Mar’at Numan, Han Şeyhun gibi bölgelerin düşmesini “aslan payını kaptık” edasıyla yansıtıyor. Oysa durum öyle değil. Adı geçen bölgeler, adını Heyet Tahrir Şam (HTŞ) olarak değiştiren ve birçok tekfirci mezhepçi çeteyi bünyesinde toplayan El Kaide/El Nusra güçlerinin yoğunlukla bulunduğu yerler. Rusya ve İran zaten İdlib’in çatışmasız olan bölgelerini kendilerine alıp Türkiye’yi kaynayan kazanın içine atmış durumda. Rusya ve İran diplomatları AKP medyasını okurken oldukça keyifleniyor olmalı.

    Türkiye’ye biçilen rol bölgedeki Ahrar-uş Şam gibi mezhepçi çeteleri de kullanarak HTŞ güçlerini etkisiz hale getirmek. Yani bölge doğru adlandırmayla bir “çatışma bölgesi” olacak. Erdoğan açıkça çatışma bölgesine asker gönderileceğini de açıkladı. Bu temelde Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde büyük bir askeri yığınak yapılıyor.

    2011 yılından beri AKP iktidarının izlediği yanlış Suriye politikası dolayısıyla bölgedeki silahlı çeteler fazlasıyla semirmiş durumda. Halep düşerken Türkiye’nin Rusya ile anlaştığını ve düşük profilli bir tutum aldığını düşünen bu gruplarda, Türkiye’ye karşı ciddi bir tepki de söz konusu. HTŞ, bu tepkiyi TSK askerini işgalci olarak niteleyerek milliyetçi temelde yaygınlaştırmak isteyecektir. Yani bölge yoğun bir çatışma ortamı vaat ediyor.

    Rusya, İran ve Suriye için, içten içe Türkiye’ye “eden bulur” deyip kenara çekilmek kolay. Ancak orada ölüme gönderilecek olanlar bir kez daha Türkiye’nin emekçi çocukları olacaktır. Dahası Türkiye’nin içine etkisi olacak önemli gerilimler kapıdadır. Öncelikle bölgede taşeron olarak kullanılacak olan suç çetelerinin, faaliyetlerini Türkiye içine taşımayacağının hiçbir garantisi yok.

    Fırat Kalkanı’nda AKP iktidarının Mınbiç’i ve oradaki YPG varlığını göstererek aslında operasyonun Kürt oluşumuna karşı olduğu propagandası ile iç kamuoyundaki tepkileri yönlendirmeye çalıştığını gördük. İdlib’de de aynı senaryonun hazırlandığını görüyoruz. 25 bin askerin katılacağı bir operasyondan bahseden iktidar yanlısı medya bu operasyonun aynı zamanda YPG’nin kontrolündeki Afrin’i kuşatma amacı taşıdığını vurguluyor.

    Halbuki Afrin’de ABD güçleri yok, Rus askerleri var ve bölgedeki Kürt güçlerini himaye ediyorlar. Eğer bir Afrin operasyonu olursa bu, ancak Rusların TSK’nın önünü açması şeklinde olabilir. Rus askerleri aradan çekilir ve TSK bölgeye girer. Rusya bunu ancak YPG ve ABD’nin Deyrezzor’de Suriye ordusu aleyhinde işbirliği yapmasının bedelini ödetmek için isteyecektir. Sonuç, iki kardeş halkın birbirini kırması, üstüne Kürtlerin ABD’den kopmak bir yana Rojava’nın geri kalanını korumak için ABD’ye daha fazla sarılması olur. Hem Türk hem de Kürt halkları kaybeder.

    Yani AKP iktidarı yanlış üstüne yanlış yapıyor. İki yanlış da bir doğru etmiyor. Gerçek düşman ABD emperyalizmi dururken, halklar arasında düşmanlık yaratacak politikalar Türkiye’yi daha büyük bir çıkmaza sürüklüyor. Bu yüzden İdlib’te katil HTŞ çeteleri hedefmiş gibi gösterilse de planlanan operasyon hiçbir ilerici ve olumlu sonuç vaat etmiyor.

    PYD’nin Deyrezzor’da ne işi var?

    ABD’nin desteklediği ve PYD’nin başını çektiği Suriye Demokratik Güçleri, DAİŞ’in başkenti konumundaki Rakka kuşatmasını sürdürürken bir yandan da Deyrezzor’a doğru yeni bir hamle başlattı. Söz konusu hamlenin Suriye ordusunun Deyrezzor’daki kuşatmayı yarmasından ve şehrin Fırat’ın batısında kalan kısmını büyük ölçüde kurtarmasından sonra gerçekleşmesi önemli. Zira SDG güçleri Fırat’ın doğusuna geçen Suriye ordusunun önünü kesti ve Deyrezzor eyaletinin iç kısımlarına doğru harekâtını sürdürdü. Deyrezzor Suriye’nin en önemli petrol bölgesi ve ABD, Suriye ordusunun bu bölgede hâkimiyet kurmasını istemiyor. DAİŞ bölgede savaşma kabiliyetini her geçen gün daha fazla kaybederken petrol bölgeleri için SDG ve Suriye ordusu arasında adeta bir köşe kapmaca oynanıyor.

    Rakka’da ABD’nin kara gücü işlevini gören SDG, Rakka operasyonunu bir yere kadar “Rojava’nın askeri güvenliği” açısından gerekçelendirebilirdi. Yine de bu operasyondaki ABD güdümü ve Rakka’nın Rojava’nın bir parçası olmaması büyük bir sorundu. SDG’nin Deyrezzor’a yürümesi ise artık ABD’nin taşeronu olmak demek. Çünkü artık bu harekâtın hedefi DAİŞ değil, petrol bölgelerini Suriye ordusundan uzak tutmak. Hem de sadece ABD zırhlı araçları ile değil aynı zamanda ABD’nin siyasi öncelikleri ve yönlendirmesi ile yapılan bir harekât bu. Dolayısıyla PYD’nin de SDG’nin de Deyrezzor’da işi yoktur. Orada ABD’nin işi vardır ve PYD/SDG, ABD’nin kirli işlerini yapmaya soyunarak büyük bir suçun ortağı olmaktadır.

    Bu yazı Gerçek gazetesinin Ekim 2017 tarihli 97. sayısında yayınlanmıştır.

    http://gercekgazetesi.net/sites/default/files/deyrezzor_harita.jpg

    http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/catisma-bolgesi-idlib-ve-yanlis-ustune-yanlislar

  63. İstibdad cephesi çatırdıyor

    Gerçek
    Ekim 5, 2017

    AKP iktidarı hem kendi içinde hem de müttefikleri ile önemli çelişkiler yaşıyor. Uzun zamandır farklı yazılarda işlemekte olduğumuz bu çelişkiler her zaman su üstüne çıkmıyordu. Ancak son dönemde bu çelişkileri gözlerden uzak tutmanın, çatırdamaların duyulmasını engellemenin pek de mümkün olmadığı gözüküyor.

    Müttefikleri ile arasındaki çatlaklar

    Erdoğan ve AKP ile TSK arasında 15 Temmuz’dan sonra bir ittifaktan ziyade bir tür ikili iktidarın var olduğunu söylüyoruz. Bu ikili iktidar yapısında Kürt meselesi ve ona bağlı olarak Suriye ve Irak politikası, büyük ölçüde TSK’ya havale edilmiş durumda. Karşılığında ise Erdoğan’ın başkanlık planlarına ve istibdad rejimi inşasına yeşil ışık yakmış bir ordu söz konusu. AKP ve MHP arasındaki ittifak da bu ikili iktidar halinin bir yansıması.

    Mesele PKK ve/veya PYD olduğunda bu ilişki olabildiğince uyum içinde devam etse de Barzani ve referandum süreci ciddi bir gerilim yaratmış durumda. Daha önce de Binali Yıldırım, Barzani’yi makamında ağırladığında arka tarafta bulunan Kürdistan Bölgesel Yönetimi bayrağı ciddi bir krize neden olmuştu. Bahçeli’nin16 Nisan’da “evet” demeyi gözden geçirebileceklerini ima etmesi, ittifakın temel direğinin Kürt meselesindeki şovenist politika olduğunun bir kanıtıydı.

    Ancak AKP, Barzani’nin hamisi rolünü oynayarak Kürdistan petrollerine uzanma stratejisinden hiçbir zaman vazgeçmedi. Bu bir yönüyle Özal’dan kendilerine miras kaldığını düşündükleri emperyalizm, Siyonizm ve TÜSİAD gibi oldukça güçlü destekçileri olan bir politika. Ne var ki 15 Temmuz’dan sonra oluşan ikili iktidar durumu, bu politikanın tüm açıklığı ile uygulanmasına mani oluyor. Çünkü TSK, Barzani ile bu düzeyde bir ilişki geliştirilmesine karşı.

    Bu yüzden Erdoğan, Barzani referandumu konusunda AKP saflarındaki farklı seslere hızla son verdi ve önce topu MGK’ya atarak TSK’ya sormadan politika yürütmeyeceğini söyledi. Daha sonra da Barzani’ye yönelik ekonomik yaptırımları ve askeri manevraları devreye soktu. Tabii bu durum ümmetçi-İslamcı tabanda ciddi bir rahatsızlık yaratmış durumda. HDP çizgisine karşı AKP’nin Kürt illerindeki dayanağının Barzanici ve İslamcı Kürtler olduğu düşünülürse bu politikanın önemli bedelleri olduğu ortada. Yani TSK’yı gözeterek izlediği politika, Erdoğan’a son derece önemli bir müttefiki olan Barzani’yi kaybettirmek üzere. Barzani’yle ilişkileri telafi etmeye kalktığında ise diğer tarafta gerilim tırmanacak. Hâl böyle olunca da Erdoğan ve AKP’nin siyasi manevraları sınırda tatbikat adı altında kendi etrafında dönüp duran tanklara benzemeye başlıyor.

    Mesele sadece Barzani ve Kürt politikası ile de sınırlı değil. Eğitim sisteminde İslamcı müfredattan, iktidardan güç alıp Atatürk’e hakaret edenlerin sayısının artmasına, Milli Savunma Üniversitesi’nin İslamcıların orduya giriş kapısı olarak tasarlanmasından, iktidarın işi orduda türbanı serbest bırakmaya vardırmasına kadar TSK ile çok sayıda gerilim başlığı varlığını sürdürüyor. Bunlar ciddi bir kırılmaya yol açmış değilse de Erdoğan’ın İslamcı tabana verdiği her mesajın, gerilimleri arttırdığı da gözle görünür bir gerçek.

    AKP içindeki çatlaklar

    AKP içindeki çatlaklar ve gerilimler de hiç azımsanmayacak cinsten. AKP’nin iki kalesi İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri ardı ardına depremlerle sarsılıyor. İstanbul’da Kadir Topbaş istifa etti. Temmuz ayından başlayarak Kadir Topbaş’a adeta mobbing (psikolojik yıldırma) uygulandığı, Erdoğan’ın yönlendirdiği Göksel Gümüşdağ ve Ahmet Selamet’in kararları imzalamayarak bu baskıyı arttırdığı konuşuluyordu. En son Belediye Meclisi’nden Topbaş’ın iradesi hilafına geçirilen imar planları bardağı taşırdı. Topbaş istifa etti. “Partimden ayrılmadım” vurgusu yapsa da kendisine Davutoğlu muamelesi yapıldığı ve fiilen Erdoğan tarafından tazminatsız işten çıkarılmış olduğu herkesin malumu.

    Ankara’da da çanlar Melih Gökçek için çalıyor. Ankara Ticaret Odası’nın başına oğlu Osman’ı geçirmeye çalışan Melih Gökçek ilk seçimi kaybetmiş, sonrasında paravan şirketler kurup kendine oy devşirmeye çalışınca da Erdoğan’ın son altı ayda kurulmuş şirketlerin oy hakkını kaldıran KHK’sı ile karşılaşmıştı. Daha önce Osman’a karşı yedi düvel birleşti diyen Melih Gökçek, böylece o düvelin içinde Erdoğan’ın da olduğunu görmüş oldu. Melih Gökçek’in, Topbaş’ın akıbetine uğrayıp uğramayacağını elbette ki zaman gösterecek.

    Metal yorgunluğu yok, Gül kokulu muhalefet var

    Metal yorgunluğu tartışması ise bitmek bilmiyor. Erdoğan, AKP genel başkanı olduktan sonra referandumda pek de istekli olmayan kesimleri “metal yorgunluğu” söylemiyle hedef almış ve istifalarını istemişti. Üzerine alınan olmadı. Çünkü AKP’de metal yorgunluğu yok, giderek kendini daha çok gösteren bir muhalefet var. Bu muhalefetin ekseni Ahmet Davutoğlu’ndan Abdullah Gül’e uzanıyor.

    Kamuoyunda genel beklenti bu isimlerin, özellikle de Abdullah Gül’ün yeni parti çıkışı yapması. Bu beklenti bir türlü karşılanmış değil. Zira Abdullah Gül’ün tercihi ya da ona emperyalizm tarafından biçilen misyon yeni parti kurması değil, günü ve zamanı geldiğinde AKP’yi bölmesi. Bunun için de kamuoyu önünde açıkça Erdoğan’la ve AKP’yle ters düşmekten kaçınan bir Abdullah Gül profili var. Yine de çizgisini uygun kanallarla belli ediyor.

    Kendisine yakınlığı ile bilinen Fehmi Koru, Gül’ün referandumda “hayır”ı desteklediğini ima eden yazılar yazmıştı. Son dönemde ise Gül, sosyal medyadan yumuşak tonda ama eleştirel bir üslupla iki konuda açıklama yaptı. İlkinde TEOG vesilesiyle tek adam yönetimini, Barzani konusunda ise esas olarak Kürt sorunu politikasını değil ABD, AB ve İsrail’den uzaklaşan dış politikayı eleştirdi.

    Bu iki eksen Gül’ü, parti içinde Davutoğlu ile, parti dışında ise Kılıçdaroğlu-Akşener ekseninde konsolide olan Amerikan muhalefeti ile buluşturuyor. Abdullah Gül’ün son günlerde sessiz sedasız Suudi Arabistan’a (Katar krizi dolayısıyla bu ülkenin Erdoğan’la arasının en açık olduğu bu dönemde!) gitmesi, ardından Gül’ün, cumhurbaşkanı adaylığı için Batı emperyalizminin İslamcı Kemal Dervişi Ali Babacan’ı desteklediğinin konuşulmaya başlaması hiç de tesadüf değil.

    Sıfır Ahmet Paşa intikam peşinde

    Komşularla sıfır sorun sloganıyla yola çıkıp Türkiye’nin sorun yaşamadığı tek bir komşu ülke bırakmayan Ahmet Davutoğlu’na, tarihteki Yedi Sekiz Hasan Paşa’ya ithâfen Sıfır Ahmet Paşa ismini takmıştık. Davutoğlu’nun başarısız dış politikası onu koltuğundan eden önemli faktörlerden biriydi. Nitekim kendisi tazminatsız şekilde işten çıkarıldıktan sonra dış politikada Rusya, İran ve Suriye ile normalleşmeyi hedefleyen önemli değişiklikler yapıldı. Rusya ile ilişkiler düzeldi; Esed yeniden Esad oldu; hatta son olarak Erdoğan “Esad’la görüşmek gibi bir gündemim yok” demek zorunda kaldı. Suriye ve Irak’ta İran ile koordinasyon içinde hareket etmeye önem veriliyor.

    Ne var ki yeni dış politika da sıfır noktasını geçebilmiş değil. Fırat Kalkanı, TSK’yı bir süre hem fiilen hem de Kürt koridorunu önlüyoruz edebiyatı ile siyaseten Ankara’dan uzak tutma işine yaradı. Ancak operasyon El Bab’ta kalakalıp ABD, Rakka operasyonunda ve genel olarak Suriye’de Erdoğan’ın “terörist” dediği PYD ile yürümeyi seçince, kalkanın da miadı doldu. Şimdi Erdoğan TSK’yı İdlib için Kilis ve Reyhanlı’da, Kerkük için de Habur’da toplamış durumda. Ne var ki iki tarafta da tünelin ucu görünmüyor. TSK, Erdoğan’dan NATO ve ABD’ye karşı pazarlık gücünü arttırmasını istemişti, ondan kopmayı değil. Keza Avrupa Birliği’nden uzaklaşmak da Türkiye hâkim sınıfları için bir başarı değil hezimet tablosu.

    Zarrab davası ile ipleri Trump’ın eline veren, Almanya’nın ekonomik ve siyasi hamleleriyle sıkışan, Rusya ve İran’a yüzünü döndüğünde ise karşısında sıcak müttefikler değil güvensiz ve soğuk muhataplar bulan Erdoğan’ın dış politika notunun Davutoğlu’ndan hiç de iyi olduğu söylenemez. Bu yüzden Davutoğlu’nu bitiren “dış politika batağa saplandı” propagandası şimdi hocacı Karar gazetesi sayfalarından başlayıp tüm medyaya yayılarak yükseliyor. Üstelik bu propaganda “inisiyatifi İran’a kaptırıyoruz” yaygarası ile İslamcı mezhepçi çevrelerde de Erdoğan çizgisine karşı ciddi bir etki uyandırmakta.

    Emperyalizm yıkarsa altında kalırız, emekçiler yenerse hürriyete varırız!

    Tablo istibdad cephesinin çatır çatır çatırdamakta olduğunu gösteriyor. Amerikan muhalefeti Kılıçdaroğlu ile soldan, Akşener’le sağdan atağa geçiyor. Davutoğlu ve Gül ile AKP’nin içine uzanıyor. Erdoğan’ın her yeni işten çıkartması, bu alanda biriken insan sayısını arttırıyor. Kılıçdaroğlu’na sosyalist solu, İslamcı-Barzanici AKP’lilere de Kürt hareketini Amerikan muhalefetine yedekleme görevi verilmiş.

    ABD ve AB emperyalizmi de ipleri daha sıkı tutuyor. Bu iplerin gerilmesi Erdoğan ve AKP’nin hiç de istediği bir şey değil. Çünkü onlar anti-emperyalist değiller; emperyalizmle pazarlık etmeye çalışıyorlar ve bu durum pazarlıkta ellerinin zayıfladığını gösteriyor. Erdoğan, ABD’ye gittiğinde Trump’tan birkaç övgü dolu söz ve “dostum” hitabını aldı, THY’ye 11 miyar dolarlık uçak alıp geri döndü. Zarrab davasının ateşi sönmüş gibi ama sonuçta dava olduğu yerde duruyor. PYD’ye TIR’larla silah gitmeye devam ediyor. Katar da Suudi-Mısır ambargosu başladığında ABD’den 12 milyar dolara uçak alınca işlerin düzeleceğini zannetmişti. Avrupa’ya gelince, Almanya’nın ekonomik yaptırımları ve siyasi hamleleri de çemberi daraltıyor.

    Erdoğan’ın prestiji dışarıda sarsıntı üzerine sarsıntı yaşıyor. Kendisine hakaret eden İngiliz dışişleri bakanına tablo hediye eden, kendisiyle kamuoyu önünde dalga geçen Fransız lider Macron’la resim çektirmeyi marifet sayan, Can Dündar hakkında kırmızı bülten çıkarılması talebini umursamayan Avrupa’ya, başdanışmanı Şeref Malkoç’un düzenlediği “Uluslararası Ombudsmanlık Konferansı”nda kendini Nobel’e aday gösterterek cevap veren bir yaklaşımdan ne beklenebilir ki? Yazık!

    Bunlar istibdad cephesinin bölünmüşlüğünün, zayıflığının ve sefaletinin göstergeleri. Bunu görenlerin dışarıdan yüklenmesi, AKP içinden Erdoğan sonrasına hesap yapanların iştahının kabarması gayet doğal olacaktır. Ancak her zaman olduğu gibi tuzaklara dikkat etmek gerekiyor. İstibdadın alternatifi Amerikan muhalefeti ve onun girişimleri olamaz. Emperyalizmin istibdadı devirmesi, darbelerden, faşizme uzanan ve her durumda işçi ve emekçileri ezen sonuçlar doğuracaktır. Emekçi halk kırk katırla kırk satır arasında seçim yapmak durumunda değildir. İşçi sınıfı ve emekçiler sermayeden ve emperyalizmden bağımsız bir siyasetle hareket etmelidir. İstibdadın ve gerici alternatiflerinin karşısına Türkiye’yi çöküşten kurtaracak ve yeniden kuracak zincirsiz bir kurucu meclis talebiyle çıkmalıdır. Hürriyete ancak işçi ve emekçiler istibdadı yendiğinde varılabilir.

    Bu yazı Gerçek gazetesinin Ekim 2017 tarihli 97. sayısında yayınlanmıştır.

    http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/istibdad-cephesi-catirdiyor

  64. Stalinizm diye bir şey var mıdır, varsa nedir?
    Vardır. Sovyetler Birliği’nde 1920’lerin ortalarında işçi sınıfı, bürokrasinin karşı-devrimiyle iktidarı kaybetmiş ve böylelikle Ekim Devrimiyle kurulmuş olan işçi sınıfının egemenliği son bulmuştu. Bu karşı-devrimle işçi sınıfının egemenliğinin yerini bürokrasinin egemenliği almıştır. Bu egemenlik işçi sınıfının sömürüsüne ve ezilmesine dayanıyordu. Ancak kapitalizmden de farklı bir egemenlik türüydü. İşte Stalinizm kavramı her şeyden önce bu yeni bürokratik egemenlik sistemini ve bu sistemin kendine özgü ideolojisini anlatmaktadır. Neden Stalin’in adından kaynaklanan bir kavram gerekmiştir? Çünkü bu yeni peyda olan bürokrasinin mutlak lideri ve oluşturulan ideolojinin de başlıca mimarı Stalin’di. Bu yeni olguyu anlatacak kavramın da Stalinizm olmasından daha doğal bir şey olamazdı. Tıpkı Marksizm, Leninizm, Bonapartizm, Bismarkizm, Kemalizm vb. kavramlarında olduğu gibi.

    Stalinizm sorunu bir kişi sorunu mudur?
    Hayır değildir. Stalin olmasaydı Mtalin diye biri olurdu. Önemli olan bir siyasal olgu ve eğilim olarak Stalinizmi doğru anlamak ve mahkûm etmektir. Ama öte yandan bu, kişi olarak Stalin’i es geçmemiz gerektiği anlamına da gelmez. İşçi sınıfının davasına samimiyetle bağlı olan her sosyalist bilmelidir ki, Stalin işçi sınıfının düşmanı karşı-devrimci bürokrasinin en önde gelen elebaşıydı.

    Stalin Lenin’in devamı mıdır?
    Asla! Aksine Stalin Lenin’in karşı-devrimci inkârıdır. Lenin’in temsil ettiği ne kadar devrimci değer varsa Stalin bunların hepsini ayaklar altına almıştır. Biri insanoğlunun yetiştirdiği en katıksız devrimcilerden biri, diğeri ise karşı-devrimcidir. Şüphesiz Stalin daha en başından itibaren bir karşı-devrimci değildi. Ama o zaman da o Stalin değildi. Onu, bildiğimiz Stalin yapan, liderlik ettiği karşı-devrimdir.

    Tek ülkede sosyalizm olabilir mi?
    Olamaz. Çünkü işçi sınıfı dünya ölçeğinde kapitalizmi tasfiye etmeden sosyalizme varılamaz. Stalinist diktatörlüklerin Marksizmi çarpıtarak savundukları “tek ülkede sosyalizm”in kurulabileceği iddiasına gelince, bunun yanıtı bizzat yaşam tarafından verilmiştir. En güçlü pratik kanıt SSCB ve diğerlerinde yaşanan deneyimlerdir. Bu ülkelerdeki egemen bürokrasilerin hepsi tek ülkede sosyalizm anlayışını savunuyor ve kendi ülkelerinde sosyalizmin kurulmuş olduğunu iddia ediyorlardı. Bunların çökmüş olması “tek ülkede sosyalizm”in de olamayacağının tescillenmesidir. Teorik açıdan ise bu zaten çok önceden Marx tarafından ortaya konmuştu. Ve Marksistler ta ki Stalin’e kadar bunu böyle bilmiş, böyle savunmuşlardı. Ancak Stalinist bürokrasinin bir karşı-devrimle iktidara yükselme süreci içinde, bu temel ilke tahrif edilerek tersine çevrildi ve Stalinist komünist partiler aracılığıyla sonraki tüm kuşaklara böyle belletildi.

    Tek ülkede sosyalizm olamaz ise, tek ülkede devrim de mi olamaz?
    Tek ülkede sosyalizm kurulamaz, ama devrim olur, olmuştur da. İkisi aynı şey değildir. Tek tek ülkelerde işçi sınıfı devrimle iktidara yükselebilir, bir işçi sınıfı demokrasisi anlamına gelen kendi egemenliğini kurabilir, ve böylece sosyalizme doğru bir geçiş dönemini başlatabilir. Ancak bu geçiş döneminin tek ülkenin sınırları içinde tamamlanması mümkün değildir. Bunun olabilmesi için diğer ülkelerde de işçi sınıfının devrim yaparak iktidara gelmesi ve sürecin dünya çapına yayılması gerekir. İşte ancak o zaman sosyalizme varılabilecektir.

    Dünya devrimi ve tek ülkede sosyalizm anlayışı birbiriyle bağdaşır mı?
    Bağdaşmaz. Bunu anlamak zor değildir. Zira eğer sosyalist toplum tek bir ülkenin sınırları içinde kurulabiliyorsa, ne diye bir dünya devrimine ihtiyaç duyalım. Dünya devrimini isteyen tek ülkede sosyalizmi isteyemez, ya da tersi. Tek ülkede sosyalizmin olabileceğini savunan kişinin, dünya devriminden söz etmesi inandırıcı olmaz. Dünya devrimi nesnel ve gerçek bir olanaktır, tek ülkede sosyalizm ise gerçekleşmesi asla mümkün olmayan gerici bir ütopya.

    Devrim tüm dünyada “aynı anda” mı olacak?
    Eğer bu “aynı anda” kavramından tarihsel ölçekte bir eşzamanlılık değil de, gündelik yaşamda alışıldığı anlamda bir zamandaşlık anlaşılırsa, böyle bir şeyin gerçekleşme olasılığı elbette yoktur. Ancak işçi devriminin yaşayabilmesi, yani yayılabilmesi için ayrı ayrı ülkelerdeki devrimlerin az çok süreklilik arzeden bir süreç içinde gerçekleşmesi gerekir. Kaldı ki bu nesnel açıdan da güçlü olan olasılıktır, zira dünya kapitalist sistemi bunun için gereken maddi zemini döşemiş bulunmaktadır. Eğer tek tek ülkelerdeki devrimler arasına çok uzun fasılalar girer, süreçte büyük kopukluklar olursa, o zaman bu ülkelerdeki devrimlerin hayatta kalması giderek imkânsızlaşır.

    Proletarya diktatörlüğü sosyalizmle aynı şey midir?
    Hayır değildir. Proletarya diktatörlüğü kapitalizmle sosyalizm arasında uzanan geçiş döneminin siyasal biçimini ifade eder. Proletarya diktatörlüğü ve sosyalizm kavramları çok sık birbirinin yerine kullanıldığı için ne yazık ki bir karışıklık doğmuştur. Doğrusu şu ki, kapitalizmden sosyalizme, sınıfların ve devletin sönerek yok olduğu bir proletarya diktatörlüğü sürecinden geçilerek varılır. Sosyalizme vardığımızda artık işçi sınıfının kendisi de dahil olmak üzere sınıflar ve devlet sönümlenmiştir.

    İşçi sınıfı iktidarında partiler ne olacak? Tek parti iktidarı mı olacak?
    Proletarya diktatörlüğü döneminde iktidar işçi sınıfına aittir ve iktidar organları da işçi sovyetleridir. Ancak elbette işçi sınıfının ve diğer emekçi sınıfların, çeşitli bilinç düzeylerini ifade eden farklı siyasal partileri vardır. İşçi sınıfının değişik tabakaları, bu siyasal partiler aracılığıyla iktidar organları olan işçi sovyetleri içinde kendi programlarının hayata geçmesi için çalışacak ve bu uğurda geniş işçi kesimlerinden görev isteyeceklerdir. İşçi sınıfı iktidarına ve sovyet sisteminin özüne karşı doğrudan yıkıcı faaliyet içinde olmayan tüm siyasal akımlar ve partiler doğal olarak bu sovyetler içinde varolma hakkına sahip olacaklardır. Şüphesiz kimlerin bu sovyetlerde varolma hakkına sahip olacağına işçiler karar vereceklerdir. Kural olarak yukarıda belirtilen temel şartlara uyan her parti ve akımın sovyetlerde varolması doğaldır. Kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde nasıl ki sınıflar ve devlet bir biçimiyle (sönümlenerek) varolmaya devam edecekse partilerin de ancak bu biçimde varolmaya devam edeceği açıktır.

    “Emperyalizme göbekten bağımlı olmak” ne demektir?
    Emperyalizm çağında hiçbir ulus-devlet ekonomik ilişkiler bağlamında diğer ulus-devletlerden yalıtık ve bağımsız değildir. Dünya kapitalist sistemine entegre olmayan bir kapitalist ülke yaşayamaz. Bu nedenle siyasal bağımsızlığını kazanmış bir ülkenin, emperyalist metropollerden ekonomik ve mali bakımdan da bağımsızlaşması son tahlilde mümkün değildir. Emperyalizmden tam bağımsızlık diye bir şey, ancak kapitalist ilişkilerin tasfiyesiyle mümkündür. Aslında en güçlü emperyalist ekonomiler bile dünya pazarından ve diğer ülkelerden bağımsız durumda değildirler. Tüm “ulusal” ekonomiler birbirleriyle tek yanlı değil, karşılıklı bir bağımlılık ilişkisi içerisindedirler. Fakat şüphesiz bu bağımlılığın derecesi eşit değildir, çeşitli ülkeler için farklılıklar barındırır. Bu bakımdan, ekonomisi zayıf olan ve ancak emperyalist ülkelere devasa miktarlarda borçlanarak yaşayan kapitalist ülkelerin durumuyla, güçlü kapitalist ülkelerin durumu ayırdedilebilir; birincilerin ikinciler karşısındaki eşitsiz konumu bazı sıfatlar aracılığıyla da vurgulanabilir. Ancak emperyalist-kapitalist sistem her zaman bu tür bir eşitsizliği üretir ve bu sistemin dışında eşitlik ya da bağımsızlık temelinde işleyen bir kapitalizm olamaz.

    Amerikan emperyalizmi “kağıttan kaplan” mı?
    Özellikle, dünyada Stalinizmin egemenliğinin fiilen hüküm sürdüğü dönemlerde “emperyalizm kâğıttan kaplandır” ibaresi pek meşhurdu. Emperyalizmi sömürgeci bir dış politikaya indirgeyen bu yanlış anlayışlar, düşmanı olduğundan daha zayıf göstererek olsa olsa harekete geçirdikleri geniş halk yığınlarını aldatmış oldular. Özellikle Çin devriminden sonra Mao’nun bu deyişi büyük rağbet gördü. Emperyalizm askeri olarak kolayca yenilgiye uğratılabilir görülmekle kalınmadı, emperyalist güçleri şu ya da bu ülkede askeri açıdan yenilgiye uğratmak emperyalizme indirilmiş büyük darbeler olarak yüceltildi. Ardından da bu askeri halk savaşı stratejileri her ülke için geçerli sayıldı. Artık tüm geri ülkeler bu yoldan emperyalizme darbe vurabilecek ve emperyalizm böylelikle kolayca yıkılabilecekti. Ama özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısında görüldü ki, sömürge ülkelerin ulusal kurtuluşlarını gerçekleştirmeleri, hiç de emperyalizmin zayıflaması anlamına gelmiyordu. Hatta tersine, 20.yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran ulusal kurtuluş hareketlerine rağmen, emperyalist dünya sistemi tam da aynı dönemde en büyük ekonomik genişleme dönemini yaşadı. Ortadoğu’da olsun ya da diğer bölgelerde olsun, ABD emperyalizminin ve diğer emperyalist güçlerin yayılmacı emellerini bozguna uğratabilecek yegâne güç, işçi sınıfı öncülüğündeki örgütlü devrimci mücadeledir. Ortadoğu’yu ya da dünyanın bir başka bölgesini büyük emperyalist güçler için gerçekten bataklığa dönüştürebilmenin başka bir yolu bulunmuyor.

    Marksist Tutum
    http://marksist.net/sikca_sorulan_sorular

  65. Vay DIP Gercek cevreside ulusalci olmus Pyd ye saydirmis.

  66. DSIP in yazdiklari ve yaptiklari (cihadistlere destek, Suriye muhalefetiyle toplantilar vs) DIP-Gercek cevresi gibi Troçkistlerin mevcut oldugunu görmek, rahatlatiyor insani.

  67. İdlib harekatı başladı: Tünelin sonunda ışık yok

    Gerçek
    Ekim 7, 2017

    Gece yarısından itibaren (6-7 Ekim) Reyhanlı’dan İdlib’e giren TSK destekli silahlı gruplar sabah saatlerinden itibaren çatışmalara girmeye başladı. Erdoğan, AKP’nin Afyonkarahisar kampında yaptığı “bugün İdlib’de ciddi bir harekât var ve bu devam edecek” açıklaması ile harekatı kamuoyuna duyurdu. Erdoğan, ayrıca bölgeye sadece ÖSO güçlerinin girdiğini, TSK’nın bölgede bulunmadığını da bildirdi. TSK harekâtın bu aşamasında özellikle İHA’larla istihbarat ve yer yer ateş desteği sunuyor.

    Taşeron ÖSO başarısız olursa er ya da geç TSK devreye girecek

    İdlib operasyonu ile ilgili bir değerlendirmeyi harekat başlamadan önce Gerçek Gazetesi sayfalarından “Çatışma bölgesi İdlib ve yanlış üstüne yanlışlar” başlıklı yazı ile (http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/catisma-bolgesi-idlib-ve-yanlis-…) yapmıştık. İlk gelişmeler bu yazıda ifade edilen her şeyi doğrular biçimde hayata geçmekte. Harekâtın erken aşamasında TSK’nın geri planda durma gayreti sahada yer alan büyük risklerin bir sonucu. TSK, taşeron ÖSO güçlerine istihbarat ve uzaktan ateş desteği sağlayarak ne kadar ilerleme kaydedilebileceğini görmek istiyor. Daha önce bu konuda başarısız olan ve Türkiye sınırını tamamen HTŞ’ye kaptıran ÖSO’nun geçen zaman içinde TSK desteği ile imkan ve kabiliyetlerini ne ölçüde geliştirmiş oldukları zaman içinde görülecektir.

    TSK için en iyimser senaryo ÖSO’nun girdiği çatışmalarda mevzi elde ettikçe TSK’nın arkadan gelmesi ve doğrudan çatışmalarda yer almadan desteğini İdlib içine kadar adım adım sürdürmesi. Öte yandan Fırat Kalkanı operasyonunun da benzer bir planlama ile başladığını ancak harekat ilerledikçe durumun değiştiğini unutmamak gerekiyor. Özellikle El Bab’ta taşeron ÖSO güçlerinin ön cepheden kaçtığı ve TSK güçlerinin DAİŞ’le cephe cepheye geldiği ve önemli asker kayıplarının yanında bazı tankların ve zırhlı araçların DAİŞ çetelerine kaptırıldığı da biliniyor.

    El Bab’ta birkaç bin DAİŞ militanına karşı İdlib’te en az 20 bin HTŞ militanının varlığı şüphesiz ki riskleri arttıran ve TSK’yı daha temkinli olmaya iten bir unsur. Diğer yandan Fırat Kalkanı’nda PYD’nin El Bab üzerinde baskı kurması ve Afrin’le Mınbiç’i burası üzerinden birleştirme planları TSK’yı daha hızlı hareket etmeye sevk etmişti. İdlib’de benzer bir baskının olmaması ise TSK açısından bir avantajmış gibi gözüküyor.

    Siyasi riskler daha büyük

    Öte yandan İdlib’teki esas risk HTŞ’nin militan sayısından ya da ÖSO’nun kapasitesinin yetersizliğinden ileri gelmiyor. Harekâtın siyasi boyutu askeri boyutunun kaderini belirleyecek ölçüde önemli hale gelebilir. Bu unsuru daha önceki yazımızda şöyle ifade etmiştik: “2011 yılından beri AKP iktidarının izlediği yanlış Suriye politikası dolayısıyla bölgedeki silahlı çeteler fazlasıyla semirmiş durumda. Halep düşerken Türkiye’nin Rusya ile anlaştığını ve düşük profilli bir tutum aldığını düşünen bu gruplarda, Türkiye’ye karşı ciddi bir tepki de söz konusu. HTŞ, bu tepkiyi TSK askerini işgalci olarak niteleyerek milliyetçi temelde yaygınlaştırmak isteyecektir. Yani bölge yoğun bir çatışma ortamı vaat ediyor.”

    Bu satırlarda yazdığı gibi TSK bölgede işgalci bir konumda gözükmeye başlarsa o takdirde HTŞ’nin militan gücü siyaseten konsolide olup kendine halk desteği bulacağı gibi taşeron ÖSO güçlerinde de dağılmalar gerçekleşebilir. Bu yüzden TSK sadece askeri değil siyasi saiklerle de harekâtın ilk etabında geride durmayı tercih ediyor. Bu doğrultuda, ÖSO cephesinden hem Türkiye hem de ABD’den destek alan önemli bir askeri güce kavuşan Liva El Mutasım grubundan “harekatın mızrak başını kendilerinin (ÖSO) oluşturacağını TSK’nın sadece destek vereceğini” belirten bir açıklama gelmesi anlamlı.

    Ne var ki gelişmeler Fırat Kalkanı’nda olduğu gibi er ya da geç TSK’yı ateş hattına çekecektir. ÖSO güçleri bir yandan harekatı biz yürütüyoruz vurgusu yapsa da öz güvenleri ve kabiliyetleri zayıftır. Askeri başarı için TSK’ya bel bağlamış görünmektedir. TSK desteğini garanti altına almak ve sürekliliğini sağlamak için de ardı ardına ÖSO saflarından olası bir Afrin operasyonunda da TSK’ya destek vermeye hazır olduklarına dair açıklamalar yükselmektedir.

    Esas hedef Afrin için Rusya’nın icazetini almak

    Erdoğan açıklamasında hedefin Afrin olduğunu bir kez daha belirtmiştir. Zira daha önce de belirttiğimiz gibi Türkiye, İdlib harekâtına Rusya’dan Afrin’e yönelik bir girişime icazet koparmak için de girmektedir. Bilindiği gibi Rusya, ABD ile işbirliği dolayısıyla PYD’ye son dönemde soğuk yaklaşsa da Afrin’de (Tel Rıfat bölgesinde) asker bulunduruyor ve TSK’nın ÖSO ile birlikte bölgeye müdahalesinin önüne geçiyor. Erdoğan ve AKP açısından kritik mesele Afrin’in kilidini açmaktır. Bu harekatın Rusya ile anlaşma içinde gerçekleştiğini Erdoğan açıkça söylemiştir. İdlib’in çevresinin Rusya tarafından kontrol edileceğini ve Esad’la koordinasyonun Rusya üzerinden sağlandığını ifade etmiştir.

    TSK’nın muhtemel çok ciddi kayıplara neden olabilecek böyle bir girişime ikna edilmesinde Afrin hedefinin belirleyici olduğunu daha önce de belirtmiştik. Öyle ki bu operasyonun adının “Fırat Kılıcı” olacağı aylar öncesinden resmen dile getirilmeye başlanmışsa da henüz bu harekâta bir isim konmamıştır ve Erdoğan’da ismin daha sonra konacağını açıklamak durumunda kalmıştır. Bu İdlib harekâtının en azından Türkiye açısından başka planların bir türevi olduğunun sembolik bir göstergesidir. İdlib’te Rusya ile varılan anlaşmanın Afrin’i de kapsayıp kapsamadığını ve gidişata göre Rusya’nın tavrının ne olacağını ise zaman gösterecektir.

    Yanlışı yanlışla kapatmak felaketlerin kapısını açar

    Türkiye’nin İdlib harekatı ile içine girdiği bölgenin, bugünkü hale gelmesinde AKP’nin ABD ile koordineli şekilde yürüttüğü yanlış Suriye politikasının etkili olduğunu unutmamak gerekir. Bugün HTŞ 20 bin militana sahipse, İdlib’i kontrol ediyorsa, ABD ve Türkiye üzerinden bölgeye aktarılan askeri ve mali desteğin ele geçirilmesiyle bu güce ulaştığını, uzun süre müsamaha gördüğünü, hala daha HTŞ’nin özellikle İdlib’in güneyin Suriye ordusuna karşı giriştiği saldırıların ABD tarafından desteklendiğini (bu saldırılar Suriye ordusunun Deyrezzor’daki ilerlemesini geciktirerek ABD/PYD güçlerine faydalı olmaktadır) en önemlisi de HTŞ’nin bölgede siyasi güç kazanmasına AKP dış politikasına hakim olan mezhepçi siyasetin muazzam bir ortam sunduğunu görmek gerekir. Tüm bu yanlışların üstünü daha büyük yanlışlarla yani ÖSO çeteleri adeta TSK’nın gayri resmi bir kolu haline getirerek ve esas düşman olarak emperyalizm yerine Rojava Kürtlerini belleyerek kapatmaya çalışmak daha büyük felaketlere kapıyı aralamaktadır. Tüm bu yönleriyle İdlib harekâtının bedelini emekçi halkların ödeyeceği açıktır.

    http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/idlib-harekati-basladi-tunelin-sonunda-isik-yok

  68. “pesin soyliyeyim: diiil ayni.”

    Ayni degilse, ‘ayniymis gibi’ muamele etmeniz, bence, dogru/isabetli degil.

  69. “Beni öldürmeye çalışanlara karşı olduğumu söylemek yerine, bunu ‘nefsi müdafaa’ gibi fiyakalı bir kelimeyle süslemek kadar samimidir.”

    ‘Nefsi müdafaa’ hukusal bir terimdir; ve bir kategorinin ismidir.

    Gercek hayatta samimi olmadigi gibi, gercek(ci) de degildir.

    Boyle bir durumda kalmis hic kimse ‘nefsi müdafaa’ gibi satafatli bir terimi hatirlayip durum degerlendirmesi yapip icraate gecmez.

    Olayin sonucunda da ‘o vuracakti, ben vurdum’ der.

    Samimi olani budur.

  70. Kuduz köpek roket adamdan kötüdür

    Gerçek
    Ekim 7, 2017

    Donald Trump, Birleşmiş Milletler kürsüsünden Kuzey Kore’yi “tamamen yok etmek” ile tehdit etti. Gerekçe ise herkesin malumu olduğu üzere Kuzey Kore’nin nükleer testleri ve füze denemeleri…

    Emperyalist güdümlü medyaya ve ondan etkilenen boyalı basına göre Kuzey Kore’nin kendine özgü lideri Kim Jong Un dünya barışı karşısındaki en önemli tehlikeyi oluşturuyor. Durduk yerde hidrojen bombası patlatma deneyi yapıyor, füzelerini test ediyor. Hayır! Hiçbir şey durduk yere olmuyor! Emperyalistlerin dünya çapındaki hırsları uğruna savaşlarda ölmeden önce işçi ve emekçi milyonlar gerçekleri bilmeyi hak ediyor.

    Kuzey Kore tehdit değil, ABD’nin tehdidi altında!

    Kuzey Kore kendini savunmak için nükleer denemeler yapıyor. Evet kendini savunmak için; nükleer gücü olduğunu, isterse San Francisco olmasa bile Alaska’yı, ABD’nin Pasifik üssü Guam adasını vurabileceğini, hiç değilse Asya’daki en büyük ABD üssü olan Japonya’yı hedef alabileceğini gösteriyor. Çünkü ABD’nin Japonya’da 112 üste toplam 40 bin askeri bulunuyormaktadır. ABD’nin 70 zırhlı araç, 140 uçak, 20 bin denizci, 12 nükleer denizaltı ve USS Ronald Reagan nükleer uçak gemisine sahip 7. Filo’sunun karargâhı da Japonya’dadır. Güney Kore, 23 bin 500 askerle ABD’nin en çok asker bulundurduğu üçüncü (ikincisi 35 bin askerle Almanya’dır) ülkedir. Pasifik’te yer alan ve Kuzey Kore başkenti Pyongyang’a 3300 km mesafede olan Guam üssü ise Kuzey Kore’yi vuracak nükleer füzelere ve B-52 ağır bombardıman uçaklarına ev sahipliği yapmaktadır. Tablo açıktır. Kuzey Kore dünya barışı ve insanlık için tehdit değildir. Tam tersine emperyalist tehdit altındaki bir ülkedir.

    Bush’tan Trump’a Kuzey Kore hep hedefte

    Kuzey Kore nükleer güç gösterisi yapmadan barışçıl ve diplomatik yolları da denemiştir. Kuzey Kore 1985’te Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı imzalamıştır. Kendisine nükleer teknolojiyi sağlayan SSCB yıkıldıktan sonra ABD ile 1994’te anlaşma imzalayıp nükleer tesislerini denetime açmıştır. 1998’de bir balistik füze denemesi yaptığında tepki görmüş ama ABD dahil “kaygılıyız” açıklamalarının ardından denemelerine son vermiştir. Dönüm noktası ise 2001 yılıdır. 11 Eylül’den sonra ABD emperyalizmi George W. Bush ile bir sürekli savaş başlatmıştır. ABD ilk adımda Afganistan’ı işgal etmiş ve ardından 2002 yılında Bush meşhur konuşmasını yaparak sıradaki ülkeleri “şer ekseni” olarak tanımlamıştır. Listenin başında Kuzey Kore vardır. Diğerleri ise Irak ve İran’dır.

    Kuzey Kore: “Nükleer gücümü göstermezsem Irak gibi olurum”

    2002 yılı ikinci Körfez savaşının başladığı ve ABD tarafından Irak’ın işgal edildiği yıldır. Irak işgalinin gerekçesi Saddam Hüseyin’in güya elinde olan kitle imha silahlarıdır. Oysa işgalden sonra da görülmüştür ki Irak’ın tek bir kitle imha silahı dahi yoktur. Ancak yalanının ortaya çıkması emperyalizmi durdurmamış Bush pişkince işgali sürdürmüş ve Irak’ı kan banyosuna çevirmiştir.

    Kuzey Kore bunu gördükten sonra nükleer silah sahibi olmayışının emperyalist saldırıyı durdurmadığını apaçık görmüştür. Önce bir nükleer program yürüttüğünü gayri resmi olarak kabul etmiş, ardından da resmen nükleer bombaya sahip olduğunu duyurarak 1985’te imzaladığı anlaşmadan çekildiğini açıklamıştır. Tarih önemli: 2003! Yani Bush, Kuzey Kore’yi kara listeye alıp, listedeki diğer ülke olan Irak’ı işgal ettikten sonra.

    Şimdi 2017’de Kuzey Kore, nükleer güç gösterisini hızlandırmıştır. Roketler Kuzey Kore lideri Kim Jong Un’un özel hobisi olduğu için değil, ABD emperyalizmi Pasifik’te devasa bir askeri yığınak başlattığı ve Donald Trump’ın Birleşmiş Milletler kürsüsünden itiraf ettiği gibi eğer isteklerine boyun eğmezse Kuzey Kore’yi tamamen yok etmekten çekinmeyeceği için… ABD’nin dünyada bir ülkeye atom bombası atıp bunun hesabını da vermemiş tek ülke olduğunu bildiği için…

    Kuduz köpek saldırıyor

    Kim Jong Un’a diktatör, tek adam vb. denebilir, yozlaşmış rejiminin sosyalizmle de ilgisi yoktur ama Trump’ın kendisi ve onlarca Amerikan uşağı emir, şeyh, kral ve diktatör dururken onun karikatürleştirilmesinin altındaki kötü niyeti görmek gerekir. Trump, “roket adam” lakabını taktığı Kim Jong Un’u Amerikan filmlerinde elinin altındaki kırmızı düğmeye her an basacak çılgın adam tiplemesiyle dünyaya sunmaya çalışıyor. Oysa esas Donald Trump, “kuduz köpek” lakaplı Generali James Mattis’le birlikte Ortadoğu’dan Pasifik’e tüm dünyayı kanlı bir geleceğe doğru sürüklüyor.

    Bu yazı Gerçek gazetesinin Ekim 2017 tarihli 97. sayısında yayınlanmıştır.

    http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/kuduz-kopek-roket-adamdan-kotudur

  71. Saddam 1
    Kaddafi 2
    “Esed” 2.5
    Kim’in (bu durumda 3.5 değil) 3 olması başkaları için de iyi olmayacak. Üstelik 2.5 “Esed”den çok daha kötü şekilde.

  72. Garbis Altınoğlu Stalinist rejimle ilgili gerçekleri bilmek istemiyor:
    https://www.youtube.com/watch?v=ANS9sSJA9Yc

  73. Tarih nehrinin bir Stalin = Rus ve Mao = Çin seddi [bir Muaviye / Yezid = Emevi seddi] ile durdurulmak bilmez akışı, geriye, “titreyip dönülecek” bir yer = Lenin / Troçki [Ali / Hüseyin] bırakmıyor.

  74. http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/10/cumhuriyetin-yaynlamadg-rop.html

    Cum – Türkiye’de bir kesim, ‘başımıza ne geldiyse yetmez ama evetçiler yüzünden geldi’ diyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
    SN – İdrak ve ahlak yokluğu diyorum. Türkiye’nin başına gelen felaketin asıl yaratıcısı “vatan-millet-bayrak” kisvesine bürünmüş, aşırı güçlü, çağdışı bir diktatoryal yapıydı. Şimdiki rejim o yapıyı kırmaya çalıştı, başaramadı, yüzüne gözüne bulaştırdı, eskisinden beter bir kaosa yol açtı. Bu olguyu bahane edip eski düzen savunuculuğu yapmak ya da eski düzenin muhaliflerini hedef göstermek en hafif tabiriyle aymazlıktır. Bir sonraki zorbalık dalgasına kılıf hazırlıyorlar şimdiden.
    Kaldı ki, “yetmez ama evet”çilerin siyasi ağırlığı neydi? Elli bin oyları var mıydı sizce 2010 referandumunda?
    Cum – Türkiye’deki aklı başında olan herkesin ya kaçtığını ya da kaçmaya yol aradığını yazmıştınız, bunun sonu nereye varacak ?
    SN – TC devleti Türk toplumunu yiyip bitiren bir kanserdir. Bugün gelinen noktada toplumu makul ölçüler içinde yönetebilme kabiliyetini kaybetmiş görünüyor. Yakın gelecekte toparlanabileceğini sanmıyorum. Ameliyat lazımdır. Mesele bir şahıs meselesi değil bence, çok daha derin ve büyük bir problemin o vesileyle yüze yansımasıdır. Devlet çürümüştür. Sanırım bundan yüz yıl önce olduğundan daha beter çürümüştür. Nasıl gene ayağa kaldırılabilir hiçbir fikrim yok. Kaldırılması iyi midir, ondan da emin değilim.

    […]

    Cum – Nasıl bir Türkiye’ye dönmek isterdiniz?
    SN – Atatürkistlerle İslamistlerin müzelerde sevimli bir tuhaflık olarak teşhir edildiği bir Türkiye’ye.

  75. Batı tek dişi kalmış canavar mı, yoksa bu bir züğürt tesellisi mi?
    http://www.derindusunce.org/2008/10/23/bati-tek-disi-kalmis-canavar-mi-yoksa-bu-bir-zugurt-tesellisi-mi/

    Batı zalimmiş, Batı adaletsizmiş, Batı bencilmiş, şöyleymiş böyleymiş, bunlar züğürt tesellisi. İnsanoğlu zalimdir. Gücü yeterse daha zalimdir. Batı zalim olduğu için güçlü değil, güçlü olduğu için daha rahat zulmedecek lükse sahip. Doğunun farkı daha az zalim olması değil, marjinal bazı alanlar dışında son 300-500 senedir Batıdan daha güçsüz olması. Gücün kadar zulmedersin.

    Amerikalılar Irak’ı yakmış: Sanki Türkler yirmibeş senedir Güneydoğu’da başka şey yapıyorlar. Ya da 1870’lerde Bulgaristan’da, 1840’larda Lazistan’da, 1820’lerde Yunanistan’da, 1770’lerde Podolya ile Ukrayna’da başka şey yaptılar. Kuzey Kıbrıs’ın Rumları da 1974’te Türklerin imajı bozulsun diye evlerini barklarını bırakıp kaçtılar. (1915’i hiç saymıyorum, malum onu Türkler yapmadı, Durkheim’le August Comte yaptı.)

    Bizimki züğürt tesellisi

    Ya zavallı Kızılderililer? İslam egemenliği altında adalet ve huzur içinde yaşayan Süryaniler, Mısır Hıristiyanları, yahut Anadolu Rumları veya Fas Yahudileri ya da Darfur yerlileri kadar şanslı değillerdi herhalde! Kara Afrika’da da Avrupalılar gelmeden önce Araplar zaten bin sene boyunca köle ticareti yapmıyordu da, mesleğin püf noktalarını beyaz adama onlar öğretmediler. İslam’ın adaletine, faziletine, vs. gelince hatırlatmak gerek ki İslam, Hıristiyanlarla (yahut Yahudilerle) kıyaslanamaz, elma ile armut olur. İslam belki Hıristiyanlıkla (yahut Yahudilikle) kıyaslanabilir. Hıristiyanlar filan da ancak Müslümanlarla kıyaslanabilir. Hangi tarafın bu kıyaslamadan avantajlı çıkacağından emin değilim.

    ‘Kanun, mevzuat ve yönetmelikle’ dayatılan ve sahte bir Batı’yı tanık göstererek meşrulaştırılan zorbalık düzenine karşı ayakta durma gücünü, manevi direnci, 1400 küsur senedir değişmediği için çok sağlammış gibi görünen bir kaynaktan türetiyorlar. Buradan bakıldığında İslam’ın ‘dışında’ olan her şey ister istemez bir vicdansızlık alemi olarak görünecektir. Öyle görünmek zorundadır. Aklın ve vicdanın yegáne dayanağı 1400 küsur yıl önce zaptedilmiş olan vahiyse, o vahyi tanımayan akılsız ve vicdansızdır, değil mi? Bakınız Filistin, Irak, zavallı Kızılderililer. İşte, belli!

  76. Kuzey Kore Stalinisttir Amerika Stalinist degildir bu gercegi unutturmamak lazim.:)

  77. “Roket Adam”dan bahsetmişken;

    Kadın adayın ‘roket’ isyanı

    80 milyonluk ülkenin yarısından fazlası okuma-yazma bilmediği için Yüksek Seçim Komisyonu her parti veya bağımsız adaya rastgele bir ‘sembol’ veriyor. Ancak milletvekili adayı eski aktris Hind Akif, kendisine “roket” simgesi verilince isyan etti. Çünkü ‘roket’ Mısır argosunda ‘hafifmeşrep kadın’ manasına kullanılıyor. Bir erkek adaya ‘kadın elbisesi’, Muhafazakar Parti’ye ise ‘tank’ simgesi verilmesi diğer ‘trajikomik’ rastlantılar oldu. Parti ve bağımsız adaylara 250 amblem dağıtıldı. Favori olan Hürriyet ve Adalet Partisi’nin simgesiyse terazi.

    http://www.hurriyet.com.tr/turkiye-de-zina-ve-escinsellik-var-19347865

    Linkteki asıl habere (Müslüman Kardeşler Grubu’nun sözcüsü, “Türkiye’de zina ve eşcinsellik olduğu için Türk modelini istemediklerini” söyledi) ekşi’de yapılan bir yorum;

    türkiye’de zina ve eşcinsellik var

    ” so what ? ” kalıbı ile cevap verilmesi gereken açıklama.

    https://eksisozluk.com/entry/26342470

  78. atatürk vs kim jong-il

    biri monarşiyi değil parlamenter monarşi’yi yıkmış, 1 mayıs’ı yasaklamış, dönemindeki sol görüşlü partilerin ve yayınların hepsini kapatmıştır. (bkz: http://tr.wikipedia.org/…ki_siyasi_partiler_listesi) (bkz: takrir-i sükun kanunu)

    tanım: tarih bilmeyen resmi tarihçilerin yapabileceklerini zannetiği karşılaştırma.
    https://eksisozluk.com/entry/32156547

    Osmanlı İmparatorluğu’ndaki siyasi partiler listesi
    https://tr.wikipedia.org/wiki/Osmanl%C4%B1_%C4%B0mparatorlu%C4%9Fu'ndaki_siyasi_partiler_listesi

  79. eyvah sözlükculer gelmis yandik

  80. İlker Başbuğ’dan vize kararı yorumu: Protesto ediyorum
    Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Ankara-Washington hattındaki vize krizini değerlendirirken vizesi olmasına rağmen davet edildiği 29 Ekim resepsiyonuna katılmayacağını, ABD’nin kararını protesto ettiğini söyledi.
    CNN Türk’te Ahmet Hakan’ın sorularını yanıtlayan Başbuğ, ABD’nin Türk vatandaşlarına yönelik vizeleri askıya almasını ‘orantısız bir tepki’ olarak değerlendirdi ve Washington’un şimdiye kadar böyle bir tepki vermediğini kaydetti.
    Başbuğ, “ABD hükümeti aldığı vize kararı ile direk Türk Milletini hedef almıştır. Bu karar kabul edilemez” diye konuştu.

  81. Bizimki, yanılmışızlarla, kandırılmışızlarla bir şeyleri düzeltiyor, düzeltiyor…
    Ne notası, müzik notası mı ya… derken; şimdi süper güce kafa tutuyor.
    Eeey Rusya! derken, şimdi, başlarım Amerikanya’ya! diyor.
    Fetö’lerle ittifaktı; şimdi, Perinçek hizasında.
    Ne Arınç ne Davudof ne Gökçek de diyor.
    Yahu, ne güzel bir adam oldu bu!
    Kandırılıyor muyuz,yoksa üç kaat mı?
    Gün Abi, kafam basmadı.
    Ne diyorsun?

  82. Hetler de ABD’ye kafa tutmuştu: Her anti-amirakan görünene yüz vermeyin derim.

  83. Akıt gözünden yaşı
    Gör kimdir işleyen işi
    Kul olur ise bir kişi
    Bu mülke sultân olur mu?

  84. “Hitler de ABD’ye kafa tutmuştu”

    Pek de verimli bir kaynaktir bu Hitler…

    Istendiginde maymun, istendiginde maymuncuk, ya da muz yerine gecebilir.

    Bu yuzden, ismi galiba sonsuza kadar yasayacak –muarizlari sayesinde.

    Orasi oyle de, Hitler’in ABD’ye kafa tuttugu iddiasinin alti pek e dolu degil sanki..

    Hitler, Britanya Imparatorlugu ve Fransa’ya kafa tuttugu ve bunlarla kapistigi dogrudur, da, bunlarin arasinda ABD yoktur.

    Taa Pearl Harbour komplosuna kadar da olmamistir.

    Dahasi, o gunlere kadar ABD ile Almanya arasinda hayli yogun ticari/askeri isbirlikleri vardir.

    Ayrica, ABD’de (o tarihlerde) ikinci en buyuk azinligin Almanlar oldugunu da dikkate alirsak, ABD’nin Almanya’ya ‘kafa tutmasi’ cok da akillica olmazdi.

    Pearl Harbour komplosu sonrasinda ise, ABD, Britanya Imparatorlugu ile beraber savasa girmis oldugu icin, Almanya’ya da savas ilan etmistir.

    Dolayisi ile, ‘kafa tutan’ Almanya’degil, ABD idi.

    Tarihi ortasindan okumak bazilarin isine gelse de, bilgisine saygi duyulan bir figur olmak bakimindan sorunlu sonuclara yol acabilir.

  85. (Boşlukları başka şekillerde de doldurabilirsiniz.)

    ……’in …’ye kafa tuttuğu iddiasının altı pek de dolu değil sanki..

    ……, …….. …………. ve ……’ya kafa tuttuğu ve bunlarla kapıştığı doğrudur, da, bunların arasında … yoktur.

    Taa ….. ……. komplosuna kadar da olmamıştır.

  86. “Boşlukları başka şekillerde de doldurabilirsiniz.”

    Verdiginiz ornekte oldugu uzere, bosluklar yaratarak mi?

  87. Hitler hep bariscidir.herzaman baristan yana olmustur.onlar hep saldirmistir.hitler hep iyi seyler vaadetmistir.
    Churchill kan,Aci,savas demistir hep..
    Kopek bile anlamisti hitlerin ne yapmak istedigini..80 yildan sonrada anlamayanlar var bizde..
    Ilkkez birini duydum turkiyede hitleri savunan..

  88. http://marksist.net/ilkay-meric/las-vegas-katliami-ve-kapitalist-toplumun-cinneti.htm

    “Gerek seri cinayetlerde gerekse bu tür katliamlarda bu ülkenin başı çekmesi aslında hiç de şaşırtıcı değildir. Zira dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkesi olan ABD aynı zamanda en derin sosyal çelişkileri de içinde barındıran bir ülke.”

    “Çürüyen kapitalizm, sadece ekonomik alanı değil, tüm toplumsal hayatı, insani değer yargılarını cenderesi altına alıp bozarken, toplumsal ölçekte bir ruhsal krize de yol açıyor. Yapılan çalışmalar, Amerikan halkının (üçte biri kaygı bozukluğu, beşte birinden biraz fazlası ise depresyon, bipolar bozukluk, şizofreni ya da diğer ciddi ruhsal durum bozukları olmak üzere) yaklaşık yarısının çeşitli düzeylerde psikolojik rahatsızlıklardan muzdarip olduğunu göstermektedir. Bu sonucu üreten elbette Amerikan halkının bozuk genleri değil, içinde yaşadıkları sistemin yapısal sorunlarıdır.
    ABD, bencilliği ve bireyciliği pompalayan, insanları kayıtsızlığa ve toplumsal sorunlara değil kişisel meselelerine odaklanmaya yönlendiren burjuva ideolojisinin topluma en güçlü şekilde zerk edildiği ülke olagelmiştir. Neoliberalizmin damgasını vurduğu 80’li yıllardan itibaren ise söz konusu yönleri her zamankinden fazla öne çıkarılan bu ideoloji tüm akademiyi, medyayı, yazın ve sanat alanını işgal etmiştir.”

    “Burjuvazi, başarıyı da, başarısızlığı da, ruhsal problemleri de bireyselleştirip meselenin toplumsal boyutlarını görünmez kılmak istiyor. Böylece karşımıza çıkan suç örneklerinde de, katillerin, tecavüzcülerin kişisel profillerine yoğunlaşmamız, sorunu onların akıl hastalıklarıyla açıklamaya çalışmamız isteniyor. Oysa SSCB’nin çöküp kapitalizmin ve neoliberalizmin ekonomiden ideolojiye dizginlerinden boşalarak tüm dünyaya egemen olduğu 90’lı yıllardan itibaren, psikolojik sorunlar tarihte hiç görülmediği ölçüde yaygınlaşıp derinleşmiştir. Psikolojik hastalıkların ABD’nin başını çektiği ileri kapitalist ülkelerden başlayarak tüm dünyada salgın haline gelmesi gerçekte meselenin bireysel değil sistemsel/toplumsal bir sorun olduğuna işaret etmektedir. Tarihsel bir kriz içinde olan bu sistemin ürettiği işsizlik, güvencesizlik, açlık, yoksulluk, savaşlar, kitlesel göçler, yalnızlık, yabancılaşma, fiziksel ve ruhsal hastalıklar bir karabasan gibi insanlığın üstüne çökmektedir. Öfkesini, nefretini bireylere yönlendirerek rahatlatmaya çalışanlar ya da anti-depresanlarla kendilerini uyuşturmaya yönelenler ise gerçekte hiçbir sorunu çözememektedirler.”

  89. Tarihi bilgicliginize diyecek yok..

    Harbor komplo?!!! ABD nazilere. Savas acti?!!!..

    Harbor savastir.komplo degildir.jabonlarin sinsice ABDye saldirmasidir.07.12.41
    ABD ertesigun japonyaya Savas ilan eder..almanya italyaya degil.
    Hitler ABD ye savas Ilan Eder 3 gun sonra.11.12.41
    Nazi gemilerini newyork onlerinde gorulmege baslar cok gecmeden.nazi du alti gemileri ticaret, yardim gemilerini bastirmasi ABD icin buyuk dert olmustur.

    ABD halki harbor kadar savas istemiyordu..ordusuda yoktu abdnin..
    Harbordan sonra 100 binlik ABD ordusuna halkin gonululeri katilir.sayilari 16,5 milyon eder.hitlerin konusmasi YouTube de bakin..necip beyde tarihe kafa tutuyor hitlerihitleri masumlasiracagim diye..

  90. “ABD halki {Pearl} Harbor’a kadar savas istemiyordu.. ordusu da yoktu ABD’nin..”

    Bu dorudur.

    Dolayisi ile, ABD ahailsinin savasa ikna/riza edilmesi gerekiyordur.

    “{Pearl} Harbor’dan sonra 100 binlik ABD ordusuna halkin gonululeri katilir. Sayilari 16,5 milyon eder.”

    Evet. Roosvelt’in tezgahladigi ve iyi becerdigi bir komplodan bahsediyoruz.

    Suradan okumaga baslayabilirsiniz:

    http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/northamerica/usa/8932197/Pearl-Harbour-memo-shows-US-warned-of-Japanese-attack.html

    Agirlikli olarak Ingiliz soyundan gelen Roosevelt, Polonya’nin Almanlar tarafindan isgaline kadar ABD’nin tarafsiz kalmak politikasini devam ettirdi.

    Polonya’nin isgalinden sonra ise, Britanya ve Fransa’ya (defaten odenmek –nakit para– karsiliginda ve ABD limanlarinda teslim alinmak kosuluyla –dolayisi ile, alicilarin kendi gemileri ile tasinmak sartiyla) silah yardimi yapmaga basladi.

    Daha fazlasini yapamazdi; cunku (‘Isolationist leader’) ‘Disakapalilik onder’lerinden Charles Augustus Lindbergh (Alman asilli) ve senator William Borah (Alman asilli) gibi guclu sahsiyetler, Roosevelt’in ‘Tarafszlik Kanunu’nu kaldirmak tesebbusunu akamete ugratmislardi.

    Kala kala, geriye, ABD sanayisine para kazandiracak (ve ABD’yi riske atmayacak) cozum olarak, silah satisi kalmisti. Rooseveltde o kadarla yetinmek zorunda kalmisti.

    Firsat, Pearl Harbor ile cikti. Haber alindigi halde engellenmeyerek, ABD halkinin infialine yol acti ve ABD (Roosevelt komplosu ile) Britanya yaninda savasa girdi.

    Silah sorun degildi; cunku, daha onceki ‘silah yardimi’ surecinde, silah sanayi zaten ciddi kapasielere ulasmisti.

    Orduyu genisletmek de sorun olmadi, cunku Pearl Harbor komplosunun iyi kullanilmasi ile, ortaya cikan infial herkesi orduya katilmaga yoneltmisti.

    Butun bunlarin, tabii ki, tek basina Roosevelt’in basinin altindan ciktigini dusunmuyorum. Kadrolar hesap yapmis olmalilar; ve savasa girmenin ABD’nin cikarina olduguna karar vermis olmalilar.

    Nitekim de oyle oldu –ABD cok az zayiat verdigi halde, cok kazancli cikti.

    Bunun bir baska sonucu da, ABD’de (o tarihlerde) ikinci en buyuk azinlik olan Almanlarin tamamen pasifize ve ardindan da asimile olmalaridir.

    Bunu da, buyuk olcude, iki seye baglayabiliriz:

    Birincisi, Avrupa’nin isgalinde Italyan Mafyasi ile isbirligine gitmek sonrasinda, ABD’de de Italyan Mafyasinin daha da kuvvetlenmesi. Bu, cogunlukla etliye sutluye karismayan ve uretimle ugrasan Almanlari (ABD’deki Italyan Mafyasi uzerinden) tehdit altinda tuttular. Siyasi bir etkinleri olamadi.

    Ikincisi de, bankacilik sektorune ek olarak Yahudilere teslim edilen Holywood. Almanlari bir butun olarak seytanilestirmek acisindan Holywood cok faydali oldu. ABD’deki Alman asillilar, Alman olduklarindan utanir oldular. Gizlenmek, isimlerini degistirmek zorunda kaldilar. [Trump’in babasinin soyadi ‘Trumpf’ idi, sonra kendisi degistirdi.]

    Roosevelt’in tercihinin mahsurlarinin bir kismini, Italyan Mafyasi belasini, daha sonra –uzun ugrasilar vererek– telafi ettiler, giderdiler. Ayni seyi Yahudiler icin henuz soyleyemiyoruz.

  91. “Firsat, Pearl Harbor ile cikti. Haber alindigi halde engellenmeyerek, ABD halkinin infialine yol acti ve ABD (Roosevelt komplosu ile) Britanya yaninda savasa girdi.”

    “Ikincisi de, bankacilik sektorune ek olarak Yahudilere teslim edilen Holywood. Almanlari bir butun olarak seytanilestirmek acisindan Holywood cok faydali oldu.”

    “Pearl Harbor” filmine de bu açıdan bakabilir miyiz?

  92. Yukarıda örnek verdiğim Pearl Harbor (2001) filmine benzer bir diğeri de Hart’s War / Şeref ve Cesaret (2002).

    Konu açılmışken, böyleleri sadece İkinci Dünya Savaşı – veya Amerika’nın kurtuluşu; The Patriot / Vatansever (2000) – gibi tarihsel/gerçek olayları konu alan filmlerden ibaret değil.

    Mesela, güzel bir film olsa da, kaba bir Amerikan propagandası olan (“4 Temmuz Dünya’nın Kurtuluş Günü!”) Independence Day / Kurtuluş Günü (1996) gibi bilimkurgu filmleri bile vardır bunların arasında.

    Fakat işin bu yanını bir yana bırakıp izlerseniz böyle filmler güzeldir aslında. Şimdi bunları hatırlayınca nostalji oldu bana.

  93. Illuminiden sayiklamalar…

  94. ABD de 50-60 milyon alman kokenli olmasina ragmen savasta kayde degecek sorun yaratmamistir.
    Japon uyruklu (3 milyon?)abdli kamplarda tutulmustur.
    Bunlar 200-300 yildir ABD de yasiyorlar..
    Abdnin alman dusmanligi politikasi uydurmadir.tersine soguk savas la dost olmustur.. Eger abdde hitlerci bir avuc itler varsa,baska italyan kopeklerini uzerine salinmasina pek karisasim gelmez. Nazi baska alman baska

  95. “Illuminiden sayiklamalar…”

    Pek de yavan olmus. ‘Hasbara’cilik konusunda pek de acemisiniz galiba.

  96. “Bunlar 200-300 yildir ABD de yasiyorlar..”

    Donald Trump’in dedesinden (Frederick Trumpf) baslayalim:

    16 yasinda ABD’ye geldiginde tarih 1885 idi. 1918’de hakka yurumus.

    Donald Trump’in babasi Frederick Christ Trump Sr ise 1905 dogumlu.

    Donald Trump’in kendisi ise 1946 dogumlu.

    Goruldugu uzere, dedesinin ABD’ye gelisi ile Donald’in dogumu arasinda sadece 61 sene var.

    Yani… hic de oyle 100-200 sene filan degil.

    ABD’nin (Rooselvelt’in) tezgahini bilen ve hatirlayan Alman asilli nesil artik pek kalmadi.

    Ben, vaktiyle, bunlardan bir ikisi ile sohbet etmek firsati yakaladim.

    Her ikisi de emekli sanayici idi. Anti-ABD [ya da Nazi (veya taraftari)] filan degillerdi.

    Sadece, bir tur ‘Kizilderi kaderi’ne ugramis olmaktan dolayi buruk idiler.

    “ABD’nin alman dusmanligi politikasi uydurmadir. Tersine, soguk savasla dost olmustur..”

    Salliyorsunuz.

    ABD ile Almanya ‘dost’ filan olmus degil; Almanya, ABD acisindan, hep isgal altinda tutulmus bir vasal devlet olagelmistir.

    Hala daha, ABD ile Almanya arasinda (her savastan sonra, savasin bittigini isaretleyen) resmi/formal bir ‘Baris Anlasmasi’ yapilmis degildir. Hala daha, Almanya’nin dogru durust bir ordusu yoktur; ve, ABD (ve Birlesik Krallik) ordulari Almanya’nin bir suru yerinde us sahibidir –ozel statuleri ile.

    Kisacasi, disaridan oyle gorunse de, resmiyette Almanya bagimsiz bir ulke degildir –en azindan ABD’nin (ve Birlesik Krallik’in) acisindan.

  97. “‘Pearl Harbor’ filmine de bu açıdan bakabilir miyiz?”

    Sadece bir filme bakmak yetmez. [Filmi seyretmisimdir muhakkak; ama, yorum yapacak kadar hatirlamiyorum.]

    Hem ABD hem de Birlesik Krallik (Ingiltere diyoruz) mahrecli filmlerin geneline bakarsaniz, ‘Alman’ tiplemesi dogrudan dogruya ‘Nazi’ temasina ortusturulur ve (bilhassa komedi amacli tezgahlarda) asagilanir ve zemmedilir.

    Bu, o kadar yaygindir ki, kaniksanmaz hale gelmistir.

    Bu nuansin farkina ilk defa, ismini (malesef) hatirlamadigim bir filmdeki bir replikle varmistim:

    Rooselvelt, {mealen ve yenilmis Alman halkini kastederek} “Onlarin yedi cedlerini utanc icinde yasatacagiz” diyordu. Nazilerden bahsetmiyordu; genel olarak Alman halkini kastediyordu.

    Daha sonra, ne zaman Almanya ile ilgili bir film, dizi –komedi ya da dram– seyrettiysem, aynen oyle oluyordu.

    Surekli piyasaya surulen kucuk capli cok sayida film filanin yanisira, birkac senede bir de, buyuk capli (ve meshur edilmis) filmler piyasaya cikar: Almanya’da cile/zulum/eziyet ceken Yahudiler hakkinda…

    Bu, hem Yahudilerin ABD’ye sadakatini saglamak veya devam ettirmek icin, hem de Almanlarin genel olarak (dunya kamuoyunda) iblislestirilmesi (ya da en azindan itibarsizlastirilmasi) icin cok elverisli olur.

    Bizler de, bilet parasini da pasa pasa odeyip, gider seyreder ve bitmek bilmeyen bir Yahudi yasi tutariz.

    Hic bitmez bu.

    Bilmeyen de, dunyada –ya da o devirde– en cok insani katleden Almanlardir sanir. Oyle degildir; ama, el cabuklugu ve meya gucu ile oyle algi olusturulur –devam ettirilir.

    Ozetle: ‘Shoah business is good business’ –for some.

  98. Tam bir copluk nazi viziltilari..

    Almanlar 16.,yuzyil sonlarindan bugune kadar ABD ye goc ederler..

    Patrick Hitler ,amerakalidir
    Hitlerin yegenidir.nazilere savasmistir.

    Almanyada 8 mayis bayrami vardir. Amerikalilarin almanyayi kurturdigi gunun bayramidir.
    Almanyada ingiliz askeri yoktur bugun.
    ABDde cogunlukla cekilmistir.kalan kismi almanlarin arzusuyla,para odemesi sonucudur.
    Necip bey konustukca zavalli bir miyminti Nazi rruhi cikiyor..

  99. “Almanlari bir butun olarak seytanilestirmek acisindan Holywood cok faydali oldu.”

    gladiator
    “şu anda yayınlanan modern dizi ve filmlerin alfasıdır,bir başyapıttır.sadece iki yönden eleştireceğim.birincisi her ne kadar roma kuzey orduları eski komutani da olsa bir glatiorle imparatorun maho agayla kibar feyzoculuk oynamasi kurguda sacmaliga yol acmış.ikinci eleştiri ise nerdeyse oscar almakta koşul haline gelmis ikinci adamin zenci olmasi ve almanlarin vahsi gosterilmesi durumlarinin hasil olmasidir gene de saygilardir”
    https://eksisozluk.com/entry/44683356

    — spoiler —
    “aralarında 12-13 yıl omasına rağmen bu filmin görsel efektleri spartacus serilerinden daha iyi duruyor. özellikle roma mimarisini inanılmaz yansıtmışlar. biri film biri dizi denilebilir ama, aradaki 13 yıl cgi sektörü için ciddi bir fark. yani 13 senelik gelişim sadece kan sıçrama efektleri olmamalı. ayrıca filmde cinselliği neredeyse kullanmamışlar. bu açıdan da tebrik etmek lazım. filmi seks sahneleriyle doldurup ergen filmine de çevirebilirlerdi. filmin bana göre tek eksiği tarihsel gerçekliğe bağlı kalınmamış. sonu da biraz belirsiz oldu gibi. ayrıca bir roma imparatoru arenada göz göre göre öldürülemez. o kısım çok saçma olmuş. hiç mi commudus’tan yana senatör, asker vs. yoktu o insan yığınının içinde. mal gibi izledi herkes.”
    https://eksisozluk.com/entry/56849630

  100. “Necip bey konustukca zavalli bir miyminti Nazi rruhi cikiyor..”

    Boyle ucuz Godwin cekmelerle bir yere varamazsiniz?

    Ben, dun Nazilerin yaptigindan beterini bugun Yahudiler yapiyor diyorum.

    Siz ise, hala daha, klasik Hasbara taktikleri ile, 60-70 sene once ‘o olmus bu olmus’lar uzerinden merhamet tellalligi ve kefaret tahsildarligi pesindesiniz.

    Artik, yemiyor bunlari kimse.

    Bakalim, Siyonist Israil mi daha kotudur, yoksa Nazi Almanyasi mi?

    — Ustun irk iddiasi. Her ikisinde de vardir.

    — Kendilerine savas acmamis toplumlarin topraklarin isgal etmek. Her ikisinde de vardir.

    — Masum insanlari anlamsiz sebeplerle katletmek. Her ikisinde de vardir.

    — Masum insanlari, anlamsiz sebeplerle, yerinden yurdundan etmek, surmek. Her ikisinde de vardir.

    Peki, Siyonist Israil, bunlara ek olarak nedir?

    Dinci. (Yahudi Seriatcisi).

    Siz, dedigim gibi, haybeye lagaluga edeceginize, yukarida dediklerimi curutun –elinizden geliyorsa.

  101. Daha gecen gun su filmi seyrettim –tamamini degil, cunku hep ayni tema.

    The Man with the Iron Heart (2017)
    http://www.imdb.com/title/tt3296908/

    Ozet: Almanlar kotu.
    Ozetin ozeti: Yeni bir sey yok.

    Peki, acaba birisi de cikip, ABD’nin 800 bin ila 1 milyon arasinda tahmin edilen sayida Alman Savas Esirini acliktan oldurttugunun de filmini yapabilcek mi?

    http://www.nytimes.com/books/98/11/22/specials/ambrose-atrocities.html

    The reason for the notoriety is the author’s conclusion that Gen. Dwight D. Eisenhower, as head of the American occupation of Germany in 1945, deliberately starved to death German prisoners of war in staggering numbers. Mr. Bacque charges that “the victims undoubtedly number over 800,000, almost certainly over 900,000 and quite likely over a million. Their deaths were knowingly caused by army officers who had sufficient resources to keep the prisoners alive.”

    Evet, savas esirlerinden bahsediyoruz –savas bittikten sonra, yani.

    [Bu arada, aramizdaki ozenti Siyonist lalesine not: Yukaridaki alinti ‘NewYork Times’dandir.]

  102. “Almanya da Ingiliz askeri yoktur bugun.”

    Bu kadar kara cahil olmasaniz Siyonist de olmazdiniz; eminim buna.

    Almanya’da, tabii ki, Ingiliz askeri var. Ikinci Dunya savasindan beri var.

    Hic bir sey yapamiyorsaniz, en azindan suraya bakablirsiniz:

    http://www.army.mod.uk/operations-deployments/22729.aspx

    Hesapta, bu askerlerin bir kismi 2020’de cekilecekler. Bakalim.

    ABD uslerine gelecek olursak:

    Uzun uzun yazmama gerek yok. Suradaki haritaya bakabilirsiniz.

    Tam 18 adet. [Bu listede olmayan, yani ‘gizli’ de var mi; bilemem.]

    [Meraklisina not: Turkiye’de 2 adet ABD ussu var. Incirlik ve Cigli (Izmir)]

  103. Hitler’in “Öldürmediğim her Yahudi için bana küfredeceksiniz” [Gerçekten öyle demiş mi, şehir efsanesi mi?] sözünü paylaşan anti-semitist tosuncuklara ne demeli bu arada?

    “Öldürmediğim her Siyonist”, hatta “Öldürmediğim her İsrailli” deseler en azından ırkçı olmayan birer faşist [İtalyan faşizmi, ya da bugünkü VP/Perinçek tayfası gibi?] olurlardı.

  104. Taraf yazarı Roni Margulies’in ırkçılık isyanı
    Şanlıurfa’da bir esnafın dükkanına astığı afiş Taraf yazarını kızdırdı..

    Taraf’ın Yahudi kökenli yazarı Roni Margulies, bugünkü köşesine Şanlıurfa’da bir esnafın dükkanına astığı afişi taşıdı.. Margulies, tüm Yahudileri suçlu ilan eden afişe isyan etti..

    HER YAHUDİ MOSSAD AJANIDIR
    Her Yahudi MOSSAD ajanıdır ya, ben de elimden geldiğince bu görevi yerine getirmeye çalışıyorum. Pek başarılı olamıyorum doğrusu. Her Yahudi’nin MOSSAD ajanı olduğunun herkesçe biliniyor olması, gizli ajan olmayı zorlaştırıyor biraz. Kimse benim yanımda gizli kapaklı bir şey yapmıyor, yaptıklarını benim arkam dönükken yapmaya dikkat ediyor.

    URFALI ESNAF DÜKKANINA ASMIŞ
    Bakmadan görmeyi, duymadan kaydetmeyi mümkün kılan cihazları Tel Aviv’den ısmarladım, bekliyorum. Ama bu arada tümüyle de boş durmuyorum elbet. Yukarıdaki afiş, pek de gizli olmamakla birlikte, ilgi alanıma girdi örneğin. Urfa’da bir esnaf yazıp dükkânına asmış.

    KİNİMİZİ GÖSTERMEK İÇİN YAPTIM
    Gazetecilere şöyle demiş: “Şehrimize gelecek olan İsraillilere kinimizi göstermek için yaptım. İsrail vatandaşları Filistinlilere yapılan zulümlerin dünyada kendilerine karşı büyük bir nefret oluşturduğuna şahit olmalılar.”

    YAHUDİ MALI ALMAYIN
    Urfalı bununla yetinmemiş. “Halkımıza sesleniyorum. Yahudi malı almayın! Onlardan aldığınız her ürün Müslüman kardeşlerimizin canının yanmasına neden oluyor. Satın aldığımız her Yahudi malı, Filistinli bir Müslüman’ın camide namaz kılarken üzerine atılan füzeye ortak olmamız demektir” diye eklemiş.

    HİÇBİRİ URFALI VATANDAŞIN DÜKKANINA GİREMEYECEK
    MOSSAD Başkanı Meir Dagan’a kısa bir rapor gönderdim bile, ama konuyu sizlerle paylaşmaya nereden başlayacağımı bilemiyorum vallahi. Az önce internetten baktım, İsrail’in nüfusu 7.503.800 kişiymiş. Bunların hiçbiri Urfalı vatandaşın dükkânına giremeyecek.

    FİLİSTİNLE SAVAŞMAYI REDDEDEN GENÇLER DE..
    Giremeyecek olanlara, Filistinlilerle savaşmayı kabul etmedikleri için askere gitmeyi reddeden ve yargılanıp hapis yatan İsrailli Yahudi gençler dâhil.
    Giremeyecek olanlara, Filistinli sivil hedefleri bombalamayı reddettiklerini açık bir mektupla ilan eden, İsrail Hava Kuvvetleri’nin 33 Yahudi pilotu da dâhil.

    YASER ARAFAT’LA GÖRÜŞEN URİ DE..
    Giremeyecek olanlara, sokaklarda yüzüne tükürülmesini göze alarak Yaser Arafat’la görüşen, Gazze’ye yardım konvoyları örgütleyen, Barış Koalisyonu kurucusu, 1923 doğumlu Yahudi Uri Avnery de dâhil.
    Giremeyecek olanlara, Filistinlilerle dayanışma göstermek için savaş günlerinde bile Gazze’de oturan Yahudi gazeteci Amira Hass da dâhil…
    Daha da ilginci, giremeyecek olanlara İsrail’in 1.148.710 Arap Müslüman vatandaşı ve 375.190 Süryani vatandaşı da dâhil!
    “İsrail vatandaşlarının Filistinlilere yaptığı zulüm” lafının haksızlığını bilmem belirtebildim mi.

    DEDEM ALMAN VATANDAŞLARINA BİR LAF ETMEDİ
    Dedem, Polonya’daki tüm ailesini, annesini, kızkardeşini, diğer akrabalarını ve altı milyon dindaşını toplama kamplarında kaybetmişti. Ömründe “Alman vatandaşları” hakkında herhangi bir laf ettiğini duymadım.

    URFALI HERKESİ SUÇLU İLAN EDİYOR
    Urfalı vatandaş ise tüm İsrail vatandaşlarını mahkûm ettikten sonra, el çabukluğu marifet, bir de tüm Yahudileri suçlu ilan ediyor: “Yahudi malı almayın!” İsrail malı değil, “Yahudi malı”.
    Geçenlerde aldığım bir mail geliverdi aklıma:
    “Gururla söylüyorum, ben bir anitsemitistim. Tarihinizden gelen uygulamalı faşistliğinizden, katliamlarınızdan dolayı bilinçli bir antisemitistim. Senin insanlık düşmanı geçmişinle bal gibi uğraşırım. Ben Gurion denen mahlûkun Deyr Yasin kentinde 1948’de öldürdüğü 250 sivili unutmadık. 1976’da King David Oteli’ndeki kanlı baskındaki 91 kişinin ölümünü unutmadık. 1984’te İbrahim Camii’nde İzak Rabin 240 Müslüman’ı katletti. İki yıl önce Lübnan’da binlerce masum insanı katlettiniz. Gazze’de binlerce bebeği bombaladınız. İnsanlık siz Yahudilerden utanır oldu.”
    “Katlettiniz.” Tüm Yahudiler ve ben!

    BÜTÜN URFALILAR IRKÇIDIR
    Aynı mantıkla, ben de şu sonuca vardım: Tüm Urfalılar ırkçıdır.
    Bu mantığa itirazı olan Urfalılardan bir ricam var. Bana yazıp küfür etmek kolay. Sıkıyorsa, itirazınızı afiş asan dükkâncıyla tartışın lütfen. Bütün bir halkı, bütün bir dini, bütün bir ırkı suçlamanın yanlışlığını anlatıverin, bi zahmet.

    http://www.ensonhaber.com/taraf-yazari-roni-marguliesin-irkcilik-isyani-2010-11-27.html
    http://www.ensonhaber.com/resimler/diger/sanliurfada_bir_esnafin_dukkanina_astigi_afisi.jpg

  105. “anti-semitist tosuncuklara ne demeli bu arada?”

    ‘Araplara neden bu kadar karsisiniz?’ diyebilirsiniz, mesela.

    [
    Cunku, Araplar da ‘Sami’dirler (yani, ‘semit’tirler) ve sayilari Yahudilerden kat be kat coktur.
    Baska bir deyisle, Avrupa’nin jargonuyla konusmamak lazim.
    Mesela, bizim ‘Ortadogu’ diyecegimiz yer, kabaca, Hindistan filandir.
    Yoksa, Mersin hizasindan oteye heryer Ortadogu mu olur; ‘Ortadogu batakligi’na girmemek de apayri bir anlam yuklenir.
    ]

  106. “‘Araplara neden bu kadar karsisiniz?’ diyebilirsiniz, mesela.
    …Baska bir deyisle, Avrupa’nin jargonuyla konusmamak lazim.”

    O zaman “despot” kelimesini de mi – Avrupa jargonu ile – yanlış anlamda kullanıyoruz?

    Despot Kelime Kökeni

    ~ Yun despótis δεσπότης efendi, egemen, hükümdar << EYun despótēs δεσπότης ev sahibi << HAvr *dems-poti- § HAvr *dem- ev + HAvr *poti- güçlü, muktedir → dam2, potansiyel

    "yerel Rum hükümdarı, üst düzey Rum rahibi" [ Düsturname-i Enveri (1465) ]
    "diktatör, müstebit" [ Mehmet Bahaettin, Yeni Türkçe Lugat (1924) ]

    Ek Açıklamalar
    Türkçe modern kullanımı Batı dillerinden alınmıştır.

    https://www.etimolojiturkce.com/kelime/despot

  107. “92 Necip 23 Ekim 17″ yazısında Nazilerle ve günümüz İsrail Yahudileri arasındaki benzerliklere işaret etmiş ve yazısını ” Siz, dedigim gibi, haybeye lagaluga edeceginize, yukarida dediklerimi curutun –elinizden geliyorsa.” cümlesiyle bitirmiş.
    Necip’in ileri sürdüklerinin ispatının çürütülmeleri kadar zor olacağını düşünüyoruz. Bu konu yeni değil. Genellikle benzetme yapanlar belli nüans tavizleri verirler.
    Nazilerin Yahudi kırımı kendi başına bir edebiyat endüstrisi oldu. Kırımın olmadığını, İsrail’in kırımı politik yararlar için kullandığını, kırım edebiyatını bunu körükleme amacıyla yapıldığını ileli sürenler bile var.
    Diğer yandan, bazıları, “Hitler öldü, yaşasın Hitler” sloganın ima ettiği kırım tekniklerinin çok daha incelikle yapıldığına işaret ediyorlar.
    Anlamadığımız “elitist” ve ilhamını “survival of the fittest” alan Necip beyin böyle bir benzetmeyle ne demek istediği.
    Bu iki kavrama tarihsel ve sosyal açıdan bakarsak, ilhamını Necip bey gibi “survival of the fittest”den alan İsrail, tarihsel ve sosyal anlamda takdir edici bir başarı gösterdi. “Elitist” Necip bey İsrail’i beğenmeli.
    Yoksa benzetmeleri yapan Necip bey İsrail’i kınıyor mu? Yani Necip bey bazı ahlak kurallarına mı dayanıyor?
    O halde ahlakla “survival of the fittest”den ilham almak, “elitist” olmak aralarında bir uyum sağlaması gerekiyor. Üçünü bir arada yürütmek mümkün mü?

  108. Şeyh Osman, Yaşlı Yılan ve Sevan Nişanyan
    Edip Yüksel

    ***

    “Aramice ve Süryanice kaynaklara göre Kuran’da geçen falanca kelimenin anlamı şöyle veya böyle olmalı… Suyuti ve Sibaweyhi veya Cawaliki gibi filologların görüşü şöyledir…” biçiminde etimolojik analizler ve spekülasyonlar yapan Sevan Nişanyan’ın eleştirilerinde gösterdiği gayreti takdir eden ve ilgiyle okuyan birisi olarak yöntemini genelde tutarsız ve keyfi buluyorum. Bunu kısa bir örnekle sergilemek istiyorum:

    Farz edin ki bir internet sitesinde şu haberi okudunuz:

    “Arabistan çölünden gelen Şeyh Osman etrafında yedi aptal ile Şirin Turkey adlı otelin restoranında sekiz litre vişne şarabı içtikten sonra otelin büyük salonundaki nişan töreninden çıkan adamın kolundaki ukala kıza ve babasına dönerek: “Kızım çok şanslısın. Senin nişanlın hem bodur, hem kel, hem serbest meslek sahibi, hem de cimri. Onu kıskanmana gerek kalmayacak. Allah evlenmenizi nasip etsin! Mesut kılsın!” dedi.”

    Ve varsayın ki o haberi okurken yanınızda http://www.nisanyansozluk.com sitesine aşık Sevansever adında bir arkadaşınız var. Sevansever, Türkçeye Arapça, Farsça, Moğulca ve hatta İngilizceden birçok kelime geçtiğine dikkatinizi çektikten sonra etimolojik bilgisini kullanarak şu analizleri ve spekülasyonları yaptı:

    Şeyh: Arapça. Yaşlı, ihtiyar anlamındadır.
    Osman: Arapça. Yılan yavrusu.
    Aptal: Arapça. Bedeller. Kalender. Dilenci
    Turkey: İngilizce. Hindi.
    Şarap: Arapça. Meşrubat, içecek.
    Nişan: Ermenice. Simge, özellikle haç.
    Ukala: Arapça. Akıllılar
    Serbest: Farsça. Baş bağı; bağlı, belgeli.
    Cimri: Farsça. Soysuz, alçak.
    Kıl: Moğulca. Kuyruk kılı
    Yukarıdaki bilgileri paylaştıktan sonra Sevansever yukarıdaki haberin “asıl” anlamını Nişanyan Etimolojik Kıyma makinasında çıkarır:

    “Arabistan çölünden gelen yaşlı yılan yavrusu etrafında yedi dilenci ile Şirin Hindi adlı otelin restoranında sekiz litre vişne suyu içtikten sonra otelin büyük salonundaki haç töreninden çıkan adamın kolundaki akıllı kıza ve babasına dönerek: “Kızım çok şanslısın. Senin haçlın hem bodur, hem kel, hem belgeli meslek sahibi, hem de soysuz ve alçak. Onu kıskanmana gerek kalmayacak. Allah evlenmenizi nasip etsin! (Babasına baktı ve) Mesut sen kıl adamsın!” dedi.”

    Sevan’ın Kuran üzerindeki etimolojik çalışmaları bana böylesine ilginç geliyor. İnşallah bu çalışmalarını, önümüzdeki yaz Şirince’deki oteline misafir olduğum zaman tartışırız.

    ***

    http://19.org/tr/sevan-nisanyan-3/

  109. silahlı adamlar jandarmaları vurdu = jandarmalar silahlı adamları vurdu

  110. “Yoksa benzetmeleri yapan Necip bey İsrail’i kınıyor mu? Yani Necip bey bazı ahlak kurallarına mı dayanıyor?”

    ‘Ahlak’ kavrami cok genis bir kulliye. Muhakkak, o ummandan bir bap bulunur sizin istediginiz sekilde aciklamak icin.

    Ben ugrasmayacagim.

    Onun yerine sunu soyleyeyim:

    Ben, (be dahil) insanlarin zekasiyla alay edilmesini kaldiramiyorum.

    Israil ise, bu acidan, tilt olunacak herseyi temsil ediyor.

    “O halde ahlakla ‘survival of the fittest’den ilham almak, ‘elitist’ olmak aralarında bir uyum sağlaması gerekiyor. Üçünü bir arada yürütmek mümkün mü?”

    Anlasilan, sizin kafaniz karisik.

    Yardimci olmaga calisayim:

    Israil konusu ile yukaridaki son paragrafta siraladiklariniz arasinda bir celiski yok.

    Soyle bir ornekle aciklamak daha kolay olabilir:

    Diyelim ki, kisinin biri, cok basarili bir sarlatan. Sarlatanlarin elitlerinden, yani.

    Simdi, sirf ben ‘elitist’im diye, bu zat-i muhteremin beni de ‘sarlat’masina izin/imkan/firsat mi verecegimi beklersiniz?

    Israil konusuna donecek olursak: ‘Devlerin yakindan gorunusu cucedir’ diye bir soz vardir; malum.

    Ben, zaman icinde, Israil konusuna yakindan ve icinden bakabilir oldugumu soyleyebilirim, sadece.

  111. “O zaman ‘despot’ kelimesini de mi – Avrupa jargonu ile – yanlış anlamda kullanıyoruz?”

    Oyle gorunuyor.

    Rumca bilen birisi varsa, bugunku Rumcada acaba hangi anlaminin baskin oldugunu yazarsa muesekkir olurum.

    Ote yandan, ‘despot’ kelimesinin esanlamlilarina bakinca, aralarinda ‘müstebit’ de var. Daha genis/iyi aciklama icin, ‘istibdat’a bakilmasini oneriyor.

    https://www.etimolojiturkce.com/kelime/istibdat

    ‘Istibdat’a bakinca ne goruyoruz?

    Anarsizmin ozet bir tanimini…

    Yani, ‘anarsizm’ demek ‘istibdat’ demek oluyor; ‘müstebit’ demek de ‘anarsist’..

    ‘Ne oldum dememeli, ne olacagim demeli’ derler ya..

    Ancak bu kadar olur.

    Kendine ‘anarsist’ diyen –Zileli dahil– buradaki cogunluk, ‘müstebit’ olmak uzerinden birer ‘despot’ ve dahi ‘diktator’ imisler de haberleri bile yok.

  112. Yakından bakınca Necip beyin kafası korkudan dolayı çok karışmışa benziyor.
    ***
    “Israil konusuna donecek olursak: ‘Devlerin yakindan gorunusu cucedir’ diye bir soz vardir; malum.”
    O halde her elit, uzaktan bakan için dev, yakından bakan için cüce. Siz galiba elitlere çok uzaktan bakmışınız. Aynı laf her dev için geçerli mi, Necip bey? Yoksa kendin seç, kendin inan demokrasisi müminlerinden misiniz?
    Her halükarda, uzak-yakın ortalamasını almanızı tavsiye ederiz. Aşırıya kaçmak iyi değil, Altın Kural’ı unutmayın, kafa karışıklığı ve korkuya en iyi gelen bir ilaç bu.
    Benimsemiş olduğunuz ‘survival of the fittest’ dünya görüşüyle bakar ve sizin ‘survival of the fittest’ kıstasını kullanırsak, ister yakından, ister uzaktan bakılsın İsrail, dünya elitleri arasında bir ülke. Siz takdir etmekten çekinmişsiniz. Korku insanın ruhunu kemirir.
    ***
    “Simdi, sirf ben ‘elitist’im diye, bu zat-i muhteremin beni de ‘sarlat’masina izin/imkan/firsat mi verecegimi beklersiniz?
    Sayın Necip bey, sizin fırsat vermeniz veya vermemeniz “survival of the fittest” kavramının kapsamında.
    Bunu anlamanız zor olabilir. Yardımcı olayım. “Survival of the fittist” ve “elit” kavramları ancak rekabet olan bir dünyada anlam kazanır. İnşallah anladınız.
    Ama ne olur ne olmaz, bir somut örnek yararlı olabilir. İsrail yıllardır yasa dışı etkinliklerine karşı alınan BM kararlarını umursamadı. Mavi Marmara katliamı da yasa dışı tanımlandı ve kınandı.
    “‘Ahlak’ kavrami cok genis bir kulliye.”. Öyle olsun. Bulutlardan aşağı dünyaya inersek ne buluruz? Yasalar. Ahlak ve yasaların “Survival of the fittist” adına ayaklar altında çiğnendiği de çok geniş bir kulliye.
    Yasaları toplumlar yarattı. “Elit”, en soyut anlamda ,insanın kıyaslama yeteneği. “Survival of the fittist” de, evrimi yanlış anlayanların bir ideolojisi, bir dini, kendilerine aynada bakma. Yanlış olması ispat edilemez. Çünkü “fittist survives, survivor is fittist” (en uygun kazanır, kazanan en uygundur).
    Yakından bakarsak, Mavi Marmara katliamında hem İsrail hem Sultan “fittist”. Sadece ölenler “fittist” değil.
    ***
    Biz sizin zekanızla alay, zekanızı tilt etmedik. Yakından bakıp korkunuzu tiltinizde okuduk ve sizi tilt etmek istedik.
    Ama bunlar asıl konular değil.
    ***
    Asıl soru ve uzun lafın kısası:
    İsrail’i takdir ediyor musunuz?
    İsrail “elit” mi?
    Korkmayın lütfen!

  113. Dillere dair bir not

    Kime sorarsan sor, “dil iletişim aracıdır” diyecektir. Oysa bu, işin yarısı. Öbür yarısını mesela Tevrat yazarı gayet net kavramış, dil konusunu ilk önce Babil Kulesi ile birlikte anmış. Allah insanlara dili niye verdi? Birbirleriyle konuşamasınlar diye verdi.

    Anadilin senin yakın çevrendeki insanlarla anlaşma aracındır. Aynı zamanda, insanlar aleminin yüzde doksan dokuz küsuruyla anlaşamama aracındır. Meksika kedileri Çin kedileriyle iyi kötü anlaşırlar, ama Meksika insanları Çin insanlarıyla anlaşamazlar, çünkü arada dil engeli vardır. Dilin bu ikili işlevini anlamadan dilin yapısı ve evrimi hakkında doğru dürüst bir fikir edinemezsin, Wittgenstein Abi gibi bir sürü boş laf arasında dolanır durursun.

    Düşün mesela, Türkçedeki ses uyumu gibi, dili ufakken öğrenenlerin dünyanın en doğal şeyiymiş gibi benimsediği, ama 20-25 yaşından sonra öğrenenlerin hayat boyu asla alışamadıkları bir sistem niye var? Almancada neden isimler dişi, erkek ve nötr, ve neden her birinin artikeli ayrı telden çalar? Swahili dilinde neden 18 isim kategorisi var ve her biri ayrı tip çoğul yapar? Tek maksat iletişim olsa böyle olur muydu? Asıl amaç yabancıyı dışlamak (ya da kolayca teşhis etmek) olmasın sakın?

    Her dil, olağanüstü karmaşık ve çok katmanlı bir kodlar sistemi barındırır. Misal: ip ipi, sap sapı, çöp çöpü, ama kap kabı. İstersen kusursuza yakın konuş, bunda hata yaptın mı dili bilmediğine hükmedilir. Kalın k’yı damağın fazla arkasından söylersen cahil olduğun ya da Adanalı olduğun anlaşılır, ama fazla önden söylersen bu sefer TRT özentisi monşer olmakla suçlanabilirsin. Havalı kızlar şu kelimeyi öyle değil böyle söyler, söylemeyene çok pis gülerler. (Her zaman öyleymiş: Catullus, carmen 83, /k/ yerine /kh/ diyen Suriye valisini atası köle diye aşağılar: chommoda dicebat, si quando commoda uellet.)

    Bu yüzden Esperanto gibi “rasyonel” bir yapay dil oluşturma çabaları her zaman hüsranla sonuçlanmıştır. Bu yüzden doğal diller sürekli olarak değişir/evrilir, çünkü o dili konuşan her sosyal grup, sürekli olarak, taklidi zor birtakım dil kodları ve alt-kodları oluşturmakla meşguldür. Bu yüzden bir emperyal dil kazara dünyaya hakim olsa bile, o dilin lehçeleri ve şubeleri kısa zamanda apayrı diller gibi birbirinden ayrışacaktır.

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/10/dillere-dair-bir-not.html

  114. Necip Fiyaskosu Ve Anti-Semitizm Gerçeği

  115. Hortlak Fiyaskosu

    Cehaletin mi yanlış düşünceyi beslediği, yoksa yanlış düşüncenin mi cehaleti körüklediği sorusu her zaman kafamı meşgul etmiştir. Galiba bunun genel cevabı, her ikisinin de birbirini beslediği yönünde olmalıdır ama hangisi daha ağır basar, hangisi önceliklidir, işte bunun içinden çıkamıyordum.

    Hortlak’ın bir hafta önce (Ekim 2017) http://www.gunzileli.com sitesinde çıkan yorumlarıyla kafamdaki bu ikilem çözüldü: Evet, ağırlıklı olarak, yanlış düşünce cehaleti körüklüyormuş.

    Hortlak’ı epey zamandan beri tanırım. Kendisi şairdir, sanırım esasen de şair olarak tanınır, ne yazık ki sonradan köşe yorumculuğu gibi kötü bir mesleğe intisap etti.

    Anlayacağınız, Hortlak ile ilgili birkaç anım hoştur. Köşe yorumculuğuna intisap ettikten sonra birkaç yorumunu okumaya gayret ettim. Bu yorumlarda bir şair duyarlığındansa kendini İsrail dümenine bağlamış bir çarkçıbaşının gayretkeşliğini görmek beni üzmedi desem yalan olur. Yine de rastladıkça yorumlarına şöyle bir göz atmaktan kendimi alamadığım sayılı köşe yorumcularından biriydi.

    Hortlak’ın geçen haftaki yorumu iyice üzücü. Eski bir tanıdık olarak onun adına endişelendim. Cahil bir insan olmadığını biliyordum. Ama kapıldığı azgın Siyonist sular onu hızla cehalet uçurumuna doğru sürüklemekteydi. İşte beni üzen ve endişelendiren bu oldu.

    Hortlak’ın yaklaşımı, “Cumhuriyeti korumak adına” Vandeé köylülerini katleden ve aşağıdaki sözleri sarf ederek tarihe geçen, Jakobenlerin gaddar Generali François Joseph Westermann’ınkinden çok farklı değil:

    “Artık Vandée diye bir yer yok, sevgili yurttaşlarım. Kılıçlarımızla kadın çocuk demeden yok ettim, Savenay bataklıklarına ve ormanlarına gömdüm onları. Emriniz üzerine, çocuklar bile atlarımızın nalları altında ezildi, kadınlar artık geleceğin askerlerini doğuramayacak, çünkü katledildiler. Sokaklar ceset dolu, kimi yerlerde cesetlerden piramitler oluşmuş bulunuyor. Savenay’da kitlesel olarak kurşuna dizdik esirleri, çünkü isyancılar sürekli teslim olmakta ve kimseyi esir alacak durumda değiliz. Onlara özgürlüğün ekmeğini vermeye hiç de niyetli değiliz. Devrimin acıması yoktur.”

    Umarım Hortlak da tarihe bu fiyaskosuyla geçmez.

  116. Su bu ‘survival of the fittest’ lakirdisina takilmis kalmissiniz, belli; ama, ne anlama geldigini anladiginiza emin degilim.

    Bu terim, turler baglaminda kullanilir. Turler. Yani, Ingilizcesi, ‘species‘.

    Ve, hersey olup bittikten sonra, ‘demeki bundanmis’ ya da ‘bundan dolayi boyle olmus olmasi lazim’ anlaminda kullanilir.

    ‘Yani, herhangi bir tur, digerlerinin nesli tukenmis oldugu halde, geride (hayatta) kalmis ise, durum bu terimle kisaca ozetlenir. Kural degildir.

    Dahasi, sizin –son derece ahmakca oldugunu ayrica vurgulamak isterim– saplantinizda oldugu uzere, kisiler, gruplar, toplumlar, topluluklar vb gibi dar kapsamda kullanilmaz. Kullanmak anlamsizdir, cunku.

    Kullanan yok mu; var, tabii ki.

    Sizin gibi (farkinda olmasa da, ahmakligi yuzunden) ortulu ‘Sosyal Darwinci’ler herhalde cogunluktadir. Dar kafaliliklari ve/ya ufuksuzluklari ile buraya savrulmuslardir.

    Bir de, bunlara ek, acikca ve bilincli olarak ‘Sosyal Darwinci’ olanlar var.

    Siyonistler bunlarin en ‘vocal’ kismini olustururlar.

    ‘White supremacist’ler ve benzerleri de bunlarin digerlerini teskil ederler.

    Bu ikinci kategorinin sizden farki sudur:

    Onlar, ahmakliklarindan dolayi degil, cikarlari gerektirdigi icin, boyle bir tercihte bulunurlar.

  117. Suriye’de 8 İran askeri öldürüldü

    Suriye’deki çatışmalarda İran Devrim Muhafızları’na bağlı 8 milisin öldürüldüğü belirtildi.

    İran medyasında yer alan haberlere göre, Suriye’deki çatışmalar sırasında öldürülen İran Devrim Muhafızları’na bağlı “Fatimiyyun” ve “Zeynebiyyun” tugaylarına bağlı 7 milis Kum kentindeki Beheşti Masume Mezarlığı’nda defnedildi. Söz konusu milislerin isimlerinin İsmail Haydari, Muhammed Arifi, Muhammed Belhi, Yasin Nazari, Muhammed Haydari, Nevruz İmami ve Abbas Mir olduğu ifade edildi.

    Öte yandan İranlı askerlerden Mustafa Nilu’nun cenazesinin de yarın Kum’da düzenlenecek tören sonrası defnedileceği kaydedildi.

    Resmi olmayan rakamlara göre, Suriye’deki çatışmalarda öldürülen İran’a bağlı askerlerin sayısının 2 bin 400 civarında olduğu ifade ediliyor.

    İran’a göç etmiş Afganlılardan kurulan “Fatimiyyun Tugayı” ve Pakistanlı milislerin oluşturduğu “Zeynebiyyun Tugayı” Suriye’deki Beşşar Esed rejimine destek veren Devrim Muhafızları tarafından en ön safta kullanılan milis güçler olarak biliniyor.

    http://www.hurriyet.com.tr/suriyede-8-iran-askeri-olduruldu-40622727

  118. Halil Berktay: Liberalizm ve cehalet üzerine

    Daha önce de değindim: internette bir liberalizm furyasıdır gidiyor. Kendini solcu sayan bazıları, önüne gelene liberal yaftası asmakta. 12 Mart döneminde cunta, (zamanın tek kanalı) TRT’ye, herhalde o zamanki Andıç ve Lahika yazarlarının elinden çıkma birtakım propaganda programları koydurtmuştu. Adı bilinmeyen bir spiker, eski Türk filmleri ve radyo tiyatrosunun melodramatik tonlamasıyla, “anarşist”lerin alt-kategorileri diye (neo-con icadı “terörist” klişesi henüz yoktu) “Marksiiist, Leniniiist ve hattâ Maoiiist”lerden dem vururdu….

    Duyduğunuzda ödünüzün patlayacağı umuluyordu. Şimdi de (Türkiye’nin darbeli-darbesiz askerîleştirilmesi projesine karşı saf tutmayı “salaklık” sayan Sol kesimler arasında) “liberaal ve hattâ neeo-liberaal” diye konuşmak moda. Bunu, akan suları durduracak argüman, karşıtlarına öldürücü darbe, en ezici aşağılama olarak kullanıyorlar.

    Tahmin edebileceğiniz gibi, kof ve cahil insanlar söz konusu. Bazen liberal ile liberter arasındaki farkı bilmeyecek, bazen liberal yerine liberalist diyecek kadar cahil. Ama cehaleti sergilemek kadar, tarihçesini anlamak da önem taşıyor.

    Liberalizm, öyle çoluk çocuğun bir kalemde silip atacağı bir şey değil; insanlık tarihinde çok derin, çok önemli bir düşünce akımı. Marksizmden önce liberalizm vardı. En geniş anlamda felsefî kökleri, kapitalizm öncesine dayanır. Avrupa Ortaçağında, gerek baronların ve gerekse burgher denen embryonik burjuvazi başlangıçlarının, güçlenen krallık yetkilerine karşı kendilerini, ailelerini, mal ve mülklerini koruma ihtiyacı, 13. yüzyıl başlarının Magna Carta Libertatum’una (Büyük Özgürlükler Şartnamesi’ne) yansıdı. Varlıklıların dar sınıfsal çıkarları, deyip geçmemek lâzım; bu maddî temel, soyut ifadesini, herkes için geçerli hukukî garanti ve dokunulmazlıklarda buldu. Örneğin, bireylerin rastgele tutuklanıp hapse atılmasını önleyen habeas corpus koşulundan, lordlarla birlikte serfler de yararlandı.

    Allahtan ki 1215’te, güya emekçi halk adına “birbirlerini yesinler, bizi ilgilendirmez” diyecek halis Türk zekâları yoktu. Magna Carta, Batı feodalizminin “bağıtsal vasallık” (contractual vassalage) boyutunu ve dolayısıyla genel olarak “bağıtsallık” (contractuality) anlayışını güçlendirdi. Aynı zamanda, hükümdarların iradesinin kanunla sınırlanmasının önünü açtı; günümüzün anayasa hukukuna giden uzun ve karmaşık süreçlerin ilk adımı oldu. Old wine in new bottles, İngilizcede “eski hamam eski tas” (yani aslında pek bir şeyin değişmediği) anlamında kullanılır. Ama bunun tersini düşünmek de mümkün: new wine in old bottles, yani eski şişelerin (kalıpların) içine taze şarap (yeni bir muhteva) doldurulması. Magna Carta’nın başlattığı “sınırlı monarşi” anlayışı ve uygulaması, kapitalizmin ve sivil toplumun gelişmesi için elverişli bir çerçeve oluşturdu. Zamanla bunun üzerine 1640 ve 1688 İngiliz devrimleri bindi. Düşünsel planda, Hobbes’un mutlakıyet savunusuna Locke karşı çıktı; Hume deneyciliği ve akılcılığı, Montesquieu hukukun üstünlüğü düşüncesini daha fazla geliştirdi; Aydınlanma -Cumhuriyet’çi yorumunda sanıldığı gibi- sadece dine ve Kiliseye karşı çıkmakla kalmayıp, genellikle “[tabuları aşarak] düşünme ve öğrenme cesareti”ni (Kant: Sapere aude!) ve dolayısıyla kapsamlı bir “mukaddesatsızlaştırma”yı (de-sacralization) kucakladı. 19. yüzyıl sonlarının Amerikan ve Fransız devrimleri sürecinde Tom Paine ve Jean-Jacques Rousseau, daha radikal bir demokrasiyi teorileştirmeye çalıştı. Adam Smith’i David Ricardo, James Mill’i oğlu John Stuart Mill izledi.

    Bu olağanüstü birikimi bilmeden, tanımadan liberalizme dudak bükmek, kişinin kendi düşünce sığlığından başka neye tanıklık eder?

    Bu, bilgiye artık vahiy ve otorite (revelation and authority) yoluyla değil, mantık, deney ve deneyim (reason, experience and experiment) yoluyla ulaşma ilkesi ve yöntemi olmaksızın; bu eleştirel akıl, bu hürriyetçilik, bu hukuk ve adalet anlayışı olmaksızın; bu birey özgürlüğü ve dokunulmazlığı vurgusu olmaksızın, çağdaş demokrasi olabilir miydi?

    Marx olabilir miydi?

    Halil Berktay

    Taraf Gazetesi, 3 Temmuz 2008

  119. Sayın Necip Bey,
    Öğrenme tekniklerinden biri soru-cevap olarak bilinir. Derin bilgilerinizden yararlanmak için bu yolu seçtik.
    Siz “Daha once de, baska baglamda, yazmistim. Ben elitistim. Ister mafya mensubu olsun, ister din adami, isterse de fikir/sanat insani; ben, iclerinde en iyi olani hep takdir ederim. Bunu, meraklisi, isterse, benim ‘survival of the fittest’ten ilham alisima da baglayabilir.”, demiştiniz.

    1948 ve sonrası İsrail, bir devlet, bir siyasi toplum, bir bilim-teknolojik varlık olarak takdirinizi kazandı mı?
    Teknolojik alanda, savaş kazanmada, işgalcilikte gösterdiği başarıları takdir ediyor musunuz?
    Bu sorular cevap verin yeter. Zamanınızın kıymetli olduğunu biliyoruz. Geri kalanı okumasanız da olur.
    ***
    “Bunu, meraklisi, isterse, benim ‘survival of the fittest’ten ilham alisima da baglayabilir.” Bu cümlenizi elit seçme bağlamı içinde kullandınız. Diğer yandan, ” Bu terim, turler baglaminda kullanilir” ve ” kisiler, gruplar, toplumlar, topluluklar vb gibi dar kapsamda kullanilmaz” diyorsunuz. İlhamınızı aldığınız kaynak salt türler arasında geçerliyse, eliti elàt olmazan türler arasında aramak “–son derece ahmakca … –” olmuyor mu?
    ***
    “Sosyal Genetikçi” olduğunuzdan ve arkadaşlarla konuyu tartıştığımızda, çok çağdaş, çok diplomalı, çok bilgili Necip bey artık modası geçmiş “Sosyal Darwinci” olamaz düşüncesiyle ‘Survival of the fittest’ lafınızla “Sosyal Genetikçi” olduğunuzu sakladığınızı düşünmüştük. Önemli olan verilen ad değil. Bir yukarıdaki paragraf örtünün altında ne olduğunu fazlasıyla kanıtlar.
    “Bunu, meraklisi, isterse, benim ‘survival of the fittest’ten ilham alisima da baglayabilir.” lafınızı hatırlattık. Bu hatırlatmatır, takılmak değil.
    Bilgi noksanlığı da ahmaklık değil: Alınan diploma sayısı farkı ve bilmediğini bilmek.

  120. Siyonist iğrenç bir sözcüktür

  121. “Öğrenme tekniklerinden biri soru-cevap olarak bilinir. Derin bilgilerinizden yararlanmak için bu yolu seçtik.”

    Yolunuzun acik olmasini dilerim.

    Fakat, ben sizin ogreticiniz degilim –oyle bir gorevi hic ustlenmedim.

    Dolayisi ile, soru-cevap tekniginizin tatbikinde size yardimci olmak zorunda da degilim. Hele de, sorulari, bir sorgucu tonunda sormakta israr ederseniz hic.

    “Siz ‘Daha once de, baska baglamda, yazmistim. Ben elitistim. Ister mafya mensubu olsun, ister din adami, isterse de fikir/sanat insani; ben, iclerinde en iyi olani hep takdir ederim. Bunu, meraklisi, isterse, benim ‘survival of the fittest’ten ilham alisima da baglayabilir.’, demiştiniz.”

    ‘Ilham almak’la ‘kural olarak belirleyici gormek’in farkli oldugunu mu simdi size anlatmala satirlar harcayacagimi dusunuyorsunuz?

    “1948 ve sonrası İsrail, bir devlet, bir siyasi toplum, bir bilim-teknolojik varlık olarak takdirinizi kazandı mı?”

    Aradigim kriterler arasinda bu dediklerinizin basta/basat oldugunu varsayiyorsunuz anlasilan. Hayir, bunlar yoktu.

    ‘Savas kazanmak’ degil asil zor olan; ‘baris tesis etmek’ ve idame etmek cok daha zordur.

    “Teknolojik alanda, savaş kazanmada, işgalcilikte gösterdiği başarıları takdir ediyor musunuz?”

    Yok, Hayir.

    Israil, ustelik, butun bunlari da eline yuzune bulastirdi.

    Onca maddi imkan, teknoloji vs. olmasina ragmen, ortaya cikan sonuc tam bir felaket:

    3-5 bin sene oncesinde var olmus oldugunu farzettikleri bir suru efsaneye/mitolojiye hem kendilerini hem de onlara (silah zoruyla) mecbur olanlari mecbur etmek tercihinde bulundular/bulunuyorlar.

    Bunun sonunun hic de iyi olmayacagini gormek icin cok akilli olmak da gerekmiyor bence.

    Fakat, malesef, Israil bir butun olarak, bu ‘akil’dan yoksun.

    Oyle olunca da, noktasal herhangi bir basarisinin kiymeti/anlami kalmiyor.

    Bu ilk temel kirilma noktasi.

    Ikincisi, Israil’in, ozellikle Avrupa Yahudilerinin ‘boca edildigi’ bir arazi parcasi oldugu gercegini idrak etmek..

    Yahudiler, Schlomo Sand’in pek de guzel acikladigi uzere, Roma doneminde surgun filan yemediler; ama, o efsaneye/masala inanmagi sectiler.

    Buna karsilik, tarihleri boyunca tek ve gercek bir tane surgun yasadilar: Avrupa’dan Filistin topraklarina ‘dump’/’boca’ edildiler.

    1900’lerden once anlamli pek bir husumet yasamadiklari Musluman dunyayi da hem dusman bellediler, hem de kendilerine dusman ettiler. Dozunu artirarak da devam ediyorlar.

    Fakat, bunlarin hicbirinin farkinda bile degiller.

    Ben, simdi, neresinden bakip da (devleti ve halkiyla) Israil’in ‘akil’ sahibi olduguna hukmedebilirim?

    Neyse.

    Illa soylememi beklediginizi tahmin ettigim asil cevaba geleyim:

    Su siralar moda oldugu uzere, Israil’in bir donemki performansina bakarak, ‘yanilmisim’ da diyebilirdim. [*]

    Daha yaygin bir terimle ifade edecek olursam: ‘Kalibinin adami degilmis’ demek daha dogru olurdu.

    Ama, 50 sene, 100 sene, ‘devlet’ olabilmek (‘devlet’ sayilabilmek) icin yeterli degil. Cok daha uzun seneler gerekiyor. O da, o zamani yasayacak tercihleri yaparsa, tabii ki.

    Israil, bu tercihlerin icinden en berbatlarini –nasil beceriyorsa– bulup uyguluyor hep.

    Ilm kesbiyle paye-i rifat
    Arzu-yi muhal imis ancak

    var ya?

    Israil ozelinde o da isabetlidir; ama, ‘Ilm’ yerine ‘silah’ koyarsak daha da isabetli olur.

    Not wise at all.

    [*: ‘Yanilmisim’in en veciz ve ahenkli sekilde dile getirilisine en guzel ornek, merhum Noksani’nin –merhum Ali Ekber Cicek’in sesinden dinlenmesini oneririm– ‘Geldim su alemi islah edeyim’ ismi verilen deyistir, bence. Sozlerini ozellikle takip etmenizi oneririm. https://www.youtube.com/watch?v=lGNA5Z0ANtg ]

  122. Yazdığı anlaşılmayan, yazmasını bilmeyen yüce ŞAİR Hortlak’ın fiyaskosuna bir katkı.

    Aşırı bir soyut formül demek istediklerimi daha güzel anlatır.
    İki âlem vardır: Özgürlük ve Mecburiyet.
    Yazılı tarih boyunca insanların ve hatta tüm canlı varlıkların Özgürlük âlemi gittikçe daralmakta, Mecburiyet alanı gittikçe genişlemekte. Bu kavramları akıl almayacak kadar dar anlam almış, basmakalıplaşmış politika görüş sahasına kapatıp deve kuşu saklambacı oynamak artık çok çirkin. Sağ/Sol devrimciliği, eğer geleneksel tanımından yola çıkarsak, en son ve en yeni din FACEBOOK kadar etkin değilse de, çirkin dil/din.

    Somut dünyaya dönelim.

    Yakındaki ormana gidip çalı çırpı toplayarak yemek pişirmeyi en hızlı devrimciler bile artık hor görür: “Afrika’da mı yaşıyoruz efendim, gazınız, elektriğiniz, yellenme ve bol bol güneş temiz enerjiniz, atomla daha da temiz olabilir enerjiniz yok mu?”

    Bazen iş daha karışık.

    Bir çocuk sakat doğar. Aile, tabii para güçleri varsa ve eğer Aydınlık çağının “akıl yürütme” meşalesiyle ışığa kavuşmuşlarsa, çocuğun en iyi bakımı için en son, en bilimsel, en gelişmiş teknolojik aletlerle, en iyi tıp eğitimi görmüş insan veya robotlarla donanmış bir kliniğe terk etmeyi seçmekle Mecburiyet âlemini seçmiş olur.
    Yok, ama çocuğu evde tutar kendileri bakarsa, İNSAN olduklarını, İLERİCİLİK adına durmaksızın havlayan sağ ve sol devrimci köpeklerin suratlarına vururlar, Özgürlük âlemini seçerler.

    General F. J. Westermann ile ilgili alıntıda “Devrimin acıması yoktur.” ve eklenmeyen, kırımın mağdurlarının “karşı devrimciler” olduğu bu devrimcilik din/dil edebiyatının veya tarihinin muhabbet tellallarını simgeler. Son 100 yıl bu çılgınlığın hikâyesi.

    Devrim yapan ve asıl devrim olan kapitalist-burjuva devrimini “akıl, mantık” sonuçlarına taşımada azimli komünistler, sosyalistler açık açık, kapitalist-burjuvalar pazar ve pazar demokrasisinin görünmez eliyle aynı kırımları defalarca her yerde hem insanlara, hem hayvanlara, hem bitkilere karşı tekrarladılar. Rusya, Çin, Avrupa, ABD baş artistlerin başında gelenler.
    19. yüz yıl endüstri-üretim Türk anarşistler bakirelik peşinde. Bazı İspanya ve Paris Komünü pürüzleri ütülenir ve “eğer x, dolayısıyla y” mantık ilkesinin “x yanlış” o halde “çenem düştü, ne desem doğrudur” cinliği yaparlar. Hatta iş ve işçi bulma kurumunun adını değiştirip “Özgür” üniversite güzel ambalajıyla satarlar.
    This is a learning planet!
    Hortlak, Necip, G. Zileli bu yazılı çılgınlıklar tarihinin saray kâtipleri, muhabbet tellalları, kapitalist-burjuva devriminin yarattığı devasa eğitim endüstrisi ÜRETİCİ fabrikalarının hilkat garibesi mahlûkları.
    Ama fark da var: Burjuvaların bir ayağı eski dünyadaydı. Şeref, onur, şiir, müzik, gurur vb. anlam taşırlardı. Bazen büyük harflerle mecazi kullanılırdı. Şimdi, sıfatsız, yavan, zevksiz, medya fırlaması, teknisyen, sıradan iş ve işçi bulma kurumları üniversitelerin seri üretim hattından saniye yüz bin fırlayan orta sınıf mutasyonlarıyla karşı karşıyayız. Oidipus annesiyle yattığını öğrenince gözlerini oydu, şimdikiler itiraf kitapları yazarlar.
    Hortlak hâla bakire Marksizm peşinde.
    Zileli bakire devrim peşinde.
    Necip bakirelik peşinde.
    Müslümanlar bozulmamış ilk Müslümanlık, Hıristiyanlar bozulmamış ilkel Hıristiyanlık, Çinliler Konfüçyüs öğretileri peşinde. Hasret dünyası mı diyelim yoksa?
    Hepsine ortak Zerdüştçülük: Dünya pisliklerini ateşle temizleme.
    Hepsine ortak: bunu doğru dürüst bilimsel, akılsal, etkensel yöntemlerle başarmak.
    Belki de güneş enerjisiyle?

  123. Anarşizm’in bir tanımı: Anarşizm imkansızlık.
    Mümkün diğer tüm ‘-izmler’ sadece ve sadece kabus dünyası, Mecburiyet dünyası.

  124. “Meksika kedileri Çin kedileriyle iyi kötü anlaşırlar, ama Meksika insanları Çin insanlarıyla anlaşamazlar, çünkü arada dil engeli vardır.”

    Adsız26 Ekim 2017 01:08

    Güzel tespit olmuş. Türk kedisi Meksika kedisi ile politika tartışmıyor ya anca birbirlerine sürtünüyor ortada bir anlaşma yok. Ben de meksikalı kızla tek kelime ispanyolca bilmeden yatakta gayet anlaşırım.

  125. http://t24.com.tr/haber/karakoy-siyah-koy-mu,18302

    Karaköy Siyahköy demek değil. Asıl adı Karayköy imiş. Fatih Sultan Mehmet devrinde Kırım’dan getirilen Karayları, eski adı Galata olan semtin bir köşesine iskân etmişler. Aynı Kırım seferi esnasında Ceneviz’e karşı Osmanlı’yı tutan Kefe’li Ermenileri de Gedik Ahmet Paşa İstanbul’a getirip, şimdi halâ Gedikpaşa diye bilinen semte yerleştirmiş. O devirde payitahta yerleşmek büyük nimet, vergiden muafsın, kapu-yı saadete yakınsın, derebeyi zorbalığından az çok masunsun.

    Karaylar kim diye sorarsanız, bunlar daha çok Kırım ve civarında oturan, Tatar Türkçesi konuşan bir çeşit Yahudi milleti. Yahudi din yasalarının temeli olan Talmud’u ve Tevrat tefsirlerini kabul etmiyorlar. Tevrat’ın kendisinden başka mukaddes metin tanımıyorlar. Bu yüzden İbranice “kitapçı” yahut “okumacı” anlamına gelen karâî adı verilmiş. İbranice kalın kaf’la karâ fiili, tıpkı kıraat ve kur’andaki Arapça kara’a gibi “okumak” demek. İbranice ile Arapça akraba diller, biliyorsunuz.

    1950’lere dek İstanbul’da beş on aile de olsa Karaylar vardı. Şimdi kalmadı sanırım, ya göçtüler, ya ana akım Yahudiliğe asimile oldular. Hasköy’deki büyük Yahudi mezarlığının bir köşesinde epeyce Karay mezarları var. Kısmen İbranice, kısmen Kiril alfabesiyle Türkçe yazılı.

  126. https://tr.scribd.com/document/17250855/islam-ve-modernizm

    “Komünistlere bunca zaman hep şu söylendi: “yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede salyangoz satmaya çalışmayın!”

    Oysa önce Filistin intifadası, ardından Irak işgali sürecinde ülkenin kaçta kaçının Müslüman olduğu görüldü. Her iki olayda da emperyalistlere ve Siyonistlere hizmet eden bir kişi başbakan koltuğundaydı. Dünya Yahudiliğinin başkenti olan New York’ta yahudi lobisinden “cesaret madalyası” alan bu kişi Müslümanların politik lideri idi. Bu zat, fukara Müslüman halkın her türlü değerini çürümeye mahkûm eden bir düzeni meşrulaştırmaktaydı, ama nedense o “yüzde doksan dokuz” sesini bile çıkarmadı.

    Ortadoğu’da “politik İslâm” başlığı altında ortaya çıkan tüm hareketler süreç içinde komünistlerden çok şey öğrendi. Aslında bu “politik İslâm” ifadesi, fiiliyatta politik olmayan bir İslâm’ın var olduğuna kani olan sahte bir etiketten ibaretti. İslâm bugüne gelmişse içeriği ve üslubundaki politik niteliği sayesinde bunu başarmıştı.”

  127. “Devrimin acıması yoktur.”

    Acıma “zayıflık ve aptallık” mıdır?

    Örn;
    https://pbs.twimg.com/media/Ce6H_oLWsAAhmqA.jpg:large

  128. Türk modernizmi: Başbuğ’un mabedini tavaf etmek

    Türk muhafazakarlığı: Başput’un mabedini tavaf etmek

  129. “Ben de meksikalı kızla tek kelime ispanyolca bilmeden yatakta gayet anlaşırım.”

    Sergilediginiz bu cinsiyet ayrimciliginin hakli gerekceleri olabilecegini anlamakla beraber; erkeklerle nasil anlasacaginizi da aciklasaydiniz daha bir yardimci olurdu.

  130. Bir erkek, imkan bulduğunda sadece “Meksikalı” değil, dünyanın her yerinden dillerini anlamadığı kızlarla “anlaşabilir”, fakat buna imkan bulamaması belki de gelecek nesillerin selameti açısından elzemdir.

    Şöyle ki, bu erkekler yapıları gereği, günde dört-beş, ayda onlarca, yılda yüzlerce kızla “anlaşıp” gelecek nesilleri “yaratabilme” yeteneğine sahiptirler.

    Fakat bu yeteneğin böyle kontrolsüzce harcanması, kendilerinin, yani gelecek nesillerin erkeklerinin de sonunu hazırlayabilecek bir noktaya varabilir.

  131. Dünyanın en çok satılan kitabı 500 boş sayfa ve adı: “Erkek seks düşünmediğinde ne düşünür?”
    Bak sana benzeyen Necip ne demiş: ” erkeklerle nasil anlasacaginizi da aciklasaydiniz daha bir yardimci olurdu.” Yoksa, seks açlığı içinde kıvranan diğer bir sert, insan arkasına binenleri alkışlayan, gerçekçi, tüccar-zengin, sağ anarşist utangaç Türk’ün teklifi mi?

  132. Genç model fazla çalışmaktan öldü

    Genç Rus model aşırı çalışmanın kurbanı oldu… 14 yaşındaki Vlada Dzyuba, Çin’in Şanghai kentinde düzenlenen moda haftasında 12 saat podyumda kaldıkan sonra yorgunluktan komaya girdi. iki gün boyunca yoğun bakımda kalan genç model yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak hayata veda etti.

    Yapılan açıklamada Dzyuba’nın kronik menenjit nedeniyle hayatını kaybettiği belirtildi. Genç modelin ölümü tartışmaları da beraberinde getirdi. Resmi olarak günde sadece 3 saat çalışması gerekirken Dzyuba’nın kontratı gereği kelimenin tam anlamıyla köle gibi çalışmak zorunda kaldığı ileri sürüldü.

    Vlada Dzyuba, birçok Rus meslektaşı gibi kariyerini Çin’de sürdürmeye ve mesleğinde yükselmeye çalışıyordu.

    Genç modelin annesi Oksana da kızının sağlık durumunun podyuma çıkmaya elverişli olmadığını ama buna rağmen çalışmak zorunda kaldığını ileri sürdü. Acılı anne Oksana “Kızım beni aradı, çok yorgun olduğunu ve uyumak istediğini söyledi. Hastalığının çok başlangıcında olmalıydı” diye konuştu.

    Kızı hastanedeyken dua ettiğini anlatan Oksana Dzyuba “Onun yanına gitmek için vize almaya çaışıyordum. Sigortası olup olmadığı hakkında da bir fikrim yok” dedi.

    http://www.hurriyet.com.tr/genc-model-fazla-calismaktan-oldu-40625562

  133. “Devrim” nedir?

    “Devlet”in ortadan kaldırılmasıdır.

    “Devlet” nedir?

    Hükümetin başıdır.
    Asker-polistir.
    Hakim-savcıdır.
    Hapishane-mahkemedir.
    İktidar partisi ve faşist partidir.
    İktidar medyası ve faşist medyadır.

    O halde “devrim”, adı geçenlerin ortadan kaldırılmasıdır.

  134. “Sahte itirafları Neden Kabul Ettiler?

    Arthur Koestler’in kült romanı Gün Ortasında Karanlık’ı yeniden okudum. Bu roman, 1930’ların muhalif komünistlerinin, Stalin rejimi altında düzenlenen gösteri mahkemelerinde nasıl olup da itiraflarda bulunduklarına ilişkin bir tez-romandır aynı zamanda.
    Bu konuda 80 yıldır çeşitli tezler ileri sürülmektedir.”
    Bunu yazan 1990’lara kadar marksist-leninist-stalinist! Biraz da Maoist!
    Bunları bildiği halde neden marksist-leninist-stalinist rejime sadık kaldığının itirafını anlatsa tezleri zenginleştirir, işin aslına ayna tutar, herkesin bildiği politikacılık hırsının akıl ermez sırlarını açıklar.
    Gösteri mahkemedekiler canlarını düşünürlerdi. İtirafları son derece insanca anlaşılır.
    Diğer bir deyişle, mahkemedeki koyunlar can derdindeydi, yukarıdaki yazıyı yazan medya politakcılığı peşinde.

  135. Gerçekten çok iyi bir makale olmus. Bilgiler icin Tesekür ederim.

  136. ‘Sergilediginiz bu cinsiyet ayrimciliginin hakli gerekceleri olabilecegini anlamakla beraber; erkeklerle nasil anlasacaginizi da aciklasaydiniz daha bir yardimci olurdu.’

    Sen ilk önce kendine bak Necip, sapıklıkta rekor kıracak kadar kötü düşüncelere sahipsin, şunu ‘once you go black, you’ll never go back’ yazarak beyninin ne kadar çirkef olduğunu bir kez daha ifşa etmiş oldun.

    Hödük ve sapkın düşüncelere sahip insan(ımsı) Necip, Harvey Weinstein’dır.

  137. 1977 yılında Arnavutluk’a gidip o rejimi somut olarak görünce Stalin vb. konusunda ilk kuşkular doğmuştu içimde. Bir de aynı yıl Troçki filmini seyredince. 1980’den itibaren, özellikle İsaac Deutscher’i okuduktan sonra Stalinizmi eleştirmeye başladım. 1977 yılına, yani 31 yaşıma kadar, yetiştin hayatımı söz konusu edecek olursak 14 yıl boyunca Stalinizmi devrimcilik sanıyordum. Bize böyle öğretilmişti. Yani “bunları bildiği halde” demagojiniz bir demagoji olarak bile son derece düşük düzeyli ve inandırıcılıktan uzak.

  138. “Sen ilk önce kendine bak Necip, sapıklıkta rekor kıracak kadar kötü düşüncelere sahipsin, şunu ‘once you go black, you’ll never go back’ yazarak beyninin ne kadar çirkef olduğunu bir kez daha ifşa etmiş oldun.”

    Yahu, en azindan, ne yazdigimi aynen aktarmasini becerebilseniz..

    Ama, nerdeee.

    Hem beceriksiz, hem fodul.

    Anlamadiginiz seylerden tekfir cikarmak istiyor, onu da beceremiyorsunuz.

    Ben sunu yazmisim:

    http://www.gunzileli.com/2016/09/25/islami-fasizmin-bugunku-iki-temeli-gestapo-tipi-polis-teskilati-sokaklardaki-islamci-kitle/

    #17

    “Margaret Mead o duvarı kırmak için gitti Samoa’da incelediği yerlilerden biriyle evlendi. Sonra ne oldu? Araştırma bitti, adamı yüzüstü bırakıp memlekete döndü.”

    Hmmm.. Anlasilan ‘when you black, you never come back’ herkes icin gecerli degil.

    Ya da, adam, ‘aldım şeher gızını, çekemedim nazını’ demis de olabilir tabii.

    Saka bir yana, Margaret Mead’in Samoa yerlilerinden biriyle evlendigine (ve sonradan da onu terkettigine) dair tek kelime yok Wikipedia’daki sayfada.

    https://en.wikipedia.org/wiki/Margaret_Mead

    Acaba Nisanyan nereden bulmus (ya da uydurmus) bunu?

    Bu yazdiklarimla ne alip veremediginiz varsa, orada yazabilirsiniz, sayfa hala daha acik.

    Ama, yok; siz ‘Hafiyesi Mahmut’ rolunde, guya onemli bir sey bulmus gibi, karninizdan konusup yine de bir sey demis gibi yapmakta israr da edebilirsiniz, tabii ki.

  139. Hayvanlıktan insanlığa ve belki ilkellikten medeniyete geçiş hariç dünyayı tamamıyla değiştiren tek devrim kapitalist-burjuva devrimi. Bundan sonra hemen hemen bütün dünya, “Sahte itirafları Neden Kabul Ettiler?” yazısını yazanla cevap veren gibi, önce burjuva, sonra orta sınıf kalabalığı oldular.
    Bu devrimin getirdiği sonsuz sayıda yeniliklerden biri eğitimle yetiştirilen uzmanlar veya büyük beyinliler.
    Diğer bir yenilik, ilhamını doğayı bilinçli çalışma bilinciyle coşan modern bilimcilerden alan bu büyük beyinlilerin toplumları da mühendislik veya teknisyenlik gözüyle görmeleri.
    Uzatmayalım, politik ideolojileri, yani yeni anlamda toplum mühendisliği, ki zaten bunlar aslında üstü örtülü mitler veya dinler, inceleyen bir düşünür, zamanımıza egemen olan ve başta gelen üç dini kıyaslar: Hıristiyanlık, İslam, Marksizm.

    Not 1: Marksizm, burjuva-kapitalist devriminin bir uzantısı olduğundan ve bütün insanları burjuva yapmak istediğinden, burjuva-kapitalist dünya görüşünü tamamıyla paylaşır.

    Bir düşünüre göre her üçü de dünyayı kasıp kavurmuş, kırımdan geçirmiş, tiksindirici şiddet ve gaddarlıkta amacına varmakta engellerini yok etmiş. Marksizm ve İslam bunu temel inançlarına uygun, istikrarlı yaparlar. Hıristiyanlık temel inancıysa affedici, sulhçu, sevici. O halde Hıristiyanlıkta bir ifsat, bir tahrip, bir bozulma, bir çelişki var diyebiliriz. Ama ne Marksizm ne de İslam için aynı düşünce savunulabilir.
    Not 2: Asıl devrim olan burjuva-kapitalizm ile Marksizm insan ve doğa kıyım ve yıkıcılığı kıyasını sivri kelleli büyük beyinlilere bırakıyoruz. Avrupalılar dünyaya yayıldıklarında Antik Yunan Aydınlık meşalesiyle karanlık yerlerdeki insanları, hayvanları, bitkileri Rusya, Çin, günümüzde Avrupa, ABD, Sovyetler gibi yakarak aydınlattılar.
    Bu açıdan baktığımızda “Sahte itirafları Neden Kabul Ettiler?” yazılarını yazan iki büyük beyinli insanı tiksindirici bulmamak, insan olduğumuza utanmamak çok zor. Her ikisi de Kuran’ı Arapça okuyarak müritlerinin uyutan imamlar gibi günümüz enayilerinin gözlerini gençliklerinde birikimi ve yatırımını yaptıkları laf kalabalığıyla boyalama peşinde.

    Biri, suçlandırılanların suçlayanlarla aynı dünya görüşünü paylaştıklarından dolayı, yani kendisi gibi hala devrim saçmalıkları dünya görüşünden kutulamadıkları için itirafları kabul ettiklerini ileri sürer veya kendini aynada görür.
    Diğeri, başımızın en büyük belalarından biri olan “essentialism” (özcülük, tözcülük) çirkin mantığıyla işin içinden çıkar:
    Kadınsa doğurgandır. Bu kadın doğurgan değil. O halde, bu kadın, kadın değil.
    Bu genellikle askerlerini kahramanlığa teşvik eden generallerin mantığı. Diyarbakır olayları onda tiksinti yaratmamış. General kahraman askerliğe örnek bulmuş. Ne de savunduğu Marksizm gibi pislikleri ortaya çıktıktan sonra canlarını seve seve veren Hıristiyanlar hakkındaki fıkrayı duymuş:
    – Anne bak şu zavallı aç aslanın yiyeceği Hıristiyan yok!
    Avrupa baskısında kaçan ve hatta devrimci olanlar yeni kolonilere vardıklarında ne yaptılar, sayın büyük ve sivri beyinli devrim imamları?
    İlerlemek, cennete varmak için ne kırımdan geçirmeler ne de fedâkarlık yeni. Bitip tükenmez yeniler bu imamlar!

  140. “Bize böyle öğretilmişti. Yani “bunları bildiği halde” demagojiniz bir demagoji olarak bile son derece düşük düzeyli ve inandırıcılıktan uzak”
    Nihayet Naziler de böyle bir savunma yaptılar. Örneğin, Grass romanlarında “acaba o zamanlar yaşasaydım, Nazi olmaktan kaçınabilirliydim?” temasını işler.
    Esas konuyu göremediğinizden, ben sizin demagoji yaptığınızı düşünüyorum.
    Hoşunuza giden “büyük beyin, orta beyin, küçük beyin” ayırımı sizde hiç şüphe yaratmamış. Bu ayırım tarih mahsülü, gökten yere zembille inmedi. Devletsiz, sömürüsüz, özgür toplum savunanın bu ayırımı eleştireceğine kabullenmesi, en kibarca bir ifadeyle “çok tuhaf”. Sitenizdeki yazılarınız, siteyi süsleyen diğer alıntılarınızın çoğu “Bize böyle öğretilmişti.” türünden. Şimdi savunduğunuz anarşistlik düşündüğünüz kadar saf ve temiz değil. En azından kültür/doğa ayırımı gibi en büyük felaketlere neden olan bir dünya görüşünü kabullenir. Çok, sayısız daha çokları da var!

  141. Kahrolsun Kapitalist (TÜSİAD’cı) – Emperyalist (NATO’cu) – Laik (Sezaropapist) – Halkçı (Popülist) Cumhuriyet (Burjuva ve Bürokrat Saltanatı) !!!

  142. Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur

  143. Zileli’nin “Bize böyle öğretilmişti.” savunması çok zayıf ve hatta tehlikeli.
    Bugün bir sihirbaz değneğiyle ABD, Avrupa, Çin, Rusya ve yüzlerce diğer dünya baskı düzenleri yeryüzünden silinse, bu ülkelerde yaşayanlar “Bize böyle öğretilmişti.” diyecekler.
    Ama aynı insanlar şu an, o ülkelerde “size böyle öğretiliyor” diyenleri ciddiye bile almıyorlar.
    Ben 1978’de otostopla, Doğu Almanya içinden geçerek, Batı Berlin’e gittim. Batı Berlin’deki arkadaşlara yolda gördüğüm halsiz, ümitsiz, suratları asık, çoğu gri elbiseli, “dans edemeyeceksem, deviminde yer almak istemiyorum” diyen Goldman’ı hatırlatan Doğu Almanların halini anlattım. Arkadaşlar “hiç değilse onlar kendilerine verilen haplardan haberdarlar, bizimkiler hapları seve seve yutuyorlar” dediler.
    Doğu Almanlar “Bize böyle öğretilmişti.” dediler ama Batı Almanlar gibi hapları seve seve yuttular ve yutuyorlar. Başta Merkel.
    Dış baskıdan kurtulmak ümidi olsa da iç baskıdan kurtulmayanların dünyasında yaşamak çok daha zor olacak. Dürrenmatt’ın baskı düzeninden kurtulma kahramanı Vaclav Havel’e yazdığı açık mektup bir başlangıç, La Boétie’nin “gönüllü kölelik” yazısı daha eski ama günümüzün her yönden baktığımızda birbirinin aynısı edilmiş insanların korkutucu dünyasını daha da güzel anlatır.
    Hatta korkarım bu baskıyı içermişler, temiz enerjileri, temiz teknolojileri, temiz robotları, temiz yapay zekâları, temiz kalpleriyle geleceğin Havlev ve Merkelleri olacaklar. İşte o zaman hep bir ağızdan “Bize böyle öğretilene katılıyoruz.” meleyen kuzular dans bile edecekler.

  144. Evet ama “öğretilenle” mücadele edilmiş, öyle değil mi?

  145. “Zileli’nin ‘Bize böyle öğretilmişti.’ savunması çok zayıf ve hatta tehlikeli.”

    Haksizlik ediyorsunuz, bence.

    Soy-sop arastirmasi isini ben pek beceremem; ama, ‘Zileli’deki ‘Zile’ eger bir yer ismiyse, Tokat’in bir ilcesinden bahsediyoruz. Dersim hudutlari icinde degil galiba.

    Ote yandan, ‘sol’un aktif mensuplari icinde Dersim’de dogmus, soyu-sopu Dersimli olan kimse yok muydu?

    Olmasi lazim –yani, vardi mutlaka. [*]

    Peki, onlar bilmiyorlar miydi?

    Biliyorduysalar, neden digerlerini bilgilendirmediler?

    Bilgilendirmediler mi?

    Soylediler de duyulmadi mi?

    Yoksa, ‘kutsal’in (MKA’nin) sifatlari arasinda ‘muheymin’, ‘muntakim’, ‘kahhar’, ‘kabit’, ‘muzil’, ‘mumit’ filan gibi sifatlardan yola cikarak, kabullenmisler miydi?

    Bana sanki bu sonuncusu imis gibi geliyor.

    [*: Kemal Kilicdaroglu’nu da bunlarin arasinda sayabilir miyiz; yani’ ‘sol’ mensubu olmak acisindan? Bilemiyorum.]

  146. Hâla anlamamışsınız. Üstelik tarih örneklerle dolu.
    En basiti: Sıradan iki parti aynı düşünceyi benimser ama öğreten diğer partiyle mücadele eder.
    Sorun, “mücadele” edenle mücadele ettiklerinin tıpa tıp aynı olması. İş işten geçince çekmeceden “Bize böyle öğretilmişti.” formülü çıkar. Havel, Merkel, Lenin, Marks, Stalin, Mao, Xi Jinping ve yüzlece benzerleri yetmiyor galiba.
    Tekrar ediyim belki öğrenirsiniz: sizin anarşistlerle “düşmanları” kapitalist ve komünistler bilime ve teknolojiye tapmayı, doğayı iğfal etmeyi kardeş kardeş paylaştılar, paylaşıyorlar. Irkçılığı da. Sitenize bir göz atın yeter.

  147. Hüseyin Cevahir: 1946(47) – 1 Haziran 1971

    Yeldeğen (Mazgirt), Dersim doğumlu.

    1 Haziran 1971’de ‘(Emekli) Yarbay Cihangir Erdeniz’ tarafından öldürüldü.

    Faşist emniyet kuvvetleri, THKP-C üyelerini ve elbette Mahir Çayan başta olmak üzere bütün lider kadroyu arar.

    Hüseyin Cevahir, 29-30 Mayıs 1971’de Mahir Çayan ile birlikte, İstanbul-Maltepe-Orhangazi caddesi Küçükbağ sokaktaki bir apartmana, polisten saklanmak için girer.

    Daha güvenli olur diye üst kata çıkan iki arkadaş, Binbaşı Dinçer Erkan’a ait dairenin kapısını kırarak içeri girer. Evde bulunan anne Sevim Erkan, 10 yaşındaki oğlu Tamer ve 14 yaşındaki Sibel’in evden çıkmalarına izin verirler. Ama Sibel tam çıkacakken Mahir Çayan, ‘Sen kal, bize su getir’ diyerek genç kızı alı koyar. 51 saat sürecek olan ‘Sibel Erkan olayı’ böyle başlar. Sıkıyönetim Komutanlığı’na bağlı askerler ve keskin nişancılar evi çember altına almıştır.

    Pazarlık süreci epey uzun sürer.

    Mahir Çayan’ın annesi Naciye Çayan da çağırılır ve oğlunu ikna etmesi için, polis tarafından hoparlörle bağırtılır.

    Yetmez.

    Hüseyin Cevahir’in akrabalarından biri çağırılır. Bu kişi, elinde polis hoparlörü ile bağırarak, Hüseyin’e Kürtçe şunları söyler: ‘Hüseyin, gel bu inattan vazgeç. Aklını başına al, yoksa oradan cesedini çıkarırlar. Yanındaki terörist Mahir’e de o kadar güvenme. Yoldaşlık ettiğin bu teröristler, an gelir, seni bile gözlerini kırpmadan öldürürler. İn aşağı, devletin adaletine teslim ol.’

    Mahir ile Hüseyin, pencerenin duvarını kendilerine sütre yaparak, hem faşistlerin kurşunlara hedef olmaktan korunmaya çalışır, hem de pazarlık sürecini yürütürler.

    Mahir, Kürtçe bilmediği için, Hüseyin’in akrabasının ne dediğini anlamaz. Sorduğunda, Hüseyin’in verdiği cevap nettir: ‘Mahir, akrabam da dahil aşağıdaki bir tek kişi bile, sosyalist ideallerin ne olduğunu bilmiyor. Boş ver akrabamın söylediklerini. Ben, sosyalizm davasını satmam.’

    Bu sözlerinden saniyeler sonra, kurşunların peş peşe gelmesiyle, Hüseyin vurulur ve o anda öldürülür, vücudunda faşist emniyet kuvvetlerinin sıktığı tam 83 kurşun deliği vardır.

    Mahir de ağır yaralanır, tek başına mücadele edecek gücü tükenir, yere yığılır.

    Faşist emniyet kuvvetleri ve sağlık personeli daireye girer, Hüseyin’in cansız bedenini çıkarırlar ve Mahir’i de hastaneye götürürler.

    Hüseyin Cevahir’i öldüren ‘(Emekli) Yarbay Cihangir Erdeniz’, Haziran 1978’de öldürülür.

  148. Bir Bankacıdan Aykırı Sesler

    ‘Merkez bankalarının bankası’ diye bilinen ‘Bank of International Settlements (BIS)’, kredi dağıtmaz; merkez bankalarına akıl verir; bankaların izlemesi gereken standartları oluşturur; parasal, finansal konularda araştırma yapar.

    Bu bankanın ‘baş iktisatçısı’ olan ‘Claudio Borio’, bir süredir, ABD ve Avrupa merkez bankalarının ölçüsüz parasal genişleme politikalarını eleştirmekteydi. 22 Eylül 2017’de Londra’daki bir konuşmasında, bu eleştirileri, burjuva iktisadının bazı ‘dokunulmaz doğruları’na da taşıdı.

    İlk eleştirisi, parasal doktrinin temel dayanağı olan ‘Milton Friedman’ın, zaman ve mekândan bağımsız (‘evrensel’) iddiasıdır: ‘Enflasyon daima ve her yerde parasal bir olgudur.’ Borio, bu ifadeyi, 1975 sonrasına damgasını vuran ve aslında geçersiz olan bir ‘moda’ olarak nitelendiriyor.

    Niçin geçersiz? 15 Eylül 2008 krizi sonrasında Batı ekonomilerinde deflasyon (fiyatlarda gerileme) yaygınlaştı. Düşen fiyatlarla üretimi sürdüren borçlu şirketler zorlanır. Eski krediler zor ödenir; yenilerinden kaçınılır; kriz ortamını aşmak güçleşir.

    Bu nedenle Batı merkez bankaları, enflasyonla mücadelede uyguladıkları ‘Friedman formülü’nü anti-deflasyonist doğrultuda işlettiler; en azından %2’lik bir enflasyon temposunu hedeflemeye başladılar. Politika faizlerini sıfıra, eksiye indirdiler; finansal piyasalara trilyonlarca likidite pompaladılar.

    Sonuç, ‘Friedman doktrini’nin geçersizliğini ortaya koydu. Merkez bankalarını pompaladığı likidite ve sıfır civarında faizli krediler, mal piyasalarına değil; borsalara, hisse senedi alımlarına gitti. Şirketlerin parasal varlıkları şişti.

    New York borsasında, ortalama hisse senetlerine 2007’de yatırılan para, on yıl sonra ikiye katlandı (kaynak; Financial Times, 9 Ekim). Aynı dönemde ABD milli geliri nominal olarak sadece %34 yükseldi. Abartılı şişen parasal servetlerle, durgun gelir akımları arasındaki bağlantının bu derecede bozulması; (Borio’nun defalarca uyardığı gibi) ciddi finansal çalkantıların habercisidir. Bu olguyu göremeyen ‘Friedman’ın gözlükleri’ni de atmak gerekiyor.

    Kritik Olgu: ‘Dünya Emek Havuzu’

    Borio, enflasyonun ön-göstergesi olarak ücret artışlarına odaklanan (ABD Merkez Bankası) FED’in bu yaklaşımını da özel olarak eleştiriyor: ‘Eskiden ücret artışlarından ürkerlerdi; şimdi teşvik ediyorlar; halbuki parasal genişleme ile ücretler arasındaki bağ sıfırdır. İşsizlik oranları düşerken ücretler yükselmemekte; düşük fiyatların gerisinde seyretmektedir.’

    Niçin böyle? Borio, yanıtı, politik iktisatta arıyor: ‘Ürün, sermaye ve emek piyasalarının küreselleşmesi rol oynadı. Sovyet bloku, Çin ve diğer yükselen piyasa ekonomileri, fiili dünya emek gücüne 1,6 milyar insan ekledi; 2015’te gelişmiş ülke emeğinin payı dramatik boyutlarda geriledi. Artık biliyoruz ki; işçiler sadece kendi ülkelerindeki işçilerle değil, dış dünyadakilerle de rekabet etmektedir. Daha düşük maliyetli üreticiler ve daha ucuz emek küresel ekonomiye girdiği sürece ve maliyetler birbirine yaklaşıncaya kadar, gelişmiş ülkelerde enflasyon baskı altında kalacaktır.’

    BIS’in baş iktisatçısı Borio, böylece, ‘enflasyon / deflasyon bilmeceleri’ne yanıt ararken, parasalcı doktrinden arınıyor: Dünyanın tüm coğrafyalarındaki işçileri aynı kadere mahkûm eden, bir ‘dünya emek havuzu’ keşfediyor. Sadece ücret düzeylerini değil, fiyat hareketlerini de son tahlilde kontrol eden bir havuz…

    Borio’nun söyledikleri özgün değildir. Marksist politik iktisat yazını, benzer tespitleri önceden yapmıştı. Önemli olan, üst düzeyde bir uluslararası bankacının dahi, nesnel olgular karşısında ‘parasalcı / neoliberal saplantılar’dan arınmak zorunda kalmasıdır. Aynı bankacının, ücretlerin belirleyici rol oynadığı bir ‘maliyet enflasyonu anlayışı’na yaklaşması ayrıca ilginçtir.

    Borio, dünya emek havuzunun yarattığı sorunları ağırlaştıran teknolojik etkenlere de ayrıca dikkat çekiyor: ‘Emeğin pazarlık gücünü, küreselleşme gibi teknolojik ilerlemeler de tehdit edecektir. Yabancı [Çinli] işçilerin yerini robotların aldığını düşünün. İkisi de maliyetleri aşağı çekerek ürünleri ucuzlatır. Teknolojinin sonuçları incelenmemiştir; tehdidi küçümsenmiştir; gelecekte öne çıkacaktır ve küresel [emek havuzunun] etkileriyle iç içe girecektir.’

    Claudio Borio, yanlış bir enflasyon kuramına saplanarak bir finansal kriz olasılığını besleyen Batı merkez bankacılarını uyarmaya çalışıyor. Bunu yaparken, dünya çapında ’emek havuzu’ veya ‘yedek emek ordusu’ olgularını keşfetmiş oluyor.

    Bu olgular, bunları açıklayan kavramlar, hepimizi, Türkiye emekçilerini de yakından ilgilendiriyor. AKP iktidarının, sermaye örgütlerinin, IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal reform söylemlerinde daima karşımıza çıkan, işgücü piyasaların esnekleştirilmesi önerisinin hikmet-i vücudu budur: Dünya emek havuzu ile bütünleşmemizi engelleyen her şey ortadan kaldırılmalı ki emek maliyetleri aşağılarda bir yerde eşitlenmeye yönelsin…

    Robotlaşmanın Boyutları

    Borio, dünya çapında emeğin pazarlık gücünü aşağıya çekecek olan robotlaşmayı, ikinci ve ileriye dönük tehdit olarak değiniyor. Biraz bu olguya dikkat çekmek istiyorum. ‘International Federation of Robotics’in 2016 tarihli Dünya Raporu’nda, UNCTAD’ın, ‘Gelişmekte Olan Ülkelerde Robotlaşma ve Sanayileşme (2016)’ başlıklı çalışmasında ve Batı basınında yer alan bilgileri aktaracağım. Bilgiler, ‘sanayide robotlaşma’yla ilgilidir. Daha ayrıntılı değerlendirmeleri uzmanlardan bekleyeceğiz.

    Robotlaşma oranı, imalat sanayiinde 10.000 (on bin) işçiye düşen robot sayısı olarak tanımlanıyor. Dünya ortalaması 70 civarındadır. Liste başında 530 ile Güney Kore yer alıyor. Japonya, Almanya ve ABD bu ülkeyi izliyor.

    Batı ekonomilerinde son yıllarda emek veriminde durgunlaşma gözlenmektedir. ABD’de işsizlik oranı bu nedenle tam çalışma eşiğinde seyretmektedir. Demek ki ‘robotlaşmadan kaynaklanan verim artışı ve işsizlik’ henüz istatistiklere yansımamıştır. Bu nedenle, önümüzdeki yıllarda robotlaşma temposunun hızlanıp hızlanmayacağı önem taşıyor.

    2015’te tüm dünyada 1,6 milyon sanayi robotu kullanılmaktaymış. Yıllık ortalama %16’lık bir artışla bu sayının 2019’da 2,6 milyona çıkacağı öngörülüyor.

    Robotlar, yapay zekâ alanındaki gelişmelerle birleştiğinde giderek daha ‘akıllı’ hale gelmekteymiş. On yıl içinde robot üretim maliyetinin %20 düşeceği; ortalama verimlerinin de hızlanarak artacağı; Japonya, Güney Kore, Almanya, ABD ve Çin’de ‘daha akıllı’ robot kullanım oranının %8’den %26’ya çıkacağı öngörülüyor.

    Çin’in Öncü Rolü

    Olası gelişmelerin ipuçları, Çin’de gözleniyor.

    Çin, 2015’te; ‘Made in China 2025’ başlıklı bir sanayi stratejisi oluşturdu; ‘robot devrimi’ bu stratejinin önde gelen bir öğesi olarak ilan edildi.

    Bu ‘devrim’in ilk işaretleri daha önceden ortaya çıkmıştı: 2013’ten bu yana robot kullanımını en çok artıran ülke Çin’dir. Öngörülere göre, 2019’da dünya robot stokundaki artışın %40’ı bu ülkeden kaynaklanacaktır. Böylece sanayide, ‘robot / işçi oranları’ bakımından Çin, beş yıl içinde Batı ekonomilerine yaklaşmayı planlamaktadır.

    Bu hedefler, sadece ‘robot kullanımı’nı değil, devletçe desteklenen ‘yerli robot üretimini’ de kapsıyor. 2016-2020 arasında yıllık robot artışlarında yerli üretimin payı yükselecekmiş: %31 → %50…

    Emek maliyetlerindeki tasarruf (düşme), robot yatırımını kaç yılda karşılar? Cevap: Bu hesaptaki amortisman süresi, robotlaşmanın ortalama verim artışlarını ölçer. Bir örnek olarak; Çin’de elektrik kaynağında robotlaşmanın amortisman süresi veriliyor. 2010, 2015 ve 2017 ortalamaları hızla düşmüştür: 5,3 yıl → 1,7 yıl → 1,3 yıl… Bu tempoya yaklaşan verim artışlarının diğer üretim süreçlerine taşınması dramatik sonuçlar yaratacaktır.

    Bu İşin Sonu Nereye Gider?

    Bu yüzyılda ‘dünya emek havuzu’nun göbeğinde, düşük ücretleri ve bir milyar civarında bir faal nüfus ile ‘dünyanın fabrikası’ haline gelen Çin yer aldı.

    Altyapı ve ortalama eğitim düzeyleri açısından ‘Üçüncü Dünya ortalamaları’nı aşan emek verimi ile ücret düzeyleri birlikte ele alındığında, Çin; dünya ekonomisi için bir ’emek maliyeti tabanı’ oluşturmaktaydı. Marksist iktisadın ‘işgücünün değeri standardı’, dünya sistemi için Çin’de belirlenmekteydi. Claudio Borio’nun gözlediği Batı ücretlerini frenleyen küresel çekim gücü, Çin’den kaynaklanmaktaydı.

    Çin, niçin bu konumu ile yetinmedi ve robotlaşmaya yöneldi? Cevap: Başkan Xi Jinping’nin 2049 için öngördüğü ‘Çin rüyası’nın teknolojik hedefleri herhalde etkilemiştir. Ancak, bu dönüşümü zorlayan güncel etkenler de vardır.

    Olumsuz bir demografik etken söz konusudur: Geçmiş dönemlerde uygulanan ‘aile başına bir çocuk’ kuralı, Çin’in çalışma çağındaki nüfusunu aşağı çekmeye başlamıştır. 2030’a kadar 40 milyonluk bir daralma öngörüsü vardır.

    Emek arzındaki daralma, tam çalışma ortamındaki kentsel nüfusla birleşince, sonuç; ücretlerin yukarı seyretmesidir. Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’nun belirlemesine göre; 2006-2015 arasında Çin’de reel ücret hareketleri %10’a yaklaşan bir ortalamayla yükselmiş; G20 grubundaki her ülkeyi açık farkla aşmıştır (Küresel Ücret Raporu, 2016-2017, sayfa 12).

    Çin, böylece, dış ticarette Batı’ya ve olası Güney’li rakiplerine karşı ücretlerde kaybetmeye başladığı rekabet gücünü, ‘robotlaşmaya dayalı bir emek verimi sıçraması’yla telafiye çalışmaktadır.

    Ancak, Çin’de tarımdakilerle birlikte ‘yedek rezervleri’ de içeren bir milyar insana yaklaşan bir ’emek havuzu’ söz konusu. Bu ‘havuz’, Batı oranlarında bir robotlaşmaya yaklaştıkça, diğer coğrafyalara nasıl yansıyacaktır?

    Endonezya, Vietnam gibi Çin’in olası rakipleri dahi robotlaşmaya başlamıştır. Almanya ve Japonya verim üstünlüklerini koruma çabasıyla sanayide; ABD ise niteliksiz ve (tıp, finans, hukuk gibi) nitelikli hizmet sektörlerinde robotları yaygınlaştırmaktadır.

    İktisatçı ‘Samir Amin’ 2003’te; ‘Üçüncü Dünya tarımı’ ile ‘Batı’nın kapitalist tarımı’ arasındaki çok büyük verim farklarına işaret ettikten sonra, ‘bugünün üç milyar köylüsünün pazara sunduğu gıda ürünlerinin otuz milyon modern çiftçi tarafından üretilmesi halinde; bu milyarlarca insana ne olacak?’ diye sormuştu. Bu milyarlarca köylünün bir bölümü, kara ve deniz engellerini aştıktan sonra ABD ve Avrupa topraklarına ‘göçmenler’ olarak sızdı. Dünya emek havuzunun bir bölümünü doğrudan doğruya Batı’ya taşıdı; ‘beyaz’ işçilerin ücretlerini frenledi.

    Bununla yetinilmedi. Çin ve Üçüncü Dünya ülkelerinin ilaveten (dıştan) beslediği emek havuzu, ücretleri aşağıya çeken etkili bir ek baskı oluşturdu.

    Düşük ücretlere rağmen yine de yetinilmiyor: Kapitalizm, robotlaşma yoluyla, daha da artan emek fazlaları yaratmaya çalışıyor. Kısa dönemde tek sonuç, hızla tırmanan işsizlik olacaktır.

    ‘Samir Amin’in sorusu bu koşullarda tüm dünya ekonomisi için gündeme geliyor: ‘Robotlaşmanın bu kadar hızla artması sonucunda; Batı’da, Doğu’da ve Güney’de; işgüçlerini satarak varlıklarını sürdüren yüzlerce milyon insana ne olacak?’

    Uzun vadeli düşünelim:
    Gelişkin yapay zekâ yöntemleri sayesinde robotların da robot ürettiği bir dünyada, işsizler, çalışan işçileri aşarsa; ‘emeğin metalaşması’ imkânsız olur. Metalaşan emeğin yok olması işçi sınıfının, dolayısıyla kapitalistlerin de yok olmasıdır.

    O zaman kapitalizm hangi akla uymaktadır? Bence, bu sistem, doğası gereği, akrep gibidir: Kendisini yaşatan işçi sınıfını yok ederek intihar etmekte; kendi sonunu da getirmektedir.

    Bu ‘cenaze’, ‘kendiliğinden’ mi, Enternasyonal’deki sözlerle ‘en sonuncu kavga’ ile mi kaldırılacak? Bugünün gençleri belki görür.

    Prof. Dr. Korkut Boratav
    İktisatçı
    13 Ekim 2017

  149. Peri Masalları
    Toplum ve insanlar, bilim-teknoloji de dâhil, bütün ideolojilere karşı korunmalı. İdeolojiler peri masallarına benzerler, çok sayıda ilginç temalar içerirler, tehlikeli yalanlar da. Ahlak ilkeleri pratik iş görmede kılavuz olabilir ama kelimesi kelimesine uygulandığında ölümcül olur.
    Kropotkin, bilim hariç tüm geleneksel kurumları ve inanç biçimlerini yıkmak ister. İbsen, on dokuzuncu yüzyıl burjuva ideolojisinin en ufak dal ve budaklarını eleştirir ancak bilime dokunmaz. Levi-Strauss, bir zamanlar insan başarısının tek zirvesinin Batı Düşüncesi olduğu inancımızın yanlışlığını, ideolojilerin göreceliğini gösterir ama bilimi görecelik dışı tutar. Marks ve Engels’e göre bilim işçilerin zihinsel ve toplumsal kurtuluş arayışlarında yardımcı olacaktı.

    Bu düşünürler korkunç hayal ürünün kurbanları mıydılar?
    Yoksa her “–izm” “-izmdi” olmaya mı dönüşür?

  150. Atalarımızın ve ilkel çağdaşlarımızın, kozmolojileri, tıbbi teorileri, biyolojik ilkeleri, Batı’daki rakiplerine göre daha elverişli ve daha iyi sonuçlar elde ettiler. ‘Nesnel’ bir laboratuar yaklaşımıyla erişilemeyen olguları daha üstün tanımladılar. Bilim, göz kamaştırıcı başarılarından dolayı durmadan övüldü.
    Ama lütfen izin verin de biraz bu hor görülen atalarımızın başarılarına da bakalım:
    Mit yaratanlar aynı zamanda ateşi evcilleştirdiler ve koruması yollarını icat ettiler. Hayvanları evcilleştirdiler, yeni bitki türleri yetiştirdiler, çeşitleri günümüz bilimsel tarımı imkânlarını aşan ölçüde korumayı başardılar. Tarım alanlarının dönüşüm etkenliğini buldular ve Batı insanının en iyi eserleriyle karşılaştırılabilecek sanat geliştirdiler. Elleri ayakları uzmanlıkla bağlanmadığından buldukları insanla insan ve insanla doğa arasındaki devasa bağlarını bilimlerini ve toplumlarını geliştirmede kullandılar. En iyi ekolojik felsefe Taş Devri’ndedir. Okyanusları aşan gemileri aynı ölçüdeki modern gemilere kıyasla denize daha dayanıklıydılar. Kullandıkları maddeler ve deniz yolculuğu bilgileri günümüz bilimsel fikirlerle çatıştı ama sınamaya tabi tutulduğunda doğru oldukları tespit edildi. Değişimin farkındaydılar ve değişim temel yasalarını titizlikle uyguladılar.
    Presokraticilerin ‘rasyonalizmi’ ile başlayan ve son yüzyılın sonlarına doğru doruğa ulaşan, ‘ebedi tabiat yasaları’ üzerine uzun ve dogmatik bir ısrarın ardından bilim, Taş Devri görüşüne geri döndü. Üstelik bu ilkel buluşlar içgüdüsel bulgular değil, düşünce ve spekülasyonun sonucuydu. Dolayısıyla başarıları nedeniyle bilim övüldüyse, mit yüz kat daha fazla ısrarla övülmelidir, çünkü başarıları kıyaslanamayacak kadar büyüktür.

  151. Bülent Tezcan: Erdoğan diktatörün şeddelisidir

    Bekir Bozdağ: Türkiye’de tek faşist parti CHP’dir

  152. “gerek nasyonal sosyalizmin ve gerek faşizmin mustafa kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söylüyorlar. çok doğrudur. çok doğru bir görüştür. kemalizm otoriter bir demokrasidir. demokrasi de bundan başka bir şey olamaz.”

    bu sözlerin chp’ye ya da kemalizme düşman birine ait olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. bunları söyleyen atatürk’ün silah arkadaşı, chp’den vekillik yapmış ve cumhuriyetin kuruluş dönemlerinde önemli görevler yapmış mahmut esat bozkurt’a ait. kurucu kişiler bile faşist olduklarını büyük bir mağrurlukla ifade ediyorsa buna karşı çıkmak kimseye düşmez. bekir bozdağ da bunu dile getirmiş sadece.

    https://eksisozluk.com/entry/71760810

  153. Çok çalışmaktan ölmüştü: Modelin dramı bitmedi

    Geçtiğimiz hafta aşırı çalışma nedeniyle hayata veda eden Rus model Vlada Dzyuba’nın dramı giderek büyüyor.

    Modellik yapmak için bulunduğu Çin’in Şanghay kentinde hayata veda eden 14 yaşındaki Dzyuba’ın ailesi ekonomik yetersizlikler yüzünden genç kızın cenazesini ülkelerine götüremiyor.

    Dzyuba’nın ailesi kızlarının naaşının yakılmasını ve küllerinin yaşadıkları Rusya’nın Perm kentine gönderilmesini istedi. Bu arada devreye giren Rus yetkililer de yakma işleminin, Dzyuba’nın annesi Çin’e gidinceye kadar ertelenmesini istedi.

    Vlada Dzyuba, bir süredir Çin’de modellik yapıyordu. Birkaç hafta önce Şanghay’daki moda haftasında tam 12 saat boyunca defileye çıkan Dzyuba, bunun ardından fenalaşıp hastaneye kaldırıldı. İki gün komada kalan Dzyuba, hayat mücadelesini kaybetti.

    Vlada Dzyuba, komaya girmeden önce görevli olduğu mücevher fuarında 13 saat boyunca çalıştı. Ardından yere yığılıp hastaneye kaldırılan genç kız iki gün sonra da hayatını kaybetti.

    Bu arada Çin’de bulunan ESEE Model Ajansı’nın yetkilisi Zheng Yi, Vlada Dzyuba’nın iki aylığına Çin’de bulunduğunu ve bu sürede 16 farklı iş için anlaşma yaptığını söyledi.

    Yi, Vlada Dzyuba’nın çalışma saatlerinin diğer modellerle karşılaştırıldığında gayet normal olduğunu belirtti. Vlada Dzyuba, ölmeden birkaç gün önce annesini arayıp çok yorgun olduğunu ve uyumak istediğini söylemişti.

    İlk gün Vlada Dzyuba’nın menenjit yüzünden öldüğü açıklandı. Ardından da çoklu organ yetmezliğinin Dzbuya’nın ölümüne yol açmış olabileceği belirtildi. Çinli yetkililer, otopsinin tamamlanmasından sonra Vlada Dzyuba’nın neden öldüğü kesin olarak belirlenecek.

    http://www.hurriyet.com.tr/trajedisi-oldukten-sonra-bile-bitmedi-40628098

  154. “Mahir, Kürtçe bilmediği için, Hüseyin’in akrabasının ne dediğini anlamaz. Sorduğunda, Hüseyin’in verdiği cevap nettir”

    Cevabin ‘net’ olup olmadigindan once bambaska bir konuyu ‘net’lestirmek gerekmiyor mu?

    Soruyu soran Mahir Cayan da, cevabi veren Huseyin Cevahir de oradan sag cikmadiklarina gore, bu diyalogu bu kadar ‘net’ kim aktarmis olabilir?

    Olmaya ki, bir baska ‘tas baski Hz Ali Menkibesi’ ornegiyle karsi karsiyayiz..

    Hani, su icinde “Kuheylan Zulfikar’a dedi ki”lerin bulundugu turden metinler..

    Yani, tamam, merhum Huseyin Cevahir’i de, merhum Mahir Cayan’i de kahramanlastirmak icin birilerinin gayret etmesine itiraz etmiyoruz; ama, gayretkeslik bu kadar da siritMAmali bence.

    Neyse..

    Ben dedim diye kimsenin aliskanliklarindan vazgecmesini bekleyemeyiz. Gecelim.

    Asil konu su idi; buraya aktardiginiz metinde eksik birakilan su sorunun cevabi hala daha eksik.

    ‘Sol’un icinde –ta o zamanlar– Dersimli kimse yok muydu?

    Var ise, (ki gorduk, en azindan Huseyin Cevahir vardi) o zaman, neden bu kisi(ler) bildiklerini ‘sol’daki digerlerine aktar(a)madilar?

    Bu soru onemli.

    Fakat, bu sorunun devami da var:

    Onu da, su son paragraftan mulhem sorabiliriz:

    “Hüseyin Cevahir’i öldüren ‘(Emekli) Yarbay Cihangir Erdeniz’, Haziran 1978’de öldürülür.”

    Bu durumda, THKP-C’nin sozkonusu (emekli) yarbayi sorumlu tuttugunu ve emekli olduktan sonra takibedip ‘intikam’ aldigini farzedebiliriz.

    Hadi diyelim, bu normal olsun –yani, kendisi de bir ’emir kulu’ olan (rutbeli de olsa) bir askeri, emekli oldugunda katletmek normal olsun.

    Benim asil merak ettigim ve cevabini bu baglamda da duyabilmegi arzu ettigim soru sudur:

    Kizildere’de hayatini kaybedenlerle kiyaslanmayacak kadar cok daha yuksek sayida insan, ‘Dersim Isyani’nin bastirilmasinda, kimisi magaralarda kimyasal gazlarla ‘fare gibi’, kimisi de, ilk kadin pilotumuzun da (verilen emir uzerine) katildigi hava saldirilarinda can verdi.

    Butun bunlarin emrini kimin verdigi bilindigi halde, THKP-C’nin bu baglamda bir ‘intikam eylemi’ varsa bile ben duymadim. [Sabiha Gokcen. 2001’e kadar yasadi. 88 yasinda, yaslanarak oldu.]

    O bir yana, emri veren su anda kutsallarin arasinda yer aliyor.

    Bu bir celiski gibi gorunuyor. THKP-C’nin en azindan buna bir itirazi olur diye bakindim; ama, bir sey goremedim.

    Aciklik getirmek adina diyeceklerinizi ilgiyle bekliyorum.

  155. Merkezi yönetim mi, yerel yönetimler mi?
    Üniter yapı mı, otonom ve federal yapılar mı?
    Merkeziyetçi krallık ve sultanlık mı, yerel feodaller ve beylikler mi?

    Hangisi gelişme ve ilerleme, hangisi bozulma ve gerileme etkeni?
    Hangisi üretici güçlerin öncüsü ve motoru, hangisi engeli, duraklatıcısı ve yıkıcısı?

    Şartlara göre bazen biri, bazen diğeri. Bazen her ikisi de bunlardan biri ya da öbürü.

  156. “Çok çalışmaktan ölmüştü”

    Hani, derler ya, ‘insanlar, cenazelerde, olene degil, kendine aglarmis’..

    Bu hikaye de oyle biraz.

    Birincisi: ‘Cok calismaktan olmek’ diye bir tibbi/teknik terim mi var? Otopside nasil belirlenir? Belirlenebilir mi?

    Tabii ki, yok oyle bir sey.

    Hele de, modellik gibi, ‘cikar o elbiseyi, giy bu kiyefeti; cik yuru 50 metre; sonra geri don, cikar o elbiseyi, giy bu kiyefeti; cik yuru 50 metre’ gibi son derece agir (!) bir ‘is’te kimse, 13 saat degil 20 saat bile calissa, can vermez.

    Kimbilir kizcagizin gercek sorunu ne idi. Modellik deyince, insanin aklina ilk ‘yetersiz beslenme’ geliyor; ama, tabii ki, bambaska bir sey de olabilir.

    Bence, kendisinin cok calisti(rildi)gini dusunen birilerinin ‘viral’lestirmege ugrastigi bir ‘haber’e benziyor daha cok.

    Cok sukur ki, cok zaman gecmeden, islerin cogu robotlar tarafindan devralinacak ve kimse artik ‘cok calismak’tan olmeyecek.

    ‘Issizlikten olmek’ diye –ayni sekilde uyduruk– bir kavram icat edilecek. O da viral olacak. Kendi akibetimizi dusunup sesizce aglayacagiz. Kimse de umursamayacak. Her zamanki gibi.

  157. ‘Cevabin ‘net’ olup olmadigindan once bambaska bir konuyu ‘net’lestirmek gerekmiyor mu? Soruyu soran Mahir Cayan da, cevabi veren Huseyin Cevahir de oradan sag cikmadiklarina gore, bu diyalogu bu kadar ‘net’ kim aktarmis olabilir? Olmaya ki, bir baska ‘tas baski Hz Ali Menkibesi’ ornegiyle karsi karsiyayiz.. Hani, su icinde ‘Kuheylan Zulfikar’a dedi ki’lerin bulundugu turden metinler.. Yani, tamam, merhum Huseyin Cevahir’i de, merhum Mahir Cayan’i de kahramanlastirmak icin birilerinin gayret etmesine itiraz etmiyoruz; ama, gayretkeslik bu kadar da siritMAmali bence. Neyse.. Ben dedim diye kimsenin aliskanliklarindan vazgecmesini bekleyemeyiz. Gecelim.’

    Bahsi geçen konuşma, gerçek.

    Senin haberin yoksa, senin problemin.

    Mahir hastanedeyken de ‘öldürülmeden’ kurtulduktan sonra, Kızıldere’de son nefesini vermeden önce, aradaki zaman diliminde, en yakınındaki arkadaşlarına, Hüseyin’le aralarında geçen son konuşmayı yukarıdaki gibi aktardı.

    Bugün, Mahir’in en yakınındaki arkadaşlarının birkaçı hayatta, onlara ulaşabilirsen, sor, öğren.

    ‘Asil konu su idi; buraya aktardiginiz metinde eksik birakilan su sorunun cevabi hala daha eksik. ‘Sol’un icinde [ta o zamanlar] Dersimli kimse yok muydu? Var ise, (ki gorduk, en azindan Huseyin Cevahir vardi) o zaman, neden bu kisi(ler) bildiklerini ‘sol’daki digerlerine aktar(a)madilar? Bu soru onemli. Fakat, bu sorunun devami da var. Onu da, su son paragraftan mulhem sorabiliriz. ‘Hüseyin Cevahir’i öldüren ‘(Emekli) Yarbay Cihangir Erdeniz’, Haziran 1978’de öldürülür.’ Bu durumda, THKP-C’nin sozkonusu (emekli) yarbayi sorumlu tuttugunu ve emekli olduktan sonra takibedip ‘intikam’ aldigini farzedebiliriz. Hadi diyelim, bu normal olsun -yani, kendisi de bir ’emir kulu’ olan (rutbeli de olsa) bir askeri, emekli oldugunda katletmek normal olsun. Benim asil merak ettigim ve cevabini bu baglamda da duyabilmegi arzu ettigim soru sudur. Kizildere’de hayatini kaybedenlerle kiyaslanmayacak kadar cok daha yuksek sayida insan, ‘Dersim Isyani’nin bastirilmasinda, kimisi magaralarda kimyasal gazlarla ‘fare gibi’, kimisi de, ilk kadin pilotumuzun da (verilen emir uzerine) katildigi hava saldirilarinda can verdi. Butun bunlarin emrini kimin verdigi bilindigi halde, THKP-C’nin bu baglamda bir ‘intikam eylemi’ varsa bile ben duymadim. [Sabiha Gokcen. 2001’e kadar yasadi. 88 yasinda, yaslanarak oldu.] O bir yana, emri veren su anda kutsallarin arasinda yer aliyor. Bu bir celiski gibi gorunuyor. THKP-C’nin en azindan buna bir itirazi olur diye bakindim; ama, bir sey goremedim. Aciklik getirmek adina diyeceklerinizi ilgiyle bekliyorum.’

    Mustafa Kemal’in 10 Kasım 1938’de öldüğünü biliyorsundur.

    ‘Dersim’in tarumar edilmesi emri’ni, ölümünden çok önce verdi. Bu emirle, katliam başladı. Ve hâttâ 1939’da bile katliamın devam ettiğine dair güçlü emareler var. Fakat bu ‘katliam’ın, onyıllardır dillerde dolaşan rivayetlerin çoğu zaman hayrete ve dehşete düşüren yönlerine ağırlık vermekle yetinmeyip, şurayı da (http://www.kitapyurdu.com/kitap/savrulanlar-amp-dersim-19371938-hatta-1939/284793.html) dikkatle inceleyerek, bilgi ve belgeleri oku, öğren. Ek olarak, bu kaynağın, ‘Kırmızı Kedi Yayınları’ gibi Kemalist bir yayınevi tarafından yayınlanmış olmasına da dikkat et. Kaynakta anlatılanların bütününe yakını belgelere dayanıyor olsa bile, nihayetinde, ‘1937-38-39’daki Kemalist rejimin verdiği katliam emri’ni haklı & meşru gösterme eğilimi içinde olduklarını da göz ardı etme.

    ‘Resmi tarih’ denen kategori ile de yetinmeyip, şu kaynaklara da yönel:

    On İki Dağın Sırrı – Bir Göz Ağlarken
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/on-iki-dagin-sirri-amp-bir-goz-aglarken/278381.html

    Gece Kelebeği & Perperik-A Söe
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/gece-kelebegi-amp-perperika-soe/148854.html

    Ejma’nın Rüyası
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/ejmanin-ruyasi/434823.html

    1938 yılı içinde derecesi katlanarak artan ‘Dersim Katliamı’nı iliklerine kadar yaşayanlar, yaşamayıp tanık olanlar, katliam bittikten sonra kalanları dinleyenler, haklı olarak içlerinde öfke ve ‘intikam amacı’ biriktirmiş olsa bile, öfkenin devam etmesinden daha çok ‘intikam amacı’ 10 Kasım 1938’de suya düştü. Yani ‘emri verenin bizzat kendisi’ öldü.

    1960-70’li yıllar boyunca Türkiye sol ikliminin pek çok figürü, 1940’lı yıllarda doğup büyüyen kimseler, yani 10 Kasım 1938’den sonra dünyaya geldiler. Bu figürler, 1938’de ölmüş bir kişiyi mezarından çıkarıp ‘Dersim Katliamı’nın intikamını almak için’ tekrar öldürmeyi kendilerine gaye edinecek kadar irrasyonel davranacak figürler değildi.

    1960-70’li yıllar boyunca Türkiye sol ikliminde, ‘Kürtler başta olmak üzere azınlıklara yapılan zulüm’ ve ‘Dersim Katliamı’ meseleleri, bırak etraflıca tartışmayı, gündeme gelmeyen (çok az kişinin, kısık sesle, kendi aralarında konuşabildikleri, ve orada kalan, hayatın tam ortasında açık açık haykırılamayan) meseleler idi. Bunun en güncel kanıtı olarak, Zileli’nin ‘Dersim Katliamını Tam Bilmiyorduk’ başlıklı yazısını (http://www.gunzileli.com/2017/10/26/11545/) oku, öğren.

    ‘Emri bizzat verenin en yakınındaki kişilerden biri olması, ve katliam bölgesine bombalar yağdıran kişi olması sebebiyle’ Sabiha Gökçen’den, eceliyle ölmeden çok çok önce ‘1960-70’lerde intikam alınMAması’nın sebebini, yine, Zileli’nin ‘Dersim Katliamını Tam Bilmiyorduk’ başlıklı yazısını da referanslaran biri kabul ederek, 1960-70’li yıllar boyunca Türkiye sol ikliminin gündeminde olMAmasını araştır, öğren.

    Peki, 1960-70’li yılların sol iklimindeki figür ve teşkilatların, 1937-38-39’daki katliamdan haberleri olsa idi, Sabiha Gökçen’in sorumluluğundan da haberleri olsa idi, ‘intikam almak’ isterler miydi? Şunu aklından asla çıkarma:

    1960-70’li yıllar boyunca Türkiye sol ikliminin ‘geneli’ (birkaç kişi ve teşkilat hariç); ‘totaliter sol’, daha açık ifade ile ‘Stalinist totaliter sol’ söylemlere göre kendini dizayn etti. ‘Stalinist’ derken, Stalin’in şahsına tapmaktan evvel, bu kişinin (1953’te ölmüş olsa da) siyasetinden zuhur edenlerin Türkiye’deki sol iklimi 1960-70’li yıllar boyunca domine etmesini anladığını varsayıyoruz. ‘Mihri Belli’, ‘Şevket Süreyya Aydemir’, ‘Nazım Hikmet’ gibi ‘eski tüfekler’ ilk sırada olmak üzere, bunlar gibi pek çok ana-baba figür, Mustafa Kemal Atatürk’ü, Dünya Devrim Tarihi’ne adını altın harflerle yazdıran kahraman olarak kabul etti, ‘emri’yle yaptırdığı katliamlardan haberleri olsa bile, bunu gündeme getirmediler. ‘THKP-C’ de bu iklimin içindeki başat teşkilatlardan biri idi. Gündeme getirenleri ve getirmeye teşne olanları, neredeyse daima, ‘sol mücadeleyi, emperyalistlere karşı bölmek’ olarak yaftaladılar, bazen sözle, bazen zorla bastırdılar.

    Tarihte pek çok olay, yaşandığı an veya biter bitmez hemen ardından, analiz edilip, hükümler verilip, sonuca bağlanmaz. ‘Dersim Katliamı’, bunun en net örneklerinden biridir.

  158. Dersim’i Demokrat Parti’yi kuranlar bombaladı.

    Asıl büyük katliam olan ikinci Dersim harekatı, İsmet İnönü’nün yerine hükümetin başına getirilen, ve dincilerin çok sevdiği Demokrat Parti’nin kurucularından olan Celal Bayar’ın başbakanlığı döneminde gerçekleşti.

    Dönemin genelkurmay başkanı ise Kemalist kesimden çok dinci kesimin sevdiği, ve muhafazakar, sağcı Millet Partisi’nin kurucularından Fevzi Çakmak idi.

    “Fare gibi zehirlediler” sözünün sahibi İhsan Sabri Çağlayangil’i de unutmamalı.

  159. “Mustafa Kemal’in 10 Kasım 1938’de öldüğünü biliyorsundur.”

    Hic bilmez miyim. Ulusca 79 senedir yasini tutuyoruz.

    “Fakat bu ‘katliam’ın, onyıllardır dillerde dolaşan rivayetlerin çoğu zaman hayrete ve dehşete düşüren yönlerine ağırlık vermekle yetinmeyip, şurayı da (http://www.kitapyurdu.com/kitap/savrulanlar-amp-dersim-19371938-hatta-1939/284793.html) dikkatle inceleyerek, bilgi ve belgeleri oku, öğren.”

    Okumak, ogrenmek guzel sey tabii ki. Ama, neyin pesinde ne icin zaman ayiracagima yardimci olsaniz cok iyi olur:

    Bu kitapta yeni ne var?

    Yani, aslinda boyle bir ‘katliam’ olmamis mi; yoksa emri veren MKA degil mi?

    Bunun disinda baska hersey detay.

    “– On İki Dağın Sırrı – Bir Göz Ağlarken
    — Gece Kelebeği & Perperik-A Söe
    — Ejma’nın Rüyası”

    Kitap isimleri icin tesekkurler; ama, ben, malesef, ‘roman okumak ozurlu’yum.

    ” […] haklı olarak içlerinde öfke ve ‘intikam amacı’ biriktirmiş olsa bile, öfkenin devam etmesinden daha çok ‘intikam amacı’ 10 Kasım 1938’de suya düştü. Yani ’emri verenin bizzat kendisi’ öldü.”

    Bu paragraf, aciklayici degil, ‘apologetic’ yaklasim sergiliyor.

    Olen kisinin siradan birisi olmadigi, eser ve hatirasinin her dem canli tutuldugu (aktif olarak tutulmaga calisildigi) ortadayken, ‘eh, madem öldü; biz de unutalim gitsin’ demek –nasil diyeyim– ‘hayatin dogal akisi’na cok da uymuyor.

    Koskoca Anitkabir orada; heykelleri, sozleri/ogretileri/hadisleri de her yerde iken, “’emri verenin bizzat kendisi’ öldü” diyerek gecistirilecek bir sey degilmis gibi geliyor bana. Ama, tabii ki, yine de siz bilirsiniz.

    “1960-70’li yıllar boyunca Türkiye sol ikliminin pek çok figürü, 1940’lı yıllarda doğup büyüyen kimseler, yani 10 Kasım 1938’den sonra dünyaya geldiler. Bu figürler, 1938’de ölmüş bir kişiyi mezarından çıkarıp ‘Dersim Katliamı’nın intikamını almak için’ tekrar öldürmeyi kendilerine gaye edinecek kadar irrasyonel davranacak figürler değildi.”

    Bkz. bir onceki soylediklerim.

    “1960-70’li yıllar boyunca Türkiye sol ikliminde, ‘Kürtler başta olmak üzere azınlıklara yapılan zulüm’ ve ‘Dersim Katliamı’ meseleleri, bırak etraflıca tartışmayı, gündeme gelmeyen (çok az kişinin, kısık sesle, kendi aralarında konuşabildikleri, ve orada kalan, hayatın tam ortasında açık açık haykırılamayan) meseleler idi.”

    Bunun boyle oldugu asikar. Soru, tek kelime ile, ‘Neden?’.

    ‘Sol’un icinde bunun dillendirilmesini kim(ler) engelliyordu?

    Neden engelliyordu?

    Ve, daha da onemlisi, bu engellemelere neden itiraz edilmiyordu?

    “‘Emri bizzat verenin en yakınındaki kişilerden biri olması, ve katliam bölgesine bombalar yağdıran kişi olması sebebiyle’ Sabiha Gökçen’den, eceliyle ölmeden çok çok önce ‘1960-70’lerde intikam alınMAması’nın sebebini, yine, Zileli’nin ‘Dersim Katliamını Tam Bilmiyorduk’ başlıklı yazısını da referanslaran biri kabul ederek, 1960-70’li yıllar boyunca Türkiye sol ikliminin gündeminde olMAmasını araştır, öğren.”

    Siz, emir kipinde ve buyurgan tonla, “oku, öğren” ya da “araştır, öğren” diyerek anlamli bir seyler dediginizi zannediyorsunuz galiba.

    Buradan baktigimda, alakasi yok; sadece bastan savmak olarak gorunuyor.

    Bir cevabiniz varsa, lutfen yazin; aksi halde, eskiden tezgahtarlarin (onlar azicik daha naziktiler) ‘bakacaksin, abi’ deyislerini hatirlatacak seyler soylemenin cevap vermis olmak anlamina gelmedigini tekrar hatirlatmak isterim.

    Ben, mesela, ‘Dersim Katliamını Tam Bilmiyorduk’ dedikten sonraki adimi da merak etmiyor degilim.

    ‘Tam Bilmiyor’ safhasindan ‘Tam Biliyor’ (ya da ‘yeterince biliyor’) olmak safhasina ne zaman gecildi?

    ‘Tam Biliyor’ (ya da ‘yeterince biliyor’) olduktan sonra ne yapildi?

  160. “Dersim’i Demokrat Parti’yi kuranlar bombaladı. […]”

    ‘Lider iyi, etrafindakiler kotu’..

    Hep de boyle degil midir zaten.

  161. “Mahir hastanedeyken de ‘öldürülmeden’ kurtulduktan sonra, Kızıldere’de son nefesini vermeden önce, aradaki zaman diliminde, en yakınındaki arkadaşlarına, Hüseyin’le aralarında geçen son konuşmayı yukarıdaki gibi aktardı.”

    [ http://bianet.org/biamag/bianet/93985-kizildere-katliami ]

    {bianet.org’dan alinti} Mahir Çayan başından yediği kurşunla öldü.

    Simdi.. ‘başından yediği kurşunla öl’en Mahir Cayan’in su yakin arkadaslarina –eger karsilasirsaniz– sorar misiniz: Ruh cagirma seansinda kendisiyle baska neler konustular.

    Huseyin Cevahir’i de o seansa neden davet etmemisler; ettiler de gelmedi mi?

    Gelmediyse, neden gelmedi?

    Kisacasi: Bu ‘yakin arkadaslar’ me cekiyorlar?

    Her nesye o madde, size de ikram etmisler galiba ki, hala daha boyle tas baski Hz Ali menkibelerini ciddi ciddi anlatip baskalarinin da inanmasini bekliyorsunuz.

  162. “‘Lider iyi, etrafindakiler kotu’..
    Hep de boyle degil midir zaten.”

    Aynen öyle.

    Lider [Reis] iyi, etrafındakiler [“The Cemaat”] kötü [“Kandırıldık!”].

  163. Necip’in sorularının cevabı çok basit.
    Kendisinin bunu farkedememesi (tabii numara yapmıyorsa) çok şaşırtıcı.

    Bizim gibi ülkelerde (Doğu, Asyatik, Türk, Müslüman, adına ne derseniz deyin) “devlet” dediğimiz şey (diğerlerinden farkını belirtmek için tırnak içinde yazılmalı), hemen her şeye hakim olmasının yanı sıra, neredeyse herkesin de geçim kaynağı.
    Zaten tam da bu yüzden her şeye hakim.
    Toplum, ekmeğini “devlet”ten yiyince, “devlet” de mecburen kutsallaşıyor.
    Doğal olarak, “devlet”in sembolü olan, bu nedenle ölümünden sonra bile “devlet” ile eşanlamlı olan bir şahsın kutsallaşması da zorunlu oluyor.

    Bir krallıkta 14 asır önce ölmüş bir dini liderin, bir “cumhuriyet”te de aynı dini lidere ilave olarak, örneğin “zuhuru beklenen” (dolayısıyla, bir bakıma “hayatta” denemeyecek) başka bir dini liderin “devlet” ile eşanlamlı olması, ve onlar için de benzer hakaret ve koruma yasalarının olması gibi.

  164. 133’ü Yazanın Cenaze Merasimine Davet ve Uyarı:
    Sağcılar, solcular, devrimciler, faşistler, kapitalistler, naziler İLERLEME inancında birleşirler. Bu çoğunluğa göre, yenilik ve ilericilikle, insanlar bolluğa ve mutlu bir hayata erişecekler. Fark ve kargaşalık, daha doğrusu aile içi kavgalar, o gelecekteki güzel günlere varış hızındaki anlaşmazlıktan çıkar: düz merdiven basamaklarını atlayarak, helezon merdivende döne döne, doğa evrimi gibi yavaş yavaş …
    Bu modern dinin müminlerinden biri,
    “133 benim “ilkelci” oğlum 29 Ekim 17 / 5pm, Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur.”
    hızlılık kahramanı olma hevesine kapılmış:

    Aynı şeyi tekrar yapmamak için kendini boşaltmaktan alıkoymuş, patlamış, ölmüş. Ölüsünü, etrafa yayılan pis kokunun nedenini arayan komşular bulmuşlar.
    Büyük bir fizikçi 100 yıl önce çok hızlı gitme meraklılarını uyarmıştı ama ışık bu sofunun karanlık kafasını erişmemiş galiba.
    Not: Kahramana laik mersiyeyi devrimci marksist-komünist-anarşist bir koca kelle okuyacak. Adı da mücadele eden kahramanlar arşivine kayıt edilecek.
    Sayın İLERİCİLER, sakın bu sofunun hatasına düşmeyin. Hayatta bazı şeyleri tekrarlamak şart!

  165. Kaşıkla yemek yemeyi “bid’at” sayarak “Yemeği elle yesinler” diyen Kadızadelilerin “Peki, kaşıkçı esnafı ne yapsın?” sorusuna cevapları: “Başka iş tutsunlar”

    Cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, TBMM başkanı, milletvekilleri, anayasa mahkemesi, danıştay, sayıştay, yargıtay, HSYK başkanları, hakimler, savcılar, avukatlar, YÖK başkanı, rektörler, dekanlar, diyanet işleri başkanı, müftüler, imamlar, vaizler, ilahiyatçılar, milli eğitim bakanı, il ve ilçe eğitim müdürleri, öğretmenler, genelkurmay başkanı, kuvvet, jandarma, sahil güvenlik komutanları, emniyet genel müdürü, il ve ilçe emniyet müdürleri, polisler, subaylar, astsubaylar, uzman jandarmalar, uzman erbaşlar, sözleşmeli erbaş ve erler, yedek subaylar, erbaşlar ve erler.

    Başka iş tutun.

  166. CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Bülent Tezcan, ’Faşist diktatör’ sözlerine ilişkin, “Tehdit ve kuru gürültüye de pabuç bırakmayacağız. Her yandan saldırarak susturacaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar. Öyle yağma yok. Gerçeği söylemeye devam edeceğiz. Benimki siyaset literatüründen alınmış sözler. Kimin sözü hakaret içerikli vatandaşlarımın vicdanına bırakıyorum. Kötü söz sahibine aittir. bunun üzerinden bir kutuplaştırma siyasetini getirip merkeze oturttular. Siyaseten savunacağın bir şey varsa çık söyle. Beni yıldıracağınızı sanıyorsunuz, yok öyle yağma. Toplumu kutuplaştırmak faşizm yöntemidir. Türkiye’de Demokrasi yok. Bu rejimin adı; faşist diktatörlük diyoruz. Bu sözleri söylemenin bir bedeli olduğunu biliyoruz. Bunu göze alarak çıkıp söyledik” dedi.

    “TEHDİT VE KURU GÜRÜLTÜYE DE PABUÇ BIRAKMAYACAĞIZ ÖYLE YAĞMA YOK”

    ’Faşist diktatör’ sözlerine ilişkin Tezcan konuşmasını şöyle sürdürdü: “Gelelim zurnanın zart dediği yere; haftanın yoğun gündemi. ’Faşist diktatör’ tartışması. Çok rahatsız oldular. Pazartesi günü bir gerçeği açıkladım dedim ki; kral çıplak. Ortalık karıştı. Ak Parti’nin hükümet yetkilileri ve yöneticilerinden, milletvekillerinden taşı alan üstüme koşmaya başladı. Çok ilginç niye koştuklarını biliyorum. Olur da reis kenarda oturduğumuzu görürse bizim de istifamızı ister düşüncesi ile görüntüyü kurtarma telaşına düştüler. Ülkenin en önemli gerçeğine parmak bastık. Tehdit ve kuru gürültüye de pabuç bırakmayacağız. Her yandan saldırarak susturacaklarını sanıyorlarsa yanılıyorlar. Öyle yağma yok. Gerçeği söylemeye devam edeceğiz. Konuşamayanlar adına konuşmaya devam edeceğiz. Ahlaki bir terim var mı yok? Siyasi bir kavram. Benim görevim senin hoşuna gidecek sözleri söylemek değil, gerçeği söylemek.

    TOPLUMU KUTUPLAŞTIRMAK FAŞİZM YÖNTEMİDİR

    Bu sözlerime karşılık hükümet sözcüsü, ’edepsizlik, ahlaksızlık, seviyesizlik’ bana hitaben söylüyor. Bana söylenen, edepsiz, ahlaksız, terbiyesiz, seviyesiz. Benim ki siyasi literatürden onların ki ahlaki literatürden alınmış. Benimki siyaset literatüründen alınmış sözler. Kimin sözü hakaret içerikli vatandaşlarımın vicdanına bırakıyorum. Kötü söz sahibine aittir. bunun üzerinden bir kutuplaştırma siyasetini getirip merkeze oturttular. Siyaseten savunacağın bir şey varsa çık söyle. Beni yıldıracağınızı sanıyorsunuz, yok öyle yağma. Toplumu kutuplaştırmak faşizm yöntemidir.

    ANKARA CUMHURİYET SAVCILIĞI VE ERDOĞAN’IN AVUKATLARI HÜKÜMET SÖZCÜSÜ BEKİR BOZDAĞ’I TEKZİP ETTİ

    Ne güzel ki şu Allah’ın hikmeti, Ankara Cumhuriyet Savcılığı ve Recep Tayyip Erdoğan’ın avukatları hükümet sözcüsü Bekir Bozdağ’ı tekzip etti. Hemen soruşturma başlattılar. Avukatlar koşup suç duyurusunda bulundu.

    BU SÖZLERİ SÖYLEMENİN BİR BEDELİ OLDUĞUNU BİLİYORUZ. BUNU GÖZE ALARAK ÇIKIP SÖYLEDİK

    Sanki onların lütfu ile bu sözleri söylüyoruz. Bu sözleri söylemenin bir bedeli olduğunu biliyoruz. Bunu göze alarak çıkıp söyledik. Sayın Bekir Bozdağ anlattığın gibi Türkiye güllük gülistanlık değil. 4 bir yandan tehdit ederek ’hesabını vereceksin, bedelini ödeyeceksin’ dedin. Demokrasi için bedel ne ise ödeyeceğiz. Siz de demokrasiyi ortadan kaldırmanın bedelini millete ödeyeceksiniz.

    TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ YOK. BU REJİMİN ADI; FAŞİST DİKTATÖRLÜK DİYORUZ

    Türkiye’de yaratılan bu faşist diktatörlük ortamından rahatsız olan Ak Partili bakanlar, milletvekilleri, belediye başkanları var. Ama konuşamıyorlar. Onlar adına da konuşuyoruz. Biz konuştukça yürekleri soğuyordur. Türkiye’de Demokrasi yok. Bu rejimin adı; faşist diktatörlük diyoruz. Millet rejimin adını bilecek. Anlatacağız ne olduğunu. Bu rejimin adı faşizm değilse nedir? Bizim bildiğimiz gördüğümüz faşizmdir. Bunun sorumlusu olan temsil eden de faşist diktatördür. Alınacak bir şey yok.”

  167. “Necip’in sorularının cevabı çok basit.”

    Ben o kanida degilim –meger ki basite indirgeyip bir kenara itmek isteyesiniz.

    “Kendisinin bunu farkedememesi (tabii numara yapmıyorsa) çok şaşırtıcı.”

    Numara yapmiyorum.

    Katmerli celiskilere isaret etmek istiyorum.

    “Toplum, ekmeğini ‘devlet’ten yiyince, ‘devlet’ de mecburen kutsallaşıyor.”

    Evet. Bir ara MeclisTV’ye kulak kabartmistim:

    MV’nin birisi, emeklileri, yesil kart sahiplerini, yaslilik ayligi alanlari, devlet memurlarini/iscilerini, bedava okuyan ogrencileri filan toplayip bir rakam soylemisti. Tam rakam aklimda degil simdi ama galiba nufusun yuzde 70’inden fazlaydi.

    O oyle de, ‘sol’ baglaminda konustugumuz zaman, bunun –birakin yuzde yetmisler olmasini– yuzde yuzunu konusur oluruz.

    Yani, ‘devlet’ (‘sosyalist devlet’) neredeyse herseye sahiptir ya da herseye bir sekilde maydanoz olur.

    Bu bakimdan, ‘sol’un bu baglamdaki elestirilerini ciddiye almam.

    Ama, 70’li yillardaki ‘sol’un nihai hedefi tam olarak da buydu: ‘devlet’.

    Sunu demek istiyorum: Huseyin Inan’in ve Mahir Cayan’in (ve arkadaslarinin) [hatta bugun de bir cok ‘sol’cunun] derdi ‘devlet’ iledir. Sifati da ‘Fasist’tir.

    Huseyin Inan ve Mahir Cayan’a geri donersek, sizin yukarida tasvir ettiginiz turden bir ‘kutsal devlet’ anlayislari olmadigini gormek zor degil.

    Dahasi, onlarin ‘intikam’ini aldigini soyleyen THKP-C cevrelerinin de, bir ’emir kulu’ olan askeri (emekli olduktan sonra) oldurmesi de, ‘kutsal devlet’ diye bir anlayislari olmadigina acikca isaret eder.

    Daha uzatabilirim; ama, gerek yok bence: 70’li yillarin ‘sol’unda ‘kutsal devlet’ yoktur.

    “Doğal olarak, ‘devlet’in sembolü olan, bu nedenle ölümünden sonra bile ‘devlet’ ile eşanlamlı olan bir şahsın kutsallaşması da zorunlu oluyor.”

    Yok. Zorunlu olmuyor. Zorunlu olmadigi bir yana; acikca, celiski oluyor.

    Celiski; cunku, ’emri veren’ belli. Biliniyor.

    Buna benzer baska bir ornek daha var (daha sonraki bir tarihte gerceklesmis olsa da). [‘Godwin cekmek’ saymazsiniz, umarim.]

    Nazi Almanya’sinda Hitler orneginden bahsediyorum.. ‘Emri veren’ (giyabinda) ve yasayan diger tepe yoneticiler suclu bulundu (Nurmberg) ve muhtelif cezalara carptirildilar.

    Yani, sonuc olarak, yanlis/hatali emir veren ile ‘devlet’ organizmasi ayristirildi.

    Bizde, Dersim orneginde bu yapilmadigi gibi, daha da ilginci, Dersimliler (iclerinde ‘solcu”aydin’/’uyanik’ olanlar dahil) bu konuda hicbir sey yapmamislar, hic bir talepte de bulunmamislardir:

    ‘Devlet’i, yanlis/hatali emirler verenlerden ayristirmak (yani, suclulari/sorumlulari belirleyp cezalandirilmalarini istemek) cagrisi dahil, hic bir sey…

    Ustelik de, hersey, yasayan hafizada mevcut iken. Hic bir sey.

    [Pardon. Tabii ki, bir sey var: Cem Evlerinde, ilgili kisinin fotografi, Hz Ali’nin temsili portresinin yanibasina asildi. Bunun sosyolojik anlamini hala daha anlamaga calisiyorum.]

    Bu celiskiyi aciklamak kolay degil:

    Hem, bir yandan, tetigi ceken bir ‘devlet memuru’nu, intikam adina (emekli oldugunda bile) oldureceksin, hem de o devletin isledigi en buyuk ‘gunah’i gormezden geleceksin..

    Butun bunlari, ‘ama, Dersimliler, gecimini devletten sagliyorlar’ ile aciklamaga calismak da apayri bir celiski.

    O durumda, ‘devlet’e karsi kucuk bir ‘savas’ acmis olan Mahir Cayan ve Huseyin Cevahir (ve digerlerini) kahramanlastirmak da anlamli degil.

    Oyle ya, senin (burada ‘sen’ lafin gelisidir) ekmegini veren ‘devlet’e savas acmis olan kisilerden kahraman mi olurmus?

    ‘Oedipus complex’ arti ‘Electra complex’ arti ‘Stockholm Syndrome’ arti ‘Endise-i Maiset’..

    ‘Hepsi bir arada olunca, saglikli degerlendirmelerini beklemek dogru degil’ diyebilir miyiz?

  168. ‘Hic bilmez miyim. Ulusca 79 senedir yasini tutuyoruz. Okumak, ogrenmek guzel sey tabii ki. Ama, neyin pesinde ne icin zaman ayiracagima yardimci olsaniz cok iyi olur; bu kitapta yeni ne var? Yani, aslinda boyle bir ‘katliam’ olmamis mi; yoksa emri veren MKA degil mi? Bunun disinda baska hersey detay. Kitap isimleri icin tesekkurler; ama, ben, malesef, ‘roman okumak ozurlu’yum. Bu paragraf, aciklayici degil, ‘apologetic’ yaklasim sergiliyor. Olen kisinin siradan birisi olmadigi, eser ve hatirasinin her dem canli tutuldugu (aktif olarak tutulmaga calisildigi) ortadayken, ‘eh, madem öldü; biz de unutalim gitsin’ demek [nasil diyeyim] ‘hayatin dogal akisi’na cok da uymuyor. Koskoca Anitkabir orada; heykelleri, sozleri-ogretileri-hadisleri de her yerde iken, ‘emri verenin bizzat kendisi’ öldü’ diyerek gecistirilecek bir sey degilmis gibi geliyor bana. Ama, tabii ki, yine de siz bilirsiniz. Bkz. bir onceki soylediklerim. Bunun boyle oldugu asikar. Soru, tek kelime ile, ‘Neden?’. ‘Sol’un icinde bunun dillendirilmesini kim(ler) engelliyordu? Neden engelliyordu? Ve, daha da onemlisi, bu engellemelere neden itiraz edilmiyordu? Siz, emir kipinde ve buyurgan tonla, ‘oku, öğren’ ya da ‘araştır, öğren’ diyerek anlamli bir seyler dediginizi zannediyorsunuz galiba. Buradan baktigimda, alakasi yok; sadece bastan savmak olarak gorunuyor. Bir cevabiniz varsa, lutfen yazin; aksi halde, eskiden tezgahtarlarin (onlar azicik daha naziktiler) ‘bakacaksin, abi’ deyislerini hatirlatacak seyler soylemenin cevap vermis olmak anlamina gelmedigini tekrar hatirlatmak isterim. Ben, mesela, ‘Dersim Katliamını Tam Bilmiyorduk’ dedikten sonraki adimi da merak etmiyor degilim. ‘Tam Bilmiyor’ safhasindan ‘Tam Biliyor’ (ya da ‘yeterince biliyor’) olmak safhasina ne zaman gecildi? ‘Tam Biliyor’ (ya da ‘yeterince biliyor’) olduktan sonra ne yapildi?’

    Ya gözlerinde bozukluk var ya da öğrenMEmek için kaytarıyorsun.

    ‘Hayatin dogal akisi’nın nasıl olduğunu sen belirlemiyorsun. ‘Eh, madem öldü; biz de unutalim gitsin’; senin problemli mantık yürütmenin yansımalarından sadece biri. Bir daha (ve dikkatle) oku, (belki) anlarsın:

    Ne yazdık yukarıda (147 no’da)?

    1960-70’li yıllar boyunca Türkiye sol ikliminin pek çok figürü, 1940’lı yıllarda doğup büyüyen kimseler, yani 10 Kasım 1938’den sonra dünyaya geldiler. Bu figürler, 1938’de ölmüş bir kişiyi mezarından çıkarıp ‘Dersim Katliamı’nın intikamını almak için’ tekrar öldürmeyi kendilerine gaye edinecek kadar irrasyonel davranacak figürler değildi.

    Eğer senin arzuladığın ‘hayatin dogal akisi’ olsa; Stalin’in de, Hitler’in de (cesedi nerede bilinmiyor, ya da bilindiği hâlde söylenmiyor), Franco’nun da, Mao’nun da, Pinochet’nin de, ‘Amerika’ kıtalarındaki yerli halklara ‘soykırım’ uygulayan güney ve kuzeydeki devletlerin (bazı) yöneticilerinin de, ve tarih sahnesinden isimlerini daha da yazabileceğimiz pek çok ‘di(…)tör’ün de; ya etrafına mabet inşa edilmiş cesetlerinin, ya da sıradan & basit mezarlara gömülmüş cesetlerinin, tekrar tekrar çıkarılıp, herbirinden ‘intikam’ alınması gerekir. Hayatta, herkesin irrasyonel davranMAyacağını bilMİyorsan, senin problemin. Hiçkimsenin ‘unutalim gitsin’ dediği yok. Tam da bu sebeple, yani ‘unutMAmak’ ve ‘unutturMAmak’ için; senin ‘okumak ozurlu oldugun’ çeşitli yayınlar hâlâ basılmaya devam ediyor, ve edecek.

    ‘Soru, tek kelime ile, ‘Neden?’. ‘Sol’un icinde bunun dillendirilmesini kim(ler) engelliyordu? Neden engelliyordu? Ve, daha da onemlisi, bu engellemelere neden itiraz edilmiyordu?’

    Ne yazdık yukarıda (147 no’da)?

    Eğer gözlerinde bozukluk yoksa oku, öğren; kaytarMA:

    Peki, 1960-70’li yılların sol iklimindeki figür ve teşkilatların, 1937-38-39’daki katliamdan haberleri olsa idi, Sabiha Gökçen’in sorumluluğundan da haberleri olsa idi, ‘intikam almak’ isterler miydi? Şunu aklından asla çıkarma:

    1960-70’li yıllar boyunca Türkiye sol ikliminin ‘geneli’ (birkaç kişi ve teşkilat hariç); ‘totaliter sol’, daha açık ifade ile ‘Stalinist totaliter sol’ söylemlere göre kendini dizayn etti. ‘Stalinist’ derken, Stalin’in şahsına tapmaktan evvel, bu kişinin (1953’te ölmüş olsa da) siyasetinden zuhur edenlerin Türkiye’deki sol iklimi 1960-70’li yıllar boyunca domine etmesini anladığını varsayıyoruz. ‘Mihri Belli’, ‘Şevket Süreyya Aydemir’, ‘Nazım Hikmet’ gibi ‘eski tüfekler’ ilk sırada olmak üzere, bunlar gibi pek çok ana-baba figür, Mustafa Kemal Atatürk’ü, Dünya Devrim Tarihi’ne adını altın harflerle yazdıran kahraman olarak kabul etti, ‘emri’yle yaptırdığı katliamlardan haberleri olsa bile, bunu gündeme getirmediler. ‘THKP-C’ de bu iklimin içindeki başat teşkilatlardan biri idi. Gündeme getirenleri ve getirmeye teşne olanları, neredeyse daima, ‘sol mücadeleyi, emperyalistlere karşı bölmek’ olarak yaftaladılar, bazen sözle, bazen zorla bastırdılar.

    Bilinmesi gereken birkaç hususiyeti daha var Hüseyin Cevahir’in. Beliğ derecesinde belagati ile henüz THKP-C kurulmamışken, ‘Kırmızı Aydınlık’ zamanlarında sosyalizmi anlatışı, etkileyici ve ikna edici üslubu, birikimi, sokaklarda, yoksulların mahallelerinde dergi satmaktan ‘Küba Devrimi’ üzerine makale yazmaya, edebiyatla ilgili yazılarından Karadeniz’e, Ege’ye örgütlenme çalışmaları için işçilerin, üreticilerin, emekçilerin bulunduğu mahallelere yetişmesine kadar geniş yelpazeli bir praxisin yaratıcı öznesidir Hüseyin. Sevecenliği, nezaketi, saygılı bir insan olması, saygın kişiliği ile de arkadaşları arasında çok sevilmiştir. Hüseyin, THKP-C’nin tüm eylemlerinde en önde yer aldığı gibi, Kürt sorunu konusunda da ‘dönemin koşullarına göre’ (Stalinist totalitarizmin Türkiye’de 1960-70’li yıllardaki sol iklime kurduğu hegemonya altında, ve aynı dönemin sol ikliminde, Mustafa Kemal’in ‘devrim kahramanı’ olarak genel kabul gördüğü yıllarda) anılmaya değer çalışmalar yapmış, Kürt devrimcilerin THKP-C’ye dikkatlerinin çekilmesi ve katılımlarının sağlanmasında çok önemli rol oynamıştır.

    (Murat Bjeduğ, 1 Haziran 2015)

    Daha bunun gibi ‘örnek’ler vardır muhakkak. Fakat ‘ortaya çıkması’nın önündeki engellerin en büyüklerinden ikisi; ‘Stalinist totalitarizmin Türkiye’de 1960-70’li yıllardaki sol iklime kurduğu hegemonya’ ve ‘Aynı dönemin sol ikliminde, Mustafa Kemal’in ‘devrim kahramanı’ olarak genel kabul görmesi’. Diğer sebepler, bu ikisinin yanında epey ufak kalır.

    Şunu aklından asla çıkarma:
    Tarihte pek çok olay, yaşandığı an veya biter bitmez hemen ardından, analiz edilip, hükümler verilip, sonuca bağlanmaz. ‘Dersim Katliamı’, bunun en net örneklerinden biridir.

    Bu arada; Di(…)tör Erdoğan öldüğünde, cesedinin etrafına mabet inşa edilirse, o mabedin korunması için kurulacak muhafız alayında seni de istihdam etmeyi isteyebilir. Böylece, an gelir de, ‘Gezi’ciler, irrasyonel davranmaya başlarsa, ve, Di(…)tör Erdoğan’ın mabedine ‘intikam amaçlı’ saldırı girişiminde bulunurlarsa, sen de tam o esnada mabedin önünde muhafızlık görevini icra ediyor bulunuyorsan, ‘gidin bak gidin, yoksa üzerinize su serperim!’ diye bağırır ve ürkütmeye çalışırsın; böylelikle, Di(…)tör Erdoğan’ın gönüllü askeri olmayı, onun ölümünden sonra da sürdürür, sadakatini ispata yılmadan, usanmadan devam edersin. Belli mi olur; ‘hayatin dogal akisi’ senin için böyle de zuhur edebilir (etmeyebilir de).

  169. ‘[ http://bianet.org/biamag/bianet/93985-kizildere-katliami ] [bianet_org’dan alinti] Mahir Çayan başından yediği kurşunla öldü. Simdi.. ‘başından yediği kurşunla öl’en Mahir Cayan’in su yakin arkadaslarina [eger karsilasirsaniz] sorar misiniz; ruh cagirma seansinda kendisiyle baska neler konustular. Huseyin Cevahir’i de o seansa neden davet etmemisler; ettiler de gelmedi mi? Gelmediyse, neden gelmedi? Kisacasi, bu ‘yakin arkadaslar’ me cekiyorlar? Her nesye o madde, size de ikram etmisler galiba ki, hala daha boyle tas baski Hz Ali menkibelerini ciddi ciddi anlatip baskalarinin da inanmasini bekliyorsunuz.’

    ‘Gözlerinde bozukluk olduğu’ndan veya ‘öğrenMEmek için kaytardığın’dan bahsettik yukarıda.

    Galiba, ‘kronoloji’ hususunda da problemin var.

    Ne yazdık yukarıda (147 no’da)?

    Oku, öğren:

    ‘Mahir hastanedeyken de ‘öldürülmeden’ kurtulduktan sonra, Kızıldere’de son nefesini vermeden önce, aradaki zaman diliminde, en yakınındaki arkadaşlarına, Hüseyin’le aralarında geçen son konuşmayı yukarıdaki gibi aktardı.’

    Hüseyin’in öldürüldüğü, Mahir’in ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldığı, İstanbul-Maltepe-Orhangazi Caddesi-Küçükbağ Sokak’taki apartmanda vuku bulan olayın tarihi: ’30-31 Mayıs & 1 Haziran 1971’.

    Mahir’in ve arkadaşlarının Kızıldere’de öldürüldüğü tarih: ‘30 Mart 1972’.

    Eğer ‘kronoloji’ hususunda problemin yoksa, ‘1972’nin ‘1971’den sonra geldiğini biliyorsundur. Bilmiyorsan; çalış, sebat et, öğren.

    Hüseyin’in babası ‘Düzgün Cevahir’ ve yanındaki akrabasının anlattıkları:

    İstanbul-Maltepe’de, takip altında oldukları için mecburiyetten ve tesadüfen girdikleri evde, Sibel Erkan’ı rehine olarak tutan Hüseyin Cevahir ve Mahir Çayan’ı ikna edip teslim olmaları için, Mahir’in annesi ve Hüseyin’in amcası, Maltepe’deki eylem mahalline getirildi.

    Mahir de, Hüseyin de reddettiler teslim olmayı. Eylem, bir operasyonla bitirildi; Hüseyin ölü, Mahir yaralı, rehine Sibel Erkan ise sağ salimdi.

    Kısa bir süre sonra da kendini unutturdu Sibel ve bugüne kadar da ortaya çıkmadı, konuşmadı. Ama operasyon bittiğinde, sıcağı sıcağına basına verdiği demeçteki şu sözü, benim de dikkatimden kaçmamıştı;

    ‘Mahir ve Hüseyin abiler bana hiç fenalık yapmadılar.’

    Evin en güvenli kısmına tahkimat yaparak, operasyon başladığında Sibel’i o kısma alan Mahir ve Hüseyin, kendilerinin zaten öldürüleceklerini biliyorlardı. Ama endişeleri şuydu; bunlar (faşist emniyet kuvvetleri), Sibel’i de vurup suçu bizim üzerimize atarlar, bu iftiranın ardından da aleyhte propaganda yürütürler.

    Haklı çıktılar; kaygı ve önlem almakla da çok doğru yaptıkları anlaşıldı. Çünkü, evin dışarıdan yaylım ateşine tutulması, pencerelerden içeri girildiğinde de hedef gözetmeden taramaya devam edilmesi sonucunda, sıkılan yüzlerce merminin tahribatıyla evin duvarlarının boyası dahi dökülüp çimento görüntüsünün ortaya çıkmasına rağmen, Mahir ve Hüseyin’in aldıkları önlem sayesinde Sibel o kurşunlardan kurtulmuştu.

    Olaydan birkaç hafta evvel, hemşehrilerimiz beni Almanya’ya davet etmişlerdi. O yıllarda, ‘Köln Radyosu’nun haftada yarım saat Kürtçe yayını olurmuş. İşte o programı dinleyen hemşehrilerimiz, radyodan duymuş, ‘Hüseyin’le Mahir bir evde küçük bir kızı rehin almışlar, operasyon olabilir.’ diye. Hemen bir uçakla beni İstanbul’a yolladılar. İner inmez oraya gittim. Kalabalıktı, asker, polis, insan doluydu. Sonra aniden silahlar patladı ve kıyamet koptu. Hüseyin’in ölüsünü çıkardılar, Mahir de yaralı yakalandı. Küçük kıza bir şey olmamıştı. Tek tek saydım; oğlumun vücudunda tam 83 (seksen üç) kurşun deliği vardı. Hüseyin, 83 kurşun deliği ile defnedildi köyde.

    Şimdi, dikkatini vererek, kaytarMAdan oku, hatanı anla:

    ‘Mahir hastanedeyken de ‘öldürülmeden’ kurtulduktan sonra, Kızıldere’de son nefesini vermeden önce, aradaki zaman diliminde, en yakınındaki arkadaşlarına, Hüseyin’le aralarında geçen son konuşmayı yukarıdaki gibi (137 no’da) aktardı.’

    ‘Bugün, Mahir’in en yakınındaki arkadaşlarının birkaçı hayatta, onlara ulaşabilirsen, sor, öğren.’

  170. Bu hızlı ve azılı devrimciler dergahı sitenin mensup olduğu en son, en devrimci dini Facebook’dan 2,5 milyar (dünya nüfusunun üçte biri) müminlerine yaptığı açıklamaya göre son üç ay salt reklamlardan elde edilen kâr $10 milyar.
    Satılacak mallar varsa alıcılar da var olmalı. Satıcı-alıcı 2,5 milyar döner dervişlere yaş sınırlamalarından (çok küçük veya çok yaşlı) dolayı Facebook’a bağlılıklarının kelime-i şahadeti getirmeyenleri de eklersek satıcı-alıcı müminler sayısı 4-5 milyarı bulur.

    Sağ ve sol modern devrimcilerin rüyaları bolluk devrine gittikçe yaklaşılmakta, kıtlık gittikçe eski tarih olmakta. Ama tabii, bolluğa erişmeyenlerin adına devrimcilik yapma mesleği de.

    Yani birkaç yıl sonra bu yeni din mümini “önce hali vakti yerinde olanlar Facebook’a bakarlardı, şimdi hepimiz bakıyoruz.” diyecek.

    İşte bu asıl demokrasi: Herkes aynı!

  171. Necip’in şaşırtıcı cahillik itirafı: “Çok çalışmaktan ölmüştü.” şifreli mesajın altında yatan asıl neden-sonuç imasını çakmamış.
    Genellikle tüccarlar satılan malın modasına hızla ayak uydururlar. Bitkilerden tut anne rahmindeki cenine kadar her türlü varlıklar ve hatta cansız varlıklarda bile bulunan stresle her şeyin açıklandığı bilim dünyasından habersiz olması çok tuhaf. Bilim dünyasının en çok satılan mallarından biri stres.

    İkinci ve daha da vahim cahilliği bu sitenin kendisi gibi modaya uyma çevik maymunlarıyla dolup taştığını ve modanın, son allah para da dahil, şimdiye kadar var olmuş veya olmamış bütün tanrılardan sonsuz daha güçlü olduğunu bilmemesi.

  172. Siyaset yaz dediler, işte yazdım

    Israrla söylüyorum ki belanın başı Tayyip değildir, TC devletinin kanserleşmiş yapısıdır. Tayyip, namus ve vicdan sahibi her insanın yapacağını yapıp o yapıyla mücadele etmeye çalıştı. Başaramadı. Başaramayacağını anlayınca, namuslu insanların hicap duyacağı (fakat belki başka çare kalmayınca mecburen sergileyeceği) bir kıvraklıkla, düşmanın elini sıkıp ona iltihak etti. Hatta görünüşe göre kendi liderliğini ona kabul ettirdi. Gerçekten ettirdi mi, bakın ondan emin değilim. Yeniçeriyi kendi iradesine ram edecek kadar usta bir oyuncu mudur? Yoksa, imkânsız bir siyasi pozisyonda kendini tüketmesini bekliyorlar, zamanı gelince yılanın gömleğini atması gibi buruşturup bir kenara mı atacaklar? Yaşayan görecek.

    Darbe mekaniği

    Türkiye 1990’lardan 2009/2010 yılına dek ciddi bir darbe hazırlığının ve darbe tehdidinin gölgesinde yaşadı. “Darbe” derken 15 Temmuz gibi bir operet darbesi düşünmeyin lütfen (gece vakti helikopterden on adam iner, TRT’yi işgal edip spiker kızı rehin alırlar, Malatya komutanı telefonda yanlış kişiden emir alır vb.). Kalıcı bir şekilde iktidarı ele geçirmeye kararlı, bu uğurda güç kullanmaktan ve oluk oluk kan akıtmaktan çekinmeyecek organize bir yapı düşünün.

    Failleri devletin güvenlik organları içinde çöreklenmiş, vatan-millet ve atam-yatam edebiyatıyla beyni pelteleşmiş bir zümreydi. Değişen dünyada iktidarlarını ve sosyal ayrıcalıklarını kaybetme korkusu içindeydiler. Bu korkularında haksız da değildiler. Varlıklarına yönelik en büyük tehditler Batı kaynaklıydı. Avrupa Birliği projesi onlar için ölümcül tehlikeydi; ABD’nin özellikle Clinton ve Obama dönemlerinde benimsediği liberal söylem, iktidarları için çürütücü asitti. Bir müddet için Batı’nın yerel müttefiki ve sözcüsü rolünü üstlenen Erdoğan hükümetlerini, bu nedenle, iblisin yeryüzündeki temsilcisi olarak gördüler. Önderlerini asmayı, kazığa oturtmayı, cesetlerini köpeklere yedirmeyi düşlediler. Kürt, Ermeni, Kıbrıs meselelerindeki açılımlarını baltalamak için ellerinden geleni yaptılar.

    ABD yönetiminin belki bir kanadının, akıl almaz bir basiretsizlikle, Türkiye’deki yapısal dönüşümün taşeronluğunu saçma sapan bir tarikate yüklemeye teşebbüs etmesi darbecilerin ABD’ye yönelik nefretinin bir nebze olsa meşruluk kazanmasına yardımcı oldu. Batı’ya sırtlarını dönmelerinde, Batı dünyasının gerileyiş ve çöküşüne ilişkin birtakım rasyonel ya da yarı-rasyonel hesaplar da rol oynamış mıdır? Kestiremiyorum. 1945 sonrasında kurulan ABD-merkezli dünya düzeninin yirmi yıl içinde altüst olacağını hesaplıyorsan Türkiye gemisinin rotasını nereye kırarsın? Düşünmek lazım.

    Her halükârda amaçları, Türkiye’nin yüz seksen yıllık Batı macerasına son vermekti. Bu uğurda, bunca yılın düşmanı Rusya’ya yönelmekten çekinmediler. Çin’e, İran’a dair fanteziler kurdular. Kayda değer bir üretimi ve doğal kaynakları olmayan, kalifiye kadrolarının tamamı ilk fırsatta yurt dışına kaçmaya hazır, ordusu son üç yüz yılda girdiği hemen her savaşı kaybetmiş bir ülkenin tek başına dünyaya meydan okuyabileceğine kendilerini inandırdılar. Bürokratik alemin ucuz hamaseti ve ahlaki yozlaşmışlığı dışında herhangi bir entelektüel donanımları yoktu. Vatan mevzubahis ise hakikatin, bilginin, tutarlılığın teferruat olduğa inanıyorlardı. Çok cahildiler.

    Batılılığın ülkedeki psikolojik temellerini tahrip etmek için, Türk milletinin genetik koduna işlemiş olan gâvur nefretini ustaca kaşıdılar. Türkiye’yi, kısa zamanda, Amerika ve Avrupa düşmanlığının bütün dünyada en yoğun biçimde kamuoyuna yansıdığı ülke haline getirmeyi başardılar. Batı düşmandı. Karanlık komploların ve gizli emellerin diyarıydı. İblis-savar olarak dağlara, tepelere ve meydanlara kazık gibi bayraklar diktiler. Zavallı Atatürk’ü, kâfir Batı’ya karşı açtıkları kutsal cihadın ikonası ve muskası olarak kullandılar.

    O cihadın ateşi içinde, kanlı ve bozkurtlu bir tür İslami hamasetin memleketin hastalıklı muhayyilesini ele geçirmesi sizce şaşırtıcı olmuş mudur?

    Yetmedi, ama evet

    Bunlara karşı girdiği mücadelede ben Erdoğan’ın en azından bir noktaya kadar samimi olduğuna inanıyorum. Baştan beri onların adamı mıydı? Hiç tahmin etmediğiniz bir yönde mi yaptı takiyeyi? Sanmam. Gerçek dünyada hiç kimse o kadar şeytani planlar yapamaz, yapsa da sürdüremez. Her halükârda o habislere karşı Batı ittifakının temsilcisi olarak öne çıktığı sürece desteklenmesi doğruydu ve gerekliydi. Ben destekledim, oyumu da verdim. Saati 2007’ye yahut 2009’a çevirirsen gene aynı şeyi yaparım. Memlekette uygarlık (= Batılılık) davasını ciddiye alan aklı başında insanların ezici çoğunluğu da benim gibi düşündü.

    Risklerin farkında değil miydik? Elbette farkındaydık. Zihinsel donanımı yetersizdi, öbürlerinin milli ve hamasi önyargılarından arınmış değildi. İyi bir taktikçiydi fakat uzun vadeli vizyonu yoktu. Kadrosu üçüncü sınıf kasaba politikacılarından ve vurkaççı çakallardan (ve Davutoğlu gibi boş kafalı zevzeklerden) ibaretti. Avrupa Birliği politikasında samimi miydi bilmiyorum. Fakat Kürt, Kıbrıs ve Ermeni meselelerini çözmek için samimi bir çaba harcadığından eminim. Ta 2014’ün ilk aylarına dek, Kürt diyarına barışı getiren adam olarak tarihe geçmeyi hayal ettiğini biliyorum. Hayalini gerçekleştirecek ufku, cesareti, kadrosu ve gücü yoktu yazık ki.

    Tarihi rövaşata

    Devletin içinde çöreklenmiş olan kanserli yapıyı almak için 2007’den itibaren büyük bir kavgaya girişti. Yapamadı. Neden yapamadı? Belki iradesi yetersizdi. Belki kanserli yapının ameliyat kabul etmeyecek kadar bünyeyi sarmış olduğunu anladı. Belki müttefiklerine güvenemedi, kendisine ihanet edeceklerini gördü. Dönüm noktası sanırım Eylül 2010 referandumunun hemen sonrasıydı. Yaklaşık o günlerde Tayyip Erdoğan’ın ölüm uçuşu başladı.

    Darbeyi Kemal muskalılardan beklerken, ilk darbe teşebbüsü Şubat 2012’de kendi müttefiklerinden geldi. Mayıs-Haziran 2013’te, muhtemelen spontane olarak gelişen, ama hükümet cephesinde büyük paniğe yol açan ve hükümetin siyasi geleceğinin pamuk ipliğine bağlı olduğu inancını besleyen bir kalkışma yaşandı. Aralık 2013’te ve onu izleyen kasetler savaşında, normal olarak hiçbir demokratik hükümetin sağ kurtulamayacağı bir yaylım ateşi açıldı.

    Aklı başında herkesin “bu oyun burada biter” dediği andı. Ben şahsen üç ay içinde düşeceğine dair kaç kişiyle bahse girdim. Ve kaybettim. Erdoğan pes etmedi. Futbol tarihinde eşine ender rastlanır bir rövaşata ile topu yüz seksen derece çevirdi; daha düne kadar kendisini ve ailesini yağlı kazığa oturtmayı düşleyenlerin kampına gitti ve onlara katıldı. Ergenekoncu generaller salıverildi. Hayatının projesi olan Kürt barışı terk edildi. Şehit ve vatan haini imalatına hız verildi, memleket sathı kan ve bayrakla donatıldı. Avrupa ile uzlaşmanın kilidi olan Kıbrıs barışı çıkmaz ayın son gününe ertelendi. Avrupa ve ardından Amerika düşman ilan edildi. En önemlisi, askeriyenin Fethullahçıları kökten tasfiye etme projesine yeşil ışık yakıldı. Karşılığında? Karşılığında Tayyip Erdoğan’ın iktidarını – ve muhtemelen yaşamını – sürdürmesine izin verildi.

    Yapılan iş kepazeliktir. Ahlaki rezalettir. Siyasi bir intihar hamlesidir. Aynı zamanda siyasi deha eseridir. Nefesimiz kesilerek izliyoruz.

    Yazının ilk bölümünde tarif ettiğimiz darbe bugün gerçekleşmiştir. Kadroları ve ideolojisi iktidardadır. Yıllardan beri tasarladığı kanlı tasfiye adım adım gerçekleşmiştir ve gerçekleştirilmektedir. Türkiye’nin uygar dünya ile ilişkileri, kuşaklar boyu bir daha düzelemeyecek şekilde tahrip edilmiştir. Kırk yıldan beri Türkiye’de uygarlığın ve Batılılığın sözcüsü konumunda olan herkes korkutulup kaçırılmış ya da zindana atılmıştır (ki bununla yetineceklerini de maalesef sanmıyorum). 2007-2008-2009’da darbe tehlikesine karşı halkı ve hükümeti uyaran fikir önderlerinin hepsi bugün müebbetle yargılanmaktadır. Devlet çetesinin ellerini bir nebze bağlayan tüm kurumsal ve hukuki bağlar çözülmüştür; sınırsız yağmanın ve katliamın kapıları ardına kadar açılmıştır.

    Beklenmedik olan bir tek şey var: O darbenin hedefi ve kurbanı olması beklenen kişi, bugün darbenin lideri pozisyonundadır! Ve internetteki birtakım TC havhavlarının bannerlerini, Atatürk’le Tayyip Erdoğan (ve Osmanoğlu 2. Mehmed) yan yana süslemektedir.

    Ufukta 1918

    Bu gidişin sonu iyi görünmüyor. Tarihte benzer maceralara giren zorbaların hemen hepsi er veya geç savaşa sürüklenmişlerdir. Bunların da sonuçta o noktaya gelmesi kaçınılmazdır. Türkiye o savaşı kazanamaz. Hitler de kazanamazdı. Saddam da kazanamazdı. Enver de kazanamazdı. 1683’te can havliyle Viyana’ya saldıran Köprülüler rejimi de kazanamazdı. Yıkılmaya yüz tutunca Prusya’ya sataşan 3. Napolyon da kazanamazdı. Ülkeyi yönetemeyeceklerini anladıkları gün son ve canhıraş bir umutla savaşa girdiler. Kendileriyle beraber, ülkelerini yıkıma sürüklediler.

    Maalesef ufukta yine aynı şeyler görünüyor.

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/11/siyaset-yaz-dediler-iste-yazdm.html

  173. “1960-70’li yıllar boyunca Türkiye sol ikliminin pek çok figürü, 1940’lı yıllarda doğup büyüyen kimseler, yani 10 Kasım 1938’den sonra dünyaya geldiler. Bu figürler, 1938’de ölmüş bir kişiyi mezarından çıkarıp ‘Dersim Katliamı’nın intikamını almak için’ tekrar öldürmeyi kendilerine gaye edinecek kadar irrasyonel davranacak figürler değildi.”

    Ben, once bu paragraftan, ve daha onceki yazdiklarinizdan, once sizin neyi rasyonel saydiginizi anlamaga calisiyorum.

    Bir (ya da birden fazla) kisinin ‘intikam’ini almak icin bir baska kisiyi oldurmek bana ne uygun bir ‘aydin’ yaklasimi ne de ‘rasyonel’ geliyor.

    Buradan bakinca, neyin ‘rasyonel’ oldugu konusundaki bu tur ‘secicilik’ –baska hic bir sey demeyecek olsak bile– enteresan bir tercihtir.

    Simdi de gelelim, sizin israrla ‘bir kişiyi mezarından çıkarıp ‘Dersim Katliamı’nın intikamını almak için’ tekrar öldürme’k baglaminda dile getirdiginiz yaklasima:

    Burada, farkinda degilsiniz anlasilan, ‘intikam’ ile ‘öldürmek’i bir ‘mutemmim cuz’ (ayrilmaz/tamamlayici parca) olarak konumlandiriyorsunuz.

    Ben, ilk olarak ona itiraz ediyorum. Öldürmek gerekmiyordu; ve yanlisti, bence.

    Ama, yapildi ve galiba (‘eylem’in gerceklestirildigi gunlerde) kimse de pek itiraz etmedi (yanlis oldugunu dile getirmedi).

    [Bugun de, ayni/benzer cevrelerde, yanlis oldugunu dillendiren yok galiba.]

    Bu, benim baktigim yerden, en azindan o gunku [ve, hatta, bugunku] ‘sol’un (ir)rasyonalite konusunda pek de titiz olmadigina isaret eder.

    Simdi.. Siz, hala daha ‘bir kişiyi mezarından çıkar’maktan bahsediyor ve bunun irrasyonel olacagini soyluyorsunuz.

    Eger ben boyle bir oneride bulunmus olsaydim, bu uyarinizda hakli olurdunuz. Fakat, ben oyle bir sey onermis degilim –dahasi, karsiyim da.

    Gecmisteki yanlislarla hesaplasmanin tek (ya da, en dogru) yontemi, totemlere fiziki saldirida bulunmak degil.

    O totemler ortalikta var olmaga devam ediyorsa, bu, o totemin ‘sahs-i manevisi’nin itibarinin devam ettigine isaret eder.

    ‘Sol’, bilhassa Dersim baglaminda, totemlerin ‘sahs-i manevisi’nin itibarinin devam etmesine itiraz anlamina gelebilecek hic bir sey dememistir/yapmamistir.

    [‘Yapmak’tan kasdim, mesela, protesto eylemleri, yuruyusleri, yayinlar filandir.]

    Bu boslugu, ‘ama, onlar olaylardan sonra dogdular’ filan gibi seylerle aciklamaga calismak da anlamli degil, bence.

    Bin nesil sonra dogmus degiller. Cok olsa, bir sonraki nesilden bahsediyoruz. Yani, yasayan hafiza billur gibi taze iken.

    [Butun ebeveynlerin olduruldugunu iddia etmiyorsunuzdur umarim; cunku, o zaman da bu ‘sonraki nesil’ nasil dunyaya geldi sorusu dogar.]

    Dolayisi ile, ‘hayatin dogal akisi’ geregi, 1940’tan sonra dogan Dersimli ‘sol’cular, ‘bal gibi’ biliyordular demek zorundayiz.

    Biliyordular; fakat, ‘fail’e (ya da ‘hatirasi’na) tek laf etmeksizin, ‘magdur’u oynamagi tercih ettiler demek durumunda kaliyoruz.

    Bu celiskiye isaret ettigimde, aldigim cevaplardan birisi de, devletin ‘ekmek kapisi’ olmasi hasebiyle, Dersimlilerin bu konuyu hasiralti ettikleridir.

    Yani, ‘tamamen duyguysal’ sebepler.. E. Iyi de, o zaman, bu magdur edebiyati neden?

    ‘Sol’ baglaminda verilen cevaplar da, genelde, donemin aksakallilarinca, meselenin buyuk resimdeki ehem-muhim dengesinde cok da onemli bulunmadigi yolunda..

    Baska bir deyisle, Cumhuriyet tarihindeki tek ‘dinci’ olmayan (‘murteci’ diyerek gecistirilemeyen), bir ‘isyan’/’kiyam’ veya ‘kalkisma’ olarak da nitelendirilemeyen bir ‘problem’in, tepeden inmeci (‘tepeden inme’ konusunda bkz. Sabiha Gokcen) yontemlerle, ‘cozulmesi’ni hakli/dogru/onemsiz bulurlar.

    Yani, Jakobenizmin ameleligine devam.

    Bilmemneredeki bir adet kurbaga icin, ya da 3-5 adet agac icin kiyameti koparan ‘sol’un, bu konuda suregiden sessizliginin ‘kulaklari sagir edici’ oldugunu dusunen bir ben miyim?

  174. “Eğer senin arzuladığın ‘hayatin dogal akisi’ olsa; Stalin’in de, Hitler’in de (cesedi nerede bilinmiyor, ya da bilindiği hâlde söylenmiyor), Franco’nun da, Mao’nun da, Pinochet’nin de, ‘Amerika’ kıtalarındaki yerli halklara ‘soykırım’ uygulayan güney ve kuzeydeki devletlerin (bazı) yöneticilerinin de, ve tarih sahnesinden isimlerini daha da yazabileceğimiz pek çok ‘di(…)tör’ün de; ya etrafına mabet inşa edilmiş cesetlerinin, ya da sıradan & basit mezarlara gömülmüş cesetlerinin, tekrar tekrar çıkarılıp, herbirinden ‘intikam’ alınması gerekir.”

    Siz, bilerek –yani, konuyu saptirma amaciyla– mi, yoksa bir takinti olarak mi –bilmiyorum–, hala daha isin ‘mezardan cikarmak’ tarafindan bakiyorsunuz.

    Buna gerek yok.

    Nitekim, yukarida saydiginiz isimlerin bir kismi daha hayattayken, digerleri de ‘post mortem’ elestirildi, ve kamu vicdaninda cezalandirildilar –itibarlari ellerinden alindi.

    Onemli olan da budur: Itibarlari; yani, kamu vicdanindaki yerleri..

    “Hayatta, herkesin irrasyonel davranMAyacağını bilMİyorsan, senin problemin.”

    Herkesin rasyonel davranmayabilecegine katilirim.

    Ama, herkesin her zaman irrasyonel davranacagina katilmam.

    Dersim baglaminda, ‘sol’ ikincisini sergileyegeldi.

    “Hiçkimsenin ‘unutalim gitsin’ dediği yok. Tam da bu sebeple, yani ‘unutMAmak’ ve ‘unutturMAmak’ için; senin ‘okumak ozurlu oldugun’ çeşitli yayınlar hâlâ basılmaya devam ediyor, ve edecek.”

    Iki tane roman, bir tane hatira filan gibi (o da ancak bugun, 80 sene sonra) ciliz sesler bir anlam ifade etmiyor.

    “1960-70’li yıllar boyunca Türkiye sol ikliminin ‘geneli’ (birkaç kişi ve teşkilat hariç); ‘totaliter sol’, daha açık ifade ile ‘Stalinist totaliter sol’ söylemlere göre kendini dizayn etti.”

    Yani, onlerine uzatilan receteyi (olabildigince) aynen uygulamaga calisan yapilardan bahsediyoruz.

    “‘Stalinist’ derken, Stalin’in şahsına tapmaktan evvel, bu kişinin (1953’te ölmüş olsa da) siyasetinden zuhur edenlerin Türkiye’deki sol iklimi 1960-70’li yıllar boyunca domine etmesini anladığını varsayıyoruz.”

    Benim ne anladigim degil onemli olan; fiili olarak bu boyle miydi, degil miydi?

    Oyle idiyse, eger; ‘sol’ dedigimiz –kendisine de hep ‘aydin’ filan gibi fiyakali sifatlar yakistiran– koskoca bir kitlenin, aslinda, hic de dusunmeden (analiz etmeden) ortalikta gezindigini soyleyebilir miyiz?

    Soyleyebilirsek,

    “‘Mihri Belli’, ‘Şevket Süreyya Aydemir’, ‘Nazım Hikmet’ gibi ‘eski tüfekler’ ilk sırada olmak üzere, bunlar gibi pek çok ana-baba figür, Mustafa Kemal Atatürk’ü, Dünya Devrim Tarihi’ne adını altın harflerle yazdıran kahraman olarak kabul etti, ’emri’yle yaptırdığı katliamlardan haberleri olsa bile, bunu gündeme getirmediler.”

    bu laflar, aslinda herhangi bir seyi anlamlandirmaktan uzak kalir.

    Kalir; cunku, bu, kendilerini (baskalarina kiyasla) cok daha ozgur/bagimsiz/ozerk dusunmek yetenegiyle niteleyen ‘sol’cularin, aslinda, buyuk bir ‘suru’nun parcasi olduklarini bile farketmedikleri anlamina gelir.

    Kisacasi, Incili Cavus’un ‘ozru kabahatinden buyuk’ anekdotu ile karsi karsiyayiz..

    [ Meraklisi icin: https://eksisozluk.com/entry/7434599 O kisa metinde ‘musahip’ diyerek gecistirilen kisi Incili Cavus’tur. ]

    “‘THKP-C’ de bu iklimin içindeki başat teşkilatlardan biri idi. Gündeme getirenleri ve getirmeye teşne olanları, neredeyse daima, ‘sol mücadeleyi, emperyalistlere karşı bölmek’ olarak yaftaladılar, bazen sözle, bazen zorla bastırdılar.”

    Bunun, asagi yukari, boyle oldugu asikar.

    Asikar da, hicbir seyi acikliga kavusturmuyor, malesef.

    O ‘acikliga kavusturmuyor’lar da, en ozet haliyle, sunlar:

    1) ‘Sol’, buna nasil izin verebildi. Kapi gibi gercek olan bir seyin gozardi edilmesine, ‘sol’ kitle nasil goz yumdu?

    2) ‘O gun oyleydi’ diyerek gecistirdiginiz bu konuda, bugun de hala daha ayni yaklasim nasil oluyor da devam ettirilebiliyor?

    Kisacasi, ‘sol’, belki de ‘Dersim Katliami’nin bizzatihi kendisiyle hesaplasmadan once, once, kendisinin bir ‘suru’ gibi guduluyor olageldigi gercegiyle hesaplasmali.

    Bu benim fikrim/onerim.

    Ama, ben, ‘sol’cu degilim (en azindan, epeyi zamandir, yani ‘artik’ degilim).

    “Şunu aklından asla çıkarma:
    Tarihte pek çok olay, yaşandığı an veya biter bitmez hemen ardından, analiz edilip, hükümler verilip, sonuca bağlanmaz. ‘Dersim Katliamı’, bunun en net örneklerinden biridir.”

    Boyle bilgic bilgic ve ustenci lakirdilar etmek kolay. ‘Suru’ olarak gudulmege devam edilmesine de yardimci oldugu asikar.

    Cok genis bir halk kesiminin ‘psyche’sinde bu kadar onemli bir kirilmayi temsil eden bir olayi, ‘bu tur seyleri analiz edip hukume baglamak zordur’ turunden ‘hukum’lerle ‘net’lestirmiyorsunuz.

    Tersine, daha da muglak ve flu kalmasina yardimci oluyorsunuz.

    Yani, yaranin kangrenlesmesine..

  175. Eşitlikçi Kabile Asabiyeti Fiyaskosu Ve Asabiyetin Devletleşmesi Gerçeği

  176. Bu siteyi süsleyen çok güzel özdeyişler var. Göze, kulağa, beyine hoş geliyorlar ancak yakından bakınca anlamak zor oluyor.

    Bir örnek alalım:
    “Küçük beyinler kişileri, orta beyinler olayları, büyük beyinler fikirleri tartışır.”

    Dünya var, dünyayı anlatma var. Büyük beyinliler dünyayı anlatırlar. Orta ve küçük beyinliler dünyayı yaşarlar. Bazı ilkel toplumlarda şefin adı, kelimesi kelimesine, “çok konuşan”. Politikacılara benziyor, değil mi?

    Eğer büyük beyinlilerin ayakları olaylar dünyasından kesilmişse, kimsenin anlamadğı bir dil konuşurlar. Bir bakıma içinde bulunduğumuz dünya öyle. Olayları hesaba almayan büyük beyinli bilim adamı olsa olsa boş konuşur.

    Büyük beyinliler okullarda yetişir, küçük beyinliler sokakta.

    “Büyük, orta, küçük beyinli” bir hileli zara benzer. %5 büyük beyinli, %15 orta beyinli, %80 küçük beyinliler. Günümüz toplumların ilerleme başarısının ölçüsü ortalamadır ve genellikle 3 boyutlu geometri ustaları ekonomistler tarafından bulunur. Yüzdeler hileli ağırlıklarmış gibi zara asılır ve zarın dengeye geldiği yer ortalamadır. Bunu ancak matematik uzmanı ekonomist-tüccar Necip bey başarabilir.

    Bir ihtimal daha var. Bu koca lafı eden ve beğenerek buraya aktaran aynaya bakıp kendi sırtlarını sıvazlayan, “kendin söyle, kendin inan” kişisel terapisi yapanlardan olabilir.

    Hatta bir ihtimal daha var. Belki ben bu site partisine mensup olmadığımdan, özdeyiş sadece parti üyelerini hedef aldığından ve özellikle doğuştan genetiksel küçük beyinli olduğumdan anlamakta zorluk çekiyorum.

  177. Olaya şöyle de bakabilir miyiz?
    Kabileden devlete geçiş süreci = Kuşakların ilerleyip soyun dağılması süreci

    Örneğin, Selçuk soyu ayrı ülkelere dağılıp beş devlet kurar;
    İran (Büyük), Kirman, Irak, Suriye, Anadolu Selçuklu devletleri.

    İlk Emevi devleti yıkılınca dağılan Kureyş soyu üç ülkede ayrı devletler kurar;
    Irak (Abbasi), İspanya (Emevi), Fas (İdrisi)

    Cengiz soyu da fetihlerle dağılınca önce dört, sonra daha çok sayıda devlet kurar.
    (Bunlardan bazıları günümüz devletlerinin ve uluslarının da kurucusu sayılır. Örn; Özbek Hanlığı, Kırım Hanlığı vb.)

    Bu örneklerde çok kolay görülebildiği üzere, geriye gidince adları geçen hanedanların atalarının aynı kişide birleştiğini görüyoruz (Selçuk, Abdümenâf, Cengiz).

    Bu durumda, Necip’in birçok kez değindiği devletin (veya “kapitalizm”in) “doğal”lığı olgusu, bir bakıma, soyun ve kuşakların doğallığıdır da diyebiliriz.

  178. 162’deki yazının (Siyaset yaz dediler, işte yazdım – S. Nişanyan) son bölümünün özeti;

    “It wasn’t Erdoğan’s plan, it was Erdoğan’s execution of Ergenekon’s plan.” *
    Yani; Erdoğan’ın planı değil, Erdoğan’ın Ergenekon’un planını uygulaması.

    * “It wasn’t your plan, it was my execution of your plan.” ―Moralo Eval and Cad Bane after successfully abducting Palpatine.
    [Bir benzerlik daha; Geçen yıl Erdoğan’ı “kaçırma planına” ulaşamayanlar ile “Şansölye Palpatine’i başarıyla kaçırdıktan sonra” yakalanan Moralo Eval ve Cad Bane.]

  179. Küçük beyinli ilkelci yine dertli.
    Büyük beyinlilere övgü, methiye, zikr-i cemil.
    Küçük beyinlilere karalama, küçültme, ayakaltına alma.

    Küçük beyinlilere anlama kılavuzu:
    Büyük beyinlilerle aranızdaki farkı bilmiyorsanız, çevresiyle yüzde yüz olaylar ve kişisel ilişkiler içinde olan hayvan ve bitkileri düşünün. 19. yüzyılda çok yaygın “zaman” saplantısı hastalığına yakalanan mavi gözlü sarışın ırk, büyük beyinlileri dinamikleştirdi. En ünlülerden olan mavi gözlü sarışın Darwin eski statik “Great Chain of Being” merdiveninin basmaklarına, aynı Marks gibi, yaylar taktı, varlıklar atlayıp zıplamaya başladılar. Ondan bu yana politika büyük beyinlileri kervanı yürütür, dünyayı yaşanılacak yerden eğitim gezegenine çeviren okuldan fırlayan büyük beyinliler ürürler.

    Büyük beyinli kimyasal ilaçlar bulur, küçük beyinliler ilkel gibi anlamadan kullanır etrafı kirletirler.
    Büyük beyinliler nükleer bomba bulur, küçük beyinliler ilkel gibi anlamadan kullanır insanları öldürürler.
    Büyük beyinliler hastalıklara karşı antibiyotik bulurlar, küçük beyinliler anlamadan ilkel gibi kullanır antibiyotikleri etkisiz kılarlar.
    Büyük beyinliler ruhani veya laik tanrılarla konuşup evren sırlarını anlatırlar, küçük beyinliler ilkel gibi anlamadan inanırlar.
    Büyük beyinliler ruhanilik insanları uyutuyor derler, küçük beyinliler ilkel gibi anlamadan materyalist olurlar.
    Büyük beyinliler fikirlerini değiştirir materyalizm insanları uyutuyor derler, küçük beyinliler ilkel gibi anlamadan uykularına devam ederler.
    Büyük beyinliler “asıl beceri dünyayı değiştirmek” derler, küçük beyinliler ilkel gibi “beynim büyüyünce ben de Atatürk, Erdoğan, Lenin, Stalin, Hitler, Trump, Napolyon, Jül Sezar vs. olmak istiyorum” derler.
    Büyük beyinlilerin müritleri büyük beyinliler küçük beyinlilerin dünya değiştirmesini yanlış anladıklarını ilan ederler, küçük beyinliler ilkel gibi “yahu zaten dünya değişip duruyor” derler.
    Büyük, çok büyük, çok çok büyük beyinli Allah büyük beyinlileri başımızdan eksik etmesin! Amin!

  180. ‘Siz, bilerek [yani, konuyu saptirma amaciyla] mi, yoksa bir takinti olarak mi [bilmiyorum], hala daha isin ‘mezardan cikarmak’ tarafindan bakiyorsunuz. Buna gerek yok.’

    ‘Konuyu saptirmak’ hususunda senle kıyaslanacak kadar kabiliyetimiz yok, olmasını da istemeyiz.

    Bir önceki metnimizde, ilk açıklamalarımız arasında, gerekçemizi yazdık, tekrar oku:

    ‘Cihangir Erdeniz’in öldürülmesine, Sabiha Gökçen’in öldürülMEmesine işaret ederek; ‘intikam almak’ ile ‘öldürmek’i eşitlediğin için, konuya buradan devam ettiğin için, biz de, senin ısrarla yoğunlaştığın bu yerden devam ederek; ‘intikam’ ile ‘öldürmek’i yan yana getirdik. ‘Mutemmim cuz’ (ayrilmaz-tamamlayici parca)’ olarak konumlandıran biz değiliz; sensin.

    ‘Nitekim, yukarida saydiginiz isimlerin bir kismi daha hayattayken, digerleri de ‘post mortem’ elestirildi, ve kamu vicdaninda cezalandirildilar, itibarlari ellerinden alindi.

    Ditto.

    ‘Onemli olan da budur; itibarlari; yani, kamu vicdanindaki yerleri..’

    Böyle bir kriter yok.

    ‘…herkesin her zaman irrasyonel davranacagina katilmam.. Dersim baglaminda, ‘sol’ ikincisini sergileyegeldi.’

    Kesin yargıda bulunma.

    ‘Iki tane roman, bir tane hatira filan gibi (o da ancak bugun, 80 sene sonra) ciliz sesler bir anlam ifade etmiyor.’

    Buna ‘sen’ karar vermiyorsun.

    ‘Yani, onlerine uzatilan receteyi (olabildigince) aynen uygulamaga calisan yapilardan bahsediyoruz.’

    Ditto.

    ‘…fiili olarak bu boyle miydi, degil miydi?

    Fiili olarak; Stalinist totalitarizm, Türkiye’de 1960-70’li yıllardaki sol iklime hegemonya kurmuş idi.

    ‘Oyle idiyse, eger; ‘sol’ dedigimiz [kendisine de hep ‘aydin’ filan gibi fiyakali sifatlar yakistiran] koskoca bir kitlenin, aslinda, hic de dusunmeden (analiz etmeden) ortalikta gezindigini soyleyebilir miyiz?’

    SöyleyeMEyiz.

    Yukarıda, 147 no’lu metnimizi tekrar oku. Orada şu ifadeyi yazdık: ‘1960-70’li yıllar boyunca Türkiye sol ikliminin ‘geneli’ (birkaç kişi ve teşkilat hariç)’.

    Stalinist totalitarizm, Türkiye’de 1960-70’li yıllardaki sol iklime her ne kadar hegemonya kurmuş idiyse de; nicelikte az da olsa, düşünerek, analiz ederek, ‘aydın olmanın külfetini de hayatında taşıyan’ kimseler var idi, ve bunların çoğu ‘sol’daydı. Bahsi geçen totalitarizmin yaydığı kesif sis sebebiyle, bu kimseler, görünmez kılınmak istendi. Pek çoğu; bazen sözle, bazen zorla ‘bastırıldı’.

    ‘Soyleyebilirsek, ‘Mihri Belli’, ‘Şevket Süreyya Aydemir’, ‘Nazım Hikmet’ gibi ‘eski tüfekler’ ilk sırada olmak üzere, bunlar gibi pek çok ana-baba figür, Mustafa Kemal Atatürk’ü, Dünya Devrim Tarihi’ne adını altın harflerle yazdıran kahraman olarak kabul etti, ’emri’yle yaptırdığı katliamlardan haberleri olsa bile, bunu gündeme getirmediler. Bu laflar, aslinda herhangi bir seyi anlamlandirmaktan uzak kalir. Kalir; cunku, bu, kendilerini (baskalarina kiyasla) cok daha ozgur-bagimsiz-ozerk dusunmek yetenegiyle niteleyen ‘sol’cularin, aslinda, buyuk bir ‘suru’nun parcasi olduklarini bile farketmedikleri anlamina gelir.’

    ‘Ozgur-bagimsiz-ozerk dusunmek’ çabasına girmeyen, büyük bir sürünün parçası olan ‘bir kısım sol’ elbette var, tıpkı ‘bir kısım sağ’ olduğu gibi.

    Yani, her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın.

    ‘Kisacasi, Incili Cavus’un ‘ozru kabahatinden buyuk’ anekdotu ile karsi karsiyayiz.. [ Meraklisi icin: https://eksisozluk.com/entry/7434599 O kisa metinde ‘musahip’ diyerek gecistirilen kisi Incili Cavus’tur. ]’

    Hayır, bu anekdot ile karşı karşıya değiliz.

    Tekrar oku: Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın.

    ‘1) ‘Sol’, buna nasil izin verebildi. Kapi gibi gercek olan bir seyin gozardi edilmesine, ‘sol’ kitle nasil goz yumdu?’

    Oku, öğren; kaytarMA:

    Engellerin en büyüklerinden ikisi; ‘Stalinist totalitarizmin Türkiye’de 1960-70’li yıllardaki sol iklime kurduğu hegemonya’ ve ‘Aynı dönemin sol ikliminde, Mustafa Kemal’in ‘devrim kahramanı’ olarak genel kabul görmesi’. Diğer sebepler, bu ikisinin yanında epey ufak kalır.

    ‘2) ‘O gun oyleydi’ diyerek gecistirdiginiz bu konuda,

    ‘Geçiştirtmek’ diye bir şey yok, apaçık ‘gerçekler’ var:

    a) Stalinist totalitarizmin Türkiye’de 1960-70’li yıllardaki sol iklime kurduğu hegemonya.

    b) Aynı dönemin sol ikliminde, Mustafa Kemal’in ‘devrim kahramanı’ olarak genel kabul görmesi.

    ‘bugun de hala daha ayni yaklasim nasil oluyor da devam ettirilebiliyor?’

    Yaklaşımın aynı olduğu söylenemez; 1960-70’ler nerede… 2000-17’ler nerede…

    40 küsür yıllık bir süre.

    Bugün; feveranlığa meyletmeden, rasyonelliği kaybetmeden, ‘unutMAmak’ ve ‘unutturMAmak’ için haykıran, ‘bastırılma korkusu’nu aşmayı başaranlar var, artıyor, artacak.

    ‘Kisacasi, ‘sol’, belki de ‘Dersim Katliami’nin bizzatihi kendisiyle hesaplasmadan once, once, kendisinin bir ‘suru’ gibi guduluyor olageldigi gercegiyle hesaplasmali. Bu benim fikrim-onerim.’

    Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın. ‘Ozgur-bagimsiz-ozerk dusunmek’ çabasına girmeyen, büyük bir sürünün parçası olan ‘bir kısım sol’ elbette var, tıpkı ‘bir kısım sağ’ olduğu gibi.

    Sen, Di(…)tör Erdoğan’ın gönüllü askeri olmaya devam et; sonra, gel buraya, ‘bu benim fikrim-onerim’ diye yaz, hadi ordan cibiliyetsiz çitlembik.

    ‘Ama, ben, ‘sol’cu degilim (en azindan, epeyi zamandir, yani ‘artik’ degilim).’

    Artık-martık değil; galiba, hiçbir zaman ‘sol’cu olmadın.

    ‘Boyle bilgic bilgic ve ustenci lakirdilar etmek kolay.’

    Sen ‘asagilik’ mısın?

    O söz ‘gerçeği’ ifade ediyor; senin ‘bilgic bilgic – bilgisizic bilgisizic’, ‘ust-alt’ yorumlamalarına göre değişMİyor.

    ‘Suru’ olarak gudulmege devam edilmesine de yardimci oldugu asikar.

    Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın. ‘Ozgur-bagimsiz-ozerk dusunmek’ çabasına girmeyen, büyük bir sürünün parçası olan ‘bir kısım sol’ elbette var, tıpkı ‘bir kısım sağ’ olduğu gibi.

    ‘Cok genis bir halk kesiminin ‘psyche’sinde bu kadar onemli bir kirilmayi temsil eden bir olayi, ‘bu tur seyleri analiz edip hukume baglamak zordur’ turunden ‘hukum’lerle ‘net’lestirmiyorsunuz.’

    Buna ‘sen’ karar vermiyorsun.

    ‘Tersine, daha da muglak ve flu kalmasina yardimci oluyorsunuz. Yani, yaranin kangrenlesmesine..’

    Yo, hiç de değil.

    ‘Muglak’lık, ‘flu’luk, sis perdesi kalkıyor.

    Bırak ‘kangrenlesme’yi; yaranın kabuğu yırtıldı artık.

    Oku, öğren; kaytarMA:

    1960-70’ler nerede… 2000-17’ler nerede…

    40 küsür yıllık bir süre.

    Bugün; feveranlığa meyletmeden, rasyonelliği kaybetmeden, ‘unutMAmak’ ve ‘unutturMAmak’ için haykıran, ‘bastırılma korkusu’nu aşmayı başaranlar var, artıyor, artacak.

    Oku, öğren; kaytarMA:

    http://www.kitapyurdu.com/kitap/savrulanlar-amp-dersim-19371938-hatta-1939/284793.html

    On İki Dağın Sırrı – Bir Göz Ağlarken
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/on-iki-dagin-sirri-amp-bir-goz-aglarken/278381.html

    Gece Kelebeği & Perperik-A Söe
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/gece-kelebegi-amp-perperika-soe/148854.html

    Ejma’nın Rüyası
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/ejmanin-ruyasi/434823.html

  181. Ergenekoon arama motoru sonuçları

    “Ergenekoncu Necip” için hiçbir sonuç bulunamadı.

    Bunu mu demek istediniz? “Ergenekoncu Erdoğan”

    Ara – Kendimi Şanssız Hissediyorum

    Ergenekoooooooooon

  182. Modern çağın hanedanları

    Hafız, Beşşar
    Haydar, İlham
    İsmet, Erdal
    Hillary, Bill
    George, George W.
    Theodore, Franklin

  183. Değerli okuyucular

    Şanlı Türk ordusuna kumpas kuran Kripto-Darwinist cemaatin teorilerini çürüten Harun Yahya’nın “Ergenekon Aldatmacası ve Yaratılış Gerçeği” adlı kitabını sakın kaçırmayın!

  184. Er-(Doğan)-Gene-Kon-(du)

    Başka bir “devlet kuşu” konmuyor, gene o konuyor.

  185. Detaylarda kaybolMAmak adina, sadece daha onemli gordugum yerlerine deginiyorum cevaplarinizin:

    “Engellerin en büyüklerinden ikisi; ‘Stalinist totalitarizmin Türkiye’de 1960-70’li yıllardaki sol iklime kurduğu hegemonya’ ve ‘Aynı dönemin sol ikliminde, Mustafa Kemal’in ‘devrim kahramanı’ olarak genel kabul görmesi’. Diğer sebepler, bu ikisinin yanında epey ufak kalır.

    […]

    a) Stalinist totalitarizmin Türkiye’de 1960-70’li yıllardaki sol iklime kurduğu hegemonya.

    b) Aynı dönemin sol ikliminde, Mustafa Kemal’in ‘devrim kahramanı’ olarak genel kabul görmesi.”

    Bu mazeret beyanlarinin sajat tarafi su:

    ‘Stalinist totalitar[ian]izm’ dediginiz sey ete kemige burunmus bir canli, veya iktidar sergileyen bir mahluk degil.

    Dolayisi ile, ‘kurduğu hegemonya’ kendisinden menkul olamaz. O, sadece, bireylerin o fikri/metodu takip etmek tercihlerinin sonucunda ortaya cikabilir.

    Dolayisi ile, ‘960-70’li yıllardaki sol iklim’ dediginiz sey ‘Allahin emri’ filan degildi.

    Kendisine ‘sol’cu diyenlerin bilincli tercihleri sonrasinda gozlemlenen bir ‘iklim’den bahsedebiliriz sadece.

    Tercihin ‘bilincli’ olmadigini soyleyebilirsiniz, tabii ki; ama, bu da –malesef– cok buyuk bir cogunlugun esasen ‘suru’ olduguna isaret eder. [Daha once etmistim, zaten.]

    Ve, daha da kotusu, ‘cok buyuk bir cogunlugun’ disinda kalan ‘kucuk azinlik’in, neden farkli bir tercihte bulunduklari konusunu digerlerine aciklamak konusundaki beceriksizliklerine de isaret etmis oluruz.

    Nitekim, siz de, cevaplariniz arasinda “Pek çoğu; bazen sözle, bazen zorla ‘bastırıldı’.” diyerek bunu teyid ediyorsunuz.

    Yani, farkli dusunenler, ya gelen sozel cevaplar, ya da fiziksel mudahaleler uzerine, sustu(rul)dular. Ve, kimse de pek umursamadi bu garabeti… yani, sahip cikan olmadi.

    ‘Sag’ sozkonusu oldugunda, bu ‘garabet’i anlamak kolay: Muhayyel de olsa bir ‘dava’ vardir; bir de ‘o dava’ya onlari goturecek bir ‘lider’. O ‘dava’ya giden yolu da ‘lider’ belirler; cikacak olan aykiri sesleri de budar..

    Yani, ‘sag’ kesim, ‘lider’ini tayin ettigi andan itibaren, kendisinin bir ‘suru’ oldugunu kabul eder.

    Ama, sol –hesapta– oyle degil. Ozgurlukcu filan. Fakat, realitede bunun tam tersini goruyoruz. Tipik bir ‘suru’.

    Ikinci nokta, yani, “Mustafa Kemal’in ‘devrim kahramanı’ olarak genel kabul görmesi” de ayni baslik altinda fakat daha da beter bir siritma olarak ortaya cikiyor.

    ‘Sol’un baktigi yerden, ‘sol’un prensipleri acisindan, hangi ‘devrim’den bahsedebiliriz ki MKA onun ‘kahraman’i olabilir?

    Bu sorunun cevabi hep verilmis farzedilir de, aslinda, yoktur.

    Bi de, son olarak suna degineyim:

    “Artık-martık değil; galiba, hiçbir zaman ‘sol’cu olmadın.”

    Hakli olabilirsiniz. Ben, hic, ‘marka solculugu’nu benimseyemedim. Dahasi, etnik gerekcelerle de ‘solculuk’ arkasina siginmak ihtiyaci duymadim.

    ‘Sol’un sosyoekonomik baglamda soylediklerini (soylemesi gerekenleri) ciddiye aldim; ama, uygulamada –siyaset/politika uretmede– buna yonelik pek bir sey gormeyince, evet, ‘solcu’ olamadim diyebilirim.

  186. Bu sitede kökende birleşen ayrıntılarda ayrılan iki tutum egemen. Bir yanda dobra, lafını esirgemeyen faşistler, dinci allahçılar, sağcı anarşist devrimciler; diğer yanda mahcup, utangaç, çıtkırıldım, laik marksist ve anarşist solcu devrimciler.

    Bir vahşi çıplağı, çok, en çok medeni ülkelerden birinde gezdirirler. Bu arada hayvanat bahçesini ve parkları görür. Geziden sonra gördüklerinden ne anladığı sorulur. Çıplak vahşi, nihayet, kendi gibi vahşi çıplak ilkellerin neden hor görüldüğünü, neden kırımdan geçirildiğini ve hâla kırımdan geçirildiklerini anladığını açıklar ve internet sosyal medyasından öğrendiklerini ekler.

    “Darwin, doğayla girişilen savaşta, insanın mikrop olmasını değil, mikrobun insan oluşunu anlatır. Mikroptan insana YÜKSELİŞ çevreye ayak uydurmakla başarılır.
    Marks, doğayla girişilen savaşta, çalışkanların tembelleşmesini değil, tembellerin çalışkan olmalarını anlatır. Sosyal İLERLEME, doğadan en fazla alma becerisine ayak uydurmayla başarılır.
    İlhamlarını bu iki asıl ve kökten devrimcilerden alan laik marksist ve anarşist solcu devrimciler, insanın en yüce varlık olduğunu bilirler ama aynı kıstası insanlar arasında kullanmada ve özellikle bunu çok iyi uygulayan Hitler’den sonra çıtkırıldımlık ederler.

    Dinci-allahçılara göre en yüce varlık olan insan, daha da yüksek bir varlık Allah’ın hık demiş burnundan düşmüş. Bütün insanlar en YÜKSEK ama bazıları daha YÜKSEK.
    Aslında aynı şeyi Marksizm ve Darwinizm BİLİMSEL VE LAİK bir dille değişik anlatır: Marksizmde üretim güçleri, materiyal koşullar, diyalektik ve benzeri mekanizmalar; Darwinizmde doğal seçilim mekanızması ve seçilenleri seçen karılarla aktarma.
    Faşistler ve sağcı anarşistler yukarıdaki iki ana malzemeyle pişmiş çorba.
    Ben, ölüme açık açık tapan faşistler, dinci allahçılar, sağcı anarşist devrimcileri, aynı ölüme tapan sinsi laik marksist ve anarşist solcu devrimcilere tercih ediyorum. Hiç değilse ölüme seve seve gitmeyeceğim.

    Hatta bence sorun bu iki yolun yoldaşlarında bile değil. İki yolun yolcuları çaresiz küçük ve orta beyinliler. Kafa ütüleyen büyük beyinlilerin mubarek lafları doğduktan sonra genlerine yazılan mutantlar. Bu tespit 2 600 yıl önce yapılmıştı ve daha sonra defalarca yapıldı. Sorun, doğa da dahil, diğerlerin işine burnunu sokan tight lip, stiff neck, tight as* büyük beyinlilerde.

  187. Son zamanlarda, özellikle her türlü ilkel varlıktan nefret eden, hali vakti yerinde, çoğunluğu büyük beyinli, Türkler gibi mavi gözlü sarışınların yaşadıkları ülkelerde altyapılara saldırılar artış güvenlik uzmanları tarafından tahkik edilmekteydi.

    Uzmanların amacı son 5-6 bin yıldır medeniler arasındaki ganimet paylaşma iç savaşlarını medeni enayilere dış savaşlar olarak yutturma masalına bir sayfa daha katmaktı.

    Yalnızlar kalabalığı bireylerin, aşklarını, evlilik, doğum günü, ölüm günü, karı-kocaları, kedi köpeklerinin resimlerini; sevdikleri şarkı türküleri; büyük beyinlerinden fışkıran büyük fikirlerini ve çok, çok, çok orijinal kişiliklerini dünyanın dört bucağındaki candan sevdikleri dost ve arkadaşlarıyla paylaşmalarda kullandıkları sosyal medya geniş bantlara saldırılar hızla artmaktaydı.

    Tahkikatı yapan Sherlocklar, vahşi çıplak ilkellerin hayvanlarla iletişim kurabildikleri, istedikleri zaman hayvan olmaları yeteneklerini ipucu olarak kullandılar.
    “As animals emerge from secret lairs
    And proclaim by their ominous howls the closing of the day”
    Dizeleri de yardımcı oldu.
    Buluş Sherlocklarin sezgilerini kanıtladı ama her şeye inanan medeni enayiler bu dış saldırı masalını yutmazlar diye bulgu gizli tutuldu. Üstelik terör yayma ve amansızlığında devletleri bile aşan bu gruplar medeni enayileri paniğe salarsa bastırılması pahalı olacaktı.

    Dünyayı son 5-6 bin yıldır yakıp yıkanlar listesini büyütmeye azimli WikiLick bu yeni teröristlerin kimliğini medeni enayilere sızdırdı.

    Ne var ki, eleştiriler, itirazlar, değişik yorumlar hızla artmakta.
    Bazı çok, çok, çok büyük beyinlilere göre sağ/solcu devrimciler dünyayı burjuvalaştırdılar. Artık iç dış kalmadı. “Dış” denilen aslında “için dışı”. Aynı şey doğa için de geçerli. Modern nüfus memuru bilim adamları hayvanlara bile kimlik kartları dağıtmakta. Kızılderili için gerçek köpek kamp yerindeki değil doğada yaşayan.

    Kafalarını ayrıntılarla karıştırmak istemeyen komploculara göre, devletler, zenginler, endüstriciler, bankacılar davranış psikologlar biyolojistiler, genetikçiler, antropolog falan filanları gizli araştırma merkezlerinde iş başı etmişler. Bu süt inekleri kendilerine okulda uygulanan mükafat-cezalandırma tekniğiyle hayvanları altyapılara saldırıya şartlandırıyorlarmış. Kendileri gibi diploma almayı başaranları etrafa terör salmak için salıyorlarmış. Vs. Vs. Vs.

    Hepsinin kardeş kardeş paylaştıkları ortak büyük fikir: Grupların yobaz, aşırı tutucu, köktenci oldukları.

    Yeni suçlunun kimliğinin ayrıntı meraklısı arkadaşlar DupeWeb, DuckNet veya WikiLick’i ziyaret edip “devletlerden bile korkunç terörist bulundu” yazarak bu yeni teröristlerin kimliklerini sosyal medya arkadaşlarıyla paylaşabilirler.

  188. Doğal hayat isteyenleri en doğal ortam olan okyanuslara alalım!

    (“Solungaaaç! Bu adam evrim geçirmiş!” – Waterworld / Su Dünyası’ndan)

  189. Your arrogance blinds you Master Erdoğan. Now you will experience the full power of the revolution!

    Hahahahahahaha! I have waited a long time for this moment, my little GREEN friend!

    Hahahahahahahahaha! At last, the dictators are no more!

  190. Bir meşhur anarşist beye göre beyin yıkama makinesi medyadan uzak durma “cahilliği” seçmektir. Diğer yandan, Sicilya’da Afrika ve Orta Doğu’dan kaçanların sorunlarıyla ilgilenmeye atanan iki İtalyan görevli cahilliği seçerler.

    Yüksek eğitimli iki görevli atandıklarında tereddüt, endişe, korku hissettiklerini ama çoğu okuma yazma bilmeyen mültecilerle tanıştıktan sonra bu insanların medyadaki tanıtılmalarıyla hiç bir alakası olmadığını görünce medyayla bütün ilişkilerini bir tiksinti içinde keserler. Yüksek okullarda beyinlerine sokulan psikoloji, sosyoloji, siyasi, kısacası büyük beyinliler bilgilerini de çöp tenekesine atarlar.

    Bana Zorba filminde bir sahneyi hatırlattı.
    Boss: “Ben, Yunanlılarla Türklerin birbirlerinden nefret ettiklerini biliyordum.”
    Zorba: “Boss, şimdi ünlü anarşist veya (Özgür Üniversite) profesörü gibi konuşmaya başladın!”

    Bana bu sitede komplo teorileri üzerinde diğer bir (özgür olmayan üniversite) profesörün attığı havaları hatırlattı. Ve kendi kendime “iyi ki bazıları komplo/ komplo değil farkını bilecek kadar sivri kelleli” dedim.

    But the famous anarchist and the professors are honorable men!

    Not: AB, Sicilya’ya yol alan derme çatma tekneleri zorla geri çevirmeleri için Libya sahil koruma görevlilerine rüşvet, özür dilerim para yardımında bulunur. Er-Doğan’a yaptıkları gibi.
    Not: Sicilya hemen yakınında, Calabria’da, son 30 yıl özellikle kanser (tiroid kanser 6 misli, göğüs kanseri 3 misli) ve diğer hastalıklardan dolayı ölen sayısı hızla artar. Nükleer, ilaç ve kimya fabrikalarının kalıtların temizlenmesi çok pahalı olduğundan, avukatların bol olduğu, insanların çevre kirliğinde hastalanma ve ölme haklarının büyük beyinliler tarafından özgürce savunulduğu AB daha ucuz bir yol arar ve bulur. AB son 30 yıl insan hakları hastalık hakları kalıtlarını, Calabria’daki Mafya aracılığıyla bölge deniz ve toprağa atmakta. Birkaç Mafya ailelerin yıllık geliri milyarla ifade edilir.
    İtalya’nın yetiştirdiği meşhur anarşist gibi meşhur anarşistler, koca kelleler, artistler ve büyük beyinliler, insan hastalık haklarına saygılı AB bir kefede; kötü ruhlu Mafya diğerinde. Ortalama fena değil! Üstelik Calabria halkı gerçek avukatlar aracılığıyla ve AB’deki son tıp gelişmelerinden yararlanarak ölülerini yeniden hayata getirebilirler. Tıpta gelişmemiş bir ülkede ne gerçek avukat bulursun ne de ölülerine kavuşursun. Yaşasın mücadeleci anarşizm! Yaşasın medya bilgiçliği! Kahrolsun cahillik!

  191. ‘Bu mazeret beyanlarinin sajat tarafi su. Stalinist totalitar[ian]izm dediginiz sey ete kemige burunmus bir canli, veya iktidar sergileyen bir mahluk degil. Dolayisi ile, kurduğu hegemonya kendisinden menkul olamaz. O, sadece, bireylerin o fikri-metodu takip etmek tercihlerinin sonucunda ortaya cikabilir. Dolayisi ile, 1960-70’li yıllardaki sol iklim dediginiz sey ‘Allahin emri’ filan degildi. Kendisine solcu diyenlerin bilincli tercihleri sonrasinda gozlemlenen bir iklimden bahsedebiliriz sadece. Tercihin bilincli olmadigini soyleyebilirsiniz, tabii ki; ama, bu da malesef cok buyuk bir cogunlugun esasen suru olduguna isaret eder. [Daha once etmistim, zaten.] Ve, daha da kotusu, cok buyuk bir cogunlugun disinda kalan kucuk azinlikin, neden farkli bir tercihte bulunduklari konusunu digerlerine aciklamak konusundaki beceriksizliklerine de isaret etmis oluruz. Nitekim, siz de, cevaplariniz arasinda ‘Pek çoğu, bazen sözle, bazen zorla bastırıldı.’ diyerek bunu teyid ediyorsunuz. Yani, farkli dusunenler, ya gelen sozel cevaplar, ya da fiziksel mudahaleler uzerine, sustu(rul)dular. Ve, kimse de pek umursamadi bu garabeti, yani, sahip cikan olmadi. Sag sozkonusu oldugunda, bu garabeti anlamak kolay. Muhayyel de olsa bir dava vardir, bir de o davaya onlari goturecek bir lider. O davaya giden yolu da lider belirler, cikacak olan aykiri sesleri de budar. Yani, sag kesim, liderini tayin ettigi andan itibaren, kendisinin bir suru oldugunu kabul eder. Ama, sol hesapta oyle degil. Ozgurlukcu filan. Fakat, realitede bunun tam tersini goruyoruz. Tipik bir suru.’

    Harf israfı yapMA.

    Stalinist totalitarizm, bir kavram ve uygulamadır, yani ‘insan davranışı’nın neticesidir. Stalin 1953’te ölmüş olsa da, onun siyasetinden zuhur etmiştir, bugün de, sadece Türkiye’de değil dünya genelinde, erozyona uğramış olsa da, bilinirliği ve uygulanması devam etmektedir.

    (Bu sayfada yazıştığımız) kavramlar da, uygulamalar da, kendiliğinden doğup büyüyen (ve küçülen) şeyler değildir, insan davranışları ağır basar. Bu nedenle, harf israfı yapmaya devam ederek, ‘demagogic lecturing’ alanındaki kabiliyetini sergilemekten vazgeç.

    1960-70’li yıllarda Türkiye’deki sol iklime, Stalinist totalitarizmin hegemonya kurması, tamamen, ‘Allahin emri’ filan demekti, istisnaların kaideyi ara-sıra da olsa silkelemesine müsaade edilmedi. (Herhâlde, ‘insan davranışları’dan bahsettiğimizi anlıyorsundur. Anlamıyorsan, senin problemin.)

    1960-70’li yıllarda Türkiye’deki sol iklimde, Stalinist totalitarizmin şemsiyesi altında olanlar, ‘tipik bir suru’ydu. Bu şemsiyeyi sorgulayanlar ve altına girmeyi reddedenler, ‘tipik bir suru’ değildi.

    Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın.

    ‘Ikinci nokta, yani, Mustafa Kemal’in devrim kahramanı olarak genel kabul görmesi de ayni baslik altinda fakat daha da beter bir siritma olarak ortaya cikiyor. Solun baktigi yerden, solun prensipleri acisindan, hangi ‘devrim’den bahsedebiliriz ki MKA onun kahramani olabilir? Bu sorunun cevabi hep verilmis farzedilir de, aslinda, yoktur.’

    Yoğun olarak 1960-70’li yıllarda Türkiye’deki sol iklimde, Mustafa Kemal’in devrim kahramanı olarak genel kabul görmesinin başat sebebi, emperyalistlere karşı mücadele etmiş olmasıdır.

    ‘Hakli olabilirsiniz. Ben, hic, marka solculugunu benimseyemedim. Dahasi, etnik gerekcelerle de solculuk arkasina siginmak ihtiyaci duymadim. Solun sosyoekonomik baglamda soylediklerini (soylemesi gerekenleri) ciddiye aldim, ama, uygulamada [siyaset, politika uretmede] buna yonelik pek bir sey gormeyince, evet, solcu olamadim diyebilirim.’

    Yukarıda, 170 no’da, ‘galiba’ kelimesini kullanmıştık; geri alıyoruz. Sen, ‘hiçbir zaman’, ‘sol’cu olmadın.

    Sen, kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründeki büyük oyunculara aksam üreten K.O.B.İ.-irisi şirketini ayakta tutabilmek için Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan zibidi patronsun, o kadar.

  192. Burjuvazinin “altın kuralı” ikiyüzlü olmaktır

    “Laikçi, dinci, demokrat, muhafazakâr gibi farklı kimlikleri üstlenseler de özünde aynı olan burjuva sınıf, emekçi kitlelerin bilinçlerini bulandıracak söylemler geliştirir. Milliyetçi ve İslamcı söylemler eşliğinde totaliter rejimin kurumsallaştığı Türkiye’de, İslamcı burjuva kesim de bu bağlamda yeni bir “hayırlı işle” karşımıza çıkıyor.”

    İslamcı Burjuvazinin Faizsiz Sigortacılık Yalanı
    http://marksist.net/pinar-safak/islamci-burjuvazinin-faizsiz-sigortacilik-yalani.htm

    “Burjuva ve küçük-burjuva kadın örgütlerinden özellikle seçim dönemlerinde sıkça duyduğumuz iddialardan biri, şimdiye kadar iktidarı elinde tutan erkeklerin icraatlarıyla dünyanın bugün yaşanmaz hale geldiğidir. Onlara göre kadınlar yönetseydi her şey farklı olurdu. Onlar, kadınların doğaları gereği daha yumuşak, duygulu ve daha anlayışlı olduklarını, o nedenle acımasız olamayacaklarını söylüyorlar. Irkçılığın, savaşın, hegemonya mücadelesinin, artan baskı ve şiddetin erkeklerin doğasının bir sonucu olduğunu savunuyorlar. Eğer kadınlar iktidarda olsalardı, herkesi kapsayan, eşitlikçi, farklılıklarına rağmen insanların beraberce yönettiği bir dünya söz konusu olurdu diyorlar. Kadınların ruhunu okşayan bir övgü gibi dursa da, aslında bu tür söylem ve iddialarla son derece yanılsamalı bir algı yaratılmak istenmektedir.
    Söz konusu iddiaların aksine burjuva siyasetçisi kadınlar siyaset sahnesine ulvi ve insani görevler için çıkmıyorlar. Pek çok ülkede kadınlar başbakanlık da dahil olmak üzere üst düzey devlet görevlerinde yer alıyorlar. Peki bugünlerde, “kadınlar yönetse, kadınca duyarlılık, o bir anne vs.”yi gündeme sokan ve cinsi rekabeti harlayan burjuvazinin egemenliği altındaki dünyamız ne durumda? Ortadoğu’yu cehenneme çeviren Üçüncü Dünya Savaşı, Asya-Pasifik’e yayılma eğiliminde. ABD’de Trump iktidarda, Türkiye’de totaliter rejim kurumsallaşıyor. Avrupa’da birçok ülkedeki faşist ya da aşırı-sağ partilerin kitle desteği artıyor. Faşist hareketler, siyasi figürler tarih sahnesinde öne çıkıyor. Özellikle Avrupa’da oy oranları artan bu tür partilerin bazılarının başında, bazılarının ise etkili pozisyonlarında kadınlar var. İşte bu koşullarda bir yandan güçlü kadın imajı öne çıkarılırken, bir yandan da duyarlılık, hassasiyet, anlayışlı cins gibi sıfatlar eşliğinde propagandası yapılan, seçim kampanyaları yürütülen kadın liderlerin siyasal pozisyonu tehlikeyi gözler önüne seriyor. Bu demagoji açık şiddeti, her türden baskıyı, ırkçılığı gizleyen bir asma yaprağı işlevini görüyor.”

    Burjuva Kadın Liderler: Sınıf Aynıysa Cinsiyet Ne Fark Eder?
    http://marksist.net/derya-cinar/burjuva-kadin-liderler-sinif-ayniysa-cinsiyet-ne-fark-eder.htm

  193. Geri kalmış Türklerin bitmez tükenmez geri kalmışlığı.
    Sayın “178 Doğal okyanus”, Batı’ya benzemek için canınızı veriyorsunuz, Batı bilim-teknolojini taklit edip duruyorsunuz, Batı halkları gibi seyirci olup çıkmışsınız, Batı halkları gibi çocuklaştırılmışsınız, Batı eğitimini, Batı siyasi ideolojileri ve düzenini, Batı aile yapısını, Batı yasalarını, Batı müziğini, Batı düşünce taklitçiliğini yapıyorsunuz ama bilgide hep geriden geliyorsunuz. Batı bilim-teknik adamları, şu an sizleri doyurmak, barındırmak ve düşmanlarına karşı gönüllü asker olarak kullanmak için akıl almaz bir hızla ilerliyorlar.
    Bunlardan biri okyanuslar altında yapılan araştırmalar:
    Batı bilim-teknik adamları sizlere gıda, enerji, ilaç tedarik etmek ve yiyip içip televizyon seyretmeniz, sosyal medyada meşgul olmanız için şehirler kurma peşindeler. Bazı şehirler hazır bile, sayın 178. Pılınızı pırtınızı toplayın. Batı kendi halkına benzeyenleri her zaman tercih etti, sayın 178. Beni asla istemezler ama siz orta sınıf çalışkan emekçileri çok severler.
    Eğer Er-Doğan oraya taşınmana izin vermezse, daha da iyi. Batı’ya siyasi mülteci olur gider Batılı olma köşesini tam dönersin!

  194. Biraz tarih.
    19. yüz yıl endüstri, bilim-teknoloji, doğayı iğfal etme ideolojileri olan marksistlik ve anarşistlik Türkiye’ye ithal edildi ama, daha önce ithal edilen Bolşeviklik gibi, olduğu yerde sayıklamakta.

    “Doğayı Seven”, “Ekolojik Ruhlu”, “Barış Ruhlu”, “Çıplaklıklarından Utanmayan”, “Seksde Özgür” gibi başlıklarla piyasaya sürülen ve orta sınıflara daha uygun anarşizm Türkiye’de daha henüz yeni yeşerir gibi. Son 40 – 50 yıldır eleştirilen doğaya tecavüz nihayet bu siteye yakışır bir şekilde ÖZGÜR ÜNİVERSİTE profesörü tarafından orta sınıf mücadele mütahasısları marksist ve anarşist devrimcilere duyurulmuş.
    Ben, bir jurnalcı olarak, şu an bu evcil medenilerin MÜCADELE ettikleri sarışınların sarışını Merkel ülkesinin Bonn şehrindeki Cop23 manifestosunu izliyorum.
    MÜCADELECİ Zilli, sağcı anarşist Ne-çöp, yeniden dirilen Marks’ın torunu Hödük, hâla baba arayan TZMciler, memur çevreci özgür profesör ve diğer bu sitenin anti-ilkel medeni meçhul askerlerini burada görünce gözlerim yaşlarla doldu.
    Biraz daha tarih.
    Evvel zaman içinde, Türk evcil medeniler ebedi uykusunda uyurken, Batı orta sınıf büyük beyinliler sıradanlar orta sınıflılara içtekilerin dışı ilkelleri medyada “Doğayı Seven”, “Ekolojik Ruhlu”, “Barış Ruhlu” ninnileri söylerken, oyun bozucu müzip bir küçük beyinli ilkeller için “savaşçıları kalmamışların acı durumları” derken, …
    Cop23 Bonn medeni MÜCADELECİLER: “2015 Paris Cop21 ümir vericiydi ama devletlerimiz yeteri kadar önlem almadılar” derler.
    2015 Paris Cop21’e davet edilen bir ilkel:
    “Biz medenilerden yardım istemiyoruz. İklim değişmesiyle ya sel ya kurak. İklim değişmesi durdurulsun yeter. Buradaki gördüğüm büyük beyinliler için bu felaket, bir oyun, bizim için ölüm kalım. Bu büyük beyinlileri bizim oraya götürüp ölene kadar aç bırakmayı çok isterim!”
    Bu site müdürü gibi medyada cirit atıp büyük beyinli olacağına, medyadan habersiz küçük beyinli çıplak vahşi ilkel CAHLLİĞİ SEÇMİŞ!
    Medeni evciller: “Devletlerimiz, bilim-teknik adamlarımız, bankalarımız, endüstrilerimiz, büyük beyinlilerimiz birleşin! Bize daha çok verin ama temiz olsun!” derler.
    İlkeller: ” Devletler, bilim-teknik adamları, bankalar, endüstriler, büyük beyinliler Buzz off!, Toz Olun!” derler.

  195. “Stalinist totalitarizm, bir kavram ve uygulamadır, yani ‘insan davranışı’nın neticesidir. Stalin 1953’te ölmüş olsa da, onun siyasetinden zuhur etmiştir, bugün de, sadece Türkiye’de değil dünya genelinde, erozyona uğramış olsa da, bilinirliği ve uygulanması devam etmektedir.”

    Burada sizin iskalamakta israr ve ilgili ‘suru’yu temize cikarmaktaki beceriksizliginiz siritiyor.

    ‘Stalinist totalitar[ian]izm’ denen sey bir ‘ecdad dini’ [‘ancestral belief’] degil.

    Yani, kimse, “‘kadim usul’ ya da ‘tore’ bunu gerektirir” diyerek o ‘din’e girmis degil.

    Nevzuhur bir seyi, ya bilerek isteyerek secmis ve kabul etmisler (ki, bu onlarin ahmakligini tescil eder), ya da ‘moda’yas uymuslar (ki, bu onlarin ‘suru’ oldugun tescil eder).

    Bunun disinda ne derseniz deyin, aciklama degil de aklama gayreti sayilir.

    “1960-70’li yıllarda Türkiye’deki sol iklime, Stalinist totalitarizmin hegemonya kurması, tamamen, ‘Allahin emri’ filan demekti, istisnaların kaideyi ara-sıra da olsa silkelemesine müsaade edilmedi.”

    Yani, ’emir demiri keser’ dediler ve bir (ya da birkac) ‘Cizmeli Kedi’nin arkasinda bindiler bir alamete suzulduler kiyamete..

    O kadarini anladik -asikar, zaten.

    Anladik da, bu dediklerinizin her tarafindan sizim sizim ‘suru’ akiyor; ama, bir turlu o kelimeyi yakistiramiyorsunuz.

    “1960-70’li yıllarda Türkiye’deki sol iklimde, Stalinist totalitarizmin şemsiyesi altında olanlar, ‘tipik bir suru’ydu. Bu şemsiyeyi sorgulayanlar ve altına girmeyi reddedenler, ‘tipik bir suru’ değildi.”

    Reddedenler, anladigim kadariyla, ‘suruden ayrilan’ muamelesi gormus ve onlari kurt kapmis. Yazik olmus.

    Benim asil ilgilendigim, istisnalarin kaideyi bozmazligindan hareketle, neden ‘reddetmeyenler’ reddetMEmegi (‘suru’nun parcasi olmagi) secmis?

    Akillari neredeydi?

    Dahasi, onlar (‘suru’nun parcasi olanlar) neden bugun ozelestiri (dinsel terminolojide ‘tovbe istigfar’) yapmiyorlar?

    Hala daha akillanmadilar mi?

    “Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın.”

    ‘Nihayet’ cok uzak bir menzil; ben ‘bugun’u anlamaga calisiyorum.

    “Yoğun olarak 1960-70’li yıllarda Türkiye’deki sol iklimde, Mustafa Kemal’in devrim kahramanı olarak genel kabul görmesinin başat sebebi, emperyalistlere karşı mücadele etmiş olmasıdır.”

    Kendi adima eskal tarifi olabilecek detaylari es gecerek kisaca soyle bir hatira aktarayim.

    Benim okul arkadaslarimdan birisi, birgun Istanbul’a cikagelir. Bizim misafirimiz olur –biraz da oldu bitti ile. O gune kadar cok da sohbet ettigim birisi degil; biraz miyminti idi cunku. Mir mir konusur, cumlelerini yarim birakir filan.

    Neyse, bu arkadasimizla birkac gun (metazori) vakit gecirince, insan ister istemez bir suru sey konusuyor. Bunlardan birisi de, meger, teyzesi/halasi (inilizcede ayni sey, malum; ben de ‘hangi taraftan oldugunu ayrica sormadim) Kralice’nin bas nedimesiymis –vakt-i zamaninda. Emekli olmus, 80’lerindeymis.

    Ilginc. Benim aslinda aramakla bulamayacagim birisi. Turkiye baglaminda soracagim bir suru sey var. Kalkip Ingiltere’ye gitmek bile olurdu. Ama, bu arkadasimiz Turkiye’den sonra Israil’e gidecek orada bir Kibbutz’da birkac ay yasayacak filan. Yani, olmayacak.

    Ben de, ikinci alternatif olarak, aklima takilan onemli seyleri ona not ettirdim. Teyzesine/Halasina sorsun diye.

    MKA-Britanya iliskileri, meshur ‘Diz Bagi’ konusu filan.

    O da, sagolsun, Israil’den aramis konusmuslar. Mektupla bana yazdi. Yazdiklarini buraya yazamam. Sebeplerinden birisi de, birinci elden dinlememis olmam. Digeri de malum sebepler/kanun Iki ay kadar sonra, hanimefendi sizlere omur.

    Su kadarini diyebilirim: ’emperyalistlere karşı mücadele etmiş olması’ o hikayenin cok kucuk, kucucuk bir kismidir.

    “Yukarıda, 170 no’da, ‘galiba’ kelimesini kullanmıştık; geri alıyoruz. Sen, ‘hiçbir zaman’, ‘sol’cu olmadın.”

    Olabilir. Ben bundan yuksunmem.

    “Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan zibidi patronsun, o kadar.”

    Benim kimsenin gonullu ya da gonulsuz askerligini yapmak zorunlulugum hic olmadi. RTE’den cok oncelerde var idik. Sonrasi icin de kimseye yaranmak zorunda degilim.

    Ama, sizin ‘gunah kecisi’ ve totem takintiniz kalici gibi gorunuyor.

    Sifalar dilerim.

  196. “Aydınlanma ise, bizzat din kavramının tanımlanmasıyla kendini tanımlamış bir dindir. Yani Din’i İnanç olarak tanımlamanın kendisi toplumu açıklama değil; düzenlemedir. Diğer bir ifadeyle İnanç analitik değil, normatif bir kavramdır. Normatif kavramlar toplumu düzenlerler, ilişkileri açıklamazlar.
    Sosyolojik olarak dinler de tamı tamına bunu yaparlar tüm toplumsal ilişkileri düzenlerler. Aydınlanma’nın bir din olduğunu anlamanın zorluğu buradadır.
    Aydınlanma din kavramı aracılığıyla toplumu düzenleyen bir din kurar ama yine bir din kavramı aracılığıyla kendisinin din olmadığı yargısını yerleştirir. Din tanımı aracılığıyla, Din’in tüm toplumsal ilişkileri düzenlediği sosyolojik gerçeğini yok ederek kendinden önceki tüm dinleri toplumsal ilişkileri düzenlemekten çıkarır ve kendisi toplumsal ilişkileri düzenler, yani yeni bir din olarak ortaya çıkar. Ama burada onun din kavramını kullanarak onun da yeni bir din olduğunu anlamak olanaksızlaşır. Daire kendi üzerine kapanır.
    İşte Marks’ın en temel hatası, geçmişin kalıntısı olan yanı budur, Toplumu düzenleyen Aydınlanma’nın bu Normativ Din kavramını olduğu gibi alıp, toplumu açıklayan bir Analitik kavram gibi Önsöz’de kullanmaktadır.”

    “Ya da bunu daha açık görmek için Hukuk’u ele alalım. Tarihte bütün hukuk sistemleri din içinde var olur. İster Alevinin Dar’ı, ister İslam’ın Kadısı, ister Modern toplumun Hakim’i, hepsi üstyapının yani Dinin yapılanışının bir aracıdır. Dinin dışında bir hukuk yoktur. Bizzat din dışı olduğunu söyleyen modern hukukun kendisi, dini inanç olarak tanımlayan ve hukukun din dışında olduğunu söyleyen dinin içindedir. Bu nedenle, hukuku dinin dışında anlamak mümkün değildir. Hukuk dinin içinde ele alınarak, tekrar üstyapının analizinin, yani dinin analizinin bir kavramı olabilir.
    Ama dini bir inanç, bir bilinç biçimi olarak, bir üstyapı kurumu olarak; hukukun yanı sıra tanımladığınız an, sadece dini inanç olarak tanımladığınız için değil; din dışı bir hukuk varmış gibi koyduğunuz için, ki bu tam modern toplumun dininin din kavramıyla sorunu ele aldığınız için de modern toplumun dini içinde davranırsınız, hukuk kavramını da ideolojik bir kavram haline dönüştürmüş olursunuz.”

    “Marksizm’in ya da sosyolojinin konusu olan Toplum denen varoluş ve harekette, Din dışında bütün bunların hiç birisi olamayacağı için, bir üst yapılar teorisi de bulunmamaktadır.
    Bir üstyapılar teorisi bulunmadığı için, bu kavramların burjuva toplumunun üstyapısının araçları olduğunu görememektedir.
    Bunu göremediği için de, bu kavramları sosyolojik analizin araçlarıymışlar gibi kullandığından bir üstyapılar teorisi kuramamakta ve bu kavramlarla kuramayacağını görememektedir.
    “Kendi kuyruğunu yakalayamayan kedi” metaforlarıyla anlatmak istediğimiz; Marksizm’in burjuva toplumunun kavramlarını kullandığı için burjuva toplumunun kavramlarını kullandığını görememesidir.
    Tabii daha kötü olan sonuç, Marksizm’in bizzat kendisinin burjuva toplumunun dininin kavramlarını kullanması ve yaygınlaştırması nedeniyle, onun bir alternatifi olamaz, bizzat bu burjuva uygarlığının yayıcısı olur. Gerçek tarihte, Marksizmin kendi iddiasının aksine nesnel olarak yaptığı da tamı tamına bu olmuştur.”

    “O halde, Ekim Devrimi ve onun kurduğu düzen, modern toplumun dini içinde farklı bir mezhep gibi kavranabilir. O, burjuva ya da modern uygarlığı ve dini sorgulamamış; o uygarlık ve din çerçevesinde, ezilenlere daha elverişli yaşam koşulları sunacak, mülkiyet ilişkileri sağlamayı hedeflemiştir. (Bunu da tamamıyla başardığı söylenemez.)
    Yani bir bakıma, Marksizm, buraya kadar gösterdiklerimizle, bizzat kendisi, burjuva uygarlığının ufkunda kaldığından, o uygarlığın içinde heretik bir muhalefet (zındıklık) olarak kalmıştır. Başka bir uygarlığı programlaştıramamıştır. Dolayısıyla Ekim Devrimi, tıpkı İslamiyetin Göçebe Oğuzlar veya Berberiler eliyle yayılması ve biraz gençlik aşısı alması gibi; burjuva uygarlığının işçiler eliyle yayılması ve biraz gençlik aşısı almasıdır. Onun üstyapısını sorgulamaz ve dokunmaz, aksine yayar.”

    “O halde, Ekim Devrimi, İşçiler eliyle yapılmış bir burjuva devrimi veya burjuva uygarlığı yayılmasıdır. Burjuva uygarlığının üstyapısını (dinini) yaymış, ama ilk zamanlar onun devrimci dönemine belli bir dönüşü içerirken, kendi hızlı yozlaşmasıyla, onun en gerici biçiminin de yayıcısı olmuştur.
    Elbette Lenin’ler, Troçki’ler Sosyalisttiler. Milyonlarca işçi ve sosyalist, Sosyalist bir devrim yaptığını düşünüyordu. Ama yaptıkları, özünde işçiler ve Sosyalistler eliyle yapılmış bir burjuva devrimi, daha doğrusu bu devrimin, burjuva uygarlığının bir yayılışıydı. Bunun daha eşitlikçi bir versiyonu amaçlanıyordu. Kaldı ki ona bile ulaşılamadı. Tarihte de benzerlerdi vardır: Karmıta’lar gibi.
    Onların sosyalist inançlarından zerrece şüphe etmiyoruz ve kendimizin onların mücadelelerinin sürdürücüsü görüyoruz. Ama Marks’ın dediği gibi,
    “ Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.”
    Burada yapmaya çalıştığımız tam da budur.”

    Demir Küçükaydın – Ekim Devrimi Sosyalist Bir Devrim miydi?
    https://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2017/11/ekim-devrimi-sosyalist-bir-devrim-miydi.html

  197. “Oğlan” falan türü maço nitelemeleri yayınlamıyoruz. Bu tür şeyleri temizleyip yeniden gönderin yorumunuzu. ADMİN

  198. Peki. Özür, Gün bey. Zor iş sabır. senin gibi olabilmiyorum. Özensem de olmuyor. Yaşam, elimde gibi olmayınca. saygıyla.

  199. “Sağcı Necip” “Solcu Necip”i öldürdü mü?
    [“Your father was seduced by the Dark Side of the Force. He ceased to be Anakin Skywalker, and became Darth Vader. When that happened, the good man that was your father was destroyed. So what I told you was true, from a certain point of view.”]

  200. Bu sitedeki medeni büyük beyinliler “ilkel” sözcüğünü duyunca veya görünce büyük beyinlerinde neler canlandırırlar?
    Yeşillikler, otlar, hayvanlar; Vahşi çıplaklar; 30 bin yıl önce Savannah falan filan; Darwin, Marks, genetik ve evrim teorilerinden habersiz cahiller, hâlâ dört ayaklı doğa parçası akrabaları gibi yaşayanlar.
    Devlet yok, banka yok, para yok, okul yok, insan hakları yok, elektrik yok, gaz yok, temiz su yok, temiz gıda yok, hastane yok, uçak yok, televizyon yok, sosyal medya yok, fabrika yok, din yok, allah yok, yasa yok, iman yok, kral-kraliçe-imparator-başkan yok, yok, yok, yok.
    Tiksindirici karman çorman bir anarşi var. Bu çirkin, orta sınıflara yakışmaz anarşiye son vermek şart. Harmoni, simetri, düzen, güzellik, ölçü sever, Felsefe sever, Doğa bilimi sever, Tiyatro sever, Şiir sever, köleleri çalıştırmayı sever kapı komşu Yunan mitolojisi bu rezilliğe son vermeyi, vahşi, dizginleri kaçırmış ilkeller Natura Naturans dünyasından uslu, edepli orta sınıflar medeniyetine geçişi eşsiz anlatır. Zeus’a kadar tanrılar babalarının kamışlarını keserler. Zeus başı bozuk doğaya, Natura Naturans’a, dünyaya bir düzen verir. Zeus, politika âleminde kral-kraliçe-imparatorların ilki gibi bir şey. Büyük beyinli Arşimet, Newton, Einstein, Darwin, Marks, Madam Curry’ler de tarih Zeuslerinin kurdukları düzenleri küçük beyinlilere anlatanlar. Düzensiz dünyada düzen bulanlar.
    Doğa’nın Natura Naturan’lığı düzen sevenleri rahatsız eder. Emekçi askerleri ve büyük beyinlilerin yardımıyla Natura Naturan doğa, İNSANLIK adına ve İNSANLIK için Natura Naturata olur.

    Tarihte olmuş bir olay.
    Bundan 200 yıl önce, bir medeni, becerikli medenlierin becerilerini, medeniyetin imrenilecek nimetlerini ve yaşamını bir ilkele anlatır:
    “Tren var, uçak var, televizyon var, zekâ fışkıran büyük beyinliler var, zeki telefon var, kalbe takılan stent var, sarışın edici pudra var, yaratıcı olma ilaçları var, seks gücünü arttırma ilaçları var, sağcı solcu anarşist olma özgürlüğü var, Marksist olma özgürlüğü var, din seçmede özgürlük var, modalara uymada özgürlük var, insan hakları var, kadın hakları var, eşcinsel doğma ve olma hakları var, çocuk hakları var, böcek hakları var, balık hakları var, tedavi hakları var, morukluk hakları var, her deliğinde bir boruyla hastanelerde ölme hakları var, okul var, banka var, devlet var, sigorta var, para var, var allah var.”

    Medeniyet methiyesini ağzı açık dinleyen küçük beyinli hayranlık ve korku içinde cevap verir:
    “Hayat biçiminizi çok beğeniyorum. Sıcak evleriniz, büyük tarlalarınız, bahçeleriniz, öküzleriniz, fabrikalarınız, kullanmasını bilmediğim binlerce makineleriniz gıpta edici. Siz istediğiniz her şeyi yapma gücüne sahipsiniz. En ele avuca sığmaz hayvanları bile hizaya getirmeyi becerebiliyorsunuz. Çevreniz kölelerle dolu. Etrafınızdaki her şey zincirler içinde, kendiniz bile. Eğer yaşadığım hayat yerine sizin methettiğiniz medeni hayatı seçersem, ben de köle olurum. “

  201. ‘Sağcı Necip’ ‘Solcu Necip’i öldürdü mü?

    Necip, hiçbir zaman ‘sol’cu olmadı.

    Necip, rafine bir ‘sağ’cı, kapitalist, gaddar ve ölümcüldür.

  202. Laf hokkabazlığındaki kabiliyetini sergilemekten vazgeç.

    Oku, öğren:

    ( https://laf-hokkabazi-necip.tumblr.com/ )

  203. ‘Burada sizin iskalamakta israr ve ilgili ‘suru’yu temize cikarmaktaki beceriksizliginiz siritiyor.’

    Laf saptırMA.

    Dikkatli oku, öğren;

    (‘İnsan davranışı’ neticesi olan) Stalinist totalitarizm, 1960-70’li yıllarda Türkiye’de sol iklime hegemonya kurdu. Bu hegemonyanın altındaki ‘herkes’ sürü değildi. Sen, ‘herkes’i, sürünün birer mensubu sayıyorsun.

    Bu hegemonya ile, siyaset sahası başta olmak üzere pek çok meseleyi çözebileceğini zanneden, bununla yetinmeyip yepyeni bir sistem getireceği iddiasında bulunan sol iklimin geneli ‘sürü’ydü.

    Bu ‘sürü’nün içinde olup sonradan ayrılan, ve, ‘sürü’nün içinde hiç olMAyıp daima muhalif kalabilen kişiler ve teşkilatlar, ya sözle, ya zorla bastırıldı.

    Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın.

    Senin gibi bir laf hokkabazının yaptığı, 1960-70’li yıllardaki Türkiye sol ikliminin ‘bütününü’ sürü olarak saymak.

    Eğer, yukarıda yazılanları anlamıyorsan, bu senin problemin.

    ‘Stalinist totalitar[ian]izm’ denen sey bir ecdad dini [‘ancestral belief’] degil. Yani, kimse, kadim usul ya da tore bunu gerektirir, diyerek o dine girmis degil. Nevzuhur bir seyi, ya bilerek isteyerek secmis ve kabul etmisler (ki, bu onlarin ahmakligini tescil eder), ya da modayas uymuslar (ki, bu onlarin suru oldugun tescil eder). Bunun disinda ne derseniz deyin, aciklama degil de aklama gayreti sayilir.’

    Sen öyle zannediyorsun.

    Yoğun olarak 1960-70’lerde Türkiye sol iklimine hegemonya kuran Stalinist totalitarizm, bir ‘din’ gibiydi. Ve hâttâ, ‘Stalinist totalitarizm’ dininde, kendilerine, ‘dine kabul ve dinden aforoz etme’ misyon ve payelerini biçenler bile vardı.

    1960-70’li yıllarda Türkiye’de sol iklime hegemonya kuran Stalinist totalitarizm, adeta, ‘açılamaz’ denen kilitleri açan maymuncuk işlevi görüyordu. Buna inananlar, ‘sürü’ olarak yaşamaya devam etti (ölen, öldüren, öldürülen de oldu). Bu ‘sürü’nün içinde olup sonradan ayrılan, ve, ‘sürü’nün içinde hiç olMAyıp daima muhalif kalabilen kişiler ve teşkilatlar, ya sözle, ya zorla bastırıldı.

    Eğer, yukarıda yazılanları anlamıyorsan, bu senin problemin.

    ‘Yani, ’emir demiri keser’ dediler ve bir (ya da birkac) ‘Cizmeli Kedi’nin arkasinda bindiler bir alamete suzulduler kiyamete. O kadarini anladik asikar, zaten.’

    Ditto.

    ‘Anladik da, bu dediklerinizin her tarafindan sizim sizim ‘suru’ akiyor, ama, bir turlu o kelimeyi yakistiramiyorsunuz.’

    Laf saptırMA.

    Dikkatli oku, öğren;

    Senin gibi bir laf hokkabazının yaptığı, 1960-70’li yıllardaki Türkiye sol ikliminin ‘bütününü’ sürü olarak saymak.

    Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın.

    Eğer, yukarıda yazılanları anlamıyorsan, bu senin problemin.

    ‘Reddedenler, anladigim kadariyla, ‘suruden ayrilan’ muamelesi gormus ve onlari kurt kapmis. Yazik olmus.’

    Ditto.

    ‘Benim asil ilgilendigim, istisnalarin kaideyi bozmazligindan hareketle, neden ‘reddetmeyenler’ reddetMEmegi (‘suru’nun parcasi olmagi) secmis? Akillari neredeydi?’

    ‘Hamili kart, yakinimdir (veya ‘kart hamili, yakinimdir’)’ ile başla, bir sosyalist (ve komünist) devrim rüyasına kadar geniş bir yelpazede sebepler çok. Tıpkı senin K.O.B.İ.-irisi şirketini ayakta tutabilmek için Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapman gibi.

    Eğer, yukarıda yazılanları anlamıyorsan, bu senin problemin.

    ‘Dahasi, onlar (‘suru’nun parcasi olanlar) neden bugun ozelestiri (dinsel terminolojide, tovbe istigfar) yapmiyorlar? Hala daha akillanmadilar mi?’

    Sen, yapanları ve akıllananları, görMEmekte ısrar etmekle yetinmeyip, 1960-70’li yıllardaki Türkiye sol ikliminin ‘bütününü’ sürü sayıyorsun. Kısaca, niyetin en başından belli.

    ‘Sürü’ olan ile, ‘sürü’ olmayanı ayırt ederek sana anlatıyoruz. Senin tek yaptığın, laf hokkabazlığı.

    Eğer, yukarıda yazılanları anlamıyorsan, bu senin problemin.

    ‘Nihayet’ cok uzak bir menzil, ben ‘bugun’u anlamaga calisiyorum.’

    Anlamaya ‘çalışMIyorsun’. Laf hokkabazlığı yapıyorsun.

    [Öncesinde aktardığın hikayeyi okuduk.] Su kadarini diyebilirim, ’emperyalistlere karşı mücadele etmiş olması’ o hikayenin cok kucuk, kucucuk bir kismidir.

    İşte o ‘cok kucuk, kucucuk kisim’, 1960-70’li yıllardaki Türkiye sol ikliminde, Mustafa Kemal’in ‘devrim kahramanı’ sayılması için yetiyordu.

    Eğer, yukarıda yazılanları anlamıyorsan, bu senin problemin.

    ‘Olabilir. Ben bundan yuksunmem.’

    Yüksünmezliğini elbette biliyoruz. Çünkü sen, ‘narsist’ (narcissiste) ve ‘hedonist’sin.

    ‘Benim kimsenin gonullu ya da gonulsuz askerligini yapmak zorunlulugum hic olmadi. RTE’den cok oncelerde var idik. Sonrasi icin de kimseye yaranmak zorunda degilim. Ama, sizin ‘gunah kecisi’ ve totem takintiniz kalici gibi gorunuyor.’

    Laf saptırMA.

    Sen, kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründeki büyük oyunculara aksam üreten K.O.B.İ.-irisi şirketini ayakta tutabilmek için Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan zibidi patronsun, o kadar.

    ‘Gunah kecisi’ ve totem tabirleri, konuyu saptırmak için uydurduğun tabirler.

    Kapitalizm (tıpkı ‘Stalinist totalitarizm’ ve pek çokları gibi), insan davranışlarının neticesinde vardır, bir sistemdir, ölümcül bir hegemonyadır. Kapitalizm, senin gibi kapitalistler sebebiyle vardır, tıpkı ‘Stalinist totalitarizm’i var eden Stalinistler ve pek çokları gibi.

    Senin gibi kapitalist zibidilere karşı mücadele ediyoruz.

    ‘Sifalar dilerim.’

    Herhangi bir rahatsızlığımız, hastalığımız yok. Sağlıklıyız, sağlamız. Senin gibi kapitalist ucubelere karşı mücadele ediyoruz.

    Metafizik sularda kulaç atıp ‘sifalar dilerim’ gibi zımbırtılar hönkürmeyi bırak, gerçekliğe dön. Sen, ‘zehir saçan’ çirkef müsterihsin, kapitalizmin müstahdemliğini yapıyorsun, Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü askerisin, o kadar.

  204. “Sen, yapanları ve akıllananları, görMEmekte ısrar etmekle yetinmeyip, 1960-70’li yıllardaki Türkiye sol ikliminin ‘bütününü’ sürü sayıyorsun. Kısaca, niyetin en başından belli.”

    Tabii ki, niyetim belli. Ben, butun ‘sol’a haksizlik etmek, onlari fikren mahkum etmek istiyorum. Bunun icin yola ciktim.

    Degil mi?

    Degil.

    Ama, sizin yaptiginiz da yanlis. Yanlistan maada, ahmakca.

    Sundan dolayi:

    ‘Sol’ icinde birkac kisi itiraz etmismis. Kac kisi? Belli degil. Kimler? Belli degil.

    Etkili olabilmisler mi?

    Hayir?

    Ciddiye alinacak bir iz birakabilmisler mi?

    Hayir.

    ‘Sol’ zaten her zaman bir seylere itiraz edip yeni bir ‘faction’ ismi bulup amip gibi bolunenin haddi hesabi mi varmis ki; simdi, ben, birkac mechul ve ‘etkisiz eleman’i neden adam yerine koyayim ki?

    “‘Sürü’ olan ile, ‘sürü’ olmayanı ayırt ederek sana anlatıyoruz.”

    Birsey anlattiginiz yok. Sadece ‘hic yoktu’ denmesin diye serh dusmege calisiyorsunuz.

    Yeterli degil.

    “İşte o ‘cok kucuk, kucucuk kisim’, 1960-70’li yıllardaki Türkiye sol ikliminde, Mustafa Kemal’in ‘devrim kahramanı’ sayılması için yetiyordu.”

    Bunun farkindayim. Ama, bu bir mazeret degil.

    “Yüksünmezliğini elbette biliyoruz. Çünkü sen, ‘narsist’ (narcissiste) ve ‘hedonist’sin.”

    Siz, surekli bu sifatlarda israr ediyorsunuz.

    Benim ise boyle hasletlerim yok.

    Ama, ben kimim ki. Sizden daha iyi mi bilecegim.

    Ha, bu arada, ben size ‘siz’ zamiri ile hitap ederken, bunu nezaket dili oldugu icin yapiyorum. Bunun farkindasiniz degil mi?

    Sizin ise, kendinize hitaben/atfen, ‘biz’ demeniz –ikinci cogul sahis– eger ‘royaly’ mensubu degilseniz, ciddi bir kisilik bozukluguna isaret ediyor.

    ‘Gunah kecisi’ ve totem takintiniza ek olarak, bunu da dikkate aliyor ve:

    Acil sifalar dilerim

    diyorum.

    Bunu da, ne dediginiz pek bilmeseniz de, iyi bir insan olmak ihtimaliniz oldugundan dolayi sizi sevdigim icin soyluyorum.

    Dost bazan aci bazan da acil soyler.

  205. Ütopik ve eskimiş fikirleri olan solcuların aksine, gerçekçi olduğu için “devletin bekası”na, “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü”ne karşı olmayan Necip’in fikirleri çok yeni ve orijinaldir.

  206. Necipi beğenen de o gibidir. IQ sorunu. Cipsle kolayla beslenip kafayı da yiyince kötülük oyuncağı oluyor keratalar. Fred’in kabusu vs…

  207. Medenilerin dinleri ve laik din ideolojilerinin hemen hemen hepsi kurtuluş vaat eder. İlkellerde bu inanca rastlanmaz.

    Sağ olsun, sol olsun bütün medeniler bu kurtuluş inancın sadık müminleridir. Tuhaf bir tesadüf değil mi?

    Bir Küçük Beyinli

    Şaka, şaka, aslında bunu söyleyen çok büyük beyinli ama bedavaya konmayı severim.

  208. Medeniyet ve teknoloji harika bir şey dostummm…

    Elmadan kulak yapmışlar, yakında seri üretime geçeceklermiş…

    İşte ispatı:

    https://twitter.com/futurism/status/925522465480151041

  209. “‘devletin bekası’na, ‘vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü’ne karşı olmayan Necip’in fikirleri çok yeni ve orijinaldir.”

    Once sondan baslayayim:

    Afaki, ucuk, ucari temennilerden olusan talep veya onermelerin icinin ve altinin bos oldugunu soylemek/gostermek ‘orjinal’ olmak zorunda degil.

    Moda sektorunde degiliz; ‘orjinal’ olacak diye olmadik garabetler sergilememiz gerekmiyor.

    Ikincisi, insanlarin bir arada yasayabildigi yerlerde, ‘devlet’ dedigimiz turden bir organizasyonun olacagini soylemek ne buyuk bir bilgeliktir ne kehanet. Bu surecin dogal bir parcasidir.

    Dolayisi ile, insanlarin bir arada yasayabildigi yerlerin var olmaga devam edecegini kabul edertsek, ‘devlet ‘denen organizasyonlarin da var olmaga devam edecegini ongormek cok da zor olmasa gerek.

    ‘Devletin bekası’ kavrami azicik daha farkli tabii ki. Devleti yonetenlerin ‘beka’si anlamina geliyor cozu zaman. Bunun sonsuza kadar devam edecegini varsaymak rasyonel degil.

    Son olarak da ‘vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü’ terimine bakalim. Burada zikredilen hicbirsey ‘bolunmez’ degil. Yani, oyle bir kural yok.

    Icinde yasayanlar isterse, her sekilde bolunebilir, tabii ki.

    Anahtar da burada, yani ‘icinde yasayanlar isterse’de.

    Kucuk bir kesim isterse degil, geneli ya da cogunlugu isterse.

  210. Devletsiz toplum konusunu bir arkadaşla tartışırken “Devlet gidecek yerine Hacı Hüsrev gelecek” demişti.

    Böyle mi olmak zorunda?
    Devlet(ler)in yerini sol örgütler, PKK, IŞİD gibi “Hacı Hüsrev”lerin alması kaçınılmaz mı?
    Devletlerarası savaşların yerini örgütler arası savaşlar, devletin yargısız infaz ve katliamlarının yerini örgüt infazları ve örgüt içi infazlar mı almak zorunda?
    (Tabii bunlarla ilgisi olmayan, mesela psikolojik, kişisel, ailevi veya kadın-erkek ilişkileriyle ilgili nedenlerden kaynaklanan şiddeti, cinayetleri, katliamları da unutmamalı, ama bunlar ayrı bir tartışma konusu.)

  211. “Vatan da atom gibidir”, yani “eskiden bölünemez sanılıyordu, ama öyle olmadığı keşfedildi” mi demek istiyorsunuz yani?

    Öte yandan, bundan hareketle de, bu bölünmenin “atom bombası” gibi bir etki yaratacağından zararlı olduğunu mu söylemek istiyorsunuz?

  212. Vatanist / Satanist (Hangisi Daha Zararlı?)

    Taraf gazetesi yazarı Sevan Nişanyan’ın “Vatanist” başlıklı yazısından:

    “Satanist varsa vatanist de var tabii, hangisi topluma daha zararlı bir akımdır onu ayrıca tartışırız. Şimdilik şöyle ipucu vereyim: Satanistler kaç bin tane faili meçhul cinayet işlemişler, kaç milyon kişiyi yanlış bir şey söyledi diye hayat boyu zindanlarda çürütmüşler, kaç başbakan asmışlar, kaç bin köy bombalamışlar, kaç yüzbin kişinin malını mülkünü yağmalamışlar, kaç yüzmilyon çocuğun beynini saçma sapan hurafelerle mantara çevirmişler. Hele bir düşünün, sonra karşılaştırma yaparız.”

  213. Küçük beyinler “Küçük beyinler kişileri, orta beyinler olayları, büyük beyinler fikirleri tartışır.” özdeyişini tartışır.

  214. ‘Tabii ki, niyetim belli. Ben, butun ‘sol’a haksizlik etmek, onlari fikren mahkum etmek istiyorum. Bunun icin yola ciktim. Degil mi? Degil. Ama, sizin yaptiginiz da yanlis. Yanlistan maada, ahmakca. Sundan dolayi, ‘sol’ icinde birkac kisi itiraz etmismis. Kac kisi? Belli degil. Kimler? Belli degil. Etkili olabilmisler mi? Hayir? Ciddiye alinacak bir iz birakabilmisler mi? Hayir. ‘Sol’ zaten her zaman bir seylere itiraz edip yeni bir ‘faction’ ismi bulup amip gibi bolunenin haddi hesabi mi varmis ki, simdi, ben, birkac mechul ve ‘etkisiz eleman’i neden adam yerine koyayim ki?’

    Sen kendini ne zannediyorsun ki, ‘adam yerine koymak ve koymamak standartlari’nı belirliyorsun ve deklare etmeye teşnesin, eleştirdiğin kesimlerden farkın yok kapitalist müstahdem.

    Stalinist totalitarizm, bir ‘din’ gibiydi. Ve hâttâ, ‘Stalinist totalitarizm’ dininde, kendilerine, ‘dine kabul ve dinden aforoz etme’ misyon ve payelerini biçenler bile vardı. Sen de, kendine, Stalinist totaliterler gibi misyon ve paye biçmişsin, gelmişsin buraya, kimleri adam yerine koyacağını – kimleri adam yerine koymayacağını belirlediğini laf hokkabazlığınla yayıyorsun çirkef müsterih.

    Sen, Stalinist totalitarizmin yıllar boyu uyguladığı ‘baskı’dan haberi olmayan avanağa da benzeyen biri değilsin. ‘Baskı’ kelimesi çok hafif kalır aslında. Bu totalitarizmin ‘boğucu’luğundan (daha ağır eylem ve kelimeler de var) haberin olduğu hâlde, hâlâ daha utanmadan, ‘‘Sol’ icinde birkac kisi itiraz etmismis. Kac kisi? Belli degil. Kimler? Belli degil. Etkili olabilmisler mi? Hayir? Ciddiye alinacak bir iz birakabilmisler mi? Hayir.’ diye hönkürüyorsun cibiliyetsiz fodul.

    ‘Birsey anlattiginiz yok. Sadece ‘hic yoktu’ denmesin diye serh dusmege calisiyorsunuz. Yeterli degil.’

    Laf saptırMA.

    Yalan atMA.

    ‘Sürü’ vardı, hem de çoktu. Fakat, ‘hepsi’ sürü değildi. Sen, hepsini ‘sürü’ olarak sayıyorsun.

    Dikkatli oku, öğren;

    (‘İnsan davranışı’ neticesi olan) Stalinist totalitarizm, 1960-70’li yıllarda Türkiye’de sol iklime hegemonya kurdu. Bu hegemonyanın altındaki ‘herkes’ sürü değildi. Sen, ‘herkes’i, sürünün birer mensubu sayıyorsun.

    Bu hegemonya ile, siyaset sahası başta olmak üzere pek çok meseleyi çözebileceğini zanneden, bununla yetinmeyip yepyeni bir sistem getireceği iddiasında bulunan sol iklimin geneli ‘sürü’ydü.

    Bu ‘sürü’nün içinde olup sonradan ayrılan, ve, ‘sürü’nün içinde hiç olMAyıp daima muhalif kalabilen kişiler ve teşkilatlar, ya sözle, ya zorla bastırıldı.

    Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın.

    Senin gibi bir laf hokkabazının yaptığı, 1960-70’li yıllardaki Türkiye sol ikliminin ‘bütününü’ sürü olarak saymak.

    Eğer, yukarıda yazılanları anlamıyorsan, bu senin problemin.

    ‘Bunun farkindayim. Ama, bu bir mazeret degil.’

    Ditto.

    ‘Siz, surekli bu sifatlarda israr ediyorsunuz. Benim ise boyle hasletlerim yok. Ama, ben kimim ki. Sizden daha iyi mi bilecegim.’

    ‘Beyan’, esastır.

    Senin yazdıkların, seni anlatır.

    Sen, ‘narsist’ (narcissiste) ve ‘hedonist’, kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründeki büyük oyunculara aksam üreten K.O.B.İ.-irisi şirketini ayakta tutabilmek için Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan zibidi patronsun, o kadar.

    Ha, bu arada, ben size ‘siz’ zamiri ile hitap ederken, bunu nezaket dili oldugu icin yapiyorum. Bunun farkindasiniz degil mi? Sizin ise, kendinize hitaben-atfen, ‘biz’ demeniz [ikinci cogul sahis] eger ‘royaly’ mensubu degilseniz, ciddi bir kisilik bozukluguna isaret ediyor.

    Yazarken ‘biz’ (1. çoğul) (gizli) zamirini kullanmamızın tek sebebi, tek kişi olMAmamız. Yani, senin gibi kapitalist müstahdemlere karşı mücadele ederken, tek kişi değil, çok kişiyiz.

    ‘Royal(t)y’ ve benzeri clique’lerin mensubu değiliz.

    ‘Gunah kecisi’ ve totem takintiniza ek olarak, bunu da dikkate aliyor ve; acil sifalar dilerim diyorum.

    Metafizik sularda kulaç atıp ‘acil sifalar dilerim’ gibi zımbırtılar hönkürmeyi bırak, gerçekliğe dön. Herhangi bir rahatsızlığımız, hastalığımız yok. Sağlıklıyız, sağlamız. Senin gibi kapitalist ucubelere karşı mücadele ediyoruz.

    ‘Gunah kecisi’ ve ‘totem’ tabirleri, konuyu saptırmak için uydurduğun tabirler; bu hususta harf israfı yapmaktan vazgeç, hiç inandırıcı değilsin; inandırıcı değilsin çünkü bu sistem senin gibi davrananlar yüzünden var, sırf kendini ‘masum’ göstermek için ‘gunah kecisi’ ve ‘totem’ tabirlerini uyduruyorsun, kapitalist gaddarlığını örttüğünü sanıyorsun, beceremiyorsun, sırıtıyor, ölümcül hedonist.

    Kapitalizm (tıpkı ‘Stalinist totalitarizm’ ve pek çokları gibi), insan davranışlarının neticesinde vardır, bir sistemdir, ölümcül bir hegemonyadır. Kapitalizm, senin gibi kapitalistler sebebiyle vardır, tıpkı ‘Stalinist totalitarizm’i var eden Stalinistler ve pek çokları gibi.

    ‘Bunu da, ne dediginiz pek bilmeseniz de, iyi bir insan olmak ihtimaliniz oldugundan dolayi sizi sevdigim icin soyluyorum. Dost bazan aci bazan da acil soyler.’

    Hadi ordan.

    ‘Kimin insan oldugunu – kimin insan olmadigini tayin etmek icin standartlar’ı deklare etmeye teşne olacak kadar, bu hususta kendine misyon ve paye biçecek kadar diktatörlük sinmiş bütün benliğine, eleştirdiğin kesimlerden farkın yok.

    ‘Seviyor’muşmuş. Sen, ‘zehir saçan’ bir ucubesin.

    ‘Dost’muşmuş. Sen, ‘gaddarlık’ta timsal olacak kadar ölümcülsün.

    ‘NKVD ajanı prototipi’nin 21. yüzyıl versiyonu seni.

    Recep Tayyip Erdoğan’ın di(…)törlüğü ve kapitalizm, senin gibi, otomotiv sektöründeki büyük oyunculara aksam üreten K.O.B.İ.-irisi şirketini ayakta tutabilmek için Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan zibidi patronların sayesine yaşıyor. Diktatörlüğünüzü ve kapitalist sisteminizi yıkmaya geliyoruz. Stalinist totalitarizmin yok olması gibi, kapitalist hegemonyanız da yok olacak.

  215. “‘Vatan da atom gibidir’, yani ‘eskiden bölünemez sanılıyordu, ama öyle olmadığı keşfedildi’ mi demek istiyorsunuz yani?”

    Bu sayfada kim ‘Vatan da atom gibidir’ lafini etti; bilmiyorum. Bulamadim.

    ‘Devlet’lerin ‘atom’a benzetilmesi ilginc olsa da, cok yeni bir metaforu cok eski bir kavrama bindirmek gibi bir yanlisi iceriyor.

    ‘Devlet’ dedigimiz sey, minevvelinde, hic de ‘bolunmaz’ filan degildi. Devletlerini/imparatorluklarini evlatlari ya da yakinlari arasinda bolup paylastiran cok ornek var. Bugunku dunyada, sirket ayrilmalari ya da birlesmeleri gibi.

    “Öte yandan, bundan hareketle de, bu bölünmenin ‘atom bombası’ gibi bir etki yaratacağından zararlı olduğunu mu söylemek istiyorsunuz?”

    Bu, gunumuz dunyasi icin gecerli olabilir.

    Sundan dolayi: Bugun, ‘modern/cagdas devlet’ dedigimiz sey ile ‘klasik devlet’ arasinda cok fark var.

    ‘Modern/cagdas devlet’ ile vatandaslar arasinda cok ama cok ve cok da detayli irtibatlar/inlintiler var.

    Egitim, saglik (emeklilik, yaslilik ayliklari dahil), asayis, itfaiye vs vs.

    Eskiden bunlarin neredeyse hicbiri devletin gorevleri arasinda sayilmiyor, devlet de bu ve benzeri basliklar altinda hizmet uretmiyordu.

    Bugun, Turkiye icin konusacak olursak, bu hizmetler nufusun tamamina erisiyor, tamamini ilgilendiriyor.

    ‘Tamamini ilgilendiriyor’ dedigim zaman, manevi anlamda, ‘devlet ebed muddet’ filan gibi hamasi sloganlari kasdetmiyorum.

    Herkesin, cok yalin, cok materyalist, cok gercekci cikarlarini ilgilendiriyor.

    Bu cikarlarin yerine gececek alternatifleri olusturmadan, ‘ben boyle istiyorum’ diyerek yola cikmaga niyetlenmek ahmakliktan da otedir; timarhaneliktir.

    Kisacasi: bu haliyle, devletin bolunmesi ‘imkansiz’ asimptotuna yaklasir.

    Ha, bu arada, bilmem farkinda misiniz?

    ‘Devleti vatani ve milleti ile bolunmaz butun’ hale getiren sagcilar degil, solculardir.

    ‘Sosyal devlet’ diye tutturanlardir demek istiyorum.

    Nekka sosyal devlet, okka ayrilmaz butun.. 😉

  216. Kac gundur yavelediginiz hikayedeki ‘suruden ayrilanlar’a soylenenlerin benzerini asagidaki paragrafta yazdiginizin farkinda misiniz?

    “Sen kendini ne zannediyorsun ki, ‘adam yerine koymak ve koymamak standartlari’nı belirliyorsun ve deklare etmeye teşnesin, eleştirdiğin kesimlerden farkın yok kapitalist müstahdem.”

    Ben benim.

    Siz alisik olabilirsiniz, ama ben herhangi bir ‘suru’nun mensubu degilim. ‘Suru basi’ olmak gibi bir hevesim de yok.

    Kimi adam yerine koyacagima, ya da koymayacagima da ben karar veririm.

    “Stalinist totalitarizm, bir ‘din’ gibiydi. Ve hâttâ, ‘Stalinist totalitarizm’ dininde, kendilerine, ‘dine kabul ve dinden aforoz etme’ misyon ve payelerini biçenler bile vardı.”

    Bunlari biliyoruz.

    Soru su: Neden ‘afaroz’ edilmekten cekindiler?

    Illa ‘Stalinist totalitari[ANI]zm’ dininden olmak mi gerekiyordu?

    Baska din mi yoktu; dinsiz olmak alternatifi de mi yoktu?

    Butun bu sorulari, ‘humanist’, ‘barisci’, ‘aydin’ falan filan sifatlarini kimseye birakmayan ‘sol’ icin konusuyoruz; farkidasiniz, degil mi?

    Yani, baskalarini habire ‘Fasist’likle suclayanlardan bahsediyoruz, degil mi?

    “Sen de, kendine, Stalinist totaliterler gibi misyon ve paye biçmişsin, gelmişsin buraya, kimleri adam yerine koyacağını – kimleri adam yerine koymayacağını belirlediğini laf hokkabazlığınla yayıyorsun çirkef müsterih.”

    OK. Once, su ‘müsterih’ kelimesini duzelteyim [cunku bu ikinci defadir oluyor]. Bu kelime (‘müsterih’) ‘ici rahat’ ‘huzur icinde’ filan anlamina gelir. Bu bakimdan, evet, ben ‘müsterih’im. Ama, cumlenin gelisinden siz daha farkli bir kelime kullanmak istiyorsunuz gibi geldi bana.

    ‘Freudian slip’ de olabilir tabii ki; ama, yine de bilmenizde fayda var.

    [Benzer sekilde, ‘totalitarizm’ de yanlistir. ‘Totalitarianizm’ demek istiyorsunuz. Galat-i meshur da degildir.]

    Simdi de gelelim, benim, kendime ‘Stalinist totaliterler gibi misyon ve paye biçm’eme..

    Tabii ki, yok boyle bir sey.

    Ben, hem ‘Stalinist totaliterler’i, hem de onlara karsi yeterince sesini cikartmayanlari; yani, ‘sol’un butununu, elestiriyorum.

    “Sen, Stalinist totalitarizmin yıllar boyu uyguladığı ‘baskı’dan haberi olmayan avanağa da benzeyen biri değilsin.”

    O avanaklardan birisi olmadigim dogru –gerci kimbilir baska ne avanakliklarim vardir; o ayri–; ama, burada konu ben degilim.

    Benim merak ettigim su: Madem baski vardi ve ciddiye alinacak derecedeydi; acaba, bu, devletten daha mi yogun, daha ciddi bir baski idi.

    Oyle ya, bir suru ulvi amac pesinde bircok ‘sol’cu, silah da kusanarak ‘devlet’e karsi geldi –gelmege calisti.

    Iyi de, neden kimse cikip ‘Stalinist totalitari[IAM]zm’e karsi bir seyler yapmadi?

    “‘Baskı’ kelimesi çok hafif kalır aslında. Bu totalitarizmin ‘boğucu’luğundan (daha ağır eylem ve kelimeler de var) haberin olduğu hâlde, hâlâ daha utanmadan, ”Sol’ icinde birkac kisi itiraz etmismis. Kac kisi? Belli degil. Kimler? Belli degil. Etkili olabilmisler mi? Hayir? Ciddiye alinacak bir iz birakabilmisler mi? Hayir.’ diye hönkürüyorsun cibiliyetsiz fodul.”

    Benim sordugum soru –ki, az onceki paragrafta da var– bence son derece mesru bir sorudur.

    Bu soruya ‘apologetic’ cevaplar uydurmaga calismak, turlu cesitli mazeretlerin arkasina siginmak, ‘sol’un ‘suru’ olmadigini gostermiyor.

    Tersine, sizin de, elestiri yapmak yerine savunmaya gectiginizi gosteriyor.

    Bir ya da birkac cobanin ardisira giden ‘suru’yu savunuyorsunuz..

    “Kimin insan oldugunu – kimin insan olmadigini tayin etmek icin standartlar’ı deklare etmeye teşne olacak kadar, bu hususta kendine misyon ve paye biçecek kadar diktatörlük sinmiş bütün benliğine, eleştirdiğin kesimlerden farkın yok”

    Hay aksi.. Ben sizin insan oldugunuzu dusundugumu yazmisim. Siz ise, anlasilan, bu konuda (beni yetersiz/yetkisiz bulup) yanildigimi dusunuyorsunuz…

    Hakli oldugunuzu soylememi mi beklersiniz?

    “Yazarken ‘biz’ (1. çoğul) (gizli) zamirini kullanmamızın tek sebebi, tek kişi olMAmamız. Yani, senin gibi kapitalist müstahdemlere karşı mücadele ederken, tek kişi değil, çok kişiyiz.”

    Bu yazdiklariniz ‘bir komitenin beyanlaridir’ mi demek istiyorsunuz?

    Yuksek Sovyet Prezidyumunda kac kisi var?

    Siz Merkez Komitesinin sozcusu mu, yoksa mahalli bir ayakci misiniz?

    Size cok ama cok acil sifalar dilerim.

  217. Türkler önce UYGUR-UYGAR oldu, sonra İRAN-ARAP MEDENİ oldu, daha sonra MAVİ GÖZLÜ AYDIN LAİK AVRUPALI olmak istedi. Ne var ki bu kocaman büyük beyinli olmayı sadece yazıp çizen orta sınıf çevik maymunlar başardı.

    Geride kalanlara yardım ediyor bu iyi kalpli İLERİCİ akıncılar.

    Yüksek insanın küçük beyinlileri takdiri ve aşağılık içinde kıvranan alçak Atı-Türk evlatların bitmez tükenmez büyük beyinlilere dalkavukluğuna örnekler.

    Bakın “203 Anonim ” ve”198 Medeniyet ve teknoloji”. Hatta bakın bu sitede yerel medya dedikoduları içinde kaybolmuş çok, çok büyük beyinli Atı-Türk ve Er-Doğan evlatlarının kazananlar sarışın mavi gözlüleri taklit etmek için birbirlerinin sırtına çıkan maymunlara, KİŞİSEL FİKİRLER ÖNEMLİ dininin müminlerine!

    Günümüzde dünyanın en büyük düşünürü sayılan ve en değerli sert eleştiriler yapan bir anarşist entellektüele sorulur:
    “En beğendiğiniz anarşist kim?”
    Cevap:
    “Bazı sıradan, küçük beyinli ve hatta okuma yazma bile bilmeyenler”

    Not: Bu orta sınıf anarşistlerin idolü anarşiti pek sevmem ama arada bir anarşizmi Türkiye’ye ithal eden büyük beyinli aşağılık ruhlu orta sınıf “BİLGİ GÜÇTÜR” diye havlayan Türk anarşistlerine verdiği dersi aktarmakta yarar var gibi.

  218. Bilim neymiş?

    “Bilim: Gözlem ve deneye dayanan öğrenme metodu.” Dedikleri bu.

    Beğenmedim tanımı. Asri turşuculuk da gözlem ve deneye dayanan bir öğrenme sürecidir ama “bilim” sayılmaz. Keza marangozluk, terzilik, siyasi parti ayakçılığı, uyuşturucu satıcılığı, koğuş ağalığı, zurnacılık vb.

    Bir kere hiçbir öğrenme metodu sadece gözlem ve deneye dayanamaz, aktarım da gerekir. Lavoisier’nin her deneyini baştan yapamazsın, herkesi Beagle’la dünya turuna çıkaramazsın. Kitapta yazan şeylere yahut hocanın söylediklerine inanmak zorundasın. Dolayısıyla bir süre sonra bilgi aktarım zincirinin normları (güvenilirlik kriterleri) bilimsel disiplinin önemli bir konusu, hatta başlıca konusu haline gelecektir. Can alıcı soru şu: tamamen aktarım üzerine kurulu disiplinler, ya da ampirik temeli küçük veya önemsiz olan aktarım zincirleri, mesela tarihçilik, mesela paleografi, teoloji, mesela İslam fıkhındaki hadis yahut tabakat ve sıkat ilmi “bilim” sayılır mı? Sayılmaz ise sınırı nerede çizersin?

    Baştan alalım. Bir bilgiler manzumesinin “bilim” adını alabilmesi için ilk şart sanırım yazılı bir aktarım disiplinine ve o disiplin çerçevesinde üretilmiş bir bilgi korpus’una (müktesebata) sahip olmasıdır. Bir konuda bir sürü insan kitap ve makale yazmış, bunlardan hangilerinin muteber hangilerinin çöp olduğuna dair birtakım normlar oluşmuşsa elindeki bilimdir; değilse değildir. Tanıma buradan başlayınca turşuculuğu, ağalığı vb. baştan elemiş oluyoruz. Onların da kitapları yazılsın, o kitapları cerh veya şerh eden başka kitaplar yazılsın, ilmi dergilerde eleştirileri çıksın, namlı hocalar bu yüzden birbirine küssün, onların hiziplerine dair ağır analizler yapılsın, seminerler sempozyumlar toplansın, doktora tezleri yazılıp bozulsun, onlar da bilim olur. Nitekim buyur, oenoloji – şarabiyat ilmi – bilimdir diyorlar, oysa şarap dediğin şey üzümün turşusu değil mi bir çeşit?

    Daha ileri gidelim, “bilim” dediğin üniversitede bir departmandır diyelim mi? Üniversite kurumunun bir fonksiyonudur. Departman ve kürsü var, bilim var; onlar yok, bilim yok. Batıda scientia, Doğuda onunla eş anlamlı ˁilm kavramları ancak Orta Çağda, üniversite/medrese kurumu bünyesinde doğmuş ve tasnif edilmişler. Bin yıldan beri de üniversite/medrese kurumundan ayrı olarak düşünül(e)memişler. [Çin’de nasıldır, bak onu bilemedim.]

    Skolastik disiplini lütfen küçümsemeyiniz, insan evladının tarihteki müthiş keşiflerinden biridir. Akla ve zekâya geniş kapılar açar. Belirli tartışma normlarına uymak şartıyla, yaratıcılığa ve orijinaliteye mecra verir. Bilginin kuşaklar ve yüzyıllar boyunca birikmesini sağlayan mekanizmalara sahiptir. Pratik dünyada işe yarar veya yaramaz ayrı mevzu, ama yarayıp yaramaması kimin umurunda? İnsan zekâsının en uyanık olduğu yaşlarda yıllar boyu sabah akşam tartışıp tüketemeyebiliyor musun? Yeter.

    *
    Her skolastik yapı kendi yıkımını içinde taşır. Aktarım metodu ve müktesebat biriktikçe, midye kaplamış iskele babaları gibi kabarır ve çekirdeğindeki hakikat cevherini gözden kaybetmeye yüz tutar. Dogmalar ve törenler oluşur; otorite katmerlenir; aktarımla uğraşanların tercihleri ve saplantıları bilimin başlıca konusu olmaya yüz tutar. Disiplin kemikleşir, yaratıcılığı boğmaya – ya da marjinal ve verimsiz kanallara kaçırmaya – meyleder.

    Orta Çağ sonlarında mesela öyle olmuş. Üniversitenin ve medresenin ana damarını oluşturan Aristocu bilim anlayışı 15. yy sonlarına doğru hem Batıda hem Doğuda şiddetle eleştirilmiş. Köhne! Dogmatik! Eski kafalı!

    Kurumsal otoriteden bağımsız – hocaların kozuna koz basacak – bir bilimsel hakikat kriteri var mıdır diye Marsilio Ficino’dan Nicolas Cusanus’a, Francis Bacon’a, Descartes ile Pascal’a kadar bir sürü insan kafa yormuşlar. [Doğuda da var eşdeğerleri, biliyorum, başta İbn Haldun, ama şimdi gerisini arayıp bulmaya üşendim.] Floransa’daki Akademi’den dünyaya yayılan yeni Platoncu modelde verimli bir çıkış yolu bulmuşlar. Bu yeni modelde bilim, gözlem ve deneyle başlamaz. Matematiksel bir modelle başlar. Önce kalemi kâğıdı alıp modeli kurarsın. Sonra sen ve tüm meslektaşların ve düşmanların gözlem ve deneyler yapıp modelini yalanlamaya çalışırlar. Başaramazlarsa kazandın. Üniversite hocalarını yendin.

    Bu model önce astronomide muazzam sonuçlar verdi. [Doğu’nun yarıştan kopması tam o noktadadır: bir Copernicus çıkaramadılar.] Fiziğin diğer dallarında (mekanikte, optikte, hidrolikte, sonra elektrikte) yepyeni ufuklar açtı. Yüz küsur yıl sonra, 18. yy sonlarında, kimyada büyük bir devrime imza attı. Bana sorarsanız 19. yy başında Grimm ile Bopp’un dilbilimde başlattıkları devrimin de onlardan aşağı kalır yanı yoktur. Biyoloji daha zahmetli bir alandı; ancak 1850’lerde Darwin’le birlikte, gözlem ve tasnife dayalı Aristocu köklerini aşıp yeni anlamıyla bir bilimsel temele oturmayı başardı. Peşinden Freud ve çağdaşları psikolojiyi bunlara benzer bir aksiyomatik temele oturtmayı denediler ve bence fena çuvalladılar. 20. yüzyılda Amerikalılar antropolojiden siyaset bilimine kadar akla gelen her şeyi uyduruk bir matematiksel kılıfa sokmayı marifet edindiler. Lakin o cılız çabalardan da 21. yy’a çok az iz kaldı.

    [Bitmemiş doktora tezimin birinci bölümü, 20. yy’ın dominant Amerikan PoliSci modeline karşı dehşetli bir polemikti, Lasswell, S. M. Lipset, Huntington ve saireyi acımadan harcayıp metotta yeni bir çağı insanlar alemine muştulayan. Hocalarım, başta Sartori, kaşını kaldırıp sırıtmıştı. Şimdi biri bana getirse ben de sırıtırım.]

    *
    Toplayalım. “Bilim” bir Orta Çağ kavramıdır. Skolastik disiplin demektir. BAZI bilimler Rönesanstan itibaren matematiksel bir modele oturtularak müthiş verimli sonuçlar almışlardır. Diğer bilimlerin çoğu bu modele uymamış ya da uydurulamamıştır. Matematiksel modelden beslenen bilimler de zaman içinde skolastik disiplinin cazibelerine ve risklerine maruzdur. Aktarım metodolojisinin sonsuz labirentlerinde uzun zaman konfor ve keyifle barınabilirler. Bu da iyi midir, kötü müdür bilmiyorum. Bilginin tek yolu matematik diye bir şey yok: insan aklı yaratıcıdır, başka yollar da bulabilir eminim.

    Doğrusunu istersen çok da fazla bildiğim bir konu değil. Bilim tarihi ve bilim felsefesine dair en son Yenipazar’dayken iki üç kitap okudum, yarıdan çoğu aklımda kalmadı, hatta hiç girmedi. Mesela tıp veya zooloji hangi anlamda “pozitif” bilimlerdendir, düşündükçe kafam karışıyor. Bilen olup da aydınlatırsa sevinirim.

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/11/bilim-neymis.html

  219. Kendim sorup kendim cevaplandırdığım soru.
    İlkellik ve Yaşil Anarşistlik aynı mı?

    Fark olsun olmasın, sarışın mavi gözlü olmak için yanıp tutuşan ama bir türlü olamayanlara farkları örneklerle açıklamada yarar var galiba.

    – Solculara insanlığa yararlı olmaları için kendileri gibi büyük beyinlilere anarşistlik diploması vermeden çok, çok önce mavi gözlü sarışınların en sarışını İngilizler aynı amaçla Afrikalı siyah çocuklara okuma yazma diploması vermek için okullar açarlar.
    İLKEL bir siyah sorar: “okuma yazmanın İngilizlere bir yararı olmamış, bize nasıl yarayacak?”

    Not: Bu sitenin çok, çok büyük büyük beyinlilerinin bildikleri gibi kolonize edenlerin okullarında yetiştirdiği yerel okur-yazar-çizerler, halklarını alçakların baskısından kurtarıp özgürlüğe kavuşturdular. Büyük Fransız Devrimi, daha da Büyük Bolşevik Devrimi falan filan gibi.

    – Diğer bir İLKEL vahşi siyah: “Beyazlar geldiğinde İncil onların, toprak bizimdi. Şimdi, tam tersi.”

    – Bir çıplak İLKEL vahşi mavi gözlü sarışına “sizde saat çok, bizde zaman çok.” der.

    – Beyaz papaz, Arap tuz tüccarları ve yanlarından eksik olmayan derviş-sufi, sonra Anadolu anarşistleri olan kızılbaşlar, aleviler benzeri falan filanların vaazlarini dinleyen vahşi çıplak İLKELLER aralarında: “bunlar ‘Allah büyük’ diyorlar ama ete tuz katıp gıda bankasına yatırmamızı istiyorlar. Allah’ın büyük olduğuna inamayan iki yüzlü köleleşmiş mahluklar!”

    Nihayet İLKELLERİ İLKELİ:

    – Bak şu sarışın mavi gözlülere. Dudakları kıl gibi ince, burunları bıçak gibi keskin, suratları büzük büzük. Bakışları bön, daima bir şey arıyorlar, daima vesveseli, daima huzursuz. Biz bunların ne istediklerini bilmiyoruz. Bize göre bunlar kafayı yemiş.

  220. Teolojik yönüm sıfır ve bu çok iyi. Bu yüzden özellikle yaşamı, doğayı, canlıları; insanları saygıdeğer görmek isterim. Saygıdeğerler sıralamasından çok, öylesi insanları bir yuvarlak masa etrafında düşünürüm: Atatürk, Marks, Lenin, Mao, Che, Castro, Chavez, Gerenimo, Zapata, Pancho, Mahir, Deniz, İbo… Cengiz Han, Oğuz kağan, Eskimo Yuri, Timur, Eftalit Han, Ebuzer, Bedreddin… Dinozor, mamut, kaplan, kurt, vaşak, kartal, kırlangıç…
    Ulan, bir yerde bir ülke var ve çokları orayı görmüyor. Orada bir konseyin yönetimi altında insanlar, insan düzeyiyle yaşamakta. Orada benim de bir heykelim var: Eli mavzerli bir adam ve o adamın dizinin dibinde bir kurt: bir de paçama saldırmakta olan bir maltız teriyer… Sağolsunlar, güzel yapmışlar; sanatçıları iyiymiş.
    Cennet dedikleri birkaç huri; bakın benim güzel ülkeme de kıskanın!

  221. “Teolojik yönüm sıfır ve bu çok iyi.”

    Yok.

    Tersine; cok kotu.

    Once, konustugunuz dili bilmiyorsunuz.

    ‘Teoloji’, insanlarin (ya da insan topluluklarinin) gecmisteki ya da gunumuzdeki inanclarini –mukayeseli bir sekilde– inceleyen bilim dalidir.

    ‘Inanc sahibi/mensubu’ olmak anlamina gelmez.

    “Teolojik yönüm sıfır” demek, “inanclardan bihaberim” demektir.

    Cehaletiyle ovunen pek nadirdir.

    Sizi onemli bir numune ve kucuk bir istisna saymak durumundayiz.

    “Orada benim de bir heykelim var”

    Bir yerlerde bir heykeliniz var diye size ayrica bir saygi duymamizi mi bekliyorsunuz?

    Yoksa, heykelinizi dikenleri mi –abesle istigal ettikleri icin– elestiriyorsunuz?

  222. Geldiği yeri bilmeyen birinin lafı:
    ” … ve TOTEM takintiniz kalici gibi gorunuyor.”

    İnsanoğlu tuhaf bir varlık. Yukarıdakini yazan “totem” kelimesinin ne anlama geldiğinden habersiz. Bilgelerin kullandığı bir kelime olduğu için kullanmış olmalı.
    Bilmece.
    Allah kendine verdi bu adı,
    Müslümanlar utandı.
    9 ay orda kalır,
    Çıkınce geri girmesi tabulaşır.

    Bu bilmecenin ikinci yarısı “totem” kelimesinin geldiği dilden.

  223. “Yukarıdakini yazan ‘totem’ kelimesinin ne anlama geldiğinden habersiz. Bilgelerin kullandığı bir kelime olduğu için kullanmış olmalı.”

    ‘Totem’ ya da ‘put’.. Bunlarin varligi degil sorun; bunlarin geldigi anlamin icine ‘hikmet’ de eklemek sakat.

    “Allah kendine verdi bu adı,”

    Yani, 100nc esma (ul Husna) bu olabilir mi?

    “Müslümanlar utandı.”

    Olan bitenden haberi olmayan ‘Müslümanlar’ oyle hissetmis olabilir. Yoksa, ‘elif’, ‘lam’, ‘mim’in ‘Uzza’, ‘Lat’, ‘Menat’ oldugunu bilenlerin boyle bir sorunu olmasa gerektir.

    Neyse.

    ‘Allah’ kelimesi gectigi icin aklima geldi..

    Ingilizce bildiginizi saniyorum.

    Eger oyleyse, su linkteki makaleyi ilginc bulacaginizi saniyorum:

    http://nautil.us/issue/42/fakes/is-physical-law-an-alien-intelligence

    Bu gidisle insanlik ‘Allah’i bulacak gibi.

    Bulunan ‘Allah’i kimin yarattigi ise, artik o ‘Allah’in problemidir.

  224. Necip mecip, şeytanınla gezip ayrıntılardan nemalanma peşindesin.Evet, dinsel alanın bilgisi anlamındaki teolojik yönüm yok diyorum; teoloji bana ne diyorum; dine karşıyım veya fanatiğiyim de demiyorum. Ee daha ne? Örneğin jeoloji yönüm de yok, bana ne ondan da.
    Bir zihinsel evrende benim de bir heykelim var demekle de size mitolojik heykelleri çağrıştırıp, insanlık mücadelesinin kalıcı değerleri olduğunu aktarmak istiyorum. Ama kafasızlık düzeyindeki cehalet ve geveze demagogluk karşıda. Ayıptır ve …. neyse; senin gibilerin cevaplayıcısı olmak sıkıntı verici. Sözünü ettiğim o heykel de sen varsın akıllı, al tarafta sesler çıkararak. İyi bir adam ol. demişler sana bir kez. Tekrarlatma.

  225. Medeniyetin başını çeken bir ülkeden, biri şair diğeri tarihçi, iki ses:
    Şair:
    “Saplantısız sıcak kanlı vahşi kim?
    Medeniyeti bekleyen mi?
    Medeniyeti çoktan geçmiş, baş eğdiren mi?”

    Bu sitede vahşiliği yeşillik anarşizm, ayıbını örtmeme, uçaksız uçma, MRsız hastane sanan, sanal dünyada yaşayan ırkçıların babası tarihçi:
    “Medeniyet ve Vahşilik: Medenilerin vahşileri evcilleştirmesi”

  226. “Evet, dinsel alanın bilgisi anlamındaki teolojik yönüm yok diyorum; teoloji bana ne diyorum; dine karşıyım veya fanatiğiyim de demiyorum. Ee daha ne?”

    Keferenin bir sozu var: “You cannot teach an old dog new tricks”; yani, “Kocamis kopege yeni sey ogretemezsiniz”..

    Sizin baglaminizda bu gecerli; farkindayim. Ama, yine de sunu soyleyeyim:

    Muhatabinizla (dost ya da dusman, farketmez) verimli bir iletisim icin, onun hem dinini hem de dilini bilmelisiniz.

    Bilmezseniz hayatin sonu degil, tabii ki; ama, iletisim ya hic olmaz ya da cok verimsiz olur.

    Onbes gunlugune ulkeye gelmis

    “Örneğin jeoloji yönüm de yok, bana ne ondan da.”

    Kutuk gelip sobalik odun gitmekten ibaretse hayat maceraniz, tabii ki, ondan bundan size ne?

    Ama, en azindan, bunun bir bilgelik ya da bir marifet olmadigini ogrenseniz cok iyi olurdu.

    “Bir zihinsel evrende benim de bir heykelim var demekle de size mitolojik heykelleri çağrıştırıp, insanlık mücadelesinin kalıcı değerleri olduğunu aktarmak istiyorum.”

    Ne aktarmak istediginizi pek de beceremediginiz bir yana, insanligin ‘kalıcı değerleri’nin bir heykel misali solid/statik olmadigini, zamanla degisip gelistigini dahi gozardi ediyorsunuz.

    ‘Nehir’, ‘irmak’ filan deseniz anlarim da ‘heykel’ son derece yanlis/isabetsiz/sacma bir metafor..

    “Ama kafasızlık düzeyindeki cehalet ve geveze demagogluk karşıda.”

    Soylediklerinizin havada kaldigini duymak caninizi sIkIyor, anlasilan.

    “neyse; senin gibilerin cevaplayıcısı olmak sıkıntı verici.”

    Evet, eminim oyledir: Ozellikle de cevap veremiyor, vermekten kaciniyor; onun yerie, cevap vermenin zorluklarindan bahsetmekle vakit kaybetmegi tercih ediyorsaniz.

    “Sözünü ettiğim o heykel de sen varsın akıllı, al tarafta sesler çıkararak.”

    Ben, metafor olarak dahi, hic bir heykelin parcasi degilim. Oyle bir emelim, tasavvurum hic olmadi.

    “İyi bir adam ol. demişler sana bir kez.”

    Eger ‘İyi bir adam’dan kasit, bir ‘eskiya eskisinin mavallarini dinle ve gec’ ise, yok, almayayim.

    Mavallara karnim tok.

  227. “Yoksa, ‘elif’, ‘lam’, ‘mim’in ‘Uzza’, ‘Lat’, ‘Menat’ oldugunu bilenlerin boyle bir sorunu olmasa gerektir.”

    “Elif” değil, “ayn, lam, mim” Uzza, Lat, Menat olabilir.

  228. Necip mecip, iyi bir adam olmandan umut yok ama kötü bir adam olmana da artık bir şey demeyeyim. Sana heykelsin demedim; paçaya dalanma meselesindeki figür üzerinden söz söyledim; sen hiçbir şeyi anlamıyorsun. Bana neyi anlatacaksın? Akıl, bilinç, sadece çeneyle olmuyor.

  229. Necip mecip yine bilmiyor bir şeyi: mim nun elif te olacak menat dediğin. Bilmiyor ama lafa gevezeliğe boğduruyor eleman. Kuşlar bile bilir anlar ama mecip anlayamaz ki çenesi cırcır öter.

  230. Özellikle 19. yüz yıl medeniyet ve modern bilime tapanlar arasında çok ender rastlanan bazı anarşistlerden alıntılar.

    1. “Medeniyet bir hastalık.”
    2. “Kuzey Amerikalı bir Kızılderiliye düzen içine girmeleri için polis gerektiği söylense kızgınlığını tahmin edin!”
    3. “Bilim kapitalist deccalın şakşakçısı.

    Bakalım bu site gerçek anarşistlerinin cevaplarına:
    1. “Git vahşilerle yaşa!”
    2. “Anarşist düzenimiz bilgisayarla, yapay zekayla sağlanacak! Polisimiz olmayacak! Yani, yaşasın “newspeak”!
    Nihayet hödüklerin hödüğünün cevabı,
    3. “Hayır, bilim tarafsızdır, nötrdür.”

  231. “İlim; cehâlete karşı kalbin hayatı, karanlığa karşı gözün nurudur.” “Bir kimse dünyâya yönelirse, dünyâ meşgaleleri onun için afettir.” “Bir kimsenin, nefsinin istek ve arzuları gâlip gelirse, aklı gizli kalır.”

    “Elde tutmak gereken en uygun şey nefsin, yenmen gereken en uygun şey ise arzu ve isteklerindir.”

    “Dürüst olmayan birinden doğruluk bekleme, edebsiz birinden edebli olmasını bekleme.”

    http://islamilimleri.com/Ktphn/Kitablar/19/002/Turkce/Html/Cild/04Cild/1/21.htm

  232. “iyi bir adam olmandan umut yok ama kötü bir adam olmana da artık bir şey demeyeyim.”

    Gecin bunlari.

    Sizin soydan kiz istemis degilim, benim ‘iyi adam’ mi, yoksa ‘kotu adam’ mi oldugumu kafaniza takmaniz abes.

    Vaktiyle, eskiaylik ayaklariyla, daginda bayirinda gezip eglendiginiz Dersim’de aslinda ne oldugunu ve faillerini yazin –yazabiliyorsaniz.

    Gerisi lagaluga ve mugalata.

  233. ‘yavelediginiz’

    Laf saptırMA.

    ‘Yavelemek’ değil, ‘gerçekleri haykırmak’.

    ‘‘suruden ayrilanlar’a soylenenlerin benzerini asagidaki paragrafta yazdiginizin farkinda misiniz?’

    Laf hokkabazlığındaki kabiliyetini sergilemekten vazgeç.

    Ya gözlerinde bozukluk var ya da öğrenMEmek için kaytarıyorsun.

    Senin yegâne maksadın, yoğun olarak 1960-70’li yıllarda (‘insan davranışları’nın neticelerinden biri olan) Stalinist totalitarizmin hegemonya kurduğu Türkiye sol ikliminin ‘bütününü’ sürü olarak saymak.

    Sana ısrarla şu gerçeği hatırlatıyoruz: Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın.

    Kısaca, sen, ‘kesin’ sonuca ulaştığını iddia ediyorsun.

    Biz de, ‘kesin’ sonuca sadece senin değil, kimsenin (biz dahil) ulaşmasının mümkün olMAdığı gerçeğini haykırıyoruz.

    Hâlâ anlamıyorsun, hâlâ.

    AnlaMAmanla birlikte, utanmadan, bu sürüye mensup olanları aklamaya uğraştığımız ithamını da sıçratıyorsun, ‘NKVD ajanı prototipi’nin 21. yüzyıl versiyonu seni.

    ‘Siz alisik olabilirsiniz, ama ben herhangi bir ‘suru’nun mensubu degilim. ‘Suru basi’ olmak gibi bir hevesim de yok.’

    Biz, özgürüz. Hiçbir ‘şey(ler)’in ve ‘kişi(ler)’nin tabiiyetinde değiliz, herhangi bir ‘suru’nün mensubu değiliz; ‘insan’ olmaktan başka.

    Sana gelince, ‘herhangi bir ‘suru’nun mensubu degil’mişmişsin. Hadi ordan, yalancı gaddar. Sen, K.O.B.İ.-irisi şirketini ayakta tutabilmek için Di(…)tör Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan sürünün ve kapitalist müstahdemler sürüsünün mensubusun. ‘Suru basi’ olmaya heveslensen bile sana müsaade etmezler, mensubu olduğun sürülerde kendilerine ‘suruye kabul etme ve suruden atma gorevini munasip goren’ şahıslar.

    ‘Ben benim. Kimi adam yerine koyacagima, ya da koymayacagima da ben karar veririm.’

    Hayır, ‘sen’, karar veremezsin; ‘bencilliğin’i bir kez daha açıkça haykırmış oldun, ‘narsist’ (narcissiste) ve ‘hedonist’ Necip.

    Sana ısrarla şu gerçeği hatırlatıyoruz: Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın.

    Eğer, yukarıda yazılanları hâlâ anlamıyorsan, bu senin problemin.

    ‘Soru su; neden afaroz edilmekten cekindiler? Illa Stalinist totalitari[ANI]zm dininden olmak mi gerekiyordu? Baska din mi yoktu; dinsiz olmak alternatifi de mi yoktu? Butun bu sorulari, humanist, barisci, aydin falan filan sifatlarini kimseye birakmayan sol icin konusuyoruz; farkidasiniz, degil mi? Yani, baskalarini habire ‘fasist’likle suclayanlardan bahsediyoruz, degil mi?’

    Öncelikle, Stalinist totalitarizm, ‘faşistler’in boğuculuğunu mumla aratacak pek çok gaddarlık yapmıştır (eski şöhreti ve eski kuvveti erimiş olsa da, bugün de, gaddarlıkları yer yer, zaman zaman devam etmektedir). Fakat, ‘faşistler’in de, ‘Stalinist totalitarler’in de gaddarlıkları; ‘senin gibi kapitalist müstahdemler’in gaddarlıklarının yanında epey ufak kalır Necip.

    İkinci olarak, tahayyül ettiğin kadar ‘humanist, barisci, aydin’ değildi ‘sol’. Fakat elbette, içlerinde bu sıfatları hak eden kimseler de var idi. Yine, aynı yere geliyoruz Necip: Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın.

    Şimdi, hâlâ anlaMAdığın şu hususu sana bir kez daha (ve umarız, son kez) izah edelim.

    ‘Hamili kart, yakinimdir (veya ‘kart hamili, yakinimdir’)’ ile başla, bir sosyalist (ve komünist) devrim rüyasına kadar geniş bir yelpazede sayılabilecek pek çok sebep, aforoz edilmekten çekinen ve aforoz edilmeyi hiç isteMEyip sürünün mensubu olarak yaşamak isteyen pek çok kişinin sebebiydi. Bunu ‘senin’ farkedebilmen o kadar kolay değil, çünkü, K.O.B.İ.-irisi şirketini ayakta tutabilmen için Di(…)tör Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan sürünün ve kapitalist müstahdemler sürüsünün mensubusun. Dışarı çıkacak cesareti gösterebilirsen, belki, farketmeye başlarsın. Ama mensubu olduğun sürülerden dışarı adımını atamazsın, senin ifadenle kendini aforoz ‘ettiremezsin’, çünkü, K.O.B.İ.-irisi şirketinin eriMEmesi, senin, o sürülerin içinde kalmanla mümkün. ‘Kart hamili, yakinimdir’ deyiminin, Erdoğan di(…)törlüğündeki ve kapitalist müstahdemlikteki karşılığı, sensin. Stalinist totalitarizmin, yıllar boyu, adeta, ‘açılamaz’ denen kilitleri açan maymuncuk işlevi gördüğüne niçin inanıldığını, sürünün niçin sesini çıkarmadığını, mensupların sürüden niçin ayrılmak istemediklerini, sürüden ayrılanların ve sürüye hiç girmeyip daima muhalif kalanların ise niçin ‘bastırıldığını’, şimdi, daha net anladığını tahmin etmeyi umut etmek istiyoruz.

    Hâlâ anlamıyorsan, Di(…)tör Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapanlar arasında olan; sürünün mensubu arkadaşın Kadir Topbaş’ın, sürünün mensubu arkadaşın Melih Gökçek’in, sürünün mensubu arkadaşın Recep Altepe’nin, sürünün mensubu arkadaşın Ahmet Edip Uğur’un niçin istifa etmeye Erdoğan tarafından zorlandığını anlamaya gayret edersen, ‘1960-70’li yıllarda Türkiye sol iklimindeki gaddarlıklar’ ile ‘Di(…)tör Erdoğan’ın gaddarlıkları’nın aynı olduğunu, belki, anlamaya başlarsın.

    Ve dikkat et; sürü mensupları arasında olan bu 4 kişiden bazıları, istifalarından sonra, sırf, sivil hayatlarındaki düzenlerinin aksaMAması için, Di(…)tör Erdoğan’ın ‘dava’sından ayrı düşMEyeceklerini, Erdoğan di(…)törlüğündeki askerliklerini (gönülleri artık razı gelmese de) yapmayı sürdüreceklerini deklare etmeye mecbur kaldılar. Tıpkı, 1960-70’li yıllarda (‘insan davranışları’nın neticelerinden biri olan) Stalinist totalitarizmin hegemonya kurduğu Türkiye sol iklimindeki ‘sürü’nün mensuplarının çoğunda gözlemlenen davranış gibi.

    Şimdi, soru şu; senin de mensubu olduğun sürüdeki kişiler neden aforoz edilmeyi (istifa etmeyi) hiç istemediler? Cevap: ‘Hamili kart, yakinimdir (veya ‘kart hamili, yakinimdir’)’ ile başla, bir İslamcı devrim rüyasına kadar geniş bir yelpazede sayılabilecek pek çok sebep var. Peki, illa ‘Erdoğan di(…)törlüğü’ dinine mensup olmaları mı gerekiyordu? Başka din mi yoktu; dinsiz olmak alternatifi de mi yoktu? Hadi ‘sol’un geneli ‘hümanist, barışçı, aydın’ falan filan sıfatlarını hak etmiyor, tamam bu tespit doğru gözükebilir de; başkalarını habire ‘fasişt’likle suçlayan Di(…)tör Erdoğan’ın kendisi ve yandaşlarından bahsediyoruz, degil mi? ‘Oksimoronluk’ konseptine bir emsal daha = Necip.

    Eğer, yukarıda yazılanları hâlâ anlamıyorsan, bu senin problemin.

    ‘OK. Once, su ‘müsterih’ kelimesini duzelteyim [cunku bu ikinci defadir oluyor]. Bu kelime (‘müsterih’) ‘ici rahat’ ‘huzur icinde’ filan anlamina gelir. Bu bakimdan, evet, ben ‘müsterih’im. Ama, cumlenin gelisinden siz daha farkli bir kelime kullanmak istiyorsunuz gibi geldi bana. ‘Freudian slip’ de olabilir tabii ki; ama, yine de bilmenizde fayda var.’

    ‘Demagogic lecturing’ alanındaki kabiliyetini yine sergileyip, konuyu bulandırmak için çırpınMA, ceber[r]ut müsterih.

    Yanlış gelmiş sana, zihnin senle oyun oynamış. Freudian slip – Mreudian mlip, değil, laf hokkabazı seni.

    ‘[Benzer sekilde, ‘totalitarizm’ de yanlistir. ‘Totalitarianizm’ demek istiyorsunuz. Galat-i meshur da degildir.]’

    ‘Demagogic lecturing’ alanındaki kabiliyetini yine sergileyip, konuyu bulandırmak için çırpınMA, çirkef müsterih.

    Kelime, terim, tabir ve benzerlerinin ‘root’ araştırmasını yaparak, şu an yazıştığımız konuları, senin gibi bulandırmak niyetinde değiliz. Ve, sadece İngilizce’yi baz alarak metinlerimizi yazan kişiler de değiliz.

    Totalitarizm; (Français) ‘totalitarisme’. Bu şekilde kullanımı da mevcut.

    Mesele, sadece İngilizce’yi baz almak, sadece Fransızca’yı baz almak veya başka bir dili baz almak değil. ‘Demagogic lecturing’i bırak artık Necip, sırıtıyor.

    ‘Galat-i meshur’un ne olduğunu – ne olmadığını belirleyen de ‘sen’ değilsin. ‘Bencilliğin’i azaltmayı öğrenmeye başla artık, ölümcül müsterih.

    ‘Simdi de gelelim, benim, kendime ‘Stalinist totaliterler gibi misyon ve paye biçm’eme. Tabii ki, yok boyle bir sey.’

    Var böyle bir şey.

    Senin yegâne maksadın, yoğun olarak 1960-70’li yıllarda (‘insan davranışları’nın neticelerinden biri olan) Stalinist totalitarizmin hegemonya kurduğu Türkiye sol ikliminin ‘bütününü’ sürü olarak saymak.

    Sana ısrarla şu gerçeği hatırlatıyoruz: Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın.

    Kısaca, sen, ‘kesin’ sonuca ulaştığını iddia ediyorsun.

    Biz de, ‘kesin’ sonuca sadece senin değil, kimsenin (biz dahil) ulaşmasının mümkün olMAdığı gerçeğini haykırıyoruz.

    Hâlâ anlamıyorsun, hâlâ.

    ‘Ben, hem ‘Stalinist totaliterler’i, hem de onlara karsi yeterince sesini cikartmayanlari; yani, ‘sol’un butununu, elestiriyorum.’

    Laf hokkabazlığındaki kabiliyetini sergilemeyi pek sevdiğin için, ‘elestiriyorum’ kelimesini bir kamuflaj olarak kullanıp, o dönemdeki sol iklimin bütününü ‘kesin’ olarak ‘sürü’ sayıyorsun. Niyetin en başından belli.

    Oku, ‘gerçekleri’ öğren:

    Birkaç paragraf üstte, yoğun olarak 1960-70’li yıllarda (‘insan davranışları’nın neticelerinden biri olan) Stalinist totalitarizmin hegemonya kurduğu Türkiye sol ikliminde, ‘hamili kart, yakinimdir (veya ‘kart hamili, yakinimdir’)’ deyiminin nasıl geçer akçe olduğunu, Stalinist totalitarizmin, yıllar boyu, adeta, ‘açılamaz’ denen kilitleri açan maymuncuk işlevi gördüğüne niçin inanıldığını, sürünün niçin sesini çıkarmadığını, mensupların sürüden niçin ayrılmak istemediklerini, sürüden ayrılanların ve sürüye hiç girmeyip daima muhalif kalanların ise niçin ‘bastırıldığını’, sana tane tane anlattık.

    Senin, ya gözlerinde bozukluk var ya da öğrenMEmek için kaytarıyorsun.

    ‘Benim merak ettigim su. Madem baski vardi ve ciddiye alinacak derecedeydi; acaba, bu, devletten daha mi yogun, daha ciddi bir baski idi. Oyle ya, bir suru ulvi amac pesinde bircok ‘sol’cu, silah da kusanarak ‘devlet’e karsi geldi, gelmege calisti. Iyi de, neden kimse cikip ‘Stalinist totalitari[IAM]zm’e karsi bir seyler yapmadi?’

    Bu soruyu, ‘Di(…)tör Erdoğan’ın hışmı’na maruz kalan, sürünün mensubu arkadaşın Kadir Topbaş’a, sürünün mensubu arkadaşın Melih Gökçek’e, sürünün mensubu arkadaşın Recep Altepe’ye, sürünün mensubu arkadaşın Ahmet Edip Uğur’a sorarsan, sana cevap vermeye tenezzül ederlerse, işte o vakit, 1960-70’li yıllardaki Türkiye sol ikliminin niçin ‘Stalinist totalitarizm’e karşı birşeyler yapmadığını, yapmak istemediğini, yapmak isteyip ‘bastırıldığını’, belki, anlarsın.

    Eğer, yukarıda yazılanları hâlâ anlamıyorsan, bu senin problemin.

    ‘Benim sordugum soru [ki, az onceki paragrafta da var] bence son derece mesru bir sorudur. Bu soruya ‘apologetic’ cevaplar uydurmaga calismak, turlu cesitli mazeretlerin arkasina siginmak, ‘sol’un ‘suru’ olmadigini gostermiyor. Tersine, sizin de, elestiri yapmak yerine savunmaya gectiginizi gosteriyor. Bir ya da birkac cobanin ardisira giden ‘suru’yu savunuyorsunuz.’

    İşin ilginç tarafı, bunları, senin gibi, ‘narsist’ (narcissiste) ve ‘hedonist’, kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründeki büyük oyunculara aksam üreten K.O.B.İ.-irisi şirketini ayakta tutabilmek için Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan zibidi patronun yazması.

    Öncelikle, aktardıklarımız arasında ‘apologetic’ olan hiçbir şey yok. Sana, ‘gerçekleri’, apaçık anlatıyoruz.

    İkinci olarak, sen, ‘baskı’ kelimesi (daha ağır eylem ve kelimeler olduğunu da belirtmiştik) üzerinde hiç ama hiç durmadığın gibi, bu ‘baskı’ durumunu sana sürekli hatırlatmamızı, sen, ‘sürü’yü savunmak olarak çeviriyor, bize itham sıçratmaya uğraşıyorsun, beceremiyorsun, sırıtıyor.

    Kısacası, senin yaptığın, laf saptırmak ve yalanlar atmak.

    Ya gözlerinde bozukluk var ya da öğrenMEmek için kaytarıyorsun.

    Oku, öğren; kaytarMA:

    Yoğun olarak 1960-70’li yıllarda (‘insan davranışları’nın neticelerinden biri olan) Stalinist totalitarizmin hegemonya kurduğu Türkiye sol ikliminde, ‘hamili kart, yakinimdir (veya ‘kart hamili, yakinimdir’)’ deyiminin nasıl geçer akçe olduğunu, Stalinist totalitarizmin, yıllar boyu, adeta, ‘açılamaz’ denen kilitleri açan maymuncuk işlevi gördüğüne niçin inanıldığını, sürünün niçin sesini çıkarmadığını, mensupların sürüden niçin ayrılmak istemediklerini, sürüden ayrılanların ve sürüye hiç girmeyip daima muhalif kalanların ise niçin ‘bastırıldığını’, sana tane tane anlattık.

    ‘Hay aksi. Ben sizin insan oldugunuzu dusundugumu yazmisim. Siz ise, anlasilan, bu konuda (beni yetersiz-yetkisiz bulup) yanildigimi dusunuyorsunuz. Hakli oldugunuzu soylememi mi beklersiniz?’

    Laf hokkabazlığındaki kabiliyetini sergilemekten vazgeç.

    ‘Bencilliğin’i bir kez daha açıkça haykırmış oldun, ‘narsist’ (narcissiste) ve ‘hedonist’ Necip. Kendini, ‘onay makamı’, ‘tayin edici otorite’ zannediyorsun. Senden hiçbir şey beklemiyoruz.

    Biz, insanız. Sen ise, ölümcül kapitalistsin. Farkı anlarsın muhtemelen, andaval[lı] birine benzemiyorsun.

    ‘Bu yazdiklariniz ‘bir komitenin beyanlaridir’ mi demek istiyorsunuz?’

    Patavatsız sorular sorarak, konuyu bulandırma.

    ‘Bir’ değil; hiçbir ‘komite’nin (ve benzerlerinin) beyanları değil. Senin gibi, Di(…)tör Erdoğan’ın gönüllü askerliğini ve kapitalist müstahdemlik yapan kişilere karşı mücadele edenlerin, otomatikman, bir veya birden fazla ‘komite’nin kurucu veya mensubu olması gerekmiyor, beyanlarını aktarması da gerekmiyor.

    ‘Yuksek Sovyet Prezidyumunda kac kisi var?’

    Patavatsızlık yaparak, konuyu bulandırma.

    Herhangi bir zirzopluk teşkilatının ‘politbüro’sunda, herhangi bir ‘Yuksek Sovyet Prezidyumu’nda kaç kişi olduğu veya olmadığı bizi ilgilendirmiyor.

    ‘Siz Merkez Komitesinin sozcusu mu, yoksa mahalli bir ayakci misiniz?’

    Patavatsızlık yaparak, konuyu bulandırma.

    Herhangi bir komitenin ‘sozcusu’, herhangi bir ‘Merkez Komite[si]nin sozcusu’, herhangi bir teşkilatın ‘mahalli bir ayakci’sı, herhangi bir ‘The Standing Committee of the Central Political Bureau of the Communist Party of bla-bla-bla’ değiliz.

    Sen, bizi, gönüllü askerlik yaptığın Di(…)tör Erdoğan’ın kurduğu komitelerdeki ‘sürü’yle ve müstahdemliğini yaptığın kapitalist sistemteki ‘sürü’yle benzer özelliklere sahip kimseler zannediyorsun, ve yanılıyorsun.

    ‘Size cok ama cok acil sifalar dilerim.’

    Metafizik sularda kulaç atıp ‘cok ama cok acil sifalar dilerim’ gibi zımbırtılar hönkürmeyi bırak, gerçekliğe dön. Herhangi bir rahatsızlığımız, hastalığımız yok. Sağlıklıyız, sağlamız. Senin gibi kapitalist ucubelere karşı mücadele ediyoruz.

    Sen, ‘zehir saçan’ çirkef müsterihsin, kapitalizmin müstahdemliğini yapıyorsun, Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü askerisin, o kadar.

  234. Aşağıdaki alıntıda “Türkler ve kültür” üzerine söylenenler – özellikle üçüncü ve beşinci paragraflar ile en son kısım – ilginç değil mi?

    http://dergipark.gov.tr/download/article-file/260888

    lll-SAMERRA’NIN SOSYAL, KÜLTÜREL VE MiMARi DURUMUNDA TÜRKLERiN TESiRLERi

    Bu dönemde Türklerin sayılarının çokluğu kabul edilen bir görüş olmakla birlikte askeri alanda olduğu gibi sosyal ve kültürel alanda doğrudan bir etkilerinin olmadığı açıkça görülmektedir. İran kültürü gibi toplumu her yönden kuşatan bir kültüre karşı Türklerin henüz yeni girdikleri bir toplumda bir anda sosyal ve kültürel alanda etkili olmaları düşünülemez. Bu konu o dönemdeki giysilerde İran usulünün hakim olmasıyla daha açık bir şekilde belirmektedir. Örneğin Mütevekkil’in İran kıyafeti ile olan resminin dönemindeki paralara basılması da toplumda hala İran kültürünün hakim olduğuna işaret etmektedir.205

    Kültürel açıdan da toplumu her yönden kuşatan bir etkileri olmamakla birlikte dolaylı da olsa dönemin şiirlerine ve Halku’l-Kur’an’ın yasaklanmasına karşı etkileri olmuştur.

    Türklerin mimari alanda etkilerinin olup olmadığı tartışmalı bir konudur. Bazı araştırmacılar Türklerin etkilerini sadece siyasi ve askeri alanda sınırlı tutup mimari açıdan etkili olmama sebeplerini Türklerin kültürden yoksun bir toplum olmaları ile izah etmeye çalışmışlardır.206

    Bazı araştırmacılar da Türklerin mimari açıdan etkileri olduğunu savunup207 konuyu özellikle süsleme sanatında ilk defa kullanılan motif ve teknikler ile açıklamışlardır. Buna göre oyularak yapılan süslemeler İskit tunç işlerinde ve Altay yöresinde eski Türk eserlerinde de mevcut olup İslam sanatında ilk defa ortaya çıkan bu özellik Türkler ile birlikte Samerra’da hakim olmuştur.208

    Bu örneklerden de yola çıkarak dönem içerisinde mimari açıdan Türk etkisi olduğu açıktır. Ancak unutulmaması gereken husus mimari gibi köklü bir alanda etkili olabilmeleri için bir süreç gerekmesidir. Samerra dönemi bu sürecin başlangıcıdır. Ancak sadece bu örneklerden yola çıkarak Türklerin toplumu her yönden kuşatan mimari etkisinden bahsetmek de doğru olmaz. Diğer taraftan “Türklerin hiç etkisi olmamıştır” demek de yanlış olur. Israrla üzerinde durduğumuz gibi sosyal, kültürel ve mimari alandaki etkiler zamanla kendisini gösterecektir. Samerra dönemi ise Türk etkisi açısından bu zamanın başlangıcıdır.

    … Döneme damgasını vuran Türk komutanlar mevcut yönetimdeki boşluktan dolayı idari alanda devlete hakim olmuş­lardır. Askeri ve idari alanda bu denli hakimiyet kuran Türklerin etkileri sosyal, kültürel ve mimari alanda yok denecek kadar az olmuştur. Bu noktada saraylarda ve camilerde kullanılan Türk tezyinatından Türklerin etkilerinin yavaş yavaş başladığı görülmektedir. Samerra dönemi Türklerin özellikle de zamanla nüfuz sahibi olan komutanların devlete hakim oldukları ve Abbasi devletinin gerilemeye başladığı bir dönem olarak tarihte yer almıştır.

  235. Sana kim kız verir; vermişlerse de yazık etmişlerdir. ben senin, kendi adına akılbaliğ biri olmanı öneriyorum. Senin iyiliğinin kötülüğünün ben yıllarca cezası, infazcısı oldum.
    Anlamaz ters yüz edici, kaç kez yazdım; anlamıyor musun; senin ve cenahtakilerinin algılayışı yönünde sözler duyma isteğinden bıkmadın tabii. Evet ya, dedeni şapka giymediler diye kesmişlerdi falan filan değil mi; öyle şeyler mi istiyorsun; ha bir de türbanlı bacına saldırmışladı, öyle mi…
    Yandaş, üfürükten, ‘üçkaatçı’ ayaklarına bak sen!
    Dersim, olayıyla, dramıyla, ayaklanışıyla, ölmesi öldürmesiyle, senin aldığın eğitim tahribatının çöküntüsüne gülüp geçer. İnsanlığa yararlı, özlü, iyi bir adam ol. Sadece kız vermeleri için insanları kandırıp üremen için değil bu hayat. Ben senin gibi korkak eblehleri bir zaman karşımda maltız teriyerlerine döndürmüş bir eşkıyayım; sen kimsin; onu bir kendin anla artık!

  236. Her medeni medeniyet yobazlığı yapmaz.
    Medeni şair:
    “Saplantısız cana yakın vahşi kim?
    Medeniyeti bekleyen mi?
    Medeniyeti çoktan geçmiş, medeniyete baş eğdiren mi?”

    Medeniyet yobazlarının babası ırkçı tarihçi medenilerin aynı çıplak vahşileri nasıl evcilleştirdiğini “Medeniyet ve Vahşilik” masalıyla anlatır.

    Belki bu kitap, çıplak vahşileri milyarlarca üstü kapatma örtüleriyle hor görmelerini örtenleri uyandırır. İnşallah!
    Belki bu fark, çıplak vahşiliği yeşillik anarşizm, ayıbını örtmeme, uçaksız uçma, MR’dan mahrum sanan bu sitedeki sanal dünya mahluklarını uyandırır. İnşallah!

  237. “Ingilizce bildiginizi saniyorum”
    Maalesef bilmiyorum.

    Cevabınızı da tam anlamadım. Anladığım kadarıyla, kelimelerin günümüzdeki yaygın, yanlış veya doğru, kullanılışını durdurmak, sanırım, imkansız.
    Ben, “totem” kelimesinin geldiği dildeki anlamıyla ” totem takintiniz ” arasında mizahi bir bağ gördüm ve anlayan güler diye yazdım. Hele isanlığın en büyük takıntılarından birini düşünürse …

    Yalnız bu defa da diğer espri fırsatları çıktı.

    ” Olan bitenden haberi olmayan ‘Müslümanlar’ oyle hissetmis olabilir.”
    Müslümanlık, Hristiyanlık, Komünizm ve diğer bütün dinlerin ayakta kalması, tarihte bir güç olması olan bitenden haberi olmayanlar sayesinde başarıldı. Belki duymuşsunuzdur, bunların milli marşı: “çaresiz dertlere düştüm, haberi olanlar bize bir çare”. Bu çaresizler nerde, “haberi olma” lüksü nerde.
    Bakın Orta Doğu, Afganistan ve yüzlerce yerlere demokrasi, “haberi olma” lüks rahat hayatı getirmek için ölüm saçan Amerikan askerlerine. Bu askerlerin demokrasi ve özgürlükten “haberleri oldukları” pek iddia edilemez. Onu bırak, kendileri mağdur olan bu askerlerin hemen hemen hepsi demokrasi ve özgürlük olmadığından tanımadıkları yerlerde, tanımadıkları insanları öldürmeye gönderilenler. Siyasal bilimler fakultesi mezunu “haberliler” genellikle evde kalıp, “totem” kelimesi gibi, kelime savaşları yaparlar.

    “Bu gidisle insanlik ‘Allah’i bulacak gibi.”
    Yeni dininin çoşkunluğuna kapılmış ve uzaydan yeni dönmüş bir astronat yeni dininin “haberi olan” rahiplerinin kulaklarına hoş gelir hevesiyle, “her yeri aradım Allah’ı bulamadım” der. Bir beyin cerrahı da “yıllardır beyin açıyorum, düşünceyi görmedim” der.

    Allah kaypak, saklambaç oynamayı seven bir mahluk. Adı değişir özü aynı kalır. Bakın, “ihtiyar çobana”. Rönesan’ta eski “Allah’ın” yerini alan kapital kaynağı “Doğa’ya” tapma türküleri söylüyor. Eski allahı kaybetmiş, yenisini bulmuş. Eski allahın bürokrasisi mensupları “haberi olan” meleklerle şeytanlar yerine de yenilerini sıralamış.

    Haberi olanlar arasındaki savaşa katkı: Teoloji allah bilimi demektir. Jeoloji = yer + bilim, örneği. Yine bir etimoloji problemi mi yoksa?

  238. 224 Anonim’in eşsiz ebedilik inancı İslam tarihine zamani katkısı üzerine.

    Bir zamanlarda benzeri bir zamani katkı:
    Fransa’da tarihçiler arasında bir toplantıya katılan ve zamani milliyetçilik hisleriyle dolu bir Türk tarihçisinin yabancı tarihçileri uyarısı:
    Germanik vahşi aşiretlerin medeni Roma yıkılışıyla Türklarin Orta Doğu’daki İslam’a etkileri paralleri doğru değil. Milli Türk tarihçisi, Türkler Orta Doğu’ya geldiğinde uygarlık (uygur, göktürk, vs.) aşamasını henüz aşmış olduklarını hatırlatarak bu yanlışı düzeltir.

    Türkleri Sümerlere, Hitilere bağlamalar belki “düzeltmelerle” unutulmuştur. Şimdi Kürtler, Medler ve Perslere bağlaması çalıyorlar.

    Geriye baktığımızda ve günümüz Çin mucizesi düşünüldüğünde insan ister istemez keşke Çin’e girip orda kalsalardı demek istiyor. İslam müritliği yerine, önce Kofnüçyüs müritleri, sonra Buda müritleri, daha sonra Mao-Komünizmi müritleri, daha daha sonra, yani şimdi tekrar, üstü örtülü Konfüçyüs müritleri olarak döne döne İLERLEYEN MEDENİYET treninde daha yüksek bir mevkide seyahet ederlerdi.

    Benim katkım şu: Türklerin mavi gözlü sarışın olma hevesleri Atatürk, Marks ve ilkelliği yeşillikle, otlarla geçinme yaşamı sanan endüstri meraklısı anarşistlerle kısıtlanamaz.

    Türkiye’de Galata, Galatasaray; İspanya’da Galicia; şimdi Ukranya ve Polonya arasında paylaşılan Galicia (karımın ailesi bu tarihi Galicia’dan ama maalesef sarışın mavi gözlü değiller); Fransızların burnu büyük de Gaul’ü ve nihayet hint-avrupa dilleri konuşan azınlıklar denkleme katılırsa Türklerin çoktan mavi gözlü sarışın oldukları iddia edilebilir ve medeniyet treninde daha yüksek bir mevkide seyahat hakkı savunulabilir.
    Bu barbarlar etrafa yayılırken büyük Roma medeniyetini de yerle bir ettiler.

  239. “Maalesef bilmiyorum.”

    Bunu soylerken hicbir sekilde ustencilik filan tasliyor degilim; ama, buna gercekten uzuldum.

    Uzuldum, cunku, o yazi hayli orjinal bir metin. Yakin zamanda bu konuda cikan iki hipotezden birisi.

    Bunlari sizinle konusabilcegimi umit etmistim. O yuzden uzuldum.

    Cerceveyi kisaca ozetleyeyim.

    Iki yazidan bahsettim.

    Birincisi, bizim icinde oldugumuz ‘Evren’in (‘Kainat’in, ‘Universe’in) aslinda bir simulasyon olabilecegine dair olan bir yaziydi.

    Bir filozof tarafindan yazilmis, ve oldukca saglam temellere oturan bir hipotezdi bu.

    Ilgilenen cevrelerde oldukca sarsici bulundu. [Nacizane, beni de onlarin arasinda sayabilirsiniz.]

    Daha sonra, baska birisi cikip, bilgi depolamanin bir enerji karsiligi oldugundan hareketle, bazi hesaplar yapip, bunun (Evrenin simulasyon olmasinin) mumkun olmadigina isaret etti.

    [‘Ispat’ diyemiyorum, cunku ‘bu sular’ ‘ispat’ kaldirir turden degil pek.]

    Ardindan da, daha once linkini verdigim yazi yayinlandi, baska bir yerde.

    Onu yazan adam da hic bos degil. Sahasinda saygi duyulan birisi.

    Yaziyi dikkate almak icin ‘sahasinda saygi duyulan birisi’ tarafindan yazilmis olmasi tabii ki faydali, ama, yazinin kendisi bu tur itibari desteklere muhtac degil.

    Hem bu yaziyi hem de digerini tercume etmek isterdim; ama, hakkini verecek kadar zaman ayirabilecegimi sanmiyorum.

    Neyse.

    Bu son yazi, daha farkli bir acidan bakip, ‘Evrende yalniz’ olMAyabilecegimize yonelik ipuclarina isaret ediyor.

    Bunu da, aciklamalariyla birlikte, bizim ‘Fizik Kanunlari’ dedigimiz seyin ozunde ‘Alien Intelligence’ (‘Alien’ yabanci demek de, buradaki Turkce karsiligi herhalde ‘Uzayli filan olmali; dolayisi ile ‘Uzayli Zeka’ demek gerekiyor gibi) yatiyor olabilir diyor.

    Bunun yansimalari ise cok genis. ‘Fizik Kanunlari’miz eger ‘Uzayli Zeka’ tarafindan olusturuluyorsa, onlarin bir urunu ise, o zaman, bizim, bu ‘Uzayli Zeka’yi anlamak, tanimak veya belirlemek sansimiz hic mumkun olmayabilir. [Bambaska yontem ve yaklasimlar bulmaz ya da gelistiremezsek.]

    Diyor.

    Her iki yaziya da haksizlik ettigimin farkindayim; ama, ancak bu kadar ozetleyebiliyorum.

    Simdi.. Her iki yazininda ‘meta’sina (uzerindeki bir platforma) cikip baktigim zaman, sunlari goruyor ya da sezinliyorum.

    En temel (b)ilim olan ‘Fizik’ (ve ‘uzay fizigi’ de diyebilecegimiz ‘Astronomi’) ile ugrasanlar –konunun icigini cicigini bilenler–, biz siradan fanilerin gunluk mesgalelerimizde hic ilgilenmedigimiz bir yerlere gidiyorlar.

    Bu, her ne kadar, eldeki mevcut bilgilerden ve idrakten hareketle olsa bile, ‘mysticism’den (efsanecilik?, gizemcilik?) ve metafizikten oteye bir yere uzaniyor.

    Amaclari, tabii ki, ‘Allahi aramak ya da bulmak’ degil; fakat, sorduklari sorular ve onerdikleri cevaplar, biz siradan fanilerin bu konudaki kanaatlerini ciddi derecede etkileyecek seyler iceriyor –kimimizin kuskusunu artirirabilir; kimimizin de kanaatlerini pekistirebilir seyler.

    Ben ‘biz siradan fanilerin’ ne dusunecegi konusunun bir gecis sureci oldugunu soyleyip gecmegi tercih ederim. Cunku, bence konunun ozu o degil.

    Konunun ozu, bence, bu yazilarda isaret edilenleri eger anlamli kabul edersek, insanoglunun geleceginde bambaska formlarda varolusun sozkonusu olabilecegini de kabul etmis oluruz.

    Bu ‘bambaska formlarda varolus’un bugunku karsiligi, mevcut inanc tanimlarimiz cercevesinde ‘tanrisal’a tekabul ediyor.

    Ama, bu sadece bir cikarim.

    Baska, cok baska, cikarimlar da sozkonusu, tabii ki.

    Fakat, ne ben –malesef– ‘o kadar filozof’um, ne de aklima gelen herseyi topralayip yaziya dokecek zaman ve yetenek sahibiyim.

    O yuzden, “bu yazilar ve bu konu bence cok ilginc” diyerek bu bahsi burada kapatayim.

    “Ben, “totem” kelimesinin geldiği dildeki anlamıyla ” totem takintiniz ” arasında mizahi bir bağ gördüm ve anlayan güler diye yazdım. Hele isanlığın en büyük takıntılarından birini düşünürse …”

    Ben de burayi tam anladigimi iddia edemem.

    Benim isaret etmek istedigim anlamiyla, ki ‘totem’ler (cogunlukla sulale ya da kabile baglaminda) belli gucleri temsil ettigi dusunulen cisimler ya da objelerdir, bazi ideolojilerde benzer fonksiyonlari temsil ediyorlar.

    Bazi sulaleler/kabileler/ideolojiler/ekoller, bir ‘totem’ peydahlayip ona sevgi cercevesinde tapinmak noktasina giderken, diger orneklerinde de –tersine– etrafinda dolanip nefretlerini icra etmek amaciyla bunlari kullaniyor.

    “Müslümanlık, Hristiyanlık, Komünizm ve diğer bütün dinlerin ayakta kalması, tarihte bir güç olması olan bitenden haberi olmayanlar sayesinde başarıldı.”

    Evet. Buna tamamen katilirim.

    Kitlesellik iddiasi olan hicbir hareket, mensuplarinin tamaminin (ya da yeterince buyuk cogunlugunun) ‘olan bitenden haberi olma’sini istemez; cunku, bu, kisa zamanda dagilmaya yol acabilecek mayinlari da yaninda tasimak anlamina gelir.

    O yuzden, oldukca iyi kontrollu bir merkezin yonettigi bir ruhban sinif/tabakasi olusturulur ve geri kalanlara ‘mantar muamelesi’ yapilir.

    [Mantar yetistiricileri bilir: Mantarlar, los/karanlik bir ortamda ve uzerlerine bok/gubre/pislik serpilerek yetistirilir. https://www.urbandictionary.com/define.php?term=mushroom%20treatment ]

    Bu yaklasim, hareket basarili oldugu muddetce, mensuplari acisindan sorun teskil etmezse de; ama, her zaman da duses gelmeyecegi icin, ruhban sinifinin (hepsinin ya da bir kisminin) raydan cikmak (farkli cikarlara/hedeflere yonelmek) ihtimali ile birlikte kendi icinde dahi kitlesel catismalara gebedir. [Bkz. Dinler/Mezhepler/Ideolojiler arasi –ve kendi icinde– catismalar.]

    “Allah kaypak, saklambaç oynamayı seven bir mahluk. Adı değişir özü aynı kalır.”

    Dogru.

    Ama, ben, bu arayisin ozunde, ‘bulup, anlayip, ikame etmek, yerine gecmek’ amacini da gorur gibi oluyorum. Tabii, bu herkes icin gecerli degildir.

    “Bakın, “ihtiyar çobana”. Rönesan’ta eski “Allah’ın” yerini alan kapital kaynağı “Doğa’ya” tapma türküleri söylüyor. Eski allahı kaybetmiş, yenisini bulmuş. Eski allahın bürokrasisi mensupları “haberi olan” meleklerle şeytanlar yerine de yenilerini sıralamış.”

    Evet. Ve, buna, ustelik, ‘aydin’ filan da demegi tercih ediyor. ‘Emancipated’ anlaminda; yani ‘kisitlayicilardan kurtulmus’, ‘kolelikten azad edilmis, kendisini azad etmis’ filan gibi..

    “Haberi olanlar arasındaki savaşa katkı: Teoloji allah bilimi demektir. Jeoloji = yer + bilim, örneği. Yine bir etimoloji problemi mi yoksa?”

    Evet, etimolojiye cok yaslanmak, bu ornekte de goruldugu uzere, cok da dogru degil.

    ‘Teo’, antik Grekcede ‘theos’ yani ‘tanri’ ile ilintili olsa da, gunumuzde ‘Teoloji’ dedigimiz calisma sahasi somut anlada ‘Tanri’yi incelemekten maada, degisik inanc modellerinin (‘din’lerin) peydahladigi ‘tanri’ kavramlarini inceler, anlamaga calisir.

    Verili bir inanc modelinin (‘din’in) ‘tanri’ kavraminin digerlerinden farkini anlamak icin ilgili dini anlamak/tanimak gerektigi icin, ‘Teoloji’ –zorunlu olarak– ‘dinler/inanclar bilimi’ne donusmustur.

    Ideolojilerin ‘Teoloji’ kapsamina –henuz– alinmayisi, bence, ciddi bir eksikliktir.

  240. “Sana kim kız verir; vermişlerse de yazık etmişlerdir.”

    Dedim ya, bu sizin sorununuz degil.

    “Senin iyiliğinin kötülüğünün ben yıllarca cezası, infazcısı oldum.”

    Nasil yani?

    ‘Bir tetikcinin itiraflari’nin henuz yayinlanmamis bir baslangicina mi sahit oluyoruz?

    “Anlamaz ters yüz edici, kaç kez yazdım; anlamıyor musun; senin ve cenahtakilerinin algılayışı yönünde sözler duyma isteğinden bıkmadın tabii.”

    Dersim ve Dersimliler, hangi ‘cenah’a aittir?

    “Evet ya, dedeni şapka giymediler diye kesmişlerdi falan filan değil mi; öyle şeyler mi istiyorsun; ha bir de türbanlı bacına saldırmışladı, öyle mi…”

    Yok. Bu konularda sizin soyleyeceginiz hicbirsey, kulaktan dolma olmaktan oteye gidemez. Ne diyeceginiz de, esasen, belli. Dolayisi ile, onlari gecelim.

    Benim merak ettigim, sizin de cevaplamaktan israrla kacindiginiz konu su:

    Dersimilere neden dogrulari anlatmiyorsunuz?

    Siz sevdiklerinizi hep boyle mi kadirirsiniz?

    Bu durustluk mudur?

    “Dersim, olayıyla, dramıyla, ayaklanışıyla, ölmesi öldürmesiyle, senin aldığın eğitim tahribatının çöküntüsüne gülüp geçer.”

    Dersim adina konusma yetkisini size kim verdi?

    “Ben senin gibi korkak eblehleri bir zaman karşımda maltız teriyerlerine döndürmüş bir eşkıyayım; sen kimsin; onu bir kendin anla artık!”

    Sizin cesaret ediginiz sey, elinize silah alip baskalarini soymak ise, yok, ben ona saygi duymuyorum.

    Asil cesaret durust olmak, ve durustlugun de geregini yapmaktir.

    Ben, sizi, hem durust olmaga hem de cesur olmaga davet ediyorum:

    Dersim’de ne oldu? Kim ne yapti?

    Bu kadar basit.

    Cesaretiniz varsa, ve durust olabiliyorasniz, bunlari anlatin bize.

  241. “‘Yavelemek’ değil, ‘gerçekleri haykırmak’.”

    ‘Gur/yuksek sesle yavelemek’ diyelim, daha dogru olqbilir.

    “Sana ısrarla şu gerçeği hatırlatıyoruz: Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın.”

    Bu sizin yanilsamaniz.

    Bir donemden bahsediyoruz.

    O doneme damgasini vuran bir kitleden bahsediyoruz.

    O kitlenin icinde, farkli dusunen az sayida birilerinin olmasi, esasi degistirmez.

    “Biz de, ‘kesin’ sonuca sadece senin değil, kimsenin (biz dahil) ulaşmasının mümkün olMAdığı gerçeğini haykırıyoruz.”

    Haykirmalarla, cirpinmalarla filan enerjinizi tuketmek yerine, metodolojiyi dogru oturtsaniz, boyle haybeye yorulmaniza hic gerek kalmayacak.

    “Hâlâ anlamıyorsun, hâlâ.”

    Nasil yani?

    ‘Kadir kiymet bilmemek’ anlaminda birilerinin gucenmesine mi isaret ediyorsunuz?

    “Biz, özgürüz.”

    Taabi, tabi.

    Hem ‘biz’ olmak, hem de ‘ozgur’..

    Nasil oluyorsa artik.

    “Hayır, ‘sen’, karar veremezsin; ‘bencilliğin’i bir kez daha açıkça haykırmış oldun, ‘narsist’ (narcissiste) ve ‘hedonist’ Necip.”

    Benim kararlarimi benim vermem beni ‘narsist’ (narcissiste) ve ‘hedonist’ yapiyorsa, hic sorun degil.

    “Sana ısrarla şu gerçeği hatırlatıyoruz: Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın.”

    Herkesi ve herkesi bir cuvala koyan kim?

    Ben, kendine ‘sol’ diyenleri ve onlarin yaptiklarini bir(er) cuvala koyuyorum.

    Sizin bununla sorununuz olabilir.

    Bunu yadirgamam.

    Yadirgamam, cunku, cozmek oncelikleriniz arasinda en onde gelecek bir sorun degil bu.

    Once baska konularda sifa bulmaniz lazim.

    “Öncelikle, Stalinist totalitarizm, ‘faşistler’in boğuculuğunu mumla aratacak pek çok gaddarlık yapmıştır (eski şöhreti ve eski kuvveti erimiş olsa da, bugün de, gaddarlıkları yer yer, zaman zaman devam etmektedir).”

    Bu paragraf esasen dogru.

    Ama, hala daha ‘Stalinist totalitarizm’ (ki, hala daha yanlis yaziyorsunuz) gibi –sanki etten kemikten olan– bir seye atifta bulunuyorsunuz.

    ‘Stalinist totalitarizm’ dediginiz sey, bir bakis acisi.

    Onu icra eden etten kemikten birileri olmasi lazim.

    Vardi.

    Niye bunlara boyun egildi?

    Benim sordugum soru budur.

    “İkinci olarak, tahayyül ettiğin kadar ‘humanist, barisci, aydin’ değildi ‘sol’.”

    Birincisi, ben oyle tahayyul filan ediyor degilim.

    Bu onlarin kendileri icin kullandiklari sifatlar.

    Ikincisi, neden sol icinde bu sifatlari kendine yakistiranlara itiraz gelmedi?

    “‘Hamili kart, yakinimdir (veya ‘kart hamili, yakinimdir’)’ ile başla, bir sosyalist (ve komünist) devrim rüyasına kadar geniş bir yelpazede sayılabilecek pek çok sebep, aforoz edilmekten çekinen ve aforoz edilmeyi hiç isteMEyip sürünün mensubu olarak yaşamak isteyen pek çok kişinin sebebiydi.”

    Yani, gerceklerle yuzlesmek yerine hayal aleminde, utopyada, yasamagi tercih eden bir kitle ile, ‘tamamen duygusal’ sebeplerle oralarda yer edinen birilerinden bahsediyoruz.

    Ilginc bir koalisyon olmakla bereber, bu ikisinin hangisinin daha berbat olduguna karar vermek zor.

    Ama, ‘iki berbat’i ayni ‘cuval’a koyduguma siz itiraz ediyorsunuz.

    ‘Sol’ esittir ‘berbatlar cuvali’ dersek eminim yine de itiraz edeceksinizdir.

    Anlamsiz itirazlardan baska yapacak bir seyiniz yok mudur?

    “Stalinist totalitarizmin, yıllar boyu, adeta, ‘açılamaz’ denen kilitleri açan maymuncuk işlevi gördüğüne niçin inanıldığını, sürünün niçin sesini çıkarmadığını, mensupların sürüden niçin ayrılmak istemediklerini, sürüden ayrılanların ve sürüye hiç girmeyip daima muhalif kalanların ise niçin ‘bastırıldığını’, şimdi, daha net anladığını tahmin etmeyi umut etmek istiyoruz.”

    Bakin, benim hakkimda yazdiginiz onca zirzopluk icinde atladiginiz bir sur sey var. Onlari buraya alintilamaga gerek duymuyorum.

    Ama, su noktayi idrak etmeniz gerekiyor: Ticari amacla kurulmus bir sirketin, yine ticari gerekcelerle, belli seyi yapmasi ya da yapmamasi cok alisilmadik seyler degil.

    Fakat, onca lakrdinin sonunda yukaridaki paragrafta soyledikleriniz onemli:

    Siz, aslinda, ‘sol’ deyince bir ya da birden fazla ‘cikar grubunu’ kastediyorsunuz.

    Bir tur ticari faaliyet gibi.

    ‘Ekmek parasi’ icin ‘sol’cu olmaktan bahsediyorsunuz yani.

    Bu, konuyu cok daha basite indirgiyor.

    Bunu neden daha once soylemediniz?

    “Totalitarizm; (Français) ‘totalitarisme’. Bu şekilde kullanımı da mevcut.”

    Mevcuttur, eminim.

    Hatta, mesela, Swahili dilinde kimbilir baska nasil yaziliyordur.

    Onemli olan o degil. Kelime ile ne kasdettiginizi biraz dusunun.

    ‘Totaliter’cilik mi (yani kisiyi mi kastediyorsunuz), ‘totaliter yaklasim’cilik mi?

    “Laf hokkabazlığındaki kabiliyetini sergilemeyi pek sevdiğin için, ‘elestiriyorum’ kelimesini bir kamuflaj olarak kullanıp, o dönemdeki sol iklimin bütününü ‘kesin’ olarak ‘sürü’ sayıyorsun. Niyetin en başından belli.”

    Benim fazla bir sey dememe gerek kalmiyor ki. Soylenmesi gerekenleri –itiraz edermis gibi gorunerek– siz fazlasiyla soyluyorsunuz aslinda.

    Yukarida, ‘sol’u, hayalperestler ile cikarcikarin bir arada bulundugu ilginc bir suru olarak tarif eden ben degilim.

    “sürüden ayrılanların ve sürüye hiç girmeyip daima muhalif kalanların ise niçin ‘bastırıldığını’, sana tane tane anlattık.”

    Ac kalmak korkusu ile surude kaldiklarini kasdettiginizi soyleyebilseydiniz, hic bu kadar uzun ‘tirade’lere gerek kalmazdi.

    “Herhangi bir komitenin ‘sozcusu’, herhangi bir ‘Merkez Komite[si]nin sozcusu’, herhangi bir teşkilatın ‘mahalli bir ayakci’sı, herhangi bir ‘The Standing Committee of the Central Political Bureau of the Communist Party of bla-bla-bla’ değiliz.”

    Yani, size resmen oyle bir paye verilmis degil; siz bu angaryayi fahren yapiyorsunuz mu demek istiyorsunuz?

    Ucuza gittiginizi soyleyecek degilim. Kiymetten ari seyler soyluyorsunuz zaten.

    “Herhangi bir rahatsızlığımız, hastalığımız yok. Sağlıklıyız, sağlamız. Senin gibi kapitalist ucubelere karşı mücadele ediyoruz.”

    Saglikli oldugunuza siz hukediyorsaniz, uzgunum, bu da belirtilerin bir parcasidir.

    Tam tesekkullu bir hastaneden yardim almalisiniz.

    “Sen, ‘zehir saçan’ çirkef müsterihsin,”

    Yok. Yine ayni hata. ‘Çirkef müsterih’ diye bir tamlama cok fazla celiskili.

    ‘Müsterih’ kelimesinin anlami icin en yakin sozluge muracaat etmeniz gerekiyor.

    Fakat, o bekleyebilir; once tam tesekkullu bir hastaneye muracaat etmeniz cok daha onemli.

  242. Domuz tabusunun işlevi ve simgesel anlamı

    Domuzu daha önce yazmış mıydım hatırlamıyorum. Tekrara düşersem affedin, bir yaştan sonra oluyor böyle.

    Neolitik devrimden sonra Eski Dünya’da iki çeşit toplum türedi. Bir, toprağı ekip biçen, dolayısıyla bir köye bağlı yaşayanlar. İki, hayvancılık yapan, dolayısıyla mera peşinde durmadan gezenler. İkisi birbirini sevmezler. Eski destan literatürü baştan aşağı o kavgayla doludur. Köylü göçebeyi eşkiya ve zorba olarak görür; göçebe yerliyi pis koktuğu için, bokuyla iç içe yaşadığı için, cılız ve hastalıklı olduğu için hor görür. Unutma ki o zaman daha kanalizasyon yok, belediyenin çöp kamyonu da yok.

    İnsanoğlunun kadim çağlarda evcilleştirdiği hayvanları düşün: köpek, keçi, koyun, sığır, deve, eşek, at, tavuk, kedi. Hepsi göçebe hayata ayak uydurur. Yürü dersin yürürler, ya da tavuk ve kedi gibi taşınabilirler. Bir tek domuz yürümez, elli metre götürsen yeri göğü birbirine katar. O yüzden domuz, sadece yerleşik tarım toplumlarının baş edebileceği bir hayvandır. O yüzden göçebe toplumlar köylüden tiksindikleri gibi domuzdan tiksinir, onu köylü mundarlığının simgesi ve taşıyıcısı olarak görürler. Tarımın egemen olduğu antik Yunan ve Anadolu’da, İtalya’da, Balkanlarda, Çin’de, Güney Hindistan’da, Yeni Gine’nin dağlık kısmında domuz baş tacı edilmiş. Hayvancılığın – daha doğrusu hayvancı elitlerin – egemen olduğu Yahud diyarında, Arabistan’da, Orta Asya’da, Kuzey Hindistan’da iğrenç mahluk ilan edilmiş.

    Yani hayvancağızı yasaklama fikri evrenlerin rabbi olan Allahın değil, o da Araplarla Yahudilere aldanmış olmalı.

    Bu tür simgesel davranışlar tabii zamanla ikincil (sekonder) işlevsellik kazanabiliyor. Mesela konuyla alakası pek dolaylı bir millet olan Türkler, şu veya bu nedenle domuz tabusunu ulusal kimliğin tanımlayıcı bir ögesi olarak benimseyebiliyor, ondan sonra o toplum tarımcıymış, göçebeymiş, büroda dokuz beş çalışırmış, fark etmeyebiliyor. Hiç düşündünüz mü bilmem, bugünkü Türk ulusal kimliğinin en belirgin, en vazgeçilmez unsurlarından biridir hatta başlıcasıdır domuz tabusu. Bıyığını kesen Türk çok, koka kolayı ayrana tercih eden Türk çok, Atatürk’ü iplemeyen Türk bile var, ama git bir yabancı ülkede restorana gör ki Türk’ü tanımlayan en tipik davranış özelliği hangisiymiş. İmanım gevredi buradaki garsonlara, yok, anladım, problem yok, tamam, getirebilirsin diye laf anlatmaktan.

    Dinle açıklayamazsın bunu, çünkü Kuran mesela şarabı da yasaklamış, üstelik daha net ve kesin bir dille ve gerekçeli olarak yasaklamış, buna rağman elhamdülillahlı cümleler kuran Türklerin çok büyük bir bölümü şaraptan pek o kadar tiksinmez. Faiz mevzuuna, zinaya ve saireye girmiyorum bile.

    Yazsa ya birisi bir doktora tezi, İslamı Benimseme Sürecinde Türklerde Domuz Tabusunun İşlevi ve Simgesel Anlamı diye?

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/11/domuz-tabusunun-islevi-ve-simgesel-anlam.html

  243. Bu adamın yumurtladığı şeyler saçma sapan laf yığınlarının anlamsız bir karışımı. Bir çorba – mesela “Türk-İslam” gibi saçma bir sentez – bile değil.

  244. Dersim ayaklanmasının bastırılması emrini, 1937’de Mustafa Kemal vermiştir.

    Bu gerçek yıllar boyunca görmezden gelinse de, önümüzdeki birkaç yıl boyunca daha görmezden gelinecekse de, gerçeklerin er ya da geç kendini göstermek, kabul ettirmek gibi bir huyu vardır. Asıl sorumlunun Mustafa Kemal olduğu, zamanla, kabul edilecektir.

    Devlet yöneticileri kararlar aldığında, kararlarını tebliğ ederken kullandıkları kelimelere, üsluba önem verirler. Bu yöneticilerin eğitim düzeyi belki üslup konusunda yetkin olmalarına imkan sağlamıyor olabilir, veya tecrübeli siyasetçiler olmadıklarından üslubun önemini henüz kavramamış olabilirler. Bu gibi durumlarda devreye, bu yöneticilerin etrafındaki danışmanlar, hukuk uzmanları, kısaca konusunda yetkin kişiler girer ve yöneticinin aldığı kararın üslubuna yardımda bulunurlar, sonra tebliğ edilir.

    Tebliğ etme aşamasına bu kadar fazla önem atfetmelerinin pek çok sebebi vardır. Fakat ilk iki sebebi, ülkenin iç hukuk mevzuatı gereğince, emir uygulanmaya başlandığı an veya yıllar sonra herhangi bir suç unsurunun meydana gelmemesi, ikinci sebepse, uluslararası hukuk (ve teamüller) gereğince, emri veren yöneticinin (yöneticilerin) o an veya yıllar sonra suçlu ilan edilmemesidir. [Not: Bu iki sebep dışında başka sebepler de vardır.]

    Güncel örnek olması açısından:

    Cumhurbaşkanlığı’nın, Başbakanlık’ın, İçişleri Bakanlığı’nın, TSK’nin resmi yayın platformlarında (web sitesi, resmi gazete, resmi facebook hesabı, resmi twitter hesabı gibi) duyurduğu haberleri dikkatle analiz ederseniz, kullandıkları kelimeler genellikle şöyledir, ‘Terör örgütü üyeleriyle, Hakkari-Yüksekova kırsalında kurulan temas sonucu, 5 terörist etkisiz hâle getirildi, 1 asker şehit oldu.’ gibi cümleler okursunuz. ‘Devlet’, neticeyi tebliğ ederken, ‘öldürmek’ kelimesini mümkün mertebe kullanmaz, ‘etkisiz hâle getirildi’ gibi ifadeler kullanmaya dikkat eder.

    ‘Dersim ayaklanması’ meselesinde Musfata Kemal (ve etrafındakiler) her ne kadar ‘bastırılması’ kararını kafalarında almışlarsa da, ve bunun tebliğini üsluba dikkat ederek hazırlamışlarsa da, kazın ayağının umulduğu gibi çıkmayabileceği ihtimalini de bilen kişilerdir, kolay kolay aptal rolüne bürünmezler. Yani, ‘bastırılması’ kelimesi uygulamaya geçildiğinde ‘öldürmeye’, ‘katliama’ dönüşüverir, ki, dönüştü. 1939’a kadar da devam etti.

    1937’de Mustafa Kemal, Dersim ayaklanmasının bastırılması emrini henüz kafasında şekillendirirken, yani tasarlarken, bunun ‘öldürmekle’ sonuçlanacağını kestiremeyecek kadar aptal bir yönetici değildi. Burada tek mesele, bu ‘öldürmek’ eylemini sonraki nesillere anlatırken, ‘o zamanki devlet yöneticileri’nin, ülkenin bekası için almaya mecbur kaldıkları bir karar olduğu yönünde nesilleri inandırıp – inandırmamasıdır. ‘Dersim ayaklanması’ meselesinde, ‘devlet’, bu inandırıcılığı sağla[ya]mamıştır.

    Kısaca, ‘devlet’, yalan atmış, fakat bu yalan yutulmamıştır.

    Yutanlar yuttuğuyla kalır, Dersim’de ‘devlet’in yaptığı katliamın acısı yaşanmaya devam edilir.

    ‘Emri veren kişi’nin Mustafa Kemal olduğu er ya da geç kabul edilecektir.

  245. “Dersim ayaklanmasının bastırılması emrini […]”

    Kimin verdigi bellidir de, bir an icin bunu bir yana birakalim ve bir-iki adim gerisine gidelim.

    ‘Dersim ayaklanması’ denen sey nedir?

    Neden ‘ayaklan’mislar?

    Daha dogrusu, gercekten ayaklanmislar mi; yoksa, taa Tanzimat’tan beri devam eden –bolgenin karakteristigi haline gelmis– ic huzursuzluklarin bir benzeri, bir devami midir?

    Eger bu ikincisi ise, ki bence oyledir, Dersim’de yeni bir sey yoktur.

    Yani, Dersim, taa Tanzimat’tan beri nasil ise, oyle davranmaga devam ediyor.

    Sebepler de, iyi kotu, biliniyor: Asker vermekten kacinmaktan maada, vergi vermek istemiyorlar. Bolge cok fakir. Anlayisla karsilamak lazim.

    [[

    Okudugum kaynaklarin neredeyse tamaminda, Dersim’in Osmanli doneminde cok uzun asirlar boyunca, Tanzimat’a kadar, ozerk bir statusunun oldugu yaziyor.

    Osmanli’nin kimlere ozerklik verdigine bakmak, neden bunun ilginc oldugunu soyledigime isik tutar.

    Osmanli, Anadolu cografyasinda, fethettigi hicbir yere ozerklik tanimis degildir.

    Tek istisnasinin, Kurdistan oldugunu dusunebilirsiniz ama Kurdistan Osmanli tarafindan fethedilmis degildir –dolayisi ile, bir ‘istisna’ degildir.

    Kurdistan’daki ozerk yapi, Idris-i Bitlisi’nin onculugunde, taraflar arasinda varilan bir anlasma sonucu ortaya cikmistir.

    Dersim, Kurdistan cografyasinda olmadigi gibi, bu anlasmanin kapsaminda da degildir.

    Peki, Dersim’e Osmanli’nin tanidigi soylenen ozerkligi nasil acikliyoruz?

    Benim hipotezlerim var; ama, ‘controversial’ kacabilecegi icin, simdilik kalsin.

    ]]

    Peki, ‘Dersim’de yeni bir sey yok’ ise, ne olmustur?

    Bence, ‘ne olmustur?’ sorusuna cevap vermek icin biraz pattern analizi yapmak, birbirine benzeyen baska seyleri de dikkate almak lazim.

    Aklima gelenleri yazayim.

    1926’da ‘Izmir Suikasti’ ismiyle bilinen karmabulasik sey.. Onceden haber alinmis, fakat tam olarak da engellenmemis; yine de basarili olmasina izin verilmemis, failleri yakalanmis bir tesebbusten bahsediyoruz.

    Bu tesebbusun ne kadari gercekten bunu yapmak icin yola cikanlardan, ne kadari da onlari yonlendiren (ajan provokatorlerden) kaynaklanir, bilinmez.

    Ama, sonrasinda yasananlar ilginctir. Kazim Karabekir’e varincaya kadar, Kurtulus Savasinin onemli aktorleri (‘Istiklal Mahkemeleri’nde gorulen) bu dava ile tasfiye edilmek istenmis, bir kismi da edilmistir.

    Yani, ‘Izmir Suikasti’, hayli verimli olmustur.

    Daha sonra, 1930’da, ‘Menemen Olaylari’ yasanmistir. Resmi mavallarda, Menemen’de yobazlarin kahraman astegmen Kubilay’i hunharca katlettigi anlatilir durur.

    Halbuki, olayin asli cok baskadir.

    Kubilay denen tip tam bir pisliktir. Carsinin ortasinda elalemin karisina kizina alenen sarkmakta, onlari fiilen taciz etmekte, ve uniformanin arkasina siginmaktadir.

    Gun gelir isin dozunu artik tahammul edilemez noktaya vardirir, carsi esnafi ve esraf adamin isini oracikta bitirirler.

    Haber Ankara’ya vardiginda, Ankara –savunulacak bir seyi olmadigini bildiginden– duymamis gibi davranir. Yani, konu adi bir adli vaka sayilir.

    Sonra? 3-4 gun sonra Ankara tavir degistirir. Bunu bir irtica hareketi saymaga karar verir; ve faillerini de en sert sekilde cezalandirmaga..

    22 kisi apar topar idam edilir. 48 kisi de ‘idam karsiligi’ ve ‘agir dahil turlu cezalara carptirilir?

    [Bunlari nereden biliyorum? Basit. O tarihte Menemen’in hemen bitisiginde, Manisa’da, gorev yapmis bir Emniyet mensubu yakinin anlatmisti.]

    Peki, neden?

    Cunku, Dogu’da ‘Seyh Sait Isyani’ basligi altinda bir temizlik baslatilacaktir ve hem ulke ahalisine Dogu-Bati arasinda dengeli davranildigini; hem de ‘Bati’nin dikkatlerini baska bir yere cekmek ve ayrica onlara da ‘irtica’ ile kapsamli mucadele edildigini gostermek gerekmistir.

    Yani, ‘Menemen Olaylari’ cok verimli (!) sonuclara yol acmistir.

    Simdi.. donelim tekrar Dersim’e..

    ‘Dersim’de yeni bir sey yok’ ise, ne olmustur? demistik en son.

    Bence, dise dokunur (ya da ‘onemli’) hic bir sey olmus degil.

    Sadece, ibret-i alem olmasina karar verilmis olsa gerektir.

    Peki, ‘ibret-i alem’ derken kimi, kimleri kastediyoruz?

    Ulkenin Dogusunu tabii ki.

    [Ben, ulkenin dogusunda yasayanlarin tamaminin Kurt oldugunu dusunmuyorum. Cogunlukta olduklari yerler coktur; ama, hele o devirde, bugunku sekliyle ‘Kurtluk’ bilincinden bahsedemeyiz. Dolayisi ile, Ankara Hukumeti’ne iplemeyenler dersek daha dogru olur.]

    Hem Dogu’ya gozdagi vermek, hem de daha sonra yapilacak olanlara emsal teskil etmek icin Dersim hayli verimli olmustur.

    Dandik bir seyi isyan baslangici sayip, devasa bir balyozla minnacik bir findigi kirmak gibi bir harekat baslatilmistir.

    Bilmiyorum; belki direncin boyutlarini kestiremediler; belki de kestirdiler fakat umursamadilar.. sonucta, katliam boyutuna vardi (hatta, onu da asti) yapilanlar.

    Bugun aradan 80 sene gecmis ve biz hala daha ‘herseyi sizin iyiliginiz icin yaptik, sesinizi cikarmayin’ filan gibi ahmakca laflar ediyoruz.

    Bu mum cok uzun yanmaz.

  246. ‘Gur-yuksek sesle yavelemek’ diyelim, daha dogru olqbilir.

    Yanlış.

    Oku, öğren; kaytarMA:

    ‘Gur-yuksek sesle yavelemek’ değil, ‘gerçekleri haykırmak’.

    ‘Bu sizin yanilsamaniz. Bir donemden bahsediyoruz. O doneme damgasini vuran bir kitleden bahsediyoruz. O kitlenin icinde, farkli dusunen az sayida birilerinin olmasi, esasi degistirmez.’

    Esası değiştirir. Sebebi de şudur: ‘O donem’de hâlinden memnun sürü mensubu çoğunluktaydı. Bütün cesaretini toplayıp sürüden ayrılan ve sürüye hiç girMEyip daima muhalif kalabilen kişiler ve teşkilatlar (kelimenin en hafif anlamıyla, daha ağırları da var) ‘bastırıldı’.

    Senin yegâne maksadın, yoğun olarak 1960-70’li yıllarda (‘insan davranışları’nın neticelerinden biri olan) Stalinist totalitarizmin hegemonya kurduğu Türkiye sol ikliminin ‘bütününü’ sürü olarak saymak.

    Sana ısrarla şu gerçeği hatırlatıyoruz: Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın.

    Kısaca, sen, ‘kesin’ sonuca ulaştığını iddia ediyorsun.

    Biz de, ‘kesin’ sonuca sadece senin değil, kimsenin (biz dahil) ulaşmasının mümkün olMAdığı gerçeğini haykırıyoruz.

    Hâlâ anlamıyorsun, hâlâ.

    ‘Haykirmalarla, cirpinmalarla filan enerjinizi tuketmek yerine, metodolojiyi dogru oturtsaniz, boyle haybeye yorulmaniza hic gerek kalmayacak.’

    Metodolojimiz sağlam. Senin ya gözlerinde bozukluk olduğundan ya da öğrenMEmek için kaytardığından, aktardığımız ‘gerçekler’i saptırıyorsun. Niyetin en başından belli.

    Ortada ‘haybeye yorulmayi gerektirecek’ herhangi bir durum yok, senin gibi çirkef müsterihlere karşı mücadele var.

    Sen, patavatsızlıklarına ve 1960-70’li yıllardaki sol iklimin ‘bütününü’ sürü olarak göstermeye devam ettiğin müddetçe, sana, ‘gerçekleri haykırmaya’ devam edeceğiz.

    ‘Nasil yani? ‘Kadir kiymet bilmemek’ anlaminda birilerinin gucenmesine mi isaret ediyorsunuz?’

    Mesele, birilerini gücendirmek, başka birilerinin de gönlünü almak değil. Patavatsızlıktaki kabiliyetini de sergilemekten vazgeç artık.

    Mesele, ‘gerçeği’, bütün açıklığıyla hatırlatmak. Bir kez daha hatırlatalım:

    Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın.

    Kısaca, sen, ‘kesin’ sonuca ulaştığını iddia ediyorsun.

    Biz de, ‘kesin’ sonuca sadece senin değil, kimsenin (biz dahil) ulaşmasının mümkün olMAdığı gerçeğini haykırıyoruz.

    ‘Taabi, tabi. Hem ‘biz’ olmak, hem de ‘ozgur’. Nasil oluyorsa artik.’

    Sen, ‘biz’ gibi, çoğulluk bildiren kelimeleri (zamirleri) okuduğunda, otomatikman, herhangi bir zirzopluk teşkilatının ayakçılığını yapmak ile ilişkilendirdiğin için, bizler gibi dayanışma ile hareket edenlerin özgür olmadığını zannediyor olabilirsin. Zannetmeye devam et. Senin gibi, ‘narsist’ (narcissiste) ve ‘hedonist’, kapitalizmin müstahdemliğini yapan, otomotiv sektöründeki büyük oyunculara aksam üreten K.O.B.İ.-irisi şirketini ayakta tutabilmek için Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan zibidi patronlara karşı mücadele, özgürlük mücadelesidir. Bu mücadele, ‘özgür’dür ve ‘çoğul’dur, herhangi bir zirzopluk teşkilatının ayakçılığını yapmaz.

    ‘Benim kararlarimi benim vermem beni ‘narsist’ (narcissiste) ve ‘hedonist’ yapiyorsa, hic sorun degil.’

    ‘Beyan’, esastır.

    Senin yazdıkların, seni anlatır.

    Tam da bu yazdıkların neticesinde, sen, ‘çirkef müsterih’sin.

    ‘Herkesi ve herkesi bir cuvala koyan kim?’

    Sensin.

    ‘Ben, kendine ‘sol’ diyenleri ve onlarin yaptiklarini bir(er) cuvala koyuyorum.’

    Laf hokkabazlığı yaparak, hepsini, bir (tek) çuvala koyuyorsun.

    ‘Sizin bununla sorununuz olabilir. Bunu yadirgamam.’

    Hâlâ ‘narsist’liğine (narcissiste) ve ‘hedonist’liğine devam ediyorsun.

    Bizim meselemiz, tarihi bir gerçekliği saptırmak için ‘NKVD ajanı prototipi’nin 21. yüzyıl versiyonu olan senin gibilere karşı, senin gibi laf hokkabazlarına karşı, senin gibi yalancılara karşı, senin gibi K.O.B.İ.-irisi şirketini ayakta tutabilmek için Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan zibidi patronlara karşı mücadeledir.

    ‘Yadirgamam, cunku, cozmek oncelikleriniz arasinda en onde gelecek bir sorun degil bu.’

    Neleri önce çözeceğimize – neleri sonra çözeceğimize, ‘sen’, karar veremezsin; ‘bencilliğin’i bir kez daha açıkça haykırmış oldun, ‘narsist’ (narcissiste) ve ‘hedonist’ Necip.

    ‘Once baska konularda sifa bulmaniz lazim.’

    Metafizik sularda kulaç atıp ‘once baska konularda sifa bulmaniz lazim’ gibi zımbırtılar hönkürmeyi bırak, gerçekliğe dön. Herhangi bir rahatsızlığımız, hastalığımız yok. Sağlıklıyız, sağlamız. Senin gibi kapitalist ucubelere karşı mücadele ediyoruz.

    ‘Ama, hala daha ‘Stalinist totalitarizm’ (ki, hala daha yanlis yaziyorsunuz) gibi [sanki etten kemikten olan] bir seye atifta bulunuyorsunuz. ‘Stalinist totalitarizm’ dediginiz sey, bir bakis acisi. Onu icra eden etten kemikten birileri olmasi lazim. Vardi.’

    Hâlâ patavatsızlık yapıyorsun, hâlâ öğrenMEmek için kaytarıyorsun. Sana ne yazdık yukarıda, 181 no’da?

    Stalinist totalitarizm, bir kavram ve uygulamadır, yani ‘insan davranışı’nın neticesidir. Stalin 1953’te ölmüş olsa da, onun siyasetinden zuhur etmiştir, bugün de, sadece Türkiye’de değil dünya genelinde, erozyona uğramış olsa da, bilinirliği ve uygulanması devam etmektedir.

    (Bu sayfada yazıştığımız) kavramlar da, uygulamalar da, kendiliğinden doğup büyüyen (ve küçülen) şeyler değildir, insan davranışları ağır basar. Bu nedenle, harf israfı yapmaya devam ederek, ‘demagogic lecturing’ alanındaki kabiliyetini sergilemekten vazgeç.

    1960-70’li yıllarda Türkiye’deki sol iklime, Stalinist totalitarizmin hegemonya kurması, tamamen, ‘Allahin emri’ filan demekti, istisnaların kaideyi ara-sıra da olsa silkelemesine müsaade edilmedi. (Herhâlde, ‘insan davranışları’dan bahsettiğimizi anlıyorsundur. Anlamıyorsan, senin problemin.)

    1960-70’li yıllarda Türkiye’deki sol iklimde, Stalinist totalitarizmin şemsiyesi altında olanlar, ‘tipik bir suru’ydu. Bu şemsiyeyi sorgulayanlar ve altına girmeyi reddedenler, ‘tipik bir suru’ değildi.

    Her şeyi ve herkesi bir çuvala doldurup, buradan nihayete ulaşaMAzsın.

    ‘Niye bunlara boyun egildi? Benim sordugum soru budur.’

    Hâlâ öğrenMEmek için kaytarıyorsun. Sana ne yazdık yukarıda, 223 no’da?

    ‘Hamili kart, yakinimdir (veya ‘kart hamili, yakinimdir’)’ ile başla, bir sosyalist (ve komünist) devrim rüyasına kadar geniş bir yelpazede sayılabilecek pek çok sebep, aforoz edilmekten çekinen ve aforoz edilmeyi hiç isteMEyip sürünün mensubu olarak yaşamak isteyen pek çok kişinin sebebiydi. Bunu ‘senin’ farkedebilmen o kadar kolay değil, çünkü, K.O.B.İ.-irisi şirketini ayakta tutabilmen için Di(…)tör Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan sürünün ve kapitalist müstahdemler sürüsünün mensubusun. Dışarı çıkacak cesareti gösterebilirsen, belki, farketmeye başlarsın. Ama mensubu olduğun sürülerden dışarı adımını atamazsın, senin ifadenle kendini aforoz ‘ettiremezsin’, çünkü, K.O.B.İ.-irisi şirketinin eriMEmesi, senin, o sürülerin içinde kalmanla mümkün. ‘Kart hamili, yakinimdir’ deyiminin, Erdoğan di(…)törlüğündeki ve kapitalist müstahdemlikteki karşılığı, sensin. Stalinist totalitarizmin, yıllar boyu, adeta, ‘açılamaz’ denen kilitleri açan maymuncuk işlevi gördüğüne niçin inanıldığını, sürünün niçin sesini çıkarmadığını, mensupların sürüden niçin ayrılmak istemediklerini, sürüden ayrılanların ve sürüye hiç girmeyip daima muhalif kalanların ise niçin ‘bastırıldığını’, şimdi, daha net anladığını tahmin etmeyi umut etmek istiyoruz.

    Hâlâ anlamıyorsan, Di(…)tör Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapanlar arasında olan; sürünün mensubu arkadaşın Kadir Topbaş’ın, sürünün mensubu arkadaşın Melih Gökçek’in, sürünün mensubu arkadaşın Recep Altepe’nin, sürünün mensubu arkadaşın Ahmet Edip Uğur’un niçin istifa etmeye Erdoğan tarafından zorlandığını anlamaya gayret edersen, ‘1960-70’li yıllarda Türkiye sol iklimindeki gaddarlıklar’ ile ‘Di(…)tör Erdoğan’ın gaddarlıkları’nın aynı olduğunu, belki, anlamaya başlarsın.

    Ve dikkat et; sürü mensupları arasında olan bu 4 kişiden bazıları, istifalarından sonra, sırf, sivil hayatlarındaki düzenlerinin aksaMAması için, Di(…)tör Erdoğan’ın ‘dava’sından ayrı düşMEyeceklerini, Erdoğan di(…)törlüğündeki askerliklerini (gönülleri artık razı gelmese de) yapmayı sürdüreceklerini deklare etmeye mecbur kaldılar. Tıpkı, 1960-70’li yıllarda (‘insan davranışları’nın neticelerinden biri olan) Stalinist totalitarizmin hegemonya kurduğu Türkiye sol iklimindeki ‘sürü’nün mensuplarının çoğunda gözlemlenen davranış gibi.

    Şimdi, soru şu; senin de mensubu olduğun sürüdeki kişiler neden aforoz edilmeyi (istifa etmeyi) hiç istemediler? Cevap: ‘Hamili kart, yakinimdir (veya ‘kart hamili, yakinimdir’)’ ile başla, bir İslamcı devrim rüyasına kadar geniş bir yelpazede sayılabilecek pek çok sebep var. Peki, illa ‘Erdoğan di(…)törlüğü’ dinine mensup olmaları mı gerekiyordu? Başka din mi yoktu; dinsiz olmak alternatifi de mi yoktu? Hadi ‘sol’un geneli ‘hümanist, barışçı, aydın’ falan filan sıfatlarını hak etmiyor, tamam bu tespit doğru gözükebilir de; başkalarını habire ‘fasişt’likle suçlayan Di(…)tör Erdoğan’ın kendisi ve yandaşlarından bahsediyoruz, degil mi? ‘Oksimoronluk’ konseptine bir emsal daha = Necip.

    Eğer, yukarıda yazılanları hâlâ anlamıyorsan, bu senin problemin.

    ‘Birincisi, ben oyle tahayyul filan ediyor degilim. Bu onlarin kendileri icin kullandiklari sifatlar. Ikincisi, neden sol icinde bu sifatlari kendine yakistiranlara itiraz gelmedi?’

    Sebep (1): Sürüdeki çoğunluk, ‘(bla-bla-bla sıfatları kendilerine münasip gören) önderlerimize ses yükseltmeyin haa. Eğer ses yükseltirseniz, üzerinize su serperiz.’ cezbe hâli ile savunmadaydı. Tıpkı senin Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ı savunman gibi.

    Sebep (2): Sürüden ayrılanlar ve sürüye hiç girMEyip daima muhalif kalanlar, ‘bla-bla-bla sıfatlar’a itiraz etmek için tüm cesaretlerini toplayıp harekete geçebildiklerinde, (‘insan davranışları’nın neticelerinden biri olan) Stalinist totalitarizmin hegemonya kurduğu 1960-70’li yıllardaki Türkiye sol ikliminin geneli, bu kişileri ve teşkilatları ‘bastırdı’.

    ‘Yani, gerceklerle yuzlesmek yerine hayal aleminde, utopyada, yasamagi tercih eden bir kitle ile, ‘tamamen duygusal’ sebeplerle oralarda yer edinen birilerinden bahsediyoruz.’

    Ditto.

    ‘Ilginc bir koalisyon olmakla bereber, bu ikisinin hangisinin daha berbat olduguna karar vermek zor.’

    Zor olduğunu sana defalarca anlattık yukarıdaki metinlerimizde, ama senin tek yaptığın laf hokkabazlığı. Ufak adımlarla da olsa, ‘gerçeği’ anlama emareleri gösteriyorsun, fakat her an bozulabilir, çünkü yine herkesi bir (tek) çuvala doldurmaya başlama ihtimalin var.

    ‘ Ama, ‘iki berbat’i ayni ‘cuval’a koyduguma siz itiraz ediyorsunuz. ‘Sol’ esittir ‘berbatlar cuvali’ dersek eminim yine de itiraz edeceksinizdir. Anlamsiz itirazlardan baska yapacak bir seyiniz yok mudur?’

    Yine başladın, ‘ayni cuval’a doldurmaya.

    Sen, ‘gerçeği haykırıyor oluşumuz’u, bu kez, ‘anlamsiz itirazlar’ kelimelerini kamuflaj olarak kullanıp saptırıyorsun, o dönemdeki sol iklimin bütününü ‘kesin’ olarak ‘sürü’ sayıyorsun. Niyetin en başından belli.

    ‘Bakin, benim hakkimda yazdiginiz onca zirzopluk icinde atladiginiz bir sur sey var. Onlari buraya alintilamaga gerek duymuyorum.’

    Senin hakkında yazdıklarımızın hepsi ‘gerçek’tir, ‘zirzopluk’ değildir.

    ‘Alintilamaga gerek duymama’n, otomotiv sektöründeki büyük oyunculara aksam üreten K.O.B.İ.-irisi şirketini ayakta tutabilmek için Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan zibidi patron olduğun ‘gerçeğini’ değiştirmiyor.

    ‘Ama, su noktayi idrak etmeniz gerekiyor:’

    Neleri idrak edeceğimize – neleri idrak etmeyeceğimize, ‘sen’, karar veremezsin.

    ‘Ticari amacla kurulmus bir sirketin, yine ticari gerekcelerle, belli seyi yapmasi ya da yapmamasi cok alisilmadik seyler degil.’

    Mmu ha ha ha ha…

    Otomotiv sektöründeki büyük oyunculara aksam üreten K.O.B.İ.-irisi şirketini ayakta tutabilmek için Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan zibidi patron oluşun, elbette, ‘alisilmadik sey’ değil.

    ‘Siz, aslinda, ‘sol’ deyince bir ya da birden fazla ‘cikar grubunu’ kastediyorsunuz. Bir tur ticari faaliyet gibi. ‘Ekmek parasi’ icin ‘sol’cu olmaktan bahsediyorsunuz yani.’

    Ditto.

    ‘Bu, konuyu cok daha basite indirgiyor. Bunu neden daha once soylemediniz?’

    Konuyu ‘basite’ indirgeMİyoruz. Senin suratına, hayatın, en ‘temel’ gerçekliklerinden birini çarpıyoruz. Sen ise, ‘basite indirgemek’ kelimelerini kamuflaj olarak kullanıyorsun ve yine ‘gerçeği’ saptıracağını zannediyorsun, beceremiyorsun, sırıtıyor.

    Kendilerine ‘bla-bla-bla sıfatları’nı münasip gören birkaç düdük yüzünden, onca kişiyi çöp kutusuna göndermeye teşne olduğunu anlaman gerektiğini yukarıdaki metinlerimizde defalarca yazdık, jetonun yeni yeni düşmeye başladı. Akçe ilişkileri sebebiyle ‘sürü mensubu’ olarak kalmayı isteyen sayısı çoktu, o kadar çoktu ki. Bunların, ‘itiraz etmediğini’ senin de bildiğini biliyoruz. Sürü mensupları, düzenin devamı için, kendilerine ‘bla-bla-bla sıfatları’nı münasip gören birkaç düdüğü bile canhıraş savunuyorlardı. Tıpkı senin Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ı savunman gibi.

    Sana defalarca işaret ettik, şu ‘bastırmak’ eylemi üzerine kafa yormak işine gelmiyor Necip, nazlanıyorsun. Sürünün içinde olup sonradan ayrılan ve sürüye hiç girMEyip daima muhalif kalabilen kişilerin ‘bastırıldığı’ gerçeğini bilinçli olarak ıskalıyorsun. Hatırla, arkadaşın Kadir Topbaş’ın başına gelenleri. Hatırla, arkadaşın Melih Gökçek’in başına gelenleri. Hatırla, arkadaşın Recep Altepe’nin başına gelenleri. Hatırla, arkadaşın Ahmet Edip Uğur’un başına gelenleri. 1960-70’li yılların sol ikliminde, senin ‘Topbaş-Gökçek-Altepe-Uğur’ arkadaşlarının başına ne geldiyse, aynısı geldi.

    Fakat sen, yine, laf saptırmaya devam ediyorsun. Niyetin en başından belli.

    ‘Hatta, mesela, Swahili dilinde kimbilir baska nasil yaziliyordur.’

    Ditto.

    ‘Onemli olan o degil. Kelime ile ne kasdettiginizi biraz dusunun.’

    Utanmaz, arlanmaz; kelime ile ne kastettiğimizi gayet iyi biliyoruz. Senin tek yaptığın ‘demagogic lecturing’, çirkef müsterih.

    ‘Totaliter’cilik mi (yani kisiyi mi kastediyorsunuz), ‘totaliter yaklasim’cilik mi?

    Patavatsızlığına son ver artık.

    Lafazanlığına son ver artık.

    ‘Demagogic lecturing’e son ver artık.

    Sana en çabuk ulaşabileceğin üç kaynak, üçü de ‘aynı’, sadece diller ‘farklı’:

    Totalitarisme → (https://fr.wikipedia.org/wiki/Totalitarisme)

    Totalitarianism → (https://en.wikipedia.org/wiki/Totalitarianism)

    Totalitarizm → (https://tr.wikipedia.org/wiki/Totalitarizm)

    ‘Benim fazla bir sey dememe gerek kalmiyor ki. Soylenmesi gerekenleri [itiraz edermis gibi gorunerek] siz fazlasiyla soyluyorsunuz aslinda.’

    Yalan atMA.

    Senin suratına ‘gerçekleri’ çarpıyoruz, senin yaptığın ise ‘itiraz edermis gibi gorunerek’ kelimelerinle bize ithamda bulunmak, yalanlar atmak. Hadi ordan, çirkef müsterih.

    ‘Yukarida, ‘sol’u, hayalperestler ile cikarcikarin bir arada bulundugu ilginc bir suru olarak tarif eden ben degilim.’

    Sana tane tane izah ettiğimiz ‘gerçekleri’ okuduktan sonra, aynanın karşısına geçip ‘sen’i gördüğün için ürkmüşsündür muhtemelen. Çünkü sen de, Di(…)tör Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan sürünün ve kapitalist müstahdemler sürüsünün mensubusun.

    ‘Ac kalmak korkusu ile surude kaldiklarini kasdettiginizi soyleyebilseydiniz, hic bu kadar uzun ‘tirade’lere gerek kalmazdi.’

    Laf saptırMA.

    Aç kalmaya korkan, sürüdeki çoğunluktu.

    Aç kalmaktan korkMAyanlar ise, sürüden ayrıldı, sonra da çoğu ‘bastırıldı’; ve sürüye hiç girmeyip daima muhalif kalanlar da ‘bastırıldı’.

    Sen bunları farkedemeyebilirsin, çünkü, otomotiv sektöründeki büyük oyunculara aksam üreten K.O.B.İ.-irisi şirketini ayakta tutabilmek için Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan zibidi patron oluşun, elbette, ‘alisilmadik sey’ değil.

    ‘Yani, size resmen oyle bir paye verilmis degil; siz bu angaryayi fahren yapiyorsunuz mu demek istiyorsunuz?’

    Hiçkimseden, hiçbir kurum, teşkilat, ve benzerlerinden türlü-çeşitli ‘paye’ beklentisi içinde değiliz.

    Senin gibi otomotiv sektöründeki büyük oyunculara aksam üreten K.O.B.İ.-irisi şirketini ayakta tutabilmek için Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan zibidi patronlara karşı mücadele, ‘özgürlük mücadelesi’dir, ‘angarya’ değildir.

    ‘Ucuza gittiginizi soyleyecek degilim. Kiymetten ari seyler soyluyorsunuz zaten.’

    ‘Kapitalistler her şeyin fiyatını bilirler, fakat, hiçbir şeyin kıymetini bilmezler.’ = Necip

    ‘Saglikli oldugunuza siz hukediyorsaniz, uzgunum, bu da belirtilerin bir parcasidir.’

    Sen, patavatsızlık ve laf hokkabazlığı yaparak, senin gibi çirkef müsterihlere karşı yürüttüğümüz mücadeleyi ‘hastalik’ zannedip, metafizik sularda kulaçlar atarak ‘sifa dilemek’le meşgul, Di(…)tör Recep Tayyip Erdoğan’ın gönüllü askerliğini yapan zibidi patronsun.

    Kısaca, sen, ‘zehir saçan’ bir müsterihsin.

    ‘Yok. Yine ayni hata. ‘Çirkef müsterih’ diye bir tamlama cok fazla celiskili. ‘Müsterih’ kelimesinin anlami icin en yakin sozluge muracaat etmeniz gerekiyor.’

    Laf saptırMA.

    ‘Demagogic lecturing’ alanındaki kabiliyetini yine sergileyip, konuyu bulandırmak için çırpınMA.

    Senin yazdıkların, seni anlatır. ‘Çirkef müsterih’sin. Bize, ‘demagogic lecturing’ vermeye kalkışma, haddini bil. ‘Çirkef’ ve ‘müsterih’ kelimelerinin anlamlarını dikkatle araştır, öğren.

    ‘once tam tesekkullu bir hastaneye muracaat etmeniz cok daha onemli.’

    Herhangi bir rahatsızlığımız, hastalığımız yok. Sağlıklıyız, sağlamız. Senin gibi kapitalist ucubelere karşı mücadele ediyoruz.

  247. “Seçmen Kafası” yazısının üstünde Star Wars’taki savaş robotlarının kafasının resmi olan duvar resmi herşeyi özetliyor.

    Erdoğan – ve Necip – gibilerinin kafası ise o robotları savaşa yollayan liderlerinin kafası olsa gerek.

    Asıl mesele de robotlar değil, robotlaştıran liderler. Duvar resminin tek eksiği de bunu vurgulamaması olmuş.

  248. “Esası değiştirir. Sebebi de şudur: ‘O donem’de hâlinden memnun sürü mensubu çoğunluktaydı. Bütün cesaretini toplayıp sürüden ayrılan ve sürüye hiç girMEyip daima muhalif kalabilen kişiler ve teşkilatlar (kelimenin en hafif anlamıyla, daha ağırları da var) ‘bastırıldı’.”

    Esasi degistirmez. Ve, acikca goruldugu uzere, degistir(e)medi de.

    Ama, o kadarla da kalmiyor:

    “yoğun olarak 1960-70’li yıllarda (‘insan davranışları’nın neticelerinden biri olan) Stalinist totalitarizmin hegemonya kurduğu Türkiye sol ikliminin ‘bütününü’ sürü olarak saymak.”

    ‘Hamamin namusunu kurtarmak’ adina, sizin yaveleyip durdugunuz ama bir turlu adini da koy(a)madiginiz ‘sutten cikmis ak kasik’lar kimlerdir?

    Maocular mi, bilmemne hocacilar mi, Castrocular mi, Berlinciler mi, Londracilar mi.. yoksa isimlerini kimsenin (ya da benim) duymadigi(m) [hatirlamadigi(m)] baska ‘bilesen’ler mi?

    Yoksa, ayrilip reklamci filan olanlar mi?

    Bunlarin arasinda onemli/anlamli bir fark oldugunu neden dusunmeliyiz?

  249. Bir soru

    “İşçi Sınıfı”nın çıkarları ile – artık ciddi bir büyümeyle büyük bir kitle haline gelmekte olan – üst/orta sınıflar öğrenci (ve “diplomalı – yahut okul terk – işsiz”) gençliğinin çıkarları – en az “Kapitalist”lerin çıkarları kadar – birbirleriyle çelişmiyor mu?

    90’larda ve 2000’lerin başlarında bile yeterince hesaba katılmayan bu yeni durumun 2010’lardan, 20’lerden, 30’lardan sonra ne haller alabileceğini varın siz düşünün.

    “Beyaz Yakalılar”a yahut üst/orta sınıfların önceki kuşaklarına değinmiyorum bile. Çünkü “bugün”ün ve “yarın”ın sorunları karşısında bu kuşak bile neredeyse – tıpkı “İşçi Sınıfı” gibi – büyük ölçüde “dün”ü temsil ediyor.

  250. (Necip bu haberi hatırlar)

    Rus model hakkında şok şüphe! Ölümü şoke etmişti…

    Çin’de geçen haftalarda, 13 saatlik bir modellik görevinin ardından yaşamını yitiren Vlada Dzyuba adlı 14 yaşındaki Rus modele yapılan otopside vücudunda biyolojik zehir kalıntılarına rastlandı.

    Rus model Vlada Dzyuba,ÿŞangay Moda Haftası’na katıldıktan sonra yaşamını yitirmiş ve modelin “aşırı yorgunluk” ve menenjit nedeniyle öldüğü belirtilmişti.

    Resmi Çin otopsi belgeleri ise birçok iç organın zarar gördüğünü, karaciğerin iş göremez hale geldiğini ve böbrek yetmezliği olduğunu gösteriyor.

    Rus Araştırma Komitesi geçtiğimiz ay hayatını kaybeden modelin şüpheli ölümüne ilişkin cezai soruşturma açmış, reşit olmayan modelin Çinde sağlık sigortası olmadan çalışarak eğitimini sekteye uğratması eleştirilmişti.

    Konunun gündeme gelmesi reşit olmayan Rus modellerin kötü şartlarda çalıştırılmalarına da dikkat çekmişti.

    Modellik yapmak için bulunduğu Çin’in Şanghay kentinde hayata veda eden 14 yaşındaki Dzyuba’ın ailesi ekonomik yetersizlikler yüzünden genç kızın cenazesini ülkelerine götüremediği ortaya çıkmıştı.

    Şanghay’daki moda haftasında tam 12 saat boyunca defileye çıkan Dzyuba, bunun ardından fenalaşıp hastaneye kaldırılmış, iki gün komada kalan Dzyuba yaşam mücadelesini kaybetmişti.

    http://www.hurriyet.com.tr/galeri-rus-model-hakkinda-sok-suphe-olumu-soke-etmisti-40646080

  251. Türkçe tarihi 1: İngilizce sözcüklerin yazımı

    Türkçe’nin Tarihine İlişkin Notlar önce sözlüğe önsöz olarak düşünüldü, daha sonra şişip bağımsız bir kitap projesine evrildi. 2014 sonu ile 2015’in ilk aylarında Yenipazar’da, 2015 sonu ile 2016 Ocak ayında Söke Cezaevinde epeyce çalıştım. Toplasan yüz elli sayfa kadar yazmışım.

    Gerçekçi olmak gerekirse o kitap çıkmaz ayın son Çarşambasından önce bitmez. O gün geldiğinde de bu yazdıklarımı beğenmem, baştan yazarım.

    O yüzden, bari yazılanlar bir işe yarasın diye içlerinden derli toplu birkaç pasajı burada sizinle paylaşayım diyorum. Önümüzdeki birkaç gün bunlarla geçecek.
    *
    İmla duvarının sarsılması

    1980’li yılların ortalarında Türkçe yazımda henüz yeterince farkına varılmayan, ancak uzun vadede çarpıcı sonuçları olabilecek bir yeni eğilim belirdi. İngilizceden alıntılanan sözcüklerde Türkçe fonetik yazım kuralı terk edildi.

    Batı dillerinden alınan kelimelerin Türkçe fonetik imlaya göre yazılması eski yazıdan kalma bir alışkanlıktı. Arapça ve Farsçadan alınmış olan sözcükler, Türkçe telaffuzu ne olursa olsun, eski yazıda orijinal dilin imlasına uygun olarak yazılırken, Arap alfabesi kullanmayan dillerden, örneğin Rumca, İtalyanca ve Fransızcadan alınan sözcüklerin fonetik olarak Arap alfabesine çevrilmesi teknik bir zorunluluk idi. Latin alfabesine geçildikten sonra da, teknik zorunluluk ortadan kalktığı halde, Batıdan alınan kelimelerin fonetik olarak aktarımı elli yıla yakın süreyle norm kabul edildi. Fransızcadan alınan üç bini aşkın sözcüğün tamamı Türkçeleştirilmiş fonetik yazımla benimsendi (elektrik, pano, sistem, kordonblö, kürdan, kruvaze, anket, enstrüman, jandarma, şömine, şofben, pötibör vb.). Aynı şekilde İngilizceden alınanlar da, tramvay (tramway), istimbot (steamboat), cazbant (jazz-band), dretnot (dreadnought), vinç (winch), ofsayt (offside), taç (touch), nakavt (knockout), blucin (blue jeans) gibi, Türkçe fonetik imlaya adapte edildi.

    İngilizceden alınan sözcüklerde izlenen yöntemin, 1982 ila 1985 yıllarına isabet eden bir tarihte, sessiz ve muhtemelen bilinçsiz bir kolektif kararla, tersine döndüğünü görüyoruz. Bu tarihten sonra Türkçe kullanıma giren İngilizce kökenli kelimelerde genel kural, İngilizce imlanın korunmasıdır. Email, fast-food, network, off-road, piercing, wireless, workshop, showroom, delete etmek, upgrade etmek ve benzerleri normdur. İmeyl, festfut, netvörk, ofrot, pirsink, vayrles, vörkşop, şovrum, dilit, apgreyt… kullanılmaz, veya kullanıldıkları takdirde “yanlış” olarak algılanırlar.

    Tercih edilen yazım, sözcüğün hangi tarihte Türkçe genel kullanıma nüfuz ettiğine ilişkin bilgi verir. Kamyon çeşidi olan treyler 1950’li yıllardan beri kullanımdadır; “film fragmanı” anlamına gelen trailer Türk basınında ilk kez 1995’te görülmüştür. Aynı İngilizce sözcük 20. yy başlarında futbol terimi olarak aut veya avut, 1980’li yılların ikinci yarısında moda terimi olarak out şeklinde Türkçeye girmiştir. Türkçede 1930’lardan beri kullanılan kovboy v ile, 1980’lerde yaygınlaşan western w ile yazılır; Türkçe metinde cowboy yazımı yadırgandığı gibi, vestern yazımı da yadırganır.

    İngilizce imla ile yazılan sözcükleri diğerlerinden daha az “Türkçe” saymak için tutarlı herhangi bir neden gösterilemez. Maç (match) ya da mayın (mine) “Türkçe” sayılarak sözlüklerde yer alırken, Türkçe metinlerde onlarla yaklaşık aynı sıklıkta veya daha sık kullanılan email veya web sözcüklerinin “yabancı” sayılması için makul bir neden yoktur. “Top auta gitti” cümlesindeki aut Türkçe sözlüklerde yer alırken “dar yakalar bu sene out” cümlesindeki out’un dışarıda bırakılması herhangi bir tutarlı gerekçeyle savunulamaz.
    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/11/turkce-tarihi-1-ingilizce-sozcuklerin.html

    Türkçe tarihi 2: Öztürkçenin sonu

    Eski Türk Dil Kurumu’nun 12 Eylül rejimince 1982’de tasfiyesiyle birlikte, belki bundan kısa bir süre önce, “Yeni Türkçe” adını verdiğimiz sözcük üretme metodolojisi üretkenliğini kaybetti.

    Nişanyan Sözlük’te “Yeni Türkçe” olarak işaretlediğimiz 724 adet maddebaşı veya madde altında ilk yazılı örneği belgelenmiş sözcük bulunuyor. Bunların tümü, kanımca, güncel Türkçe kelime hazinesine mal olmuş ve genel kullanımda benimsenmiş olan sözcüklerdir. 353 adedi 1934 ile 1939 yılları arasında, 244 adedi 1940’larda, 41’i 1950’lerde, 39’u 1960’larda ve 43’ü 1970’lerde ilk kez yazılı kullanımda tespit edilmiştir.

    1980’li yıllara ait olan 12 Yeni Türkçe sözcük bulabiliyoruz. Bunlardan sadece dördü (dolayım, kayaç, özüt, üstlenici) 1983’ten geçtir; onların da bir veya ikisinin daha eski olup en erken örneklerini henüz tespit edemediklerimizden olması güçlü olasılıktır. 1990’larda ötekileştirme, çalıştay ve yapısöküm, 2000’lerde ön izleme, çevrimiçi, çözünürlük “Yeni Türkçe” akımının morfolojik özelliklerini sergileyen örneklerdir. Başkası yoktur veya bir elin parmakları kadardır. Bulunabilecek olası örnekler, dar bir akademik veya edebi çevre dışında kullanım alanı bulamamış denemeler olsa gerekir.

    Bu verilerden hareketle, 1932’de resmen başlatılan “Dil Devrimi” sürecinin, elli yıllık bir serüvenin sonunda, 1982 dolayında sona erdiği sonucunu çıkarabiliriz.

    Bu tespitten, “Türkçenin üretkenliğini yitirdiği” gibi bir çıkarıma atlamak mümkün görünmüyor. Yeni dönemde, yapım ekleriyle yeni leksikal birimler üretme yöntemi büyük ölçüde terk edilmiş olabilir. Buna karşılık belki Türkçenin alışkanlıklarına daha uygun düşecek bir şekilde, kalıp deyimler üretimine ağırlık verilmiştir.

    Aşağıdaki deyimler 24 Kasım 2014 tarihli bir gazetenin sadece ilk beş sayfasında tesadüf ettiğimiz, tümü 1980 veya 1990’lı yıllardan sonrasına ait olan deyimlerden birkaçıdır.

    atölye çalışmaları, bilgi işlem merkezi, boşanma süreci, büyüme hedefleri, canlı yayın, dağıtım kanalları, dereceye girmek, destek vermek, dönem başkanlığı, gelişmekte olan ülkeler, haber sitesi, ihtiyaç kredisi, insan kaynakları, işlem hacmi, katılım payı, marka yüzü, müşteri odaklı, ön izleme, pazar payı, performans sergilemek, performans verileri, politika faizi, sahne almak, servis etmek, sıcak bakmak, sıfır noktası, siber saldırı, son çeyrek, soruşturmayı derinleştirmek, ticari araç, ürün ailesi, yapımcılığını üstlenmek (31)

    Listelenenlerin tümü, belirgin bir kavramı ifade eden ve kullanımda varyasyona izin vermeyen kalıp ifadelerdir. Bu anlamda, bağımsız birer leksikal birim olarak kabul edilmeleri doğrudur. Atölye çalışmaları yerine mesela işlik çalışmaları veya atölye işlemleri/etkinlikleri/emeği/egzersizleri, bilgi işlem merkezi yerine bilgi işleme merkezi, malumat işlem merkezi, info-operasyon merkezi, bilgi işlem odağı vb. ifadeleri kullanılamaz; kullanıldığı takdirde “yanlış” olarak algılanır. Dolayısıyla bu deyimler, herhangi bir sözcük kadar Türkçe leksikonun parçasıdır.

    Öte yandan, aynı kavramlar şayet 2000’lerde değil 1930 veya 1960’larda Türkçeye gelmiş olsa bunlara monoleksemik karşılıklar bulunmaya çalışılacağı, örneğin atölye çalışmaları yerine belki çalışka, bilgi işlem merkezi yerine bilgütay, boşanma süreci yerine boşanılsama, büyüme hedefleri yerine ereksellikler, canlı yayın yerine dirigörüt, dağıtım kanalları yerine dağıtağlar, dereceye girmek yerine ödülgemek, destek vermek yerine yardamak, dönem başkanlığı yerine kısıtbaşlık… gibi sözcüklerin ya da benzerlerinin denenmiş olacağını tahmin edebiliriz. Bu tür “Öztürkçe” kelimeler yaratma alışkanlığının 1980’lerden sonra bırakılmış olması, Türkçenin üretkenliğini yitirdiğini göstermez, sadece üretim yöntemini değiştirdiğini gösterir.

    Yeni yöntemin eskisine oranla a) sözlü Türkçenin alışkanlıklarına daha uygun, b) daha esnek, c) daha verimli, d) daha demokratik ve e) dünya trendlerine daha uygun bir yöntem olduğu kanısındayım. Türkçenin alışkanlıklarına daha uygundur, çünkü

    [Gerisi eksik. “Ekşi Sözlük, Zaytung örnek ver, Murat Menteş, Pucca” diye not almışım. “… kalıp deyimlerden kurulu bir ağın ustaca manipüle ve yer yer ihlal edilmesine dayalı bir espri anlayışı…” diyerek post-milenyal Türk edebiyatının değerlendirmesine girişmişim, ama toparlayamamışım. Perihan Mağden’i de mutlaka sokardım araya.

    Bitiş cümlesi: “Kabul etmek gerekir ki bu denli cüretkâr ve başarılı cümlelere 20. yüzyıl Türk edebiyatının tutuk dilinde pek sık rastlanmaz.]
    *
    Başka bir yerde YTü kategorisini şöyle tarif etmişim:

    “YTü: 1935 ile 1983 yılları arasında TDK tarafından önerilen veya onaylanan Yeni Türkçe sözcükler. Belirgin özelliği, Türkçe yazı dilinde var olan Batı kökenli (çoğu Fransızca) ve/veya Osmanlıca sözcüklerin çevirisi olmalarıdır. Söz konusu “çeviri tadı”, YTü kelime hazinesinin tanımlayıcı özelliğidir. YTü sözcüklerin Fransızca ve/veya Osmanlıca karşılığını kolayca hatırlayabiliriz, ve hatırladığımız zaman (eğer bu iki dile az da olsa vakıf isek) sözcüğü “daha iyi anladığımız” duygusuna kapılırız. Örnek: ikilem > dilemma, ilke > prensip, ilgeç > edat, imgelem > tahayyül, imleç > cursor, istenç > irade, izlek > tema, izlenim > impression, intıba, kent > şehir, kentsoylu > burjuva… “Haa, anladım”.

    Yine 1920’lerden sonra beliren ve Türkçe köklerden üretilmiş olan aşağıdaki sözcükleri ele alalım. Bunlarda “çeviri tadı” yoktur – hatta çoğunun başka bir dilde karşılığını bulmakta zorlanırız. TDK tarafından üretilmemişlerdir. Bu nedenle, birçoğu YTü sözcükler kadar “yeni” oldukları halde, YTü olarak etiketlenemezler.
    açma [bir tür hamur işi], akbil, asmolen, atmasyon, aymaz, bıçkın, daral gel-, dokunmatik, gerzek, hababam, içerlek, kıytırık, küçümen, örtbas et-, soydaş, taklavat…”
    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/11/turkce-tarihi-2-ozturkcenin-sonu.html

  252. “(Necip bu haberi hatırlar)”

    Evet. Baska bir yerde okudum.

    Zavalli kizin basina gelen ve akibeti cok uzucu.

    Kimbilir ne yedi.. ya da, model oldugu icin, yemedi..

    Fakat, ben, Hurriyet’in bu haberi veris bicimini garipsedim.

    Hala daha, eski metinden kopyala + yapistir ile, 12-13 saat calistigi, 14 yasinda oldugu, ailesinin cesedi almaga gelemeyecek kadar fakir oldugu edebiyatini, sisire sisire, yazip duruyorlar.

    Dertleri nedir; onu anlamaga calisiyorum.

    Cin’de calisma sartlarinin zor –cok zor– oldugunu bilmeyen mi var?

    Rusya’da da, kizlarini ihrac etmek zorunda kalacak kadar, fakir insanlarin varligi midir asil haber?

    Yoo.. bunlarin hepsi biliniyor; ve uzucu.

    O kadar ki, neredeyse artik haber degeri yok.

    Hurriyet’in karin agrisi nedir?

  253. Rus modelin ölümünün ardında sadece kişisel bir trajedi değil daha büyük gerçekler var.
    Öncelikle, çocuk yaştaki kızların güya defile mankeni ya da fotomodel olarak seçilip, yetiştirildiği sadece bir palavradır. Burada asıl ticaret Çin’in yeni zenginlerinin sapık isteklerini karşılamak üzere onlara çocuk pazarlamaktır.
    Bir iki sene sonra “yaşlanmış” oldukları için gözden düşer ve beş parasız geri dönerler.
    Defileler ve fotoğraf çekimleri sadece bahanedir.
    Kızların Sibirya’da yaşayan aileleri yoksullukla boğuşmaktadır ve bir model ajansının bu tür bir iş teklifini düşünmeden kabul ederler.
    Sibirya’da sürekli olarak modellik yarışmaları düzenlenir ve “kazanan” kızlar , Çin gibi ülkelere yollanır, büyük kazançlar vaadedilir. Tabi, bu vaatlerin yalan olduğu sonradan anlaşılır.
    Neden bu kızları Sibirya’da arıyorlar?
    Bu sorunun cevabı o bölgedeki fakirlik olduğu kadar aynı zamanda bölgenin genetik dağılımıdır.
    Çar zamanında ve daha da aşırı olmak üzere STALİN zamanında sürekli olarak Sibirya’ya sürgün edilen insanlar yüzünden bölgede normalden daha zengin bir gen havuzu meydana gelmiştir. Çeşitli farklı etnik grupları karıştıran Sibirya sürgünlerinin sonucu budur.

  254. “Neden bu kızları Sibirya’da arıyorlar?
    Bu sorunun cevabı o bölgedeki fakirlik olduğu kadar aynı zamanda bölgenin genetik dağılımıdır.
    Çar zamanında ve daha da aşırı olmak üzere STALİN zamanında sürekli olarak Sibirya’ya sürgün edilen insanlar yüzünden bölgede normalden daha zengin bir gen havuzu meydana gelmiştir. Çeşitli farklı etnik grupları karıştıran Sibirya sürgünlerinin sonucu budur.”

    ‘Fakirlik’i anladim da, ‘genetik zenginlik’ pek ikna edici degil bence.

    Bahsedilen surgunlerin amaci ‘karistir + baristir’ degildi. Yavas yavas yokedilmek icin gonderildiler.

    Surgun edilen yerlere gidenler de, ekseriyetle

    a) topluluklar halinde surgun edilmislerse, kendi kapali toplumlarini olusturdular.

    b) bireysel ise, siyasiydi. Genetik havuza anlamli bir katkida bulunmak icin ya yaslari musait degildi, ya da kadin-erkek orani buna izin vermiyordu.

    ‘Genetik zenginlik’ ‘Kavimler Kapisi’nda cok daha yuksek olmali.

    Cok daha da dogal.

    Mesela, Dagistan ve civari.

    Ama, cok daha da pahali –can pahasina– olur, o ayri 😉

  255. Che tişörtü giymiş Hitler’den açıklamalar:

    “Kimse benden Nuriye ve Semih’e sempati duymamı beklemesin”

    http://www.hurriyet.com.tr/kimse-benden-nuriye-ve-semihe-sempati-duymami-beklemesin-40647331

  256. “Domuz tabusunun işlevi ve simgesel anlamı”

    Nisanyan, bu yazisinda bence pek de desteksiz sallamis…

    “O yüzden göçebe toplumlar köylüden tiksindikleri gibi domuzdan tiksinir, onu köylü mundarlığının simgesi ve taşıyıcısı olarak görürler. Tarımın egemen olduğu antik Yunan ve Anadolu’da, İtalya’da, Balkanlarda, Çin’de, Güney Hindistan’da, Yeni Gine’nin dağlık kısmında domuz baş tacı edilmiş.”

    ‘Domuz’un nerelerde bastaci edildigini, edilmisse de yukarida saydiklari onlar arasinda midir; ne kadar zaman icindir; bilmiyorum.

    Ama, bildigimiz en az iki sey var:

    Bir: Cok uzun bir donemdir ‘bastaci’ edilen evcil hayvalarin basinda ‘inek’ geliyor. Bkz Hindistan. Pek de domuza benzemiyor.

    Iki: Gocebe/gocer topluluklarin begenilerini/nefretlerini yerlesik/sehirli topluluklarin benimsedigine dair (Sevanyan’in bu iddiasinin disinda) baska pek de bir ornek yok.

    Yani, ‘gocerler sevmiyordu; o yuzden, yerlesikler de sevmez oldular’ faraziyesini kabul etmek mumkun degil.

    Sirf sivri laflar etmek icin ugrasacagina, bence, biraz daha dusunup boyle bir yasagin anlamli sebeplerinin olup olamayacagina kafa yorsaydi daha faydali olurdu.

    Domuz yasaginin sebeplerini ben de bilmiyorum; ama, uzun bir gecmisi olduguna bakarak, bunun (simdi bilmedigimiz) bazi deneyimler/tecrubeler sonucunda varilmis kollektif/anonim bir karar oldugunu farzetmek durumundayim.

    Tipki ‘birinci derece kan bagi arasinda cima yasagi’ gibi.. Buna ‘fucur’ diyoruz (keferecesi ‘incest’).

    Ilginc olan, ‘fucur’dan kacinmak gibi bir seyin diger memelilerde gorulmemesi… sadece insalarda var bu; ve hayli de yani sayilir.

    Cok eskilerde kimsenin pek de takmadigi biliniyor –Ibrahimi dinlerde de Adem’den sonraki birkac nesilde uygulanMAmak izni verildigi soylenir, mesela.

    Fakat, ‘fucur yasagi’, modern bilimden hayli eski oldugu halde, ne bir bilimci (scientist) ne de baska birileri buna itiraz eder; tersine desteklerler. Sebebi de klasik mahalle baskisi degil herhalde.

    Benim baktigim yerden, her kadim yasagi hemen yanlis saymak akillica degil. Tersi asikar degilse, eski yasaklara burun kivirmak da dogru degil.

    Baskalari icin ‘cocuk’lugun bir yasta sona erecegini beklemek makuldur de, anlasilan, Nisanyan bundan munezzehtir.

  257. İlk İki söz:
    Bu yazıda dinlediğim öğüt: Büyük sorular buzlu suya benzerler, hemen girip hemen çıkmalı.
    Çelişkisiz insan arayanlara öğüdüm: mezarlığa gidin.

    En basitten başlayayım, “‘totem’ kelimesi ve takıntı”.
    Gerçi espri açıklanırsa tadı kaçarmış.
    “Totem” kelimesi “rahim” ve dolayısıyla hısım akraba demek. Yani modern anlamda totemini yeme ve akrabayla cinsi ilişkiye girme yasakları orijinal anlamdan uzak sayılmaz. Satış reklamları seks dolar taşar, sekssiz bir kibrit veya diş macunu almak bile imkânsız. Bir haberlinin teorisine göre medeniyetin yaratılması ve ayakta tutulması, sanat, edebiyat, resim, bilimin seks mahrumluğundan kaynaklanırmış. Diğer bir takıntı daha: evrensellik. Evrensel mi? Evet, karşımızda yine o meşhur “soyutlama-evrenselleştirme” tenasühü.

    Dört anlamadığıma dört anlamış gibi yanıt.
    Önce ve yine bir espri.
    Kepler’in gezegenler hareketleriyle ilgili açıklamalarını dinleyen üç piskopos birbirlerine döner sorarlar: Yahu, “gezegen” ne? Yahu, “yörünge” ne? Yahu, “elips” ne?

    “‘Evren’in (‘Kainat’in, ‘Universe’in) aslinda bir simulasyon olabilecegine”
    Eğer evren bir simülasyonsa, gerçek evrenden farkı ne? Bazı mistikler ve filozoflar “bu dünya gerçek değil” diyerek insanları uyarmak istediler. Bu makaledekilerin böyle bir amacı yok gibi. Eğer simülasyon, zamanımız diliyle bilimsel ve gerçekten gerçekse, aradaki farkla kafamızı yormaya değmez gibi.

    “bilgi depolamanin bir enerji karsiligi oldugundan hareketle”
    Bu, o meşhur bilgi yitimi konusu mu?

    ” ‘Evrende yalniz’ olMAyabilecegimize yonelik ipuclarina isaret ediyor.”
    Mitlere baktığımızda insanın bütünü algılaması, aynı zaman, mekân ve maddeyi evcilleştirmesi gibi, bütünü, yani evreni evcilleştirmesi, insanlar kadar eskiye uzanır. Ne var ki, tarihin çok belli bir sürecinde ve çok belli bir bağlamda evren .ok bellà bàr anlamda sonlu olmaktan çıkıp sonsuz oldu. “Yeni Dünyanın Buluşu” bunu daha da pekiştirdi. Ardından insanın hayal kurma tenasühü ve şiirimsi aşamalar, mitler geldi. Belki, ölçü aletlerinin keskinliği, bu dünyadan kaçmaya hazırlıklar, yeni “doğal” veya “evrensel” enerji kaynakları aramalar, zamanımıza egemen “yapılabilirse yaparız” yeniliklerini küflenmiş eski mit, şiir, mistik diliyle ifadesi etmek zor. Zaten bilim dili gittikçe mecazi anlamlardan arınmakta. Eski mistiğin “ifadesi imkânsız” biçareliğinin yerini Arşimet’in “buldum, buldum”, “olur, olur” coşkunluğu almakta.

    ‘Uzayli Zeka’
    Bilgi de gittikçe enformasyonlaşmakta. Ön kapıdan tekmeyle atılan o meşhur ruhaniliğin tenasühü, yeniden dirilmemesi mi, arka kapıdan içeri sızması mı yoksa? Her şey aslında sıfırlar ve birler dizisi değil mi? Aynı insanın sırrı genom gibi. Sanki kadim “Mikro eşit makro” denklemi yeniden devreye girmiş.
    Bir zamanlar ırkçılar “akıl almaz tarihi anıtların” ancak ve ancak uzaydan gelen kendileri gibi ileri zekâlıların yaptığını savunmuşlardı. Eğer ‘Uzayli Zeka’lar aşağı inmeyecekse en iyisi Dünyalı Zekaların onlara gitmesi. Bu ‘Uzayli Zeka’ bulunduğunda geri zekâlı çıkarsa veya ileri zekalı ama yırtıcı ve kırıcı değilse vay başına geleceklere! Hele daha henüz gelenlerin geldikleri yeri viraneye çevirdiklerinden dolayı kaçtıklarını ve daha önce aynı haltı yediklerini bilmiyorlarsa! Kırımdan geçirme, uzayda cirit atan bilim adamlarını aşar. Asla önleyemezler. İşi kendilerini gönderen politikacılara ve aradan bir zaman geçtikten sonra tarihçilere bırakırlar. İş ve işçi bölümü çok eski bir takıntı veya saplantı veya zorunluluk. Hatta belki evrensel. Bilim adamları kurtlar, kuşlar, karıncalar arasında bile buldular.

    Dörtlerden çıkış kabilinden:
    İş ve işçi bölümü insanın bölümü, insanın tümlüğünü kaybetmesi eski ama bir tenasühü yeni: “Geçekten bilimsel gerçek” / “şiirsel, sanatsal, felsefi, mitsel, efsanevi, dinsel, hayal kurmalar gibi şakamsı gerçek.” ayırımı. Yani, doğru/yanlış takıntısı.
    Eskiden gaipten ses duyanlara evliya veya aziz, uzaya seyahate çıkanlara şaman, ilham alanlara şair, mistik, peygamber diye hürmet edilirdi. Şimdi artık böyle safsatalara kimse inanmıyor. Bunlar tıplaştırıldı, “bilinçaltı” oldu veya doğrudan doğruya kaçık yaftaları takıldı. İnsan kalbinin yarattığı bazı mucizeler hariç, bu kafayı yiyenlerin hiç biri taştan et yapabileceği veya çölde balık bolluğu olacağı iddiasında bulunmadı. İddia eden kısa bir zamanda diplomasını kaybederdi. Ama açıkgözlülerin yaşadığı büyük şehirlerde, 90 yaşında karılara 14 yaşındaki güzellikler satılabilir, seks açlığından allahı şaşmış bir genç erkeğe arabayı alırsa içindeki güzel kıza da sahip olacağı rahatça yutturulur. Artık insanların gözleri o kadar açıldı ki yalanlara bile bile inanıyorlar. Hatta böyle safsatalar bile bilimselleşti. Reklamcılara yardım eden sosyolog, antropolog, psikologlar bu işi çok ciddiye alırlar. Seçim propagandası da öyle.
    Ama şu sonsuz doğru ve bilimsel: kafayı yiyenler azalmakta; bilim adamları, gözü açıklar ve aydınlar çoğalmakta!

    ” Ama, bu sadece bir cikarim.”
    Bitkilerin köklerini yer altına uzatarak “gıda” alması, fotosentezle güneş ışınlarındaki enerjiden faydalanması “çıkarı” mı?
    Soyutlama ve evrenselleştirme kaçınılmaz ama bunun en güzel eleştirisi “tecrit” kelimesinin (tenasüh?) etimolojisinde, yani çekirge. Çekirgelerin işleri bitince bir şey kalmıyor.
    İnsanlar düşe kalka büyük başarılar sağlamışlar. Ateşsiz uzaya seyahat düşünülemez. Hatta sosyal hayat ve dil bile ateşe dayatılabilir. Diğer göz kamaştırıcı başarı tarım ve hayvancılık. Mademki başladık bunlar da “çıkarı” olsun. Bence tehlike çıkarıcılıkta değil, çıkarıcılığa fazla su katmakta, cıvıklaştırıp her yere yaymakta, dikkati dağıtmakta. Düşe kalka unutuldu, dikkat hızlı koşanda toplandı. Tabii, koşturanlar ve alkışlayanlar hâlâ eski “İnsanlık İçin” vs. gibi basmakalıp soyutlamalarla süslenirler ama bu bir alışkanlık veya yayınlayan dergi veya kitap baskı evlerinin koyduğu zorunluluk. Bence bu süslerle kendilerini bezeyenler ne dediklerini ne anlarlar ne de bu süslere önem verirler. Belki insanın kendi gölgesinden korkmasının nedeni bu.

    “… bazi ideolojilerde benzer fonksiyonlari temsil ediyorlar.”

    Eğer “ideoloji” insanın sosyal yaşamına ve dünyayla ilişkilerine seçtiği bir anlam vermekse, yine çok soyut ama, evet. Ama maalesef, bu anlam, aynı zamanda ideolojilerin fonksiyonlarını gizler.
    Eşitsizliği gizleyen ideoloji güçlü gencin ihtiyarı doyurmasını “doğru” kılar. Anne ve baba küçüğün elindeki pastayı kapıp yiyen büyüğü azarlarlar. Hatta eşitliğe inanmayan eve gitmesin derim.
    Zamanımız ideolojisi eşitliği gizler. Habersizlerle haberliler gibi.
    Ben bilimi sevmem ama sanırım bilimselim. Tekrar edeyim, konu yanlış/doğru değil. Allahçılara göre eşitsizlik Allah’ın işi. Doğalcı-Laik aydınlara göre Darvin’in maymun işi. Veya daha derine inen bilimcilere göre genlerin işi. En basit yaklaşımla ve haberlilerin mantığıyla ben buna “canlılık işi” derim. Suç, canlı olmakta. En iyisi canlıların yerine cansız ama haberli robotlar yapalım, birkaç canlı haberli yeter, geri kalanların canı cehenneme! ‘Uzayli Zeka’lıyı bulduğumuzda, bu aramızdaki yer geri zekâlıların yüzünden yerin dibine batarız. Diğer yandan, ‘Uzayli Zeka’nın bizim habersizlerle dolu mahzun dünyadan habersiz olması da onun yüzünü kızartmalı. İnsanlar arsız, hele ben çok arsızım. Eğer benim canımı yanlışlıkla cennete göndermezlerse ve bu süperler süperi zekâyla tanışırsam, aydınlığa kavuşup haberliler arasında yer almadığını, dünya gezegeninden habersiz olduğunu yüzüne vururum. Eğer otoriter, totaliter, diktatör biriyse insan haklarına değer veren diğer evrene kaçarım.

    Daha ciddi oluyum.

    Şiir, sanat, edebiyat, müzik hatta mit yaratma ve felsefe insanın aşma gücüne işaret eder, özellikle ve haberlilerin teorilerine göre, fiziksel dünyayı aşmaya. Yani, yeni ümitler ve yeni aşmalar yeni değil. Yeni olan kim, neden, ne amaçla, kimin adına yeni yenilikler peşinde. Fiziksel dünyayı aşma taş yontmayla başladı ve devam etmekte. Anlam aramamız da öyle. Ne var ki anlam arama bilim adamlarının alanını aşar. Bilim adamları, ister istemez, anlam yerine medyada moda olan basmakalıp makyajlarla süslenirler, basmakalıp eski formülleri tekrarlarlar.
    Evrende var olmuş, en son ilahi güç para da dâhil, bütün tanrıların güçleri toplansa modanın gücüne kıyasla çocuk oyuncağı kalır.
    Sürdürülebilirlik, iklim değişmesi, yeni ve temiz enerji aramalar, stres, hastalıkların nedenini bozuk kafada bulma, … Geride kalma ve zamanında olma modası ilk defa Rönesans’ta moda olur.

    ” Ama, ben, bu arayisin ozunde, ‘bulup, anlayip, ikame etmek, yerine gecmek’ amacini da gorur gibi oluyorum.”
    Yine çıkar meselesi ve evrenselleştirme (kelime oyunu değil!) mi yoksa?
    İnsanın en güzel tanımlarından biri “olmak VE olmamak”
    Ben olayları bağlama bağlamada yarar görüyorum.
    Canlılar daima birbirlerinin sırtından geçindiler. Hastalıklara neden olanlar, ya kendi çıkarları için ikamet ettikleri ev sahiplerini hayatta ama halsiz tuttular, ya da öldürdüler. O halde hastalığın en büyük nedeni insan. Doğru. Ama çok soyut ve dolayısıyla dikkat dağıtıcı. Işık tutarak anlamaya yardımcı olabilir ama başka ışıklar da tutulabilir.
    Yunus Emre’den:
    “Allahı aradım durdum,
    buldum,
    peki, şimdi?”

    “Ideolojilerin ‘Teoloji’ kapsamina –henuz– alinmayisi, bence, ciddi bir eksikliktir.”

    İdeolojinin üstü örtülü teoloji olduğuna çok kişi değindi. Marksizm’in bir din olduğu “ispat” bile edildi. Ben kendin her ikisine tamamıyla katılıyorum. Ama Marksizm asıl din değil, yan din. Nasıl evliyalar, azizler, muskalar çok büyük işlerle meşgul allahla sıradan insanlar arasına girip yardımcı olurlarsa, Marksizm de temel dinle sıradan insanlar arasında köprü olur.

    Genel endişe ve korku, kendi endişe ve korkum.
    Evren kutsallıktan arındı, yerini cansız veya salt zekâdan oluşan bir varlık aldı.
    Bir modern filozof, matematikçi bilim adamı ve bir habersiz yerli ölümü tıpa tıp aynı algılarlar: Hiçlik. Filozof keder dolu, umutsuz, meyus, çaresiz. Yerli rahat. Hatta algısını bilimsel bir gözlem gibi anlatır. Aynı şeyin diğer bir ifadesi: Şimdi salt süper zenginlerle süper fakirler gurur ve onur içinde ölüyorlar, diğerlerinin her deliğinde bir boru, hastanede, etrafı sırıtan hastabakıcı ve doktorlarla çevrili göçüyor. Hiçlik sonun dehşet vermesi boşuna değil. Kutsallıktan arınmış dünyanın başlangıç ve sonucun salt ölü madde (enerji) olduğunun korku ve dehşet salması. Eski dinlerin rahipleri insanlara ölümü yenmeleri için ümit verirlerdi; yeni din “bilim” rahipleri zavallılara kendi kendilerini boğazlamak için bıçak uzatıyorlar hatta değerden yoksun olmanın gururu içindeler. Sorunumuz, bence, Yunus Emre’nin ifade ettiği gibi işin sırrına varamayış, hâlâ insan olmak VE olmamak değil. İşin tadı bunda. Sorun belki de anlamsızlık dünyasında yaşamamız, değerlerin alt üst olması.

    Benim korkum ve endişem: beni yanlış anlamış olmanız.
    Göreceliği çok severim ama sadece bir yöntem olarak. Amacım ormanda bitki, hayvan ve hatta toplumları anlamaya çalışmak. Dışarı çıktığımda mutlaklık savunurum. Haberli/habersiz tarihsel, siyasal, ideolojik ve mitolojik kavramlar. Geçerli oldukları toplumlar dışında olsa olsa hüsnü kuruntu. Çok daha kaba söylersem ben habersizlerdenim. Bilgimin ölçersem kendimi daha çok “allah fakiri eşeğini kaybettirip buldurmayla mutlu eder” fıkrasındaki fakir görürüm. Hatta eşeğimi bile eski allah değil bilimin yeni allahı ihtimal hesapları yardımıyla, yani tesadüfen buldum.
    Konu bilim veya bilgi değil. Eğer benim geri zekâmla söylersem: “dahi veya yüksek zekâlı veya büyük beyinli veya haberi olan kendine mahsus ayakları yerden kesilmiş bir dünyada yaşar; zanaatkârın komşusu ve sevdikleri vardır.” Şimdi artık yaptığını seve seve yapan zanaatkâr yerine araştırmalarıyla zanaatkârın işini kolaylaştıran haberli dahiler sayesinde yaptığını sevmeyenlerin sayısızlığı.
    Belki algoritmanın (karşımıza yine o etimoloji çıktı: el-Hârizmî) moda oluşu bundan kaynaklanıyor: anlamadan bilmek ve anlamadan yapmak.
    Benim her gece geri zekâmla sayıklamalarım: “Ulan, keşke şu çok ileri zekâlı, bilirkişi, uzman, haberli, uyanıklarla hayranlarını bir uzay gemisine koyup dönmemek üzere evrende turistlik yapmaya göndersek. Hem onlara bir sürü iş çıkar hem biz biraz rahat nefes alırız. Bunu espri olsun diye söylemiyorum. Hem onlar hem de bizim için en iyi çözüm olduğuna bütün varlığımla inanıyorum.

  258. “‘Totem’ kelimesi ‘rahim’ ve dolayısıyla hısım akraba demek.”

    Daha once hic boyle bir bilgiyle karsilasmadim. Teyid edecek bir kaynak (yani, link) verebilir misiniz?

    “Eğer evren bir simülasyonsa, gerçek evrenden farkı ne?”

    Beklenmedik bir soru oldugunu kabul etmeliyim.

    Acilamagi deneyecegim.

    “Bazı mistikler ve filozoflar ‘bu dünya gerçek değil’ diyerek insanları uyarmak istediler. Bu makaledekilerin böyle bir amacı yok gibi. Eğer simülasyon, zamanımız diliyle bilimsel ve gerçekten gerçekse, aradaki farkla kafamızı yormaya değmez gibi.”

    🙂

    Oyle de bakilabilir tabii ki.

    Mesela, ‘yalan dunya’ lafi da hic de yeni degil.

    Ama, o mistik bakis olur.

    Burada kastedilen ‘simulasyon’, bir cesit bilgisayar oyunu gibi..

    Cok geliskin bir uygarligin calistirdigi/oynattigi bir ‘oyun’ dusunun. Ve, icinde de biz –yani, evrenimiz, dogamiz, ‘deneyimledigimiz’ hersey..

    Bu kadar kisa soylendiginde, tabii ki, ucuk ve afaki –hatta bir cocugun dahi durduk yerde kolayca/masumca soyleyebilcegi– bir sey gibi duruyor.

    Ama, o kadar basit degil.

    Yola ciktigi varsayimlar ve bunlar hem hic de afaki degil, hem de yansimalari sizi bu varsayimlar hakkinda bir tercihe zorluyor.

    “‘bilgi depolamanin bir enerji karsiligi oldugundan hareketle’
    Bu, o meşhur bilgi yitimi konusu mu?”

    Yok. Her bilgi parcacigini, en kucuk bilesenine indirgediginizde –ki, bu foton olabilir, elektron olabilir, prpton olabilir, notron olabilir; ama, sonucta, bir yerden bir yere transfer edilmesi gerektigi icin, cogu zaman daha alt parcaciklar olmaz– bunlarin bir enerji degeri var.

    Yani, o parcacigin ‘durum’unu degistirmek, yani ihtiva ettigi bilgiyi ona yuklemek/kaydetmek icin belli bir enerji harcamak zorundasiniz.

    Onu kastediyorlar.

    Ya da, daha guncel bir uygulamadan bahsedecek olursak: Elinizdeki falsh diske bir bilgiyi yuklemek istediginizde, o islemi yapmak icin belli bir enerji harcamaniz gerekir. O falsh disk, o bilgiyi depoladiktan sonra hic enerji tuketmese bile, degisiklik yapmak (depolamak) icin enerji gerekir.

    [Tabii ki, hic bir ‘flash disk’ sonsuza kadar bilgiyi muhafaza edemez; dolayisi ile, ‘bilgi yitimi’ sozkonusudur. Ama, bunu, elinizde yeterince enerji varsa, surekli yenileyerek asabilirsiniz. Bu da, problemin, ozunde, bir ‘enerji problemi’ oldugunu gosterir.]

    Simulasyon konusuna kisaca donecek olursak: Insan neslinin, bundan –ne bileyim– bin yil, on bin yil sonra ‘atalarimiz nasil yasiyordu’ meragiyla, ya da ‘sartlar farkli olsaydi evrim nasil sonuclar verirdi’ diyerek. cok kapsamli/mufassal bir simulasyon yaratamayacagini dusunuyorsaniz, insan neslinin ya bin yil (veya on bin yil) icinde yok olacagini kabul ediyrosunuzdur –ki, o durumda bu tur seyleri konusmanin alemi yok–, ya da bin yilin (veya on bin yilin) yeterli olmayacagini soyluyorsunuz.

    Eh, o durumda, yeterli olacak sureyi siz belirleyin ve sonunda ortaya cikan simulasyonun icinde kendinizin olmadigini ikna edici bir sekilde gosterin.

    Hic kolay degil.

    [Iki temel ‘soru’nun varligina isaret edildigini anlatabildim mi; emin degilim. Birincisi, insanlik bu hizda/sekilde giderek, 10 bin, 100 bin sene sonra var olabilecek mi? Ikincisi, o seviyedeki insanlik icinde kendimizi sogal sayabilecegimiz bir ‘simulasyon’ yaratmis olabilir mi?]

    [Asagidaki cumlenin ait oldugu paragrafi kirpmasaydim daha iyiydi; ama yer yuzunden kirmak zorunda kaldim. ]

    “[…] Eski mistiğin ‘ifadesi imkânsız’ biçareliğinin yerini Arşimet’in ‘buldum, buldum’, ‘olur, olur’ coşkunluğu almakta.”

    Ne dediginizi anliyorum; ama, yok, bu konustrugumuz konu oyle degil.

    Yani, ‘bilimci’lerin bir tur ‘ben oldum’ kibri degil sozkonusu olan.

    Tersine, ‘Evrende yanliz degilsek bile, bunu hic bir zaman bilemeyebiliriz, tahmin etsek de teyid edemeyebiliriz’ noktasina gelindigini gozluyorum ben.

    Bu, hem bir tur olgunlasma isaretidir; hem de boyunun olcusunu almis olmak..

    Buna benzer bir gelismeyi, mesela, tipta gormege basladik. Limitlerine/sinirlarina dayanmisligin panigiyle, eskiye (daha once burun kivirdiklari tekniklere) donmege basladilar. Ama, tip bir ‘bilim’ degil, ‘temel bilim’ hic.

    En temel ‘temel bilim’ olan fizikte bu fikirlerin ortaya cikmasi, ve kolayca reddedilebilir olmayislari onemlidir bence.

    “‘Uzayli Zeka’
    Bilgi de gittikçe enformasyonlaşmakta. Ön kapıdan tekmeyle atılan o meşhur ruhaniliğin tenasühü, yeniden dirilmemesi mi, arka kapıdan içeri sızması mı yoksa? Her şey aslında sıfırlar ve birler dizisi değil mi? Aynı insanın sırrı genom gibi. Sanki kadim ‘Mikro eşit makro’ denklemi yeniden devreye girmiş.”

    Tarihcesinden bakinca, bu dedikleriniz isabetsiz degil.

    Ama, gelecegi cinsinden bakinca, cok daha farkli bir durumla karsi karsiya olabiliriz.

    Mesela, ‘yercekimi’ dedigimiz ‘sey’ (ki, ‘sey’ lafi dogrudur; cunku hala daha anlamis degiliz) eger cok ustun bir zekanin tezahuru ise, biz o ‘ustun zeka’yi nasil teshis edecegiz, ya da onunla nasil iletisim kurabilecegiz?

    [Not: ‘yercekimi’ sadece bir ornek, diger ‘fizik kanun’larini da saymak mumkun. Mesela ‘kara kutle’den (‘dark matter’den) bahsediliyor. Mevut bilgimiz bunun neden var oldugunu filan aciklayamiyor. Bir ‘ust zeka’nin manipulasyonu olup olmadigi bile kolay reddedilemiyor.]

    “Ama açıkgözlülerin yaşadığı büyük şehirlerde, 90 yaşında karılara 14 yaşındaki güzellikler satılabilir, seks açlığından allahı şaşmış bir genç erkeğe arabayı alırsa içindeki güzel kıza da sahip olacağı rahatça yutturulur.”

    Arzunun kendisi artik o olmasa da, neslini devam ettirmek veya daha fazla velet peydahlamak gudusunun yansimasinin izlerini cok yerde gormek mumkun.

    Ama, eger insan omru birkac kat daha artirilabilirse, bunun hala daha ayni sekilde devam edecegini dusunuyor muzunuz?

    Ya da, baska bir hayat formuna gecildikten sonra?

    “Bitkilerin köklerini yer altına uzatarak ‘gıda’ alması, fotosentezle güneş ışınlarındaki enerjiden faydalanması ‘çıkarı’ mı?”

    E, Tabii.

    Tabii (dogal) olmasi, baska sekilde yasayamaz olmasi, tespiti degistirmez ki.

    Hele de, daha fazla gida, daha fazla enerji pesinde olmak da isin parcasi ise..

    “Bence tehlike çıkarıcılıkta değil, çıkarıcılığa fazla su katmakta, cıvıklaştırıp her yere yaymakta, dikkati dağıtmakta.”

    Ikisinin arasindaki siniri belirlemek hem kolay degil, hem de –ilginc bir celiskiyle– ahlaki olmaz.

    Yani, cikarciligi mesru kabul ederseniz (ki, etmeseniz dogayi aciklayamazsiniz), onun siddetini/yontemini/tarzini/uslubunu siz belirleyemezsiniz artik.

    ‘Dogal’ mecrasinda istedigi sekilde seyreder/edecektir.

    Simdi.. butun bunlari soyledikten sonra.. ‘Birakiniz herseyi, herkes istedigi kadar yapsin’ demis olabilecegimin (oyle anlasilabilecegimin) de farkindayim.

    Bunun, ‘kucuk resim’de cok sakat oldugunu biliyorum; ama, ‘buyuk resim’de de baska turlusu ayni derecede (hatta, daha da fazla) sakat.

    “Ben bilimi sevmem ama sanırım bilimselim.”

    Benim de ‘bilim’le aramda sevgi/sefkat/nefret filan turunden bir iliskim yok. Ben, faydaciyim. Yerince faydaci olabilsem, o zaman kendime filozof derdim 🙂

    “Tekrar edeyim, konu yanlış/doğru değil. Allahçılara göre eşitsizlik Allah’ın işi. Doğalcı-Laik aydınlara göre Darvin’in maymun işi. Veya daha derine inen bilimcilere göre genlerin işi. En basit yaklaşımla ve haberlilerin mantığıyla ben buna ‘canlılık işi’ derim. Suç, canlı olmakta. En iyisi canlıların yerine cansız ama haberli robotlar yapalım, birkaç canlı haberli yeter, geri kalanların canı cehenneme!”

    Yanlis oldugunu soyleyemem.

    Fakat, kucuk bir duzeltme yapmam gerekirse, ‘suc canlilarda’ degil, ‘suc, muhakeme yetenegi olmakta’ derdim.

    Asagi yukari ayni anlama gelirdi –biliyorum.

    “Diğer yandan, ‘Uzayli Zeka’nın bizim habersizlerle dolu mahzun dünyadan habersiz olması da onun yüzünü kızartmalı.”

    Habersiz olduklarini varsaymak da mumkun; ama, umurlarinda olmamak daha yuksek bir ihtimal gibi geliyor bana..

    Sizin, dunyanin bambaska bir yerinde yasayan herhangi bir memelinin bagirsaginin florasindaki bir bakteri umurunuzda olur mu?

    “Bilim adamları, ister istemez, anlam yerine medyada moda olan basmakalıp makyajlarla süslenirler, basmakalıp eski formülleri tekrarlarlar.”

    Hem dogru hem de degil.

    Siz, hakli olarak –cunku hep bunlarla muhatap oluyoruz– kariyer ‘bilimci’lerine bakarak bunlari soyluyorsunuz.

    Bir de, bu yazida ve bundan onceki yazida bahsettigim turden olanlar var. Onlarin dediklerini pek kimse duymaz; duysa da ya alaya almaga calisirlar, ya da anlamaz gecerler.

    “İnsanın en güzel tanımlarından biri ‘olmak VE olmamak’
    Ben olayları bağlama bağlamada yarar görüyorum.
    Canlılar daima birbirlerinin sırtından geçindiler.”

    Fakat, ‘canli’ dedigimiz sekilden daha farkli ‘hayat/yasam sekli’ olamaz mi?

    Olabilir mi?

    Eger olabilirse, onlar da –hala daha– birbirlerinin sirtindan mi gecinmek zorunda olurlar?

    O tur bir ‘hayat sekli’nin var olabilecegini kabul etmek basli basina zor; fakat daha da zoru o noktaya ‘terfi’ etmek.

    O, benim baktigim yerden, sadece ‘Allahi bulmak’ degil, ‘Allah olmak’ ya da ‘Allahi ikame etmek’ olur.

    Insanligin arayisinin hep bu oldugunu dusunurum.

    [Uzun erimli bir ‘vahdet-i vucut’ arayisi sonrasinda ilahlasmak da diyebiliriz.]

    “Ama Marksizm asıl din değil, yan din. Nasıl evliyalar, azizler, muskalar çok büyük işlerle meşgul allahla sıradan insanlar arasına girip yardımcı olurlarsa, Marksizm de temel dinle sıradan insanlar arasında köprü olur.”

    Bu, ilginc bir degerlendirme.

    Nasil ki, onca asirlarca reddettikten sonra, Katoliklik hem dunyanin yuvarlak oldugunu, hem de evrimi (Big Bang dahil) kabul ettiyse, ve onu da giderek ‘ogreti’lerine dahil etmege basladiysa, gun gelir Marxism’i de icerlestirebilir. Nitekim, Islam buna daha da yakindir.

    Ilginc.

    “Evren kutsallıktan arındı, yerini cansız veya salt zekâdan oluşan bir varlık aldı.”

    Evet; ama, bu kalici durum degil bence. Yukarida soylemege calistiklarima biraz da bu gozle bakmagi deneyin:

    [Meta]{Astro}fizik uzerinden bir ‘tanri'{lasma} arayisi…

    “Benim korkum ve endişem: beni yanlış anlamış olmanız.”

    Ayni dili konusmuyoruz. Bu belli.

    Ama, karsilikli tercumelerle (tercumelerin de hep hatali olabilecegini bilerek) onemli derecede halledebilecegimi(zi) dusunuyorum/umuyorum.

    “Bilgimin ölçersem kendimi daha çok ‘allah fakiri eşeğini kaybettirip buldurmayla mutlu eder’ fıkrasındaki fakir görürüm.”

    Bu dediginizin herkes icin gecerli oldugunu dusunurum ben.

    Tamam, ‘esek’ hep ‘esek’tir de, herkes icin hep ayni ‘esek’ degil.

    Kimisininki daha buyuk, kimisininki daha genc filan.

    Ve, kimisi daha seyrek kaybedip daha seyrek mutlu oluyor vs..

    “Hatta eşeğimi bile eski allah değil bilimin yeni allahı ihtimal hesapları yardımıyla, yani tesadüfen buldum.”

    Benim maceram da benzer fakat farkli.

    Ben, esegimi bulup bulmadigimi bilmiyorum; ama, ‘Allah’i analitik gemetri yardimiyla buldum 🙂

    Simdilik o kadariyla yetiniyorum.

    ‘Yetin’megin bizzatigi kendisini esegini bulmus olmak sayabilir miyiz; bilmiyorum.

    “Benim her gece geri zekâmla sayıklamalarım: ‘Ulan, keşke şu çok ileri zekâlı, bilirkişi, uzman, haberli, uyanıklarla hayranlarını bir uzay gemisine koyup dönmemek üzere evrende turistlik yapmaya göndersek. Hem onlara bir sürü iş çıkar hem biz biraz rahat nefes alırız. Bunu espri olsun diye söylemiyorum. Hem onlar hem de bizim için en iyi çözüm olduğuna bütün varlığımla inanıyorum.”

    “Ne niyaz ettigine dikkat et, mazallah gerceklesebilir” turunden bir laf var; bilirsiniz…

    Demem o ki, baskalari da sizi kendi niyazlarina dahil ediyor olabilirler.

    Yani, burada olusumuzun anlamli bir sebebi olup olmadigini bilmiyorum; ama, bazilarimizin agirlikli olarak genetik evrim surecimizin devamina, digerlerimizin de sosyal evrimizin devamina hizmet ettigini sezinliyorum.

    Biri olmadan digeri topal kaliyor –herkesin olmasi lazim gibi.

  259. Necip mecip, beni kimse zehirleyemez. Anlatayım: İntikal etmeye karar verdiğim bir yerde, son anda bundan vazgeçtim. Nedeni, o sabah karın bölgesi yusyuvarlak bir şey görmüş olmamdı. Zari’ye, atlarla gitmesini ve mağaralar bölgesinde beni beklemesini söyledim. Kendisine niçin burada kalmak istediğimi söylemedim. Yukarıdan, aşağıdaki kayalığın dibinde, çedene ağaçlarının altındaki bir oyuktan oğlak kafası büyüklüğünde koca kafalı o yılanın çıktığını görünce biraz daha aşağıya indim. Karnındaki büyük şişkinlikle yan yan sürünerek gitti ve güneşin karşısına toparlanıp yattı. Çıkmış olduğu oyukta başka bir şeyin kıpırdadığını gördüm ama ne olduğunu bilemedim. Oraya doğru yürüdüğümü gören yılan da çöreklendiği vücudunun üzerinde ayağa kalktı.Karnındaki şişlik, sanki kocaman bir çatal yutmuş gibi iki tarafa uzantılıydı. Mağaramsı oyuğun içinde bir hışırtı, hareketlilik vardı, ”bee” gibi bir de ince ses geliyordu. Olan biten şuydu: Küçücük oğlağı olan bir dağ keçisini o yılan, yakalayıp nasıl becerdiyse yutmuş, oğlak da oralarda kalmıştı. Oğlak, oyuğun dibindeydi ve uzansam yakalayacaktım. Birden çok çevik bir biçimde yan taraftan çıkıp kaçmaya kalktı. Ben de yakalamak için atıldım. Fakat uzattığım kolum, başka bir şey tarafından yakalandı. Oğlak da tekrar içeri kaçtı.Ve göz göze geldik. Beni kolumdan yakalayan şey, dışarıdaki yılandan biraz daha büyük kafalı kocaman bir yılandı. Koluma üst dişinden biri saplanmış, diğer diş dışarıda kalmıştı. Vücudunu serçe çevirince ben de yan tarafa ters çevrilip düştüm. O arada da yılanı iki gözünü çıkaracak şekilde vurdum. Buna rağmen vücudunu savurup belime sarılıp üzerimde toparlandı. Ama sonra bırakıp dağıldı. Kolum ağzından kurtuldu. Dışarıdaki yılan da bu olan bitene bakıyordu. Öfkeyle ona da ateş ettim. Ama o ölmedi, oralarda süründü vızıldadı durdu.
    Benim korktuğum şuydu: Yılanın karnındakinin bir çocuk, bir insan olmasıydı. Kocaman, yan iki boynuzlu dişi geyiği nasıl yutmuştu? Kolum bıçakla kesilmiş gibiydi.Bot ipiyle alttan ve üstten sımsıkı bağladım. İçerideki yavru oğlağı da tekrar dışarı kaçma hamlesi yaparken yakaladım. Çok yakışıklı, şirin, sarışın bir erkek çocuktu.
    Zari, niye tabanca sıktın diye bağırıyordu mağaralar bölgesine yaklaştığımda. Ben de, oğlak vurdum, oğlak! diye bağırdım. Zari, zehirlenmeyeceksin ama biraz hasta olacaksın, dedi ve kanlı yaramı ateşlediği tütünle yaktı. Oraya bal sardı. Önceden yapmış olduğu ottan, kökten, çiçekten bir ilacı bir hafta içirdi bana. Yarı sarhoş gibi oldum biraz ama, sonra iyi oldu her şey.
    Sarışın oğlak ne mi oldu? Onu kesip yedik!… Şaka şaka, onu kayalıkların başladığı bir ırmak tarafında saldık gitti iki gün sonra.

  260. Bir safari kitabında da memlekette keçi, oğlak yutan yılanlardan söz eden bir yazardan bahsetti Yaşar hoca dennilen bir emekli öğretmen bugün bana. Geyik de yutarlarmış dedi. Dağ keçisine ”keyik” de dendiğinden söz etti. Benim gezdiğim bölgelerde de dağ keçilerine geyik deniyordu. Acaba bu yılanın türü ”Anadolu ağlı pitonu” mu?

  261. “…sanıklardan Sümeyye Alaca, ifadesinde, “Biz sizin mahkemenizi ve kanunlarınızı tanımıyoruz. Allah’ın kanunlarını tanıyoruz. Bu devlet tağut bir devlettir. Bizi sadece İslam Devleti’ndeki kadı yargılayabilir” dedi.
    Hurinur Alaca ifadesinde, “Beni Allah’ın kanunları ilgilendirir. Ben ayetten başka bir şey söyledim mi? Sizin kanunlarınız nasıl sistemi güzelleştirebilir” dedi.”
    http://www.hurriyet.com.tr/sizin-kanunlarinizi-tanimiyoruz-dedi-40649149

  262. Erdoğan bir anarşisttir.

    Çünkü Erdoğan bir diktatördür.

    Diktatör olduğu için hiçbir kural tanımıyor.

    Kural tanımadığı için de bir anarşisttir.

    Diğerlerinden farkı anarşizmi ilke düzeyinde savunmakla kalmayıp hayata geçirebilen biri olmasıdır.

    O halde anarşizmi bütün dünyaya yaymanın yolu herkesin onun gibi kural tanımaz birer diktatör olmasından geçer.

  263. “Ayni dili konusmuyoruz. Bu belli.”
    Harika bir gözlem! Bu gözlemin bir de fıkrası var ve gülmek hâlâ bedava, gülelim!

    Babayla şaşı oğlu gece gökyüzüne bakarlar. Baba oğluna döner, “senin sorun her şeyi çift görmende”, der. Oğlu “İmkânsız baba, ben dört ay görmüyorum!” der.

    Gülmeye başladık, devam edelim.

    Simülasyon gerçek dünyada oluşturulan bir modelin taklidi. Genellikle analitik metotlarla çözülemeyen problemlerde kullanılır. Bir amaç var.
    Mistiğin “yalan dünya” lafında amaç belli: Bildiğimiz kadar bildiğimiz gerçek dünyada var olan bir soruna ışık tutmak.
    Afakî olmayan ciddi zekâlılar hangi gerçek dünyada hangi gerçek probleme çözüm getirmek için bu kadar ciddi matematiksel ve fiziksel denklemlerle bu kadar ciddi sonuçlara varmışlar? Problemin kaynağı Uzay Zekalıların kendi gerçek memleketinde mi, bizim gerçek dünyamızda mı? Simülasyonu hazırlamada kullandıkları model Uzay Zekalıların kendi dünyalarından gelen unsurlardan mı oluşur, bizim dünyamız unsurlarından mı?
    Diğer bir sorun.
    Bizim yüksek zekâlılarımıza göre dünyamız, daha yüksek zekâlı Uzay Zekalıların bir simülasyonu. Bana göre, bu daha yüksek zekâlıların dünyası da, daha daha yüksek zekâlıların simülasyonu. Üstelik sanki her simülasyonu yapanlar modellerini hazırlarken, bir aşağıdaki simülasyonu yaşayan alçak zekâlıların arasındaki daha yüksek zekâlıların beyinlerine “gerçek değil simülasyon dünyasında yaşadıkları” sahte (=simülasyon) dünya olduğunu düşünecek ve ciddi hesaplarla ispat gücü vermiş. Bu seri sonsuza dek gider ve sorun insan kadar eski. Bu sonsuzu durdurmak isteyenler de çok. İlk neden, ilk yaratan, ilk madde, ilk zaman, ilk başlangıç, ilk canlı, ilk varlık, ilk insan, balonun ilk şişmesi, ilk dil, ilk atalarımız, … Ama bu aramalar çok daha ciddi bilim adamlarının ciddi hesaplarından farklı olarak sonu gelmez eğlendirici televizyon dizisi. Şimdi artık herkes bilim adamları gibi ciddi aslında. Biz gerçek dünyada, gerçek nesneler, gerçek ürünler istiyoruz. Geri kalan, eğlence ürünleri de aynı ciddiyetle beklenmekte: Televizyon, medya, “kültür” dünyasında cirit atan yüz binlerce yüksek yeteneklilerin becerilerinin dikizciliği. Ve her zaman daha çok, daha sık değişen eğlenceler istiyoruz!
    Bir ara gerçek dünyanın gerçek ileri zekâlıları gerçek dünyanın gerçek gidişatının modelini yaptılar. Nüfus, doğum artışı, savaşlar, doğal kaynaklar, ticaret, tüketim, sağlık vs. vs. vs. Bu temel elemanları birbirlerine bağladılar. Amaçları gerçek dünyaya gerçek bir ideal bulmaktı. Bilgi sayardaki simülasyonun en iyi çözümü bir iki yıl sonra dünyanın en yüksek mevkilerindeki en yüksek zekâlıların makamında merasimle açıldı (dikkatinizi çekerim: vahiy değil açılma): En iyi çözüm insansız bir dünya!
    Sanırım, bu bilimsel ciddi sonuca inananlar ve ellerinde insan çöpçülüğü yapma gücü olanlara bir vahiy daha geldi. Dünyanın geri zekâlı fazlalıklarını yok etmek. Allah şahit, ellerinden geleni yaptılar ama maşallah geri zekâlı fazlalıklar tavşanlar gibi üssel artmakta: Evrim teorisine ters, yüksek zekâlılar para yapmakta alçak zekâlılar çocuk yapmakta.
    Bakteri ve umursama işi daha da karışık. Su iyice buzlu, hemen girip hemen çıkacağım. Yaşamın başlangıcı, bağırsak veya midenin ikinci beyin olduğu, hastalıklar, ciddi bilim adamlarının çevre pisliklerini temizlemede bazı bakterilerden yararlanma olasılığını incelemelelerinin uzayda medet aramak kadar ciddi olması, %90’ı aşan bakterilerin daha henüz ne veya “kim” olduklarının bilinmemesi, …
    Tek bir insan bağırsağındaki bakteri sayısı insan insan olalı insan sayısını (aşağı yukarı atıyorum ama gerçeğe yakın olmalı), hiç değilse, insanlar maşallah akıllı olmaya başlayalı son 100 bin yıl, insan sayısını aşar. Çok çok ciddi bilim adamları bu “hayatta kalma kavgasının” kahramanlarından sadece çok çok akıllılar sayısını arttırma sırrını öğrenmek peşindelermiş. Bilim adamlarının bakterileri şimdiye kadar sadece geri zekalıları temizlemede kullanma yolları artık geri tepebilme alametleri göstermeye başlamış.
    Şimdi ben çok ciddi bir şeyi bütün samimiyetimle söyleyeceğim. Eğer tek değindiğiniz bir sorun 2-3 sayfa yanıtıma yol açtıysa, ümit ederim ve belki, bilgimi eşeğini bulan fakirinkine benzetmemle aslında ne demek istediğim daha iyi anlarsınız. Geri zekalıyım, anlamam çok uzun sürüyor. Bilenler bilgiyi tekele almışlar, sadece yüksek zekalılarla paylaşıyorlar.
    Lütfen samimiyetime inanın. Ben yüksek zekalıların yüksek zekalı olduklarına sonsuz inanıyorum. Aynı zamanda kendilerine kimin emir verdiklerinden sonsuz habersiz olduklarına da sonsuz inanıyorum. Bence Hitler Heisenberg’den sonsuz daha yüksek zekalı. Liste çok uzun ve sıkıcı, anladınız sanırım.
    Bu sitede devrim heyecanıyla hoplamak zıplamak boşuna değil. Asıl gücün nerede olduğunu seziyorlar ama kimde tenasüh ettiğini bilmiyorlar. Asıl gücün sahipleri emir almadan rahatsız olmayan bir çeşit biyolojik mutasyon. Emir vermeyi bile bilimsel nedenlerden verirler veya etken bir algoritma izlemek için.
    Tekrar ediyorum lütfen inanın. Sizin için basit olan şeyler benim için sonsuz karışık. Arada büyük bir zekâ farkı var.
    Basit bir örnek daha: Analitik geometri, Descartes’a şükür, cebirle geleneksel geometrinin evlenmesiyle doğdu. Daha keskin ve daha kesin çözümler bulmaya yol açtı. Elipsle çemberin kesiştiği noktaları bulmak gibi. Çok eski bir problem, yeniden yeni canlandı: sayıları doğru çizgi üzerindeki noktalara tekabül etmek.
    Siz analitik geometride şairsel bir ruhla Allah’ı bulmuşsunuz. Sizin ciddi bilim adamlarınız hâlâ sayılar arasında eksiklik veya doğruda boşluklar (aralıklar) var mı diye çok ciddi araştırma yapıyorlar. Bir türlü hazmedilemeyen ayrıklık takıntısı mı, hasreti çekilen kesiksizlik takıntısı mı? Ben bilmiyorum. Tabii bulamadıkları süre sürekliği, geçici olarak, “aksiyom” olarak kabul etmekteler.
    Galiba karşımıza yine bir tenasüh çıktı: Başlangıcı bulma veya bulamama. Dağa ancak ilk adımı atmakla çıkılırmış.
    Ama işte İranlı muzip bir şairin aksiyomu: “Bu dünya ilk ve son sayfasını ilelebet kaybettiğimiz bir kitap!” Veya bitip tükenmez Hindistan kozmolojisi. Veya muzip bir matematikçinin dediği: eksi tümsayılar bal gibi anlaşılıyor ama bir başlangıç yok!
    Sıkıcı ve uzun olur diye cevabınızdaki ilk sorunu ele aldım. Eğer siz benim tersime birbirimizi öldürmeden anlamamaktan anlamaya dönüşmeye inanıyorsanız, ben mucizelere karşı değilim. Benim sonsuz sık rastladığım anlamaktansa daha etkin ve temiz çözüm: öldürme!
    Gülmeyle bitirelim. Bir kara tahta düşünün. Tahta semboller, denklemler, tek doğruluk ifadesi, eski Grek harflerle tıka basa dolu. Ben alık alık bakıyorum ve “bu kadar basit olamaz” diyorum.
    Laf lafı açmışken, yeni Grekler borç altında çiğneniyor. Merkel Hitler’e bile direnen yeni Grekleri bir kurşun sıkmaya bile başvurmadan dize getirdi. Helal olsun eşitsizliklerine karşı direnen kadınların hayran oldukları kahraman erkek karıya!

  264. “Afakî olmayan ciddi zekâlılar hangi gerçek dünyada hangi gerçek probleme çözüm getirmek için bu kadar ciddi matematiksel ve fiziksel denklemlerle bu kadar ciddi sonuçlara varmışlar?”

    Bu soruya verilecek herhangi bir cevap, o cevaba konu olan problemin (ve varilan cozumun) aslinda o kadar da onemli olmadiginin soylenebilecegi riskini de dikkate almak zorundadir.

    Oyle ya, cozulen problem cozulmustur. Artik onemli degildir; cozulunceye kadar cok ama cok onemli oldugunu ispatla ugrasmak da abestir.

    O sebeple, bu soruya hic cevap verMEmek cok daha akillica olur.

    “Problemin kaynağı Uzay Zekalıların kendi gerçek memleketinde mi, bizim gerçek dünyamızda mı? Simülasyonu hazırlamada kullandıkları model Uzay Zekalıların kendi dünyalarından gelen unsurlardan mı oluşur, bizim dünyamız unsurlarından mı?”

    Bu sorularin hazirda bir cevabi oldugunu farzetmek mumkundur, belki.

    Ama, ya degilse?

    O zaman, bu sorularinizin cevabini baskalarinin mi vermesini bekleyeceksiniz –yani, birilerine havale etmek mi?

    Yoksa siz mi arayacaksiniz?

    Ya da, baska birilerinin daha cikip sormasini bekleyip, onlarin cevaplamasini mi isteyeceksiniz?

    Sunu demek istiyorum: Her ne kadar soru sormak onemliyse de, cevabi bulmaga dogrudan katkida bulunmayan sorular.. nasil diyeyim?.. ‘cozumun bir parcasi degilsen, sorunun bir parcasisin’ deyisini hatirlatir.

    Fakat, butun bunlari soyledikten sonra.. evet, sorulariniz kiymetli.. ama, cevaplarini kim verecek?

    Ya da, verilmesine gerek yok mu?

    Oyleyse, niye soruyorsunuz?

    “Bizim yüksek zekâlılarımıza göre dünyamız, daha yüksek zekâlı Uzay Zekalıların bir simülasyonu. Bana göre, bu daha yüksek zekâlıların dünyası da, daha daha yüksek zekâlıların simülasyonu. Üstelik sanki her simülasyonu yapanlar modellerini hazırlarken, bir aşağıdaki simülasyonu yaşayan alçak zekâlıların arasındaki daha yüksek zekâlıların beyinlerine “gerçek değil simülasyon dünyasında yaşadıkları” sahte (=simülasyon) dünya olduğunu düşünecek ve ciddi hesaplarla ispat gücü vermiş. Bu seri sonsuza dek gider ve sorun insan kadar eski.”

    Soru eski de, onemli bir faraziye de iceriyor:

    “Bu seri sonsuza dek gider” derken, bir bildiginiz mi var?

    “Bu sonsuzu durdurmak isteyenler de çok.”

    Dedim ya.. ‘sonsuz’ oldugunu nereden/nasil biliyor(sun)uz?

    Daha birinci kademeyi bile asamamisken, ardinda sonsuzlugun yattigini nasil biliyoruz?

    “Bilenler bilgiyi tekele almışlar, sadece yüksek zekalılarla paylaşıyorlar.”

    Ben bunun cok da dogru bir onerme olduguna hic de emin degilim.

    Ortada, kapali devre calisan bir ‘yüksek zekalılar’ networku mevcut degil.

    Boyle bir sey de mumkun degil zaten.

    Ha.. sunu derseniz anlarim: Her bilgiye herkesin erisimi her zaman mumkun degil.

    Bazi kapilar herkese acik degil.

    Bu dogrudur. Her zaman da boyle olmustur.

    Ama, ‘bilgi’ dedigimiz sey insandan bagimsiz olmadigi icin, ve insan omru de sonsuz olmadigi icin, gun gelir, o ‘bilgi’yi haiz olan kisi onu devredecek birilerini arar.

    Iste, o anda, ‘firsat kapisi’ acilmis olur.

    “Tekrar ediyorum lütfen inanın. Sizin için basit olan şeyler benim için sonsuz karışık. Arada büyük bir zekâ farkı var.”

    Bu dogru degil tabii ki. Dogru olmasi da mumkun degil.

    Belki benim (yasanmis) omrumun sizden daha uzun olmasi, belki de bulundugum cevreler bazi seyleri bir nebze daha iyi bilmeme yol acmistir; ama, bunu genelleyemeyiz.

    Cevabini aradigim o kadar soru var ki; bulamadan giderken, sirf bu yuzden, gozum arkada kalacak.

    “Ama işte İranlı muzip bir şairin aksiyomu: “Bu dünya ilk ve son sayfasını ilelebet kaybettiğimiz bir kitap!” Veya bitip tükenmez Hindistan kozmolojisi. Veya muzip bir matematikçinin dediği: eksi tümsayılar bal gibi anlaşılıyor ama bir başlangıç yok!”

    Guzel.

    “Sıkıcı ve uzun olur diye cevabınızdaki ilk sorunu ele aldım. Eğer siz benim tersime birbirimizi öldürmeden anlamamaktan anlamaya dönüşmeye inanıyorsanız, ben mucizelere karşı değilim. Benim sonsuz sık rastladığım anlamaktansa daha etkin ve temiz çözüm: öldürme!”

    Bu ‘dogal’ bir cozumdur ayni zamanda –malum, ‘olumluluk’ varligin/yasamanin ayrilmaz bir parcasi (en azindan, bugune kadarki gozlemlerimiz bu yonde).

    Benim baktigim yerden, sorun, ‘dogal son’ yerine birilerinin karari ile birilerini oldurmenin bizi aslinda nelerden mahrum ettigini bilmemek.

  265. İktidar yalakası utanmaz, ikiyüzlü sermaye medyasının şu haberi (veya daha doğrusu iktidar tetikçiliği / muhalif avcılığı) şaşırtmadı:

    Hakan Şükür’ün ABD’deki lüks yaşamı

    Hakan Şükür, ABD’de görüntülendi

    Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) firarisi Hakan Şükür’ün ABD’nin San Francisco kentindeki yaşamı, Anadolu Ajansı tarafından görüntülendi.

  266. “Afakî olmayan ciddi zekâlılar …”
    ‘Afaki olmayan zekâlılar’ benim hatam. Asıl düşündüğüm “simülasyon” yapanlardı, bizimkilerden daha zeki olanlar. Dertleri, problemleri neydi? Bu problem yaşadıkları dünya problemi olmalı ve ne gibi bir çözüm peşinde olduklarını merak ettiğimi demek istemiştim.

    ” Bu sorularin … , belki. Ama, ya degilse? Yoksa siz mi arayacaksiniz?”
    Uzay Zekâlıların derdini bilmiyorum. Mesela, kendi memleketlerinde alçak zekâlıları nasıl temizleriz sorusuna cevap mı arıyorlar? Bizim yüksek zekâlıların alçak zekâlıları temizleme başarısızlığı bu simülasyonun parametrelerinde bir değiştirme sonucu mu? İş daha da karışık gibi. Beyni olup zekâsı noksanlar çok, örneğin mikroplar. Bizim yüksek beyinlilerin bunlardan kurtulmayı başaramadılar. Bu alçak zekâlılar, en yüksek zekâlıları, en güçlüleri bile hasta edip öldürüyorlar. Hatta beyinsiz varlıklar bile var ve cansızlıktan canlılığa geçeli yaşamda kalmayı güzel başarmışlar. Bunlar da mı simülasyonda.
    Yoksa, bu simülasyon yapan Uzay Zekâlıların asıl amacı, bizde olduğu gibi, kendi memleketlerindeki çok yüksek zekâlıları ve gençleri meşgul etmek, eğlendirmek mi?

    ” Soru eski de, onemli bir faraziye de iceriyor:
    “Bu seri sonsuza dek gider” derken, bir bildiginiz mi var? “Bu sonsuzu durdurmak isteyenler de çok.””
    Sonsuzun en derin tanımı “sonra” kavramına dayanır. “Önce ” de olabilir.
    Bizim dünya X’in simülasyonu; X, Y’nin simülasyonu Y, Z’nin simülasyonu; … Sonsuza dek uzar gider. Allah’ın varlığının ispatı, kuşkuculuğu savunanların ileri sürdükleri fikirler, evrenin varoluşundan önce ne olduğu, allahı kimin yarattığı…
    Soru önemli bir faraziye içermeseydi insan kafasını pek meşgul etmezdi. Ben onun için İranlı şair, Hindistan kozmolojisi ve eksi tam sayılar örneklerini verdim. Kapı komşu Sokrat öncesi şimdi Türkiye sınırları içinde olan şehir filozoflarının “her şey X’den oluşmuştur”, “her şey Y’den oluşmuştur” … bunların arasında.

    “Daha birinci kademeyi bile asamamisken, ardinda sonsuzlugun yattigini nasil biliyoruz?”
    Birinci kademe ne? Benim anladığım kadarıyla ve tekrar dünyamızın bir simülasyon olduğu. Cevabım açıktı: Dünyamız X’in simülasyonu; X, Y’nin simülasyonu Y, Z’nin simülasyonu …

    Bence bu simülasyon önerisi aslında zamanımıza egemen paranoyanın “bilimsel” tezahürü. Geleneksel az zekâlıların mit ve dinlerine kıyasla çok daha basit ruhluların “dini”.
    Ama daha da güldürücü bir yanı var: Bilimsel simülasyon, küçük bir fark hariç, tıpa tıp az zekâlıların sezgiyle ileri sürdükleri tek tanrılı ve peygamberli dinlere benziyor. Her ikisi de büyük bir ölçüde mitlerden arınmış; yukarıda biri yapmış; araya peygamber veya bilim adamı uyanıklar, “farlına varanlar” koymuş; şaşkınlar veya az zekâlılar (günahkârlar) dünyanın tuzu biberi olmuş; her ikisinin de nedeni bilinmiyor; …
    Ama sanırım, geleneksel “simülasyon” aynı sizin gibi daha uzun ömürlü olduğundan veya benim gibi geri zekâlıların uydurması olduğundan maçı kazanır.
    Allah, insanların, bütün isteklerinin bilim ve teknolojiyle karşılandığına uyandıklarını, inançlarını bilim ve matematiğe bağladığını görür. Devreye peygamber yerine uyanık bilim adamları sokar. Eski tas eski hamam.

    “Ha.. sunu derseniz anlarim: Her bilgiye herkesin erisimi her zaman mumkun degil.”
    Ben böyle bir şeyi asla söylemem. Benim kast ettiğim anlamda bilgi, bankadaki para, aile serveti, kapital gibi nesilden nesle aktarılan bir birikim. Siz yoksa her şey, her şeyden farklıdır mı demek istiyorsunuz? Bu zaten akıl yürütmenin ilk yasası ve zamanımızın en büyük çılgınlığı, bireycilik veya sıradanların “ben farklıyım” çığlıkları. Yok, eğer hiç bir şey hiç bir şeye eşit değil demek istiyorsanız, üçüncü bir eleman, bir kıstas, bir ölçek gerekir. Ben sizden uzun veya kısa boylu olabilirim ama siz benden zekisiniz gibi. Birinde kıstas boy ölçüsü diğerinde zekâ katsayısı. Dolayısıyla ” Bu dogrudur. Her zaman da boyle olmustur.” sözünüz bilimsel değil ideolojik (teolojik) bir inanış gibi. Veya bilgi edinme kapasitesine gönderme yapıyor. Kapasitelerin farklı olduğu sadece bilgi edinme de değil, her alanda apaçık. Burada önemli olan kapasite değil. Önemli olan bilgiye verilen ideolojik (teolojik) değer, bilginin yarattığı sosyal farklar. Aksi halde, bence, “kuş ve balık aynı değil” içeriği boş bir laf.

    ” Bu ‘dogal’ bir cozumdur …”
    Bence bu da ideolojik (teolojik) bir inanış. Ben ne bir önceki ne de bununla ideolojisiz toplum (ve üyesi) olabilir demek istemiyorum. Büyük balığın küçük balığı yediği bir gözlem ve belki ölümsüz yaşamın imkânsızlığı. “Kurban verme”nin kökeni, ilk cinayeti hatırlatmak olarak bilinir. Ama “büyük balık küçük balığı yer” ideolojik bir özdeyiş. Kültür alnına girer.

    Eskimo’nun “köpek ancak kırbaçla yola gelir” atasözü bir gözlem eseri ama anlamda ısırma var. Eskimo, ancak zorla egemenlik altına alınabileceğini ifade eder ve bize nasıl yola getirildiğimizi hatırlatıabilir.

  267. “‘Afaki olmayan zekâlılar’ benim hatam. Asıl düşündüğüm ‘simülasyon’ yapanlardı, bizimkilerden daha zeki olanlar. Dertleri, problemleri neydi? Bu problem yaşadıkları dünya problemi olmalı ve ne gibi bir çözüm peşinde olduklarını merak ettiğimi demek istemiştim.”

    Siz, ‘orada kimse var mi?’ sorusunun cevabi var mi, varsa nedir? sorularini coktan gecmis, ‘ora’dakilerin ruh hal(ler)ini incelemek noktasina varmissiniz.

    Biraz fazla hizli gitmiyor musunuz?

    “Uzay Zekâlıların derdini bilmiyorum.”

    Yine ayni sey. ‘Uzay Zekâlı’ dedigimiz turden bir yasam formu var mi sorusu sorulurken, ve cevabi da belli degilken, onlarin derdini merak etmek…

    “Bizim dünya X’in simülasyonu; X, Y’nin simülasyonu Y, Z’nin simülasyonu; … Sonsuza dek uzar gider.”

    Hayir. Gitmez. Cunku, kimse cikip ‘Bizim dünya X’in simülasyonuDUR’ demis degil.

    Daha, henuz, ‘boyle bir sey sozkonusu olabilir mi’ye bir cevap ariyoruz.

    Ayrica, diyelim ki cevap evet oldu, X’in neyin simulasyonu oldugu (olup olmadigi) sorusu bizim sorunumuz degil. Hic bir sekilde oraya (o soruya) gelmis degiliz cunku.

    “Soru önemli bir faraziye içermeseydi insan kafasını pek meşgul etmezdi.”

    Herseyi ‘Peki Allahi kim yaratti’ gibi bir soruya indirgemenin anlamli olmadigini farketmemiz lazim.

    O sorunun muhatabi ‘Allah’tir.

    Ilk problem, bizim icin, ‘Allah’ ile temasa/iletisime gecebilmek. Onu becerirsek, ona sorariz. Ya da beraber tefekkur ederiz o sorunun cevabini.

    “Ben onun için İranlı şair, Hindistan kozmolojisi ve eksi tam sayılar örneklerini verdim. Kapı komşu Sokrat öncesi şimdi Türkiye sınırları içinde olan şehir filozoflarının ‘her şey X’den oluşmuştur’, ‘her şey Y’den oluşmuştur’ … bunların arasında.”

    Bu tur ‘-dir’/’-dur’ seklinde biten cumlelerin ozunde bir tespitin olmadigini, tahmin bile sayilmayacak eyyamcilik olduklarini gormek lazim.

    “Birinci kademe ne? Benim anladığım kadarıyla ve tekrar dünyamızın bir simülasyon olduğu. Cevabım açıktı: Dünyamız X’in simülasyonu; X, Y’nin simülasyonu Y, Z’nin simülasyonu …”

    Hayir. Birinci kademe ‘dünyamızın bir simülasyon olduğu’ degil.

    Olup olmadigi da degil. ‘Olabilir mi’dir.

    “Bence bu simülasyon önerisi aslında zamanımıza egemen paranoyanın ‘bilimsel’ tezahürü.”

    Degil. Ilgili 2 makaleyi okuyabilmis olmanizi bu yuzden arzu etmistim.

    [Klasik solcular gibi davranmak dogru degil. Yani, ‘Das Kapital’in Turkcesinin ancak 1960’larda yayinlanmis olmasina ragmen (o gunden beri de pek kimsenin okumadigi bir yana), 1960’lara kadar (sanki okumus) gibi ahkam kesenlerin dustugu durum..]

    “Ama daha da güldürücü bir yanı var: Bilimsel simülasyon, küçük bir fark hariç, tıpa tıp az zekâlıların sezgiyle ileri sürdükleri tek tanrılı ve peygamberli dinlere benziyor.”

    Herhangi bir sey guldurucu bulmak mumkun; ama, onun ne oldugunu anlamadan bunu yapmak, yapani daha komik durumlara surukleyebilir.

    “Kapasitelerin farklı olduğu sadece bilgi edinme de değil, her alanda apaçık. Burada önemli olan kapasite değil. Önemli olan bilgiye verilen ideolojik (teolojik) değer, bilginin yarattığı sosyal farklar.”

    Kapasite tabii ki onemli. Ama, tek sart degil. Dogru zamanda dogru yerde de olmak lazim.

    Once, ‘kapasite’; sonra ‘dogru zamanda dogru yerde de olmak’ gibi bir de sirasi var.

    Neyse.

  268. Medeniyet karşıtı temcit pilavı çok güzel, gelsene!

    Balkan oligarşisi pilavı da var ama o kadar güzel değil. Hem o Necip’in en sevdiği yemek, kimseyle paylaşmak istemez!

  269. 00:43 ve 1:11’de Putin çıkıyor, yorumları okuyunca farkettim;

    1:11 Putin :D

    Is that Putin in the backgroud?

    was thinking the same 😀

    00:43’Deki Adam Putin Değil Mi mk 😀 :D

    https://www.youtube.com/watch?v=uCbicziyB3k

    [3:19’da çıkan meleği ise daha önce farketmiştim;

    3:19 that look!! She is an angel!]

  270. “‘Totem’ kelimesi ‘rahim’ ve dolayısıyla hısım akraba demek.
    Daha once hic boyle bir bilgiyle karsilasmadim. Teyid edecek bir kaynak (yani, link) verebilir misiniz? ”

    Nihayet notlarımın arasında buldum. “Gençlik Bayramı” tatilindeyiz, zamanım oldu.

    Yanlış bir anlayışı önlemek için ön-not: Bu kelimenin rahimden gelişi ve dolayısıyla biyolojik hısım ve akraba sınıflandırmasında kullanılışı totem kelimesinin çıkış aşiretindeki etimolojik bir tesadüfe özgü bir anlam. Hısım akrabalık biyolojik veya kan bağlılığı değil, kültürel bir sınıflandırma kavramı. Irkçılık öncesi veya ırkçılığın yayılması öncesi bir kavram. Bizim alıştığımız ve ideolojik (teolojik) anlamlar öncesi.
    Kelimenin rahimle ilişkisi, notlarıma göre, Marksistlerin en azılı ilk iki babalarından bir babası (totemsiz, rahimsiz, fabrikada doğanlar dizisinin ilklerinden) Engels’in babası veya farkında olmadan İlkel Komünizm baş belasını başımıza bela eden L. H. Morgan’dan gelme. İlk, ilkel, başlangıç, el değmemiş, bakire aramaların bilimselleşmesi çağlarının ünlü bir ürünü.

    Diğer bir not: ilk defa kaynaklarını ekleyerek yazan bir tarihçi kitabını diğer tarihçilerin değerlendirme ve eleştirmelerine sunar. Diğer tarihçiler okur ve beğenirler.
    Tek eleştirileri: “Kitap öğrenci raporuna benziyor, kaynaklar eklenmiş.”

    Daha eğlenceli bir tarih kitabı için kaynakları pazar yerlerindeki “dedikodulara” dayanan al-Tabari’ye bakabilirsiniz. Muazzam gelişmiş eski Mısır turizm endüstrisi kılavuzlarının zavallı Herodot’a duymak istediklerini anlattıkları şimdi biliniyor. Antropologlar aynı sorunu şimdi yaşarlar.

  271. Yok totem, yok X, Z … Zehirlenmenin bu kadar aşikar ve acınası durumda olduğuna tanık oluyoruz ve zehirlenmiş mahlukata bir faydamız da olmuyor. Evrensel tıp gücünü davet ediyorum. Lokal veye geniş bölgelerdeki bu mahlukat karantinaya alınmalıdır. Çünkü neyin iyi neyin kötü olduğu ve eğriyi doğruyu ayırmaz haldeler. kendilerinden çok başkalarına zararlı olabilirler. Zehirlenmişler ama saldırganlıklarını zapt edemeyip başkalarına zehirlenmişsin filan diyorlar. Kurtarın bunları!

  272. Son (259 Necip) cevaba cevap. Tatile devam.

    Simülasyon ciddiliği.

    Dünyamızın yüksek zekâlıların simülasyonu olduğu hipotezine inananlar, dünyamızın yüksek zekâlıların yarattığına inananlar kadar ciddi.
    Gülmeyenler ciddi olamazlar.
    Her eğitimden geçen genç dahi olmak isteğine kapılır. Bazıları ölene kadar ısrar eder, bazıları bu modern hastalıktan gülmeyle kurtulur.

    Zamanımız çılgınlığı.

    Kibritten tut diş macununa, domatesten tut bulaşık suyuna kadar her şeyin satış reklamına “bilimsel ispatı edildi” eklenir. Allahın varlığından tut meleklerin uçmalarına kadar da aynı bilimsellik ciddiyetiyle piyasaya sürülür. Daha geçen gün biri bana bir bilim adamının insan öldüğünde 30-40 gram kaybettiğini, yani ruhun varlığını bilimsel ispatladığını söyledi. Sıradan halk arasında bile süksesinden geçilmez bilimselliğe gülmek biraz zor ama denemeye değer.

    Benim bildiğim kadar Allah, melek, şeytan, ruh, madde, neden sonuç, dünyanın insandan bağımsız bir dünya olduğu, zamanın ve uzayın varlığı ve binlerce diğer varsayımlar, varsayımlardı. Veya bilimsellikle diliyle, hipotezlerdi. Matematik hipotezler bilimi ve hipotezleri sonsuza dek (yine bizim ölmez tenasühümüz!) artırsak da belirsizliğinden, güvensizliğinden kurtulamayacağımız ispat edildi.

    Ben, dünyamızdaki yüksek varlıkların bizim dünyamızın aslında daha da yüksek varlıkların bir simülasyonu olduğunu bilimsel ispatını yapmaya kalkıştıklarını sanmıştım. Meğersem bilimsel ispatı olmayan Allah veya Allahların varlığı gibi sadece bir hipotezmiş.

    En iyisi başlangıçtan başlayalım: Dil.

    Korkumdan Türkçe sözlüğe baktım. Simülasyon tahmin ettiğim gibi benzetme demekmiş. A benzer B. O halde, Ne neye benzetiliyor? Simülasyonda, bir de simülasyonu hazırlayan vardır.
    Benzetmeyi kimler hazırlamış? Sizden anladığıma göre Uzay Zeka.

    Dünya yaratılışını anlatan çok mitler var. Bu eskilerden ikisine bakalım. Ya aramızdaki yüksek zekâlılara benzetilerek, hiçten, yani Allah’ın veya yüksek zekâlı Allahların beyinlerinden hazır fışkırmış veya zanaatkârlara benzetilerek hazır malzemeye biçim verilmiş.

    Sizin dediklerinizden anladığım kadarıyla, dünyamızın simülasyon olduğunun bilimsel ispatı peşinde olanlara göre, bu yeni ve bilimsel simülasyon dünyamızın varlığının diğerlerinden farkı hiçbir şeye benzemeyişi, kendiliğinden oluşu, yapanın olmayışı. Hiçten olan gibi ama yapan yok. Peki, Uzay Zeka’ya ne oldu?
    Üstelik bu bizim yüksek zekâlılar çok zeki ama dili yanlış kullanmışlar: benzetilenle benzeyen aynıysa simülasyon yok, ayırt edebilmek de yok.
    Elimizdekini bulmak, bulduğumuzun yalan mı doğru mu olduğunu bilmemek boşuna hamallık değil mi?

  273. Pipsqueak’i anlamak için kitap listesi:

    Jacques Ellul – ‘Sözün Düşüşü’ & ‘Technological Society’

    Alain Testart – ‘Le Communisme Primitif’

    Johan Huizinga – ‘Homo Ludens’

    Günther Anders – ‘The Obsolescence of Man – On the Destruction of Life in the Epoch of the Third Industrial Revolution’

    Fredy Perlman – ‘Against His-Story, Against Leviathan’

    Edward Said – ‘Şarkiyatçılık (Orientalism)’

    Guy Louis Debord – ‘Gösteriş Toplumu (Society of the Spectacle)’

    Jean Baudrillard – ‘Tüketim Toplumu’, ‘Simülakrlar ve Simülasyon’ & ‘Nesneler Sistemi’

    José Ortega Y Gasset – ‘The Revolt of the Masses’

    Elias Canetti – ‘Crowds and Power’

    Samuel Noah Kramer – ‘History Begins at Sumer’

    Marshall Sahlins – ‘Stone Age Economics, Age of Abundance’

    Marshall Sahlins – ‘The Western Illusion of Human Nature’

    Jacques Cauvin – ‘The Birth of the Gods and the Origins of Agriculture’

    Stanley Diamond – ‘Searching for the Primitive’

    Chuang Tzu – ‘The Complete Works’

    Pierre Clastres – ‘Society Against State’

    Pierre Clastres – ‘Archeology of the Violence’

    Tim Ingold – ‘Hunters, Pastoralists and Ranchers’

    Eduardo Viveiros de Castro – ‘Images of Nature and Society in Amazonian Ethnology’

    Michael Taussig – ‘The Devil and Commodity Fetishism in South America’

    Richard Borshay Lee & Irven DeVore – ‘Man the Hunter’

    Philippe Descola – ‘The Ecology of the Others’

    Hans Peter Duerr – ‘Dreamtime, Concerning the Boundary between Wilderness and Civilization’

    Henri Frankfort – ‘The Birth of Civilization in the Near East’

    Jean Bottero & Clarisse Herrenschmidt & Jean Pierre Vernant – ‘Ancestor of the West, Writing, Reasoning, and Religion in Mesopotamia, Elam, and Greece’

    Christopher Hill – ‘The World Turned Upside Down’

    Ernst Bloch – ‘La Philosophy de la Renaissance’

    Max Horkheimer – ‘Les Débuts de la Philosophie Bourgoise de l’Histoire’

    Crawford Brough Macpherson – ‘The Political Theory of Possessive Individualism – From Hobbes to Locke’

    Richard Henry Tawney – ‘Religion and the Rise of Capitalism’

    Karl Paul Polanyi – ‘The Great Transformation’

    Fernand Braudel – ‘Civilization and Capitalism’ & ‘La Dynamique du Capitaisme’

    Deirdre N. McCloskey – ‘The Secret Sins of Economics’

    Immanuel Wallerstein – ‘Utopistic’

    Christopher Lasch – ‘The Culture of Narcissism – American Life in an Age of Diminishing Expectations’

    Jacques Camatte – ‘The Wandering Humanity’

    Richard T. Drinnon – ‘Metaphysics Indian Hating & Empire Building’

    Lewis Mumford – bütün kitapları

    Mircea Eliade – bütün kitapları

    Sven Lindqvist – ‘Exterminate All the Brutes’

    Norman Rufus Colin Cohn’un eski kitabı ‘The Pursuit of the Millennium – Revolutionary Millenarians and Mystical Anarchists of the Middle Ages’ ve daha yeni kitabı, ‘Cosmos, Chaos and the World to Come – The Ancient Roots of Apocalyptic Faith’

    Ivan Illich – ‘Rivers North of the Future’

    Samuel Butler – ‘Erewhon or, Over the Range’ & ‘Erewhon Revisited Twenty Years Later, Both by the Original Discoverer of the Country and by His Son’

    John Zerzan – ‘Future Primitive and Other Essays’ & ‘Against Civilization – Readings and Reflections’

    Étienne de La Boétie – ‘The Discourse on Voluntary Servitude, or the Against-One’

    James C. Scott – ‘The Art of Not Being Governed – An Anarchist History of Upland Southeast Asia’

  274. Tatil devam ediyor: “259 Necip”e bir cevap daha.
    Ben derim:
    “kapasite önemli değil, kapasiteye verilen ideolojik değer önemli”
    Siz dersiniz:
    ” Kapasite tabii ki onemli”.
    Ve diğer bir deolojik ekleme yapmışsınız.
    “Once, ‘kapasite’; sonra ‘dogru zamanda dogru yerde de olmak’ gibi bir de sirasi var.”
    Değer yargılarınızın farkında olmayışınız ideolojinizin tanımına çok uyar: İdeoloji inananlara, inançlarının doğal ve doğru olduğuna inandırır.
    Buradaki ideolojik inancınız galiba “kapasite etkiye dönüşmeli”. Siz eski Marksistler gibi konuşmuşsunuz. Etkinlik miti. Etkili olmak miti. Kapasiteyle yetinmemek miti. Yaratıcılık miti. Dünyayı değiştirmek miti.
    Not: burada mit = ideoloji
    Ölmüş fikirler bazı insanların beyinlerinde her zaman doğru zamanda ve doğru yerde yer alırlar. Bu da ideolojinin diğer bir tanımı olabilir. Etkisi de eşsiz güçlü gibi.
    Das Kapital’i okuyanlar da, okumayanlar da dünya gidişatına büyük katkılarda bulundular.
    Belki okumamak veya okumadan okuyup gülüp geçmek en zararsız bir tepki olurdu. Belki de simülasyon böyle buyurmuştu.

  275. “260 En güzel pilav”
    Dünyada faşistlik ve ırkçılık artmakta. Maymunlukta, taklitte dünya şampiyonluğu kazanan Türk aydınları geri kalır mı? Televizon ve sosyal medya sayesinde uluyanlar çoğalmakta.

  276. http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/11/google-earthten-piura-peru-diye-bak.html
    Nişanyan’ın yukarıdaki yazısının yorumlarından;

    ““Buraya ilk gelen beyaz adam biziz”
    Bir Türk, bir Ermeni, bir de kadın Peru’da dağbaşına gitmişler de ‘beyaz adam’ mı oluşturmuşlar? XD
    Şimdi Sevan Bey “ben orada zaten kinayeli konuştum” falan der ama kendini garp medeniyetinin bir mensubu olarak gördüğünü ele vermiş bence. Yakışır da, yanlış anlama olmasın. Benimkisi küçük bir tespit sadece.”

    “Burada kastedilen “beyaz” ırki bir sınıflama olmalı daha çok. Dünyanın pek çok yerinde insanlar tipine göre renk adları ile ırki olarak tanımlanır. Amerika’ya, Afrika’ya filan gidenler iyi bilirler. Latin Amerika bütün o ırki karışıklığına rağmen buralardan daha Batılıdır kültür ve medeniyette, ama ne kadar Batılı kafasında olursa olsun yerli miksi ya da Afrika miksi çok olanlara “beyaz” demezler oralarda, yani ırkla alakalı bir mevzu söz konusu olan.”

    “Sevan ve Osman beyler ırken beyazdır, Amerika, Afrika gibi yerlerde beyaz olarak sınıflanacaklarına şüphe yok. Avrupa’da da renk terminolojisinin kullanıldığı hallerde beyaz olarak tanımlanacaklardır. Tabii beyaz geniş bir kategori, bu yüzden bölgelere göre de detaylandırılıyor tipe ya da bilinen köklere bakarak.”

    “Sen Peru’ya gittin, dünyayı gezdin, biz Atatürkçüler mağarada oturup, domuzdan tırsıyoruz değil mi? Everest’e Klimanjaro’ya tırmanan Nasuh Mahruki yerinde olsan, egondan geçilmez.”

  277. “Buradaki ideolojik inancınız galiba ‘kapasite etkiye dönüşmeli’. Siz eski Marksistler gibi konuşmuşsunuz.”

    Evet, ‘eski Marksistler’den Ibrahim Tatlises de, zaten, ‘Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik’ dediginde tam olarak bunu demek istemisti..

    Huyum kurusun, hep de ‘eski Marksistler’den sufle alirim..

    Ah, o ‘eski Marksistler’ yok mu.. yatacak yerleri yok onlarin.

    “Etkinlik miti. Etkili olmak miti. Kapasiteyle yetinmemek miti. Yaratıcılık miti. Dünyayı değiştirmek miti.
    Not: burada mit = ideoloji”

    Biz bunu Anadolu’nun kadim toresindeki ‘say ki yedim’cilikte de gorebiliyoruz. Tevazu askina ac kalmaga razi olmak anlaminda ulvi bir yaklasimdir.

    Bunu, herhangi bir seyi ‘mit’ cuvalina tikip onemsememek miti olarak da isimlendirebiliriz.

    “Das Kapital’i okuyanlar da, okumayanlar da dünya gidişatına büyük katkılarda bulundular.”

    ‘[D]ünya gidişatı’ diyerek neyi kastediyorsunuz?

    “Belki okumamak veya okumadan okuyup gülüp geçmek en zararsız bir tepki olurdu.”

    Zararsiz olan herseyin faydali oldugunu dusunuyorsunuz, anlasilan.

    “Belki de simülasyon böyle buyurmuştu.”

    Boyle ‘belki’leri sevmemek mumkun mu?

    Kisiye bilmedigi/anlamadigi konularda son derece entellektuel hukumler vermek imkani veren baska cok sey yok cunku.

  278. Bu “263 ihtiyar çoban” başka bir ihtiyar olmalı. Veya ihtiyar çoban bunamış, hırıflamış.
    Daha 10 gün onca totemlerini sıralamıştı: Atatürk, Marks, Lenin, Mao, Che, Castro, Chavez, Gerenimo, Zapata, Pancho, Mahir, Deniz, İbo… Cengiz Han, Oğuz kağan, Eskimo Yuri, Timur, Eftalit Han, Ebuzer, Bedreddin… Dinozor, mamut, kaplan, kurt, vaşak, kartal, kırlangıç…
    Şimdi de ” Yok totem, yok X, Z …” diyor.
    Evrensel tıp gücünü daveti boşuna değil. Herif kafayı yemiş.
    Bir ihtimal daha var. Sürüsüne baka baka kendisi koyun olmuş veya ot yiye yiye beyni ot olmuş.
    Çıban efendi, kafanı Türkiye’de yaptıramazsan, dışarı çık ve sakın unutma: Tedavin cüzdanındır!.
    Not: bu arada Totem ve Tabu kitabını oku veya birine okut. Iht-i-yar Arapça ve belki bilinçaltında totem-tabuna göz dikmişindir. Bu da senin kafanı yemene neden olmuş olabilir.
    Her neyse, geçmiş olsun.

  279. Simülasyona devam.
    Tatilden faydalanarak yazılarımıza baktım. Bir konu hayli sorun yaratıyor. Sürekli kelimelere takılmanız.
    Farz edelim ben “Ayni dili konusmuyoruz. Bu belli.” dedim. Siz “evet ama bu normal”, “aynı dili konuşanlar da bu dert içinde”, “aynı dili konuşmak mümkün mü?”
    “Ama, karsilikli tercumelerle (tercumelerin de hep hatali olabilecegini bilerek) onemli derecede halledebilei cegimi(zi) dusunuyorum/umuyorum.” iyimser ekinize güvenerek anlatmaya devam edeyim.
    Çok basit bir örnek: “Teoloji” sözcüğü.
    “Etimoloji”nin etimolojisiyle başlayayım. “Etimoloji” gerçek, hakiki anlam demek. Diğer yandan üşenmeden bazı Türkçe sözlüklere baktım. Türk Dil Kurumu: Teoloji = Tanrı bilimi
    Diğer bütün sözlüklerde de ilk anlam “Tanrı bilimi”. Hatta özgür /özgür değil vikipedi bile öyle başlar.
    Kelimelerin bağlam içindeki anlamları yerine harfi harfine veya sözlük anlamları algılanmakta. Bağlam içindeki anlam bazen muğlâk olabilse de, sıyrılıp evrenselleştiriliyor.
    Ben sizin “etimoloji” kelimesinin günümüzdeki bir kullanışına dikkat çekmenizde bir sorun görmedim. Anladığımı sanıp devam ettim. Biri, ‘güzel’ kelimesinin ‘gözel’ kelimesinden geldiğine işaret ederek yargılarımızda görmenin önemine dikkatimizi çekse, önemli olan bağlamdaki maksat. Salt kelime olarak ‘güzel’ ile ‘gözel’ arasındaki ilişkiyi dil gelişim tarihiyle uğraşan veya aradaki farkın belli bir bağlam içinde önemine işaret etmek isteyen eleştirici veya … ele alabilir. Bizim amacımız o değil.
    Anlamada en önemli unsur bağlamdır. Bir lafımı bağlam dışına çıkarıp tamamıyla alakasız çoklu evrenselleştirdiniz: –dır/-dur yasağı. Bu yasağın “–dır/-dur eyyamcılık/dır” olarak okunabileceği dolayısıyla söylenenin eyyamcılık olabileceği dikkatinizi çekmedi.
    Tarih boyunca olumsal dünya nereden geldi, nedir, başlangıç var mı gibi sorular sorulduğuna değindim. Örnek olarak da bazı Sokrat öncesi filozofların bu sorulara cevap getirme girişimlerini hatırlattım. Diğer yandan bu soruların içinde her zaman “peki, o nereden geldi?”, “peki, …?” gibi soruların sonsuza dek gidebileceğine ve dolayısıyla bir yerde durmanın ileri sürüldüğüne işaret etmek istedim. Kuşkuculardan söz ettim. Ben tarihte olmuşlara dikkat çekerek insanların dile getirdikleri sorulara değinmek istedim. Siz, bu sorular yanlış, benim saygı gösterdiğim yüksek zekâlılar bilimsel sorular sormakta, bu tip sorular “‘-dir’/’-dur’ … eyyamcilik” dediniz. Ne var ki, ben sizin ne demek istediğinizi anladığımı sandım ve cevap vermeyi düşündüm.
    Kültürlerde daha yüksek zekâlıların bizim dünyayı yaptıkları, astronomide gelişmeler, uzayda seyahatin olasılığının artması, diğer gezegenlerde maden bulma imkânları ve müsait yaşam şartları ve benzeri haberlerin medyada yüz bini bir para. Defalarca, bağlam içinden çıkarılan “iklim değişmelerinin” asıl nedenleri yerine devasa bir dil çabukluğuyla dünya oldu olalı yaşanılan bir gerçek olarak beyin yıkaması diline çevrildiği ifşa edildi. Bu dil çabukluğunun amaçları ve telkinleri çok belli: İnsan her yediği boku hazmetmeyi öğrenip kabul etmiş, dünya böyle gelmiş böyle gidecek. Bok yiye yiye sevdiniz ve seveceksiniz. Önemli olan inanmak. Hatta bunun eski/yeni bir adı bile var: bilişsel psikoloji veya kavramsal psikolojisi. Unuttuğunuz bir şey daha “Uzay Zekâ” sözü sizin. Yani yukarıda biri veya birilerinin becerileri. Ben bunu bile anladığımı sanarak bazı noksanlıklar, boşluklara işaret etmek istedim. Bana göre bu soru veya sorular, sizin eklediğiniz bilimsellik ve yüksek zekâlılığa duyduğunuz saygı hariç, insan kadar eski olan “olabilir mi” aramanın ta kendisi.
    Eğer siz gerçekten bu dünya bir “simülasyon olabilir mi” sorusunu soranların neden sorduklarını bilmeyecek kadar yüksek zekâlı olduklarına inanıyorsanız benim diyeceğim bir şey yok.
    Bence, eğer insanların değişik diller konuşmalarına rağmen birbirlerini anlama imkânı olduğuna inanıyorsanız, kelimelerden sıyrılıp anlamlara ve özellikle bağlam içindeki anlamlara dikkat etmek çok daha önemli.
    Farz edelim bizim yüksek zekâlılar buluşlarını ilan ettiler: “Dünyamız Uzay Zekâlının bir simülasyonu/dur”.
    Siz, “–dır/-dur” yasak ama bu bilimsel olduğu için “–dır/-dur değil” mi diyeceksiniz?
    Ben, boku çıkana kadar bekleyelim bakalım ne olacak, derim.
    Bir de bakmışız simülasyonu yapan yüksek zekâlılar bir ara babil kulesiyle yaptıklarını hatırlarlar. Fark bu defa tırmananların tek istedikleri şeyin tüketicilik olması ve hepsinin aynı tüketicilik dilini konuşması. Aralarına dil kargaşalığı yerine tüketim kargaşalığı eklerler, yani bir şey değişmez.
    Bir örnek daha. Bence siz simülasyon kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyorsunuz. Simülasyonda bir şey bir şeye benzetilir. Ben Uzay Zekâlıların bizim dünya simülasyonunu kendi dünyalarındaki neye benzettiklerini bilmiyorum dedim, siz bana çok hızlı gittiğimi söylediniz.

  280. “Bence siz simülasyon kelimesinin ne anlama geldiğini bilmiyorsunuz.”

    Mumkundur.

    [Bu arda farkettiniz mi, bilemem; benim lanet olasi klavyem giderek daha bir otistik davranmaga basladi. O yuden, normalden daha cok harf yutumu ve ilavesi olursa, beni bagislayiniz. Benim yerime klavyemi infaz ediniz demek istiyorum.]

    Gelelim simulasyonun ne anlama geldigine –ya a ben ne anliyorum.

    Kisa bir ornek vermek gerekirse, sunu onerebilirim:

    ‘Yurumek’, ‘adim atmak’in simulasyonudur.

    Yani, ortaya atilan bir hipotezin isaret ettigi ‘durum’un, bir sonraki safhada nasil bir sey olacagini hesaplamak, sonra da bir sonraki safhanin ve bir sonraki safhanin.. ilah.

    Boylee, hipotezimiz ile nereye varacagimizi goruruz –en azindan, verili baslangic sartlari cercevesinde.

    Genel anlamda ‘dunya’ dedigimiz, icinde de bizlerin hem bir birey hem de topluca bulundugu, cevrede de fiziksel bir suru seyin oldugu bir ortami simule etmek denemeleri zaten su anda da yapiliyor. Internet uzerinden oynanan bir suru oyun var buna benzeyen. ‘Second Life’ filan, mesela.

    Ama, tabii ki, bu oyunlar yeterince mufassal (tafsilatli/detayli) degiller. Mufassal bir seyi yapacak imkanlardan mahrumuz.

    Fakat, soyle dusunun:

    Diyelim ki, elimizde –bize lazim olan– her turlu imkan var.

    Evrim denen surec hakkinda da bir hayli detay bilgi sahibiyiz. Ilk hucre nasil olustu, ondan sonra ne oldu filan konusunda, ozellikle.

    Butun bu bilgiyi, calisirligini sinamak icin, simule etmek istemez miyiz?

    Sizi bilmem, ama ben isterdim.

    Yani, hepsini bir bilgisayara yukleyip, evrimin nasil basladigi hakkindaki bilgilerimizin gercekten anlamli bir sey uretmek icin gecerli olup olmadigini gormek isterdim.

    Diyelim ki, o bilgilerimiz isabetli cikti. Bilgisayarda evrim surecinin ilk adimlarini olusturduk ve –konustu sevgilim, konustu nidalariyla– calisiyor oldugunu da gorduk.

    Bu noktada durur muyduk?

    Sizi bilmem, ama ben –hayatta– orada durmazdim.

    Simulasyonu devam ettirirdim.

    Bakalim ne cikacak diye, en azindan.

    Simdi.. eminim siz de goruyorsunuzdur, benim gibi dur-durak bilmez bir merak manyaginin elinde imkan olursa isin boyutunu nerelere goturecegini..

    Oyle bir nokta ki, artik icinde suurlu canlilarin –insanlar dahil– ‘yasadigi’ bir sanal alem..

    Peki, sizce, bu ‘sanal alem’deki ‘insanlar’ ‘sanal alem’de olduklarinin cikarsayabilirler mi?

    Daha uzatabilirim; ama, bu sitede harf sayisi limitinin olmasini isteyenleri daha fazla tesvik etmek istemiyorum.

    Ote yandan, zorunlu olarak, diger yazdiklariniza da bir kac kelime ile degineyim:

    Insanin ne dedigini bilmek konusunda bir gayret sarfetmesi iyi ve onemlidir; ama, geriye donup herseyi analiz etmesi, kendisine Molla Kasim’lik etmesi, bence, zararli bir huydur. Soyleyecegi seyleri gelecekte yanlis bulmak ihtimali, soyleyeceklerine ipotek koymasi anlamina gelir cunku.

    Yani, o kadar da kasmamak lazim. Aksi halde, insanin paralize olmasi isten bile degil.

    “Unuttuğunuz bir şey daha ‘Uzay Zekâ’ sözü sizin.”

    Benim.. de.. yazarken bile serh dusmek ihtiyaci dusmustum. ‘Alien Intelligence’nin tam karsiligi (tercume cinsinden) ‘Yabanci Zeka’ (ya da ‘Ecnebi Zeka’) olabilirdi.

    Ama, o da, benim ‘Uzayli Zeka’ terihim kadar isabetsiz olurdu bence. Sebebi de basit: Turkcede, en azindan benim bildigim kadariyla, bu konular cok konusulmadigi icin, ilgili kavramsal terimler olusmus degil. Ben ne yapayim.

    “Farz edelim bizim yüksek zekâlılar buluşlarını ilan ettiler: ‘Dünyamız Uzay Zekâlının bir simülasyonu/dur’. Siz, ‘–dır/-dur’ yasak ama bu bilimsel olduğu için ‘–dır/-dur değil’ mi diyeceksiniz?”

    Hayir.

    Ben kimseyi basima otorite tayin etmis degilim; dolayisi ile, birilerinin bir seyleri ‘ilan’ etmeleri beni ok da irgalamaz. Hele de ‘bilimsel oldugu icin’ aniden iman kesbedecek degilim.

    Cikarsadiklari sonucu (dediklerini) dayandirdiklari ‘kanit’lari inceleyecegim. Kabul edilir bulursam, konu ile ilgilenmege devam ederim; bulmazsam, zengin folklorumuzun bir parcasi sayip bir tarafa koyarim.

    ‘Evren bir simulasyon olabilir mi’ sorusu –hele de teorik olarak mumkun ise– ilginc bir sorudur. Dolayisi ile, ilgilenmege degerdir benim icin. Ama, bu, ona verilecek herhangi bir cevabi otomatik olarak bastaci edecegim anlamina gelmez.

    Neyse.

    Dikkatimi cekti. Linkini verdigim tek makale ‘Simulasyon’ konusu degildi.

    Bir de, ‘Fizik Kanunlari Uzayli Zeka olabilir mi?’ [ancak o kadar tercume edebiliyorum] baglaminda bir yazi daha vardi. Bence daha da ilginc olan oydu.

    O nedense pek de ilginize mazhar olamamis.

  281. Türkçe tarihi 8: 13. yy’da Türkçe yazıldı mı?

    [Bu yazıların cezaevi koşullarında kısıtlı kaynaklarla yazılmış notlar olduğunu hatırlatayım. QUOTE diye yazdığım yerde, “tam alıntı elimde değil, meali şöyleydi” diye okuyun. Şimdi Samos’ta arşivim ve kitaplarımın çoğu halâ elimde değil.]

    Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından itibaren Türkiye’nin resmi kurumlarında muteber olan Türkologların birçoğu, kariyerlerinin bir bölümünü 13. ve hatta 12. yy Türkiye Türkçesi örnekleri aramak ve bulamadıkları zaman uydurmakla geçirdiler.

    Bu yaklaşımın ilk ve en önemli temsilcisi Prof. Dr. Fuad Köprülü’dür. Köprülü’ye göre Mevlana, Sultan Veled, Ahmed Fakih, Yunus Emre, Şeyyad Hamza, Hoca Dehhani QUOTE [13. yy Türk edebiyatının kurucu figürleridir]. Mecdut Mansuroğlu, Nihad Sami Banarlı, Hasibe Mazıoğlu, Zeynep Korkmaz ve diğerleri bu görüşü eleştirisiz kabul ederek, üzerine bir akademik ve kritik aparat inşa ederler. Ders kitaplarında Köprülü’nün görüşü binlerce kez yinelenerek, tartışılması lüzumsuz ve hatta sakıncalı sayılan bir veriye dönüştürülür.

    Türkiye Türkçesinin başlangıcını öne alma çabasında üç tez veya varsayım belirleyici olmuş görünüyor. Her üçü, ciddi bir eleştirel analize direnme ihtimali bulunmayan mantık ve bilgi hatalarıyla maluldür.

    1. Köprülü’nün temel kaygısı, Selçuklular döneminde Türklerin yüksek kültürden nasipsiz, bir edebiyat oluşturamamış, ümmi, “cahil”, “göçebe” vb. bir topluluk olduğuna ilişkin yaygın kanıyı gidermektir. Buyurun, mesnevi yazmışlar, divan yazmışlar, demek ki “kültürlü” idiler! Köprülü’nün çeşitli alanlardaki çalışmalarının hemen hepsinde bu temel kaygı kendini hissettirir. Amaç, Türklerin Anadolu’ya özgün bir “milli” kültür getirdiklerini kanıtlamaktır. Bu çaba, yeni cumhuriyetin Emperyal Osmanlı mirasının altında ve ardında milli bir altyapı (substratum) keşfetme arzusuyla uyum içindedir.

    Oysa en basit mantıkla görülebilir ki Türklerin Türkçe yazı yazmamış olması yazıyla ilgilenmediklerini, “cahil” vb. olduklarını göstermez. Sadece Türkçe yazmadıklarını gösterir. 11. ila 13. yy’lar, Türk egemenliği altındaki coğrafyada Acem edebiyatının şaşaalı bir Rönesansına tanıklık etmiştir. Üç yüz yıllık bir aradan sonra Yeni Farsça’nın muazzam bir edebi enstrüman olarak yeniden doğuşunu haber veren Firdevsi’nin Şehname’si Türk hakanı Gazneli Mahmud’a ithaf edilmiştir. Sa’di, Attar, Enveri, Genceli Nizami, Ömer Hayyam, Celaleddin Rumi Selçuklu hükümdarları altında ve onlarla dostluk, patronaj, ittifak, kavga vb. ilişkileri içinde yaşamışlardır. Klasik Arap ilim ve edebiyatının parlak eserlerinden birkaçı yine aynı dönemde, Türk siyasi egemenliği altında üretilmiştir: bkz. Gazali, Nasırüddin Tusi vb. Dönemin mimarisinden ve plastik sanatlarından arta kalan örnekler da, ‘ilkel’ ya da ‘göçebe’ sayılacak bir kültüre işaret etmez.

    Etnik kökeni Türk olan kişilerin bu kültürel faaliyetten ne kadar pay aldıkları konusunda net bir fikir sahibi değiliz, çünkü dönemin yazarları genellikle etnik kökene ilişkin bilgi vermezler. Ancak, Gazne’de, Semerkand’da, Rey’de, Tebriz’de, Musul’da, Kahire’de, Konya’da, Sivas’ta, Türk egemenlerinin dünya çapında edebi eserler ısmarladıklarını ve en azından bunları okuyacak kadar okuryazar olmaları gerektiğini söyleyebiliriz.

    2. Erken döneme ait bazı Türkçe metinlerin kelime dağarcığı ve imla ile sentaksta sergilediği arkaik özellikler, onların, kesin tarihleme yapabildiğimiz 14. yy ortalarına ait eserlerden ‘çok önce’ yazdıklarına delil olarak gösterilmiştir. “Olğa bolğa diyor, demek ki Moğol-öncesi” diye özetlenebilecek akıl yürütme, Ortaçağ Türk filolojisine ilişkin tez ve makalelerin vazgeçilmez repertuvar ögelerindendir.

    Bu argüman, dilde değişim hızının sabit olduğunu varsayar. “On şey Kaşgarî gibiyse on sene, yüz şey Kaşgarî gibiyse yüz sene” gibi yanlış bir lineer mantığa dayanır. Oysa siyasi ve kültürel yaşamdaki ani değişimler, bildiğimiz gibi, yazı dilinde kısa sürede “devrim” sayılacak nitelikte değişimlere yol açabilir. Örneğin yazı Türkçesinin 1930 ile 1980 arasındaki evrim hızını kıstas olarak alırsak, lineer mantıkla, Atatürk’ün 1927 tarihli Nutuk’unun bu tarihten birkaç yüz yıl önce yazılmış olduğu sonucuna varmamız gerekir.

    Türkçe 14. yy’ın ilk onyıllarında aniden yoğun bir edebi üretim talebiyle karşılaştığında, bazı yazarların, eldeki tek veri olan arkaik modellerden yararlanmış olması pekala mümkün ve doğaldır. Yeni yazı dilinin normları oturdukça bu “çocukluk alışkanlıklarının” bir bölümü hızla terk edilmiş olabilir.

    3. Türkiye Türkçesi ile Doğu Türkçesi (“Harezm Türkçesi” ya da “Pre-Çağatay Türkçesi”) ve Kuzey Türkçesi (“Kıpçakça”) arasındaki edebî alışverişin 15. yy başlarına dek aktif olarak sürdüğü anlaşılıyor. Erken devir TTü metinlerde “arkaizm” olarak değerlendirilen ve dolayısıyla metnin eskiliğine kanıt olarak sunulan unsurların bir bölümü gerçekte Kıpçak ve Harezm Türkçesi izleridir. Yazar belki doğu veya kuzey ülkelerinden Anadolu’ya göçmüş, ya da, daha güçlü olasılıkla, o ülkelerden gelen bir yazmayı kopyalamış veya kendi ihtiyaçlarına uyarlamıştır.

    Mesela Atebetü’l-Hakayık gibi, yazım tarihi ve koşulları hakkında hiçbir sağlıklı bilgiye sahip olmadığımız bir eserin Kutadgu Bilig’e benzer bazı dil özelliklerine sahip olması, bu eserin KB gibi 11. yüzyılda ya da ondan “kısa süre sonra” yazılmış olduğunun kanıtı değildir. Olğa bolğa diyen herkesin Moğol öncesinden kaldığına hükmedilemez. Zira edebiyatta taklit vardır, parodi vardır, uyarlama vardır, hatta edebi sahtecilik de vardır.

    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/11/turkce-tarihi-8-13-yyda-turkce-yazld-m.html

  282. “Bizanslılar devrinde, İstanbul’da bir doktor yaşıyordu. Hiçbir dîne inanmadığı gibi, Allahü teâlânın varlığını da inkâr ediyor, “Herşey kendi kendine var olmuştur” diyordu. Âlemin bir yaratıcısı olduğunu kabul etmiyordu. Mesleğinde mütehassıs olup, sorulan her ilimden cevap veriyordu.

    Hıristiyanlardan hiç kimse bu doktora cevap veremez hâle gelmişti. Yalnız şu kadar var ki, “Dünyânın bir yaratıcısı olduğuna delil getirip beni ikna eden olursa, ben bu da’vamdan vaz geçerim” diyordu. Karşılaşıp münazara ettiği herkesi mağlup ediyor, cevapsız bırakıyordu.

    Bu doktorun karşısında Hıristiyan âlemi âciz kalmıştı. Durumu krallarına anlattılar. Buna ancak müslümanların cevap verebileceğini söylediler. Bizans kralı, Abbasî halifesi Me’mûn’a bir elçi ile mektûb gönderdi. Mektubunda, “Size gönderdiğimiz bu doktor dehrîdir. Bir yaratıcı olmadığına inanmaktadır. Sizin yanınızda, bununla münazara edecek ve bunu ikna edip, mağlup edecek bir âlim bulunursa çok iyi olur” yazmaktaydı. Abbasî halifesi âlimlerini ve müşavirlerini toplayıp, onlara danıştı.

    İçlerinden birisi, “Büyük âlim, evliyânın üstünlerinden olan Nişâbûrlu Ahmed bin Harb hazretleri dün gece buraya geldi. Hacca gidiyor. Umalım ki, bununla ancak o münazara edebilir” dedi. Halife, Hz. Ahmed bin Harb’ın yanına birini gönderip durumu ona bildirdi. O da buyurdu ki, “Siz münazara meclisini falan saatte, halifenin sarayında hazırlayın ve onu lafa tutun! Ben biraz geç geleceğim. Geldiğim zaman bana niçin geç kaldınız dersiniz. Ben de cevap veririm.” Dediği gibi yaptılar. Ahmed bin Harb hazretleri gelip oturunca halife ona sordu, “Niçin geç kaldınız?” O da, “Abdest için Dicle nehri kenarına gittim. Tuhaf bir şey gördüm. Ona bakarak geciktim” dedi. Halife, “Ne gördünüz ki?” “Gördüm ki topraktan bir ağaç çıktı, büyüdü, kimse kesmeden yıkıldı. Kimse müdahale etmeden de tahta şeklini aldı. Bu tahtalar kendiliğinden birleşip marangozsuz, çivisiz sandal oldu. Bir kayıkçı olmadan da suyun üzerinde gitmeye başladı. Bunu seyre dalıp geç kaldım” buyurunca inkârcı doktor, “Bu saçma sapan konuşan ihtiyar mı bizimle münazara etmeye geldi? Bu delidir. Bununla münazara etmeye değmez” dedi. Bunun üzerine Ahmed bin Harb şöyle cevap verdi: “Niçin saçma konuşayım ve deli olayım?” O da “Olmayacak şeyler söylüyorsunuz. Koskoca ağaç birdenbire büyür, kesilir ve tahta olur. Bu tahtalar marangozsuz birbirine bitişir ve sandal olur. Kayıkçı olmadan su üzerinde gider dediniz” Hz. Ahmed bin Harb ise “Ey doğruluktan uzak insan! Bir sandal için bu imkânsız olunca, ya’nî ustası, bir yapıcısı olmadan bir sandal olmaz, su üzerinde gidemez ise, bu güneş, ay ve yıldızlarla, ağaçlar ve çiçeklerle süslü ve intizamlı âlem, bir yapıcı olmadan, bu dünyâ bu sağlamlığı ile binlerce güzel yaratıklar, san’at erbabını hayran bırakan eşsiz tabloları ile kendi kendine nasıl var olsunlar? Asıl, bir yapıcı, yaratıcı yoktur diye böyle hezeyan söyleyen, saçmalayan delidir” buyurdu, inkârcı doktor, bu cevap karşısında şaşıp kalmıştı. Bir an düşündü. Başını kaldırdı ve kendi kendine, “İnsan bilgisine güvenip böbürlenmemeli ve inkârcı olmamalıdır. Şimdi inanıyorum ki, Allahü teâlâ vardır” deyip müslüman olmak istedi. Hz. Ahmed bin Harb ona “kelime-i şehâdet” söyletip ma’nâsını öğretti. Böylece bir insanın inkârdan kurtulup sonsuz se’âdete kavuşmasına vesîle oldu..”

    “Ahmed bin Harb (r.a.) buyuruyor ki: “Yeryüzü iki sınıf kimseye çok hayret eder. Birisi, ölümden gâfil olarak, yatağını, karyolasını süsleyip uykuya yatan kimsedir ki, yeryüzü kendi hâl lisanı ile o kimseye şöyle, der: “Ey insan! Şu nâzik bedenin, yataksız olarak arada bir perde bulunmadan, bende uzun müddet kalacak ve çürüyecek. Bunu niçin düşünmüyorsun?” Yeryüzünün kendisine hayret ettiği ikinci kimse de, ufak bir arazi parçası yüzünden kardeşi ile hasım olan kimsedir ki, yeryüzü, kendi hâl lisanı ile o kimseye: “Ey insan! Münâkaşasını yaptığınız bu yerin sizden önceki sahiblerinin nerede olduklarını niye düşünmüyorsun?” der.”

    http://islamilimleri.com/Ktphn/Kitablar/19/002/Turkce/Html/Cild/03Cild/2/05.htm

  283. “265 Pipsqueak’i anlamak için neler yapmalı”
    İltifatınız için candan teşekkürler. Yeniden dirilişinize gerçekten sevindim. Ben de yeniden dirildim ve bu bilgi/bilim/zeka/devrim fışkıranlar sitesine bir bakayım dedim.
    Faşistler, Naziler, sağcı/solcu anarşistler, marksistler, kısacası eşsiz güzellikteki dünyayı daha da güzel yapmaya azimliler gittikçe çoğalmakta. Ümit ederim, bu eşsiz güzel dünyayı, Er-Doğan ile aşk/nefret içinde olan sağcı/solcu Türkler, Komünist Çinliler ve bir sürü falan filanlar gibi daha mavi gözlü sarışın, daha zeki, daha genç, daha uzun boylu, daha dinç, daha enerji dolu, daha falan filan yapmak isteyenler sizi de benim kadar tiksindiriyordur.
    Üstelik ilkelciler büyük diplomalı anarşist rahibin vaftizinden geçip zarasız, banal, sterilize edilmiş, sıradan, modaya uygun ekolojist YEŞİL anarşist oldular. Gururumu ve fiyakamı görmenizi isterdim.
    Kitaplara gelince, önemsiz eksiklikler var. Tabii en büyük eksiklik, “kitap bilgidir”, “bilgi güçtür”, o halde, “kitap güçtür” sivri kelleler mantığıyla kitabı fetişleştirmek ama buna daha çare bulunmadı. En azılı devrimciler bile BİLGİ/BİLİM milli marşını kardeş kardeş hep bir pis ağızlarıyla şakımaktalar. “This is a learning planet.” “Knowledge is Power” falan filan sağ/sol/müslüman/hıristiyan devrimcilerin sefalete karşı meşhur panzehirleri. Ben bazı yazarların bütün kitaplarını anlamadan okudum. Listede olan ve olmayan bir sürü diğer kitapları da okudum ama hiç birini tam anladım diyemem. Çok uydurmalar yaptım. Zaten anlasaydım ben de çok moda olan medya artistliği yapardım veya bu sitedeki orta sınıf meslek sahipleri gibi önce iyi maaşlı bir işe kapak atar sonra ilerici, sağcı/solcu, devrimci, yerel dedikoduları tekrarlar, yeşil otçular veya ilkelcilerin üzerlerine istifrağ ederek hem günahımı çıkartır (en azından çok sevdiğim ama eklemediğiniz, Kierkegaard ve Upanişadlar’a bakın, hem de “kerygmatic” dinimi itiraf ederdim. Bu site her zaman ilerinin en keskin ucunda ama hâlâ site müdürünün takıntısı olan itiraflar modasına takılmış kalmış gibi.
    Gerçi Komünist Kuzey Kore ile Komünist Çin ve hatta o Türklerin biricik sevgilisi Batı’nın pislikleri farklı temizlik yöntemlerini herkes bilir ama kimse itiraf etmez.
    Ama ümitliyim ve iyimserim. Biz, ciddi olmayan şımarık ele avuca sığmaz otçular, yeşillikle geçinirken, 1960 ve 70’lerde dünyanın sonunu getirmeye azimli evrimci veya devrimci Kapital putperestlerinden söz etmeyle zamanımızı öldürürken, evvel zaman içinde kalbuz saman içindeyken, İLERİCİLİK cami/kilisesinde devrimci Kapital’i övenler, İLERİ’YE yatırım yapanlar şimdi uyanmışlar gibi. Hatta oxymoronlar oxymoronu Özgür Üniversitesi’nde , yani eşitsizliği meşrulaştırma beyin ütüleme fabrikasında, ciddi bir profesör birkaç yıl önce ” ekolojik” ciddi kitabı bile yazmış. Günahından itirafla arınmış, yeni dinine eski ciddiyetiyle sarılmış, eski Kapital ciddi putperesti ciddilik numunesi, ciddilik “paragonu” da hemen anten-alıcılarıyla bu ciddilik numunesinde enayilerin kafalarını kamaştırıcı ciddilik hazinesini algılayıp, kitabı kitap satış medyası sanal vitrinine koymuş.
    Eski olsun yeni olsun, Kapital’in sırrını akıl almaz.
    Örneğin, bu siteye bir göz attım. Kapital değil, dünyanın sırrı peşinde olan bilim adamlarının ayvasını yiyen bir enayi kendi kendine “ulan bu büyük bilimsel pez*venkler neden sefalet sırrını bulmak için ‘bilimsel” araştırma yapmamışlar?” sorusunu bile sormamış.
    Ama belki, büyük bilimsel pez*venkler kozmik boyutta sırların bilimsel sırrının peşindeler. Yumartanın kırılma sesi artık sabah kahvaltısına ağzı sulanan Pavlov insanlarının duyduğu ses, bizim bilimsel inekler asıl olan bilimsel Big Bang gürültüsüne inanıyorlar. Tabii, fark var. Yumurta masalına inanmayanlar, “bizim ellerde büyük nenemizin osu*rmasıya başladı” derler. Ve yüz binlerce diğer patlamalar, seks, birbirine girenleri ayırmak hatta “aslında başlangıç rüya aleminde oldu” diyen enayiler bile var. We want nothing but facts. Yaalanlar yuta yuta gölgemizden korkar hale geldik. Yutar mı bu kurnazlar böyle “çocuğumsu” masalları? Son 7-10 bin yıl gaddarlığın alçalttığı, hayatta kalma kavgası içinde şiiri şairlere bırakan tüketim köpekleri böyle “çocuğumsu” masallara inanır mı?
    Ama belki,
    “There are more things in heaven and earth, süt inekleri,
    Than are dreamt of in your science.”
    lafını duymamış tipik kara cahil matematik ip cambazları ve iptekilere trene inek gibi bakıp anlamadığı için tasvip eden bitmez tükenmez Türk inekleriyle karşı karşıyayız.
    Ama belki, büyük pez*evenkler ve müminleri ağızlarına koyulan emziği emmekten başka bir şey bilmeyenler, Nietzsche’nin eşsiz alayını da bilmiyorlar: ” Artık biz uyandık. Hayır, biz artık uydurmalara inamıyoruz. Uydurmalar yerine uydurma sayılar yarattık, sayılara inanıyoruz.”
    Köleliğe indirgenmişlerin duymadıkları, “Ama belki” sayısı evrendeki yıldızlar kadar çok ama köleler de o kadar çok!
    Her neyse. Samimiyim. Ben de bu itiraflar modasına katılayım. Yeşil ot yeme ilkelciliği peşinde koşmaktansa, okuduklarımı bu sitedekiler gibi anlasaydım (Kierkegaard ve Upanişadlar again) çok daha iyi olurdu düşünüyorum ama çok geç. Avrupalılar, gerçekten mücadele etmiş, gerçekten dünyayı değiştirmek istemiş, gerçekten demokrasi sever, gerçekten hapiste yatmış, gerçekten Alevi, gerçekten Kürt, gerçekten devrimci, gerçekten sağcı veya solcu, gerçekten müslüman falan filanlara yardım ediyorlar. The Show Must Go On, quoi.

  284. Necip, ‘simülasyon’u halâ ‘literal’ olarak algılayıp bir çuval bomboş kelime yazıyor yahu…

    Yeter artık yeter, başla:

    SİMÜLAKRLAR VE SİMÜLASYON

    Jean Baudrillard

    http://www.dogubati.com/simulakrlar-ve-simulasyon-46

    20. yüzyılın önemli iddialarından biri, kuşkusuz, Jean Baudrillard’ın ‘Simülasyon’ kuramıdır. Baudrillard, radikal ve ayrıksı düşünceleriyle Batı toplumundan yayılan krizi haber verir.

    Baudrillard’a göre, bugünkü sistemi kavramak için dolaşıma sürülen tezler ‘hiçlik’ duvarında birer birer erimeye mahkûmdur. İşlenen bu kusursuz cinayeti araştırmaya başladığımızda; iletişim, sinema, reklam veya mimarlık alanlarında ‘gerçek’ ve ‘hakikat’ düzeneklerinin birbirleriyle nasıl yer değiştirdiğine göz atmamız yeterli.

    Bir resmin taklidi, bir eserin yorumu veya tarihî bir yapının kopyası ‘tüm aurasını yitirerek’ aslının yerine geçebilmektedir. Artık her türden sanatsal kaygı, hakikat arayışı ve iletişim tarzı ‘tüketilmek için’ vardır. İletişim araçları ‘iletişimsizliğin mükemmel bir örneği’ni sergiler. Söz gelimi, belgeseller anımsamaktan çok unutturmak için vardır, ‘için için kaynayan’ her bir anlam parçacığı içeriğinden boşaltılıp, medya adlı devasa boşlukta ‘simüle edilir’. Tüm olup bitenlerin yansıdığı ekranlarda herşey gizlenir, üzeri kapatılır. Ve kitleler, iletişim araçlarına sarılarak modern bir kurban töreninin ritüellerini söz birliği etmişçesine mükemmelen yerine getirirler.

    Baudrillard, bilinenin aksine, çözümlemelerinde postmodern bir söyleme başvurmaz. Oğuz Adanır’ın tanımlamasıyla söylersek, o ‘postmodern bir düşünür değildir!’ Çünkü bu kitapta da görüleceği üzere, simülasyon evreninin ‘dünya görüşü’ tarihsel gelişimin bir halkasıdır fakat son halkasını oluşturmaz.

    ‘Ne pahasına olursa olsun, Batı’nın moralini bozmayı sürdürecek misiniz?’

    Baudrillard: ‘Batı tarihinin temel yapı taşı, moral bozukluğudur.’, bunu ben uydurmadım. ‘Yeni duygusal düzen’, yani kurbanlardan oluşan duyarsızlık, pişmanlık üzerine oturmuş olan toplum, sanayi devrimi ve kolonizasyon gibi sonuçlara yol açmış 19. yüzyıla ait anlam bunalımının bir uzantısıdır ve bizim uzun 19. yüzyılımız boyunca da sürüp gitmiştir.

    *

    Recep Tayyip Erdoğan’ın psikiyatrist arkadaşı Prof. Dr. Erol Göka’nın kaleminden ‘simülasyon’:

    Teknolojinin ve giderek dijitalleşen medyanın, gerçeklik ve iletişim tanımlarımız başta olmak üzere zihinlerimizi, hayat tarz ve ritimlerimizi belirlediği yenidünyayı anlamak için başvurmamız gereken düşünürlerden birisi de Jean Baudrillard (1927-2007).

    Özellikle Oğuz Adanır Hoca’nın dilimize kazandırdığı çeviri ve söyleşileriyle ülkemizde de tanınıyor ama hayli zor.

    Gençliğinde Marksist olan Baudrillard, daha sonra bu bakışın Batı toplumunun günümüzdeki işleyişini anlamada bir işe yaramadığını görür. Emeğinin sömürülmesi ve ürettiği mala yabancılaşması esasına dayalı analizler, işçilerin de kapitalizmin sadık bir tüketicisine dönüşmesiyle birlikte anlamını yitirmiştir. Kapitalizm, mutasyona uğrayarak artık yepyeni bir evreye girmiştir. Baudrillard, bu yeni düzene ‘simülasyon’ adını verir.

    Simülasyonu, Türkçe’ye, ‘benzetme’, ‘taklit’, ‘muvazaa’ gibi şekillerde tercüme edebiliriz ama bunlar asla Baudrillard’ın kast ettiği anlamı tam olarak karşılamazlar. O hâlde düz çeviridense tarif etmeye çalışmak daha uygun.

    Baudrillard da birçokları gibi, Rönesans’tan sonra nasıl olup da Batı toplumunun böylesine büyük bir dönüşüm geçirdiğini anlamanın derdinde.

    Derdini anlatabilmek için öncelikle bir kavram icat eder, daha doğrusu uydurur: ‘Simülakr’…

    ‘Gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm’dür simülakr.

    Ona göre Rönesans’tan bu yana Batı’da üç çeşit simülakr düzeni var olmuştur:

    Birincisi, sanayi devrimine kadar olan dönemdeki ‘kopyalama’.

    İkincisi, sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan ‘seri üretim dönemi’.

    Üçüncücü, tüketimin belirleyici hâle geçmesiyle yapay ve sanal olanın, teknolojinin imkanlarıyla gerçek olarak sunulduğu son evre yani ‘simülasyon düzeni’.

    ‘Ayna’, ‘fotoğraf makinesi’, ‘sinema’, ‘televizyon’, ‘dijital medya’ aracılığıyla üretilen görünümler, Baudrillard’ın bu üç evresindeki simülakrlara örnek olarak verilebilir.

    Simülasyon, taklit demek değilse de taklitle ilgilidir; ‘bir köken ya da gerçeklikten yoksun gerçeğin modeller aracılığı ile türetilmesi’ne denir.

    Günümüzde gerçek, artık minyatürleşmiş hücreler, matrisler, bellekler ve komut modelleri tarafından üretiliyor, yani ‘tamamen taklide’ dayalı. Bu sayede, gerçeğin sonsuz sayıda yeniden üretimi mümkün oluyor. Simülasyon düzeninde, gerçeklik, tabii bir oluş değil de ondan modeller aracılıyla türetildiğinden ve üzerinde istendiği gibi oynamalar yapıldığından artık bambaşka bir şeydir. Onun bu özelliklerini tanımlayabilmek, aşırılığını vurgulayabilmek için Baudrilllard ‘hiper-gerçeklik’ der ve simülasyon düzeninde önceki zamanlardan farklı olarak gerçeğin yerini tamamen ‘simülakr’ların aldığını belirtir.

    Simülasyon düzeninde gerçek, tabiat, orada öylece durur aslında ama yaşam ortamı, teknolojinin önüne koyduğu tüketim nesneleri ve kitle iletişim araçları ve dijitalleşen medya ürünleri yani simülakr’lar tarafından çevrelendiği için insan, gerçeği olanca hakikatiyle görme şansına sahip değildir artık… Gerçeği sadece sanal haliyle algılamakta, sanallığın kendisini gerçek sanmaktadır. Ki haklıdır da zira sanal sahte, taklit demek değildir; gerçeğin tabii gerçek olmayan formudur. Bunu en iyi psikiyatri hekimleri anlayabilir.

    Simülasyon düzeninde gerçek, tabiat, orada öylece durur aslında ama ‘yaşam ortamı’, teknolojinin önüne koyduğu tüketim nesneleri, kitle iletişim araçları ve dijitalleşen medya ürünleri, yani ‘simülakr’lar tarafından çevrelendiği için, insan, gerçeği olanca hakikatiyle görme şansına sahip değildir artık. Gerçeği sadece sanal haliyle algılamakta, sanallığın kendisini gerçek sanmaktadır. Ki haklıdır da zira sanal sahte, taklit demek değildir; gerçeğin tabii gerçek olmayan formudur. Bunu en iyi psikiyatri hekimleri anlayabilir.

    Psikiyatride, hastalığı komik şekilde taklit etmeye çalışan, hasta taklidi (temaruz) yapan sahtekârlardan farklı olarak bir de ‘kurmaca (factitious) bozukluk’ tabloları vardır. ‘Kurmaca bozukluk hastalığı’nda sorun, hastanın o hastalığın kendisinde bulunduğuna tamamen inanması, ve hasta, rolünün gereğini aynen yerine getirmesi, yaşamasıdır.

    Kurmaca bozukluk hastası, rolüyle tıpatıp özdeşleşen oyuncu gibidir. Hekim, hasta numarası yapan sahtekârı kolayca anlayabildiği hâlde, kurmaca bozukluk tanısı koyabilmek için çoğu zaman hastayı kliniğe yatırarak gözlem altında tutmak zorunda kalır. Bizim simülasyon evreninde, içinde yaşadığımız sanallığı gerçek sanmamız, tıpkı kurmaca bozukluk hastasının kendisini sahiden hasta sanmasına benzer. Bu yüzden, reklamların, markaların, sosyal ağların dünyasında tükettikçe daha mutlu olacağımızı sanarak yaşar gideriz. Sadece teknolojinin, tüketimin ve sosyal medyanın ağında yaşadıklarımızı gerçek sanmak değildir bahtsızlığımız, kitle iletişim araçlarıyla yaptığımız haberleşmeyi de ‘iletişim’, bu aygıtlardan algı dünyamıza giren her veriyi ‘bilgi’ sanmamızdır asıl garabet.

    Baudrillard, Batı’da kökleşip yerleşmiş olan bu ‘simülasyon düzeni’nden hiç hoşnut değildir. Batı dışındaki toplumların Batı’nın bu hâline benzemesini, sonunda onlar gibi tıkanıp kalmasını istemez. Onların başka modeller ile alternatifler üretmesinden yanadır.

    Rahmetli Erbakan Hoca’nın bizimkilere ‘taklitçiler!’ diye kızması gibi, Batılılara ‘sizi gidi taklitçiler’ der adeta. Başka, adil bir dünyanın mümkün olabileceği düşüncesini diri tutma meşalelerinden birisi olarak kervanda yerini almıştır.

    [10 Temmuz 2016 Pazar]

  285. Amerika, AB ülkeleri, Çin, Rusya, Hindistan, Kanada, Avustralya çok büyük bilim adam ekipleri yıllardır “Zenginlik- Sefillik” nedenin sırrına varmak için araştırmalar yapıyor ve buluşlarını aralarında ayni küresel Kapital gibi ışık hızı sosyal-bilimsel-ekipsel medyasıyla paylaşıyorlardı.

    Nihayet tarih boyunca bilim bilmeyenlerin yaratmış oldukları kargaşalığın doğa fizik yasasına karşı gelmekten kaynaklandığı anlaşılmıştır.

    Daha derine inmek isteyen çok halis bilim sever bilimsel Türk sivri kelleler için bilimsel bir not: en son, en geçerli, en doğru yer çekim teorilerine göre, kargaşalık yapanların kozmik büyük kitle evliliklerinin ilk gecesinde heyecandan yaydıkları şapırtı, şırıltı, kıpırtı , kıvrıntı.

    Bu haber, bilim seven sağ ve sol devrimcilerini çok üzecek. Ama yüksek zekalı olduklarından ve okur-yazar-yaratıcı sınıfından geldikleri için yeteneklerini diğer alanlarda yatırımla çabucak yeni duruma ayak uyduracakları şüphesiz. Sefiller tarih boyunca sürekli bunu yaşadılar ve çoğunun zeki ve yetenekli evlatları, özgür olmayan okullara şükür, yukarılara tırmandılar. Bu tarihi çalkalamalar aynı kalbur gibi büyükleri yüzeye çıkarırmış.

    Gelelim “Zenginlik- Sefillik” temelinde yatan fizik-kozmik yasaya: YER ÇEKİMİ. Her ne kadar eski, sarı mavi falan New-Ton yer çekim veya yeni sarı mavi falan Ein-Stein yer çekimiyle de açıklanabilirse de zamanımızın en egemen anlama yöntemi imge, görüntü, eğlence, televizyon, sosyal fotoğraflar-ekranda yazı çizikler medyası falan filanla daha kolay açıklanır:
    Büyük kitle küçük kitleyi çeker.
    Dünyanın, Leyla ile Mecnun ve Gül ile Bülbül gibi, her zaman kavuşmak istediği g