N. Gün Uzun / Okur-Yazartv’de Mevsimler
Gün Zileli: Mevsimler
‘Politikada yenilmekle hayatta yenilmek aynı şeyler değil.’
“Memurun tek sığınağı devletidir. Memur çocuğunun devleti de yoktur. Devlet o soğuk umursamazlığı ile dönüp bakmaz bile sana. Hiçbir yere gidemezsin, hiçbir yardım alamazsın. Öyle yetiştirilmişsindir ki, sokakta bir limon bile satamazsın. Bu yüzden dünyanın en zavallıları, bir yere tutunamayan, üstelik yapısı nedeniyle tutunma şansı pek olmayan memur çocukları, orta sınıf çocuklarıdır.” Gün Zileli’nin son romanı Mevsimler, bizi 1950’den alıp 1980’lerin ortalarına kadar getiriyor. Bir grup gencin, ’60’ların rüzgârıyla biçimlenen hayatlarında, mevsimlerin sandığımızdan da uzun sürdüğünü görüyoruz. Yaz, İlkbahar, Kış ve Sonbahar olmak üzere dört ana bölümden oluşan roman, iki ayrı zamanda ve iki ayrı evde kapının çalması ile başlıyor. Geçmişte, kahramanımız Gediz’in aile evinde çalınan kapıdan komşu Sakine Teyze’nin “müjdesiyle” giriyoruz Yaz’a : “Demokratlar kazanmış. Halk Partisi kaybetmiş.” Mevsimler, merakı körükleyen kurgusuyla, okuru Arnavutköy’den alıp Bebek Parkı’na; Kilyos Kimsesizler Mezarlığı’ndan Sağmalcılar Cezaevi’ne; Beyazıt’tan Kazancı Yokuşu’na dek bir İstanbul manzarasının içinde, geçmişe götürüyor. Gün Zileli ile Mevsimler romanı hakkında konuştuk…
Romanın sonuna gelinceye değin, Gediz’in kendi hayatının kahramanı olamadığı, bu nedenle roman kahramanlığını da “her an başka birine kaptıracağı” hissini yaşıyoruz. Birilerinin peşi sıra giden, hayatına biraz da tesadüflerin yön verdiği, düşünsel derinliğinden ziyade, arkadaşları ile kurduğu ilişki nedeniyle solcu olan birisi gibi… Acaba Gediz, kendi “nakd-i ömrü” babasınınkinden farklı olabilsin diye mi itiraz etmedi, Suat’ın, Rümeysa’nın çağrılarına?
Roman kahramanlarından olduklarının ötesinde bir şeyler beklemek hata olur. Başından beri anlıyoruz ki, Gediz, yetenekleri ve olanakları sınırlı bir genç. Eğer öyle büyük toplumsal çalkantılar döneminde yaşamasaydı oldukça sıradan bir hayatı olacağını tahmin edebiliriz. Zaten olağanüstülük de burada. Büyük toplumsal çalkantılar sıradan bir insanı bile son derece sıra-dışı bir hale getirebiliyor. Gediz gibi bir gencin başladığı noktaya bakın, bir de vardığı noktaya. Bu bizi Gediz’in kişiliği üzerine değil, toplumun niteliği ve değiştirici özelliği üzerine düşünmeye zorluyor. Suat ve Rümeysa’nın çağrılarına uyması ise babasından farklılığından değil, ona benzerliğinden geliyor bence. Babası yaşadığı dönemin sıradanlığına nasıl ayak uydurduysa Gediz de yaşadığı dönemin olağanüstülüğüne öyle ayak uyduruyor.
Kişilerin ya da olayların gerçekliğini sormayacağım, elbette bu bir roman ve geçmişiniz, kişisel yaşantınız da, romana ve karakterlere sinmiş olmalı. Okur örgütsel ilişkileri, örgüt içindeki görüş ayrılıklarını ve bölünmeleri son derece basit biçimde, Suat’ın Gediz’le hep son anlarda yaptığı ayaküstü konuşmalardan anlıyor ve Gediz’in anladığı kadar anlıyor. Romanın dışına çıkıp sormak istiyorum: Mevsimler’de sözünü ettiğiniz siyasal ayrışmalar bu kadar üstü kapalı ve ani süreçler miydi örgütlerin üyeleri ve sempatizanları için?
Aşağı yukarı öyleydi diyebiliriz. Örgütsel bölünmeler ve ideolojik çatışmalar konusunda bireylerin tercihlerinde tesadüflerin ve bireysel ilişkilerin, tahmin edilenden çok daha büyük rolü vardı. Örneğin arkadaşlık ilişkilerinin ya da kadın-erkek ilişkilerinin. Sonuç olarak sosyal çevreler belirleyici oluyordu bu konuda. Hele 1969-70 yıllarını düşünürseniz, bu iyice böyleydi. O iki yıl içinde iki büyük yarılma ve ayrışma gerçekleşmişti. Üstelik bu ayrışmalar hiç de sanıldığı kadar anlamlı şeyler değildi. Bu durumda elbette kişisel sempatileriniz belirleyici oluyordu. Siz bakmayın örgütlerin bu konulardaki kerameti kendinden menkul ve çok bilir açıklamalarına.
Hapishane sürecine kadar tesadüfi ve biraz kenarından kıyısından diyebileceğimiz biçimde politik mücadele içinde yer alan, diğerleri kadar tutkulu ve bağlı olmadığını da hissettiğimiz, Gediz, romanın sonuna geldiğimizde en kararlı duruşu sergileyen kişi haline geliyor. Bireysel kararıyla örgüte, Rümeysa’ya, Sibel’e, Suat’a, hepsine ihanet ettiğini düşündüğü kişiye karşı olan tutumundan söz ediyorum. Gediz’i edilgen politik tutumundan çıkaran hapishane mi? Haksızlığa uğrayan Suat’la olan arkadaşlığı mı? Atok’un başına gelenlerle derinleşen, Sibel’e uzanan vicdan azabı mı?
Gediz, bir yandan edilgen bir karakter olduğu kadar, belli etmediği bir zekâya ve ilk bakışta göze çarpmayan derin sezgilere de sahip bir insan. Arkadaşlık ve sevgi bağları çok güçlü. Toplumsal olaylara sürüklenişinde bunlar belirleyici oluyor diyebiliriz. Dolayısıyla, sonradan belirgin bir hal alan iradi yönelişlerinde bunlar etkili oluyor bence. Hapishanede yaşadıklarının da belli ölçüde etkili olduğu muhakkak ama sözünü ettiğim duyguları ve sezgileri ön planda gibi geliyor bana. Vardığı sonuç ise ayrıca irdelenmeli. Belki de hiçlikle temsil edilen nihilist bir reddiye diyebiliriz bu sonuca.
Gediz’in Suat’la birlikte kaldığı hapishanede öne çıkan, örgütsel yapıların ve örgütsel yapı içinde de kişilerin hegemonyası… Hapishaneler hep mi böyleydi? Politik örgütler düşünsel farklılıklarla (klasik jargonu kullanırsak küçük burjuva düşünüş biçimiyle) baş etmenin başka yolunu bilmediği için mi, onlarca insanın başına Suat’ın başına gelenler geldi?
Romanda tarihi gerçekliğe bire-bir uymayan bazı durumlar var, bu vesileyle bunu da açıklamış olayım. Romanın kendi zamanlamasıyla, yaşanan gerçeklik tam anlamıyla üst üste oturmuyor. Romanda 1980’lerin başında hapishanede yaşananlar gerçekte 1990’larda yaşanmıştır. Sorunuza gelecek olursam, sorun o kadar basit değil. Hapishanede yaşananların, yaklaşık yüz yıllık gelenekle güçlü bağları var. Dostoyevski’nin Ecinniler romanını hatırlayalım. O kadar eskiye gitmesek bile koca bir Komintern geleneği var. Monolitik gelenektir bu. Bu gelenekle oluşmuş örgütler, örgüt içinde ortaya çıkmış fikir ayrılıklarını benzeri yöntemlerle “çözme” yoluna gitmişlerdir. Fikir ayrılıkları ve muhalefet, örgütlerin merkezlerine “birliği ve mücadeleyi” tehdit eden, yabancı unsurların girişimleri olarak görünür ya da öyle algılanır, o zaman da “düşmana” uygulanan yöntemler (kaldı ki, gerçek düşmana bile böyle yöntemlerin uygulanması yanlıştır) gündeme gelir.
Rümeysa da yenik düştü romanın sonunda. Mevsimler’e paralel bir aşk hayatı oluyor, “ 6-7 Eylül’ün örgütleyicilerinden ama Beyazıt’ta talebelerin ezilmesine yüreği dayanmayan” Barbaros’a varıyor yolu. Barbaros, zaten Rümeysa’yı “başından böyle bir vaka geçmiş olması” sayesinde, yani “kusuruyla” kabule hazır… Rümeysa’dan yola çıkarsak, kadınların hayatta, politikada yenilmesi daha mı trajik acaba?
Politikada yenilmekle hayatta yenilmek aynı şeyler değil. Hatta Rümeysa özelinde bakacak olursak, politikada yenilen Rümeysa bir bakıma hayatta kazanmış oluyor. Suat ve Gediz ise hem politikada hem de hayatta yeniliyorlar. Politikaya hiç bulaşmayan Atok ise daha başından hayatta yenilenlerin timsali gibi. Rümeysa bir noktadan sonra politikayla bağını kopararak hayatta kazanmış oluyor, tabii buna ne kadar hayatta kazanmak denilebilirse. Belki de hayatta kazanmanın yolu ruhsal bakımdan kaybetmeye bağlı. Aslında Rümeysa ile Suat’ın durumları tam zıt. Suat, dâhil olduğu sınıfın aksi yönde yürümekte ısrar ederek tam bir yıkıma gidiyor. Rümeysa ise iyi niyetlerle girdiği politik mücadele yolundan bir noktada dönüp sınıfsal aslına rücu ediyor. Başlangıç noktasına geri dönüyor. Fakat burada da tuhaf bir şey oluyor. Başlangıçta sınıfsal güdüleri nedeniyle reddettiği Barbaros, onu eski sınıfsal konumuna geri döndüren kişi olarak ortaya çıkıyor. Bu da Türkiye’deki sınıfsal yapıların Batı’daki kadar stabil ve yapısal olmadığını gösteren önemli bir nokta.
Suat, edebiyat eleştirmeni olmak istiyor, yurtdışında eğitim görüyor, bir zaman dergilerde yazıyor… “Parti tüzüğüne muhalefet eden aydınlardan” diye tanınıyor. Politikadan söz ederken de “ılımlılığı sevmem” diyor, edebiyat tartışmasında “parti buyruğu” ifadesine itiraz ediyor. Sosyalistlerin edebiyatla arası nasıldı sizce?
Sosyalizm-edebiyat ilişkisi tuhaf ve trajik bir ilişkidir. Romanda bir sahne daha var bu konuda. Hep birlikte Ankara’ya giderlerken, işçi Halis’in önünde kendisinin edebiyat çalışmalarına değinilmesine son derece bozuluyor Suat. Bu çok tipiktir ve o dönem sosyalistlerin edebiyatı bir burjuva hobisi gibi gördüklerini ortaya koyar. Oysa çok değil, birkaç yıl öncesinde, 1960’ların ilk yıllarında edebiyat ve sanat sosyalistlerin baş-tacıydı. Edebiyat ve sanat solun önünü açan bir buldozer gibiydi. Üstelik öyle propaganda edebiyatı da değil. Başta klasikler ve modern edebiyat ürünleri olmak üzere. Örneğin Albert Camus ve Franz Kafka… Sonra ne oldu da her şey zıddına dönüştü? Özelikle 1968’den sonra. Sosyalizm, kendi yolunu açan edebiyat ve sanatı ayak-bağı olarak görmeye başladı ve hoyratça bir kenara itti. BundanYarılma’da da söz etmiştim. Bu çarpık ilişki günümüze kadar aşağı yukarı böyle geldi. Günümüzde edebiyatla ilişkiler belki bir ölçüde restore edildi ama temelde “yararlı” ve “yararsız” edebiyat ayrımı ortadan kalkmadı. Bu trajedide Stalinist “toplumsal gerçekçi edebiyat” bakış açısının rolü de küçümsenemez.
Romandaki en ilginç karakter Sibel’di bence… Gediz’in hayatına aslında o garden partydeki herkesle birlikte girmiş ama fark edilmemiş, Kazancı Yokuşu’nda Gediz orada olmasa belki başına gelenler de bilinmeyecek. Solculuğu her ne kadar, Rümeysa’yı takip ve taklitle başlamış olsa da, hem Rümaysa’nın girdiği örgütlere girmiş, hem de Rümeysa’nın beraber olduğu erkeklerle beraber olmuş. Sibel patolojik bir karakter. O romana dâhil olduğu andan itibaren okur da Gediz’le birlikte ondaki gizemi çözmeye çalışıyor. Okur Gün Zileli’ye sormak isterim; sizin de var mıdır Sibel gibi, ah biraz daha tanısaydık, romana, hayatımıza biraz daha fazla dâhil olsaydı dediğiniz, gölgede kaldığını düşündüğünüz roman kahramanları?
Sibel’in önemini saptamanız çok önemli. Genellikle diğerlerinin yanında ihmal ediliyor. Oysa Rümeysa nasıl 1960’ların tipik bir kadın karakteriyse, Sibel de 1970’lerin tipik kadın karakteridir. Üstelik ayrıksılığıyla da bir kat daha öyledir. Yani 1970’lerin kadın karakterlerinin sınıfsal özelliklerini taşımakla birlikte onların aksine, tutucu değildir. Sorunuza gelince, şimdi hatırlayamadım ama mutlaka olmuştur daha fazla ruhuna nüfuz etmek istediğim roman kahramanları. Fakat şu da bir gerçektir ki, roman kahramanını ete kemiğe büründüren, ruhuna nüfuz eden biraz da okuyucunun kendi hayal gücüdür.
Roman yazarlığınızın yanı sıra, belki ondan da evvel başladığınız bir yazma serüveniniz var, çeviriler de yapıyorsunuz. Anı, çeviri, güncel politika yazıları… roman yazarını nasıl besliyor, edebiyat dışı yazma çalışmaları?
Bu dördüncü romanım. İlk romanım 1995’te Sel Yayınları tarafından yayınlanmıştı: Deniz Orada. 1966 yılından itibaren Hüseyin Cöntürk’ün çıkarttığı Yordam dergisinin yazarlarındandım, ilk öykülerim orada yayınlandı. Aynı yıllarda Halil İbrahim Bahar’ın yayınladığı Soyut dergisinde de öykülerim yayınlandı (1960’larda yayınlanmış bu öyküler 2012 yılında, Yaba Yayınları tarafından Yüreğe Yağan Kar adlı öykü kitabında toplandı). 1963 yılından beri yazıyorum. 1990’lardan beri de İngilizceden çeviriler yapıyorum. Çevirilerin çoğu Stalin döneminde gadre uğrayanların otobiyografileridir. Onlardan çok şey öğrendiğimi ve bunların romancılığıma önemli bir katkıda bulunduğunu söyleyebilirim.
Roman, başlangıcından itibaren bizi Türkiye tarihine, yazarın kendi geçmişine paralel bir yolculuğa çıkarıyor. Romanlarınızı yazarken, bir dönem romanı olsun, belgesel nitelik de taşısın diye özel bir çabanız oluyor mu; yoksa “yazar, bildiğinden, kendi gerçeğinden beslenir” diyebileceğimiz bir doğallık içinde mi gelişiyor yazma süreciniz? Mevsimlerden sonra, ne yazmayı istiyorsunuz?
Tabii ki ikincisi. Bir romana konusunu önceden belirleyerek başlamam. Mevsimler için de aynı şey söz konusu. Romanın ilk ortaya çıkan kahramanı, Gediz’den de önce Atok’tur. Atok beni Gediz’le tanıştırdı. Gediz’le birlikte gittiğim Garden Party bölümünü yazarken karşıma birden Suat çıktı. Gediz, kimsesizler mezarlığında öylece ayakta durana kadar Sibel diye biri yoktu kafamda. Ben de aşağı yukarı Gediz’le aynı zamanda gördüm Sibel’i. Romanı yazarken olayların nasıl gelişeceğini ben de bilmiyordum. Bu cevabımdan da anlaşılacaktır ki, şu anda kafamda yeni bir roman düşüncesi yok. Ama bir de bakmışsınız yarın yeni bir denemeye girişmişim (tabii ki, her deneme bir roman doğurmaz. Ana rahmine düşen her cenin nasıl dünyaya çocuk olarak gelmezse).
Edebiyat dünyası için bir “gözden kaçırılan yazarlar listesi” yapsak, bu liste için kimlerden söz ederdiniz? Roman ya da değil, hangi kitaplardan?
Bence Robert Sabatier’in İsveç Kibritleri (çev: Orhan Suda) romanı eşsiz bir romandır. Dünyada değeri ne kadar bilindi bilmiyorum ama Türkiye’de hak ettiği değeri bulmadığını düşünüyorum. Jorge Semprun’unBüyük Yolculuk’u için de aynı şeyi söyleyeceğim. Türkiye’de ise ne kadar gözden kaçırılan kitap ve yazar vardır kim bilir? İkisinden söz edeyim. Muzaffer Oruçoğlu’nun Tohum romanı Kaypakkayacı çevrelerde neredeyse bir kült roman olmasına rağmen bu çevrelerin dışında pek bilinmez. Malum edebiyat eleştirmenleri de Muzaffer Oruçoğlu’nu ısrarla görmezden gelirler. Her romanı harikadır demek istemiyorum ama Tohum çok güzel bir romandır. Bugüne kadar edebiyat dünyasında görmezden gelinmesi sadece edebiyat açısından bir kayıptır. Bir de çok genç bir romancıdan söz etmek istiyorum. Yayın Kolektifi’nin çabası ve önerisiyle Kibele Yayınları’ndan çıkan Ve Zamanın Çoğunda Hiçbir Şey Olmadı adlı romanın yazarı Emre Altındağ’dan. Edebiyat eleştirmenlerimiz onu da kesinlikle görmezden geldiler. Hatta belki görmediler bile. Türkiye’de o kadar çok roman yayınlanıyor ki. Görmek ve dikkat etmek için çok özel bir bakışa sahip olmak gerekir.
Mevsimler / Yazan: Gün Zileli / İletişim Yayınları/ Editör: Levent Cantek / Kapak : Suat Aysu / 1. Baskı, 2014 / 355 sayfa
Gün Zileli, (d. 24 Ekim1946. Ankara) 1970 yılında, DTCF’nin Felsefe Bölümü’nün 2. sınıfından ayrıldı.1960’lı yıllarda, Yordam, Soyut gibi edebiyat dergilerinde öyküleri yayımlandı; ayrıca, Emekçi, Aydınlık, Proleter Devrimci Aydınlık dergilerinde görev aldı ve yazdı. TİP, FKF ve Dev-Genç örgütlerinde çalıştı; son ikisinin yönetici organlarında bulundu. 1964 yılının Ağustos ayındaki ilk anti-emperyalist gösterilerde gözaltına alındı. 1966 yılındaki anti-emperyalist gösterilerden dolayı kısa süre hapis yattı. 1968 ve daha sonrasındaki öğrenci hareketlerinde yer aldı, 1969 yılında kısa süre hapis yattı. 1971-74 yılları arasında, üç yılı aşkın, Mamak Cezaevi’nde tutuklu kaldı; TÖS, Dev-Genç ve TİİKP davalarından yargılandı. 1970′li yıllarda Aydınlık, Halkın Sesi, Bora, Türkiye Gerçeği dergilerinde, daha çok teorik ve siyasi nitelikte makaleler yazdı ve TİKP’nin yöneticiliğini yaptı. 1975 yılında, Adana’da, İncirlik Üssü’ne karşı yapılan yürüyüşte tutuklandı ve kısa süre hapis yattı. 12 Eylül’den sonra, TİKP davası dolayısıyla arandı ve on yıl kaçak yaşadı. Bu yıllarda, daha çok Mehmet Gündüz takma adıyla teorik yazılar yazdı; Ufuklar, Saçak ve Sosyalist Birlik dergilerinin çıkartılmasına önayak oldu, Yapıt ve Somut dergilerinde yazdı. 1990 yılının başında yurt dışına çıkıp İngiltere’de siyasi mülteci olarak yaşamaya başladı. Bu yıllarda, roman yazdı ve İngilizceden Türkçeye kitap çevirdi. Amargi, Sosyalizmin Sorunları, Yeni Zamanlar, Birikim, Apolitika, Ateş Hırsızı, Uç, İmlasız, Bireylikler, Kitap-lık, Virgül, Köxüz, Öteki İsviçre, Açık Gazete, Özgür Üniversite, Haber Cumhuriyeti, Devrimci Demokrat gibi dergi ve internet sitelerinde ağırlıklı olarak kitap eleştirisi yazıları yayımlandı. İstanbul Özgür Üniversite’de, “Devrimi Yeniden Düşünmek” ve “Komintern ile TKP” konulu seminerler verdi. Yazı ve röportajları, Aşk ve Devrim (www.gunzileli.com) adlı bireysel sitesinde de yayımlanmaktadır. Şu anda Yayın Kolektifi bünyesinde çalışmaktadır. Kitapları Bürokrasi ve Sosyalist Demokrasi (Mehmet Gündüz adıyla), 1990, Koral; Anarşizm Bir Devrim Çağrısıdır, 1995, Kaos; Türkiye… Sosyal Patlamaya Doğru, 1995, Kaos; Deniz Orada (Roman), 1995, Sel; Bahar ve Tipi (Roman), 1997, Telos; Yarılma, 2000, Ozan; 2002, İletişim; Havariler, 2002, İletişim; Sapak, 2003, İletişim; Ev, 2004, İletişim; Ulusalcılık, 2007, Özgür Üniversite; Komün (Roman), 2007, Yaba; Stalinizm, 2010, Özgür Üniversite; Stalin Yargılanıyor (Oyun), 2010, Kibele; Devrimi Yeniden Düşünmek-I (Fikret Başkaya ile birlikte), 2010, Özgür Üniversite; Rejimler, Partiler, Kişiler ve “Uluslar”, 2010, Kibele; Arnavutköy (1954-1964), 2010, Heyamola; Benim Kahraman Köpeklerim, 2012, Özyürek Yayınevi; Yüreğe Yağan Kar (öyküler), 2012, Yaba; Muhafazakâr Liberalizm, 2014, İmge; Haziran Günleri-Gezi Notları, 2014, Büyülüdağ; Mevsimler (Roman), 2014, İletişim
yazının tamamını okudum.çok ilgimi çekti.adapazarında yaşıyorum.kitaba nasıl ulaşabilirim ? kitap almak için kitap satmak zorunda olan,üniversite terk pozisyonunda olan 24 yaşında bir gencim.en çok merak ettiğim şey de yorumların okunuyor olup olmadığı ve sonraki yazılarınızda cevap niteliğinde cümlelerin kurulup kurulmadığı.umarım Gün ağabey beni kırmaz.saygılar,sevgiler.
Gozden kacan yazarlar demisken Aydin Arit in Gemi adli romanini tavsiye ederim eger okumadiysaniz
çok teşekkür ederim. ben de böyle romanlar arıyordum. Hangi yayınevi.
cevat arkadaşım, kitapyurdu.com’dan istetebilirsin. sevgiler.
Inkilap yayinevi..ben denizler kitabevinde bulmustum ama idefix araciligi ile de temin edilebiliyor