29 Nisan 2011
Bu iki kavram arasında sempatik bir yakınlık mı yoksa rahatsız edici bir gerilim mi var.Belki her ikisi birden..
2010 senesi anayasa değişikliğine dair referandum tartışmalarında, sol çevrelerde paketin kabul yahut reddi yönünde farklı görüşler ileri sürüldü.Tartışmanın detayları bir yana bırakılırsa asıl gerilim ”yurtsever yahut ulusalcı sol” şeklinde tanımlanan düşünce ile “enternasyonalist – anti militer sol” görüş arasında yaşandı. Taraf gazetesi ve merkez medyada yer alan “liberal sol” tanımına münasip yazar taifesi kapsam dışında tutulursa ,kutuplardan birisinde TKP,İP , Bir gün gazetesi çevrelerinde toplanan “yurtsever solcular” diğerinde Ömer Laçiner,Tanıl Bora gibi yazarların yer aldığı Birikim dergisi çevresi , DSİP, kısmen ÖDP ve Ertuğrul Kürkçü gibi enternasyonalist bağımsız yazar ve düşünürler yer aldı.
Ulusalcılığın-yurtseverliğin milliyetçi çevrelerce büyük bir değer olarak benimsenmesi anlaşılabilir bir şey.Güçlü bir ulus devlet arayışı, bu ideolojiye yakın çevreler açısından düşman güçler tarafından çevrilmiş bir coğrafyada ayakta kalma savaşımı olarak algılanabilir (Türkün türkten başka dostu yoktur..)Milliyetçilik kimilerince milli sınırların ötesine uzanan güçlü hatta emperyal bir devlet yaratabilme hayallerinin odağındaki ideoloji de olabilir.Hatırlanacağı gibi Irak, ABD tarafından işgal edilirken kimi siyasi ve medyatik figürler TC nin koalisyon güçleri saflarında yer aldığı takdirde Musul ve Kerkük bölgesinde egemen güç olabileceğine dair hayaller kuruyordu.
Peki öyleyse, güç arzusuna geçirilen kılıf manasındaki milliyetçiliğin sosyalizm ile ilişkisi olabilir mi? Olamaz ise sınıfsal temelli bir çatışmanın tarafı olan sosyalistlerin yurtseverlik kavramına bu denli yakınlık hissetmeleri nasıl açıklanır?
Ülke açık bir emperyalist bir işgal altında mıdır? Bir metafor olarak bütün az gelişmiş ülkelerin ABD ,AB hatta Rusya ve Çin gibi gelişmiş,büyük ekonomiye sahip ülkelerce sömürüldüğü,hatta pratikte doğal kaynaklara ve pazara hakim olunarak neredeyse işgal altına alındığı söylenebilir.Ancak, bir metafor olarak…Kastedilen şey, uluslar arası burjuvazinin ,küresel sermayenin sınır tanımaz arsızlığıdır.Gerçekte ortada olan şey ise tüm az gelişmiş oligarşik yapılarda yahut burjuva demokrasilerinde tıpkı basım icra edildiği şekliyle yerel burjuvazinin uluslararası burjuvazi ile kol kola girip emekçi sınıfı sindire sindire sömürdükleri olgusudur.Sömürünün büyük lokmasının küresel sermayeye gitmesi detay sayılabilir.
Günümüzde ,birkaç yüz yıl öncesinde Hindistan ve Afrika ülkelerinde icra edildiği üzere ,Batılının az gelişmiş ülkelerin bakir topraklarına girip hammadde ve insan kaynaklarını denizden ve karadan ilhak ettiği türden manzaralar görülmemekte.Bu türden “ham” denebilecek bir işgal olgusunun yerini ,batılının hammadde ve ucuz enerji – işgücü olan coğrafyalara asalak misali tebelleş olaraktan fabrika-tesis kurduğu ,böylece ucuza mal ettiği ürünleri dünya pazarına sevk ettiği değişik türden bir işgal olgusu almış durumda.Sömürü ve işgal olgusu kuşkusuz bu suretle devam etmektedir ancak ülke kaynaklarının emekçilerin iktidara gelseler dahi “bir daha erişemeyecekleri biçimde” ülke dışına kaçırıldığını iddia etmek bu noktada tuhaf kaçar.
Yurtsever solcuların bir kısmının “emekçilerin iktidara geldiği gün” isminde “o günkü koşulları temsil eden” bir tahayyülü olduğunu düşünüyorum.”O gün”” için bu günden, işgal kuvvetlerinin el koymak istedikleri kaynakların en azından bir kısmını alıkoyma,elde tutma endişesi ile hareket edildiğini düşünmek mümkündür.Bu noktada sormamız gereken soru ise şudur: madenleri,telekomünikasyon ağını, petrol rafinerilerini vb. burjuva sınıfınca idare edilen bir devletin denetiminde tutmayı başardığımız takdirde “topyekün işgalden” kormuş mu oluyoruz?Milli ya da küresel burjuvazinin ülke kaynaklarına öyle ya da böyle el koyduğu bir düzende ,sömürgen’in pasaportunda belirtilen tabiyet emekçi sınıf için ne anlam ifade etmektedir?
Küreselleşme karşıtı hareketler ve yurtseverlik
Uluslar arası sermayenin milli ekonomilerde rolünün artması,ulusal bir tepki yaratmakta,kürselleşme karşıtı hareketlerin artışını beraberinde getirmekte.Küreselleşme karşıtı tepkilerin bir kısmı gelişmiş batı ve bazı güney Amerika ülkelerinde sık görüldüğü üzere antikapitalist formasyondadır. Kapitalizmin dünyada girmedik toprak parçası bırakmayan saldırgan yayılmacılığına karşı direnç gösterme gereği “kapitalizmin toptan reddi yönünde” yani antikapitalist hüviyette tepkilere yol açmakta. Tepkilerin farklı, ikinci bir şekli ilki gibi kapitalizmin radikal reddini içermese de ,küresel sermaye hareketlerine milli sınırlar çerçevesinde ve ekonomik düzlemde kimi sınırlar getirme kaygısı taşımakta. Daha çok İslam coğrafyasında görünen üçüncü tarz bir tepkisellik bir Truva atı sayılan küreselleşme hareketi içerisinde gizlenmiş hıristiyan kültürünün ayırdı ve reddi uzamında yer alıyor.Sermaye ile bütünleşelim ama kültürümüzü koruyalım mantığının sanki mümkün olabilirmiş gibi düşünüldüğü bir alan burası.
Böyle bir tasnif yapıldığında sosyalizmin, antikapitalizme bağlaşık, sınırlandırılmış pazar ekonomisine uzak olduğunu söyleyebiliriz.Milliyetçilik ise kültürel emperyalizme karşı çıkıyor.Ancak kendi kültürünü salt korumanın ötesinde güçlendirme ve uluslararası alanda nüfuzunu artırma hayallerine sahip.İki hareket küreselleşme karşıtlığı bağlamında aynı safta yer alıyorlar ancak farklı maksatlar ve programlarla.Şu an küreselleşme güçlerinin,karşıtlarına göre atak ve güçlü olduğunu hesaba katanlar ,şimdilik aynı saflarda yer almanın, birleşik cephenin yararlı olduğunu düşünmekteler.Ancak bu görüştekiler ,milliyetçiler ile aynı safta bulunmayı kendilerine zul sayan,muhalif hareketin içerisinde yer almakla ulusalcılığın yedeğine düştükleri hissini taşıyan sosyalist çevrelerce eleştiriliyorlar.Bu çevrelere göre,tarihsel olarak burjuvazi ile işbirliği, sosyalistlerin nihai aşamada pazarlık dahi yapamadan kaybettikleri anları işaretliyor.Dolayısı ile yapılması gereken şey, milliyetçiler ile aynı safta yer almadan aksine karşılarına alarak tam bir antikapitalist mücadele yürütmek.
Yerelliğe karşı enternasyonalite
Bu noktada bir başka çelişkiye dikkat çekmek gerekiyor. Solun ,karşıt yönde gelişse de küreselciliğe paralel bir mantıkla düşünmesi noktasında çıkıyor. Halen geçerli rejimde sınırların kalkması ile dünyanın bir köye dönüşmesi fikri , 19. yy da art arda gerçekleşen devrimlerle bütün dünyada ulusal sınırların tarihe karıştığı toplumsal bir yapının ortaya çıkacağı şeklindeki devrimci düşünceye koşutluk gösteriyor.Tıpkı küresel kapitalist hareket gibi sosyalist harekette yerel olmayan ,enternasyonalist bir vizyona sahip.Tek ülkede sosyalizmin SSCB örneğinde başarılı olamayışı ,yerellik yanlılarından ziyade enternasyonalci sosyalistlerin vizyonunu parlatıyor.Yurtsever sosyalist görüş ise yerel antikapitalist başarılar kazanılmadan enternasyonal bir düzeye eklemlenmenin mümkün olmadığı görüşünde.Bu anlayışa hak verilebilir ancak iş güncel siyasete döküldüğünde ,sosyalist argümanların hızla yerelleştiğini ,milliyetçi söylemler ile karıştığını ve neredeyse sosyalizm ile milliyetçilik arasındaki sınırların kalktığını görmekteyiz.Örneğin değişik etnisiteleri yurttaşlık bakımından eşdeğer olarak kabul etmek solun vizyonuna ait bir ilke iken,etnik farklılıklar tartışmasının dış güçlerin ulusal birliği zayıflatma çabalarının bir parçası olduğunu iddia etmek,pratiğe milliyetçi gözlükler ile bakılmasına yol açıyor.Bu halde solun önemli değerlerinden birisi,yani bireyin etnik kimliği ne olursa olsun yek diğeri ile eşit haklara sahip olması gerektiği fikri zayıflıyor.Kanımca milliyetçiliğe kayan sol görüşün bireye bakışındaki temel sorunsal ,dış güçlerin kuklası olmakla suçladıkları tarafların,bizatihi kendi fikirlerini dillendiren ,kimliklerini ve kültürel haklarını savunan özneler olarak görmekten giderek uzaklaşmasıdır.Uzaklaştıkları bu perspektif solun sahip çıkması gereken en önemli değerlerden birisine ait değil midir:”Dile,dine,ırka bakmadan insanlar toplum nezdinde birbiri ile eşit haklara ,hürriyetlere sahiptir.”
Kitleleri harekete geçirecek motivasyon unsuru olarak ulusalcılık
Solun bir kısmının milliyetçi söylemlere itibar etmelerinin sebeblerinden birisi ,kitlelerin yurtsever duygularına hitap etmenin etkin bir propaganda yöntemi olmasına bağlıdır.Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş serüveninde pek çok etkileyici direniş ve kahramanlık öyküsü mevcuttur.Bu öykülerin zihinlerde canlandırılması, kitleleri harekete geçirmekte oldukça işe yarayabilir.Keza bu gün kürt emekçileri adına hareket ettiklerini söyleyen çevrelerin tabandan aldıkları destek, aynı süreçte sarf ettikleri kürt milliyetçisi söylem ile de bağlantılı görülüyor. Ulusalcı solun, kurtuluş savaşını kimi zaman antikapitalist ,antiemperyalist bir hareketmiş gibi parlattığı ortadadır.Bağımsızlık savaşı verilen devletler,evet, emperyalist devletlerdir elbette, ancak zafer sonrası burjuva demokrasilerine oldukça benzeyen bir rejimin kuruluşu savaşın antiemperyalist amaçlar ile verilmediğini açıkça gösterir…Milli mücadele yurt insanının canını, malını, tarlasını, bahçesini, ekonomik değerlerini işgal kuvvetlerine karşı koruma mücadelesidir,tam olarak böyledir ,ancak emperyalizmi dünya ölçeğinde yerinden etme amacı taşıyan bir prestij mücadelesi, emperyalizmin mevcudiyet sebebi olan kapitalizmin bir dişini kırma,çekip alma mücadelesi değildir.Mücadele ettiği güçler ile aynı değerleri paylaşma, benzer ekonomik politikalar uygulama ve onlar ile azami seviyede uyum ve işbirliği içinde olma arzusuna ta başından beri sahiptir.Yani,kurtuluş savaşı ittihatçı Osmanlı geleneğinin yayılmacı amaçlarını gerçekleştiremediği uzun ve zorlu mücadelenin sonrasında elinde kalan son toprakları can havliyle savunma mücadelesidir.Bu hali ile görüldüğünde topraklarını savunan insanlar için gayet tabi haklı bir savaştır ancak ne fiili ne de kuramsal olarak anti kapitalist,antiemperyalist amaçlı, nitelikli bir savaş değildir, olmamıştır..Bağımsızlık savaşını bu gün yeniden verdiklerini söyleyen ulusalcı kesimin niyetinin hiç de antiemperyalist olmadığı, mümkün olsa bölgede kendi yayılmacı politikalarını hayata geçirmeye ittihatçı cedleri kadar iştahlı oldukları gayet açıktır,bu gerçeği iyice bilmek,kavramak gerekir..
Sosyalizmin tek amacı iktidara gelmek değildir..
İşçi ,köylü, ordu, aydın el ele şeklinde özetlenebilecek eski MDD ci anlayışın başlıca amacının iktidarı başta darbe olmak üzere , bir yolunu bulup ele geçirmek ,sonra da sosyalizm pogramını tatbik etmek olduğunu bilmekteyiz.Sosyalistlerin ,ulusalcı ve liberal aydınlar ile zaman zaman yan yana ,omuz omuza gelmesi böyle bir birleşik cepheyi tesis edebilme gayretinden ileri gelmektedir.Oysaki salt iktidarı ele geçirmekle sosyalizmin pratik yaşamda beklendiği şekilde eşitlikçi ve özgürleştirici etkisinin gerçekleşmediği görülmüştür.Bu bakımdan merkezi iktidarı satha yayan,küçük mahalli,idari birimlerin önemini,yetkisini artıran ademi merkeziyetçiliği savunan politikaların iktidara gelme şartı olmaksızın savunulması ve olanaklar ölçüsünde hayata geçirilmesi beklenir.Sosyalizmin böyle kavranışı iktidar arayışından başka şeye konsantre olmayan akımlardan ve uygunsuz politik birlikteliklerden sakınılmasını sağlar.
Sanayi ve hizmetler (özellikle finans) sektörlerinin tamamiyle globallestigi günümüzde herhangi bir ülkede ulusalci bir rejimin basarili olabilmesi için o ülkenin zengin dogal kaynaklara sahip olmaktan baska bir çaresi yoktur ki bu bile Libya, Irak vb örneklerinde görüldügü gibi sadece zaman kazandiriyor, fakat o ülkeyi uzun vadede ayakta tutamiyor. Bunu da Türkiye’deki ulusalci sosyalistlerin de pekala bildikleri kanisindayim. Zaten bu nedenle ikide bir hayali bilgiler yayarak Türkiye’nin bir petrol denizi üzerinde durdugu, bor madeninin çok önemli oldugu, yeraltinda büyük bir servet yattigi gibi iddialar ortaya atarlar. Petrolü olmayan, ihracatla, turizm gelirleriyle, dünya finans hareketleriyle ekonomisini döndüren bir ülkede “Ne ABD, ne AB” sloganinin anlami nedir? Ulusalci sosyalistler gerçekten iktidari ele geçirebileceklerine, geçirseler bile ulusalci programlarini uygulayabileceklerine samimi olaral inaniyorlar mi? Yoksa ortada sadece tepkisel bir hareket mi var? Sayin Hoca bu konuda ne düsünür acaba? Baska bir deyisle Türkiye bir Iran, bir Rusya degilse, enerji kaynaklarindan gelir saglayamayacaksa, ve ne Iran, ne de Rusya Türkiye’ye bedava enerji saglamayi kabul etmiyorlarsa, bu tek ülkedeki sosyalizm nasil ayakta kalacak? Bu konular tartisildi mi? Bu gruplar bu hedefe cidden inanmakta mi? Yoksa ?