Bu seçim, benim seçimim değil (Ayça Söylemez)
13 Nisan’daki Devrimci Karargâh davası, Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinin meşruiyetinin olmadığını bir kez daha ve açık şekilde kanıtladı. Yasal siyasette ısrar eden muhaliflerin nasıl diğer cepheye çekilmek istendiği ve muhalefetin her türünün ne derece sakıncalı olduğu tek bir duruşmayla ortaya çıktı. Mahkemelerden hala adalet talebinde olanların da bu davayla gerçeği gördüğünü umuyorum.
Devrimci Karargah ana davasının (üçüncü dosya), Devrimci Karargâh ikinci dosyasıyla birleştirilmesi için hakimin tek başına gösterdiği çaba takdire şayan. İlk duruşmada, henüz sanıklar yerlerine yeni geçmişken savcıya dönüp, “Bu dava, görülmekte olan diğer Devrimci Karargah davasıyla birleştirilsin mi?” diye bir acilcilik içine girmesine, savcının yanıtı da yine acele bir “Evet” oldu.
Davalarının birleştirilmesinin şöyle bir kritik önemi var:
İkinci dosyada DK örgütü üyesi olmaktan yargılananlar, örgüt üyesi olduklarını kabul ederek aslında böyle bir örgütün varlığını da kabul etmiş oluyor. Mahkemenin bu iki “kazanımının” yanı sıra, DK üyesi olduğunu kabul eden sanıklar, silahlı mücadeleyi de içeren bir siyasi savunma yaparak niyetlerini ve amaçlarını hakim önünde açıkça belirtti.
Bu bir yoldur. Ancak, bu varlığı ve eylemleri kabul edilen “örgüte”, SDP ve TÖP yöneticileriyle Bilim ve Gelecek ile Red dergilerinin çalışanlarının dahil edilmeye “çalışılması”; aleyhine delil olmayan “sanıkların”, TC yasalarına ve daha da önemlisi Terörle Mücadele Yasası’na (TMY) göre haklarında delil üretilmesidir.
Evet, mahkeme bizzat sanıkların aleyhine delil üretti. Burjuva hukukunun bile gereklerini yerine getirmeyen mahkeme (ya da tam da bu gerekleri yerine getirerek), sanıkların savunmasını dinlemeye de tenezzül etmedi. Hakim, 3 ay önce kabul ettiği iddianameyi bu duruşmada yok sayarak davaları birleştirmeye karar verdiğinde, tutarsızlığını da kanıtladı. Yargılananlara kalan, haklarında çok önceden verilmiş hükmü dinleyip, dövülerek mahkeme salonundan çıkarılmak oldu.
Akın Birdal, duruşmadan bir gün sonra yaptığı basın açıklamasında, durumu şöyle özetledi:
“Emniyet fezlekesinden bir farkı olmayan, iddiasını temellendirmek için hiçbir somut kanıt ileri süremeyen, tamamen spekülasyon ürünü bir iddianameyi daha üç ay önce kabul etmiş bulunan 12. Ağır Ceza Mahkemesi, sıra sanıkların 8 ay tutuklu kaldıktan sonra çıkarıldıkları mahkemede bu iddianameye karşı sözlerini söylemesine gelince, sıra sanıkların kendilerini savunmasına gelince, pratikte onların bu hakkını 4 ay daha gasp etmek anlamına gelen bir karar aldı ve bu davayı 3 yıldır süren aynı adlı önceki davayla birleştirerek dosyayı 9. Ağır Ceza Mahkemesine gönderdi.
Sanıklar ve avukatları bu davanın bir komplo olduğunu, iddia makamının “Devrimci Karargah üyeliği” iddiasının hiçbir somut kanıta dayanmadığını, bu iddiaya temellik edecek hiçbir eylem olmadığını, sosyalistlerin yasal ve meşru siyasi faaliyetlerinin, sosyalist kimliklerinin kriminalize edilmeye çalışıldığını ileri sürmektedirler. Böyle bir durumda “yargılamanın süratle sonuçlanması” açısından yapılması gerekenin tam tersi yapılmış, 12. Ağır Ceza Mahkemesinin bu kararı sanıkların, mahkemeye çıkarılmadan yaklaşık 1 yılı tutuklu olarak cezaevinde geçirmiş olacakları anlamına gelmiştir.”
“Örgüt üyesi” TC yasaları için çok önemli ve kolay bir kriterdir. Birini örgüt üyesi olmakla itham ederek (evet, sadece itham ederek) hakkında burjuva hukukuna göre bile delil olmadan “yargılayabilir”, yargılarken F tipi cezaevlerinde 10 yıl tutabilir, bu 10 yıl içerisinde çeşitli işkencelerden geçirebilir -ki tecrit zaten işkencedir malum- ve cezaevinde 10 yılın dolmadan hemen önce, “silahlı örgüt üyeliğinden” 25 yıla varan ceza verebilir. TMY sınır tanımaz!
Ki DK davasından yargılananlar, hâlihazırda haklarındaki iddianameyi bile bilmeden aylarca cezaevinde tutuldular. En az 4 ay daha da “ilk duruşmaya” çıkmayı bekleyecekler. (Duruşma 11 Ağustos’a ertelendi.)
DK davası, tipik bir “terör” yargılamasıdır. Terörle mücadele konseptinin, devletçe işletilmesi TMY ile yürütülür. Bu olağan ya da olağanüstü her dönemde tam da yukarıdaki örnekte olduğu gibi işletilir.
Kara bir tablo evet. Bazılarınızın ilk kez karşılaştığı, çok azınızın da zaten içinde yaşadığı bir hayatın, aslında sadece basına yansımış hali. TMY, Orhan Gazi Ertekin’in söylediği gibi “ikinci bir anayasa” olarak varlığını korurken (ve biz birincisini bile kabul edememişken) artık sadece birkaç devrimci örgütü değil, devrimcilerden başlayarak toplumun tümünü tehdit ediyor.
Mevcut anayasayı bile kabul etmeyen bireylere, TMY’yi dayatması ve onları hukukun dışında tutması da bu yüzden. Onları “yasal” bir muhalefet zemininden çıkararak, başka mevzilere çekilmeye zorlamasının sebebi de bu. Yasal ya da değil herhangi bir meşru siyaseti ya da yöntemi yasal alanın dışına itmesi, bir devletin kullandığı en yaygın ve kolay yoldur.
Ertekin, TMY ile ilgili şunları söylemişti:
“20. yüzyılın başından itibaren neredeyse bütün büyük uluslararası ceza hukuku konferanslarında “terör” meselesi tartışıldı ve hukukçuların güçlü bir reddi ile karşılaştı. Hukukçular, terör ve terörizm kavramlarının “tanımsızlığı” düşüncesinde uzlaştı. Bu tanımsızlık, egemen gücün denetimsiz biçimde müdahalesini garantileyen bir siyasal-hukuksal durum yarattığı için bütün temel hak ve özgürlükleri tehlikeye atıyor. Terör ve terörist tanımlarını hukuksal bir yeterliliğe taşımak hiç mümkün olmadı, bunu başaran bir devlet yok.
TMY, 19. ve 20. yüzyıl hukukçularının bu itirazları gereğince, “Anayasa” niteliği taşıyor. Türkiye’de 1991’den beri ikinci bir Anayasa var. Bu kanun, hukuk devletinin korumayı vaat ettiği bütün temel hak ve hürriyetleri çifte bir uygulamalar alanına bölerek tek bir siyasal düzenin içinde iki farklı hukuksal alan yaratıyor. Hukuk karşısında bireyler ikiye ayrıldı. Birincisi ’82 Anayasası’nın temel hak tanımlarından yararlandırılacak olan “yurttaşlar”, ikincisi bu hakları sınırlandırılacak olan “terörist”ler.
“Teröristler”, kendisine suç isnat edilen “yurttaşlara” tanınan haklardan; örneğin bir ceza davasında tüm delilleri görme, lehinde ve aleyhindeki tüm şahitlerle yüzleşme haklarından mahrum bırakıldı. Anti-terör söyleminin ceza hukukuna taşınmasının sebebi, siyasal suça ilişkin toplumsal ve tarihsel derinlikleri, yekpare bir yapıya ve “şeytani bir organizmaya” dönüştürme hasleti. Böylece, terör olarak adlandırılan şiddet eylemlerinin tarihsel ve siyasal bağlamı önemsizleşir. Örneğin, ortada “Kuzey İrlanda Sorunu” ya da “Kürt sorunu” kaybolur gider. Siyasal amaçlar ile şiddet eylemleri özdeş hale gelir, ayrı bir devlet talebi veya yeni bir siyasal düzen iddiası da bir terör eylemi olur.
Dönüşümün hedefi, belirli suçlardaki siyasi mesajın ve itibarın alaşağı edilmesi ve siyasi suçun içinde barındırdığı tarihsel ve siyasal çeşitliliğin ve derinliğin tek ve soyut bir mahkumiyet alanına taşınmasıydı. Böylece, suçun siyasi zemini yok edildi.” (1)
Örgütlerin, partilerin, siyasetin, kişilerin “itibarsızlaştırılması” devlet için hayati önem taşır. Çağdaş Hukukçular Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Güçlü Sevimli, nasıl “hepimizin terörist olabileceğini” şöyle açıklamıştı:
“TMY’deki terör tanımı insan haklarını değil, “devletin bekası” mefhumunu dikkate alarak hazırlandı. Tanımın kendisi “hakları” değil devleti koruma amacında. “Terör”, “terör suçlusu” tanımları ve TMY, elbette hukukun ötesinde siyaset ve iktidarla alakalı. Aslında kimin “terörist” olduğu veya hangi eylemin “terör eylemi” olduğu iktidarda kimin olduğuna göre belirlenir. Örneğin ülkede iktidarda olan anlayış kendi iktidarını tehdit eden başka bir anlayışı “terörist” olarak tanımlar. Ancak terörist olarak tanımlanan anlayış eğer iktidara gelirse meşru hale gelir.
Yasadaki terör tanımı son derece muğlak. Bu durum da zaten hukuk güvenliğini ortadan kaldırıyor. Tanımlama muğlak olunca terör tanımı da çok geniş bir yelpazede karşımıza çıkıyor. Bu şekilde sisteme muhalif olan herkes yaptığı her eylem ile terör suçlusu olabilir.
Devlet her zaman kendi bekasını koruyabilmek adına çeşitli fiilleri suç, terör veya şiddet olarak tanımlar. Öte yandan belirtmek gerekir ki, devlet vatandaşlara ve özelde de sisteme muhalif olanlara yıllardır baskı, zor ve şiddet uyguluyor. Bu noktada şu sorular karşımıza çıkıyor: Kim terörist, neye göre terörist ve aslında kim gerçek terörist?” (2)
Bizzat kendisi şiddeti tekeline almış olan ve bunu “meşru” kabul ettirmeye çalışan devletin, bireysel veya örgütsel şiddete karşı aldığı tutum bir yana, “hukuk” adı altında yürüttüğü ayrı bir sistemden medet ummak ya da bu sistemin içerisinde adalet bulacağına inanmanın ne kadar yanlış olduğunu, devletin kendisi her gün ayrı şekilde kanıtlıyor.
Görüldüğü gibi TMY, devlet egemenliğinin, muhalif ya da karşıtı gördüğü yani “tehdit” algıladığı her kişi ya da örgütlenmeyi saf dışı etmesinin aracıdır. Bunu da bırakın “devletin bekasını” yıkmaya kast edeni, eleştireni bile, insani varlığının ayrılmaz parçası olan temel haklarından mahrum bırakarak yapar. Devletin, egemenliği açısından tehdit algıladığını bertaraf etme biçimi, onu her türlü sosyal ilişkinin ve hukukun güvencesinin dışına itmektir. Yani, terörle mücadele, hukuktan yoksun bırakma hukukudur.
Ne var ki hiçbirimiz Giorgio Agamben’in “Kutsal İnsan”ı değiliz. (Canlı yaşamını sürdürmenin zorunluluğu olan sosyal ilişkilerin ve en geniş anlamıyla evrensel hukuki bir güvencenin dışına itilerek, varlığımızı sürdüremeyiz.) Egemen ya da değil tüm iktidar biçimlerinin tamamen dışında bir hayat kurmak, “emansipasyon”, şu yaşadığımız ya da daha doğrusu maruz bırakıldığımız hayat içerisinde mümkün değil.
Bir devletin içerisinde, o devletin egemen bloklarının kurduğu iktidar alanları içinde, birbiriyle çatışır gibi görünse de aslında tam bir uyum içinde işleyen farklı iktidar gruplarıyla çevrili bir hayatımız var. Büyüklü-küçüklü iktidarlardan herhangi birine tabiiyiz, en temel insan haklarından biri olan barınma hakkını kullanırken ya da “muhalif” olduğunu düşündüğün partiye oy verirken bile. Bu durumda dahi, bireyin, grubun, örgütün, devletin iktidarlarından herhangi birinin dışına çıkmaya yeltenen insan için farklı türdeki “kapatılmalar” hazır bekliyor. Öncelik, sınırların nerede çizildiğinde ve nereye mevzilendiğinde. Meşru tanımını yaparken, nerede durduğunda. Devletin, hükümetin, ordunun ya da bürokrasinin iktidarını eleştirmek, teorinin kolay kısmı. Zor olan, diğer iktidar biçimlerini fark edebilmek. Varoluşunun meşruiyetini, bu iktidar biçimlerinin herhangi birine ya da hepsine karşı durarak konumlamış olanların da aslında o iktidarları meşru kabul ettiğini görmezsek, çarkın içine bir şekilde dahil edilmiş oluyoruz, fark etmeden. Devlet-birey ilişkisinin gözle açık şekilde görünür iktidar alanı, devlete (ya da o anki temsilcisine) muhalefet eder görünen grupta yer alınca muğlaklaşıyor. Oysa, burjuva hukuku yargılasın ya da yargılamasın, bu hukukun ve birçok benzer aygıtın temsil edildiği sisteme topyekun bir karşı çıkış sergilemediğinde, iktidarın aygıtlarına bir şekilde eklemlenmiş oluyorsun.
İktidarın farklı biçimlerine karşı çıkarken, farklı iktidar alanlarının birbirlerine göre nasıl konumlandıklarını da görmek gerekiyor. Aksi halde muktedirin karşısında yer aldığını sananların birçoğu aslında daha az baskın görünen ama aslında aynı aygıtları kullanan farklı iktidarların alanına giriyor.
Bu gayrimeşru mahkemelerin dayandığı hukuka göre, 12 Haziran’da seçimler yapılacak. Dayatılan sistemin içerisinden yapılan “seçimler”, sistemi güçlendirmekten ve “uzlaşmayı kabul etmekten” başka bir işe yaramaz. TMY’yi değil de anayasayı seçmeniz, bu hukukun inşa edildiği düzenin dışına çıktığınız anlamına gelmez. Size sunulan seçeneklerden birini tercih etmeniz de, diğer seçeneklere her ne kadar “muhalif” de olsanız, diğerlerinin meşruiyetini de kabul ettiğiniz anlamına gelir. Anayasayı kabul ederek TMY’ye muhalif olmanız, sistemi yeniden üretir. Ve mevcut sistemde aslında hiçbir şeye muhalif olamazsınız.
Yapılacak olan, birilerinin seçimlerini onaylamaktan ibaret bir pozisyonu, yani iradenizin dışlanmasını reddetmektir.
bu kadar ciddi bir yazının yorum almaması oldukça garip.
sayaç zıplamasıda düşündürücü…hayret doğrusu.
İktidarı düşleyen bütün partiler ve şahıslar yalancıdır.
İki Stalin’den biri İmralı’da,diğeri Silivri’de.
oy vermeyin… akp, arkadaşlarınızı içeri aldığında yine gelir burada ağlaşırsınız..
oy verildiğinde chp içeri almayacak mı?
Ergenekon’un sivil kanadi CHP tabii ki kendi adamlarini serbest birakmak ister. Bu arada günün haberi :Baskale MHP ilçe teskilati toptan BDP’ye geçmis. Türk milliyetçiliginden, Kürt milliyetçiligine yatay geçis.
“İktidarı düşleyen bütün partiler ve şahıslar yalancıdır.
İki Stalin’den biri İmralı’da,diğeri Silivri’de.” 3. Stalin de başbakanlık yapıyo!