Anarşizm Karşıtlığı (?) (Sadık Varer)
“Türkiyeli solcu okurun anarşizm hakkında bildiği tek şey ondan hoşlanmadığıdır. (…) Mahkemede kalem kıran yargıç da idam alan devrimci de anarşizme karşıdır.”
Kaos Yayınları’ndan çıkan “Anarşizm Nedir” başlıklı broşürün tanıtım yazısında yer alan bu ‘ağır’ ama doğru gibi duran saptamaya kayıtsız kalamadım…
Evet, Marksist damardan beslenen devrimcilerin çoğu anarşizme karşıdır, fakat bu kardeşlerimiz sadece anarşizme değil, birbirlerine de karşıdır. Ve ne yazık ki bu karşıtlık, ideolojik ve siyasi muarızlık düzeyindedir.
Muhtelif yazılarda ifade etmeye çalıştım; devimciler arasındaki ‘karşıtlık hali’, ulusal ve uluslararası düzeylerde birlik(telik) fikrini zayıflatıyor. Özellikle de enternasyonalsizliği bir ‘kader’ haline dönüştürüyor. Oysa çok iyi bilinir ki, enternasyonalsiz bir sosyalist gelecek mümkün değildir ve şayet yol yordam farkına rağmen emeğin ve insanlığın özgür geleceği için mücadele eden Marx, Bakunin, Lenin, Trotsky, Rosa, Mao, Che ve diğer eski devrimcilerle günümüzün devrimcilerini yoldaş değilse de ‘akraba’ sayan bir ideolojik kültür oluşturamazsak, enternasyonal dayanışma ve birlik ihtiyacımızın pratik karşılığını kuramayız…
2008 yılının Aralık ayında Atina’da Alexis adlı genç bir anarşistin öldürülmesinden sonra yaşananlardan hareketle “Atina Notları” başlıklı bir yazı yazmıştım. Şimdi yazmak istediklerim vardı o yazıda:
“(…) Atina isyanında en çok önemsenmesi gereken şey budur; uygun bir zamanda, herhangi bir ülkede yakılan küçük bir ateş, enternasyonal dayanışma ile bütün dünyayı etkileyen bir ‘yangına’ dönüşebilir.
Teslim etmeliyim; büyük bir ciddiyetle sorgulanmayı gereksinen tarihimizin en önemli ‘kurumlarından’ biri olan 3. Enternasyonal’in kapısına kilit vurulmasından bu yana, yarım asırdır enternasyonalsiz yaşayan ve fakat enternasyonalsiz bir sosyalist geleceğin mümkün olmadığına inananlardan biri olarak, Atina isyanıyla yeniden bilince çıkan enternasyonal düşüncesi beni adamakıllı heyecanlandırdı ve enternasyonal umudumu pekiştirdi. Bu açıdan, ‘akrabalarımız’ saydığım anarşistlere teşekkür borçluyum.
Devrimci dostlarımızdan bazıları, ideolojik ve siyasi muarız saydıkları anarşistlerle akrabalığa itiraz ederler (…)
Tarih meselesinde sorunlu olduğumuzu düşünüyorum. Kapitalist devletlerde eleştirdiğimiz taraflı resmi tarih yazımı, ne yazık ki sosyalist devletler için de büyük ölçüde geçerlidir. Örneğin, Troçkizm hakkında çevrenize şöyle bir soru yöneltin; Troçkizmin “kötü, sınıf düşmanı, karşı devrimci vs.” olduğunu, Trotsky’nin düşüncelerini araştırarak mı yoksa Stalin makaleleri ile oluşturulan resmi tarihten mi öğrendiniz?.. Şöyle bir soru daha sorulabilir; bütün dünya komünistleri için önemini koruyan Manifesto’nun çevirisi, basımı ve dağıtımı işine anarşizmin önemli kuramcılarından biri olan Bakunin’in hatırı sayılır bir katkı sunduğunu biliyor musunuz?..Yalnızca bu basit sorulara alacağınız yanıtlar bile tarih yazımındaki yanlışımızı açıklamaya yetebilir!..
(…) İnsanın insan üzerinde kurduğu bütün iktidar ve sömürü biçimlerinin ortadan kaldırılması için mücadele bahsinde ortak bir dil kullanmış, ama yol yordam konusunda farklılaşmış, ancak farklılıklarına rağmen, gerektiğinde ortak mücadelelere girme sorumluluğunu göstermiş Lenin’le Trotsky’nin ya da Marx’la Bakunin’in unutulmuş akrabalığı, emeğin ve insanlığın özgür geleceği açısından son derece önemlidir… “
Anarşizm karşıtlığında, sorgulanmadan kabul gören ‘sosyalist resmi tarih’in etkisi büyüktür. “Anarşizme karşıyız, yüce önder X de karşı idi zaten.” benzeri son derece problemli bir mantık kurgusuyla örülen duvar, anarşizmi görüp tanımamızı engelliyor. Anarşizme önyargılı yaklaşımın nedeni de budur. “Biz sadece komünizmin arzulanır bir toplumsal durum olduğunu değil, (…) modern toplumun artan eğiliminin komünizme – özgür komünizme – doğru olduğunu savunuyoruz.” sözünün Marx’a ait olduğunu söylerseniz örneğin, sorgulama gereği duyulmadan kabul edilir, ama hayır; bu söz bir anarşiste, Marx’ın da içinde yer aldığı Enternasyonal üyeliği ‘suçlamasıyla’ Fransız devletince beş yıl hapis cezasına çarptırılan Kropotkin’e aittir derseniz, durum değişir!…
Bilinir ya, sanırım ‘hatırlatmak’ gerekiyor: Anarşistler de en az Marksist gelenekten gelen ‘bizim mahalle’nin devrimcileri kadar komünizm yanlısıdırlar. Farklılığımızı ise şöyle özetleyebilirim: Biz, sosyalizm koşulları dahil her koşulda devleti ‘fazlalık’ bulmamıza karşın kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde, giderek sönümlenmek zorunda olan tırnak içinde bir “devlet”e ihtiyaç duyacağımızı savunuyoruz, onlar ise tırnak içinde de olsa devlete ihtiyaç olmadığını, devletsiz bir sosyalizmin mümkün olduğunu savunuyorlar.
Ve ben, sonunda “devletli komünizm” rezaletine kadar vardırılan reel sosyalizmin devletli yaşanmışlıklarından ve bunca ‘yol alınmışken’ yeniden kapitalizmi inşa etme ‘başarısı’nın gösterilmesinden sonra, anarşist akrabalarımızın devletli sosyalizm üzerine eleştirel düşüncelerinde uyarıcı bir yan buluyorum…
Sadık Varer
Kaynak: enternasyonalle.blogspot.com
güzel bir yazı,
kendine devrimi dert edinmiş, kendisi düşünebilen insanların yazacağı türden…
“önemli olan dünyayı ele geçirmek değil, değiştirmektir.”diyenlerin buluşacağı noktadır Sadık Varer’in yazdıkları.
bir de yazıda 4. enternasyonaldan da bahsetmeli ve en azından fikir olarak sahiplenilebilirdi…
yazarın bulunduğu noktadan bunu beklemek fazla bir istek değildir umarım…
Bu kadar bölünmüşlük içinden bir birlik çıkar mı? Çok can acıtan bir soru bu..
Bu safhada devreye giren düşünce dayanışmanın “olmazsa olmaz” ,”kaçınılmaz” olduğu biçiminde olmalı.Fraksiyonlar ,farklılıklar içerisinde ve lakin ana eksenden yani komünist tahayyülden sapmadan yan yana hareket edebilme insiyatifini gösterebilmeli.
Bu denli farklı düşüncenin var olmasını kimi kapitalist ideologlar ideolojinin yanılgısına sayar.Düşünceleri oturmamış ,kafaları netleşmemiş zihinlerin ürünüdür sosyalist ideoloji demeye getirirler.
Oysaki sosyalizm büyük bir uğraşın,insan vicdanının “insanın insana uyguladığı” tahakküm zincirlerini kırma arzusunun teorisidir.”Ya sosyalizm ya Barbarlık” sav sözünün dile getirdiği gibi insan olmanın gereğidir.Dolayısı ile tarihsel açmazları ,ona karşı duran dev kapitalist makina karşısında durabilmek ve onu yenebilmek için nasıl daha başarılı stratejiler geliştirileceğine dair sürekli fikirler üretilir,pratikler gerçekleştirilir.Hangi tür toplumsal-ekonomik analizlerin başarıya götüreceğini zaman gösterecek.Bu zaman zarfında sosyalistin üstüne düşen görev kendi doğru bildiğini “tek nesnel gerçeklik” sayma yanılgısına düşmeden düşüncesini geliştirmek,pratik içerisinde test etmek ancak başka türlü başarıya ulaşılacağını düşünen sosyalistlere kapıları kapatmamak ve enternasyonel dayanışma saflarının içerisinde yer almayı vazife bilmektir.
anarşistlerle marksist gelenekten gelen devrimcilerin zaten sorunlu olan “akrabalık” ilişkileri, ispanya iç savaşında bounevantura durruti’nin göğsüne sıkılan kurşunla sona erdi, hepimize geçmiş olsun,
bu örnekten sonra, kronstadlı denizcilerin infazını gerçekleştiren “uzaktan akraba” troçki ve bolşevik partisini hatırlatmama sanırım gerek yok..
saygılar
Orhan Pamuk’a hep sempatim vardı. Hiç tanımadım ama yazdığı romanları, özellikle çocukluk anılarımı yaşadığım Eskihisar’da geçen Cevdet Bey ve Oğulları’nı çok sevmiştim.
Nobel ödülü aldığında, bunun siyasi bir karar olduğunu bildiğim halde çok sevinmiştim. Okurlardan gelen tepkilere de göğüs germeye çalışmış ve “AKP iktidarının yarattığı iklimde Orhan Pamuk’u anlamak zor olabilir, bu iklim değiştiğinde durum farklı olacaktır” diye savunmuştum.
Ancak Orhan Pamuk insana “yok artık” dedirtiyor.
Bu kadar yetenekli, bilgili, entelektüel gelişimi çok yüksek bir yazarın nasıl bu kadar ülke sevgisizliği içinde olduğunu artık anlamıyorum.
Pamuk yine dış basına konuşmuş.
Sanıyorum Nişantaşı, New York, Londra, Hindistan’ın tatil beldeleri arasında mekik dokuduğundan olacak Türkiye gerçeğini tersten görmeye devam ediyor.
Bir entelektüel olarak hukukun üstünlüğüne, demokrasinin erdemine, insan haklarına saygı göstermesi gerektiği halde, hukuksuzlukların, demokrasiyi ayaklar altına almanın ve insan özgürlüğüne darbe vurulmasının yanında olduğu gibi bir görünüm sergiliyor.
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından ve iki kutuplu dünyanın sona ermesinden sonra Türkiye’de de ordunun gücünü kaybettiğini ve bunun çok doğal olduğunu unutup, iktidarı “ordunun gücünü azalttı” diye alkışlayabiliyor.
Asıl uygulamanın Türkiye’yi dönüştürmek için asker üzerinden tüm muhalefeti susturmak, Türkiye’yi bir korku ülkesine haline getirmek olduğunu nedense görmezden geliyor.
Ne yazık ki, darbeler konusunda bile çok az şey bildiği çıkıyor ortaya. Ordu Türkiye’de hiçbir zaman laiklikle ilgili bir hassasiyet üzerine darbe yapmadı. Hatta öyle ki “Atatürk adına yönetime el koyduklarını” söyleyen 12 Eylül generallerinin dini nasıl kullandıklarını, “Rabıta” desteğini Türkiye’ye soktuklarını bile bilmiyor.
Sanıyorum, Orhan Pamuk Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, “laikliğin ve Atatürk devrimlerinin bekçisi” olduğu propagandasını da gazetelerden okumuş olacak ki, “Türk halkı laikliği ordunun gücüne ihtiyaç duymadan koruyabilmeli” diyebiliyor. Demek ki Orhan Pamuk ordunun aynı zamanda bir NATO ordusu olduğunun da farkında değil.
Laiklik konusundaki kuşkuları, bir entelektüele yakışmayacak biçimde “içki” düzeyine indirip “Bundan 15-20 yıl önce sokakta içki içen insanlar göremezdiniz” diyebiliyor.
Oysa bırakın İstanbul’u, Türkiye’nin pek çok yerinde değil 15-20 yıl önce 50 yıl önce de içki içilebilirdi. Şimdi ise Orhan Pamuk’un rahatlıkla gezebildiği birkaç nokta dışında neredeyse içki yasak.
Orhan Pamuk “gazetelerde okuduğu” kadarıyla Ergenekon davası ile ilgili “ikna olduğunu” söyleyebiliyor. Bir entelektüel olarak “kuşku duyma hakkını” bile kullanmak istemiyor. Ne garip.
Orhan Pamuk’la ilgili duygularımda şiddetli bir erozyon olduğunu söylemeliyim.
Gün Zileli degil, Can Atakli (Vatan Gazetesi)
che,
söylediklerin Marksizmden ziyade sscb ve onun uydusu gibi hareket eden komünterne ait yanlışlardır, bunun ideolojik arka planı sorgulanabilir, kendine devrimci diyenlerin birbirine yaklaşmasında bir sakınca olacağını düşünmüyorum. zaten sizin eleştirdiğiniz tür “devrimci” yapılar anarşistlere yanaşmazlar, onlar birbirlerine de yanaşmazlar. Mahirci, maocu, stalinist, troçkist v.s. zaten öncü kendileridir ve kendisi dşıındakiler bilimum oprotonist,reformist,küçük burjuva, revizyonist falandırlar.hatta bunu bir mahirci öbürüne falanda der…
zaten yazıda dünyayı değiştirmek isteyenlere sanırım, yönetmek isteyenlere değil. ya da ben öyle algılamak istedim.
selamlar
Sadık Varer in yazısı çok güzel. Özellikle son cümlesi! Yazısında bahsettiği gibi, geçmiş pratik kesinlikle sorgulanmalı. Resmi ideoloji ve resmi tarihte öyle. Sonra kutsal olan ne varsa put pat put diye yıkılmalı!
Neden hala devlet aygıtı üzerinde ısrarcıyız? Komünizme geçişte devletin rolünden beklenen ne? Ya da başka türlü soralım: “Komünizme geçiş” diye bir süreç mümkün müdür? Toplumsal bir vakıa, birbirinden izole süreçlerle açıklanabilir mi? “Devletin sönümlenmesi” diye bir şey bana uçan balonları hatırlatır. Devamlı tavanda olan bir şey sonra aniden düşer. Bunun gibi mi olacak mesela sönümlenme denilen?
Eğer hiyerarşik konumlanmanın aynen geçerli olduğu örgüt kendini devrimci olarak tanımlasa da, örgütlenme tarzının zorunlu niteliği gereği, iktidar aygıtını birkez ele geçirdikten sonra olanları Rus, Çin, Vietnam, Kamboçya, Küba devrimi denilenler bize göstermedi mi? Sorunlu gördüğümüz şey, örgüt içi tahakküm, otoriter tutumlar, parti disiplini v.s.. gibi yapısal bir durum ise, devlet aygıtını eline geçiren klik (işçi sınıfı olsun) ne kadar demokratik olursa olsun benzer bir ilişki yaratmayacak mı? Halkın bir kısmı (işçi sınıfı devleti?) bu imtiyaza sahipken, diğerlerinin konumlanışı nasıl olacak? Kaçınılmaz olarak, ordun ve polisin de olursa, gene olan olmayacak mı?
Eğer bir şeye sahipsen, az veya çok onun esiri olursun. Hele ki devlet gibi bir manyaklığın sahibiysen, koruman ve kollaman gerekenler gözönünde bulundurulduğunda, kendi kölen bile olamazsın. Çünkü kölelik aynı zamanda içinde isyanı barındırır.
İsyan ve kahkaha yoksa hayat yoktur!
Sevgiler!
”(…) Atina isyanında en çok önemsenmesi gereken şey budur; uygun bir zamanda, herhangi bir ülkede yakılan küçük bir ateş, enternasyonal dayanışma ile bütün dünyayı etkileyen bir ‘yangına’ dönüşebilir.”
100 küsur kişi, gerillasının -‘şehidinin’ mi demeliyim!?’- cenazesini ateş hattındayken aldı hocam, aynen öyle… DEVRİMLER BULAŞICIDIR, Mısır ve her ne kadar yaygın medyada rastlamasak da, emperyal güçlerin akibetine uğradı mı uğramadı mı, uğrayacak mı uğramayacak mı bilmesek de Libya kaynayan kazanının devrim çağrısını Türkiye halklarının duymadığını söyleyebilir?
”Ve ben, sonunda “devletli komünizm” rezaletine kadar vardırılan reel sosyalizmin devletli yaşanmışlıklarından ve bunca ‘yol alınmışken’ yeniden kapitalizmi inşa etme ‘başarısı’nın gösterilmesinden sonra, anarşist akrabalarımızın devletli sosyalizm üzerine eleştirel düşüncelerinde uyarıcı bir yan buluyorum…”
Ağzına sağlık diyeyim, ne diyeyim…
100 değil, 1000 küsur, olacaktı…
yazı güzel hoş ,
yine de içinde belli belirsiz ağır abinin tepeden bakışı hissediliyor.