11.01.2015
Express merakta bıraktı. Evet, nam-ı diğer “Slow Train”, Milan Kundera’dan da feyz almışlığı var, ama bu yavaşlık… Hayra sinyal değildi elbette.
Önce su kaynattığını zannettik, nitekim sosyal medyada öyle duyurduk, teneffüs dedik. Biraz nefeslenince yola koyulur gibi gelmişti. Fakat, baktık ki, motoru dinlendirmek çare değilmiş. Meğer raylar aşınmış. Ünlü fıkradaki Brejnev gibi değiliz ki, perdeleri örtüp yerimizde sallanarak tren gidiyormuş gibi yapalım.
slowtraincoming1997’de, 154 sayının ardından haftalık Express’e ara verdikten sonra yaptığımız gibi ve 2001’de aylık olarak yeniden yola çıkacağımızı duyurduğumuz ilanda (Roll, Nisan 2001) Dylan’ın “Slow Train Coming” albüm kapağının resmettiği üzere, oturup yeni ray döşemekten başka çare yok.
Müdavimlerinin yakından bildiği gibi, yirmi seneye yayılan dergi faaliyetimiz boyunca, “küresel düşünüp yerel eylemek” diye özetlenebilecek (“enternasyonal şalala”) bir çizgide, ona tekabül eden bir gramer ve dağarcıkla, tamamen bağımsız ve (ama) bütünüyle sol değerlere bağlı (angaje) olarak memleketin ahvalini, açmazlarını, çıkmazlarını ve çıkar yollarını anlatageldik.
Haliyle, 2002’den beri, odağımızda AKP iktidarının kurmaya giriştiği hegemonya ile bu neoliberal-İslâmcı hegemonyanın değirmenine sağdan (ulusalcılık) ve soldan (liberalizm) su taşıyan siyasal anlayışlar vardı.
“Yeni Türkiye”
2015 itibarıyla Türkiye’nin geldiği nokta malûm… Aynı şeyleri tekrar tekrar söylemek, söylediklerimizi kanıtlayan olguları sıralamak, doğrusu ne içimizden geliyor ne de bir mânâsı var gibi.
Layout 1Hâl böyle olunca, Express durduğu yerde duruyor: Şubat-Mart 2014 tarihli, “On Numara Kübistsin Canım (Fakat Konumuz Sanat Değil)” başlıklı, “18 Brumaire’in Bonaparte’ı ve AKP rejimi” kapaklı 140. sayıda.
İktidarın söylediği doğru, ortada bir “Yeni Türkiye” var. Çok da yeni değil aslında. Tam tarih vermek gerekirse, 12 Eylül 2010’dan, ikinci 12 Eylül referandumundan beri var. Mart-Ağustos 2014’ten beri ise artık tescilli, mühürlü bir İslâmî bonapartizm.
Bu “Yeni Türkiye”ye karşı yeni raylar döşemek bir mecburiyet. Yeni zeminler, çoğulcu ve birleşik mücadele zeminleri oluşturmak, yeni eylem-eyleme biçimleri bulmak, pratiğe dökmek…
Bu yönde kolları sıvayan çeşitli kesimler, girişimler, cevap arayışları var. Gelgelelim, soru yerli yerinde duruyor: Peki, nasıl?
Bu geniş ve katmanlı soruyu, bütünlüklü bir karşılık verebilmek için, faaliyet alanımıza doğru daraltalım: Nasıl bir yayın? Biraz daha daraltalım: Nasıl bir Express?
“Tarih meleği” ve fotoğraf makinesi
wbBu tür zor sorular –en genişinden en darına– için neyse ki güvenilir işaret levhaları var. O levhalardan biri “tarih meleği” Walter Benjamin’in şu sözleri:
“Burjuva toplumunun geleneği bir fotoğraf makinesine benzetilebilir. Makineden bakan burjuva âlimi, vizördeki renkli görüntülerle gönlünü hoş eden amatörden farksızdır. Materyalist diyalektikçi ise makineyle işlem yapar. Onun işi odak ayarı yapmaktır. Açıyı daraltıp genişletebilir, daha fazla siyasal ışık veya daha az tarihsel ışık verebilir –ama eninde sonunda objektifi ayarlar ve deklanşöre basar…”
Bilenler bilir, Express ilk sayısından beri “materyalist diyalektikçi” olageldi. Dolayısıyla, “tarih meleği”nin bu sözleri kulağımıza küpe.
Bir Woody Allen filmi: “Deconstructing Harry”
Peki, 2015 itibarıyla, ışığı nereye düşürmeli? Mesele o. O yüzden, “Deconstructing Harry”deki aktör Mel (Robin Williams) ve yazar blokajından mustarip yazar Harry Block (Woody Allen) misali, halimiz “flu” –filmdeki ifadeyle, “out of focus”. Mel’in flu göründüğü sahnede, teknik ekip sorunun kamerada, mercekte filan olduğunu sanıyor önce, derken anlaşılıyor ki, sorun Mel’de, Mel flu. Görüntüsü netleşemiyor.
Mel “temiz bir uyku çekersem, geçer” diye düşünüyor. Harry ise durumun farkında, çünkü Mel, onun yazdığı bir öykünün kahramanı. Mel’in “flu” olmasının sebebi, hayatına odak ayarı yapamaması. Gelgelelim, öyküde Mel’e olan “gerçek hayatta” Harry’ye oluyor. Ama Harry sebebi bildiği için, “temiz bir uyku”nun da çare olmadığını biliyor.
Peki, çare ne? Kahramanımız, çareyi, hep yaptığı şeyi bu sefer yeni bir gözle, tazelenmiş bir bilinçle, “tarih bilinciyle” (psikanaliz bağlamında “tarih” ve “bilinç”), sil baştan ve can-ı gönülden yapmakta buluyor.
Onun işi kolay, eğlenceli bir filmin kahramanı… Harry’ye “burjuva âlimi” demek ayarsızlık olur. “Deconstructing Harry”, en kestirme ifadeyle “entelektüel bir küçük burjuva”nın parodisi, klişenin cuk oturduğu bir durum, “bir Woody Allen filmi”.
Elektronik yeniden üretim çağında kültür ürünleri
Bizimkisi “Yeni Pakistan”la “Ilımlı Türkmenistan” arasında salınan bir durum: “Deconstructing Turkey”. Küçük burjuva entelektüelliği yapmak, “vizördeki renkli görüntülerle gönlümüzü hoş etmek” söz konusu olmadığına göre… Nasıl bir odak ayarı? Işığı nereye düşürmeli?
Neyse ki, Benjamin’den yadigâr işaret levhaları var. En başta da “Tarih Kavramı Üzerine Tezler” ve evirip çevirdiğimiz “Elektronik Yeniden Üretim Çağında Kültür Ürünleri ve Medya”.
Bir kültür ürünü olarak süreli bir yayın bu çağda nasıl olmalı? Ve bu oluş nasıl bir tarih anlayışıyla bütünlüklü olmalı? Ve tabii ki, “materyalist diyalektik”ten ne anlıyoruz?
Roland Barthes’ın “kehaneti”
Bir omuzumuzdaki melek Benjamin’se, öbüründeki Sartre. Marx için “çağımızın aşılamayan ufku” diyen ve reel sosyalizmin en kudretli olduğu günlerde, o rejimleri ve Marksizm diye etiketledikleri dogmalarını enine boyuna eleştiren “Diyalektik Aklın Eleştirisi”ni kaleme alan “materyalist diyalektikçi”…
Roland Barthes kâhinliğe soyunan bir düşünür olmadığı halde, şunu söylemekten kaçınmamıştı: “Sartre yeniden keşfedilecek ve bu çok doğal bir biçimde gerçekleşecek.”
Express ilk sayısından (1994, 29 Ocak) beri o “kehanet”in takipçisi olageldi. “Sartre’cı Marksistler” horlaması da ondan mütevellit. Bu bahiste en güzel “haşlama” Attilâ İlhan’dan gelmişti, ki “gurur tablomuz” desek yeridir. Rahmetlinin Express’e eleştirisi özetle ve mealen şöyleydi: “Bu işler böyle Sartre’la rock müziğini buluşturarak olmaz.”
Tabii “Kaptan” nereden bilsin Sartre’la roll müziğini buluşturduğumuzu?
Tam yeri geldi, araya parça koyalım. Chuck Berry çalıp söylesin: “Roll Over Sartre”.
Sartre’ın “gördüğü”
Sadede gelelim, “peki, Sartre ne hikâye?” Cevap hiç ummadığımız bir yerden, Sartre’ın kıyasıya eleştirdiği resmî Marksizmin, ortodoks çizginin uzun yıllar takipçisi olan Türkiyeli bir sosyalistin kaleminden gelsin. Birçok değerli teorik kitabın, makalenin yazarı; TİP-BSP-ÖDP-TKP-HTKP kronolojisindeki siyasal faaliyetinde hep ön saflarda ve çoğunda “kurucu üye” olarak yer alan, şimdilerde Birleşik Haziran Hareketi’nin önde gelen isimlerinden olan Metin Çulhaoğlu’nun “Neo + Post = Pre” başlıklı yazısı şöyle başlıyor:
“Tezimiz” çok açıktır: Marksist öğretiyi oluşturan öğeler ele alınıp değerlendirilebilir, güncellenebilir ve geliştirilebilir. Ama bu öğreti, Marx ve Engels’in kendi dönemlerinde ortaya koydukları sistemden farklı biçimde ve aynı bütünlükte yeniden kurulamaz, kurgulanamaz.
Bunu zamanında en iyi görenlerden biri Sartre olmuştur: ‘Pek çok kez dile getirdiğim gibi, “anti-Marksist” bir tez olsa olsa yalnızca Marksizm öncesi bir fikrin yeniden canlandırılması olabilir. Marksizmin “ötesine geçilmesi” denilen şey ise, en kötüsünden Marksizm öncesine dönüş, en iyisinden de ötesine geçildiğine inanılan felsefede zaten varolan bir düşüncenin yeniden keşfi olabilir. (Diyalektik Aklın Eleştirisi, Giriş Bölümü)’ ”
Ufku ufuk yapan boşluklar (“Blue In Green”)
Çulhaoğlu’nun yazısının devamı da vurucu, özellikle Marx’ın niye “aşılamayan ufuk” olduğuna dair bölümü ve mükemmel formülasyonla başlığa bağlanan final cümlesi. Dolayısıyla, uzun uzadıya alıntılanmayı hak ediyor:
“Siyasal iktisadın eleştirisi, kapitalist üretim tarzının dinamikleri, sınıf mücadeleleri teorisi, devlet, siyaset, ideoloji, devrim ve geleceğin komünist toplumu… Bunlar, Marksist öğretiyi oluşturan öğelerden bazılarıdır. Her biri ele alınıp değerlendirilebilir, güncellenebilir ve geliştirilebilir. Ancak, Marx ve Engels’in bu öğeler arasında (bizce bilinçli olarak) bıraktıkları boşlukları kapatan, öğeleri birbirine yakınlaştırıp bitiştiren, bu anlamda daha ‘kompakt’ bir Marksizm inşa edilemez.
cabu-milesdavisÜnlü 11’inci tezin verdiği mesaj, Marksizmin bir ‘eylem kılavuzu’ olarak görülmesi, Lenin’in Avrupa’nın kerli ferli Marksistlerini şaşırtan bir yolda yürümesi ve başka örnekler… Aslında hepsi Marksist öğretinin öğeleri arasındaki boşlukların ifadesi ya da sonuçlarıdır. Öğretinin kurucuları bu boşlukları da kapatan daha ‘mükemmel’ bir sistemi zorlamanın, eylemliliğe ve pratiğe alan kapatacağının farkındaydılar. Marksizm o zaman gerçekten ‘indirgemeci’ ve ‘mekanik determinist’ olurdu.”
Yazının devamına geçmeden araya bir parça koyalım. Miles Davis çalsın: “Blue In Green”… Dönüp bir daha okuyalım, öyle devam edelim.
“Yararlı” boşluklar: “Işığın sızdığı yerler”
“Gelin Marksizmi yeniden inşa edelim! Ama bunun için önce şu ‘tarihselcilikten’ kurtulalım: Çünkü yanıltıcı bir teleolojik üst anlatı getirmektedir. Sonra, üretim güçlerinin gelişmesi falan dersek ekonomizme kayarız ve indirgemeci oluruz. Burasını da atalım. Komünist ütopya ise zaten ‘insan bireyselliğinin çoğulluğunu önsel bir toplumsallaştırma modeline tâbi kılan, normatif bir cemaat düşüdür’. O zaman o da gitsin.
Costanzo Preve’nin bu önerilerini aktaran André Tosel’dir. Önerilerin kabulü halinde Marksizmden geriye ne kalacağı ayrı bir tartışma konusu… Ama ortaya çıkan şeyin, yenileme (neo) ve ötesine geçme (post) yoluyla gerçekte Marksizm öncesine (pre) dönüş anlamına geleceğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Marksist öğretinin öğeleri arasındaki boşluklar ‘yararlı’ boşluklardır; eylemliliğe ve pratiğe, aynı zamanda öğretiye sadık kalınmasını sağlayacak alanlar açtığı için… Öbür türlüsü, ya o kadar ‘kompakt’ bir sistem kurulur ki, içinde nefes bile alınamaz ya da kurucu öğelerin hepsinin terk edildiği sınırsız bir volontarizm alanında yapılanların Marksizmle herhangi bir ilişkisi kalmaz. Her ikisinde de Marksizm öncesine dönülmüş olur: Neo + Post = Pre.”
Evet, boşluklar ya da yarıklar teorinin nefes aldığı, Leonard Cohen’in kulağı çınlasın, “ışığın sızdığı yerler”.
“İyimser olma görevi” ve soru işaretleri
Sözün başında bir mecburiyeti vurgulamıştık: “Yeni zeminler, çoğulcu ve birleşik mücadele zeminleri oluşturmak, yeni eylem-eyleme biçimleri bulmak, uygulamak…”
Bu yönde dikkate değer çabalar var. Birleşik Haziran Hareketi (BHH) onlardan biri ve dahası, son günlerde en çok ses duyuran, hem niceliği hem niteliğiyle azımsanmayacak bir çaba. Başta ÖDP, irili ufaklı birçok sol partinin, örgütün, çevrenin bir araya gelmesiyle oluşan bir birleşik mücadele zemini.
Haliyle, “iyimser olma görevimizi” hatırlatıyor. Bogota’daki duvar yazısının (aktaran Eduardo Galeano) dediği gibi, kötümserliği daha iyi günlere saklayalım.
Gelgelelim, aklımıza yatmayan şeyleri de söyleyelim. BHH çoğulculuğa ve birleşikliğe dair önemli soru işaretleri koyuyor önümüze.
Express çıkıyor olsaydı, bu soru işaretlerini doğrudan muhataplarlarıyla konuşur, cevapları tartışır, enine boyuna söyleşir ve ortaya olabildiğince nesnel bir tablo çıkarmaya çalışırdık.
Durum öyle olmadığına göre, öznelliğe düşmemeye dikkat ederek, birkaç nokta atışı yapalım, BHH’ye yapılan bir eleştirinin eleştirisiyle, daha doğrusu bir kritiğin kritiği ile başlayalım.
Verimli bir tartışma çerçevesi
BHH’nin 27-28 Aralık’ta, 46 ilden, 137 meclisten gelen 1500 delegeyle Ankara’da yaptığı ve Yürütme Kurulu’nu belirlediği Türkiye Meclisi toplantısıyla eşzamanlı olarak baslangıcdergi.org’da yayınlanan, “Birleşik Bir Hareket için” başlıklı, Foti Benlisoy imzalı yazı “çoğulcu ve birleşik zeminlere dair verimli bir tartışmanın çerçevesi”ni çiziyor.
Bu çerçevede altı çizilecek çok satır var. Ama, en kestirmesi şu saptamadan başlamak galiba:
“… esas itibariyle ‘tepede’ kurulan birleşik x-y-z hareketlerinden de, Kürt özgürlük hareketinin etrafına toplaşmaktan da hiçbirimize bir fayda gelmez. Bu girişimlerin kısmî katkı, işlev ve anlamı ne olursa olsun, tam da toplumsal mücadele alanlarına ortak ve birleşik bir müdahaleyi gündemlerine almadıkları için solun uzatmalı krizine bir yanıt oluşturacak bir birikmeye yol açmaları pek mümkün görünmüyor.”
Bin çiçek açsın
Bu iki cümle dört kritik soruyu barındırıyor.
İlki “tepede” kurulmak… BHH’nin “tepeden kurulmak”la malûl olduğu o kadar rahat söylenebilir mi? BHH’nin harcını karan ODTÜ – Vişnelik toplantıları ve sonrasındaki forumlar, meclisler oldu. Bu yol ve yöntemle 27-28 Aralık’ta gelinen nokta şu: 46 ilden, 137 meclisten 1500 delegeyle toplanan bir “Türkiye Meclisi”. Bu olguya “sadece nicelik” denip geçilebilir mi?
Öte yandan, bunun sadece nicelik olmadığını söylemek, BHH’nin “aşağıdan”lığının ve çoğulculuğunun tescili anlamına mı gelir? Başlangıçtaki durumdan, forumlardan ve yerel meclislerden “Türkiye Meclisi”ne uzanan süreçte, “aşağıdan”lıktan ve çoğulculuktan uzaklaşıldığı BHH’ye destek verenlerin de işaret ettiği bir olgu.
Bu iki olgu birlikte düşünüldüğünde, meselenin aşağıdan / yukarıdan ikilemine sıkıştırılamayacağı, onun ötesine geçtiği söylenebilir.
İkinci soru “bu girişimlerin kısmî katkı, işlev ve anlamı ne olursa olsun” ifadesi… 2015 Türkiye’sinde böyle bir “lüks” var mı? Kısmî de olsa, nasıl bir katkı, işlev ve anlamı olduğuna bağlı olarak, “x-y-z girişimlerinin ‘solun uzatmalı krizi’ne bir yanıt oluşturacak bir birikmeye yol açmaları” niye mümkün olmasın? Mao’nun güzel sözüyle, “bin çiçek açsın…”
Dört maddede BHH
Madem Mao’yu andık, Maoizmden anarşizme geçen Gün Zileli’nin ilk imzacılarından olduğu, ancak sonradan eleştirel bir tutum aldığı BHH’ye başlangıçta niye destek verdiğini özetlediği dört maddeye bakalım:
“Birincisi, BHH, ulusalcılıkla arasına bir sınır çekiyordu; ikincisi, özgürlük düşmanı AKP iktidarını ve bu iktidarın destekçisi ‘liberalizm’i hedef alıyordu; üçüncüsü, Kürt ulusal hareketine karşı olumlu bir tutum sergiliyor ve bu hareketle en azından dirsek temasını sağlamaya çalışıyordu; dördüncüsü, Gezi-Haziran isyanının özgürlükçü ve aşağıdancı ruhuna sahip çıkıyor ve bu ruhu yaşatmaya çalışıyordu.”
Bunlar yabana atılacak “kısmî katkılar, işlevler, anlamlar” mı? “Ulusalcılıkla arasına sınır çeken”, böylece milliyetçi-ırkçı havayı dağıtmaya, her an yükselmeye ve keskinleşmeye namzet Kürt düşmanlığını geriletmeye çalışan bir sol hareket, aynı zamanda “özgürlük düşmanı AKP ikidarı”nın siyasal ve sınıfsal karakterini hedef alıyorsa…
Üçüncü soruya, “solun uzatmalı krizi”ne geçelim. Yukarıdaki dört maddenin hakkını verme çabasındaki bir “x-y-z” hareketi, solun uzatmalı krizine “yanıt” oluşturacak bir birikmeye yol açmaz mı? Vurgulayalım: “Yanıt oluşturacak bir birikme”ye… “yol açmak”.
“Karamsar bir belirleme” ve ötesi
“Birleşik Bir Hareket için” başlıklı yazısında “karamsar bir belirlemeyle başlayalım” diyerek söze giren Benlisoy, solun uzatmalı krizini birkaç paragrafta güzelce resmediyor. Anahtar sözcükler neoliberal kapitalizm ve AKP’nin “mahareti”. Neoliberal kapitalizmin sınıfsal güç dengelerini sermaye lehine radikal bir biçimde bozması, AKP’nin “mahareti”nin bu bozulmayı emekçileri siyaseten pasifize edip onların rızasını devşirerek mümkün kılması. Buna karşılık, “muhalefetin ufkunun genelgeçer (sınıfsal muhtevası cılız) bir ‘AKP karşıtlığı’ ile sınırlanması” ve bunun neticesinde, sosyalist solun “anlamlı bir ideolojik-politik referans noktası olma özelliğini büyük ölçüde yitirmiş durumda” olması.
Ve sonrasında solun ahvaline dair belirlemelerin peşinden gelen soru: Bu “oldukça sıkıntılı bakiye karşısında ne yapmalı?”
Express101Bize kalırsa, cevap “karamsar belirleme”de mevcut: “Sınıfsal muhtevası kuvvetli” bir “AKP karşıtlığı” ve bununla sınırlı olmayan bir ufuk. (bkz. Express 101, “Sola ufuk gerek” kapağı)
Peki, o “muhteva”, o içerik nerede, nasıl, hangi biçimde vücut bulacak? Herhalde her sosyalist aynı cevabı verecektir: Toplumsal mücadeleler içinde, “ortak” ve “birleşik” müdahalelerle.
Söylemesi kolay, ama toplumsal mücadele alanlarındaki manzara da ortada.
Zaten Benlisoy da, en başta (“verimli bir tartışma çerçevesi” arabaşlığında) alıntıladığımız cümlelerine “DİSK ve KESK gibi kurumlarda (tabiri caizse) ‘birbirimizi yerken’…” diye giriyor.
Teorinin alfabesi ve tarih
“Vavien”de Settar Tanrıöver’in Engin Günaydın’a “içine atıyon, atma” demesi gibi, “birbirinizi yemeyin” demenin bir faydası var mı, ya da klasik replikle, “durun, siz kardeşsiniz”in? Yeniden yapılanma, yeni bir “kuruluş” ihtiyacı aşikâr.
Bu ihtiyaca ve dolayısıyla solun uzatmalı krizine yanıt, elbette ancak toplumsal mücadele alanlarının içinden, o alanlardaki ortak ve birleşik müdahalelerden çıkabilir.
Şimdi buradan bardağın dolu tarafına bakalım: “Ulusalcılıkla arasına sınır çeken, AKP iktidarının siyasal ve sınıfsal karakterini hedef alan bir x-y-z hareketi, solun uzatmalı krizine yanıt oluşturacak bir birikmeye yol açmaz mı?” demiştik, “yanıt oluşturacak bir birikme”yi ve “yol açma”yı vurgulayarak.
Bu soruya Foti Benlisoy olumsuz cevap veriyor. Şu sebeple: “Toplumsal mücadele alanlarına ortak ve birleşik bir müdahaleyi gündemlerine almadıkları için.”
Bu da bizi ilk meseleye, “tepeden”liğe götürüyor. “Aşağıdan” olmayınca, olmuyor. Bu, teorinin alfabesi. Ama teori de bundan ibaret değil.
Söylemeye gerek bile yok, her somut durumun somut tahlili gerekiyor. Bu arada, bir başka teorik mesele olarak, aşağısı neresi, aşağıdakiler kim, ezberden cevaplanabilecek sorular değil.
Gezi’ye mesela, “orta sınıf hareketi” deniyor. Öyle veya değil, ama öyle dendiğinde, Gezi gözden –kimi gözlerden– düşebiliyor. Diyelim öyle, bu Gezi’yi değersizleştirebilir mi? Ve başa dönüp soralım: Orta sınıf kim? Prekarya ne? İstanbul’un göbeğinde kurulan komün, AKM’nin ön cephesinde sergilenen tarih neyin nesiydi?
akmGezi’nin 43 yıl öncesindeki Haziran da bir milâttı, üstelik büyük harfli bir milât. Öncesindeki üç dönemeci hatırlayalım: TİP’in ’65 seçimlerindeki başarısı ve Meclis performansıyla estirdiği hava… ‘68’de reel sosyalizmin “Prag baharı” krizi, bunun Türkiye soluna yansımaları… Ve Türkiye’nin ‘68’i olan 1969 gençlik hareketleri… 1970’in 16-17 Haziran’ına böyle gelinmişti.
Sonrasındaki devrimci mücadele, yedi yıl içinde yüz binlerin Taksim 1 Mayıs’ında “birikmesinin” yolunu açmıştı. Gezi’de AKM’nin ön cephesinde sergilenen bu tarihti. O tarihin başlangıcı (TİP’in kuruluşundan gençlik hareketlerine, o hareketlerin devrimci örgütlere dönüşmesinden 1977’nin 1 Mayıs’ına) “tepeden” miydi, “aşağıdan” mı?
“Çölde konuşmak”: Fransızca ve Almanca
Belki, ikisinden de değil, “çöl”den demek daha doğru. Gezi de “çöl”den başlamıştı, Kürt hareketi keza. Ama, Althusser’in özlü deyişindeki gibi, “komünistler çölde konuşmaz”. Çünkü komünistçe konuşulduğunda, çöl, çöl olmaktan çıkıyor. Meselenin düğümlendiği yer de burası galiba: Komünistçe konuşmak. Öyle olduğunda, aşağısı / yukarısı ikilemi ne denli açıklayıcı olur?
“Konuşmak” bir mecaz tabii, Marksist literatürde ayaklanma dönemi için “Fransızca konuşmak”, onun haricinde halk kitlelelerinin gündelik mücadelesini örgütlemekten siyasî muhalefeti yönlendirmeye, her çeşit eylem biçimine “Almanca konuşmak” dendiği malûm. Keza Mahir Çayan’ın, devrim ve evrimin iç içe geçtiği emperyalizm döneminde, devrimcilerin her iki dili iyi konuşmayı bilmesi gerektiğini söylediği de…
Lenin’in uyarıları ve üçüncü dil
Ve tabii Lenin’in iki uyarısı… İlki, “Fransızca” bahsinde “komünist kofluğu”na düşme tehlikesi. Yani: “Bütün görevlerinin üstesinden bir komünist ferman ile gelebileceğini tasavvur eden sosyalistin başına gelen şeydir.”
İkincisi, “Almanca konuşma”ya dair: “Daha az tumturaklı lâflar ve daha çok günlük iş. Daha az politika tepinmeleri ve sosyalist kuruluşun en basit, ama en elle tutulur olaylarına daha çok dikkat…”
Günümüz Türkiye’sinde, Kürt hareketinin her iki dilin de hakkını verdiğini söylemek mümkün –Lenin’in dikkat çektiği zaaflardan muaf olmasa da. Sosyalistlerin ise “komünist kofluğu”ndan uzak durarak Fransızcaya ve “daha az tumturaklı laflar”la “Almanca”ya yeniden eğilmesi gerektiği gibi, üçüncü bir dili, Kürtçeyi sökmeye yönelmesi hiç fena olmaz herhalde.
“Kürtler nerede?”
Gelelim dördüncü ve bu bağlamda en kritik olan soruya. Konumuz “çoğulcu” ve “birleşik” mücadeleyse, “Kürt realitesi” bunun neresinde? Ya da, sosyal medyadaki “goygoy” ifadesiyle, “Kürtler nerede?”
“Kürt özgürlük hareketinin etrafına toplaşmaktan da hiçbirimize bir fayda gelmez” ise, o realiteyle nasıl bir ilişki kurmaktan fayda gelir? “Herkes kendi yoluna” mı? Öyleyse, denebilecek bir şey yok. Öyle değilse, şimdiye kadarkinden farklı olarak nasıl bir ilişki?
“Çoğulculuk” ve “birleşik”lik konusundaki bu soru, “yukarıdan”lıkla birlikte BHH’nin karşısındaki temel mesele.
Görünen o ki, BHH’nin tercihi “Kürt hareketinin etrafında toplaşmama” yönünde. Peki, “toplaşsa” mıydı?
Hadise bu iki şıktan mı ibaret? Öyleyse, EMEP’in tutumunu nasıl tanımlamalı? Malûm, HDP’den ayrıldılar (“toplaşmamak”?), ama Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) bileşeni olmayı (“toplaşmak”?) sürdürüyorlar. Öte yandan, ÖDP BHH’de yer almakla birlikte, bir ayağı da, “gözlemci” sıfatıyla, HDK’nin içinde.
O halde, BHH de HDK’nin içinde olmadan, Kürt hareketiyle –onun etrafında “toplaşmadan”– yoldaşlık hukuku içinde olmanın yolunu yordamını geliştirebilir. Umulan da o.
Gelgelelim, başlangıçtaki “en azından dirsek teması” beklentisini yaratan tutumun yerini bildiri ve duyurulardaki suskunluğun alması, hepten temassızlığı imliyor.
“Güzel hareket” ve ötesi
21 Aralık’taki İstanbul toplantısının hemen ertesinde, BHH’nin resmî twitter hesabından yapılan “salon Kürtçe selâmlandı” açıklaması bir temas başlangıcı olabilir miydi?
O selâmı “güzel hareket” diye yorumlayarak nakletmemiz üzerine, Genç-Sen’in kurucularından Kıvanç Eliaçık’la aramızda geçen twitter diyaloğu o ihtimale dairdi:
– Güzel hareket: “Can Atalay’ın konuşmasının ardından salon Kürtçe selâmlandı. Haziran bangaziye we dike! Haziran çağırıyor!”
–Peki Kürtler niye çağrılmıyor?
–Evet, niye? Cevabı merak ediyoruz. Belki de o selâm bir ilk adımdır. Öyle umalım.
–Serçavan! İyimser olan hangisiydi, irade mi akıl mı?
– John Lennon: “İyimser olmak görevimizdir.” 🙂
– O zaman BHH’den Kürtler olmadan “birleşik muhalefet” formülü + Gezi’nin bağzı bileşenlerinin davet edilmeme açıklamasını bekleyelim.
Hegemonya ve karşı hegemonya
Evet, Gramsci’ye karşı Lennon. Ve evet, bekliyoruz… Beklerken biraz “free jazz”, biraz da rock’n’roll dinleyelim. Gramsci ve Lennon yani.
Önce Gramsci… Birikim’in haftalık sitesinde Tanıl Bora’nın “Hegemonya” başlıklı yazısı ve o yazıya BHH’nin önde gelen isimlerinden Deniz Yıldırım’ın “Karşı Hegemonya” başlıklı cevabı güzel bir tartışmanın giriş taksimi.
Birlikte okunması gereken bu iki yazıya haksızlık etmeden bir özet vermek zor. Ama konumuz BHH olduğu için, Deniz Yıldırım’ın cevabî yazısının köşe taşlarına bakalım.
“Önce katıldığım yeri belirteyim: Evet, hegemonya karşıtlarını kendi dilinle, kendi tartışma gündeminle, sınırlarını senin belirlediğin bir sahada mücadeleye sıkıştırman halinde yeniden üretilir. Bu tartışmasız. Fakat hegemonyanın yeniden üretilmesinin tek koşulu bu olmadığı gibi, karşıt bir hegemonyanın üretilememesinin nedeni de sadece bu olamaz.”
Yazının devamında, AKP iktidarının sınıfsal ve siyasal karakterinden “Yetmez ama Evet tercihi”nin nasıl bir “ideolojik pusulanın ürünü” olduğuna, AKP hegemonyasının nasıl tesis edildiğinden karşı hegemonya için neler yapılması gerektiğine, dar alanda etraflı ve belâgati güçlü bir çerçeve çizen Deniz Yıldırım sözünü şöyle bağlıyor:
“Diğer bir mesele; ‘hegemonyayla mücadele, hele karşı-hegemonya iddiası, bir miktar da iktidar yokmuş gibi davranabilmeyi gerektirmiyor mu?’ cümlesinde saklı. Tanıl Bey “kendi hikâyemizi yazmak”tan söz ediyor. Kim itiraz edebilir ki? Buraya kadar tamam. Peki tamam olmayan ne? (…)
Özcesi: Tanıl Bey’in dikta dönemlerine özgü siyasal yapılanmalar karşısında önerdiği pozisyon, AKP’yi sıradanlaştırmaya, sıradan bir merkez parti düzeyine indirmeye yarıyor. Şöyle bir şey düşünebiliyor muyuz? Almanya’da Hitler diktası inşa ediliyor; bir aydın çıkıyor: ‘Onun söylemine öfke duymayın, gündem yapmayın, hegemonyasını üretirsiniz, kendi hikâyenizi yazın.’ Ya da Gramsci’yi düşünelim; Mussolini faşizminin zindanlarından Hapishane Defterleri’ne şöyle notlar aldığını: ‘Faşizm gündem oluşturmak istiyor; onun gündemini ciddiye almayalım, kendi hikâyemizi yazalım’…”
Gramsci ve “Sicilya Hareketi”
GramsciŞimdi bu noktada biraz spekülasyon (“free jazz”) fena olmaz. Varsayalım, Gramsci’nin “Hapishane Defterleri”ni yazdığı dönemde bir Sicilya Hareketi olsun. Ya da 1990 Dünya Kupası’ndaki İtalya-Arjantin maçından önce, Maradona’ya “Napolililer İtalya’yı değil, bizi tutacak” dedirten realiteye istinaden, bir “güney İtalya hareketi”…
Varsayalım, bu hareket Mahir Çayan’ın “politikleşmiş askerî savaş stratejisi”nden esinlenerek (ya da onu tastamam uygulayarak) başladığı silahlı mücadeleyle kitleselleşmiş, bir halk hareketine dönüşmüş olsun…
Israrla solda olduğunu söyleyen ve sola “birleşik mücadele” çağrısı yapan, İtalya’nın tamamına dair sol politikalar geliştirme iddiasında olan, çeşitli kimlik hakları ve demokratik özerklik talep eden bir “Sicilya hareketi” olsaydı, Gramsci nasıl bir tutum alırdı? Karşı hegemonya bahsinde bize neler söylerdi?
“İçimizdeki İngiliz”
R.161 JOHN LENNON DENIM JACKETSpekülatif cazı burada keselim. Şimdi gelsin Lennon: “I’ve got nothing against modern jazz / but it’s got to be rock’n’roll music if you wanna dance with me…” (Hiç itirazım yok modern caza / ama benimle dans etmek istiyorsan, rock’n’roll’dan şaşma). Yani? Çoğul ve birleşik hareketler –tanımlı, ve ama doğaçlamalı.
Konu Kürt hareketi olunca, plağın bir yüzünde “Imagine” (sınırların, devletlerin, dinlerin olmadığı, sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir dünya tahayyülü) çalıyorsa, öbür yüzünde “The Luck of the Irish” (İrlandalıların Talihi) var: “Sizde de İrlandalı talihi olsaydı / Keşke İngiliz olsaydım derdiniz.”
Kıssadan hisse: İrlandalılara İngilizlik taslamanın âlemi yok. Ya da Cezayir sorununa Fransız olmanın.
“Altın makas”ın imlediği…
Gramsci ve Lennon’la iştigal ederek beklerken, Gün Zileli’nin BHH eleştirisi çıkageldi. Zileli’nin vurguladığı noktalardan biri, “BHH’nin, Kürt siyasal hareketine karşı başlangıçtaki olumlu yaklaşımına rağmen, sonraki bildiri ve duyurularında bu konuda neredeyse tamamen sessiz kalınması”ydı.
Fakat asıl önemlisi, bu bağlamda düştüğü dipnottu. Ekim ayında Birgün’e yaptığı iki paragraflık açıklamanın bir paragrafı makaslanmış, ertesi gün Zileli’nin gazete yönetimine itirazı üzerine açıklamanın tamamı yayınlanmıştı.
Söz konusu makas, tamamen “teknik bir arıza”nın neticesi de olsa, “altın” sıfatını hak ediyor. Zira, kesilen (ve ertesi gün “TC” ifadesi dışında geri konulan) paragraf BHH’nin önündeki yol ayrımını imliyor:
“Bölgesel hegemonyacı TC devletinin ve AKP diktatörlüğünün Ortadoğu’daki yayılmacı siyasetleri ve içerideki baskıcı yönetimi koyulaşarak devam ederken, Birleşik Muhalefet Hareketi bir an önce, aşağıdan bir hareket olarak toparlanıp Kürt devrimci hareketiyle de daha geniş bir blok oluşturmanın yollarını bulmalıdır.”
Tarih çağırıyor
BHH’nin slogan edindiği üzere, “Haziran çağırıyor”sa, Kürt hareketini es geçebilir mi? “Salonu Kürtçe selâmlamak” jestten öteye gitmiyor. Başlangıçta, söz (“en azından dirsek teması”) içeriği aşıyordu. Şimdi ortada söz olmadığı için onun yerini jest alıyor. Ve içeriğin esamesi okunmuyor.
Aslına bakılırsa, “tarih” Haziran’ı çağırıyor: HDK ve HDP ile birlikte geniş bir zemin, bir tarihsel blok oluşturma yollarını aramaya. Ve elbette, yalnız BHH’yi değil, Kürt hareketini de…
Sezar’ın hakkı Sezar’a, Kürt hareketi tarihin bu çağrısını karşılıksız bırakmadı. Dahası, ona bir zemin, bir içerik kazandırmaya da çalıştı. HDK ile ve 2007 seçimlerindeki “Bin Umut”tan 2011’deki Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’na, oradan da 2013’te HDP’nin kuruluşuna, partinin eşbaşkanlığına Ertuğrul Kürkçü’nün seçilmesine, onun da bu görevi “geçmişi gelececeğe bağlamak için” diyerek üstlenmesine…
HDP’nin murad edilen genişlikte bir birleşik zemini henüz kuramadığı ortada. Ama HDP’nin kuruluşundaki tarihin çağrısına karşılık verme iradesi yerli yerinde.
“Geniş ittifak” ve “ÖDP’ye Açık Mektup”
PKK liderlerinden Cemil Bayık ve Duran Kalkan’ın 2014’ün son günlerinde art arda yaptıkları çağrılar da, “tarih”in çağrısını yankılıyor.
Bayık “geniş bir ittifak” ihtiyacını vurguluyor, Kalkan daha somut söylüyor, ÖDP’ye açık davet yapıyor.
Gelgelelim, orada da söz içeriği aşıyor ya da içerik sözün gerisinde kalıyor. Kâğıt üzerinde dört başı mamur bir içerik –Halkların Demokratik Kongresi– var. (bkz. Express 130, “Buluştuğumuz Yer” kapağı) Evet, ama HDK’nin bütünüyle kuvveden fiile çıkabildiğini söylemek mümkün değil.
“ÖDP’ye Açık Mektup”ta, Duran Kalkan da bu gerçeği teslim ediyor: “HDK ve HDP tüm demokratik güçleri içinde toplayan bir çatı haline gelemedi.”
“Münakaşacı Hintli”
Kürt hareketinin kimi zafiyetlerini, gelgitlerini “tarih”in çağrısına kulak tıkamaya mazeret yapmaktan kimseye bir fayda gelmez. Bunları ayrı durmanın sebebi göstermenin yerine, yoldaşlık hukuku içinde tartışmaktan, Mikhail Bakhtin’in kavramıyla söylersek, “diyalojik” bir ilişki / iletişim kurmaktan ise hepimize fayda gelir.
Diyalojik ilişki / iletişim, Kürt hareketi için de elzem. Diyalojik, yani tarafların tezlerini, argümanlarını güç ilişkileri temelinde değil, meşruiyet temelinde kurdukları eşitlikçi bir diyalog… Sokrat’yen diyaloglar ya da daha iyisi, “münakaşacı Hintli” (Amartya Sen, “The Argumentative Indian”) misali.
“Diyalektiğin son demi”
sartreHazır Marksizm konusunda “Diyalektik Aklın Eleştirisi” kerteriz alınmışken, Kürt hareketi bağlamında “teoride ve pratikte iki Sartre”a müracaat edilebilir. Biri “Cezayir sorunu”ndaki tutumu, öbürü Frantz Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri”ne (ki, Kürt gençleri arasında en popüler kitaplardan biri) yazdığı önsöz. Sözümüz meclisten dışarı, o önsözün ruhunu özetleyen birkaç cümleyi seslendirelim:
“Bu ne laf bolluğu: Özgürlük, eşitlik, kardeşlik, sevgi, şeref, vatan, daha bir sürü şey. Bütün bunlar o ırkçı nutukları çekmemize engel değildi…
Biz rüzgârların tohumunu ektik, o fırtınanın ta kendisi… Karşımızdaki yeni ve özgür insanlar… Kimsenin kimseye bir şeyler bağışlamaya kuvveti ve önceliği yok. Herkes bütün haklara sahiptir…
Korku ve öfke çırılçıplak ortalıkta cirit atıyor… Bir sürü azgın adam var. Bir de ötekiler var: Çoğunluk; azgınlar kadar suçlu – Eylül katliamından sonra kim sokağa çıkıp da yeter diye bağırdı? Ama azgınlardan daha bayatı: Hür düşünceliler, yumuşak solun sert adamları. Onlar da ateşli ve kinli… Kızgınlıklarını bir sürü efsaneyle gizliyorlar.
Başlangıçta hiçbir şey bilmiyordunuz, inanırım; sonra şüphelendiniz. Şimdi her şeyi biliyorsunuz, ama hâlâ susuyorsunuz… Diyalektiğin son demi: Hunharca sürüp giden savaşı lanetliyorsunuz, ama Cezayirli savaşçılarla dayanışmayı açıkça savunamıyorsunuz…” (J.P. Sartre, “Yeryüzünün Lanetlileri”ne önsöz)
Bir ruh hastalığının adı mı?
Evet, sıkı azar. 1961’in Fransa’sında, özellikle Fransız solu adına, fena halde yüz kızartıcı bir önsöz. Sartre, metnin ortalarında bir yerde, “Marx’ın dediği gibi” diyor, “utanç, devrimci bir duygudur.” Sonlara doğru da şu saptamayı yapıyor: “Fransa eskiden bir ülkenin adıydı. Dikkat etmezsek, 1961’de bir ruh hastalığının adı olacak. İyileşebilir miyiz? Evet.”
Fransa’nın yerine Türkiye’yi, 1961’in yerine 2015’i koyabiliriz. Mekân ve zaman farkı durumu daha da kötüleştiriyor. Mesele sadece Cezayir sorunu da değil. ‘61 Fransa’sında, Sartre’ın “koca büyücü” diye andığı De Gaulle vardı iktidarda. 2015 Türkiye’sinde ise Louis Bonaparte bozması, İslâmcı-neoliberal kırması bir zorbalık, bir cinaî şebeke. (bkz. Express 140)
Bir ülke adı olan Türkiye’nin bir ruh hastalığının adı olması ihtimaline gelince… Eskiden de “normal” olduğu söylenemezdi, ama çok yönlü çelişkilerin, millî takıntıların, komplekslerin bu derece yoğunlaşıp sosyal bilinci bloke ettiği de görülmemişti.
İyileşebilir miyiz?
“Tarihi yaratanlar”
Sartre’ın önsözünün son cümlesi şöyle: “Tarihi yaratanlarla birleşeceğimiz zamanın yaklaştığından eminim.”
Türkiye’nin yakın geçmişinde yaratılan iki tarih var: Kürt özgürlük hareketinin 1980’lerin en başından bugünlere yarattığı tarih… Ve “Gezi” diye özetlenen, onca yılın birikiminin üzerinde vücut bulan emsalsiz başkaldırının yarattığı milât, Alain Badiou’nun tanımıyla, bu “hadise”nin açtığı yeni siyaset alanı.
Bu iki tarih Gezi sürecinde iç içe geçecek gibi oldu, bir an öyle bir resim verdi. Sonrası, evet, negatif… Bugün Gezi’ye bakarken o âna, o resme ışık düşürmeli.
Kürt hareketinin yarattığı tarihe bakarken de, bugün itibarıyla ışık düşürülecek yerler belli: Türkiye soluna yaptıkları ısrarlı birleşik mücadele çağrıları, bu yönde yapısal-kurumsal arayışlar ve tabii Rojava’da, Kobanê’de gerçekleştirilen devrimci durum.
“Tarihin çağrısı” derken murad ettiğimiz, bu iki tarihin birleşik mücadelesi.
Gelgelelim, “bu tarihleri yaratanların birleşeceği zaman yakın” diyebilmenin uzağındayız. Kürt hareketinin kapı açtığı ortak zemine Gezi ruhunun bedeni olma iddiasındaki BHH uzak durduğu müddetçe de uzak kalacağız. Birleşik muhalefet için belki dün erkendi, yarın da çok geç olabilir. 2015 kışı tam zamanı değil mi?
7 Ocak 2015: Je suis Charlie
Buraya kadar söylediklerimizi gözden geçirirken Paris’teki katliamın haberi geldi. Gün boyu o vahşetin kahrıyla medyaya, sosyal medyaya kitlenip kalmak kaçınılmazdı. Her iki mecrada yapılan yorumlar, bilhassa AKP cenahından yükselen sesler tüyler ürperticiydi.
A man holds a placard which reads “I am Charlie” to pay tribute during a gathering at the Place de la Republique in ParisBu tablo sözün başında vurguladığımız mecburiyetin aciliyetini resmediyor. Öte yandan, katledilenlerin fikrî ve siyasî tutumları ve dünyanın dört bir yanında yükselen “Je suis Charlie” haykırışı, bu arada Türkiye sosyal medyasında gün boyu yapılan Madımak anıştırması ve Charlie Hebdo’nun yayın yönetmeni Stephane Charbonnier’nin (Charb) Kürt hareketine dair sözlerinin hatırlatılması, “buluştuğumuz yeri” imliyor.
“Je suis Charlie” diyorsak, Madımak’ın temsil ettiği ve AKP hegemonyasının düşman olduğu özgürlüklerin yanına Charb’ın sosyal medyada dolaşan sözlerini yazmak gerekiyor:
“Kürt değilim, tek kelime Kürtçe bilmem, tek bir Kürt yazarın adını dahi veremem. Kürt kültürü bana tamamen yabancı. Yoo! Arada bir Kürt yemekleri yemişliğim var… Geçelim bunları. Bugün Kürdüm ben. Kürtçe düşünüyorum, Kürtçe konuşuyorum, Kürtçe şarkı söylüyorum, Kürtçe ağlıyorum. Suriye’de kuşatma altındaki Kürtler, Kürt değil, onlar karanlığa direnen insanlık. Hayatlarını, ailelerini, yurtlarını savunuyorlar, ama isteseler de, istemeseler de, ‘İslâmî Devlet’in ilerleyişine karşı yegâne kaleyi temsil ediyorlar. Hepimizi savunuyorlar. (…) Sinizme ve ölüme karşı bugün Kürt halkı var. “ (Humanité, 22 Ekim 2014)
8 Ocak 2015: Geniş bir demokrasi cephesi için
Katledilenler arasındaki Cabu namlı çizer Jean Cabut’nün 2010’da vefat eden oğlu, şarkıcı Mano Solo’yla birlikte söylediği Charles Trenet (Albert Camus’nün favori şantörü) şarkısı “La java du diable”ın (“Şeytanın Şenliği”) sosyal medyada paylaşıldığı uzun kahır gecesinin ertesinde çıkagelen haber ve diken.com.tr’deki Alper Taş söyleşisi ilaç oldu.
Önce habere bakalım:
“(…) HDP Genel Başkanı Demirtaş ile İstanbul Milletvekili Sebahat Tuncel’in önümüzdeki günlerde Birleşik Haziran Hareketi bileşenleriyle görüşeceği bildirildi. Emek Partisi kongresinde ‘EMEP’in bileşeni olduğu HDK’nin de içinde bulunacağı geniş bir demokrasi cephesinin oluşturulması’ çağrısı yapılmıştı. HDP İstanbul Milletvekili Levent Tüzel ile Emek Partisi Genel Başkanı Selma Gürkan bugün ÖDP Genel Başkanı Alper Taş’ı ziyaret edecek. (…)BHH içinde yer alan ÖDP’nin Genel Başkanı Alper Taş, ‘HDP ile Haziran Hareketi işbirliği yapabilir mi?’ sorusuna ‘ 18 Ocak’ta danışma toplantısı yapacağız, tartışacağız. (BHH) kendisine eşdeğer, formatına uygun bir hareket olarak HDK’yi görüyor. HDK ile toplumsal mücadelenin belirli gündemlerinde ortak faaliyet yürütmeye de kapalı değil’ karşılığını verdi.” (Cumhuriyet, 8 Ocak 2015)
BHH-HDK ilişkisi
Alper Taş, diken.com.tr’deki söyleşide ise BHH’yi ve HDK ile ilişkiyi şöyle tarif ediyor:
“BHH, HDK’nın kapsayamadığı, Gezi’de isyan eden, harekete geçen, öfkesini dile getiren çok farklı dinamikleri kapsayan bir hareket. Asla ve asla HDK karşıtı ve kendisini HDK karşıtlığından tanımlayan bir hareket değil. (…) HDK sürecini de gözlemliyoruz ve önemli bir deneyim olarak görüyoruz. Son yaptığımız yürütme kurulu toplantısında HDK’yla ortak mücadele zeminleri geliştirebileceğimizi vurguladık.”
Aynı söyleşide, “Kandil’in ÖDP’ye bir ittifak çağrısı vardı, ancak bu biraz da BHH’ye çağrı olarak algılandı” diye başlayan soruya da şu karşılığı veriyor Alper Taş:
“Kandil’in çağrısı ÖDP’ye yönelikti, BHH’ye değil. Bu durum da zaten yeni değil. Kandil öteden beri ÖDP’yle birlikte hareket etme çağrısı yapıyor. Kandil’in çağrısı BHH’yi dağıtmak için yapılan bir çağrı olarak algılanmasın.”
Söyleşinin devamında da şu değerlendirmeyi yapıyor:“AKP’yle süreci götürme zorunluluğu olan Kürt hareketinin batıda muhatap sorunu var. Batıda Türkle Kürdü el ele yürütebilecek bir hukuk üzerinden bütün Türkiye emekçilerinin ve ezilenlerinin hayrına, demokrat ve ilerici bir damar üretilmesi önemli. Bu mânâda elbette Kürtlerle Türklerin eşit, özgür, gönüllü birlikteliğinin sağlanması mücadele başlıklarından biridir BHH’nin.”
BHH-CHP ilişkisi
Alper Taş, BHH-CHP ilişkisini ise şöyle tarif ediyor:
“CHP 30 Mart ve 10 Ağustos seçimlerindeki çizgisinde devam ederse büyük bir hüsranla karşılaşacak. Tabii ki böyle bir başarısızlığı istemeyiz. AKP’nin her seçimden kendisini büyüterek çıkması, ideolojik olarak sosyal demokrat, sosyalist veya radikal demokrat olsun, hepimizi rahatsız ediyor. CHP’nin, HDP’nin ve sosyalistlerin yan yana geldiği bir seçim ittifakı AKP’yi geriletebilir.
Bu ittifak halkçı, kamucu, ekolojist, cinsiyetçi olmayan, Türklerin ve Kürtlerin bir aradalığını önemseyen, demokratik çözümü savunan, gerçek bir laiklikten yana ve emperyalizme karşı tutum alan bir programla bir araya geldiğinde, sandık bazında başarılı olamaması halinde bile, siyaseten Türkiye’nin geleceği kazanılmış olur.”
Duvarlar ve “basınç”
Tam da bu noktada, Cumhuriyet’in haberindeki şu bölümün altını çizelim:
“Ertuğrul Kürkçü, AKP ile işbirliği yaptıkları savlarını anımsatarak yönelttiğimiz, ‘HDP’nin seçimlere parti olarak girme kararı kesin mi’ sorusuna, ‘Kesin, siyasî bir karar aldık. İddialar beni güldürüyor. Öyle bir anlaşmadan söz etmiş oluyorlar ki; diğer taraf her şeyi kazanıyor, biz intihar ediyoruz. Böyle bir anlaşma olur mu? Diğer tarafa bunun ödülü neymiş? Türkiye’de mutlak diktatörlük, Kürdistan’da özgürlük mü olacakmış? Bu iddialar siyasetin değil, psikolojinin konusu’ yanıtını verdi. Kürkçü, ‘CHP kapısını zorlayacak mısınız’ sorusuna da ‘Zorlamayacağız, orada bir kapı yok çünkü. Kapısını duvarlarla örmüş, toplumsal muhalefete kendisini kapatmış. Biz, toplumsal hak arayışı içinde olan, hakları ihlal edilmiş olan bütün kesimlerle görüşeceğiz. Bir sosyal ittifak peşindeyiz’ karşılığını verdi.”
Bu durumda, CHP’nin duvarlarla ördüğü kapıyı zorlamak BHH’ye düşüyor gibi. Alper Taş’a göre, “özellikle Kobanê direnişinde ortak işler yapabilen” HDP ve sosyal demokratların seçim ittifakı zayıf ihtimal, “ancak bu konuda basınç yapmak gerekiyor.”
Söz konusu söyleşide, Can Bursalı’nın “BHH’nin Kürt hareketi ve CHP arasında köprü olması”, Alper Taş’ın da “yanlış anlaşılmasını istemem, ama Kürtlerle sosyal demokratlar arasında kolaylaştırıcı işlev görebiliriz” diye ifade ettiği konum, bir seçim ittifakından daha hayırlı bir “sosyal ittifak”ın kapısını aralayabilir. Ve bu “basınç” sayesinde, Alper Taş’ın deyişiyle, “sandık bazında başarılı olamaması halinde bile, siyaseten Türkiye’nin geleceği kazanılmış olur”.
Kötümserliği daha iyi zamanlara saklayalım. Bu zamanda kötümserlik Can Yücel’in bir harf değişikliğiyle yaptığı kelime oyununu hatırlatıyor.
İşaret levhaları, esin perileri
Başta sorduğumuz “geniş” soruyu daraltalım derken bir ummana daldık. Mecburen öyle, fikir neyse zikir o… Express çıkıyor olsaydı, sorduğumuz soruları, çizdiğimiz çerçeveyi andığımız ve anmadığımız isimlerle “münakaşacı Hintli” diyaloğu içinde tartışırdık.
Ve tabii, burada değinmekle yetindiğimiz kimi “teorik” meseleleri derinlemesine ele almaya bakardık. O pratik içinde de, hem sağlama yapmak hem de “maksadını aşan ifadeler”i tashih imkânı bulurduk.
Yine de, hep olduğu üzere, tam içimize sinmez, eksiği gediği illâ ki olurdu, ama yine de Express “olan oldu bir defa / bari hepimize yarasın” hedefini tuttururdu.
İyi, güzel olurdu da, bu katarları ve daha birçok vagonu taşıyacak raylar nasıl olmalı, onları nasıl yapmalı?
Zaplayalım, “nasıl bir zemin”den “nasıl bir yayın”a dönelim –Barthes’ın “kehaneti”ni hatırlayarak. Sartre’ın onlarca eseri ve hepsinin harcı olan “bağlanma / angajman” düsturu bir yana, kurucuları arasında yer aldığı Les Temps Modernes (Modern Zamanlar) dergisi de herhalde yeniden keşfedilecekler arasında.
“Modern Zamanlar” da, Benjamin’in “Tarih Kavramı Üzerine Tezler”i de, geçmişin değil, müstakbel zeminlerin ve döşenecek yeni rayların işaret levhaları. Aynı zamanda esin perileri… Ama o kadar, ötesi bize kalmış. Ötesi, yani biçim-içerik kurgusu ve uygulaması.
Biçim demişken… Biçim deyip geçmeyelim, neticede “içeriğin faaliyet alanı” (Susan Sontag). Biçim flu olunca, içerik de netleşmiyor.
“Godot’yu Beklerken”
Hülâsa, Express “odak ayarı” yapıyor. An itibarıyla, görüntü flu. Bakalım “Deconstructing Express” süreci nereye evrilecek? Mevcuttaki web sitesinin yenilenip sıçrama yapmasına mı, ona ilaveten bir e-dergiye mi, “Modern Zamanlar” misali geniş periyodlu (belki mevsimlik) bir matbuata mı, şu anda akla gelmeyen bir alternatife mi?
Kesin olan şu: 2001’de başlayan “post-Express” dönemi 2014 itibarıyla nihayete erdi. “Yeni”sini merakla bekliyoruz. Bu fluluk eninde sonunda netleşir. Netleşene kadar birdirbir.org’da “enternasyonal şalala”ya devam…
Beklemek demişken, 1997’de yayınına ara verdiğimiz Express dört yıl sonra yeniden çıkarken, ilk sayısının Meram’ı üç cümleden, “Godot’yu Beklerken”deki bir diyalogdan ibaretti:
X-redVladimir: Hadi gidelim.
Estragon: Tamam. Hadi gidelim.
(Kıpırdamazlar)
Kıpırdanmalı bir yeni yıl dileğiyle ve Charlie Hebdo’nun anısına, Mano Solo’yla birlikte “International sha la la”yı mırıldanalım…
Yücel Göktürk
– See more at: http://birdirbir.org/odak-ayari/#sthash.ZgsFuQgU.dpuf
Sovyet Birliği’nin ve tabiki reel sosyalist sistemin çöküşüne ilişkin okuduğum tüm kitaplar, 8-10 kişi üzerinden çöküşün nedenlerini anlatıyordu. Ne işçi sınıfının ne de “alttakilerin” rolünden tek cümle edilmiyordu.
Türkiye’de oldum olası seçimler yaklaşınca “olmadı, haydin yeniden BİRLİK kuralım” lar, havada uçuşmaya, bir dizi toplantılar yapılmaya baaşlar.
Günümüz TC.’sinde kırlarda ve kentlerde bir dizi direniş yaşanıyor ve bu direnişlerde sosyalist hareketleri göremiyoruz. Eğer birlik isteniyorsa ve gerçekten bu sosyalist partiler samimi iseler direnişin yaşandığı mekanlardan başlayarak her direnişin yaşandığı mekanın özgün yapısına uygun birlikte mücadeleleri örmekle işe başlamalı diye düşünüyorum.
bu kadar çok “derin mevzu”, fikir uçuşması olarak hepsi bir yazı içine sokuşturulur mu? Yazar çok iyiniyetli ama… isteyen istediği yerden tutarak sevebilir ve isteyen istediği yerden tutarak yere çalabilir… Yazarın yaklaşımı.. çok olumlu.. yapıcı.. keşke şu dediklerini 3-4 yazı içinde aktarsaydı…