Azmettiren, Geleneksel İslam… Tetikçi, Radikal İslam…

B7U1m7_CAAA4aFV
Yasağı koyduran tetikçi ve azmettiren kişi
6d0ab6b82a593635_636x350indir
Öncelikle, geleneksel İslamın Türkiye’deki iki önde gelen sözcüsünden şu alıntıları okuyalım:

“Olayın failleri Fransızdır. Fransızların işlediği katliamın kesildiği yer Müslümanlardır, çok manidar… Biz terörün yanında yer almadık ama katliamların arkasında ırkçılık ve İslamofobi yatıyor.” (Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan)

“12 Milyon insanın katledildiğine ses çıkarmayan insanlığın sadece 12 kişiye düzenlenen bir cinayet sebebiyle ayağa kalkmasını ibretle izledik… Müslümanların kutsallarını aşağılayarak manevi işkenceler cinnet haline birer davetiye niteliği taşımaktadır… Bunların fikir özgürlüğü altında yapılıyor olması kabul edilemez.” (Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez)

Cümlelerdeki düşüklükleri düzeltmemiz gerekiyor: “Katliamın kesildiği yer” değil, “katliamın faturasının kesildiği kesim” olacak. Diğer yandan, “katledildiğine ses çıkarmayan” değil, “katledilmesine ses çıkarmayan” olacak. “Kutsallarını aşağılayarak manevi işkenceler” değil, “kutsallarını aşağılayan manevi işkenceler” olacak. Buna rağmen her iki konuşmacının da ne demek istedikleri anlaşılıyor.

Ne demek istiyorlar? Cümlelerin alt metinlerini okumaya çalışalım.

Birincisi, katliamlara yol açan ırkçılık ve İslamofobidir. Dolayısıyla İslam bu katliamlardan sorumlu tutulamaz. Sorumlu olanlar Müslümanları kışkırtanlardır.

İkincisi, zaten olayın failleri Fransızdır. Cinayeti işleyenler, Hıristiyan bir ülke olan Fransız vatandaşlarıdır. Dolayısıyla cinayetlerden Fransa sorumludur.

Üçüncüsü, Müslümanların kutsallarına yapılan saldırılar, bir manevi işkence halini almış ve bu manevi işkenceler sonunda cinnete yol açmıştır. Dolayısıyla cinayetlerin sorumluları, insanları çıldırtan bu manevi işkencecilerdir.

Dördüncüsü, 12 Milyon Müslümanın öldürülmesine ses çıkarmayanlar, fikir özgürlüğü adı altında, manevi işkencelerle cinnete yol açan 12 kişinin ölümü karşısında ayağa kalkmaktadırlar. Aslında bu da yeni bir cinnet sebebidir. Kısacası, bu haksızlık karşısında birileri cinnet haline gelip yeni cinayetler işlerce kimse kusura bakmasın.

Ben İslam dünyasına ilişkin şöyle bir ayrım yapmaktan yanayım: Katliamcı ideolojiyi her allahın günü üreten ve piyasaya süren, kısacası azmettiren gelenekçi İslam. Üretilen bu katliamcı ideolojiyle gözü kararıp cihada girişen, kelle kesen, öldüren, yakıp yıkan, suikast yapan, mizah dergilerine saldıran tetikçi radikal İslam.

Gelenekçi İslam, katliamcı ideolojinin esas üreticisidir ama fiili saldırılarda hiçbir zaman doğrudan doğruya yer almaz, böyle bir riske girmez. Gelenekçi İslamın mensuplarının normal günlük hayatlarını sürdüren konformistler olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Dediğim gibi, bunlar kendi hayatlarını riske atmaz, sadece teşvik eder ve azmettirirler. Katliamlar olduğu zaman da, bulundukları toplumsal konumlara uygun olarak, icap ettiğinde küçük bir “kınama”da bile bulunurlar ama aslında cihatçıları alttan alta savunmaktan da geri kalmazlar. Bunlar, radikal eylemlere sürükledikleri tetikçi gençleri bir yandan batılılara karşı kışkırtırken, bir yandan da iktidarda oldukları ülkelerde (örneğin Türkiye) batılılarla ekonomik vb. işbirliklerini de bir güzel sürdürürler. Çok sıkıştıkları zaman bu cinayetleri işleyenlerin “gerçek Müslüman” olmadığı, İslama zarar vermek isteyen provokatörler oldukları, hatta imalı bir şekilde, aslında Fransız vatandaşı oldukları ya da kışkırtmalar sonucu cinnet geçiren insanlar oldukları propagandasına girişirler. Kısacası, geleneksel İslam diye nitelendirdiğimiz İslamın bu ana akımı, görülmemiş bir ikiyüzlülüğün temsilcisidir.

Radikal İslama sürüklenen, yani radikalleştikleri ölçüde ellerine silah alıp ölüm dansına girişen genç nüfus ise, geleneksel İslam kesiminden önemli farklılıklar taşır. Elbette bunların şefleri ve yönetici kesimi, geleneksel İslam ile içli dışlı ilişkilere sahiptirler, hatta bir anlamda onların pratik mücadeledeki temsilcileri gibidirler ama radikal İslamın esas kitlesi, tabanı, dini ideoloji ile gözleri kararmış, batılı toplumlar karşısında aşağılandıklarını düşünen ve gerçekten de öyle olan gençlerdir. Son katliamı yapan Kuaşi kardeşlerin yaşamlarına baktığımız zaman bunu görmek mümkündür. Cezayir kökenli bu gençler, aslında batıda yetişmişlerdir ve batılı bir alt kültürün temsilcileridir. Geleneksel İslamın hiçbir zaman sempatiyle bakmayacağı rag dansını yapan bu gençlerin esas motivasyonu, batının hâkim sistemine karşı duydukları büyük hınçtır. Aslında bambaşka koşullarda yükselecek olan bir anti-kapitalist devrimin en kararlı unsurları olabilecek bu gençler, Zizek’in son derece isabetle belirttiği gibi, devrimin söz konusu olmadığı koşullarda İslamofaşizmin savaşçıları haline gelebilmektedirler. Aynı, 1930’larda devrim yenilip geri çekilirken çok sayıda işsizin, proleterin ve küçük burjuvazinin ezilen kesimlerinden insanların, faşizmin militan gücünü oluşturduğu gibi.

Azmettiriciyle tetikçi arasındaki ayrımı net yapmak gerekir. Birkaç gün sonra, 19 Ocak’ta bir kere daha anacağımız Hrant Dink’in öldürülmesini azmettirenle tetiği çeken de farklıdır. Azmettirici kendini asla riske atmaz. Her zaman arka planda durur. Hatta olay olup bittikten sonra onu kınıyor pozlarına bile girebilir. Hrant dink cinayetinin azmettiricisi AKP-Devlet-MİT-Emniyet teşkilatıdır. Tetikçisi ise Alperen Ocakları’ndan birkaç ezik, taşralı genç. Bugün azmettirenler hâlâ açığa çıkmıyorsa bunun sebebi AKP’nin bu olaydaki dahlinin çok büyük olmasıdır. Olayı Cemaatin sırtına yıkıp işin içinden sıyrılabilseler hemen yapacaklar ama bu pek mümkün görünmüyor (geçmişte de Ergenekon’a yıkmak istediler ama olmadı). Olayın çevresinde dolaşıp duruyorlar, nasıl yapalım da olayın içinde yer alan Cemaatçi polisleri açığa çıkaralım ama kendi rolümüzü gölgede bırakalım diye formülasyonlar arıyorlar. İşleri gerçekten çok zor.

Bu tetikçi-azmettiren ikilemi devrimci saflarda bile vardır. Çok iyi hatırlarım, Deniz Gezmiş ve arkadaşları banka soygunlarına giriştiklerinde bu, iyice radikalize olmuş sol çevrede ve kitlede büyük sevinç yaratmıştı. Öyle ki, eylemlere daha uzun bir hazırlık devresinden sonra başlamayı planlayan Mahir Çayan kesimi bu tabansal teşviki görünce zamanından önce eylemlere girişmek zorunda kaldı. Eğer girişmezlerse tabanlarını THKO’ya kaptıracaklarını düşündüler. Çünkü gerçekten büyük bir azmettirici kitle oluşmuştu solda. Bu deyimi bu kitle için çekinmeden kullanıyorum. Çünkü bu insanlar silahlı eylemleri destekler ve hatta teşvik ederken kendilerini riske atacak her şeyden son derece uzaktılar. Kendi yaşamlarını, sanki Türkiye büyük bir altüst içinde değilmiş gibi sürdürüyorlardı. Gerçi sonra gelen 12 Mart darbesinden bunlar da kısmen zarar gördü ama silahlı eylemleri savunan bu kitlenin içinde yer alan hiç kimse ölümü göze almış falan değildi. İşte bu da sol konformizmdi.

Özetle, radikal İslamın “terörizmi”ni lanetlemek kolaydır. Ben, ifade özgürlüğünün düşmanı olan bir ideolojiyi durmadan ve durmadan üreten ve yayan, yeni yeni tetikçileri yetiştiren geleneksel İslamın teşhirinin, yani esas ideolojik kaynağa inilmesinin daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Gün Zileli
14 Ocak 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

80 Comments

  1. AZMETTİRENLER, ARKASINDA DURANLAR… VE “FARKLI ZİHNİYETİN” AYNI ADAM-KADINLARI…
    Sivas katliamı ile Charlie Hebdo katliamını ifade özgürlüğüne “saldırının” çok benzeri olarak görebiliriz. Ancak ilkinin bir “kitle” tarafından yapılışı; katliam sonrası da tepkiler ve yazılanlardan görüleceği gibi SUÇLULARIN bir “HALK” olduğu; bu “halkın” önünde çıkar-ikbal ve korku ile sinmiş bir güruhun bu katliamı neredeyse onayladığı, yöntem ve sonuçlarıyla daha acımasız ve hunharca olduğu bilinmektedir. O günlerde açık ya da üstü örtük biçimde katliamcıları aklamaya çalışan, suçlarını hafifletmek isteyen çok adam vardı. O katillerin yargılanmasının “zamanaşımına uğramasını” hayırlı görenler de Fransa’daki bu katliamı kınadılar. Sivas katliamı sırasında etkili, yetkili yerlerde oturanlar bugün çok daha yetkililer; o gün sustular… GZ’nin yazısına konu olan “azmettiriciler” bunlar. Net!te kolayca bulunur… Alıntı aşağıda…
    ***
    Esasen bu ifade özgürlüğü sorununda “sağ” böyle de “sol” farklı mı? Vahim olan da bu! Sonuçta adamlar derler ki, “bu konuda sizin siciliniz, geçmişiniz ne ki, bize ahkam kesiyorsunuz?” Ve haklılar; bugün “egemen solculuk” tarafı da benzer pozisyon ve gücü taşısa, bu tür katliamları yapar; üzgünüm; bana öyle geliyor! Belki kitle hevesli olmayabilir ama yine benzer “azmettiriciler” kitleyi benzer suçlara sürükleyebilir… Hala geçmişinin karanlık katliamları ile yüzleşmeyenler, kolayca bu tür “katliamların” da müstakbel failleri olacaktır. Bu “Stalinizm” meselesi üzerinde bu denli durulmasının nedeni ne sanılıyor? GZ’nin Stalin’le özel bir hesabı olduğu mu? Üzerinde, neredeyse bıktırıcı, usandırıcı, dönüp-dolaşıp konu edilmesinin başka bir nedeni olabilir mi? Stalin’in gizli servisinin Avrupa’daki cinayetlerinin de bu C.Hebdo katliamına benzeyen yanları olduğu öne sürülemez mi?

    **************************************************
    “Katliamın tetikçilerinin mahkeme süreçlerinde kendilerine güvenleri tamdı. …Sanıkları savunan avukat sayısı da mağdurlardan az değildi. Bu avukatların bir kısmı RP’dendi ve daha sonra 8 tanesi AKP’den milletvekili oldu etkin görevlere atandılar. Aralarından bakan çıktı.

    SİVAS KATİLLERİNİ SAVUNAN VE SONRA AKP’Lİ OLAN AVUKATLAR:
    1. Av. Ahmet Özer, Refah Partisi 1998 yılı Konya-Meram Bel. Bşk. V.
    2. Av. Ali Aşlık, AKP İzmir eski İl Bşk.
    3. Av. Ali Bulut, AKP Maraş Mv. TBMM Anayasa Kom. Üyesi;
    4. Av. B. Ali Dönmez, N. Erbakan’ın kayıp trilyon davasının avukatı
    5. Av. Bedrettin İskender, AKP Ümraniye Belediye Bşk. Adayı;
    6. Av. Burhanettin Çoban, AKP Afyon Bel. Bşk. Adayı;
    7. Av. Bülent Tüfekçi, AKP Malatya İl Bşk;
    8. Av. Celal Mümtaz Akıncı- AKP oylarıyla Anayasa Mah. Üyesi;
    9. Av. Ekrem Bedir, Sakarya AKP Hendek Bel. Mec. Üyesi;
    10. Av. Eyüb Karagülle, İst. Saadet Partisi Eski İlçe Bşk.
    11. Av. Faik Işık, Başbakan Erdoğan ve Süleyman Mercümek’in avukatı;
    12. Av. Faruk Gökkuş, İst. AKP, Kâğıthane Bel. Bşk. Aday adayı;
    13. Av. Ferruh Aslan, İst. Büyükşehir Belediyesi Basın Yayın Müdürü;
    14. Av. Fuat Sağıroğlu, Sultanbeyli Belediye Başkanı Yahya Karakaya ve N. Erbakan’ın “kayıp trilyon” davasının sanığı Süleyman Mercümek’in avukatı;
    15. Av. Halil Ürün, RP Kayıp trilyon davası sanığı, AKP, 2008 Yılı Afyon Bel. Bşk. Adayı;
    16. Av. Hasan Hüseyin Palan, AKP İst. İl Disiplin Kurulu Üyesi;
    17. Av. Hayati Yazıcı- AKP Hükümetinde bakan;
    18. Av. Haydar Kemal Kurt, AKP Isparta Mv;
    19. Av. Hurşit Bıyık, AKP Trabzon İl Bşk. Yrd. Mv. Adayı;
    20. Av. İbrahim Hakkı Aşkar, 22. Dönem AKP, Afyon Mv;
    21. Av. İbrahim Kök, AKP Elazığ Mv. Aday Adayı;
    22. Av. İsmail Aydos Ankara, Saadet Partisi GİK Üyesi;
    23. Av. M. Ali Bulut, AKP Maraş Mv. TBMM Anayasa Kom. Üyesi;
    24. Av. M. Nedim Taylan, AKP Adıyaman;
    25. Av. Mehmet Akıncı, Refah Parti Pendik Belediye Başkan Yardımcısı;
    26. Av. Mehmet Cihan, İst. SP Bağcılar Belediye Başkan Adayı;
    27. Av. Mevlüt Uysal, AKP İstanbul Başakşehir Bel. Başkanı;
    28. Av. Nevzat Er, AKP Eminönü Eski Bel. Bşk;
    29. Av. Ramazan acar, Saadet Parti Malatya Merkez İlçe Bşk;
    30. Av. Reşat Yazak – Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Üyesi;
    31. Av. Suat Altınsoy, AKP Konya İl Bşk. Yrd.;
    32. Av. Süleyman Boyalı, HAS Parti Konya, Meram İlçe Bşk.;
    33. Av. Şevket Kazan – Eski RP Milletvekili, Adalet Bakanı;
    34. Av. Tayfun Karali, İst. Büyükşehir Bel. Darülaceze Md.;
    35. Av. Yakup Özbek, İst. HAS Parti Büyükşehir Mec. Üyesi;
    36. Av. Zeyid Aslan, AKP Tokat Mv. Başbakan Erdoğan’ın eski avukatı;

    SİVAS KATİLLERİNİ SAVUNAN VE DERNEK YÖNETİMİNDEKİ AVUKATLAR:
    1. Av. Mehmet Cengiz, İst. Deniz Feneri Der. Gnl. Başkanı;
    2. Av. M. Halit Çelik, İzmir MAZLUMDER Eski Genel Başkanı;
    3. Av. Hamza Akbulut, İst. İlim Yayma Cemiyeti Gnl. Bşk.;
    4. Av. Hüsnü Yazgan, İslami Hareket Örgütü Merkez heyeti Üyesi;
    5. Av. Haluk Can, Sakarya, İlim ve Hikmet Kültür Vakfı Bşk. Başörtüsü sözcüsü;
    6. Av. Cihan Baykara Denizli Sahte Peygamber Evrenesoğlu’nun Avukatı;
    7. Av. Şeref Dursun, Sivas Umut Operasyonu sanığı;
    8. Av. Şemsettin Petek, İst. Çağrı Grubu Bşk. Adayı;
    9. Av. Nihat Osmanoğlu, İzmir, İst. Mazlumder Üyesi;
    10. Av. Kamil Uğur Yaralı, İst. Hukukçular Derneği Bşk.;
    11. Av. Kadir Hikmet Beyazıt, Mazlum-Der Kayseri Şube Bşk.;
    12. Av. Emin Atalay“, İst. İKRA Der. Bşk. İHH Avukatı;
    13. Av. Avni Yazıcıoğlu, Muhsin Yazıcıoğlu’nun amcaoğlu;
    14. Av. Yasin Şamlı, Hukukçular Der. Gnl. Sek.
    ****

  2. Doğu cephesinde yeni bir şey yok…
    ***
    “Diyarbakır Barosu avukatlarından Ercan Ezgin’in Hazreti Muhammed’in karikatürlerin yayınlanmasının yasaklanmasına ilişkin talebi, Diyarbakır 2’nci Sulh Ceza Hakimliğince karara bağlandı. Talebi değerlendiren Sulh Ceza Hakimliği, 4 internet sitesinin karikatürlerle ilgili sayfalarına erişimin engellenmesine karar verdi. Kararda, birgun.net , t24.com , internethaber ve thelira.com adlı internet sitelerinin Charlie Hebdo’nun Hazreti Muhammed’in karikatürünün olduğu kapağının yayınlandığı sayfalarına erişimi engellendi.

    Kararın gerekçesinde herkesin ifade özgürlüğü hakkına sahip olduğunu belirten 2’nci Sulh Ceza Hakimi Özcan Kuşatan, asıl olanın ifade özgürlüğünün korunması olduğunu vurguladı. İfade hürriyetinin diğer kişi hak ve hürriyetleriyle sınırlamaya tabi olduğunu belirten….”

  3. Bu dincileri,Te olsun digeri olsun dinleyince insan irkci olur,cinnet gecirir katliamci olur..
    Bu asagilik insanlari dinleyince darwini de bir tarafa atarsiniz..Bu hayvan kafalilar bilmem 300 yil icinde insana dönüsecekmis falan.. Gecin bunlari.. Bu mikrop kafalilarda insana dönüsecekmis gecin..
    Katliami yapanlar uyusturuculuktan,hirsizliktan hapis yatmislarmis..
    Ozaman düzelirdide dini uyusturucuyu kullanmaga baslarsa umut olamaz.
    Cagimizin bas belasi islamdir..
    bas uyusturucusu dindir..
    Din politikaya girerse böyle olur!

  4. Diyarbakır 2. Sulh Ceza’dan Charlie Hebdo yasağı

    http://www.ntv.com.tr/turkiye/diyarbakir-2-sulh-cezadan-charlie-hebdo-yasagi,ikVvnAPiikubfQuq0QDx7A

    Sitelere erişim yasağı, Cumhuriyet Gazetesi’nin önüne akrep, yayın şirketine zorluklar… Aynen cinayeti işleyen katiller gibi bizim otorite de yasaklama peşinde.

    Bu arada Cizre’de bir çocuk daha öldü. Kürt illerinde gösterilerde ölümler de tekrar rutin hale geldi.
    Bildiğin düz sağ terör devleti yürürlükte. Arada bir AB flörtü, “vesayet” köprüsünü geçene kadar ayıya dayı dönemi yaşadık o kadar. Tekrar ergenlik dönemimde 90’larda gibiyim, genç hissettirdin şerefsiz AKP.

  5. Daha düne kadar “laiklik çok rerörerö” diyen liberterlerin 180 derece dönüşünü izleme keyfi 😀

  6. Yine Stalinizimden bahsedilmemis??

  7. Hz. Altan (a.s.d.a.s.d.f.) yoldaşımızın dediği gibi, üç-beş tane nylon Beyaz Türk ulusolcusuna şirin görünmek için barış ve huzur dini İslam’ın (phhhahahahaha 😀 pardon kendimi tutamadım) peygamberine laf ettirmeyiz. Yüzde 99,999’u Sünni/Hanefi ve erkek olan halklarımızın değerleriyle oynayan münafıkları demokratikleştirmeyi de iyi biliriz!
    (Yanlış anlaşılmasın, benim de ateist arkadaşlarım var aslında.)

  8. Kendimle yüzleşmece: Bazen bizim kontrolsüz genç arkadaşlar da Türk solunun aklına uyup, Hizbulkontracı demokrat sivillerin maddi ve manevi değerlerini şey ediyorlar :’-(

  9. Ulusolcu-atayist kırması, Jakoben alaşımı yeni Beyaz-Türk cepheye şu gerçeği haykıralım: Allah var! Din gerçek!

  10. Yine katılıyorum. Daha bu dincilerden göreceğimiz çok şey var. Öylesine örgütlüdürler ki aklınız durur. Emniyet teşkilatında Gülencilerin antitezi akplilerdir. Bir miktar milliyetçi ise bağnaz olmadıkları ve en azından amirlerinden gizli gizli alkol aldıkları için “allahtan bunlar bari var” dedirtir. Yargıda da durum aynıdır. İktidara oynayanlar hep Gülenciler ile AKPlilerdir. Yani bir cemaatin muhalefeti diğer cemaatlerdir. AKP iktidarı öncesi dönemlerden kalma kılıç artığı az miktarda ülkücü milliyetçi ve ulusalcı solcu etkisiz bölgelerde ve yerlerde istihdam edilirler. Halen kalmış ise birkaç sosyal demokrat vali veya kaymakam bulabilirsiniz ama bu birkaç istisnayı saymazsak ülkemizde il ve ilçelerin bütün mülki amirleri çoğunluğu dinci, geri kalanı milliyetçi olmak üzere sağcıdır. Bir kuşak sonra, yani on onbeş yıl içinde bu siyasi şekillenme aynen devam ederse tüm devlet kurumları tek siyasi görüşün temsilcilerinden oluşur. Milliyetçi muhafazakar – mukaddesatçı. Tanrı dağı kadar Türk, Hıra dağı kadar müslüman. Çoğu cumhuriyet düşmanı, Osmanlı hayranı. Bunların demokratlığı ülkeyi ele geçirinceye kadar. Türkiye tipik bir Ortadoğu ülkesi olma yolunda. Cumhuriyetçi, demokrat, atatürkçü, ulusalcı, devrimci bir cephenin oluşturulup birlikte hareket etmesi şart. Uç, uçarı ve hayalci tutum ve eylemler sonuç getirmez. “Artık direnmek istemiyoruz, kazanmak istiyoruz.” diye yola çıkmalı. Katmerli bir ortadoğu faşizmi geliyor.

  11. Islamin dusuncesinin hakim oldugu ulkelerde, halk yoksuluk ve cehalet icinde yasamaktadir. Islam ulkelerinde iktidarlar aileden,( otokrasi ) asireten veya askeriyeden gelenlerle yonetilmekte. Bu iktidarlara muhalefet oldukca zordur. ismanin kuralari set ve toleransiz oldugundan halk buna mecburen uymaktadir. Kuzey Afrika derken, Orta Dogu halklarida ayaklandi. Kapitalist Avrupa ve ABD olayin icine baliklama daldi. Turkiye yi ve asiret Araplarini unutmamak gerekir. Islam ulkeleri cografya olarak corak, ormandan yoksun, kurak, ekilecek arazi yeterli olmadigindan halk kendi imkanlariyla gecinemektedir. Petrol ve toprak alti madenlerini cikarip isletme iktidarlara ve zenginlere aittir. Avrupa , ABD gibi hiristiyan ulke halklarinin yasam seviyesini surekli duymaktalar, Cografya olarakta Avrupa yesil, tarim topragi bol, nehirleri, golleri, ulkelerin birbirleriyle sinir gecislerini serbest olmasi, yani hiristiyan dunya, muslumanlarin dunyasindan zengin, refah ve sosyal haklarin oldugunu biliyorlar. Yabanci iscileri acimasiz calistiriyorlar. Fakir yerden gelen multecileri insan sinifina koymuyorlar. Yabanci yasalari uyguluyorlar. Islam dunyasindaki halkin sinifsal tepkisini cekmektedir. Islam daki bu radikalesme aslinda sinifsal bir tepkidir. Sinifsal tepkilerini, hiristiyanlarin yasam bicimine indirgemektedirler( ahlaksizlik, cinsellik ,dinsizlik vb) Hiristiyanlar 18. yy dan sonra dinlerindeki reformlar ve ekonomik hamleler, islam ulkelerinden haylice uzaklasti. Kapitalist hiristiyan ulkeler kaynaklarini kendi disindaki topraklardan yok bahasina almalari ve konolist haline getirmeleri, islam ulkelerinde huzursuzluga yol acmistir.
    Islamcilarin yaptigi her katliyam ve saldirinin ozunde fakirligin , horgorulmenin psikolojisi bulunmaktadir.
    Islam iktidarlari ve ceteleride bu durumu kendi lehine kulanmaktadir.
    Hiristiyan devletlerde kendi iktidarlarinin devami ve soygunlarinin surekliigi icin kendi halkini islam halkina karsi kiskirtmaktadir.
    Butun dinler gibi acimasiz ve saldirgandir.
    Halklari kulanmakta cok yetenekliler.
    Hiristiyan, Islam, yahidi ve budist ulkelerindeki iktidarlar ve halkim siniflar, sahnenin arkasinda masada oturup yemek yiyor, icki icip , nasil paylasacaklarini konusmaktalar.

  12. Nasıl ki dinlerin ortaya çıkışı toplumsal mücadeleden soyut bir propagandayla olmamışsa, ortadan kalkışı da böyle olmayacaktır.
    İslam dinini Arabistan yarımadasını ele geçirmek, Mekke iktidarını devirmek isteyen bir grup yarattı. Allah, peygamber, putlar, ibadet, cennet, cehennem sadece birer inanç değil, iki tarafın iktidar mücadelesinde kullandığı araçlardı aynı zamanda.
    Türk tarihinde de Selçuklu, Karahanlı gibi hanedanların Müslüman olmayan Türklerle savaşları sırasında İslamiyeti benimsemesi böyledir.
    Günümüzde de sekülerizme, bilime, modern kültüre rağmen dinin siyasete alet edilmesi devam ediyor. Dolayısıyla din karşıtı mücadele de bilimden, akılcılıktan, laiklikten, aydınlanmadan çok -bunlar da önemli elbette- toplumsal, siyasal, devrimci bir mücadeleye dayanmak zorundadır.

  13. Her şerde bir hayır vardır, deyip iyi yanından bakmaya çalışacağım.Şimdi bu saldırı sonunda, “azmettirenlerin” de maskesi düşüyor.Emperyalist güçler zamanında faşizme karşı savaştığı gibi, islamcılığa karşı da birleşebilirler. Kobane’de ufak çapta da olsa, başlamıştı bu birlik, şimdi bu noktadan sonra top yekün bir savaş gelebilir, böylelikle ortadoğudaki seküler güçler de, rahat bir nefes alabilirler.

    Gönül isterki, ortadoğu halkları defetsin islamcılığı ama, ne yazık ki, bu coğrafyada iç dinamik zayıf…

  14. Aklıma disip ve Cliffçiler takıldı :))

    DSİP ve Tony Cliff geleneği senelerdir bir tek kendine Müslüman olan Avrupa Müslüman Entelektüelleri, Soroscular, Erdoğan vb. İle birlikte popülistlik yaparak “İslamofobi” diye kendilerini yırttılar. Böyle davranarak Müslümanları örgütleyebileceklerini sandılar. En güçlü oldukları yer olan, öyle söyleniyor, İngiltere’ye gidin SWP’nin içinde kaç tane Müslüman var bir bakın bakayım.

    Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, defalarca kez politik öngörülerinde yanılmasına rağmen (bkz. Dsip’in AKP ile ilgili analizleri) bu güne kadar bir tek defa özeleştiri vermemiş, burnundan kıl aldırmayan bir grupcuk. Dsip’in siyaseti güçlüye, trend olana tabii olmak, onlara yaslanarak diğer politik çevrelere ders vermeye kalkışmaktan ibaret. özgürlükler, demokrasi ve eşitlik sosyalist mücadelenin ertelenemez boyutlarının ve aslında devrimin kendisidir. Bunların yaşatılması için şimdiden mücadele içinde mekanizmalar yaratmak gerekir.

    . Geleneksel islâm ve radikal islamcılar bugün ortaya çıkmadılar. Kaldı ki Şundan eminim, hiçbir Disipli gidip bir saat bile bu Müslüman cemaatlerde yaşayamaz. Yaşı bayağı olmasına rağmen, asi ergen olduğunu sanan, sol görünen ama aslında popülist ve sağcı bir politik gruptur Disip. Sözde ezilenden yana tavır alıyor. Yıllardır inkar edilen, yasaklanan, katledilen Alevilerin taleplerini savunmak yerine(bu talepler bütün toplumu ilgilendiriyor: zorunlu din dersleri ve diyanetin kaldırılması gibi) Türkiye’de bile Müslümanlar eziliyor argümanları ileri sürerek, AKP’ye nerdeyse devrimci bir misyon biçmiştir.

  15. Allah’ı toplumun kendisi, insanlar yaratmıştır. Toplumun belirli döneminde ortaya çıkmış, toplumüstü bir şeye bürünmüş ve insanlar böylece kendi yarattıkları bir şeyin köleleri olmuştur. Kendi yarattıkları bir şey olduğu için de, ve kimsenin kendiliğinden olmayan bir şeye inanmadıklarını bildikleri için, Allah’ın varlığını sorgulamak yasaklanmış, insanların inanmaları için devlet, kurumlar ve bütün bir toplum Allah’ın ve onun yeryüzündeki sözde temsilcilerini korumak için sürekli bir seferberlik içinde. Kainatı yaratacak kadar güçlü ve kudretli olan Allah’ı yine yarattığı kulları koruması onun aslında insanlar tarafından yaratıldığının bir kanıtı olabilir. Tersi durumda, yani gerçekten varsa, Allah’ın durumu vahim demektir.

  16. Fransa’nın saygıdeğer gazetesi Le Monde, hiciv dergisi Charlie Hebdo’ya düzenlenen saldırının ardından, ülkedeki Müslüman nüfusa bakışa dair dikkat çekici bir analiz yayınladı.

    İslam uzmanı, araştırmacı Olivier Roy’un ‘Varolmayan bir cemaatten korkmak’ başlıklı yazısı, saldırının Fransa’da varoluşsal bir soruna yol açtığı tespitiyle başlarken, Müslüman azınlık üzerine yapılan tartışmalardaki genel eğilimleri irdeliyor.
    People holding a poster reading “Quick more democracy everywhere against barbarism” take part in a solidarity march (Marche Republicaine) in the streets of Paris

    Fotoğraflar: Reuters

    Fransa’da sağ ve sol görüş içinde de farklı argümanlarla da olsa Müslüman nüfusu yerine bir ‘Müslüman Cemaati’ olgusundan bahsedildiğine değinen yazı, “İki karşıt söylem aslında aynı muhayyel Müslüman cemaati fantazması üzerine kurulmaktadır. Bir Müslüman cemaati yoktur, Müslüman bir nüfus vardır. Bu basit tespiti kabul etmek bile, halihazırdaki ve gelmekte olan histeriye karşı iyi bir panzehir olur” diye sonlanıyor.

    Le Monde’da yayınlanan yazının tam metni şöyle:
    Varolmayan bir cemaatten korkmak

    Fransa’yı Charlie Hebdo katliamından sonra saran heyecan, dehşet karşısında duyulan bir tepki ya da yalın bir dayanışma gösterisinden fazla bir şey: Toplumsal bir vâkıa.

    Zira bu terörist eylem de cinayetten fazla bir şey: Siyasal bir olay; 1961’den beri Fransa’da düzenlenen en kanlı saldırı olmasından değil sadece; ya da ifade ve basın özgürlüğüne halel getirdiği için değil (hangi bayrak altında olursa olsun saldırılar hep olmuştur ve olacaktır; ifade özgürlüğü de tehditler almıştır ve alacaktır); entelektüel bir tartışmayı neredeyse varoluşsal bir soruna dönüştürdüğü için: İslam ile şiddet arasındaki bağ üzerine kendimize sorular sormak, Müslümanlar’ın Fransa’daki yeri üzerine sorular sormaya yöneltmektedir.

    Varoluşsal bir sorundur, çünkü Fransız toplumunun bütünlüğüne karşı, basit bir demografik olgunun ötesine geçen bir Müslüman varlığından gelen bir tehdit gibi algılanmasına dayanmaktadır (ve artık hâkim görüş budur); ya da birkaç kişinin terörizmi yüzünden azgınlaşan bir islamofobinin tehdidi gibi (‘birlikte-yaşama’ üzerine o endişenin ırkçılık-karşıtı varyantıdır bu: buna göre en büyük risk, Fransa Müslümanları’nın dışlanmasının artmasıdır).
    Bu Fransa’nın 11 Eylül’ü falan değil

    Çok kolaylıkla idare edilebilir olan (yok, bu Fransa’nın 11 Eylül’ü falan değildir; tutumumuza biraz dikkat edelim ve biraz ölçülü olalım!) safi güvenlikçi bir boyutun ötesinde, ortada bahis konusu olan şey Fransa’daki Müslüman varlığıdır.

    Bu durum Charlie Hebdo saldırısından epey önce de önümüzdeydi; fakat siyasal açıdan ‘yerel’ bir anlamı vardı: yabancı işçi karşıtı popülist saplantı; kimlik sağlayan bir Hıristiyanlık’tan taraf olan bir sağ muhafazakârlığın uygarlık kaygıları; ya da soldan gelen, ama Ulusal Cephe tarafından sahiplenilerek toplumun her kesimine olta atar kimlik söylemine de dönüşen bir laikliğin din-karşıtı fobisi.
    Ulusal Cephe’yi hedefe koyacak hiçbir malzeme kalmadı

    Artık, İslam ve Fransa Müslümanları konusundaki endişe, daha bulanık, siyaseten daha az belirgin, ideolojik ailelerin ötesine giden, dolayısıyla da ahlâkçı ya da suçluluk duygusuna gark edici bir muameleye (ırkçılık-karşıtlığına ya da boş ve beyhude birlikte-yaşama çağrılarına) duyarlılığı kalmamış bir tema haline gelmiştir.

    Ulusal Cephe’yi hedefe koyacak hiçbir malzeme kalmamıştır; onun geliştirmiş olduğu temalar artık kamusal alandadır ve bunun sorumlusunun kim olduğuyla eğleşmenin artık pek anlamı yoktur). Söz azat olmuştur ve bugün, üstelik her birimizin en az bir iyi ve dürüst Müslüman arkadaşı varken, temiz insanların İslamofobisiyle karşı karşıya kalmaktayızdır.
    Fransa’da ‘Müslüman cemaati’ olmadığı göz önüne alınmalı

    Basitleştirmek için söylersek (fakat günümüzde herşey basitleştiriliyor), kamusal alan iki söylem tarafından paylaşılmış durumda.

    Artık hâkim olan söylem (her ne kadar ‘siyaseten doğruculuğa’ karşı çıktığını hâlâ iddia etse de ‘bizatihi’ siyaseten doğruculuk haline gelen), her ne kadar bu tercihler hakikati elinde bulundurma eminliğinden ziyade yokluktan ve hınçtan yapılsa bile aslında ötekinin reddine, normun (şeriatın) ve fetih yolunda cihadın üstünlüğüne indirgediği bir ‘hakiki’ İslam’ın azmış dışavurumunun terörizm olduğu mülahazasındadır.

    Hâsılı, adeta her Müslüman’ın bilinçaltına bir Kur’anî yazılım yerleştirilmiştir; bu yüzden de, ılımlı bile olsa, bu toplum tarafından özümlenemez. Ancak gayrimuhtemel bir liberal, feminist ve ‘gay-friendly’ İslam’ı benimsemiş olduğunu, tercihen bir televizyon platosunda, bu dünyanın büyük ‘Hıristiyanları’na karşı işlemiş olduğu ayıpların kefaretini ödeme derdinde olan şirret ve kavgacı bir gazetecinin darbeleri altında yüksek sesle ilan özümlenebilirdir.

    Bu ‘biat’ (soumission, Houellebecq’in yeni kitabının adı) talebi artık her taraftadır (‘Neden siz Müslümanlar terörizmi kınamıyorsunuz?’). Michel Houellebecq de muhtemelen çatışkı olsun diye geriye biatı icat etmektedir.

    Daha azınlıkta olan ve sesini duyurmakta güçlük çeken ikinci söylem, az ya da çok dindar Müslümanlar ve bütün ırkçılık-karşıtı hareketlilik tarafından öne çıkarılan, ‘ilerici-İslami’ diye niteleyeceğim söylemdir. Not in my name, (benim adıma değil). Teröristlerin İslam’ı ‘benim’ İslam’ım değil; bir barış ve hoşgörü dini olan İslam da değil (kaldı ki, fondamantalizmi kim daha çok kınayacak yarışına girme ile asla varolmamış bir ‘Endülüs’ İslamı’nın özlemi arasında gidip gelen çok sayıda Müslüman kökenli ateist için bir sorun teşkil eder bu).

    Gerçek tehdit, gençlerdeki radikalleşmeyi mazur göstermeksizin açıklayabilen İslamofobi ve dışlamadır. Irkçılık-karşıtları, büyük ulusal birlik anlatısı korosuna katılmakla birlikte, bir uyarıyı eklerler: Müslümanları damgalamamaya özen gösterilmelidir.

    Bu iki söylemin yan yana getirilmesi bir çıkmaza götürür. Bundan çıkmak için, görülmek istenmeyen ve radikalleşmiş gençlerin hiç de Müslüman nüfusun öncüleri ya da yoksunluklarının sözcüleri olmadığını gösteren muayyen sayıda inatçı olgunun, özellikle de Fransa’da ‘Müslüman cemaati’ olmadığının göz önüne alınması gerekir.
    Bir kuşak kopukluğunu cisimleştirirler

    Her ne kadar radikalleşmiş gençler Müslüman bir siyasal muhayyileye (Asr-ı Saadet’in ümmet’ine) dayanıyorlarsa da, hem anne-babaların İslam’ı hem de Müslüman toplumların kültürleriyle fütursuz bir kopma yaşamışlardır. Müslüman dünyanın periferisinden gelirler (yani Batı’dan: Belçika’dan IŞİD’e katılan cihatçı sayısı, toprakları üzerindeki Müslüman nüfusa orantılandığında, Mısır’dan katılanların yüz mislidir),

    Batılı bir iletişim, sahneleme ve şiddet kültüründe hareket ederler, bir kuşak kopukluğunu cisimleştirirler (çocukları Suriye’ye gittiğinde, anne-babalar artık polise telefon etmektedir), yerel dinî cemaatlerin (mahalle camilerinin) içinde değillerdir, internet üzerinden kendi kendilerine radikalleşir, küresel bir cihad aranır ve Müslüman dünyanın somut mücadeleleriyle (Filistin) ilgilenmezler.

    Kısacası, toplumların İslamileştirilmesi için değil, kendi hastalıklı kahramanlık fantazmalarının hayata geçirilmesi için çalışırlar (“Peygamber’in intikamını aldım” diye haykırır Charlie Hebdo’daki cânilerin biri). Radikaller arasındaki yüksek mühtedi/dönme oranı (Fransız polisine göre IŞİD’e katılanlar arasında yüzde 22) radikalleşmenin genel olarak gençliğin marjinal bir kesimini etkileyip Müslüman nüfusun ana gövdesine dokunamadığını iyi göstermektedir.
    Bunun adı ikili dayatma

    Tabir caizse buna karşılık, olguların gösterdiğine göre Müslümanlar toplumla söylenenden çok daha fazla bütünleşmişlerdir.

    Her ‘İslamcı’ saldırı artık güvenlik güçleri içinde de en az bir Müslüman kurbana neden olmaktadır: 2012’de Toulouse’da Muhammed Merah’ın öldürdüğü Fransız askeri Imad İbn Ziaten, ya da Charlie Hebdo’daki câni tetikçileri durdurmaya çalıştığı sırada öldürülen polis memuru Ahmed Merabet. Örnek olarak zikredilmek yerine, karşı-örnek olarak gösterilmektedirler: ‘Hakiki’ Müslüman terörist olanmış, diğerleri ise istisnaymış gibi.

    Ama istatistiksel olarak yanlıştır bu: Fransa’da, ordudaki, polisteki ve jandarmadaki Müslümanlar, El Kaide şebekelerindekilerden fazladır; devlet dairelerindekileri, hastanelerdekileri, barodakileri ya da eğitim kurumlarındakileri daha saymadık.

    Bir başka basmakalıba göre Müslümanlar terörizmi kınamıyorlarmış. Fakat internet teröre karşı kınamalar ve fetvalarla dolu. Madem ki bulgular Müslüman nüfusun radikalleştiği tezini yalanlıyor, o zaman niye bu bulgulara kulak verilmez? Sadece marjinalleri içeren bir radikalleşme üzerine neden bu kadar soru sorulmaktadır?

    Çünkü Müslüman olan bir nüfus kesimine, daha sonra teşhir etmemekle kınandığı bir cemaatleşme isnat edilmektedir. Müslümanlar cemaatleştikleri için kınanmaktadır, fakat terörizme karşı cemaat olarak tepki göstermeleri istenmektedir.

    Bunun adı ikili dayatmadır: Benim olmamanızı istediğim gibi olun. Bir dayatmaya verilen cevap da ancak işitilmez olur.
    Müslüman oyu diye bir şey yok

    Her ne kadar yerel düzeyde, mahalleler düzeyinde bazı cemaatleşme biçimleri saptanabilse bile, ulusal düzeyde durum hiç böyle değildir. Fransa Müslümanları hiçbir zaman temsilî kurumlar oluşturmak istememişlerdir; hele bir Müslüman lobisi daha da az.

    Bir Müslüman partisinin kurulma hazırlığının en ufak bir emaresi bile yoktur ortada (Houellebecq derdine yansın, ama onun kurmaca yapma mazereti var); Müslüman kökenli olup siyasal yaşama aday olanlar Fransız siyasal yelpazesinin bütünü üzerinde dağılırlar (aşırı sağ da dahil), Müslüman oyu diye bir şey yoktur (Sosyalist Parti’nin üzülerek keşfettiği gibi).
    Bir Müslüman cemaati yok, Müslüman bir nüfus var

    Müslüman dinî okul ağları da yoktur (Fransa’da 10’dan az), sokak gösterileri de yoktur (İslami bir dava için yapılan hiçbir miting birkaç bin kişiden fazlasını toplayamamıştır), büyük camiler neredeyse yok mesabesindedir (olanlar da neredeyse daima dışarıdan finanse edilmişlerdir), fakat hızla çoğalan küçük mahalle mescitleri vardır.

    Şayet bir cemaatleştirme çabası varsa, yukarıdan gelmektedir bu: Devletlerden, yoksa yurttaşlardan değil. Sözde temsilî örgütler, Müslüman İbadet Konseyi’nden Paris Büyük Camii’ne, Fransız ve yabancı hükümetlerin sımsıkı kontrolündedir, ama hiçbir yerel meşruiyetleri yoktur. Kısacası, Müslüman ‘cemaat’ çok Galyavâri bir bireyciliğin derdini çekmektedir ve elitlerimizin bonapartizmine ayak diremektedir. Ve bu iyi bir haberdir.

    Oysa ki, hem sağda hem solda, kâh hakikaten toplumla bütünleşmeyi reddettiği için, kâh onu İslamofobi’nin bir kurbanı haline getirmek için, durmadan bu Müslüman cemaatinden bahsedilmektedir.

    İki karşıt söylem aslında aynı muhayyel Müslüman cemaati fantazması üzerine kurulmaktadır. Bir Müslüman cemaati yoktur, Müslüman bir nüfus vardır. Bu basit tespiti kabul etmek bile, halihazırdaki ve gelmekte olan histeriye karşı iyi bir panzehir olur.

    Çeviri: Haldun Bayrı

  17. Öncelikle şunu hatırlatmak isterim,bu sayfa Gün Zile’ye aittir ve ben belkide hakkım olmadan başkasına ait bir makaleyi buraya nakil ediyorum.Birincisi Gün Zilenin fikirlerine son derece değer veren tüm makalelerini okuyan bir insanım!Paris’in enine sonuna kadar didiklenmesi,araştırılması,soruşturulması,sorgulanması ve analiz edirel sol acısından dersler çıkarılması gerekmektedir!Olıvır Roy’un belirlemelerinin bizlere epeyce yardımcı olacağı kanısında olmam sebebiyle bu makaleyi buraya taşımış bulunuyorum!Burada yürütülen tartışmaya faydalı olacagı kanısındayım.

    Şu soruyu da sormadan geçemeyeceğim:
    ”Norveç’in başkenti Oslo’da ve Ütöya adasında 22 Temmuz 2011 Cuma günü Anders Behring Breivik adlı bir faşistin soğukkanlı biçimde gerçekleştirdiği katliamda şu ana kadar 93 kişi öldü.”bu katliamı hatırlayalım!!
    Neden batı dünyası Parise gösterdiği sonderece yüksek duyarlılığı bu katliama göstermedi!??

  18. Çünkü, birincisi, bu bir faşist mecnunun tek başına gerçekleştirdiği bir eylemdi. Arkasında bir örgüt desteği yoktu.
    İkincisi, Norveç’teki, ırkçılığın vardığı noktayı göstermesi bakımından tepkiye ve incelenmeye layıktı ama anlam olarak ırkçılığın ötesinde bir anlama sahip değildi. Paris’teki eylemin bu kadar büyük tepki çekmesinin nedeni ise bunun doğrudan doğruya insanların ifade özgürlüğünü hedef almasıydı. Sorunuzu islamcılar da çok soruyorlar ama onlar bunu sorarken aslında savunma içgüdüsüyle hareket ediyorlar.

  19. Bu yazı benim söylediğimin tam tersini söylüyor. Yani, geleneksel islamı suçlamayın, onlar radikal islamdan farklı, işinde gücünde, sisteme entegre olan insanlar diyor. Ben de tam tersine, radikal islamcı gençleri suçlamayın, esas fidelik o işinde gücündeki insanlardır diyorum. Yani geleneksel islamı işaret ediyorum. ama yazıdaki şu tespit çok önemli. katılıyorum:
    “Her ne kadar radikalleşmiş gençler Müslüman bir siyasal muhayyileye (Asr-ı Saadet’in ümmet’ine) dayanıyorlarsa da, hem anne-babaların İslam’ı hem de Müslüman toplumların kültürleriyle fütursuz bir kopma yaşamışlardır. Müslüman dünyanın periferisinden gelirler (yani Batı’dan: Belçika’dan IŞİD’e katılan cihatçı sayısı, toprakları üzerindeki Müslüman nüfusa orantılandığında, Mısır’dan katılanların yüz mislidir),”

  20. n katliamı yapan Kuaşi kardeşlerin yaşamlarına baktığımız zaman bunu görmek mümkündür. Cezayir kökenli bu gençler, aslında batıda yetişmişlerdir ve batılı bir alt kültürün temsilcileridir. Geleneksel İslamın hiçbir zaman sempatiyle bakmayacağı rag dansını yapan bu gençlerin esas motivasyonu, batının hâkim sistemine karşı duydukları büyük hınçtır. Aslında bambaşka koşullarda yükselecek olan bir anti-kapitalist devrimin en kararlı unsurları olabilecek bu gençler, Zizek’in son derece isabetle belirttiği gibi, devrimin söz konusu olmadığı koşullarda İslamofaşizmin savaşçıları haline gelebilmektedirler. Aynı, 1930’larda devrim yenilip geri çekilirken çok sayıda işsizin, proleterin ve küçük burjuvazinin ezilen kesimlerinden insanların, faşizmin militan gücünü oluşturduğu gibi.
    Bu belirleme son derece isabetlidir!
    Pekala neden ”anarşizm,sosyalizm,komünizm,sol…sol..bu en altta yaşayan ”batının lanetlenmiş göçmenleri ve çoçukları” için bir mıknatıs görevi görmüyor!?…

  21. çünkü bugün batıda bu akımlar güçlü bir çekim merkezi değil.

  22. Sol bir çekim merkezi değil çünkü ölü bir ütopyanın cesedini sokaklarda sürükleyerek geleceksiz insanlara hitap edebileceğini sanmaya devam ediyor. Bu ceset 1991’in cesedidir. Bir de IŞİD’in dünyevi-ahiri, El-Kaide’nin ahiri ütopyasına bakın. Korkunç bir canlılık taşıyor.

  23. ” KÜVETİ BOŞALTIRKEN BEBEĞİ DE…”

    Bu deyimin hem hangi dilden geldiğini hem de daha kötüsü başlıkta zikrettiğim-den sonraki kısmını bilmiyorum. Herhalde ve mealen “bebeği de akıntıyla kaybetmemek” gibi bişey olsa gerek.

    Son günlerin yaygın konusu aklıma nedense bu tamamını bilemediğim deyimi getirdi/getiriyor: İslamofobya ile İslamofaşizm tartışmaları arasında kalan birinin duygu ve düşüncelerini kısaca ifade etmek için… Peşinen belirtmek isterim ki ortadaki cinayetleri işleyenleri lanetlemek gerekiyor. (Bu konuda duygularımı ifade etmiştim.Kısaca tekrarlamanın yeri gelmişken “Ama fakat demeden cinayettir, katliamdır. yapanlara lanet olsun”

    İslam adına korkunç şeyler yapılıyor. cinayet ve katliamlarla birlikte anılır hale getirildi bu din. Birilerinin içindeki yokedici kini ortaya dökmek için yerde ararken gökte bulduğu bir “sebep” haline nasıl geldi?

    Bu dinin ruhunda, özünde mi var bu vahşet? Çocukları cinayet makinasına dönüştüren olaylara bakınca, aksini söylemek zor. İslamı faşist bir “iktidar ideolojisi” gibi göstermek isteyenlere lazım olan malzemeyi saĞLAMADA, bu dinin “mensupları” (olduğunu söyleyenler ) hiç de elisıkı davranmıyor. elbetteki niyet okuma gibi faşizan bir tavır içine girmeden, şunu kabul etmek gerek; kişi kendini nasıl tanımlarsa, öyle kabul edilmeli…ancak bu tanıma kaynaklık eden kavram ya da olgu hakkında da bildiğimizi/anladığımızı ortaya koyarak, tanımlamaya uygun bir durum ortaya çıkıp çıkmadığı hakkında da kanaatimizi belirtmek gerekiyor. Konumuz üzerinden kısaca şunu demeye çalışıyorum: “Elhamdülillah müslümansın, tamam da…islamiyetten aynı şeyi mi anlıyoruz, buna bir bakmak lazım…” gibi.

    ya da şu iki soruya yoğunlaşmalı gibi geliyor bana:

    Bu dinin müntesiplerinin ve onların davranışlarının bu dinin temel ve öz metni olan Kitap arasında ne kadar bir uygunluk var?

    ve… bu dine intisap ettiğini söyleyenlerden hangilerini dinin asıl metnine uygun ya da yakın davranıyor görebiliriz? gerçekten de ortalığa saçılmış tanımlamalar üzerinden pek çok farklı intisab türü var görünüyor…”radikal””, geleneksel,” selefi, vehhabi, mezhebi, tariki, tarikatçı vb vb…

    nihayetinde ” kendi gibi olmayan herkesi kafir ilan ederek (tekfir etmek) cinayet ve katliamlarına gerekçe üreteninden….”dar ül islam ise, bir ülkede yaşanıyorsa; yöneticiler zalim de olsa, fasık ve adaletsiz de olsa….isyan edilemez, itaat edilir” diyerek bu dinin kitabının asıl nüzul sebebini inkar noktasına vardıranına kadar….adaletsizliğe gerekçe üretmeye işi vardıranları olduğu gibi…

    “”Mülk Allahındır” ….”hakimiyet Allahındır”… “(adaletsizliğe sebebiyet vermişler hariç)” bir insan öldürmek, bütün insanlığı öldürmektir” diyenine…
    örneğin
    MUaviye ve yezid kadar Ebuzer’i, Hüseyini, emeviler kadar haricileri de veya

    “bir dem varıp deyre girer
    incil okur ruhban olur.

    bir dem çıkar arş üzere
    bir dem iner taht es sera
    bir dem sanasın katredir
    bir dem taşar umman olur.

    bir dem cehalette kalır
    hiç nesneyi bilmez olur
    bir dem dalar hikmetlere
    Galen(i)us u lokman olur” diyen YUNUS

    ya da;

    “Ey derde derman isteyen
    yetmez mi dert derman sana” diye sorup,

    “derman aradım derdime
    derdim bana derman imiş

    bürhan sorardım aslıma

    aslım bana bürhan imiş” deyip kendi kendini yanıtlayan….

    “her yeri hüsnün gülistan eylemiş
    tarafta bağ-u bostan eylemiş

    ziynet etmiş zir-u pes evsaf ile
    her sıfattan zatın ilan eylemiş”

    diyerek

    varlıkta tanrısallık gören (varlığa bu nazarla bakan) bir Niyazi MISRİ ye ve daha nicelerine kadar bir sufi geleneği de kaybetmenin yaratacağı sonuçları da hesaplamak gerekebilir.

    İman ve akıl meselelerindeki tartışmalarda; kategorik reddiyecilik, ne kadar bilimsel bir tavır takılırsa takılınsın….kaybeden taraf “bilimcilik ve akılcılık” olacaktır. zira ki karşıda adı üzerinde ” imanlılık” vardır.

    konu hakkında daha çok konuşmak gerekecek….bu belli. ama ne zaman bu konular konuşulacak olunsa aklıma Marx’n meşhur metni ve bu bilhassa bu metindeki şu uyarı cümlesi gelir:

    “KOŞULDAN DOLAYI YANILSAMADAN VAZ GEÇME İSTEĞİ, YANILSAMALAR GEREKTİREN BİR KOŞULDAN VAZ GEÇME İSTEĞİDİR” (Hegel’in Hukuk Felsefesine Girişinin eleştirisi ya da ünlü ” din afyondur” diye bilinen pasaj).

    özetle Marx bize; ” zamanı geldi artık…bilimsel ilerlemeler ve akıl yürütmelere dair gelişmeler bize cepheden saldırmayı “tanrı var-yok ” benzeri tartışmalara girmeyi olanaklı kılacak veriler sunuyor” diye düşünmeden evvel….bu tartışmada tanrı vb soyutlukların aslında somut tarihsel sürecin soyutlaşmış bir halleri olduğu gerçeğinin unutulmaması gereğini hatırlatır.

    Demem o ki islamofaşizm ile islamofobi arasında bir yerlerde durup kazancı/kaybı gözetmenin….bu aradaki hakikati
    anlamanın bir yolu var : Zikredilen kitap sömürüye, tahakküme, adaletsizliğe, zorbalığa, cinayete …. bunları mülkiyet ve devlet gibi konulara kadar genişletebiliriz. kısaca toplumsal hayata dair temel konulara nasıl yaklaşıyor? Kurandan yola çıkarak bu sorulara yanıt bulmadan sağlıklı bir sonuç elde edilemez. Konu bir kör-dövüşü ya da bu dinin dolayımıyla vekaleten yürütülen bir iktidar savaşı olmaktan kurtulamayacak ve biz de hakikatinden bihaber kalakalacağız demektir.

    İslamofobya

  24. ”Bu yazı benim söylediğimin tam tersini söylüyor. Yani, geleneksel islamı suçlamayın, onlar radikal islamdan farklı, işinde gücünde, sisteme entegre olan insanlar diyor. Ben de tam tersine, radikal islamcı gençleri suçlamayın, esas fidelik o işinde gücündeki insanlardır diyorum.”
    Bak bu konuda seninle aynılaşıyoruz!Ben buna ilaveten şunuda açık yüreklilikle söyleyebilirm!Modern burjuva modernitesinin torna makinası olan üniversitelerden geçmiş sosyalizmi modernite üzerinden okuyan birçok solcu entellektüel bile islamı ve onun varoluşsal temellerini modern burjuva hukuku üzerinden okumaktadırlar!Muhammed ve sahebelerinin kurduğu islam başından sonuna bir şiddet içerir!Ben Antik devletin temellerini ve savaş yasalarını Kuran’dan öğrendim!Kuran başka bir gözle okunduğunda insanlığın o güne kadar devlet adı altında bulduğu ve içselleştirdiği her tür yasa bulabilinir!Buradan şuraya varmak istiyorum İslamın tarihi sınıf savaşımlarının,devlet ve kültür savaşlarının tarihidir ve ateş gibidir!İslamın her anı şavaştır ve durup dinmeyen bir savaştır!Bu savaş aynı zamanda modern burjuvazinin tarih sahnesine nerelerden gelip bugün nerede olduğunun ve ne yapmak istediğininde bir cevabını bizlere anlatır!

    Yazıyı uzatmak istemem,Olıvıer Roy’un yaklaşımı tamamıyla doğru olmamakla birlikte bazı doğruları içeriyor kanısındayım.Bu makalenin ifade etmeye çalıştığı temalardan biriside şu olsa gerek :Fransız egemenlerinin Fransız halkına ”Sıyasi Islam SOS”sinyali vererek var olmayan ”sanal ve yalan korkulardan”hareketle kitleleri sokağa dökerek kendilerini yeniden tanımladıklarını anlatıyor olmasıdır ve ben bu olgunun kıta ölçeğinde güçlü olduğu kanısındayım.Batıda bile olmayan ifade özgürlüğü adı altında doğunun çapulcularına ve batının lanetlenmişlerine karşı konumlanan modern ırkcılığın ıdelojık ve politık yığınagıyla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum!

    Eğer batı demokrasilerinde ve halklarının bilincinde”ifade özgürlüğü kavramı” yüksek bir duyarlılık anlamı ve çoşkusu taşısaydı ‘Modern zamanın modern ifade özgürlüğünü ifade eden ve açıklamalarıyla gerçek bir ifade özgürlüğü tanımı yapan (ve bizlere de ifade özgürlüğünün ne olduğunu ve günümüzde nasıl okunmalıdıra bir cevap veren) Edward Snow’a da aynı coşkuyla ve kitlesellikle sahip çıkmalıydı!Ama cıkmadı.

    Şu namı ve ateşi boydan boya dünyayı yakıp yıkan ”ifade özgürlüğü kavramı” üstümüzden atılmayı ve yeniden tanımlanmayı beklemektedir!Nasa’nın askeri amaçlarla ürettiği yeni nesneleri ve bilgileri açıklamanın ve Alman Leoparlarının hangi bilgi ve teknoloji üzerinden üretildiğini ve bu üretim süreçlerini ateşleyen ”kutsal bilimleri ve bilim insanlarını”açıklamak faş etmek ifade özgürlüğü kavramı içerisinde tanımlanacak mıdır ya da Paris de yürüyenlerin böyle bir tanımı ,istemi ve özlemi var mıdır!?
    Bizim dünyamızda yani tüm yoksulların dünyasında ”eski arkaık” ifade özgürlüğünün bir anlamı olabilir kı vardır da…
    Mars’a yolculuğa çıkan dünya denilen ”planeti raptı rupta” bağlamak isteyen modern batının ürettiği eski traktörlerin yani ondokuzuncu yuzyıl traktörlerinin hala kara sabanın kullanıldığı Afrika kıtasında bir anlamı ve karşılı vardır ama nükleer silahlarla donanımlanmış batıdaki karşılığı olsa olsa bir antikacı dükkanıdır!Londıra””da nükleer silahları ve laboratuvarları kuran ve işleten bilim ve insanları ters yüz edecek gerçek ve hakiki bilgileri faş edecek bir ifade özgürlüğüne ihtiyacımız var!
    Bu bilgilei duyuran ve insanlari sokaklara döken bir ifade ve söylem özgürlüğüne ihtiyac var!
    Parisin Charlis’ini elbette müslümanların yapamadıklarını yaptığı için kutluyoruz ve yanında destekliyoruz!

    Elbette bu iş onların işi olmamalıydı,bu iş müslüman dünyada yaşayan sosyalistlerin,devrimcilerin,komünistlerin,anarşiştlerin yani bir bütün olarak solun işi olmalıydı!Ki bu iş yani ”kutsalın özgürleştirilmesi işi”!bizim gibi ülkelerde

    Herneyse sonuç olarak modern Fransız burjuva siyasetcileri (bunlar daima soldan cıkarlar)Fransız halkının tarihsel korkularınıda harekete geçirerek yollara dökmeyi becerdiler!

    ”Çünkü, birincisi, bu bir faşist mecnunun tek başına gerçekleştirdiği bir eylemdi. Arkasında bir örgüt desteği yoktu.
    İkincisi, Norveç’teki, ırkçılığın vardığı noktayı göstermesi bakımından tepkiye ve incelenmeye layıktı ama anlam olarak ırkçılığın ötesinde bir anlama sahip değildi. Paris’teki eylemin bu kadar büyük tepki çekmesinin nedeni ise bunun doğrudan doğruya insanların ifade özgürlüğünü hedef almasıydı. Sorunuzu islamcılar da çok soruyorlar ama onlar bunu sorarken aslında savunma içgüdüsüyle hareket ediyorlar.”

    Belki abartı olarak düşünüyorsunuzdur ama modern batının tamda bu olduğunu düşünenlerdenim!Almanya da bu adamın yaptıklarını fazlasıyla yapacak hemde sosyal demokratların saflarında olan ”demokratların”olduğunu düşünenlerdenim!
    Alman sivil güvenlik örgütleri wısag ya da securatas gibi sivil güvenlik örgütlerinde çalışanların içerisinde sayıları oldukça kabarık!Batılı devletler yeterince üçüncü dünyanın yoksullarının bedenlerinde gerçekleştiriyorlar.

    Sızlerin Apolıtıkada yaınladığınız bir UNE BOMBER tipi vardı,ifade özgürlüğü hakkını kullanan!!Cami duvarına ve genelkurmayların duvarına bizim ülkelerde işemeden ifade özgürlüğü gerçekleşmiyor!
    Edward S now gibi olmadan da batıda ifade özgürlüğü bir anlam taşımıyor!

  25. Breivik’in 1500 sayfalık şizofrenik “Manifesto”sunun başlıklarına hızlıca göz atarsanız ana tema ve düşünce akışı şöyle:

    Müslümanlar Avrupa’yı ele geçiriyor > Buna izin veren “Kültürel Marxist” ve çokkültürlülük savunucusu sosyal demokratlar > Sosyal demokratların gençler için organize ettiği bir kampta katliam eylemi.

    Hiç de sosyal demokrat bir düşünce yapısı içinden çıkabilecek tarzda bir eylem değil yani.

    UNA Bomber’ın 90’larda bir kısım ilkelci/bireyci “anarşistler” arasında kült bir statüye sahip olduğu ve sempatiyle bakıldığı dönem ise anarşizmin postmodern, bireyci-nihilist bilim/işçi sınıfı/toplum karşıtlığı içerisinde dip yaptığı utançla hatırlanacak bir dönemdi. Breivik Unabomber’ın manifestosundan pasajlar da koymuş kendi paçavrasına. Yakışmış.

  26. “birkaç ezik, taşralı genç” derken ezik kelimesini ezilmiş veya ezilen anlamında kullandığınızı umuyorum. Zira ezik kelimesi genelde aşağılamak amacıyla kullanılır. Dolayısıyla ezik kelimesi yerine ezilmiş veya ezilen kelimesini kullanmanız uygun olurdu diye düşünüyorum. Tabi ki ezilen yerine ezik kelimesini kullanmanın ezilenlerin ezilmesini pekiştirici bir ayrımcılık zihniyetini de beslediğini unutmayalım.

    YPG’ye bir çöp toplayıcısının katıldığını duymuştum, El Kaideci Kouachi kardeşlerden birinin de çöp toplayıcısı olduğunu duyduğumda bana şaşırtıcı gelmedi. Yani ezilenler içinden bulundukları durumdan çıkış yolu olarak bazen şiddete başvurabiliyorlar görüldüğü gibi. Kimisi YPG gibi doğru bir safta dururken kimileri de Kouachi kardeşler ve Ogün Samast gibi zorbaların tarafında yer alabiliyor.

  27. Islamcilar batiya savas acmis ama herseyleri Bati!!
    Kullandiklari siahlar bati,ellerindeki ,giyindikleri donuna kadar bati..konustuklari dilde.

    Bizimkinlerde araplarin pesinde..
    Araplarin neden geride kaldigi ise kesinlikle osmanli haydutlarin araplari isgal etmesiyle aciklanlanmalidir..

    Araplarin isini bitiren osmanlidir..

    Bir aciyi diger aciyla kiyaslamak ayiptir,ayiptir.

    Muhammmede sormusmus seytanin biri( islamcilarda tabiki melek olur) bir cocugunun canini almaga geldikk..hangisini verirsin? Oda ,
    Bu cocugun sadece babasi üzülür.su cocugun hem anasi hem babasi üzülür demis!

    Eline bir sopa geciripte su seytani kovalayacagina bir aciyi diger aciyla kiyaslamak ahlaksizligi islama aittir..
    Paristeki olayi surdaki burdaki olaylarla kiyaslanmasi tam rezilliktir!

    son cümle hakaret içerdiği için çıkarıldı. Admin

  28. “Ezik” sözcüğünü bilerek kullandım. “Ezik” kişi, ezilmeyi içselleştirmiş ve dolayısıyla kompleks haline getirmiş kişidir. Eziklik kompleksi insana her şeyi yaptırır. Böyleleri, kendilerini ezenlerin emrinde olmayacak hedeflere yönlendirilebilir.

  29. Din, Siyaset ve Şiddet

    Emre Kongar

    Aslında her ideolojinin, ne denli yumuşak ve barışçı olursa olsun, şiddet eylemleri yapan taraftarları olabilir:
    “Sert” ideolojiler, emirleri ve yasakları net ve çok olan ideolojilerdir…
    Tek tanrılı dinler, Faşizm gibi, Proletarya Diktatörlüğü gibi siyasal ideolojiler böyledir.
    “Yumuşak” ideolojiler, emir ve yasaklardan çok, genel ve tek bir ilke çerçevesinde biçimlenmiş düşünce sistemleridir…
    “İnsanlığa inanacaksın” gibi bir genel ilkeye dayalı olan Hümanizm böyledir.
    Bu açıdan “sert” ideolojiler, şiddet eylemleri doğurmaya daha uygun bir yapıya sahiptirler, ama hiçbir ideolojinin şiddet eylemleri için araç olarak kullanılmaya karşı bağışıklığı yoktur…
    Hiçbir ideoloji ve elbette İslam dini de, onu şiddet aracı olarak kullanan fanatik bireyler veya siyasal örgütlerden dolayı mahkûm da edilemez.

    ***

    Konu, dinler açısından ele alındığında, Hıristiyanlık ile Müslümanlık arasında, başlangıç aşamaları hariç, devletin ideolojisi olmak bakımından temel bir fark yoktur:
    Hıristiyanlık, ilk yayılma aşamasında barışçı bir yöntem izlemiş, ünlü “Sana bir tokat atana öteki yanağını uzat” anlayışını kullanmış, Müslümanlık ise dinle birlikte devlet kuruluşuna da temel oluşturduğundan, Hz. Muhammed ve sahabenin at üzerinde kılıçla savaşarak savunduğu ve yaydığı bir inanç olarak ortaya çıkmıştır.
    Ama asıl belirleyici olan husus, Hıristiyanlığın da yöneticiler tarafından benimsenmesinden sonra, devletin egemen ideolojisi olarak kullanılması bakımından, Müslümanlık ile arasında bir fark kalmamış olmasıdır.
    Bunun temel nedeni, dinin siyasette kullanılmaya başlanmasıdır:
    Din, siyasal ideoloji olarak kullanıldığında, ne yazık ki, egemenlerin baskı ve zulüm aracı da olmaktadır.

    ***

    Dinlerin ve mezheplerin siyasette egemenlik aracı olarak kullanılmalarının şiddete ve zulme yol açtığını bize tarih öğretmektedir:
    Hıristiyanlıktaki mezhep savaşları Avrupa tarihini biçimlendiren en önemli süreçlerden biridir…
    Müslümanlıktaki mezhep savaşları ise Hz. Ali’nin katledilmesiyle başlamıştır…
    Elbette Haçlı Seferleri gibi dinler arası savaşlar da bütün dünyayı etkilemiş ve biçimlendirmiş olan siyasal olaylar arasındadır.

    ***

    Gerek El Kaide’nin, gerek Boko Haram’ın, gerekse IŞİD’in katliamlarında ve elbette son Charlie Hebdo olayında, dinin bu siyasal egemenlik iddiası görülmezse, konu her yönüyle anlaşılamaz…
    Dinsel kaynaklı siyasal şiddetin ilacı, bütün dinlere eşit uzaklıkta duran ve inanç özgürlüğünü güvence altına alan laiklik ilkesidir!

    http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/185423/Din__Siyaset_ve_Siddet.html

  30. “Çünkü, birincisi, bu bir faşist mecnunun tek başına gerçekleştirdiği bir eylemdi. Arkasında bir örgüt desteği yoktu.
    İkincisi, Norveç’teki, ırkçılığın vardığı noktayı göstermesi bakımından tepkiye ve incelenmeye layıktı ama anlam olarak ırkçılığın ötesinde bir anlama sahip değildi. Paris’teki eylemin bu kadar büyük tepki çekmesinin nedeni ise bunun doğrudan doğruya insanların ifade özgürlüğünü hedef almasıydı. Sorunuzu islamcılar da çok soruyorlar ama onlar bunu sorarken aslında savunma içgüdüsüyle hareket ediyorlar.”

    Paris Olayının hak ettiğinden daha az tartışıldığı ve ”ideolojık argumanlarla” tartışıldığı kanısındayım!Nesnel br tartışmaçok az!Belkide olayın hala gündemde ve sıcak olması…

    Sevgili Zileli’den şu soruma yanıt vermesini yürekten istiyorum!
    Norvec olayında katilin kimliği ve adı kimliği”El Irakı El Afgani Muhammediya Ahmede olsa idi”bir bütün olarak başta ABD ve Batılı vede Doğulu müttefikleri olaya ve devletlerin kontrol mekanızmasın da olan ”sokaklara dökülen devletli halkların (ben bunlara her devlet kendi suretinde halk yaratır yada tersinden halklar kendi süretlerinde yarattıkları devletlerl yönetilinirler)nasıl olurdu??? Egemen resmi dünyanın medyası olayı bizlere nasıl duyururdu???

    Bir örnek daha vermek istiyorum.Hala soru işaretleriyle dolu olan tarihe tarihe ”dönerci seri cinayetleri olarak geçen” alman derin devletli cinayetler tersinden işlenmiş olsaydı,yani ”domuz eti satan alman kasaplar seri cinayeti” cinayetin arkasında adları ”muhammediye karabaşlar” çetesi cıksaydı dünyanın sözkonusu liberal dünyanın olaya bakışı nasıl olurdu!?
    Lütfen bana bir cevap veriri misin!??
    sevgi ve saygılarımla!

  31. ”UNA Bomber’ın 90′larda bir kısım ilkelci/bireyci “anarşistler” arasında kült bir statüye sahip olduğu ve sempatiyle bakıldığı dönem ise anarşizmin postmodern, bireyci-nihilist bilim/işçi sınıfı/toplum karşıtlığı içerisinde dip yaptığı utançla hatırlanacak bir dönemdi. Breivik Unabomber’ın manifestosundan pasajlar da koymuş kendi paçavrasına. Yakışmış.”
    Sanırım bir yanlış anlaşılmayla karşı karşıyayız!Benim acımdan tartışmaya mevzubahis olan unebomber’in görüş ve fikirlerinin doğruluğu ya da yanlışlığı değildir!Bunlar tamamıyla ayrı bir tartışma konsusdurlar.Yoksul insanların günümüzün dünyasında kendilerini nasıl ve hangi araçlarla ifade edebileceğidir.Damda deli olmadan mahallede bir hoptiranımın olduğu yaşadığı gerçekliğini nasıl anlatabileceğinizdir!
    Öneğin:eğer unebomber o yöntemi kullanmamış olsaydı,fikirlerini ne bilecektim,ne gazetler basacaktı ne de Zileli Apolitika da basacaktı!
    Sonuç olarak günümüzün dünyasında yoksulların ”kendilerini ifade etmeleri ya da ifade özgürlerini kullanmaları” Lubnanlaşmanın,ıraklaşmanın,filistinleşmenin,ruandalılaşmanın ötesine gitmiyor!

  32. elbette batılı bakış açısı kendi dışındaki bir kültürü daha çok suçlar, kendi kültürü içinden çıkanı ise minimize etmeye çalışır. ama aynı şey, islam ülkeleri için de geçerli değil mi? cevabım kısaca budur.

  33. Tartismalariniza katilmak istemiyorum..ama Tam sizofrenik sorular sorulunca dayanamadim..

    Soruyorum??
    Hiristiyanlar müslüman ülkelerinde hiristiyanlik adina bu olaylari yaparsa nasil karsilararsin??
    Papazinizi Yani peygamberinizi kursunlarsin,11 eylülü,rusyada .vs.. Acikcada batida örgütlenirsin eylemler gerceklekledigini hiristiyanlar sizin alemde yapsa nasill karsilarsin?
    Hersey önce neden yok???!!
    Bu konuda batinin suyuna erisemezsin??

    Norvecteki hasta cocugun hakli tarafida tabiki islamin bu tehlikesi görmesi,sinirleri zayif,korku hastaligi olan kisileri islamin bu tehlikesi görünce yaptigi reaktiondur.. Bunda gene sucu islamda aramak gerek..

    islam adina yapilan eylemlere tepki göstermeden bu tip sorular soruluyorsa insan olmadigini gösterir..
    Vede norwectekinin cinnet getirmesine neden olur!!

    Toplumda hasta ruhlu,zayif karekterli insanmi yok..her yerde istedigin kadar…
    Bu yazarlardada vardir.

    Sonunda merkel de Pediganin ruhunu anlayisla karsiladigini…

    Bosverin böyle uyduruk tartismalari,sosyolojik,psikolojik aciklamalari.hepsi atmasyon..
    Kimse psikolojiyi cözememis..Isin politik yanini unutuyorsunuz!!

  34. Türkeyede herkes rengini belirlemeli!

    Burada bile islam-politikasina batiliyor!

    TR-de acilen bir referandum yapilmali!

    Islamin politikada alakasi olmalimi ?
    Onun en ufak parmagi,bir iliskisi olmalimi ?

    Bu önemlidir.

    islam ülkeleride dahil olmak üzere uluslararasi bir tim kurulmali bu tip örgütlerin kökü kazinmaldir!

    Bu isi batinin isi ben karismam,sadece elestiririm..oda batinin sucudur diyorsan..senin….

  35. “”elbette batılı bakış açısı kendi dışındaki bir kültürü daha çok suçlar, kendi kültürü içinden çıkanı ise minimize etmeye çalışır. ama aynı şey, islam ülkeleri için de geçerli değil mi? cevabım kısaca budur.”
    Ben sana cevabimi yazayım.
    Herhangibi bir yanlış anlamaya sebeb olmamak için ilk önce müslümanlara dair olan fikrimi yazayım.”Êger siyasal islam emperyalistlerden daha kuvvetli ve kudretli olabilselerdi,biz solcular emperyalistleri mum ile arar hale getirilirdik”

    Şimdi cevabım şudur:Norvec olayında ve dönerci cinayetleri örneğinde katilin kimliği müslümanların cografyasını işaret ediyor olsa idi:
    Batının tüm kutsalları,
    kutsal medya,kutsal papa,kutsal demokrasi,kutsal üniversiteler,kutsal bilim ve insanları,batının emir ve komutasındaki tüm kutsallar emin olun ki ,hepimizi hop oturturtup hop kaldırırlardı..
    o vakit de kimileri insan olma hakkına saldırı,kimileri demokrasiye saldırı,kimileri insan haklarına saldırı,kimileride ifade özgürlüğüne saldırı,kimileride evrensel akla saldırı makaleleri yazarlardı!Kimileride tıpkı hurriyet gazetesi gibi avrupada 20 milyon insan ”insalık için yürüdü” diye manşet atardı…Benim bu mevzuya ilişkin kısa cevabım da budur!

  36. umarım aklınız başınızdadır. Norveçli faşisti bile haklı bulmuşsunuz da

  37. Ateistlerin ve butun ideolojilerin dustugu en klise hatayi tekrarlayip, karsiti olani yani dini, sadece kotuluge kaynak olarak gormeniz ne aci. Geleneksel islam azmettiriyormus. Hmm o zaman Stalin’i azmettirip milyonlarca insani oldurten de Marx’tan baskasi degildi herhalde.

  38. benzetme olmamış. illa bir benzetme yapacak olursak, burada geleneksel islama denk düşen bizzat Stalin’dir. Stalin’in azmettirdiği tetikçiler ise dünyadaki komünist partileriydi. Marx geleneksel islama denk düşmez. olsa olsa özgün kuran-ı kerime denk düşer. Geleneksel islam, hadislerle kuranın üstünü örten devletsel (örneğin Muaviye) islamdır.

  39. Din yalnızca kötü değildir; bir ateist olarak her zaman söylerim.. Din’ler için çok büyük iyilik, güzellik, erdem, merhamet taşıyan bir şeydir; yoksa bu denli etkin de olmazdı… Sorun insanın kendisindedir… insanın yaptığı din İsa’yı da, Muhammed’i de yaptı. Çok farklı insanlar! Ve din bizim kendi çağımıza uydurduğumuz bir sıvıdır. Dikkatinizi çeker mi, Hıristiyanlık ve Müslümanlık da köleci sistemi meşrulaştırmıştır… Hiç anmazlar! Değinmez, konuşmazlar. Biz ne kadar “iyi” isek “dinimiz” de o kadar iyi, ne kadar “vahşi” isek dinimiz de o kadar “vahşi”.. Stalinist ve seküler bir din ne ise, metafizik dinler de aynı… En başa döneceğiz… Tahakküm sınıflardan önce de vardı… İnsanın insana ve doğaya tahakkümünü eleştiren her din kabülümdür.. mü demeli?

  40. önceki yorum..ogürsel

  41. Stalin geleneksel İslam’a şu açıdan benzemiyor:

    Geleneksel İslam Stalin’den daha güçlü ve kalıcı bir otorite oluşturabilir. Çünkü geleneksel İslam mutlak doğru olduğu iddiasında olup varlığını kutsal değerlere bağlamakta ve insanlar çocuk yaşta bunun mutlak doğru olduğunu öğrenmektedir.

    Stalin bunu yapmadı veya yapamadı. Kendisini ve ideolojisini mutlak bir Tanrı yerine geleneksel İslam kadar koyamadı. Bunu başarsaydı Rusya’da hiç kimse Stalin’in heykellerini yıkmaya, onu şiddetli biçimde eleştirmeye cesaret edemezdi. Doğru Stalin Rusya’da totaliter bir kültür oluşturdu, ama bugün Rusya’da hiç kimse onun Tanrı’nın elçisi olduğunu düşünmüyor.

  42. Gecenlerde satilan dünyanin en pahali tablosu neydi?

    Bir kizin kocaman cigliklar atarken kimisi evinin yoluna koyulmus kimiside kücük bir balik tutmaga yumulmus…

    Akli basinda biri bunun ciddi bir sorun oldugunu yorumlar..

    akli basinda olmayanda cigliklar atar, cinnet gecirir..

    Tekrar edeyim; Islamcilar Dünyayi DINGONUN ahiri saniyorlar..
    batida deli cok.. olay etki tepki meselesi..

    Mantar gibi cogalan bu teror örgütleri durdurulmali..
    Bunlarin hicbir mesru yani yoktur..

  43. haklısınız ama biliyorsunuz teşpihte hata olmaz.

  44. Hakaret Yok İslamofobi Yalan

  45. ”Geleneksel İslam Stalin’den daha güçlü ve kalıcı bir otorite oluşturabilir. Çünkü geleneksel İslam mutlak doğru olduğu iddiasında olup varlığını kutsal değerlere bağlamakta ve insanlar çocuk yaşta bunun mutlak doğru olduğunu öğrenmektedir.”

    Kanımca Anonim’ın bu belirlemsi tartışmaya değer.”Geleneksel İslam Stalin’den daha güçlü ve kalıcı bir otorite oluşturabilir” değil oluşturmuştur!Geleneksel İslam Modern sermayenin doğudaki var oluş biçimidir!Ve modern kapitalizmden bagımsız olarak asla değerlendirilemez,diğer bir deyişle modern liberalizmle geleneksel islam siyamlı ikiz kardeşler gibi birbirlerine yapışık hem manen hemde madden birbirlerine bağımlıdırlar!Fellah burjuvazi gökten zembille inmedi Hırıstıyanlığın içinden geleneksel islamın savaşlarından ve mutlak sermaye birikiminden doğarak geldi!Hani eskiler ”mal canın yongası derler’ ya..’ geleneksel islam modern liberalızmın mutlak ve tek olan sermayenin ”yongasıdır”!Bugün ki lıberalizmin geldiği yer sermayenin tanrılaştırılması ve mutlaklaştırılmasından gayrı nedir ki!?

  46. ”Geleneksel İslam Stalin’den daha güçlü ve kalıcı bir otorite oluşturabilir. Çünkü geleneksel İslam mutlak doğru olduğu iddiasında olup varlığını kutsal değerlere bağlamakta ve insanlar çocuk yaşta bunun mutlak doğru olduğunu öğrenmektedir.”

    Bir hususu daha yazmayı unuttum modern liberalizm tüm dünya ölçeğinde olmasa bile kıtanın hemen hemen her tarafında ana okullarından başlayarak,okullarda,universitelerde birbirlrinin tıpa tıp aynısı olan yani Holanda domatesleri,alman patatesleri,ingiliz kumaşları modern bireyler üretmektedir!Hemde bilimsel düşünün bilim insanlarının eliyle gerçekleştirmektedir!Bir ölçüye kadar bunları anlayabilirdik amma velakin modern liberalizmim hizmetinde ve onun mutlak kavramlarıyla düşünüp taşınan bilim ve insanları eliyle doğanın binbir çeşitlilikdeki tohumlarının genetik yapılarıyla uğraşarak doğa üzerinde mutlak egemenlik savaşlarını çoktan başlatmış bulunmaktadırlar!

  47. Şevket Eygi de Charlie Hebdo nedeniyle Cumhuriyet’i hedef almış son yazısında;

    Sosyal Barışa Bomba Koyanlar
    Mehmed Şevket Eygi

    O gazetenin, Charlie’nin İslama ve Peygamberine hakaret eden karikatürlerini yayınlaması gerçekten büyük bir provokasyon, beyinsizlik ve medeniyetsizlik olmuştur.

    Bu gazete sadece sıradan İslam düşmanı değil, çok ama çok agresif ve radikal İslam düşmanıdır.

    Bu son hareketiyle sosyal barış ve mutabakata bomba koymuştur.

    Müslüman halk çoğunluğunu hiçe saymış ve onlara savaş ilan etmiştir. Yaptığı, kraldan ziyade kralcılık değil de nedir?

    Onlarda zerre kadar adalet, insaf, bilgelik olsaydı, bu kışkırtıcı yayınları yapmazlardı.

    Bu memlekette çeşitlilik vardır. Onlar bu çeşitliliğin birlikte yaşama irade ve ahdini dinamitlemiştir.

    Onlar, gemiyi delecek ve batıracak aşırılıklar yapmıştır.

    Ülkenin, millî kimlik ve kültürün dominant unsuru olan İslama böylesine saldırmak, Don Kişot’un yel değirmenlerine saldırmasından daha gülünçtür.

    Yaptıkları normal, âdil, insaflı muhalefet değil, yıkıcı muhalefettir.

    Muhalefet elbette lazımdır, hattâ zarurîdir ama böylesi değil.

    M. Kemalci geçiniyorlar. Değildirler. M. Kemal’i gerçekten sevseler ve tutsalar, onu devirmek istemiş olan Nazım’ı da aynı anda delice sevmezlerdi. Hem Kemalci hem Nazımcı olmaları yaman bir çelişkidir.

    Gemi su alıp batarsa, kendilerinin de boğulmayacaklarına dair bir garantileri var mıdır?

    Fransadaki gazete nihilist, anarşist, fitneci, serseri mayın bir yayın organıydı; Türkiyedeki Charlie’ler daha nihilist. Beterin beteri.

    Ülkemizde bir iç savaş çıkmasını mı istiyorlar?

    Halkın iradesine ve isteğine niçin karşı çıkıyorlar?

    Mevcut iktidarı istemiyorlarsa onu serbest seçimlerle devirme tercihini niçin göz ardı ediyorlar da Gezilere, sokak hareketlerine bel bağlıyorlar?

    Onlar faşist vesayet ideolojisinin nihilist ve anarşist fedaileridir.

    İspanya iç savaşında da böyle bir cephe vardı ve ülkenin canına okumuştu.

    Onlar egemen azınlıkların borusunu çalıyor.

    Onlar asker veya sivil darbelerden yanadır.

    Onlar İslama karşı olan arkaik resmî ideolojinin meftunlarıdır.

    Onların çoğu iki kimliklidir.

    Ülkeyi uzun yıllar boyunca onlar idare ettiler de niçin Türkiyeyi Ortadoğunun Japonyası yapamadılar?

    Hırsızlıktan, yolsuzluktan şikayet ediyorlar… Cumhuriyet’in başında Ankara Gar binasında Paşaları, namuslulukla kalkınma olmaz dememiş miydi?

    Onların yaygaraları temizlik, dürüstlük, şeffaflık için değildir. Amaçları Türkiye pastasının büyük parçasını yemektir. Üç milyon azınlık pastanın yüzde seksenini, yetmiş küsur milyon ise yüzde yirmisini yesin. Öyle ya onlar Kemalist iki kimlikliler efendi ve rehber, Müslüman halk ise sömürge yerlisi, ikinci sınıf vatandaştır.

    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Sosyal_Barisa_Bomba_Koyanlar/23134

  48. Memlekete sahip çıkmayan, hariçten gazel okuma modu. Sahicilik hem samimiyet hem de düşünebilme kapasitesi gerektiriyor. Günah keçileri imal ederek sorumluluktan kurtulamıyorsunuz. Türkiye’de süregiden dönemsel ve mevki paylaşımı odaklı konumlanmalar ve pozisyon alış çatışmalarını fikir çatışması sanmak entelektüel faaliyetlerin çapsızlığına işaret ediyor.

  49. Merhaba Gün abi,
    Nasıl Arakan zulmü dolayisiyla bütün Budistler ve bir din olarak Budizm suçlanamazsa, nasıl İsrail’in Filistin’e yaptığı Zulüm anti-semitizmi haklı çıkarmazsa, bir kısım radikal islamcıların terörist faaliyetleri bütün Müslümanlar’ı ve Islamı bağlamaz. Evet Müslüman dünyasında bir sıkıntı oldugu kesin ve geleneksel bir sufi Müslüman olarak her ne kadar bu radikal gruplarla kendi aramda en ufak bir bağ hissetmesem de ne yazık ki islami bu şekilde anlayıp yorumlayan, en azından sempati duyan bir kesim var. Bize düşen görev de yüksek bir sesle , amasız bu tür eylemleri lanetlemektir. Bununla beraber lütfen Yunus’ları, Mevlana’ları, Niyazi Mısrileri,vs unutmayın. Ne demiş Yunus Emrem: ” Biz gelmedik dava için, Bizim işimiz sevda için, Dostun evi gönüllerdir,Gönüller yapmaya geldik “. Ben radikal seleflerin islami karşısında, Yunus’un islamını seçiyorum.

  50. geleneksel islamla politika yapan islam hareketlerini kastetmiştim. Sıradan müslümanları tenzih ederim ama onlar da geleneksel islamı ve radikal islamın eylemlerini sorgulamadıkça sorumludurlar.

  51. “Çok çeşitli hristiyanlıklar, islamlar vardır, tek din tek dincilik yoktur” hoşgörülülüğü saçmalık. Bu “çeşitli”nin içinde ancak “çeşit” olabilen Eliaçık islamı, sufilik gibi (sufi arkadaşın mesajına sevindim, yaklaşık 15 yıldır ikinci kez karşıma bir sufi çıkmış oluyor böylece) akımlar ana akım din karşısında minimum bir politik gücü olmayan, son derece küçük “sapma”lar. Hristiyanlar’ın güney amerika öznelliği ile yakından alakalı “Özgürlük teolojisi” akımı dışında yine kayda değer (içerik olarak değil, toplumsal destek olarak) özgürlükçü veya ilerici mezhebi, alt-yorumu yok. Yahudiler’de ise hiç duymadım (vardır yine bir şeyler muhtemelen). İstisna göstermek kaideyi bozmuyor. İnananlar ilerici-özgürlükçü olduğunda zaten kimlik olarak kendilerini solcu, hümanist vs. olarak tanımlamaya, dindarlıklarını geri plana çekmeye başlıyor. Solculuğunu dini kimliği içine yedirmeye çalışanlar azınlık. Demek istediğim ibrahimi dinlerini politik bir kimliğe dönüştürenlerin ezici çoğunluğu gericidir. Bu da dini “yanlış yorumlama” değil “doğru yorumlama”nın bir sonucudur. O kitaplarda yazanları günümüze kural diye uygulamaya çalıştıkça acı ve yıkım kaçınılmaz. 1400, 2000, 3000 yıl önce yazılmış dinlerin (ideolojilerin) bugüne kılavuz olarak benimsenme girişimi gericiliğin tanımıdır. Tarihin inkarıdır. Bu açıdan din ne kadar “yanlış” yorumlanırsa bizim için o kadar iyi. Ha bir de tarih (değişim) diye bir şeyin var olduğunu görüp eski dinleri gününün koşulları içinde değerlendirenler ve Sezar’ın hakkı Sezar’a dedikten sonra rafa kaldıranlar var ki bunlara da imanlı değil aydınlanmış diyoruz.

  52. Önceki mesajda “minimum bir politik gücü OLAN” demek istemiştim.*

  53. MÜSLÜMAN DOĞU’DA DİN VE SİYASET

    Peygamber Sonrası Dönem

    Hz. Peygamber’in siyasî ve teşriî otoritesi, gerek sağlığında gerekse ölümünden sonra tartışılmamış, fakat bu iki fonksiyonun sonrakiler açısın­dan değeri ve bunların ne şekilde ve kimler tarafından devam ettirilebileceği hususu çeşitli teorik ve pratik görüş farklılıklarına yol açmıştır.
    Hz. Peygamber ölünce, daha Resûlullah’ın cenazesi kaldırılmadan in­sanlar Benî Sakîfe gölgeliğinde toplanarak ümmetin işlerini yürütmek üzere Resûl-i Ekrem’in yerine kimin geçeceğini tartışmaya başlamıştır. Hz. Peygamber’in hâtırasına saygısızlık olarak değerlendirilmesi mümkün olan bu tutum, Araplar’ın kabilecilik damarlarını bilenler için şaşırtıcı değildir. Hatta kabilecilik ruhunun hortlaması endişesi göz önüne alınınca, Resûlullah’ın yerine geçecek yöneticiyi belirleme işinin cenazenin kaldırılmasından daha öncelikli olduğu bile söylenebilir.
    Medineli ensar yöneticinin kendilerinden olmasını isterken, Mekkeli muhacirler kendilerinden (Kureyş) olmasını istiyordu. Bu arada kendisi tara­fından belirgin bir şekilde öne sürülmemekle birlikte, Hz. Peygamber’e olan akrabalığı nedeniyle Hz. Ali’nin bir beklenti içinde olduğu da kaydedilmeli­dir. Esasen bu üç tutumun, daha sonra hilâfet meselesinde su yüzüne çıka­cak olan eğilimlerin de nüvesini teşkil ettiği söylenebilir.
    Benî Sakîfe’de yapılan uzun tartışmalardan sonra Hz. Ebû Bekir’in yö­netici olmasına karar verilerek ona biat edildi ve kendisine “halîfetü Resûlillah” (Allah elçisinin halifesi) sıfatı atfedildi. Halife kelimesinin ümmet tarafından önerildiğine ve siyasal iktidarı elinde tutan kişiyi ifade etmek için ilk defa kullanılmış olduğuna dikkat edilmelidir.
    Hz. Ebû Bekir ölmeden önce Hz. Ömer’i kendi yerine geçirmiş (istihlâf) ve ümmet itiraz etmeden Hz. Ömer’e biat etmiştir, Hz. Ebû Bekir’in bu uy­gulamasının “atama” mı yoksa “aday gösterme” mi olduğu konusunda farklı görüşler bulunmaktadır.
    Hz. Ömer ölmeden önce kendinden sonraki halifenin seçimini altı kişilik bir heyete bırakmıştır. Bu heyet yaptıkları kamuoyu araştırması ve çeşitli değerlendirmeler sonunda içlerinden Osman b. Affân’ın halife olmasına karar vermiştir.
    Hz. Ali’nin halifeliğe geçişi ise önceki üçü gibi ümmetin tamamının veya çoğunluğunun ittifakı ile olmamıştır. Hz. Ali, Talha ile Zübeyr’in biatlarmı almışsa da Sa’d b. Ebû Vakkâs ve daha birçok önde gelen sahâbî ona biat etmemiştir. Civar şehirlerdeki halk arasında da farklı temayüller vardı. Hz. Osman kuşatma altında iken bayram namazını kıldırması, Hz. Osman’ın cenazesiyle ilgilenmemesi, âsilerin vali değişikliği gibi bazı taleplerini yerine getirmesi gibi tutumları sebebiyle hakkında bazı endişeler uyanmış, hatta Talha ve Zübeyr de yanından ayrılarak Hz. Âişe ile beraber Basra’ya git­mişlerdir. Rızâ yoluyla ittifak, barış ve asayiş sağlanamayınca Hz. Ali kılıca başvurdu ve bilinen Cemel ve Sıffîn vak’aları meydana geldi.
    İlk dört halifenin yönetimin başına geçiş şekline ilişkin olarak yaygın kanaate göre Hz. Ebû Bekir genel şûra yoluyla yani ehl-i hal ve’l-akdin büyük çoğunluğunun oyuyla seçilmiş, Hz. Ömer atama (velâyet-i ahd) yoluyla başa gelmiş, Hz. Osman ise özel şûra yani evvelki halifenin belirlediği birkaç kişinin seçmesiyle halife olmuş, sonra hepsine biat edilmiştir.
    Muâviye’nin yönetimi ele geçirmesi ise ilk dört halifenin yönetime geliş tarzından farklıdır. Çoğunlukla belirtildiğine göre, Muâviye tagallüp ve hakk-ı seyf (kılıç hakkı) yoluyla yönetimi ele geçirmiştir. Tagallüp ve kılıç hakkı, kimin halife olacağının netleşmemesi durumunda, halife adayların­dan birinin kılıç zoruyla başa geçip, insanların gönüllü-gönülsüz biatlarını alması anlamındadır.
    Muâviye’den sonra yönetim, veraset yoluyla intikal etmeye başlamıştır. İlk uygulamalarda hilâfetin veraset yoluyla devamı konusu gündeme gelmemiştir.
    Gerçi Hz. Ömer’in, halifeyi belirlemek üzere oluşturduğu özel şûra heyetine oğlu Abdullah’ı halife seçmemeleri ikazında bulunması devlet başkanlığının verasetle devamına olumsuz bir bakış olarak, öte yandan Hz. Ali’nin, Hz. Peygamber’in vefatı sıralarındaki beklentisi ve kendisi ölüm döşeğinde ol­duğu sırada oğlu Hasan’a biat etmelerini isteyip istemediği sorusuna ceva­ben “Bu husus, benim emredeceğim veya yasaklayacağım bir husus değil­dir” diyerek onların tercihine bırakması yönetimin veraset yoluyla devamına sıcak bakış olarak değerlendirilebilir. Hz. Ali’nin Hz. Ebû Bekir’e söylediği “Akrabalığımız sebebiyle bu işte bizim de bir hakkımız bulunduğunu san­mıştık” serzenişinde bulunması da Hz. Ali’nin böyle bir eğilim taşıdığını desteklemektedir. Fakat bunlar şahsî kanaatlerden ibarettir.
    Muâviye ile birlikte hilâfet (devlet başkanlığı), ilk dört halifede görüldü­ğünden farklı olarak veraset yoluyla el değiştirir olmuştur. O, Mugîre b. Şu’be’nin teşvikiyle sağlığında oğlu Yezîd’i veliaht tayin etmiştir. Kimi rivayetlere göre Muâviye saltanat merkezi olan Şam’da bu maksadı teminat altına aldıktan sonra, zahiren haccetmek, gerçekte ise oğlu Yezîd için Mekke ve Medine halkından biat almak için oralara gitmiş ve hac merasimini ifa ettikten sonra bu halkı Yezîd’e biat etmeye çağırmıştır. Başta İbnü’z-Zübeyr olmak üzere birçok kişinin itiraz ve tenkidiyle karşılaştığı da zikredilmekte­dir. Bütün kaynaklar hilâfetin saltanata dönüşmesinin Muâviye ile başladı­ğını kaydeder. Gerçekten de Muâviye’nin bu tutumu, Araplar arasında İslâm öncesi döneme dönüş niteliğinde bir saltanat uygulamasının da başlangıcını teşkil etmiştir.
    Yezîd’in ölümünden sonra, Şam ve diğer bölgelerde Muâviye b. Yezîd’e ve bunun birkaç ay sonra ölmesi üzerine Mervân’a biat edilmişken, Yezîd’in ölüm haberini alır almaz İbnü’z-Zübeyr’in Mekke’de hilâfet iddia etmesi ve Mekke halkının biatini alması, kimi yazarlar tarafından hilâfet ve saltanatın ayrışması olarak, kimileri tarafından da Mervân’ın hilâfetinin sahih olmadığı şeklinde değerlendirilmiştir.
    Muâviye’den sonra gelen halifeler hep bu yolu uyguladılar. Sadece Ömer b. Abdülazîz’in böyle davranmak yerine Hz. Ebû Bekir’in torunu Kasım b. Muhammed’i veliaht tayin etmek istediği, fakat çeşitli baskılar sebebiyle bunu başaramadığı bilinmektedir.
    Yönetimin Emevîler’den Abbâsîler’e geçişi, kimi Batılı yazarlar tarafın­dan Arap krallığından dinî krallığa geçiş olarak değerlendirilmiştir. Abbâsîler’de de verasete dayalı saltanat geleneği devam etmiştir. Me’mûn’un, Hz. Ali soyundan gelen Ca’fer es-Sâdık’ın oğlu Mûsâ el-Kâzım’ın oğlu Ali Rızâ’yı veliaht yapma düşüncesi de fiile dönüşememiştir. Osmanlılar’da da aynı gelenek sürmüş ve babadan oğula geçen saltanatla birlikte Yavuz Sultan Selim’den sonra hilâfet de babadan oğula geçmiştir.
    İlk dört halife döneminde henüz dinî otorite-dünyevî otorite ayırımı yoktur. Halifeler din ve siyaset konusunda aynı anda otoritedirler. Fakat Muâviye ile birlikte siyasal otoritenin din işlerinden ayrı tutulması gibi bir temayülün başladığı görülür. Muâviye daha ilk hutbesinde “Din işlerinizi bildiğiniz gibi düzenleyin, ama siyaseti bize bırakın” anlamında sözler söylemesi (bk. Kadî en-Nu`mân, İhtilâfü Usûli’l-mezâhib, s. 32-35) belli belirsiz şekilde bu iki alan arasındaki ayırıma işaret etmektedir. Muâviye’nin bu tutumunu izah sadedinde birçok sebep öne sürülebilir. Fakat şurası bir ger­çek ki, siyaset ve din ayırımı konusunda artık bir yola girilmiştir ve bu yo­lun devamında hilâfetin gitgide saltanattan ayrılarak sembolik bir makam haline dönüştüğü oldukça açık bir şekilde görülecektir.
    Büveyh’in müslüman olup Şiîliği benimseyen Ahmed, Ali ve Hasan isimlerindeki üç oğlunun çeşitli müslüman devletlerin ordularında yer alma­ya başlayıp kendi bölgelerinde beylikler kurmaları ve İran ve Irak’taki siya­sal olaylara karışmaya başlamaları hilâfet makamının siyasal gücünün azalmasmın başlangıcı olacaktır. Büveyh’in oğlu Ahmed’in 334 (945) yılın­da karışıklıklığın hüküm sürdüğü Bağdat’a girmesinden itibaren siyasal otoritenin halifeden bunlara geçmeye başladığı görülmektedir. Abbasî Hali­fesi Müstekfî-Billâh Ahmed’i emîrü’l-ümerâ tayin ederek ona “Muizzüddevle”, diğer kardeş Ali’ye “İmâdüddevle” ve üçüncü kardeş Hasan’a “Rüknüddevle” lakaplarını vermiştir. Ahmed’in bu olaydan bir müddet sonra Halife Müstekfî-Billâh’ın gözlerine mil çektirerek yerine Mutî’-Lillâh’ı geçirmesiyle Bağdat Abbasî halifeliğinin otoritesi sarsıldı ve yeni bir dönem başlamış oldu. Büveyhîler’in Bağdat’daki 110 yıllık hâkimiyeti Tuğrul Bey’in 447’de (1055) Abbasî halifesinin daveti üzerine Bağdat’a girip âsileri cezalandır­ması ve Büveyhî lider el-melikü’r-rahîm lakaplı Hüsrev Fîruz’u hapse atma­sıyla son buldu.
    Abbasîler döneminde Büveyhîler ve daha sonra Selçuklular’ın siyasal gücü ellerine almalarıyla, hükmen tek elde olan hilâfet ve hükümet (siyasal iktidar), fiilen ayrılmış oldu. Hilâfet ve siyasal otoritenin fiilî ayırımı Osmanlı Hükümdarı Yavuz Sultan Selim’e kadar sürecektir. Deylemîler ve Selçuklular’ın mağlûpları olan Bağdat Abbâsîleri ile Türkmen ve Çerkez melikleri döneminde Mısır Abbâsîleri saltanatsız hilâfet etmişlerdir. İlhanlılar ve Timur soyundan Tatar melikleri ise hilâfetsiz saltanat etmişlerdir.
    Hülâgû’nun Bağdat’ı ele geçirmesi ve Halife Müsta’sım-Billâh’ın öldü­rülmesiyle Abbasî hilâfeti tarihe karıştı (656/1258). Bu olaydan 659 (1261) yılına kadar hilâfet makamı üç sene boyunca münhal kaldı. Bağdat’taki katliamdan kurtulup 659 (1261) yılında Mısır’a iltica eden otuz altıncı ha­life ez-Zâhir’in oğlu ve otuz yedinci halife el-Müstansır’ın kardeşi ve son halife Müsta’sım’ın amcası olan Ahmed Ebü’l-Kâsım el-Abbâsî orada hükümet etmekte olan Türk kölemen sultanlarından Bundukdârî diye meşhur el-Melikü’z-Zâhir Rükneddin Baybars tarafından büyük bir merasimle Müstansır-Billâh lakabıyla 9 Receb 659’da (9 Haziran 1261) hilâfet makamına oturtulmuş ve 13 Receb 659’da (13 Haziran 1261) adına sikke basılmıştır. Sultan Baybars bazı siyasî sebeplerden dolayı Halife el-Müstansır’i bir mik­tar askerle Irak’a sevkettiyse de daha yolda Moğollar’ın hücumuna mâruz kalarak 660 (1262) senesi içinde hezimete uğramış ve kaybolup gitmiştir. Yerine yine Abbasî soyundan olduğunu iddia eden Ebü’I-Abbas Ahmed namında biri Hâkim Biemrillâh lakabıyla aynı sene halifelik makamına oturtuldu. Bütün Mısır Abbasî halifeleri bunun soyundan gelirler. Mısır’da Çerkez melikler zamanında Halife Müstain-Billâh 815 (1412) senesinde vuku bulan ihtilâlden sonra ümerâ tarafından Mısır sultanlığına getirilmiş ve bu suretle hilâfet bir defa daha dünyevî saltanatla birleşir gibi olmuşsa da aynı yıl sultanlıktan ve 817 (1414) senesinde halifelikten hal’ edilmiştir.
    Fakat hilâfetin bu defaki durumu önceki dönemlerden oldukça farklıydı. Halifeler hükümet işlerine hiç müdahale etmiyorlardı. Ara sıra isimleri sulta­nın ismiyle birlikte hutbede okunuyor ve sikkelerde zikrediliyordu. Saltanat Mısır Kölemenleri’nin elinde bulunduğu cihetle halifenin vazifesi tekke şeyhliğine dönüşmüş ve hükümet makamına geçen sultanlara “Saltanat görevini sana verdik” (velleynâke’s-saltana) diyerek kılıç kuşatıp menşur ver­mekten ibaret kalmıştır. Suriyeli büyük Hanbelî hukukçulardan İbn Kayyım el-Cevziyye’nin Kur’an ve Sünnet naslanna itibar edilmediğini anlatmak üzere yaptığı “Günümüzde naslar, tıpkı adlarına hutbe okunan ve sikke bası­lan fakat hiçbir etki, yetki ve nüfuzları olmayan halifeler konumuna indir­genmiştir” (bk. İctimâ’u’l-cüyûşi’l-İslâmiyye, s. 42) şeklindeki benzetmesi, aynı zamanda halifelerin o dönemdeki konumlarına da ışık tutmaktadır.
    923 (1517) yılında halifelik Abbâsîler’den Osmanlılar’a intikal etmiş ve böylelikle hilâfet ve saltanat bir defa daha birleşmiştir.
    Yavuz Sultan Selim’in hilâfete hak sahibi olduğuna dair öne sürülen bir­çok gerekçeden birisi “kılıç hakkı”dır. Kılıç hakkı, kendisine rakip durama­yacak ölçüde taraftar ve askere sahip olmak ve diğerlerine galebe çalacak durumda olmak demektir. Bu güç sayesinde hilâfet makamına gelmek daha önce de ifade edildiği gibi, âlimler tarafından çeşitli gerekçelerle ve şartlarla caiz görülmüştür. O dönemde Yavuz bu güç ve nüfuza sahiptir.
    Diğer bir gerekçe ise önde gelen Ezher ulemâsı ile Türk ulemâsından oluşan bir meclisin Yavuz Sultan Selimin halifeliğini onamasıdır ki nakledil­diğine göre bu âlimler hilâfet kılıcını kendi elleriyle Yavuz’a kuşatmışlardır. Halifeye kılıç kuşatma töreni bir gelenek olarak Osmanlı’nın sonuna kadar devam etmiştir. Ayrıca bazı yakın akrabaları, birtakım âlimler, kadılar ve idareciler ile birlikte İstanbul’a getirilen son Mısır Abbasî halifesi el-Mütevekkil’in Yavuz’u hilâfete aday gösterdiği ve o yönde vasiyette bulunduğu da zikredilmektedir. Osmanlı Devleti’nin resmî salnâmelerinde Osmanlı hi­lâfetinin meşruluğunu ispat sadedinde ilâhî iradenin tecellisi, ecdattan te­varüs etme, devlet adamlarının, ulemâ ve halkın tasvip ve biati gibi gerek­çeler de zikredilir. Ancak halifenin Kureyş’ten gelmesi şartından söz edil­mez. Bütün bu gerekçelerin netice itibariyle, hilâfetin el değiştirmesini haklı göstermeye yönelik olduğu açıktır. Fakat hilâfete ve Osmanlı padişahlarının halifeliğine ilişkin bu tür tartışmaların ortaya çıkışının, Osmanlı’da siyasal otoritenin çeşitli nedenlerle zayıfladığı, toplumsal değişimin sancılarının çekildiği dönemlere, yaklaşık olarak XVIII. yüzyıl başlarına rastladığı bilin­mektedir. Bu nokta, Batı’nın siyasal tarihinde dünyevî-siyasal otoritenin zayıflamasıyla kilisenin bir dinî otorite olarak ortaya çıkışı arasındaki ba­ğımlılık ilişkisini çağrıştırmaktadır.
    XIX. yüzyılda İslâm dünyasının, tevarüs edilen siyasal idelerle, içinde yaşadıkları siyasal gerçeklik arasında uygun bir ilişki kurmakta ve bunlan uzlaştırmakta ne ölçüde başarılı olduğu tartışma götüren bir husus olmakla birlikte bu yüzyıldan itibaren müslüman toplumların anayasal hükümete geçiş çabaları görülmektedir. Bir müslüman ülkede anayasa ilânı ilk defa 1861’de Tunus’ta gerçekleşti. Osmanlı’da 1876’dan itibaren meşrutî sisteme geçildi ve buna uygun anayasalar benimsendi. Uzun bir aradan sonra diğer İslâm ülkelerinde anayasalar oluşturuldu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ku­rulan yeni devletlerin hemen hepsi Avrupalı modellerinde olduğu gibi temsilî kurumlar getiren ve hükümdarın egemenliğini sınırlayan anayasalar benim­semişlerdir.
    Son yüzyıl içinde İslâm ülkelerinde meşrutî yönetimlerin kurulması ve yasama meclislerinin oluşmasıyla birlikte müslüman düşünürlerin de parla­menter sistemin meşruiyetine çeşitli dinî ve kültürel dayanaklar aramaya başladığı ve bu yönde bir kamuoyu oluşumunun hedeflendiği görülür. Müslüman meşrutiyetçiler ilk andan itibaren bu yeni çözüm önerileri için İslâm hukuku ve geleneğinde temeller aramaya koyuldular. Kitap ve Sünnet’le çizilen hukukun ana ilkeleriyle sınırlı otorite ve sınırlı itaati savunan klasik doktrin yanında, adaletle hükmetmenin temel hedef olup şûranın da adaleti sağlayıcı bir unsur olduğu hususu meşrutiyetçiliği desteklemek için hep kullanılmıştır. Padişah bile Meclis-i Meb’ûsan’da yaptığı 14 Aralık 1909 tarihli nutkunda “Meşrutiyet ve meşveret, şer’-i şerifin ve akıl, mantık ve naklin emrettiği bir tarîk-i necât ve selâmettir” demiştir. M. Reşîd Rızâ ise, bu yolda, “ehl-i hal ve’l-akd” kavramının veya icmâ teorisinin işlerlik kaza­nacağını savunmuş, bu değişime en geç ayak uydurması beklenen Şiî anla­yışta bile parlamento sisteminin “mâsum beşerî güç” olup esasen mâsum imamın temsil ettiği ilâhî gücün yerini kısmen tutacağı ileri sürülmeye baş­lanmıştır (bk. Vecih Kevserânî, Osmanlı ve Safevîler’de Din-Devlet İlişkisi, [çev. M. Canyürek], s. 220).

    D.İ.B. İlmihal

  54. Bu ülke çok ama çok ilginç…. “dilerim ilginç zamanlarda yaşarsınız” bir Çin sözü imiş.. Yaşıyoruz.. Ve uzun zaman da yaşayacağız…
    1…
    FRANSA’da Hz. Muhammed karikatürlerini yayınladığı için silahlı saldırıya uğrayan 8’i karikatürist 12 kişinin öldüğü mizah dergisi Charlie Hebdo, Diyarbakır’da Peygamber Sevdalıları Platformu’nun düzenlediği, ‘Hz. Muhammed’e saygı’ mitingiyle protesto edildi. Mitinge katılanlara hitap eden molla Osman Teyfur, “Allah Resulüne uzatılan dillerin kesilmesi gerekir” dedi. Peygamber Sevdalıları Platformu’nun İstasyon Meydanı’nda düzenlediği mitinge yaklaşık 100 bin kişi katıldı. …Hüda- Par Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu ve parti yöneticileriyle, bölgedeki din alimlerinin de bulunduğu mitingte, Charlie Hebdo aleyhinde dövizlerin yanı sıra, ‘Kürdistan’da Hizbullahım’, ‘Filistin’de Hamasım’, ‘Çeçenistan’da Şeyh Şamilim’, ‘Amerika’da Malcom X’im’, ‘Cizre’de Şeyh Zeki’yim’, ‘Charlie’nin şeytanları Peygamberime dil uzatma’, ‘Lanet olsun biz Charlieyiz diyenlere’ pankartları açıldı. Meydandaki billboardlarda HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ile Figen Yüksekdağ’ın afişlerinin üzerine asılan ‘Peygamber Sevdalıları’ flamaları ilginç görüntü oluşturdu…
    **************************
    2….
    Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdulaziz el-Suud’un vefatı sebebiyle bir günlük milli yas ilan edilmesine tepki gösteren Selahattin Demirtaş, “Elbette ki Suudi topraklarında kutsallarımız var. Fakat o kutsallar o toprakta diye altından saraylarda oturan Suudi kralı da kutsal mıdır? İsmi Suudi kralı diye biz de onu kutsal mı sayacağız? Kusura bakmayın 30 tane karısı, 60 tane çocuğu var, 20 milyar dolar serveti var. Afedersiniz tuvaleti altından olmazsa yapamıyor beyefendi. Biz de onu kutsal kabul edeceğiz. Allah günahlarını affetsin biz de ölmüş diye burada ulusal yas tutacakmışız. Bizim yasımız değil biz yas tutmuyoruz. Kral senin kralın olabilir ama biz kralını tanımayız. Ölünün arkasından konuşulmaz ama ulusal yas tutmak zorunda değiliz. Neye dayanarak Türkiye’de Suudi kralı öldü diye bir günlük ulusal yas ilan edildi merak ediyorum” açıklamasında bulundu.
    ***************
    Bu “koşutluk” ve “çelişki” için en az 100 sayfalık kitapçık yazılabilir. Dolgusuz!
    ***Kürt siyasal hareketi (KSH) olmadığında, siyasal islam orada neler yapabilir?
    ***KSH seçime girmezse Diyarbakır vd. Refah P. % 60 oy alırdı? Anlamı nedir?
    *** KSH yoksa Laik-Seküler Türkiyeliler için bir şans mıdır?
    Ne güzel bir ülke burası! Dünyanın en derin sosyolojik-siyasal problemleri ile yaşıyoruz…

  55. Cevabı kim verecek?
    M.Şükrü HANİOĞLU
    Sabah GAZETESİ

    Charlie Hebdo saldırısı sonrası yaşanan tartışma gündemimizi şekillendiren litaratinin konuya ne denli kendi merkezli biçimde ve sığ parametrelerle yaklaştığını sergilemiştir.

    Bunun neticesi olarak, günümüz İslâm dünyasının karşılaştığı cesamet ve karmaşıklıktaki bir sorun, iktidar eleştirisi ve “laiklik gümüş kurşunu” ile çözüm önerisine indirgenmiştir.

    Sorunun niteliği

    İslâm dünyası tarihinin en önemli krizlerinden birisini yaşamakta, modernlik sonrası gerçekliğe, kapsamlı global değişime cevap üretme alanında büyük sıkıntılarla karşılaşmaktadır. Yarattıkları “sanal Türkiye’nin” bu “aydınlanmamış, çağdışı dünyanın” dışında olduğunu düşünen seküler literanin varsaydığının tersine karşı karşıya olunan sorun bizim de birincil meselemizdir.

    Mesele yüz yıl önce modernliğin doğurduğu yeni gerçekliği kavrayarak anlamlı entelektüel projeler üretme çabasını başlatmış bir dünyanın süreç içinde büyük bir tıkanma yaşamasıdır.

    Açılan makas

    On dokuzuncu asrın ikinci yarısından Harb-i Umumî’ye uzanan süreçte İslamî entelektüel hareketler modernliğin neden olduğu büyük dönüşüme, geleneğe bağlı kalarak cevap verme alanında önemli başarılar sağlamışlardır.

    Bunun siyasal yansıması sadece Batı yayılmacılığına karşı çıkan, çatışmacı bir ideoloji olmamıştır. Bu alanda temsilî yapıların güçlenmesi ve gayrımüslimlerle “vatandaşlık” zemininde ortak hareket edilmesini savunan güçlü hareketler şekillenmiştir.

    Örneğin Osmanlı anayasacı hareketi basit bir Batı taklitçiliği, kanun tercüme girişimi olmanın ötesine geçerek, İslâmî ilkeler ile temsile dayalı siyaset ve kültürel çoğulculuğu bağdaştırmaya çalışmıştır. Namık Kemal ve Ali Suavi’nin yazılarından, taslağını Elmalılı Muhammed Hamdi (Yazır)’ın yaptığı 1909 Kanun-i Esasî değişiklikleri hakkındaki esbâb-ı mucibe lâyihasına ulaşan metinler, II. Meşrutiyet Dönemi İslâmcı dergilerinin neşriyatı bunu açık biçimde ortaya koymaktadır.

    Bunun global bir eğilim olduğunu görebilmek zor değildir. Bu dönem İslâmcı hareketi, Kuzey Afrika’dan İran ve Hindistan’a ulaşan bir alanda Batı sömürgeciliğini eleştirmek kadar modernliğe gelenekten kopmadan cevaplar verme ve katılımcı siyaset talep etme karakteri taşımıştır.

    Yirminci asır başının üç büyük anayasal devriminden ikisi 1906 ve 1908’de İran ve Osmanlı Devleti’nde gerçekleşmiş ve Şiî ve Sünnî ulemâ tarafından desteklenmiştir. Bu aynı dönemde püriten karakterli, kültürel modernliği reddeden radikal hareketlerin varolmadığı anlamına gelmez; ama genele bakıldığında zikrettiğimiz eğilimlerin egemenliği kolaylıkla görülür.

    Yaklaşık yüz yıl sonra oldukça farklı bir görüntü söz konusudur. Varolan gerçekliğin önüne koyduğu sorunlara cevap vermekte zorlanan, püriten radikalizmin aktivizm sayesinde “gerçek temsilci olma” iddiasında önemli yol almasını engelleyemeyen bir dünya şekillenmiş durumdadır.

    Muhammed Abduh’un Transvaal fetvalarını ürettiği bağlam neredeyse bütünüyle ortadan kalkmıştır.

    Konuya kendi örneğimiz yardımıyla yaklaşacak olursak “eşit vatandaşlık” zemininde “modern siyasal toplum” oluşturulmasına güçlü destek veren, uygulamadaki sorunlara karşılık dinlerarası hiyerarşiyi siyasal alandan çıkaran bir geleneğin mirasçılığını sahiplenenler, dar fıkhî yorumlarla kütürel modernliği reddetmekte, Medine Vesikası’nı dahi beğenmeyerek “hiyerarşi” özlemini dile getirmekte, “gerçek Müslüman” olmayanlara mahalle baskısı uygulanmasını talep etmektedir. Bunun temel rakip ve alternatifi ise kültürel modernliğe daha kuvvetli biçimde karşı çıkan radikal püritanizmdir.

    Nasıl cevap verilemez?

    İçinde yaşadıkları gerçekliğe cevap üretemeyen, onu reddetmek dışında bir tez yaratamayan bu iki kutbun yaşadığı tıkanma, bu konuda bir dizi diğer alternatifin de çözüm olamayacağı gerçeğini değiştirmemektedir.

    İlk olarak bu soruna kapsamlı kültürel Batılılaşma projeleri ve katı laiklik yorumunun dini şahsîleştirecek bir araç olarak kullanılmasıyla cevap verilmesi mümkün değildir. Kendi yakın tarihimiz, Kuzey Afrika’da hayata geçirilen projelerin alabildikleri yol ortadadır.

    İkinci olarak kaynakları zorlayarak “modernliğe uygun İslâm” yaratılması çabaları sonuçsuz kalacaktır. Doktor Abdullah Cevdet Bey’in Müslümanların “terakkiyat-ı medeniyeyi ancak Müslüman bir menba’dan istinbât ve kabûl edecekleri” tespiti anlamlıydı.

    Kendisinin buradan yola çıkarak “materyalist İslâm” yaratma çabası ise meyve vermemişti.

    Modern bilimlere âşina olması nedeniyle Abduh’dan daha anlamlı bir sentez yaratabileceğini düşünen Abdullah Cevdet’in günümüzdeki, rafinelik düzeyi fazlasıyla düşük taklitçilerinin çabaları beyhude girişimlerdir.

    Aynı şekilde Batı desteğiyle yaratılacak “ılımlı İslâm” projeleri de anlamlı cevaplar ortaya koyamayacaklardır. Thomas Friedman’ın iki hafta önce New York Times’da yayınlanan yazısında radikalizm ve püritanizme kaptırılmasından duyulan üzüntüyü dile getirdiği “beş vakit namazın akşamları bir bira ile yumuşatıldığı,” “açık, mülâyim, kucaklayıcı İslâm,” Batı desteğiyle “geri” getirilemeyecektir. Friedman benzeri literatinin “iyi Müslümanlığı tanımlama” iddiasıyla kullandıkları dilin radikalizmi teşvik ettiğini görememeleri ilginçtir.

    Nihayet İslâm âleminin Lutherleri olma iddiasıyla “din reformu” projeleri ortaya atan “âlim”ler de bu cevabı üretemeyeceklerdir. Doğrudan yaptığı atıflarla Protestanlık deneyimini İslâm dünyasında uygulama amacını ortaya koyan Ubeydullah Efganî’nin “Kavm-i Cedîd”i benzeri projeler, mimarlarına kısa süreli popülerlik sağlama dışında netice vermeyecektir.

    Tecdîd, otorite ve cevap

    İslâm dünyasının vereceği cevap basit bir reddiye ya da taklidin ötesinde yeni bir entelektüel sentez olmak zorundadır. İctihad kapısının kapalı olması nedeniyle tecdîdin mümkün olmadığı, 1924 sonrasında İslâm adına konuşacak “otorite” kalmadığı türünden nedenlerle bir buçuk milyarı aşkın bireyi kapsayan bir toplumun hayatî sorunlarına kayıtsız kalması mümkün değildir.

    Benzer engeller on dokuzuncu yüzyılda modernliğe cevap verilmesi alanında önemli girişimler yapılmasını engellememiştir. Bunlar ise İstanbul’daki halife değil, değişik coğrafyalardaki âlim ve entelektüeller tarafından ortaya konulmuş ve sınırlı iletişim kanallarına karşın global bir etki yaratmışlardır.

    Demokratik, çoğulcu, kültürel modernlik ile geleneği birleştiren, Müslümanların “eşitlikçi bir siyasal toplum” içinde farklı inanç sahipleriyle beraber yaşayabildikleri bir İslâm tasavvuru yaratılması kaçınılmazdır. Dağınık entelektüel girişimlerde bunun ümit verici filizlerini görebilmek mümkündür.

    Sorun bunun şekillenmesi ve global etkisinin kısa vâdede gerçekleşmeyecek, buna karşılık radikalizmin İslâm dünyasında uzunca bir süre güçlü biçimde temsil edilecek olmasıdır.

  56. Gülümse,dünya degissin.. demisler..

    Diyarbakirdaki rezil milletin yürüyüsü,japon turistlerin öldürülmesi karsisinda abd nin binlerce isis i toz etigini duyunca
    disimi skip gülümsüyorum..
    Canlari ceheneme bunlarin..Insan degil bunlar…hayvanda degil..
    Kimyasi bozuk seyler.zimbirtilar..

  57. Laik Değilim Çünkü Müşrik Değilim

    Dikkatlerin Basra Körfezi’ndeki saldırıya yoğunlaştığı ve yeni gelişmelerin neler doğuracağının merak edildiği şu günlerde laiklikten söz açmanın sırası mı? Biz Türkiye’de yaşayan Müslümanlar nelerden söz açmamız gerektiği hususunda gayrimüslimlerin etkinliğini günden güne daha da kolay kabul eder olduk. Moda tabirlerle söyleyecek olursak “gündemi kâfirler belirliyor.” Hele “laiklik” konusu büsbütün kitle iletişim araçlarının denetiminde. Son yıllarda dalga dalga yükselen laiklik tartışmalarına tanık olduk. Bunlara laiklik nöbetleri demek bile mümkün. Türkiye’nin zaman zaman tutulduğu laiklik nöbetlerinde Müslümanların genel olarak iki öbekte toplanabilecek tavır gösterdikleri fark edilebildi. Bazı Müslümanlar özür beyan eden bir hava içinde laiklikten söz etti, bazıları ise kelime oyunlarının yardımıyla işin içinden sıyrılmaya çalıştı. Özür beyan edenlerin sloganı: “Laiklik dinsizlik değildir.” Kelime oyunlarına başvuranların sloganı: “Devlet laik olabilir, ama bu fertlerin laik olmasını icab ettirmez.” Aynı düşüncenin şu kelimelerle ifadesine rastlanabilir: “Laik olan devlettir, fertler değil.”

    Her iki tutum da temelde yürürlükteki laiklik anlayışına hayat hakkı tanıdığı için yerli yerince tutumlar olarak benimsenemezdi. Bana göre meselenin bütün açıklığıyla ortaya konması gerekirdi. Bu endişeyle soruyu, “Acaba ben laik miyim?” tarzında vazettim. Anlaşılması gereken birinci nokta laiklik kavramının Müslüman düşünce dünyasının dışında oluşmuş temellerden yükselerek doğmuş bulunduğuydu. İbrani Hıristiyan anlayış ve eyleyiş çerçevesinde laiklik ruhban zümresine dâhil olmayan kişilerin din alanında söz ve karar sahibi olmalarını savunan bir yaklaşım ve bu yaklaşımın türettiği bir kavramdı. Bu açıdan bakılınca rahipleri ve rahibeleri kabul etmeyen Müslümanların mensubu oldukları dinin mahiyetinden gelen bir gereklilikle laiklik içinde yer almaları düşünülebilirdi. Fakat meselenin bütün açıklığıyla ortaya konması bu kadarını ifade ederek sağlanamazdı. Anlaşılması gereken ikinci nokta Müslümanların tek tek “emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker”den sorumlu oluşları yüzünden yani mensub oldukları dinin mahiyetinden gelen bir gereklilikle laiklik durumunu berheva ettikleriydi. Müslümanlar kendilerinden olduğu kadar başkalarından da sorumlu olmakla ve giderek kendilerine karşı sorumluluklarını ancak başkalarına karşı olan sorululuklarını yerine getirdikleri oranda hissetmek zorunda kalmakla ‘laik birer ferd’ sayılmazlardı.

    Meselenin, tanımlar çerçevesinde kalındığı sürece, çözümsüz olduğunu ileri sürdüm. Acaba ben laik miyim? Sorusuna laikliğin esası göz önüne alındığı takdirde bir Müslümanın tatminkar bir cevap veremeyeceğini kabul etmek zorundayız. Ne var ki hayatımızı ilgilendiren kadarıyla mesele tanımlar çerçevesinde donup kalmıyor. Sorunun her Müslümanı ilgilendiren hedefler ve şimdiki durumun değerlendirilmesi bakımından bir açık seçik cevabı vardır. Tarihin yükü altında itikadî bütünlüğümüzü muhafaza ettiğimiz veya bundan vazgeçtiğimizi açığa çıkaracak bir cevap her Müslümandan beklenebilir. Beklenmelidir. Okuduğunuz yazının başlığı cevabın ne olması gerektiğine işaret ediyor. Geriye sadece bu işaretin neye delalet ettiğini izah etmek kalıyor.

    Bu izahata geçmeden önce neden Körfez savaşını bırakıp da laiklik meselesine takıldığımı izah etmem gerektiğini düşünüyorum. Aslında Körfez savaşı laiklik meselesini Türkiye’de esaslı bir şekilde, yani temelden ele almanın zaruretini ortaya bir kez daha çıkarmıştır. Yani amacım gündemi değiştirmek, Müslümanlar dünyanın her yerinde baskı altına alınırken olan biteni görmezlikten gelerek konuyu nazarî bir tartışma alanına sürüklemek değil. Tersine gündemin bizim bakımımızdan vahametini vurgulama kaygısını taşıyorum. Körfez’de olan biten gören gözlere sırasıyla şu noktaların nasıl önemle tebarüz ettiğini gösterdi: a) Türkiye’nin geleceği Müslümanlıkla sıkı sıkıya irtibatlıdır. b) Türkiye İslami kimliği konusunda menfi bir tutum içine girmekle kendisine ilişkin meselelerin çözümünde kolaylık sağlamamış, tersine gücünün israf olmasına yol açan bir zorluğun içine düşmüştür. c) Türkiye laik devlet yapısını kısa ve uzun vadeli dünyevi menfaatlere tahvil edebilme yeterliliğine kavuşmamıştır. Bu üç nokta yetkili ve etkili çevreler tarafından sarahatle fark edilebildiğinden Türkiye olayların akışı karşısında kötürüm ve çolak kaldı. Türkiye’nin etkili ve yetkili çevreleri görebildikleri gerçekten benimseyemezlerdi, benimsedikleri gerçekler ise fiilen işe yaramıyordu. Böyle bir dolambaç içinde Türkiye dünya ölçüsünde hesaba katılmayışının, hafife alınmasının acısını bir daha tattı. Başlıca Müslüman odaklar ülkenin tutacağı yön açısından bir ağırlığa sahip olmadıklarını içlerine sindirmek zorunda olduklarını ve laik devlet yapısıyla eklemli kaldıklarını anladılar. Buna mukabil yine Türkiye’de bir avuç Müslüman vardı. Onlar kendilerini şirkten salim kılmak için laik yapıyla eklemlenmemeye hazırladılar. Ancak onların bu hazırlığına karşılık verecek bir ortam henüz Türkiye’de oluşmamıştı.

    Körfez olaylarının cereyanı içinde iki kanaatin pekiştiğini söyleyebiliriz: 1) Müslümanların nüfuslarıyla orantılı nüfuzları yoktur. Müslümanlar sayıca bir yekûn tutmaktadırlar, ama İslami bir politika gütme yeterliliğini gösterecek irtibatlı kadrolara ve kadroların beyan ettiği yaşama modellerine sahip değillerdir. 2) Müslümanların görünürdeki yönetim güçleriyle bu yönetimin kararlarına uymak zorunda bırakılan alt kademe unsurlar arasında boşluklar, uyumsuzluklar, anlayış kopuklukları vardır. Halkı Müslüman olan ülkelerde devlet yönetimiyle, basınla ve çoğunluğun yönetimleri arasında ancak aldatmacaya ve zora dayalı ilişkiler tesis edebilmiştir. Dolayısıyla Müslümanların yaşadıkları bütün ülkelerde gelişmelerin şaşırtıcı sonuçlar vermesi her zaman ihtimal dâhilindedir.

    Bizi böyle bir durumda bırakan, daha doğrusu bu duruma sürükleyen gelişmelerin başlangıcının itikadi bütünlükle toplum bütünlüğünün birbirinden ayrı iki vakıa olarak anlaşılması olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı yönetimi savaş alanında başarısızlığa uğrayışını, geleneksel Osmanlı devlet yapısının terk edilmesiyle açıkladı. Dolayısıyla kurtuluşu Osmanlı klasik çağına, Kanuni döneminin kurulu düzenine yönelmekle aradı. İtikadi bütünlükle toplum bütünlüğünün iki ayrı vakıa olarak algılandığı gerçeği bu arayış içinde merkezi otorite tarafından farkedilemedi. Farkedilmiş olsaydı gerekli tedbirler alınır mıydı? Bunu iddia etmek zor. Yine de Osmanlı Devleti karşısına çıkan zorlukları aşma çabası içinde elinde tutabildiği kadarıyla iktidarını korumaya çalışmıştır ve ona iktidar bahşeden kaynağı besleme yollarını araştırmamıştır. Onyedinci yüzyıl ortalarında Hezarfen Hüseyin Efendi “Din asıl, devlet onun fer’i gibi kurulmuştur…” diyerek çağdaşlarını en kesin dille uyarmışsa da Osmanlı yönetimi güçlenmek için bir iç dinamiğin devreye sokulması düşüncesine hep uzak kalmış ve gaza ruhunun beslediği toplumsal işleyiş neredeyse dumura uğratılmıştır. Fakat ne olursa olsun Osmanlı yönetiminin ister başında, ister altında olsunlar devletin insanları kendi dini kimliklerinin bütünlüğünü muhafaza ederek yaşıyorlardı. Müslümanlar tıpkı Emevi ve Abbasi saltanatlarında olduğu gibi toplum içindeki yerlerini itikadi bütünlüklerinin gerektirdiği bağlarla sağlayabiliyorlardı. İnsanların ve toplum örgütlerinin İslami ölçülere göre eksiklikleri gösterilebilir yanlış ve çarpık yönleri farkedilebilirdi. Ne var ki durum modern zamanlardakinden esas itibariyle farklıdır.

    Modern zamanlarda Müslümanların karşısına İslami ölçülere göre şu oranda veya bu üslûpta Müslüman olmak gibi bir mesele çıkmış değildir. Liberalizm ölçüleri içinde Müslümanlar hem bir Müslüman hem de bir başka şey “demokrat, laik, sosyalist, ırkçı, çevreci v.s.” olmayı içlerine sığdırabileceklerini düşünecek kadar itikadi bütünlüğünü kaybetmiş duruma düşebilmektedirler. Yani modern zamanlarda kendine Müslüman diyen çok sayıda insan hayatlarına anlam veren ilke veya ilkeleri İslam’dan almaksızın yaşayışlarını düzenlemekte ve buna nihai noktada bir İslami gerekçe bulmakta veya belli belirsiz böyle bir gerekçenin bulunabileceğine inanmaktadırlar. Öyle kabul ediyorum ki bu türden insanların inançları cahiliye dönemindeki müşriklerin, İslam tebliğ edilmeye başlandığı zamandaki müşriklerin inançlarının bir anlamda günümüzdeki yansımasıdır. Yani bu insanlarda bir müteal Allah inancı vardır, fakat hayatlarına yön veren ilkeyi Allah’ın emirlerinden almazlar. Daha da ötede, Müslüman olmanın yaşama alanlarının tümünü kapsayan gerekliliklerle yerine getirebileceğini bilmezler, bildirildiği zaman kabule yanaşmazlar.

    Müşrik inancının modern zamanlarda yaygınlaşmasında laiklik özel bir görev üstlenmiş durumdadır. Müslümanlığı ve laikliği aynı anda benimsemiş görünen kimselerde belirgin ve ayırıcı özellik ikili karakter taşır: Toplumun örgütlenmesi ve işleyişi hangi esaslar dâhilinde yürütülmelidir sorusu sorulduğunda çağdaş müşrikler İslam kaynaklarının tek belirleyici olacağını reddederler. İkinci olarak, inançlarındaki toplumsal sorumluluk unsurlarını hesap dışı tutarlar. Yani bir yandan inanç ferdi bir olaydır ve insanların iç dünyalarının değerleri arasındadır; öte yandan da ferdi inançlarının hiçbir toplumsal yükümlülüğü olmadığı görüşüne saplanmışlardır. İlk bakışta bu iki yaklaşımın aynı kapıya çıktığı sanılabilir. Doğrusu her iki yaklaşımdan da istihal edilen sonuç Müslüman çoğunluğun boyunduruk altında tutulmasına, kâfir hükümranlığının kolaylıkla kabul edilmesine varır. Fakat bu yaklaşımlardan birincisi, yani toplum örgütlenmesinin İslam dışı esasları belirleyici kabul ederek sağlanması kâfirlerin müşrikleri yönetmesine yarar. İkinci yaklaşım, yani inancın toplumsal sorumluluktan arıtılmış olarak baskın kılınması da müşriklerin Müslümanlar üzerinde hâkimiyet kurmalarına yarar.

    Körfez savaşı dolayısıyla Müslümanlar üzerinde bu katmerli operasyon pervasız ve fütursuzca uygulamaya sokuldu. Laikliği reddeden Müslümanlar için karşı çıkılacak taraf net ve belirgindi, ama aynı Müslümanlar yanında olmaları gereken taraf hakkında aynı netlikten rahatça söz edemezlerdi. Laikliği reddeden Müslümanlar için bir başka netlik de dünya hâkimiyetine oynayan güç karşısında Müslüman kisvesi altında olanların hangi tavırlar içinde olduklarını açık seçik görme imkân dolayısıyla doğdu. Bir bakıma dünyanın rububiyet iddiasındaki güçleri kendilerine tabi olanları sonuna kadar laikleştirdiler. Müslümanlar altından kalkılması güç bir temyiz gücü göstermek mecburiyeti altında kaldı. Dağınık ve örgütsüz olmalarına rağmen kâfirlerin oyuncağı olmadıklarının ağırlığını hissettirdiler. Bunu nasıl yaptılar? Daha çok laikleşmiş ve nüfuzlu göründüğü halde çaresizliğini sergileyenleri yalnız bırakarak. Müslümanlar baskıcı güçlerin yedeğinde savunulan düşünceleri açıkta ve kirlenmiş bırakarak bir tavır ortaya koydular. Müesses nizamın korunmasında görev almayacaklarını belli etmek suretiyle susarak bir şey söylediler. Kazanç peşinde itikadi doğrularını eğip bükenleri tek başlarına kalacaklarını belli ederek geleceğin zevahiri kurtarmakla inşa edilemeyeceğini lisan-ı hal ile dile getirdiler. Geçtiğimiz günler öğretici günler oldu. Müslümanlar laikliğin müşrik bir kafa yapısıyla nasıl yan yana, kolkola, içiçe ilerlediğini öğrenmekte büyük kolaylıklar elde etti.

    Bütün bu öğrenilenlerin tarlaya atılmış tohumlar olduğunu düşünebiliriz. İslam dünyası yeni şartlarda yeni bakış açılarına sahip insanların gücüyle beslenebilir. Bu yeni insanlar dünya zorbalarının telkin ettiği şirkten ve dünyaya zincirlemenin alçaltıcı kirinden uzak durmayı başarabilirler. Bizim bugün yapabileceğimiz ömrümüz içinde belli bir İslami başarıya ulaşılamamış bile olsa başarı imkânının nakledilebileceğini sağlamaktır. Bunun ilk şartı da zalimlere yaranmaya çalışmakla İslami sorumlulukların yerine getirilemeyeceğini bilinmesi ve bildirilmesidir.

    İsmet ÖZEL
    Cuma Mektupları 4. Sf: 124

  58. İhsan Özkes: AKP döneminde bina yükseldi, zina çoğaldı, faiz yaygınlaştı

    CHP İstanbul Milletvekili İhsan Özkes, Meclis’te basın toplantısı düzenledi. Özkes, “AKP döneminde bina yükseldi, zina çoğaldı, faiz yaygınlaştı. Bu bir gerçek. Bunu AKP’liler de kabul ediyor” diye konuştu.

    Ülkede dini motifli tek adam figürü çizildiğini ve bunun hukuki yapısının oluşturulmaya çalışıldığını belirten Özkes, “Dokunulmaz olan, yaptığından sorumlu olmayan, Allah adına icraat eden ve cezalandıran bir halifelik modeline doğru yol alıyoruz. Halifeliğe doğru giden yolun taşları döşenmeye çoktan başlanmıştır” dedi.

    Özkes, Eskişehir Odunpazarı ilçesine bağlı Kuyucak Köyü’nde bulunan ve 4 yıl önce çıkan yangın nedeniyle zarar gören 110 yıllık tarihi caminin resmini gösterdi. Özkes, “CHP üzerinde de çeşitli entrikalar ve oyunlar döndürülmek isteniyor. ‘CHP’liler ve halkımız bu oyunu bozacaktır’ diye inanıyorum ve AKP’ye gereken dersi seçimlerde, sandıklarda vereceklerdir” dedi.

    Özkes, genelevlerde çalışmak için çalışma izni alan kadınların yıllara göre dağılımını içeren soru önergesinin anımsatılması üzerine de şunları söyledi: “Zaman zaman basında AKP döneminde fuhuşun arttığına dair istatistiki bilgiler yer alıyor. AKP dönemindeki ahlaki çöküntünün, erozyonun elle tutulur hale gelmesi, delillendirilmesi için bazen buna benzer soru önergeleri veriyorum. AKP döneminde bina yükseldi, zina çoğaldı, faiz yaygınlaştı. Bu bir gerçek.

    Bunu AKP’liler de kabul ediyor. Memleketin geldiği durumu ortaya koymak için bu soruyu soruyoruz. Burada asla hayat kadınlarını incitmek, onların yarasını deşmek ve onlarla ilgili incitici bir tavır olmak için böyle bir soru sormuyorum. iktidarın toplumu, insanları ne hale getirdiğini ortaya koymak için soruyorum.”

  59. Sanırım Avrupa ve Amerika’da özgürce herkesin katıldığı (herkes katılır ama bazıları daha çok katılır) yaygın “ifade özgürlüğü”nün çevirisi anlamına göre değil harfi harfine yapılmış. Asıl anlamı “it ürür, kervan yürür!”

    İfade özgürlüğünün bir muhteşem örneği: isim ve eposta zorunluğu koyulmaması.

  60. Hz. Muhammed’e hakaret içeren 12 videoya erişim engellendi

    Video paylaşım sitesi YouTube, mahkeme kararı doğrultusunda Hazreti Muhammed’e hakaret içerdiği belirtilen 12 videonun url adresine Türkiye’den erişimi engelledi. Videoların Youtube’dan kaldırılmaması durumunda siteye erişimin tümüyle engellenmesi sözkonusu…

    Edinilen bilgiye göre, Gölbaşı Sulh Ceza Hakimliğinin, Hazreti Muhammed’e hakaret içeren 12 videoya erişimin engellenmesine ilişkin kararı, Erişim Sağlayıcıları Birliği tarafından YouTube’a bildirildi. YouTube bunun üzerine 12 url adresine erişimi engelledi.

    Gölbaşı Cumhuriyet Başsavcılığı, YouTube’daki 12 paylaşımla ilgili soruşturma başlatmıştı. Savcılık başvurusunu değerlendiren Gölbaşı Sulh Ceza Hakimliği, bu videolara erişimin engellenmemesi halinde YouTube’a tümüyle erişimin engellenmesi kararı vermişti.

    Mahkeme kararının gereğini yerine getiren YouTube’un tümüne erişim engeli kararı uygulanmadı.

    http://www.hurriyet.com.tr/gundem/29346652.asp

    Hakaret gerekçesiyle yapılan yasakların saçmalığını göstermek için birkaç örnek vermek isterim.
    Kuran’da -ve hadisler vs. gibi diğer İslam kaynaklarında- inanmayanlara yönelik bolca hakaret var. Aynı şekilde Kemalizm dininin kutsal kitabı Nutuk’ta da hakaret ve aşağılamalar mevcut – şu linke bkz;
    http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2009/03/bir-de-tayyipe-laf-ediyorlar.html
    Dolayısıyla, hakaret içerdikleri için bu eserlere de erişimin engellenmesi gerekecek iken sadece iktidarın işine gelmeyenler için bunun yapılması hakaret gibi gerekçelerin sadece iktidarın kullandığı bir araç olduğunu gösteriyor.

  61. Mevlana Celaleddin-i Rumi: Dünya ve Türkiye Burjuvazisinin Sevgilisi
    GARBİS ALTINOĞLU

    Giriş

    6 Mart 2006’da UNESCO’nun, 2007 yılını Mevlana yılı olarak kabul etmesi ve 2007 yılı içinde Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin değişik ülkelerde anılması için karar alması, dikkatleri bir kez daha bu ünlü düşünür üzerinde topladı. Bu vesileyle Konya’da, Türkiye’nin başka yerlerinde ve başka ülkelerde Mevlana’yı konu alan bir dizi etkinlik yapıldı.
    Mevlana’ya duyulan ilginin Türkiye sınırlarını çoktan aştığı ve dünya burjuvazisinin bu düşünüre adeta aşık olduğu biliniyor. Örneğin, Aksiyon dergisinin 1 Ocak 2007 tarihli sayısında yayımlanan “Mevlana’sız Medeniyetler İttifakı Olmaz” başlıklı yazıda “Mevlana’yı tanımak ve anlamak için” Konya’yı birkaç kez ziyaret ettiği söylenen ve “Mevlana’nın evrensel fikirlerinin” projeye (“Medeniyetler İttifakı ya da Uygarlıklar Bağlaşması projesi”- G. A.) mutlaka yansıtılması gerektiğini belirten Avrupa Komisyonu Danışmanı Prof. Dr. Angelo Santagostino’nun şu sözlerine yer veriliyordu:
    “Mevlana, bugün medeniyetler arasında barışın tesis edilmesinde çok önemli bir rol oynayabilir.”
    Bu bağlamda, Pentagon’la sıkı bir ilişki içinde olduğu bilinen Rand Corporation adlı düşünce üretim kuruluşunun Mevleviliğe ilgi duyması kimseyi şaşırtmamalı. Bu kuruluş, ABD ve ortaklarının İslam halklarına karşı sürdürdüğü emperyalist terörü, bu saldırgan güçlerin kendilerinin dolaysız ve dolaylı bağlaşıkları olan El Kaide türü terörist örgütlere karşı savaşım gibi göstermekte ve yani emperyalist burjuvaziyle “ılımlı İslam”ın yani İslam ülkeleri burjuvazisinin Balkanlar’dan ve Kuzey Afrika’dan Orta ve Güneydoğu Asya’ya kadar uzanan İslam jeografisinde işçi sınıfına, ezilen halklara ve Washington-Telaviv-Londra ekseninin diktasına boyun eğmeyen diğer güçlere karşı savaşım amacıyla ortaklaşa hareket etmelerini öngörmektedir. BM’in eski genel sekreteri Kofi Annan’ın Temmuz 2005’de gündeme getirdiği ve İspanya Başbakanı José Luis Rodríguez Zap­atero ile Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başkanlığını üstlendikleri “Uygarlıklar Bağlaşması” planı da aynı amaca hizmet etmektedir. Nitekim 12 Mart 2007’de -Fethullah Gülen yandaşlarına bağlı- Rumi Forum ile Georgetown Üniversitesi Barış ve Güvenlik Araştırmaları Merkezi’nin ortaklaşa düzenlediği törende “2007 Barış ve Diyalog Ödülleri”nin Başbakan Tayyip Erdoğan ile İspanya Başbakanı Jose Louis Rodriguez Zapatero’ya verilmesi tam da bu emperyalist planın bir anlatımıydı. ABD Kongresi’nde düzenlenen bu törene katılan ve ödülü Başbakan Erdoğan adına alan AKP İstanbul Milletvekili Egemen Bağış burada yaptığı konuşmada, “Medeniyetler ittifakı bir Mevlânâ ittifakıdır” diyecekti. Birinin önceli, Latin Amerika’da İnka, Maya ve Aztek halklarına karşı bir jenosid uygulamış, diğerinin önceli ise Ermeni, Grek, Arap, Kürt ve Balkan halklarını kıyımdan geçirmiş bulunan bu iki devletin başbakanlarının ve diğer temsilcilerinin “barış, dostluk, hoşgörü” gibi kavramlar üzerine yaptıkları gevezelik karamizahın da ötesindedir. Mevlana’yı anmak ve anlamak için yapılan diğer etkinliklere göz atalım.
    27 Mart 2007’da Fransa’nın Strasbourg kentinde düzenlenen ve “Mevlânâ’nın hümanizm anlayışı ve dinler arası diyaloğa katkıları(nın) tartışıldı”ğı uluslararası panele Türkiye’den ve Fransa’dan akademisyenler katıldı.
    8-12 Mayıs 2007’de açılışını Başbakan R. Tayyip Erdoğan yaptığı ve İstanbul ve Konya’da düzenlenen “Mevlana Celaleddin-i Rumi Uluslararası Sempozyumu’na çeşitli ülkelerden 150’den fazla araştırmacı ve akademisyen katıldı.
    26 Haziran 2007’de BM’de Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin 800. doğum yılı kutlandı ve Türkiye, Afganistan ve İran BM Daimi Temsilcilikleri’nin girişimiyle bir “Mevlana Anma Gecesi ve Paneli'” düzenlendi. Etkinliğe katılan BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon yaptığı konuşmada, Mevlana’nın anlayışının medeniyetler ve kültürler arasında diyalog köprüsü oluşturduğunu ve “evrensel bir filozof” olarak nitelendirdiği bu düşünür için, “Mevlana’nın bize öğrettiği, insanı insan olduğu için sevmek ve saygı göstermektir” dedi.
    31 Ekim 2007’de İran’da çok sayıda yabancı ve İranlı araştırmacının katıldığı bir Uluslararası Mevlana konferansı yapıldı. Başkan Ahmedinejad yaptığı açış konuşmasında şöyle dedi:
    “Günümüz dünyası her zamankinden daha çok Mevlana’nın söz ve düşüncesine ihtiyacı vardır. Bu dünya tüm düzeni ve güzelliği ile maddi ve zahiri dünyevi vücuttan oluşmamış ve gerçekte Allah’ın bir cilvesidir… Mevlana’nın bugünün insanlarına ve tüm çağlarda yaşayan insanlara mesajı insanoğlunun bu alemin çok ötesinde bir aleme ait olduğu ve bir gün oraya geri döneceği mesajıdır.”
    Aynı Kongre’nin “Mevlana ve çağdaş dünya” oturumunda konuşan Amerikalı uzman Muhammed Fakfuri Mevlana’nın, Taliban ve Vahhabiler gibi radikallerle mücadele için en iyi kriter olabileceğini ve onun düşüncelerinin İslam dinine yönelik olumsuz propagandaları etkisiz hale getirebileceğini vurguladı.
    26 Kasım 2007’de Britanya Veliaht Prensi Charles, eşi Cornwall Düşesi Camilla ile birlikte Konya’daki Mevlana Müzesi’ni ziyaret etti. Elleri Müslüman ve diğer din ve mezheplerden milyonlarca insanın kanıyla lekeli İngiliz aristokrasisinin bu temsilcisi Konya’da yaptığı ve ikiyüzlü bir biçimde İslam’ı övdüğü konuşmasında,
    “Mevlana Hazretleri’nin eserlerine batı dünyasında büyük ilgi duyan çok sayıda kişinin olduğunu görmek beni son derece etkiliyor. Kendimi, bu kimselerin bir şekilde kendi hayatlarında eksikliğini hissedip Mevlana’nın şiirsel maneviyatında buldukları şeyin ne olduğunu sorgulamaktan alıkoyamıyorum” diyecekti. (Sabah, 26 Kasım 2007)
    28 Kasım 2007’de Mevlânâ Celaleddin-i Rumi, Avrupa Parlamentosu’nda yapılan bir panelle anıldı.
    “Kültürlerarası Diyalog Platformu (IDP) ve AP üyeleri Cem Özdemir, Emine Bozkurt ve Sacid Kerim’in himayesinde gerçekleştirilen panel ve Mevlevî gösterisine ilgi büyük oldu. Program gece geç saatlere kadar sürmesine rağmen çok sayıda katılımcı, tartışmaları ve Konya’dan gelen Mevlevî dervişlerin semasını sonuna kadar takip etti…
    ‘Mevlânâ’yı tekrar düşünmek: Mevlânâ bugünün Avrupa’sında yaşasaydı ne yapardı?’
    başlıklı panelde Londra Üniversitesi’nden Doç. Dr. İhsan Yılmaz, Georgia Üniversitesi’nden Doç. Dr. Alan Godlas ve düşünce kuruluşu Vision 2020’nin müdürü Prof. Marc Luyckx Ghisi konuştu. Yılmaz, Mevlânâ çizgisini günümüzde Fethullah Gülen, Seyyid Hüseyin Nasr ve Abdülkerim Suruş’un takip ettiğine işaret ederken, kendisi de bir sufi olan Godlas’ın Mesnevî’den Farsça mısraları okuması ilgiyle takip edildi.” (Zaman, “Avrupa Parlamentosu Mevlânâ ile tanıştı”, 28 Kasım 2007)
    Burjuvazinin bu temsilcilerinin değerlendirmelerine, Evrensel Kültür dergisi Yazı İşleri Müdürü Eylem Yıldızer’in de katıldığını görmek herhalde çok şaşırtıcı olmasa gerek. Yıldızer, 30 Eylül 2007’de Evrensel gazetesinde yayımlanan “Ünüm ayıp dediğin şeydendir benim” başlıklı yazısında aynen şöyle diyordu:
    “Oysa Mevlâna’nın sözlerinin özünde, o günün karanlığına karşı çıkan aydınlık ve insandan yana bir fikir vardır. Halkın dinden başka bir bilgi ya da ‘ilim’ bilmeyişi, üstelik de Ortaçağ’ın koşulları Mevlâna’ya bildiklerini ve düşündüklerini nasıl anlatması gerektiğini göstermiş olmalı. Yine de çağına göre bir hayli farklı olan görüşlerini şiirlerinde dile getirme cesareti göstermiş, bu yüzden de iktidardakileri karşısına almış, kimi zamansa ibadetten ve çile çekmekten delirmiş bir meczup gibi gösterilmeye çalışılmış, buna rağmen halka düşüncesini anlatmaktan vazgeçmemiştir…
    “Mevlâna, şiirleriyle, yazıları ve söyledikleriyle hem çağının en ilerici düşünürlerinden biri olmuş hem de Anadolu topraklarında felsefenin yarım kalan yürüyüşünü sürdürmüştür.” (abç)
    Aslına bakılırsa dünya burjuvazisinin Mevlana’ya duyduğu ilgi yıllar öncesine dayanıyor. Örneğin Nilüfer Kas, Aralık 2001’de Tempo dergisinde yayımlanan “Globalizmin Yeni Dini: Mevlana” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
    “Mevlana, 21. yüzyılın global barış şairi oluyor. Mevlana felsefesi globalleşmenin yeni dini gibi bütün dünyada hızla yayılıyor. Binlerce yeni insan Mevlana okuyor, Mevlana öğreniyor. İslam Rönesansı arayanlar Mevlana’ya koşuyor. Çünkü tüm dünyada ‘Ne olursan ol yine gel’ diyerek dil, din, ırk, cins ayrımı yapmadan bütün insanlığa barış ve umut vaat eden Mevlana gibi evrensel bir bilge yok. 11 Eylül sonrasi terör ve şiddete dayalı radikal İslama dünya çapında tepki arttı. Mevlana’ya yöneliş daha da hızlandı. İslam şemsiyesi altında, tasavvuf felsefesiyle Tanrı ve insan sevgisini yücelten Mevlana, Batı’nın ‘barışçı, hoşgörülü İslam’ arayışına bire bir cevap veriyor, Bu yüzden Batı’da Mevlana’nın Mesnevi’si son yıllarda bestseller listelerinde. 11 Eylül’den sonra satışlar daha da arttı. Dünyanin her köşesinde Mevlevi ve sufi dernekleri kuruluyor. İtalya’dan Fransa’ya, Avustralya’dan ABD’ye kadar her yerde yeni Mevlana cemaatleri ortaya çıkıyor. İnsanlar ney çalıyor, Mevlevi tarzı dönerek dans ediyor, barış ayinleri düzenliyor. ABD’de çeşitli üniversitelerde Mevlana kürsüleri açılıyor.” Aslına bakılırsa, bu ilginin başlangıcı onyıllar öncesine dayanıyor. Idries Shah (İdris Şah), 1964’te yayımlanan kitabında şöyle diyordu:
    “Gerek düşün ve gerekse de tekst olarak Rumi’nin Batı’daki etkisi hayli büyüktür. Geçtiğimiz yıllarda yapıtlarının çoğunun Batı dillerine çevrilmesinden ötürü bu etki daha da artmıştır.” (The Sufis, Londra, Jonathan Cape Ltd., 1969, s. 116) Dünya ve Türkiye burjuvazisinin Mevlana’ya ve onun felsefesine duyduğu ilginin nedenini aşağıda açmaya çalışacağım. Ama önce düşünürümüzü daha yakından tanımamız gerekiyor.

    Sufizm, Mevlana ve Mevlevilik

    Afganistan’ın Belh kentinde 1207 yılında doğmuş olan Mevlana Celaleddin-i Rumi tanınmış bir düşünür, tasavvuf adamı ve Mevlevilik diye anılan tarikatın öncüsüdür. Mevlana soylu bir aileden gelmektedir. Annesi Mümine Hatun Belh Emiri Rükneddin’in kızıyken ünlü bir din bilgini olan babası Muhammed Bahaeddin Veled, Sultanü’l-Ulema (=Alimlerin Sultanı) olarak anılmaktadır. Yaşamı, 1075-1308 yılları arasında hüküm süren Anadolu Selçuklu devleti dönemine denk düşen Mevlana henüz 5-6 yaşlarındayken, ünlü bir din bilgini olan babasıyla birlikte Belh’den ayrılmak zorunda kalmıştı. Mevlana ailesini bu zor ve tehlikeli yolculuğu göze almaya zorlayan, o sıralar başlamış olan ve zamanla Çin’den Avrupa’nın ortalarına kadar uzanan geniş bir alanı etkileyecek olan kötü ünlü Moğol istilasının başlamış olmasıydı. (Aşağıda da göreceğimiz gibi bu, Mevlana’nın Moğol istilacılarıyla iyi ilişkiler kurmasını engellemeyecektir.) Bağdad, Şam, Malatya, Erzincan ve Karaman illerini dolaştıktan sonra Konya’ya yerleşen kafilenin Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat tarafından büyük bir saygıyla karşılandığı anlaşılıyor. http://www.sadabat.net/ adlı sitede yer alan “Mevlana Celaleddin Rumi” başlıklı yazıda bu konuda şöyle deniyor:
    “Bütün İslam aleminde yüksek itibar ve şöhrete sahip olan Bahaeddin Veled, Selçukluların Sultanı Alaeddin Keykubat’tan yakın alaka ve sonsuz hürmet görür. Bahaeddin Veled, 3 Mayıs 1228 tarihinde Selçukluların baş şehri Konya’yı şereflendirip yerleştikden kısa bir süre sonra, son derece samimi dindar olan Sultan Alaeddin Keykubad (saltanat müddesi 1219-1236), sarayında Bahaeddin Veled’in şerefine büyük bir toplantı tertip etti ve bütün ileri gelenleriyle birlikte onun manevi terbiyesi altına girdi.” Mevlana, babasının 1231’de ölümü ve büyük bir törenle Selçuklu Sarayı’nda gül bahçesi denilen yere gömülmesinden sonra onun makamına oturdu. Bir süre, -babasının dostu ve öğrencisi- Seyyid Burhaneddin adlı bir başka ünlü din bilgininden eğitim alan Mevlana’nın 1244’te tanıştığı Şems-i Tebrizi adlı mistik dervişten büyük ölçüde etkilendiği, bir ara eğitimini sürdürmek için Halep ve Şam’a gittiği, yaşamını Konya’da sürdürdüğü, orada fıkıh ve dinbilimi dersleri verdiği, aralarında Mesnevi, Fihi-Ma Fih (=Ne Varsa İçindedir), Divan-ı Kebir (=Büyük Divan), Mektubat (=Mektuplar) gibi kitapların bulunduğu bir dizi yapıt verdiği ve 17 Aralık 1273’te tarihinde öldüğü biliniyor.
    Mevlevilik olarak anılan tarikatın kuruluşu, Mevlana’nın ölümünden sonra gerçekleşecekti. Mevlana’nın kendi isteği gereğince ölümünden sonra yerine halifesi Hüsameddin Çelebi geçmiş, onun da 1284’te ölmesinden sonra Mevlana’nın postuna oğlu Sultan Veled (1226-1312) oturmuştur. Sultan Veled ölünceye kadar bu makamda kalmış, bu arada bir dizi yapıt kaleme almış, Mevleviliğin esaslarını ve kurallarını yerleştirmiş ve Konya dışında da Mevlevihanelerin açılmasına öncülük etmiştir. Mevlana’nın oğlu Sultan Veled’in kurduğu Mevlevilik, özellikle onun oğlu Ulu Arif Çelebi (1272-1320) döneminde yayılacak, aşağıda da görüleceği gibi Mevleviler askeri-feodal Anadolu Selçuklu, Moğol İlhanlı, Osmanlı devletlerinin ve dönemlerinin mülksahibi sınıflarının desteğini alacak, Anadolu ve Rumeli’de geniş bir mevlevihane ağı oluşturacaklardı.
    Mevlevilik, tasavvufa, yani İslam mistisizmine ya da Sufizme dayalı tarikatlar arasında yer almaktadır. O halde öncelikle bu akımın özelliklerine kabaca göz atmamız gerekiyor. VIII. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlayan -ve benzerlerine Hristyan dünyasında da rastlanan- Sufi tarikatları İslamı daha esnek ve “hoşgörülü” bir tarzda yorumlamakta, İslam dininin zorunlu gördüğü tapınma kurallarına genel olarak uymamakta, ortodoks İslam’ın yasakladığı türbe ve evliya ziyareti gibi uygulamalara yer vermekte, ermişlerin kerametlerine değer biçmekte, yürek ve ahlak temizliğinin önemini vurgulamakta, müridlerini maddi dünya ile ilişkilerini en alt düzeye indirmeye, sade bir yaşam sürmeye, inzivaya (=halvet) çekilerek çile çekmeye ve bu yolla ilahi aşkı aramaya ve Tanrıyla birleşmeye yöneltmektedirler. Mevlana’nın oğlu Bahaeddin Veled şöyle diyordu:
    “Dervişin dünya ve dünya ile ilgili her şeye yüz çevirmesi lâzımdır. Çünkü dünya sevgisi, bütün kötülüklerin başıdır.” Ünlü İslam düşünürü İbni Rüşt ise Sufi olarak da tanımlanan tasavvuf erbabını benzer bir biçimde tanımlıyordu:
    “Sufiler, bütün fiziksel isteklerden kendilerini kopardıktan ve zihinlerini varılması istenen amaç üzerinde yoğunlaştırdıktan sonra Tanrı’yı yüreklerinde bulacaklarını ileri sürerler.” (Aktaran Will Durant, The Age of Faith, New York, Simon and Schuster, 1950, s. 258)
    İslamın -ve Hristyanlığın- bu farklı ve daha esnek ve “hoşgörülü” yorumunun ortaya çıkışının bir nedeni, onun kaçınılmaz olarak, yayıldığı alanlardaki İslamiyet öncesine ait dinsel inançlarla, yerel geleneklerle ve yerel kültürün diğer öğeleriyle karşılıklı bir etkileşim içine girmesiyse diğer nedeni de zamanla egemen sınıflarla daha büyük ölçüde özdeşleşen ortodoks İslama karşı ezilen ve muhalif sınıf ve katmanların üstü örtülü ya da açık siyasal hoşnutsuzluk ve muhalefetinin kendisini dinsel bir görünümle ortaya koymasıdır. (1) Tam da bu nedenle sözünü ettiğim tarikatlar genellikle ve uzun bir süre işte bu ezilen ve muhalif sınıf ve katmanların sözcüsü konumunda bulunan Şiilikle yakın ilişki içinde olmuşlardır. Tasavvufi tarikatların devletleşmiş Sünni İslam’ın Ortadoğu, Orta Asya ve Kuzey Afrika’da egemenliğini kurduğu Emevi devleti (661-750) döneminde, yani başında Halife’nin bulunduğu saray aristokrasisi ve toprak ağalarıyla yoksul emekçi yığınlar ve Arap işgalcilerle Arap-olmayan etnik gruplar arasındaki çelişmelerin keskinleştiği VIII. yüzyılda ortaya çıkmaya başlaması asla bir rastlantı değildir. Bütün Sufi tarikatlarının, hele daha sonraları ortaya çıkan Nakşibendilik gibi Sünni tarikatlarının böyle bir düzen-karşıtı eğilim taşıdığı söylenemez elbet; ancak Sufilerin, sade ve yoksul bir yaşam sürdürmeyi öğütlemelerinin ve dünya nimetlerine yüz çevirmelerinin, emekçi yığınların vahşi bir tarzda sömürülmesi ve işgal edilen ülkelerin yağmalanmasıyla elde edilen büyük ölçekli zenginlik sayesinde debdebeli bir yaşam sürdürmeye koyulan egemen sınıflara karşı bir protesto potansiyeli taşıdığı ve IX. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında ortaya çıkan toplumsal başkaldırı hareketlerinde Sufi tarikatlarının önemli, hatta başat bir rol oynadığı açıktır. (Aşağıda değineceğim Babai isyanı bunun en iyi örneklerinden biridir.) Tabii, sözünü ettiğim hoşnutsuzluk ve muhalefetin kendisini İslami bir renkle ve İslam’ın farklı ve ortodoks-olmayan yorumu biçiminde açığa vurmasının hiç de şaşırtıcı olmadığını belirtmeliyim. Ortaçağlarda, halkın -çok geri olan- siyasal eğitim ve bilgi düzeyi, eğer son derece dar ve etkisiz bir sekt olarak kalmak istemiyorsa toplumsal muhalefetin kendisini dinsel bir muhalefet gibi sunmasını zorunlu kılıyordu. Engels’in Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı yapıtında dediği gibi,
    “Ortaçağ, bütün öteki ideoloji biçimlerini: felsefeyi, siyaseti, hukuk bilimini, tanrıbilimin bir eki haline getirmiş, bunları tanrıbilimin birer altbölümü yapmıştı. Böylece her toplumsal ve siyasal hareketi tanrıbilimsel bir biçim almaya zorluyordu; büyük bir fırtına koparmak için, yığınların yalnızca dinle beslenen kafasına kendi öz çıkarlarını dinsel bir kisve altında sunmak gerekiyordu.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar 3, Ankara, Sol Yayınları, 1979, s. 454)
    Batıni (=esoterik) bir nitelik taşıyan, yani Kuran’ın ayetlarinin ve hadislerin dış (zahiri ya da görünür) anlamlarının yanısıra bir de iç (batıni ya da gizli) anlamlarının bulunduğunu, bu anlamların ise yorumlama yoluyla anlaşılabileceğini savunan bu tarikatların hemen hemen hepsinin bir ortak özelliği onların Vahdet-i Vücut (=varlığın birliği) anlayışını benimsemeleridir. Felsefede ve tanrıbilimde panteizm olarak adlandırılan anlayışla büyük ölçüde örtüşen varlığın birliği anlayışına göre, Tanrı evrenin üzerinde/dışında bir varlık olmayıp onunla özdeştir ve/ya da Tanrı varolan herşeyde belirmektedir. Bu anlayışın, Tanrı’yı evrenin ve tüm varlıkların yaratıcısı sayan, onun dışında ve üstünde gören ve onu öncelediğini savunan geleneksel tektanrılı dinlerin ve dolayısıyla ortodoks İslam’ın ve Kuran’ın yaklaşımından farklı olduğu bellidir. Bazı Sufilerin varlığın birliği anlayışını daha uç yorumlara tabi tuttukları, örneğin Hallac-ı Mansur’un -Tanrı’nın tüm varlıklarda belirdiği görüşünden hareketle- “Ene’l-Hak” (=Ben Tanrıyım) demesinden ötürü sapkınlıkla suçlandığı, işkence edildikten sonra 922’de yakılarak öldürüldüğü biliniyor. Mevlana’nın, “İnsanı sevmek, Tanrıyı sevmektir.” ve “Yaratıktan şikayet, Yaratandan şikayettir” (Mektuplar: 136) ve “Hiçbir şey görmedim ki, Tanrı’yı onda görmemiş olayım” (Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri I, s. 283) türünden sözler söylemesi de bundandır. Sufi metinlerinde ve Mevlana’nın yapıtlarında sözü edilen aşksa, Tanrıya duyulan sevgi ve özlemdir. Onlara göre insan Tanrı’dan gelmiştir, yine Tanrı’ya dönecektir. Aslolanın öbür dünya olduğunu, geçici ve göreli bir nitelik taşıyan bu dünyaya gelişin bir çeşit bedene hapsolma anlamına geldiğini savunan Sufilere göre insan dünya nimetlerine sırtını dönerek Tanrı’ya dönmek ve sonunda onda yokolmak (=fena filah) için uğraş vermelidir. (Özellikle XIV. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan Nakşibendilik gibi Sünni tasavvuf akımlarının varlık birliği anlayışını daha farklı bir yoruma tabi tuttukları, değişen ölçülerde reddettikleri, yaratanla yaratılan arasındaki özdeşlik düşüncesine karşı çıktıkları bilinmektedir.) Bu nedenle Sufiler, insanın ya da müritlerin kendi şeyhlerinin gözetimi altında eğitim görmek ve sınanmak (oruç tutma, az uyuma, az konuşma vb. suretiyle benliklerini temizlemek) ve Tanrı’ya ulaşmak için bir dizi kural koymuşlardır. Tasavvuf erbabının yaratanı sık sık anması, başına gelen kötülüklere, kazalara ve diğer insanların olumsuz davranışlarına sabırla katlanması, Tanrı’nın verdiği nimetlere şükretmesi gerekmektedir.
    Buradan Mevlana ve izleyicilerinin düşüncelerine geçebiliriz. En azından lafız düzeyinde Mevleviliğe göre de tasavvuf eğitiminin amacı insanın kendini bulmasını sağlamak, nefsini zayıflatmaya ve öldürmeye çalışmak, paraya kölelikten kurtulmak, Tanrısal olmayan varlıklardan arınmak, Tanrı’yı bulmak, onun içinde erimektir. Bunun yolu da onun kendisini mürşidi (yani yolgöstericisi) ya da şeyhine tabi kılması, onun tüm isteklerini kabul etmesi, onun sözünü dinlemesi, dahası ona itaati Tanrı’ya ve Peygambere itaat, ona karşı çıkmayı Tanrı’ya ve Peygambere muhalefet bilmesidir. Bu nedenledir ki Mevlana’nın, Mevleviliğin kurucusu sayılan oğlu Bahaeddin Veled şöyle diyordu:
    “Şeyh yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Madem ki her şey Hak’tandır ve ona döneceğiz, o halde biran önce dönmek ve mesafeyi kısaltmak için bir şeyhe tâbi olmak gerekir. Allah, yeryüzüne nebîleri, insanları hidâyete yöneltmek ve dalâletten kurtarmaları için gönderilmiştir. Şeyh ve nebiler aynı durumdadırlar. Allah, şeyh suretinde Allahlık eder.”
    Mevlana’ya göre tasavvufun amacı insanı olgunlaştırmak, onu insan-ı kamil (=kusursuz insan) haline getirmektir. Bunun için insanın çile çekmesi ve çeşitli sıkıntılara katlanması gerekir. Bu nedenle Mevlevi adayları; sema dönmeyi, ney çalmayı ve ilahi okumayı öğrendikten, tarikat eğitimi aldıktan, 1001 gün süreyle meydancılık, çamaşırcılık, bulaşıkçılık, sofracılık, kandilcilik, yatakçılık, türbedarlık gibi hizmetleri yerine getirdikten, belli bir süre hücrede çile çıkardıktan sonra tarikatın saflarına kabul edilirler. Geçerken, genellikle egemen sınıfların (feodal ve burjuva mülk sahiplerinin) bir tarikatı olan Mevleviliğin çile çekme ve sıkıntılara katlanma anlayışının Sufi tarikatlarının çoğununkinden farklı olduğunu belirtmek gerekir. Mevlana’ya göre gerçeği arayan kişinin dünyadan, dünya nimetlerinden kaçmasına gerek de yoktur. Çünkü, dünya Tanrının tezahürüdür. O şöyle demektedir:
    “Bizde riyazat yoktur. Yolumuz baştan başa yaşayış yoludur. Huzur ve Barıştır.” Ancak yaşam pratikleri Mevlana’nın ve Mevlevi tarikatının tepe noktalarında yer alanların dünya nimetlerinden hiç de kaçmadıklarını göstermektedir.
    Mevlana için ölüm, yeniden doğma ve gerçek var oluştur. O, “Tanrı erlerince ölüm, Tanrı’yı görmektir.” (Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri I, s. 466) demektedir. Ona göre, biz dünyaya gelmeden önce özgür ve mutlu bir hayat yaşayan, ancak bu dünyaya gelerek bedenin tutsağı olan ruh, bedeni terkederek tekrar eski mutluluğuna kavuşabilir.
    Mevlana bu düşüncesini şöyle dile getiriyor:
    “Dünya zindanında ve tabiatın kuyusunda hapis kalıp beden sandığının esiri olan insan ruhu, birden bire Tanrı’nın lütfu ile kurtulup kendi aslına ulaşır.” (agk, s. 424)
    “Bu alem, sizin canlarınızın hapishanesidir; uyanın o tarafa gidin. Zira o taraf sizin sahranız, mesire yerinizdir.” (Mesnevi I, s. 525) Bu nedenle Mevlana ölüm olayına “ortalama” insandan farklı yaklaşmaktadır. “Ortalama” insana göre ölüm, onun varoluşunun bitimi ve dolayısıyla kural olarak korku verici olaydır. Genelde tasavvufa ve özelde Mevleviliğe göreyse ölüm, öncesiz ve sonrasız gerçek olan Tanrı ile buluşma ve sonsuz yaşama kavuşmadır. Onun için Mevlana ölümü şeb-i arus, yani sevgili ile buluşma anı olarak nitelendirmiştir.
    Dolayısıyla tasavvufa bağlı insanın amacı, bu dünyada iken Tanrı’yla mistik iletişime geçmek, ona yaklaşmak, yüreğini Tanrı sevgisiyle doldurmak, böylece en azından ruhsal olarak sonsuz yaşama kavuşmak ve Tanrı’nın içinde erimek için gereken hazırlıkları yapmaktır. Bunun yolu kişinin yani müridin şeyhinin yardımıyla kendi benliğine, gönlüne yönelmesidir. Mevlana şöyle der:
    “Canının içinde bir can var, o canı ara!/Dağının içinde bir hazine var, o hazineyi ara!/A yürüyüp giden sûfî, gücün yeterse ara;/Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara!” (Rubâîler I, s. 43)
    Burada yapılmak istenen, bir yandan da fiziksel çalışma, halvete çekilme yoluyla sınanan müridin riyazet (=az yeme-içme yoluyla nefsi kırma) ve ibadetle arındırdığı yüreğine Tanrı’nın yerleşmesini sağlamaktır.
    Mevleviliğin simgesi sayılan sema, işte bu Tanrı’yla birleşme, onun içinde erime eyleminin önemli bir öğesidir. Mevleviler semahanelerde; rebab, zurna, nakkare ve başarat adlı çalgılarla yapılan müzik ve okunan şiir eşliğinde olduğu yerde dönmek suretiyle sema yaparken kendilerinden geçtiklerine ve Tanrı’ya yaklaşmakta olduklarına inanırlar.
    Bu çerçevede Mevlâna, tasavvufu şöyle tanımlamaktadır: “Tasavvuf aşk ve vecdle ilahi vuslata erişmektir. Can ve beka alemidir.” Burada “aşk ve vecd ile ilahi vuslata ermek”ten kasıt, seven ile sevilenin birleşerek tek bir vücut haline gelmesidir; bir başka deyişle tasavvufun özü Tanrı’ya duyulan aşktır. İnsan ancak Tanrı’ya aşkla ulaşabilir. Şimdi onun bu konudaki düşüncelerinden bir buket sunalım:
    “Dünyada aşk gibi bir üstad, bir mürşit ve insanı doğru yola ulaştıran bir kimse yoktur.” (Ahmed Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri I, s. 408)
    “İnsanlar, kuşkular, işkiller içindedir. Ondan kuşkuyu işkili gidermeye imkan yoktur; meğer ki aşık olsun. Aşık oldu mu, onda ne kuşku kalır, ne işkil. Bir şeyi sevdin mi ona karşı kör eder, sağır eder o sevgi seni.” (Fihi Mafih, s. 86)
    “Nerede olursan ol, ne halde bulunursan bulun; sevmeye, aşık olmaya çalış. Sevgi mülkün, ülken oldu mu, boyuna aşık olursun; mezarda da, mahşerde de, cennette de aşık olursun; sonu gelmez ya; boyuna aşık olursun.” (Fihi Mafih, s. 146)
    “Aşksız yaşama ki, ölü olmayasın; Aşkla öl ki diri olasın.” (Mektuplar, s. 36)
    “Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Hakk’ın vasıflarındandır. Ondan başkasına aşık olmak, geçici bir hevestir.” (Mesnevi VI, s. 971)
    “Ebubekir’in diğer insanlara üstünlüğü çok ibadet etmesinden değil, Tanrının lütfettiği sevgi yüzündendir.” (Fihi Mafih, s. 186)
    İnsanlara bu dünyada iken Tanrı’yla mistik iletişime geçmeyi, ona yaklaşmayı, yüreğini Tanrı sevgisiyle doldurmayı, böylece en azından ruhsal olarak sonsuz yaşama kavuşmak ve Tanrı’nın içinde erimek için gereken hazırlıkları yapmayı öneren Mevlana’nın düşünce sistemi içinde akıl ve -o dönemde daha çok “felsefe” sözcüğüyle karşılanan- bilim en iyimser bir anlatımla ikincil bir yere sahiptir. (Tam da burada İslam’da ve Mevlana’daki “ilim” sözcüğünün bugün kullanmakta olduğumuz “bilim” sözcüğüyle bütünüyle örtüşmediğinin altı çizilmeli. Örneğin Gazali (ölümü 1111), ancak Tanrıbilim kapsamındaki bilgilerin ilim (ya da bilim) olarak nitelenebileceğini, bunun dışındaki düşünsel ve entellektüel çalışmaların bu kategoriye sokulamayacağını ileri sürüyordu. Bugün bilim dediğimizde matematiğin dalları da içinde olmak üzere doğa ve toplum bilimlerini anlıyor, metafiziği, tanrıbilimi vb. bu kavramın dışında bırakıyoruz. İslam’a göre ise “İnsan gerçek ilmi, kâinatı ve Kur’ân’ı okuyarak elde eder; elde ettiği bu ilim neticesinde kendini tanır veya değişik bir yolla önce kendini tanır, sonra da kâinatı ve Kur’ân’ı okur.” İslam anlayışı ilmi vahiysel bir gerçeklik olarak algılar ve onun kaynağını ise Tanrı olarak görür.)
    Genelde mistikler ve özelde İslam mistikleri ya da mutasavvıflar aklı güvenilir bir bilgi kaynağı saymazlar. Cemil Sena’nın dediği gibi,
    “Genel olarak mistikler için bir akıl gözü, bir de kalp gözü (basiret gözü) vardır. Onlar aklı yalancı bir fakülte saydıkları için, bunun yanıldığına, aldandığına inanırlar. Onlara göre, insanı sonsuzlukla özdeş bir hale getiren aşk’tır; bunun için de aklı bir tarafa atmalıdır.” (Hazreti Muhammed’in Felsefesi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1993, s. 47)
    Ünlü bir din bilgini olduktan, Bağdat’taki Nizamiye medresesinde uzun süre hocalık yaptıktan sonra dinin gerçekliği konusunda kuşkuya düşen ve daha sonra İslamla tasavvufu bağdaştıran Gazali “…. aktif Sufizmi, Ustalık kapasitesine sahip çok sınırlı sayıda insanın gerçekleştirebileceği uzmanlaşmış bir girişim sayıyordu.” (Idries Shah, The Sufis, s. 172) İslam dünyasının en büyük otoritesi sayılan Gazali, İhyau Ulumi’d-Din (=Din Bilimlerinin Canlandırılması) adlı yapıtında şöyle diyordu:
    “İlahi ilim konusu öylesine derindir ki bunu ancak ona sahip olanlar gerçekten bilebilirler Bir çocuk, bir yetişkinin marifetleri konusunda gerçek bir bilgiye sahip olamaz. Sıradan bir yetişkin bilgili bir insanın marifetlerini anlayamaz. Aynı şekilde, bilgili bir insan aydınlanmış velilerin ya da Sufilerin deneyimlerini anlayamaz.” (agk, s. 176)
    Mevlana da tasavvufa, yani İslam mistisizmine bağlılığı nedeniyle aklın sınırlılığını, herşeyin akılla kavranamayacağını, daha doğrusu esas olanın sezgi, dinsel deneyim, keşif ve esin olduğunu savunmakta, hatta yer yer aklı ve bilimi aşağılamaktadır. “Akıl, Hakk’a ulaşma yolu değildir” diyen Mevlana bir şiirinde felsefeyi ve felsefecileri şu sözlerle aşağılıyordu:
    “Küçük felsefeci kör olacak/Işık ondan uzakta kalacak/Felsefecide dinin çiçeği açmayacak/Çünkü Sen onu onda dikmeyeceksin.” Ona göre,
    “Akıl, aşkın şerhinde çamura batmış merkep gibi aciz kaldı. Aşkın da aşıklığın da hakikatini söyleyecek yine aşktır.” (Mesnevi I, s. 120).
    “Akıl, Tanrı gölgesidir. Tanrı ise Güneş….gölge güneşe karşı durabilir mi?” (Mesnevi IV, s. 211)
    “Cennettekilerin çoğu saf kişilerdir, böylelikle felsefenin şerrinden kurtulurlar.” (Mesnevi VI, s. 1370)
    Yrd. Doç Dr Celaleddin Çelik, 2002’de kaleme aldığı “Mevlana’nın Fikirlerinin Türklerin Dini Hayatına Etkileri” adlı yazısında bu konuda şunları söylüyordu:
    “Mevlânâ sürekli olarak dinî tecrübeyi de öne çıkarmıştır. O’nun, düşüncelerinde duygusal ve sezgisel ağırlık, derin bir dinî tecrübeyi benimsemesi ile bağlantılıdır. Cüz- i aklın sınırlarına işaret eder, kişisel tecrübelerin mantıki tartışmalardan ve beş duyudan daha ikna edici olduğunu savunur.” (2)
    Ünlü mesnevihan Şefik Can ise, 21 Kasım 2007 tarih ve “Hazreti Mevlana’nın Etrafındakiler” başlıklı yazısında,
    “Aslında (Endülüs kökenli ünlü Sufi- G. A.) Muhyiddin-i Arabi de, Mevlânâ Hazretleri gibi aklın mahsulü olan bilgiyi çok gerilere atmıştır. O da Mevlânâ gibi iman yolunda, aklı kurban etmiştir de gönül yolunda, keşf ve ilham yolunda yürüyerek Şeyh-i Ekber olmuştur” derken Mevlana’nın “Mustafa’nın (yani Hazreti Muhammed’in- G. A.) huzurunda aklı kurban et” deyişine göndermede bulunmakta ve -çok ünlü bir Sufi alim olan- Arabi gibi Mevlana’nın da aklı ve akıl ürünü bilgiyi önemsemediğini kabul etmektedir.
    Bütün bunlar ve egemen sınıflarla ve devlet aygıtıyla içli-dışlı olmaları Mevlevileri, bağnaz Müslümanların saldırılarına uğramaktan alıkoymamaktadır. Mevlana’nın Hristyan din adamları, esnaf ve zanaatkarlarıyla rahat bir ilişki içinde olmuş olması, onun bazı öykülerinin erotik bir nitelik taşıması, Mevlevilerin şarap içebilmeleri, müzik ve şiir yapmaları, raksetmeleri ve diğer güzel sanatlarla uğraşmaları, kadın-erkek ilişkileri konusunda liberal denebilecek bir tavra sahip olmaları, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyıllarında çağdaşlaşma adına yapılan reformlardan yana tutum almaları vb., onları Türkiye ve dünya burjuvazisinin ana gövdesi ve burjuva aydınları katında saygın bir konuma oturtmaktadır; ama bütün bu saydığım özellikleri Mevlana ve Mevlevilerin bağnaz Müslümanlar tarafından Kuran’ın ve İslam’ın ilkelerine aykırı konumda ve sapkın kişiler olarak algılanmaları için fazlasıyla yeterli olmaktadır. Gerçekten de Mevleviler ortodoks Müslümanlardan farklı olarak varlığın birliği anlayışını savunmakla ve ayinlerinde musiki ve sema’ya yer vermekle kalmamışlardır; onlar resme de karşı çıkmamış, dahası şiire, müziğe, hattatlığa ve genelde güzel sanatlara ilgi göstermişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu döneminin bir çok ünlü divan şairi Mevlevidir. Doç. Dr. Osman Horata, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisinde yayımlanan “Mevlana ve Divan Şairleri” başlıklı makalesinde şöyle diyordu:
    “Edebiyatımızda Mevlevi olan Divan şairlerinin sayısı 300’ü bulmaktadır. Bu Mevleviliği yüzde 68 gibi büyük bir oranla Divan şairlerinin en çok rağbet ettikleri tarikatların ilk sırasına yerleştirmektedir. Diğer tarikatların oranı ise yüzde 10’ların altında kalmaktadır.”
    Ahmet Özalp’ın deyişiyle, “Mevlevi tekkeleri, tarikat faaliyetlerinin yanısıra bir sanat ve kültür kurumu gibi çalışmış, baştan beri birçok şair, yazar ve bestecinin yetiştiği merkezler olmuştur.” (Mevlevilik)
    Tabii bütün bu farklı ve özgün yanları, “ılımlı” ve entellektüel bir Sünni tarikatı olan Mevleviliğin İslam’ın genel çerçevesinin dışına çıktığı anlamına gelmemektedir. Zaten Mevlana da, “Canım bedenimde oldukça Kuran’ın kuluyum, seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım. Birisi, sözlerimden bundan başka bir söz naklederse; ondan da şikâyetçiyim ben, bu sözden de şikâyetçiyim” ya da “Tıpkı bir pergel gibi; bir ayağım şeriatte sâbit olduğu halde, öteki ayağımla bütün kâinatı dolaşırım” deyişleriyle bunu doğrulamaktadır.
    Sultan Veled’den itibaren Mevleviliğin bir tarikat haline gelmesiyle birlikte Konya’daki merkez tekke şeyhliği babadan oğula ya da ailenin büyüğüne geçmeye başladı. Zamanla merkez tekke şeyhliği makamına oturan kişiye Çelebi adı verilir oldu. Tarikatın şeyhi önceleri, makamda oturan kişi tarafından belirlenirken bunlar daha sonra öndegelen tarikat yöneticilerinin onayıyla atanmaya, hatta bazan padişahların iradesiyle saptanmaya başladı.

    XIII. Yüzyıl Anadolusu

    a- Anadolu Selçuklu Devleti

    Her düşünür gibi, kaçınılmaz olarak yaşadığı dönemin maddi koşullarının ve entellektüel ortamının bir ürünü olan Mevlana’nın görüşlerinin gerçek anlamını ve onun ünlü “hoşgörüsü”nün sınıfsal niteliğini kavramak için, onun yaşadığı çağa, bu çağın siyasal ve ekonomik koşullarına ve entellektüel ortamına bakmak zorundayız. Bu bölümde bunu bir ölçüde yapmaya çalışacağım.
    Mevlana’nın yaşadığı XIII. yüzyıl Anadolusu; can çekişmekte olan Doğu Roma ya da Bizans İmparatorluğu, Orta Asya’dan kalkan ve önüne gelen bütün ülkeleri ve orduları yerle bir eden Moğol akınları, yoksulluk ve zulme karşı ayaklanan göçebeler ve yoksul köylüler, zanaatkarlar, Anadolu Selçuklu devleti ve -sürmekte olan Haçlı seferleri gibi- diğer bazı daha önemsiz aktörler arasındaki karmaşık ilişkiler ağı ve Selçuklu devletinin tarihsel evrimi temelinde anlaşılabilir. Ben burada bu ilişkiler ağına ve XIII. yüzyıl Anadolusu’na kuşbakışı göz atmakla yetineceğim.
    Kabaca 1075-1308 yılları arasında hüküm sürdüğünü söyleyebileceğimiz Anadolu Selçuklu devleti, 1038-1157 yılları arasında hüküm süren Büyük Selçuklu devletinin gerileme ve parçalanma süreci içinde ortaya çıkmıştı. Anadolu Selçuklu devleti, 476-1453 yılları arasında hüküm süren Bizans ile 1299-1923 yılları arasında hüküm süren Osmanlı arasındaki bir geçiş dönemi devleti gibi algılanabilir. Anadolu Selçuklu devleti dönemi, Anadolu’nun, -çeşitli nedenlerle- oldukça yavaş ilerleyecek olan bir Türkleşme ve Müslümanlaşma sürecine girdiği, ama aynı zamanda Bizans’la, Haçlılarla, Büyük Selçuklularla, başta Danişmendliler gelmek üzere diğer Türk ve Kürt beylikleriyle, Eyyubilerle, Gürcülerle, Moğollarla vb. yapılan sürekli savaşlarla ve iç çatışmalarla/hanedan kavgalarıyla geçen bir dönem olacaktı. Büyük Selçukluların, Bizans’ı 1071’de Malazgirt’te yenmelerinin ardından Türklerin Anadolu’ya daha büyük yığınlar halinde girmeye başladığı biliniyor. O sıralar iç çatışma ve parçalanmalarla iyice zayıflamış ve büyük ölçüde çürümüş olan ve giderek küçülen Bizans varlığını, ancak Türk ve Frank kökenli paralı savaşçıların yardımıyla ve gerek Rumeli ve gerekse de Anadolu’dan üzerine yürüyen daha geri ve barbar toplulukları birbirine karşı kullanarak ya da assimile ederek koruyabiliyordu. 1071’den sonra, büyük ölçüde kendi inisiyatifleriyle hareket eden Türk akıncıları hızla Batıya doğru ilerleyecek, (3) 1081 yılında Bizans için simgesel ve dinsel bir önem taşıyan İznik’i ele geçirecek, bunu Bizans’ın, Türk akınlarına karşı yardım için başvurduğu Papalığın ve Batı Avrupalı kralların örgütleyeceği Haçlı Seferlerinin özellikle birincisi (1096-99) ve ikincisinin (1147-1149) Selçukluları geçici olarak geriye atması izleyecekti. Ancak Bizanslıları 1176’da Afyonkarahisar yakınlarındaki Miryokefalon’da ağır bir yenilgiye uğratmalarının ardından Anadolu Selçukluları yarımada üzerindeki egemenliklerini pekiştirdiler. Çok geçmeden Bizans, kendisine yardım edeceğini umduğu Batı Avrupalı Hristyanlardan da ağır bir darbe yiyecek, 1200’de başlayan Dördüncü Haçlı Seferi Konstantinopolis’in 1204’te Haçlılar tarafından işgaliyle ve Konstantinopolis ve yakın çevresinde kurulan ve Bizanslıların saldırıları yüzünden ancak 1261’e kadar yaşayabilen Latin Krallığının kurulmasıyla sonuçlanacaktı.
    1205’te I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ikinci kez tahta çıkışından, I. Alaeddin Keykubad’ın öldüğü 1237 yılına kadar uzanan dönem, Anadolu Selçuklu devletinin en parlak dönemi sayılmaktadır. Herbert J. Muller, mimari yapıtlara olan tutkusu nedeniyle “Selçuk Jüstinyeni” diye tanımladığı I. Alaeddin Keykubad’ın Konya’yı çağın en büyük kentlerinden biri haline getirdiğini, bu dönemde Selçuklu mimarlarının çok sayıda görkemli cami, medrese, türbe vb. inşa ettiklerini, Konya’yı ve kendi sarayını Moğol istilasından kaçan Sufilerin, din adamlarının, şairlerin, filozofların, sanatkarların, ustaların barındığı bir merkez haline getirdiğini söylüyor. Muller, I. Alaeddin Keykubad’ın hükümranlığı döneminde Bizans ile karşılıklı kültürel alışverişin yoğunlaştığına işaret ettikten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:
    “Konya, gerçekten uygarlaşabilmesi için bir yüzyıldan fazla bir süre geçen imparatorluğun, şimdi trajik ölçüde kısa bir altın çağ yaşayacak ve ömrü Selçukluların Moğollara 1243’te yenilmesiyle sona erecek olan mücevheriydi.” (The Loom of History, New York, The New American Library, 1961, s. 327) V. Gordlevski Muller’in gözlemlerini doğruluyor. O, Selçukluların Küçük Asya’da çok sayıda han, kervansaray, cami, medrese, darülaceze vb. yaptırdığını söyledikten sonra şunları söylüyordu:
    “Sultan I. Alaeddin Keykubad, camiler, kervansaraylar gibi anıtsal yapılar dikmektedir; kentler kurmakta (Alaiye ve Kubadiye), Konya’nın ve Sivas’ın surlarını restore etmekte, başkentin su dağıtım sistemiyle ilgilenmektedir… Ticaret büyük kazançlar getirmektedir; zenginlikler yalnızca feodallerde yoğunlaşmakla kalmamaktadır…
    “Bu görkemli yapıları gören yabancı, kurucularının zenginliği karşısında saygıyla dolu bir heyecan duyuyordu. Ticaret genişliyor, sermaye ve az bulunan mallarla ilgili işler çeviren feodaller sınıfı zenginleşiyor, zenginleştikçe yapı yapıyordu.” (Anadolu Selçuklu Devleti, s. 238-39)
    Anadolu Selçuklu ordusu önceleri, kendi beylerinin komutası altında savaşan Türkmen savaşçılarına dayanıyordu. Hatta bu Türkmen savaşçıları Bizans’a karşı savaşarak, XII. yüzyılın ikinci yarısına kadar merkezi otoritesi zayıf olan devletin sınırlarını hızla Batıya doğru genişletmişlerdi. Merkezi devlet ise, bir yandan feodal beylere dağıttığı iktalar aracılığıyla hem onlara bağlı Türkmenleri yerleşik hale getirmeye ve onların tarımsal üretim yoluyla yaratacağı artı-ürünü gasbetmeye hedefliyor, hem de bu yerel beylerin sadakatini güvence altına almayı ve herhangi bir savaş anında onlara bağlı savaşçıları hizmete çağırmayı hesaplıyordu. Ancak, merkezi devlete bağlılıkları sık sık değişebilen yerel beylerle ve özellikle de askeri disiplini zayıf olan Türkmen yığınlarıyla bağları zayıfladığı ölçüde Selçuklu yönetimi giderek daha çok paralı askerlere ve/ya da kiralanan birliklere bağımlı hale gelmeye başladı. Bu süreçte sultan ve sarayın korunması, çoğunluğu Türk-olmayan yabancı etnik gruplardan askerlere emanet edilecekti.
    Şurası da unutulmamalı ki, Anadolu Selçuklu devleti esas olarak yoksul Türkmen kitlelerine dayanmakla birlikte onları aşağılayan ve küçükseyen, hatta Türkçe değil Farsça konuşan/yazan ve kendilerine Keykubad, Keykavus, Keyhüsrev gibi Farsça adlar veren ve pek çok durumda Türk-olmayan eşlerle evlenen sultanlar ve onlara bağlı askeri şefler ve/ya da yerel feodal beyler tarafından yönetiliyordu. Prof. Dr. Mustafa Akdağ’a göre “gerek siyasi hakimiyetinin sembolü olmak ve gerek şehirde oturan Türk-Müslüman cemaatin idaresini İslam esasları dahilinde sağlamak gayesiyle, eline geçen her şehre İran’dan bir kadı tayin edip yol”layan (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt 1, İstanbul, Cem Yayınevi, 1974, s. 13), hatta vezir, diğer yönetici, hattat vb. açığını bu ülkeden karşılayan Selçuklu devleti zaman içinde, yani yığınlara giderek daha fazla yabancılaşmasına ve daha yerleşik bir karakter kazanmasına paralel olarak savunmasını paralı -Frank ya da Türk- askerlere emanet eden merkezi askeri-feodal aristokrasinin bir devleti haline geldi. Dışardan ya da uzaktan bakanların ilk başta gözüne çarpan ihtişamı, yoksul göçebe ve köylü Türkmen kitlelerini acımasızca ezen ve sömüren askeri-feodal beylerin çıkarlarını savunan Anadolu Selçuklu devletinin özünde yatan zayıflığı gizlemeye yetmiyordu.
    Anadolu Selçuklu devletinin önemli bir sömürü ve kazanç kaynağı da köle ticaretiydi. Gordlevski bu konuda şunları yazıyordu:
    “Askeri seferler, canlı işgücü yedeklerini, sürekli olarak bütünlüyordu; savaş ganimeti olarak bu güç feodala ucuz, bedava veriliyor ve tutumsuzca harcanıyor, çabucak azalıyordu. Fethedilen kentlerin ve bölgelerin halkı (çoğunlukla Hristyanlar), köle topluluğuna dönüşüyor, kalabalıklar halinde, ülke içinde oradan oraya sürülüyordu…
    “Savaştan sonra kentlerin pazarlarını, köleler ve tutsaklar dolduruyordu. Bunlar, hem Kıpçak bozkırlarından, hem Akdeniz kıyılarından getiriliyordu. Ama, barış zamanında da köle akını daima sürüyordu; köle ticareti büyük karlar sağlıyordu.” (Anadolu Selçuklu Devleti, s. 166)
    “Kral II. Levon’a karşı, Ermenistan üzerine yapılan sefer sırasında, ‘hesaba gelmez, sayısız ganimet’ ele geçirilmişti… Kayseri’de güzel bir Ermeni (erkek ya da kadın) tutsak 50 akçeye satılıyordu. Bu, kışın, sert soğuklarda (Küçük Asya’da etine büyük değer verilen) bir kekliğin fiyatından daha yüksek değildi.” (agk, s. 169)
    Speros Vryonis ve Bar Hebraeus da XII. ve XIII. yüzyıllarda Anadolu Selçuklularının giriştikleri seferlerde çok sayıda Hristyanı tutsak aldıktan sonra onları köle olarak sattıklarını belirtiyorlar. Örneğin, Bar Hebraeus’a göre Edessa’nın (=Urfa) ele geçirilmesinden sonra 16,000 Hristyan köleleştirilmiş ve Halep’te satılmıştı. Vryonis, The Decline of Medieval Hellenism and the Islamization of Asia Minor, 11th Through 15th Century (=11. Yüzyılla 15. Yüzyıl Arasında Ortaçağ Helenizminin Çöküşü ve Küçük Asya’nın İslamlaşması) adlı yapıtında Selçukluların Batı Anadolu’da giriştikleri seferlerde onbinlerce Greki köleleştirdiklerini belirtirken Süryani Mikael’in Kroniki’ni esas alan Bar Hebraeus Selçukluların 1185 ve onu izleyen yıllarda Kapadokya, Ermenistan ve Mezopotamya’da 26,000 kişiyi tutsak aldığını ve satılmak üzere köle pazarlarına gönderdiğini yazıyordu. Devam edelim.
    Giderek keskinleşen sınıf çelişmeleri, 1230’larda çok miktarda göçmenin Moğolların önünden kaçarak Anadolu’ya sığınması ve gene Moğollardan kaçan Harezm kuvvetlerinin Anadolu’nun Doğu illerindeki süregelen silahlı varlığı sonucu siyasal ve ekonomik istikrarın iyice sarsılması, bardağı taşıran son damla oldu: 1239’da, Anadolu Selçuklu devletine ağır darbeler indiren ve ertesi yıl büyük zorluklarla bastırılabilen Babai ya da Baba İshak ayaklanması patlak verdi. Onu Keykubad’ın oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev komutasındaki Selçuklu kuvvetlerinin 1243’te Kösedağ savaşında Moğollara yenilmesi ve Anadolu Selçuklu devletinin onlara bağımlı hale gelmesi izledi. Giderek daha da zayıflayan, iç çekişmeler ve Moğol/İlhanlı baskısı ve entrikaları yüzünden bir kaç parçaya ayrılan bu kukla devlet, son sultan II. Mesud’un 1308’de ölümüyle sona erdi. Şimdi bu süreçte belirleyici rol oynayan iki önemli tarihsel olaya biraz daha yakından bakalım.

    b-Babai İsyanı

    Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin vakanüvis, düşünür ve entellektüellerinin ezici çoğunluğu, -kendi dünya görüşleri nedeniyle- tıpkı bugünkü ardılları gibi, yaşadıkları toplumun refah ve debdebe içinde yaşayan küçük bir sömürücü azınlıkla açlık, yoksulluk ve zulme mahkum kılınmış bir çoğunluk arasında bölünmüş olduğu gerçeğinin üzerini örtmeye özen gösterirler. Dolayısıyla, Sultan ve ona vasallık eden feodal beylerden/askeri şeflerden ve büyük tacirlerden oluşan egemen sınıfla büyük çoğunluğu yoksullukla boğuşan köylüler, göçebe topluluklar ve zanaatkarlar arasındaki, bazan sert çatışmalara dönüşen keskin sınıf çelişmeleri dikkate alınmadan yapılacak herhangi bir tarih yorumu ve/ya da dönem analizi son derece yanıltıcı olmaya mahkumdur. Bu husus, Mevlana gibi kişiliklerin konumunu, felsefesini ve duruşunu değerlendirmek bakımından da belirleyici önem taşır. Babai isyanına geçmeden önce, büyük çoğunluğu hiç de Marksist ya da devrimci olmayan araştırmacıların sunduğu ve Mevlana’nın yaşadığı XIII. yüzyıl Anadolusu’nda emekçi yığınlarla feodal egemen sınıfları arasındaki derin uçurumu gösteren bazı verilere göz atalım.
    İsmail Hakkı Uzunçarşılı reaya’nın (sözcük anlamı “bir kimsenin yönetimi altında bulunanlar), yani üretici köylünün, görünüşte feodal devlete ait olan, ancak uygulamada bu toprağın kullanım hakkının yanısıra denetimine de sahip bulunan yerel feodal beylere ve/ ya da askeri şeflere bağımlı olduğunu ve sözkonusu toprağın el değiştirmesiyle birlikte köylülerin de toprak köleleri gibi efendi değiştirdiğini söylemektedir. O, merkezi devletin, askeri işlev ve yükümlülükleri de bulunan yerel feodal beylere verdiği toprak, yani ikta ya da diğer topraklar (mülk ve vakıf) üzerinde çalışan ve verdiği vergilerle egemen sınıfın sonugelmez gereksinimlerini karşılayan serf konumundaki üretici köylünün durumunu şöyle anlatıyordu:
    “Selçuki devleti topraklarındaki halk, arazinin idare tarzına göre ikta, mülk ve vakıf reayası idiler; bunlar öşür ve vergilerini kimin reayası iseler ona verirlerdi; toprak nereye aitse köylü de oranın reayası sayılırdı. Toprak ikta ise ve o ikta kime verilmiş ise orayı ekip biçen halk da o iktanın sahibinin reayasından addedilirdi. Toprak vakfa tahsis kılınmış veya mülkiyet üzere kime terkedilmiş ise reaya da oranın malı idiler. Bir mülk arazi vakfa intikal etse veya bir ikta mülk olsa köylü de toprağı ile beraber vakıf veya mülk raiyyeti olurdu.” (Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1970, s. 116)
    Osman Turan daha X. yüzyılda, yani Anadolu Selçuklu devletinin ve hatta Büyük Selçuklu devletinin kurulmasından önce Türk toplulukları içinde sınıf çelişmelerinin gelişmekte olduğunu şu sözlerle doğruluyordu:
    “… büyük zenginler ile fakir kitleler arasında husule gelen iktisadi tezat ve uçurumlar… birbirine düşman zümreler meydana çıkarmış idi.” (Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, İstanbul, Turan Neşriyat Yurdu Yayınları, 1969, s. 328)
    Yazar kitabında Anadolu Selçuklu egemen sınıfı mensuplarının zenginliğine ilişkin şu çarpıcı bilgileri de veriyor.
    “Bu gelişim sürecine bağlı olarak büyük bir varlıklı sınıf türemişti. Örneğin, Çankırılı Nusretüddin Çelebi’nin malvarlığının -taşınmaz mallar dışında- 10,000 koyun, 700 at ve 500,000 dirhem nakit olduğu; Moğolların Harput Kadısı Seyid Mecdeddin’den 500,000 dirhem, Aksaray’lı Şeyh Hacı Hamus’dan öteki mallarının yanısıra 12,000 altın aldıkları bilinmektedir. Hoca Mecdeddin’in bir kervandaki kumaş yüklerinin 50,000 dirhem değerinde olması, bir başka kervanda ise 300,000 yük şeker ve 100,000 altın bulunması bu konuyu aydınlatacak niteliktedir” (agk, s. 296-97)
    “Konyalı vezir Fahreddin Ali muazzam bir servete sahip idi. Kendisine, evlatlarına ve mensuplarına ait iktalar hariç günlük iradı 7,000 dirhem tutuyordu. 200 hassa kölesi hizmetindeydi. Onu otağında ziyaret eden Abdullah bin Abdüzzahir büyük hükümdarlardan daha debdebeli bir hayat sürdüğünü, hayrat ve iyiliğinin çok olduğunu ve bununla şöhret bulduğunu söyler.” (agk, s. 295-96)
    Turan, Büyük Selçuklu devleti ve Anadolu Selçuklu devletinde üretim ve ticaretteki gelişmenin egemen sınıf mensuplarını zenginleştirirken köylüyü yoksullaştırdığını da söylemektedir:
    “Ticari kazanç ve servetlerin artması karşısında umumiyetle toprak gelirine dayanan vergiler kifayetsiz kalıyor ve içtimai adaletsizliğe sebep oluyordu… Bu iktisadi inkişaf sayesinde büyük bir sermayedar ve zenginler sınıfı meydana gelmiş(ti).” (agk, s. 267)
    Bu gelişmeye Mustafa Akdağ da işaret etmektedir. O, Türkmenlerin Anadolu’ya kitlesel olarak girdiği 1071’den sonra Batıya doğru sürülen Hristyan ahalinin mal ve mülküne gaza gerekçesiyle ve askeri güç kullanarak el koyan askeri şeflerin zenginleşmesini şöyle anlatıyordu:
    “Türk asker ve beyleri zaptettikleri şehirlerde arsa spekülasyonları yapmayı ve ganimet emlaki elde etmeyi çok sevdiklerinden, böyleleri çabucak askeri hüviyetlerini kaybederek hemen şehirlerin zengin ve nüfuzlu aileleri durumuna geçiyorlardı…
    “Yukarda söylediğimiz üzere, gazilik sıfatlarından dolayı şehirlerde pek kolay ve çabuk servet yığan Türk zenginleri, medrese, cami, hanekah, zaviye gibi hayır müesseseleri yaptırmak ve bunları besleyecek vakıflar tesis etmekte çok cömertlik gösteriyorlardı…
    “Şu halde, Türk ahalinin zenginliği, bilhassa gayrımenkule dayanmaktaydı. Şehir ve kasabaların etrafındaki kıymetli bağ ve bahçelerin çoğu Türklerin elinde olduğundan başka han, hamam ve dükkanlar dahi onlara ait bulunuyordu.
    “…fertlerin refah ve zenginlik dereceleri de siyasi teşkilatta tuttukları mevkilerine tabi bulunuyordu. Mesela, bir şehirde, hükümet ricalini teşkil edenlerin aileleri zenginlikte de birinciydiler.” (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt 1, s. 13-16)
    V. Gordlevski ise feodal beylerin ve köylülerin durumu hakkında şu bilgileri veriyor:
    “Küçük Asya’da köylülüğün ekonomik durumu konusunda, Vakayiname, doğal olarak susuyor. Köylülerin hangi yükümlülükleri taşıdıkları belli değildir, ama onlar ağır yükümlülükler taşıyorlardı. Patron, toprağa ve suya çağırdığına göre, yalnız toprak üzerinde değil, su üzerinde de hak ona aittir.” (Anadolu Selçuklu Devleti, s. 174)
    “Barış zamanında, köylülük hukuksuzluğa ve baskıya sessizce dayanıyordu, ama feodal sınıfın temsilcisi safyürek vakanüviste, her yanda sessizlik ve bolluk varmış gibi görünüyordu. Ama, köylülüğün esenliği, kuşkusuz görüntüsel, düşseldi.” (agk, s. 176)
    Gordlevski, Selçuklu sultanlarının gösterişli yaşamından bir kesit sunarken şöyle diyordu:
    “Büyük zenginlikler feodallerin ellerinde yoğunlaşmış olsa da, tarım ürünleri, değiş tokuş edilen ya da satın alınan mallar ve mamul mallar, savaş ganimeti genellikle sultana gidiyordu…
    “Sultan, gezisi sırasında, geçtiği her yerde, güzel erkek ya da kadın tutsaklardan, altın dolu keselerden, Türk ve Arap atlarından vb. oluşan armağanlar topluyordu. ‘Melikler’, sultana değerli taşlar sunuyorlardı…
    “Sultanın tahta çıkışı sırasında, zengin armağanlar sunuluyordu…
    “Sultanın haraçları feodallar tarafından, fazlasıyla, durumları gittikçe kötüleşen köylülere ödetiliyordu. Perişan durumdaki köylüler, dayanılmaz bir zulüm altında bunalıyordu…
    “Ülkede zorbalık ve baskı egemenliği sürüyordu. Köylülüğün, -reayanın- haraçlardan şikayetleri sonuçsuz kalıyordu…
    “Hoşnutsuzlar kesimi, belli ki kulluktan ve seferlerden yorgun düşmüş köylülerden çıkıyordu. Bunların yitireceği bir şey yoktu; savaş sırasında herşeyi yüzüstü bırakıyor, feodallardan kaçıyor ve ‘büyük ana yollara’ çıkıyorlardı: Buralarda kervanları soyuyorlardı. Soygunlar kent pazarlarında da sürüyordu ve alışılmış bir olgu haline gelmişti.” (agk, s. 162-64)
    I. Alaeddin Keykubad’dan sonra tahta oturan II. Gıyaseddin Keyhüsrev döneminde (1237-1246) merkezi devletin zayıflaması, biçimsel olarak devlete/kamuya ait olan iktaların giderek yerel feodal beylerin ve/ya da askeri şeflerin çıplak özel mülkiyetine dönüşmeye başlaması, bu katman mensuplarının göçebe Türkmenlerin yaylak ve kışlaklarını kendi özel topraklarına katmaya girişmeleri, Keykubad ve Keyhüsrev döneminde süregelen ardı arkası gelmeyen savaşların ve özellikle Moğollardan kaçarak Doğu Anadolu’ya sığınan Harezm ordularına karşı gerçekleştirilen seferlerin bedeli, Moğol selinin Anadolu’ya kaçmak zorunda bıraktığı yüzbinlerce göçmenin ülke ekonomisine getirdiği ek yük, Anadolu yoksul köylüsünün ve esas olarak hayvancılıkla uğraşan göçebe Türkmenlerin durumunu daha da zorlaştırdı. İşte, Anadolu’da yaşanmış olan halk hareketlerinin belki de en büyüğü olan Babailer isyanı bu koşullarda, 1239 yılında patlak verdi. Tarafların dinsel söylemine rağmen isyan işte bu ekonomik ve toplumsal nedenlerden kaynaklanıyordu; bu yüzdendir ki isyan, esas itibariyle yoksul Türkmen yığınlarına dayanmakla birlikte “her ulustan katışanlar vardı. Din, ulus ayırt etmeksizin sürüler (“halinde” olmalı- G. A.) bir yere geldiler.” (Müneccimbaşı’ya Göre Anadolu Selçukileri, Çev. Hasan Fehmi Turgal, İstanbul, Türkiye Yayınları, 1935, s. 59)
    Remzi Yürükoğlu aynı konuda şunları belirtiyor:
    “Babailerin bir önemli özelliği de, yalnız Türkmenlere ve yalnız kendi inançlarına sahip insanlara seslenmemeleridir. Etnik ya da dinsel konumlarına bakmadan Anadolu’nun tüm ezilen kesimlerine seslendiler. Dolayısıyla, ayaklanmanın temel gücünü Türkmenler oluşturdu, ama her dinden ya da ırktan geniş kesimler de katıldı. Örneğin Kürtler, Ermeniler, Hristyanlar yoğun olarak katıldılar. Ayaklanmaya katılımı etnik ya da dinsel konumlar değil doğrudan sınıfsal konumlar belirledi. Şii kaynaklı sufizm bunun örtüsü oldu.” (Okunacak En Büyük Kitap İnsandır, İstanbul, Alev Yayınevi, 1992, s. 252-53)
    Ayaklanma, Horasan’dan Anadolu’ya gelmiş bulunan -Baba Resul diye de anılan- Baba İlyas ve onun müridi Baba İshak tarafından örgütlendi. Yoksul halk kitleleri dayanılmaz hale gelen sözkonusu koşullarda Baba İlyas ve Baba İshak’ın önderliği altında örgütlenmeye giriştiler. Kutsal bir kişi olarak tanınan ve mucizeler yarattığına inanılan Baba İlyas, propagandasında; dünyanın sonunu getiren kötülerin ve zalimlerin yok edileceğini anlatıyor, içki sofralarında ve hareminde eğlenmekten başka bir iş yapmayan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in kişiliğinde Selçuklu egemen sınıfını sergiliyor ve feodal beylerin topraklarına, sürülerine ve diğer mülklerine elkonacağını ve bütün bu zenginliklerin ayırım yapılmaksızın, ayaklanmaya katılacaklar arasında eşit olarak bölüştürüleceğini söylüyordu.
    Ahmet Yaşar Ocak Babailer İsyanı adlı yapıtında hareketin anti-feodal bir toplumsal düzen ve ilkel de olsa bir ortak mülkiyet talepleriyle ortaya çıkmış olduğu ve farklı etnik ve dinsel gruplardan emekçileri biraraya getirdiği yolundaki saptamayı doğruluyordu. Dahası isyan sadece Selçuklu devleti ve egemen sınıfına değil, onların Mevlana gibi savunucularına da yöneldiğini belirtiyordu:
    “Her hal ü karda hareket, temelde Celaleddin Rumi ve Mevlevilerin aristokratik hareketine karşıydı….
    “Önce, Türkmen kendini dışlanmış görüyordu ve bu ‘dışlanma’yı da yaşıyordu. Onun yabancı bir uygarlığa mal olmuş aristokratik bir zümreye bir insiyaki (içgüdüsel) husumeti vardı. Baba İlyas, bu husumete bir de dini gerekçe yaratmıştı ve fakir Kürt ve Hıristyan zümrelerin de desteğini sağlamıştı… Babailerin başarılarına amil bir başka etken de, İlyas’ın feodalizme karşı bir içtimai düzen sağlayacağı vaadi olmuştu. Göçebe zihniyetine çok iyi uyan bir çeşit müşterek mülkiyet sistemiydi bu. Bu arada, çeşitli kentlerde işsiz kalmış çok insan vardı; fityan zümrelerine mensup olanlar da dönemin kötü iktisadi koşullarından olabildiğince zarar görmüşlerdi ki bunlar her zaman, her türlü kargaşanın içinde bulunmuş insanlardı. Baba İlyas hareketi onlara uygun bir ortam sağlamıştı. Nihayet bu gayrımemnunlar zümresine, iktisadi krizlerden etkilenen bir kısım çiftçileri de eklemek gerekir.” (Aktaran Burhan Oğuz, Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri III, İstanbul, Simurg, 1997, s. 176-77, abç)
    Gordlevski ise Babai isyanı konusunda şunları söylüyordu:
    “Köy, kentin üzerine yürüdü. Bu, kölece çalışmanın perişan ettiği köylülerle zulmedici feodaller arasındaki karşıtlıktan yükselen gerçek bir sınıf savaşımıydı. ‘Eski düzen’, köylüleri barış zamanında feodal için çalışmaya, savaş zamanında onun uğrunda kan dökmeye zorluyordu.
    “Köylüler köyleri yakıyor, büyük kin duydukları ‘soylu yurttaşları’ öldürüyor ve kent üzerine yürüyorlardı. Onlar, ‘Bize dost olan ganimete ortaktır’ diye bağırıyorlardı; isyancılara karşı çıkanları ise koşulsuz yokediyorlardı.” (Anadolu Selçuklu Devleti, s. 180-81)
    Bu arada verilerin Babai isyanının belli ölçülerde de olsa kentlerdeki yoksullaşmış zanatkarların bir bölümünü de etkilediği ve onları da saflarına kazandığı anlaşılıyor. Selçuklu egemen sınıfı ve onun çıkarlarını savunan Mevlana ve izleyicileri sadece, ezilen ve sömürülen emekçilerin büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul göçebe ve köylülere karşı olmakla kalmıyorlardı; onlar Ahilerin önderliğinde örgütlenmiş olan kentlerdeki zanaatkarları da kendilerine düşman olarak görüyorlardı. Ahilerin bazıları Mevlana’nın müridi olmuş olsalar da onlar genellikle Mevleviliğe karşı bir tutum içindeydiler. Bu karşıtlık, 1260’larda bir çok kentte Ahilerin de içinde yer aldıkları ya da önderlik ettikleri Moğol-karşıtı ayaklanmalar sırasında daha da belirginleşecekti. Devam edelim.
    Selçuklu ordusuyla Baba İlyas’ın Amasya, Çorum, Sivas, Yozgat ve Tokat çevresinde ve Baba İshak’ın Maraş, Adıyaman, Malatya çevresinde örgütlenmiş bulunan taraftarları arasında bir dizi şiddetli çarpışma yaşandı. Babailer II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in ve ona bağlı valilerin ordularını birkaç kez ağır yenilgilere uğrattılar. Hatta Babailerin zaferleri karşısında paniğe kapılan sultan, başkent Konya’yı terkedip -bugünkü Beyşehir’e bağlı- Kubadabad’a çekildi. Babailerin propaganda, eylem ve zaferlerinin kendi Türkmen kökenli askerlerini de etkilemeye başladığını gören Selçuklular, sonunda 60,000 kişilik bir ordu topladılar ve ön saflara yerleştirdikleri paralı Frank ve Gürcü zırhlı askerlerinin yardımıyla isyancıları Kırşehir’in Malya ovasında yenilgiye uğratmayı başardılar. Selçuklular zaferlerini büyük bir kıyımla kutlayacaklardı. Vakayiname sadece iki-üç yaşındaki çocukların canlarının bağışlandığını belirtiyor. Babai isyanı yenilgiyle sonuçlanmakla birlikte çürüme sürecine giren askeri-feodal Anadolu Selçuklu devleti’ne ağır bir darbe indirdi. Değişik etnik ve dinsel gruplardan ezilen ve sömürülen emekçileri aynı bayrak altında toplayan bu isyan, başta Şeyh Bedrettin hareketi olmak üzere daha sonraki halk hareketlerine güçlü bir maddi ve manevi miras bıraktı.
    Tam da burada Bektaşi tarikatının kurucusu büyük Sufi Hacı (ya da Hace) Bektaş-ı Veli’nin de Baba İlyas’ın halifeleri arasında olduğunu, kardeşi Menteş’in aktif olarak Babai isyanına katıldığını ve bu isyanda yaşamını yitirdiğini anımsatmak gerekir. Osmanlı tarihçisi Aşık Paşaoğlu kendi adını taşıyan tarih kitabında bu konuda şunları söylüyordu:
    “Bu Hacı Bektaş Horasan’dan kalktı. Bir kardeşi vardı, Menteş derlerdi. Birlikte kalktılar. Anadolu’ya gelmeye heves ettiler. Evvela doğru Sivas’a geldiler. O zaman da Baba İlyas gelmiş, Anadolu’da oturur olmuştu. Meğer onu görmek isteğiyle gelmişler… Bu Hacı Bektaş, kardeşiyle Sivas’a, Sivas’tan Baba İlyas’a geldiler. Oradan Kırşehir’e, Kırşehir’den Kayseri’ye geldiler. Menteş yine memleketine yöneldi. Hacı Bektaş, kardeşini Kayseri’den gönderdi. Vardı, Sivas’a çıktı. Oraya varınca eceli yetişti. Onu şehid ettiler…” Egemen sınıfın ve onun sözcülerinin Hacı Bektaş-ı Veli’yi zararsız bir aziz durumuna sokma, hatta neredeyse devlet ve düzen yanlısı bir Sünni Sufi olarak göstermeye çalıştıkları biliniyor. Oysa, üzeri yoğun bir dezenformasyon çöplüğüyle örtülmeye çalışılan gerçek Hacı Bektaş-ı Veli’nin emeğe, bilgiye ve insanların kardeşliğine büyük değer veren, Babai isyanının yenilgisinden ve Baba İlyas ve Baba İshak başta gelmek üzere isyanın önderlerinin büyük kısmının öldürülmesinden sonra sağ kalan Babaileri eğiten ve örgütleyen ve bu toplumsal isyanın mesajını Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli köşelerine ve gelecek kuşaklara taşıyan bir çeşit ideolojik önder olduğunu göstermektedir..

    c-Moğol istilası ve Sonuçları

    XIII. yüzyılda Çin’den Mezopotamya’ya kadar uzanan dev bir jeografiyi istila eden ve giriştikleri savaşlarda onmilyonlarca insanın ölümüne yol açtıkları tahmin edilen Moğollar -daha sınırlı ölçekte olmakla birlikte- Anadolu’ya da yıkım getireceklerdi. Prof. Ernst Werner, Orta Asya ve Çin’de Moğol istilasının, oralardaki nüfusun onda sekizini ortadan kaldırdığını söylemektedir. (Bkz., Büyük Bir Devletin Doğuşu-Osmanlılar (1300-1481), 2, İstanbul, Alan Yayıncılık, 1988, s. 253) Nüfusbilimcilere göre XIII. yüzyılda toplam dünya nüfusunun 400 milyon dolayında olduğu gözönüne alındığında Moğol istilasının yol açtığı

  62. insan yitiminin boyutları daha iyi anlaşılır.
    Cengiz Han’ın ve oğullarının komuta ettiği Moğol orduları 1209’da Kuzey Çin’i ele geçirip yağmaladılar ve 1218’de Karahitayları egemenlikleri altına aldılar. Onlar 1219-1220’de Hazar Denizi’nin doğusundaki Harezm İmparatorluğu’na saldırdılar; Sultan Muhammed’in 400,000 kişilik ordusunu yendikten sonra Buhara’yı yerle bir ettiler ve sivil halktan 30,000 kişiyi öldürdüler. Semerkand ve Belh, teslim olmalarına rağmen benzeri bir yağma ve toplu kıyıma hedef oldu. Arap gezgini İbn Battuta, bu tarihten yüzyıl sonra ziyaret ettiğinde bu kentler hala yıkık durumdaydı. Aldıkları tutsakları ordularının önüne yerleştiren, yani canlı kalkan olarak kullanan ve onları kendi yurttaşlarına karşı savaşmak ya da arkalarındaki Moğollar tarafından biçilmek seçeneğiyle yüzyüze bırakan Cengiz Han’ın ordusu aynı yıl Merv’i elegeçirdikten sonra kitaplığıyla ünlü bu kenti yerle bir etti. 1221’de uzun bir direnişten sonra teslim olmasının ardından Nişapur’un tüm kadın, çocuk ve erkekleri öldürüldü. 3,000 camisi ve çömlek fırınlarıyla ünlü Rey aynı akibete uğradı ve tüm nüfusu öldürüldü. Moğol valisine karşı ayaklanan Herat 60,000 sakini öldürülerek cezalandırıldı. Moğolistan’a dönen Cengiz Han’ın 1227’de burada ölmesinin ardından oğullarının yönettiği Moğol orduları Batı’ya doğru ilerleyişlerini sürdürdüler. 1220-21’de ve daha sonra 1234’de Moğollar Azerbaycan, Kuzey Mezopotamya, Gürcistan ve Ermenistan’ı işgal ettiler. Geçtikleri yerleri çöle çeviren Moğollar 1236 ile 1242 yılları arasında Güney Rusya, Ukrayna, Polonya, Moravya, Macaristan, Hırvatistan’ı kapsayan bölgeyi denetimleri altına aldılar. Bu arada, İran’da Hasan Sabbah’ın yönettiği Haşhaşinler’in kendilerine karşı ayaklanması üzerine Cengiz Han’ın torunu Hülagu’nun komuta ettiği bir Moğol ordusu Semerkand ve Belh üzerinden harekete geçti ve Haşhaşinler’in direnişini ezdi. 1258’de Moğol kuvvetleri, başında son Halife Müstasım’ın bulunduğu Abbasi devleti’nin başkenti Bağdad’ı kuşattı. Kentin, bir ay süren kuşatmadan sonra teslim olması, tarihin tanık olduğu en büyük yıkımlardan birine tanıklık edecekti. Kırk gün kadar süren talan, ırza geçme, yakma ve kıyımlar sonucunda sokakları kanla kaplanan dönemin en göz kamaştırıcı kentlerinden biri olan Bağdad tanınmaz hale getirildi. 800,000 dolayında kadın, çocuk ve erkeğin öldürüldüğü Bağdad’ın yüzlerce yıllık kültür birikimi, yani dev kitaplıkları ve sanat yapıtları acımasızca yokedildi.
    Moğolların Transkafkasya’da gerçekleştirdiği vahşeti gözlemleyen ve onların kadınları, erkekleri, küçük yaştaki çocukları toptan katliama uğrattıklarını, hatta hamile kadınların karınlarını yararak ceninleri bile öldürdüklerini anlatan Arap tarihçisi İbnü’l-Esir (ölümü 1233) şöyle diyordu:
    “Moğol Tatarların İslâm diyarına girişleri hadisesini kaleme almaktan yıllarca çekinip durdum… Kim bu büyük felaketin yazılmasını ve anlatılmasını kolay bir iş gibi görebilir? Keşke annem beni doğurmasaydı; keşke bu büyük felaketten önce ölüp gitseydim!.. Biri çıkıp, ‘Adem Aleyhisselam’ın yaratıldığı günden bugüne kadar, alemde bu felaketin benzeri görülmemiş ve yaşanmamıştır’ dese, mutlaka doğru söylemiş olur…
    “Moğol çapulcuları, geçtikleri hiçbir şehri yakıp yıkmadan, uğradıkları en ufak bir köyü ateşe verip yağmalamadan geçmiyorlardı. Kendilerine yarayanı alıyor, alamadıkları eşyaları, evleri ve camileri ateşe veriyorlardı. Hatta değerini bilmedikleri için, ipek iplikleri bir araya toplayıp yakarak seyrediyorlardı.
    “1220 yılında Cengiz Han’ın başlattığı Moğol İstilası, bir sene içinde Türkistan, İran ve Azerbaycan ülkelerini dehşet verici tahribatla, kan ve ateşle ele geçirmişti. Müslümanların uğradığı bu büyük belanın, dünyada benzeri görülmemiştir.”
    Gerçekten de Moğol istilası Çin’den Mezopotamya’ya ve Orta Avrupa’ya kadar uzanan çok geniş bir bölgede yaşayan halklar ve uygarlıklar, özellikle de bir dizi İslam ülkesi üzerinde son derece yıkıcı bir etki yapmıştı. Kırk yıl gibi tarihsel açıdan görece kısa bir süre içerisinde Cengiz Han, oğulları ve torunlarının orduları sadece onmilyonlarca insanı katletmekle kalmamış, bütün bu devasa jeografinin ekonomisini neredeyse bütünüyle tahrip etmiş, sayısız kent ve kasabayı kitaplıkları, okulları, sanat yapıtlarıyla birlikte yakmış ve yıkmış, zanaatkarlar başta gelmek üzere yetişmiş insan gücünü ya katletmiş ya da Moğolistan’a götürmüş ve böylelikle İslam dünyasının yaşamaya başladığı durgunluk ve gerilemenin hızlanmasına önemli ölçüde katkıda bulunmuşlardır.
    Moğol istilasının etkilerini daha 1230’lı yıllarda hissetmeye başlayan Anadolu 1243’de Sivas yakınlarında 10,000 kişilik Moğol ordusunun Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in 70,000 kişilik ordusunu bozguna uğrattığı Kösedağ savaşının ardından Moğolların/İlhanlı Devletinin boyunduruğu altına girdi. Baycu Noyan’ın komutasındaki Moğollar; Erzurum, Sivas, Kayseri gibi önemli kentleri işgal ve yağma etmiş, bu arada onbinlerce kişiyi öldürmüşlerdi. Daha Moğollar gelmeden önce onlardan kaçan yüzbinlerce göçmenin Anadolu’ya girişi, ülkedeki istikrarsızlığı arttırmış, çok sayıda köylü topraklarını terketmek zorunda kalmış ve bu da tarımsal üretimin düşmesine yol açmıştı. Moğol istilası ve boyunduruğu, öncelikle ekonomisini tahrip ettiği Anadolu Selçuklu toplumunun yaşadığı bunalımı daha da derinleştirdi. Öte yandan Moğol işgalciler Selçuklu sultanlığını ortadan kaldırmayıp kendi vasallari olarak tutmayı, tahsildarları ve hoşnutsuzluğunu eyleme döken halka ve diğer öğelere karşı jandarmaları olarak kullanmayı yeğlemişlerdi. Bu da, manevi otoritesi zaten önemli ölçüde ortadan kalkmış olan kukla Selçuklu sultanlarına karşı bir kısmı halktan, bir kısmı da yerel feodal beylerden kaynaklanan bir dizi ayaklanmaya yol açarak ülkedeki kaosu derinleştirecekti. (4)
    Gordlevski, Kösedağ savaşının ardından oluşan durumu şöyle betimliyor:
    “Tarım altüst oldu; tarlalar bakımsız bırakılmıştı ve 1243 yılında ülkede ağır bir açlık başladı. Türkler yığınlar halinde Bizans devletinin sınırlarına yöneldiler…
    “Küçük Asya’nın Erzurum, Kayseri gibi kültür merkezleri boş alanlara dönüşmüştü; sakinleri kırılmış, zanaatkarları Orta Asya’ya götürülmüş, halka yüksek vergiler yüklenmişti.” (Anadolu Selçuklu Devleti, s. 66)
    Mustafa Akdağ ise Moğol işgalinin sonuçlarını şöyle anlatıyordu:
    “Konya, Kayseri ve Sivas’ın teşkil ettikleri üçlü başşehir mihveri parçalandığı, Moğol-Selçuki askeri gruplarıyla onlara karşı savaşan bağımsızlık mücahitlerinin çete şeklindeki grupları faaliyetlerini soygunculuk yoluyla besledikleri için, memlekette müthiş bir karışıklık çıkmış, adıgeçen başşehirler üçgeni çevresinde eski refahlı hayat tamamıyla yıkılmış, bölgeler, kasabalar ve şehirler arasındaki dengeli ilerlemişlik yokolmuş… böylece Selçukiler zamanında kurulan siyasi-sosyal ve iktisadi-sosyal düzen çökmüşür.” (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt 2, s. 11)
    O dönem için bile olağanüstü olarak nitelendirilebilecek bu açlık, yoksulluk, güvenliksizlik, kaos, felaket ve çaresizlik ortamında yığınların daha büyük ölçüde dine ve Sufi tarikatlara yönelmesi, bir bakıma kurtuluşu ya da kurtuluşun hayalini tekkelerde, şeyhlerin mucizelerinde, Tanrıda ve öbür dünyada araması hiç de şaşırtıcı değildir. Tabii tablonun bütünü bundan ibaret değildi ve 1278’deki Cimri (Siyavuş) isyanının da gösterdiği gibi onu değiştirmek için uğraş verenler de vardı. Ancak egemen ruh hali bezginlik, karamsarlık ve umutsuzlukla niteleniyordu. Dolayısıyla, XIII. yüzyıl Anadolusu’nda, insanların yatıştırmayı, onların acılarını dindirmeyi amaçlayan Sufi tarikatlarının güçlenmesi ve yaygınlaşması ve esas olarak Moğol saldırısı ve baskısı nedeniyle Harezm, Horasan, İran ve Mezopotamya gibi ülkelerden ve Semerkand, Belh, Baku, Bağdad gibi kentlerden çok sayıda düşünür, din bilgini ve mutasavvıfın yapıtlarını sığındıkları Anadolu’da vermeleri nesnelerin doğası gereğiydi. Bunlar arasında Muhyiddin İbn Arabi’yi (ölümü 1240), Necmüddin Daye’yi (ölümü 1256), Ahi Evran’ı (ölümü 1261), Hacı Bektaş-ı Veli’yi (ölümü 1270), Mevlana’yı (ölümü 1273), Sadreddin Konevi’yi (ölümü 1274), Fahrüddin Iraki’yi (ölümü 1280), Evhadeddin Kirmani’yi (ölümü 1298), Yunus Emre’yi (ölümü 1320) sayabiliriz.
    Mustafa Akdağ bu konuda şunları söylüyordu:
    “Türkistanlı meşhur Şeyh Ahmed Yesevi’nin izinde yürüyen birtakım dervişler Anadolu’ya akın ettiklerinden beri, bilhassa XIII. asırda, medresenin klasik ve kitabi din anlayışı yanında, Türkiye halkına ‘veli’ yahut ‘ermiş dervişlerin’ hayallerinde tarifini bulan yeni bir din anlayışı telkin olunmaya çalışılmaktaydı. Görünüşte dünya nimetlerine kendilerini kaptırmaktan kurtulmuş olan bu yeni tip din büyükleri, bazı hayır sahiplerinin kurdukları zaviye ve tekkelere yerleşerek, bu müesseselerin vakıfları sayesinde propagandalarını çok verimli hale getirmişlerdi. Bununla beraber, tarikat hareketi cemiyeti, asıl Moğol istilasından sonra halk ruhunda meydana gelen derin bedbinlik devresinde sarmış bulunmaktaydı.” (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt 2, s. 47-48)

    Mevlana’nın Düşünce ve Eyleminin Siyasal Anlamı

    Mevlana’ya ve onun yazıp çizdiklerine objektif bir biçimde baktığımızda ne görürüz? Herşeyden önce, insanın kendine ve Tanrı’ya yönelmesi gerektiği düşüncesini. Nitekim yukarda Mevlana’nın; tasavvufa bağlı insanın Tanrı’yla mistik iletişime geçmek, ona yaklaşmak, yüreğini Tanrı sevgisiyle doldurmak, böylece en azından ruhsal olarak sonsuz yaşama kavuşmak ve Tanrı’nın içinde erimek için gereken hazırlıkları yapmak olduğunu savunduğunu söylemiştim. Zaman zaman açık siyasal tutum almış ve siyasal nitelikli açıklamalar yapmış olmakla birlikte Mevlana öncelikle ve doğrudan bir biçimde siyasetle ilgilenmemiştir. Ama bu, onun felsefesi/düşünce sistemi, sanatı ve -olduğu kadarıyla- eyleminin siyasal bakımdan tarafsız ya da sınıflarüstü olduğu anlamına gelmemektedir. Lenin’in de söylediği gibi siyasette tarafsızlık olamaz. O, “Sosyalist Parti ve Parti-Dışı Devrimcilik” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
    “Siyasete ilgisizlik siyasal bakımdan doygunluk anlamına gelir. İyi beslenen bir insan bir ekmek parçasına karşı ‘ilgisiz’, ‘duyarsız’dır; ama aç bir insan bir ekmek parçası konusunda her zaman ‘partizan’ bir tutum alacaktır. Bir kişinin bir ekmek kırıntısı karşısında ‘ilgisiz ve duyarsız’ kalması, onun ekmeğe gereksinimi olmadığı anlamına gelmez; bu sadece onun ekmek bulacağından, asla ekmek sıkıntısı çekmeyeceğinden ve iyi beslenenler ‘partisi’ içindeki yerinin sağlam olduğundan emin olduğu anlamına gelir.” (“The Socialist Party and Non-Party Revolutionism”, Collected Works, Cilt 10, Moscow, Progress Publishers, 1965, s. 79) Kaldı ki Mevlana siyasette “tarafsız” olmadığını gösteren -aşağıda bazı örneklerini vereceğim- ve içerik ve üslup bakımından net bir dizi açıklama da yapmıştır.
    Halkın büyük çoğunluğunun Selçuklu sultanlarının, yerel askeri-feodal beylerin, büyük tacirlerin, Moğol işgalcilerinin boyunduruğu altında ezildiği ve sömürüldüğü, açlık, evsizlik ve yaşam güvencesizliğiyle yüzyüze olduğu, dahası kan ağladığı koşullarda Mevlana gününü gün etmekte, şiir yazmakta, sema yapmakta, ders vermekte ve zaman zaman da düzene isyan eden insanları yermekte, onlara çatmaktadır. Emekçi yığınların bir bölümü kendi yerel önderlerinin ya da işgal-karşıtı bazı feodal beylerin komutası altında Selçuklu yöneticilerine ve/ya da Moğol istilacılarına karşı savaşırken onlara, bütün bu gelişmelere sırtlarını dönmelerini “geçici” olan bu dünyaya boş vererek öbür dünya için hazırlık yapmalarını öneren Mevlana şöyle buyuruyordu:
    “Dünya zindanında ve tabiatın kuyusunda hapis kalıp beden sandığının esiri olan insan ruhu, birden bire Tanrı’nın lütfu ile kurtulup kendi aslına ulaşır.” (Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri I, s. 424)
    “Bu alem, sizin canlarınızın hapishanesidir; uyanın o tarafa gidin. Zira o taraf sizin sahranız, mesire yerinizdir.” (Mesnevi I, s. 525)
    Mevlana ve onun tarikatı dünyayı zindan, öbür dünyayı mesire olarak görmekte ve insanın esas çaba ve dikkatini Tanrı’yla birleşme, onun varlığında erime uğraşı üzerinde yoğunlaştırması gerektiğini ileri sürmektedirler; dolayısıyla onların yığınlara mesajı, bu dünyada başlarına gelen felaketlere, çektikleri acılara aldırmamaları ve sabretmeleri, hallerine şükretmeleri ve kurulu düzene karşı çıkmamaları olacaktır. Mevlana daha da ileri gitmekte, sabrın kişi için bir huzura kavuşma, ibadet, Tanrı’yı düşünme ve anma demek olduğunu, “yaratık”tan, yani bu bağlamda yöneticilerden şikayet etmenin “Yaradan”dan şikayet etmek anlamına geldiğini söylemektedir. Ona göre insan haline şükretmediğinde memnuniyetsiz, yoksun ve üzüntülü olacağı gibi haline şükretmesi halinde nimetleri artacak, gönlü zenginleşecek ve Tanrı’ya yaklaşacaktır. Onun şu sözleri, bu yaklaşımını açık bir biçimde dile getirmektedir:
    “Yaratıktan şikayet, Yaratandan şikayettir.” (Mektuplar, s. 136)
    “Seni Hak’tan başka şeylerle meşgul eden dostlarınsa, hakikatte düşmanındırlar.” (Mesnevi IV, s. 96)
    “Sabret, zira sabırla güçlük ortadan kalkar. Sabır, ferahlığın anahtarıdır.” (Mesnevi III, s. 1848)
    “Tanrı yüzbinlerce kimya yarattı ama, insan sabır gibi bir kimya görmedi.” (Mesnevi III, s. 1854)
    “Tanrı’dan başkasına kavuşmak ona gitmekle olur. Halbuki Tanrı’ya sabır ile ulaşılabilir.” (Eflaki I, s. 479)
    “Hakk’a şükretmek herkese vaciptir. Ekşi yüzlü itirazcı mahrum ve meyus olur.” (Mesnevi I, s. 1587)
    “Şükür, nimeti arttırır.” (Mektuplar, s. 204)
    “Nimete şükür can; nimetse posttur. Zira şükür dosta götüren rehberdir.” (Mesnevi III, s. 2912)
    “Gam bir hazinedir. Senin zahmet ve meşakkat çekişinse maden.” (Mesnevi III, s. 510)
    “Zaman arı, su da Hakk’ı zikirdir/Bunun dışındakiler derttir, tasadır.” (Mesnevi IV, s. 447)
    “Peygamber: ‘Eğer sen Tanrı’dan cennet istiyorsan, hiç kimseden bir şey isteme. Eğer kimseden bir şey istemezsen, cennetin ve Tanrı’nın yüzünün senin olacağına kefilim’, buyurdu.” (Eflaki I, s. 438)
    Bu bakış açısının mantıksal bir uzantısı da Mevlana’nın “sosyal işbölümü” dediği sınıf farklılaşmasını “Tanrı’nın herkese yapabileceği görevi vermesi” olarak nitelendirmesidir. (Bkz. Nilgün Çelebi, “Fîhî Mâ-Fîh’i Okumak”, Sosyoloji ve Metodoloji Yazıları, Anı Yayıncılık, Ankara, 2001, s. 49) Böylece o, küçük bir azınlığın toplumun tepesinde yer alırken, geniş emekçi çoğunluğun açlığa, yoksulluğa ve zulme mahkum edilmesini “ilahi iradenin bir sonucu olarak” görmek ve göstermek suretiyle varolan düzeni kutsamakta, bu emekçi çoğunluğa, varolan düzene karşı çıkmanın Tanrı’ya ve onun iradesine karşı çıkmak olduğunu söylemektedir. Burhan Oğuz, Mevlevilerin kurulu düzeni ayakta tutmak için çaba harcadıklarını anlatırken şöyle diyordu:
    “Mevlevilik özellikle Sünni çevrelerinde gelişmiş olup Mevlevi dervişleri şer-i şerife daima riayetkar olmuşlardır. ‘Kulluk’ kavramının işlenmesi de Mevlevi tekkesinin esas işi olagelmiştir. ‘Elden geldikçe kul ol, padişah olma’ diyor Celaleddin.” (Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri II, İstanbul, Simurg, 1997, s. 230)
    Görülebileceği gibi, sevgi, hoşgörü, barış ve kardeşliğin simgesi olarak sunulan Mevlana ve Mevlevilik, devlet ve düzeni Tanrısal bir aylayla süslemeye çalışıyor, ezilen ve sömürülen yığınlara bu devlet ve düzen önünde secdeye gelmeyi ve onlara gönüllü olarak “kul”luk etmeyi öğütlüyordu. Kendisi de toprak ve maddi zenginlik sahibi olan Mevlana’nın -ve tabii onun izleyicilerinin- bu öğütlere uymayan ve düzene isyan edenler için verdikleri yargıysa kesindi. Örneğin Mevlana, Selçuklu tarihçisi Kerimeddin Aksarayi’nin ‘etrak-ı nâpak’ (=‘temiz olmayan Türkler’), ‘etrak-ı mütegallibe’ (=‘işgalci Türkler’) diye nitelendirdiği “Türk”ler, yani dönemin “Türkmen” diye bilinen göçebeleri ve yoksul köylüleri için şöyle diyordu:
    “Yapım için Grek işçileri, yıkım için ise aksine Türk işçileri almak gereklidir. Zira dünyanın yapımı Greklere özgüdür. Yıkım ise Türklere ayrılmıştır. Tanrı evreni ilk kez yaratınca, ilkin tasasız kafirlere can verdi… Onlar taşların zirvelerinde, tepeler üzerinde birçok kent ve kaleler yükselttiler… Ama Tanrı işleri öyle düzenledi ki, yavaş yavaş bu yapılar yıkılmaya yüz tuttular. O zaman Tanrı, gördükleri bütün yapıları, saygı duymadan, acımasız yıksınlar diye Türkleri yarattı. Türkler yıktılar ve hala yıkıyorlar. Kıyamet gününe kadar bunu yapacaklar. Sonunda Konya’nın yıkılması, adaletsiz ve acımasız Türklerin elinden olacak…” (Aktaran Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Birinci Kitap, İstanbul, Tekin Yayınevi, 1979, s. 157)
    “Mevlana Celaleddin’in oğlu Veled Çelebi ise, Sultan Mesud’a Türkmen kırımı önerir. Çelebi, can korkusundan mağaralara, dağlara ve ormanlara kaçıp gizlenen ‘alem yıkıcı’ Türklerin acımaksızın tümünün öldürülmesini öğütler:
    ‘Onlar öyle çok zarar vermişlerdir ki, Şahım sakın sen onlara acıma; halkın yaşamasını istiyorsan onların tümünü kurban et.’ ” (agk, s. 158)
    Gerçeğe saygı, Mevlana’nın bu saptamasında küçük de olsa bir doğruluk payı olduğunu teslim etmeyi gerektiriyor. Sosyo-ekonomik koşulları ve yaşam biçimleri gereği sürekli hareket halinde olan ve esas itibariyle hayvan besleyen ve hayvanlarını kışlaklardan yaylaklara götürüp getiren tüm diğer göçebe halklar gibi Türkmenler de belirli ölçüde yağma ve talana eğilimliydiler. Yerleşik yaşama ve tarıma ilgi göstermeyen Türkmenlerin tarımsal ya da sınai ürün gereksinimlerini trampa yoluyla karşıladıkları gibi – göçebe yaşamının doğal bileşeni sayılan- yağma yoluyla karşıladıkları da oluyordu. Kaldı ki Anadolu Selçukluları Hristyan topluluklarına ve Bizans’a karşı savaşı ve onun bir parçası olan yağmayı “gaza” gerekçesiyle meşrulaştırmakta ve teşvik etmekteydiler. Devam edelim.
    Askeri-feodal Selçuklu devletine karşı haklı bir kuşku ve güvensizlik besleyen emekçi köylü ve göçebe yığınlarını -anlaşılan devlete karşı- “vefasızlık”la suçlayan ve Konya’da debdebeli bir yaşam sürdüğü bilinen Mevlana, “Köylü ile Şehirlinin Hikayesi”nde şöyle demektedir:
    “Köye gitme, köy, adamı ahmak bir hale sokar. Aklı nursuz, fersiz bir hale getirir. Ey seçilmiş temiz adam, Peygamberin sözünü dinle; köyde yurt edinmek, aklın mezarıdır. Köyde sabah akşam bir gün kalan kişinin aklı bir ay yerine gelmez, tam bir ay onun ahmaklığı gitmez… Köyde bir ay kalan kişi, nice zaman bilgisiz ve kör kalır.” Mesnevi, Cilt III, s. 41) Bütün sınıflı toplumlarda ve dolayısıyla Anadolu Selçuklularında da köyün ve “köylü”nün kentten ve “kentli”den daha geri olduğu doğrudur; ancak Mevlana’nın bu sözlerini onun genel düşünce sistematiğiyle birlikte ele aldığımızda, burada düşünürümüzün emekçi köylü yığınlarına karşı beslediği küçükseme ve hatta düşmanlık duygularını dile getirmekte olduğunu görürüz. Kaldı ki, başka yer ve zamanlarda olduğu gibi XIII. yüzyıl Anadolusu’nda da köyün ve “köylü”nün geriliğinin asıl nedeni, esas olarak kentlerde üstlenmiş olan -ve Mevlana’nın da bir üyesi olduğu- egemen sınıfların emekçi köylülüğü vahşice sömürmesinden başka bir şey değildir.

  63. Anadolu tarihine ilişkin araştırmalarıyla tanınan Fuad Köprülü Mevlevilik hakkında şu isabetli saptamayı yapıyordu:
    “Musiki, sema, şiir gibi üç vasıtaya istinaden (=dayanarak- G. A.) Mevlevilik, Anadolu’nun Acem harsına meftun (=İran kültürüne tutkun- G. A.) şehirlerinde ve yüksek mehafilde (=çevrelerde- G. A.) daima tarafdarlar bulmuş. İslam sanayi-i nefisesi (=güzel sanatları- G. A.) Mevlevi tekkelerinde her zaman mevki-i rağbet kazanmış, Mevlevi şeyhleri de mevcud olan nizam-ı siyasi ve içtimainin (=siyasal ve toplumsal düzenin- G. A.) muhafazasına ve hükümet merkezinin idame-i nüfuzuna (=etkisinin sürdürülmesine- G. A.) çalışarak siyasi-dini kıyamlardan daima uzak durmuşlardır. Osmanlılar zamanında Mısır, Suriye, Irak ve Azerbaycan’dan başlayarak ta Pecs’e (Macaristan) kadar her tarafta Mevlevi zaviyelerinin inkişafı ve mahdud (=gelişmesi ve sınırlı- G. A.) bazı zamanlar istisna edilmek şartiyle Mevleviliğin hükümet tarafından asla takibata maruz kalmaması, onların siyaseten bu dürüst hatt-ı hareketlerinden münbaistir. (ileri gelmektedir- G. A.) Mevleviler, daha Celaleddin Rumi’den başlayarak Türkmen babalarına fena bir gözle bakmışlar, onları kendilerine rakip görmüşler; Moğol istilasını müteakip onlara aleyhdar bir vaziyette bulunmak için bir aralık Karamanlılara karşı bile Moğolların hakimiyetini tercih etmişlerdir.” (M. Fuad Köprülüzade’nin Anadolu’da İslamiyet adlı yapıtından aktaran Burhan Oğuz, Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri II, İstanbul, Simurg, 1997, s. 229-30)
    Yoksul emekçi yığınlara hallerine şükretmelerini, sabırlı olmalarını, az yiyip içmelerini, kimseden bir şey istememelerini tavsiye eden, ama kendisi yazın Meram bağlarında, kışın Konya köşklerinde sefa süren Mevlana kendisini dünya nimetlerinden hiç de uzak tutmamaktadır. V. Gordlevski bu konuda şunları söylüyordu:
    “Din adamları feodallaşıyordu; bunların toprakları, yüzkızartıcı şekilde sömürdükleri hizmetkarlar ve halayıklar kadroları vardı…
    “Mevlevilerde, Celaledin-i Rumi’nin tekkesinde de kuşkusuz, büyük zenginlikler toplanmıştı. Ve zenginliklerini korumak için bunlar, başlangıçta Selçukluların, sonra da Moğolların ‘yasal’ iktidarını destekliyorlardı… (Anadolu Selçuklu Devleti, s. 136)
    “Mevlevilerin elinde topraklar birikmiştir. Mevlevilerin yaşama biçimi de feodallerde olduğu gibidir; Amir Arif Çelebi’nin atının tırnağı önünde, derviş, uysallıkla eğilmektedir. Selçuklular yıkıldığı zaman Mevleviler, Kuran’ı kaynak gösterip Selçukluların yasal ardılları olarak Moğol Hanlarını destekliyorlar, böylece onlar, büyük topraklarını kurtarmak istiyorlardı…” (agk, s. 201)
    Gordlevski, XIII. yüzyılda Kalenderiler, Rufailer gibi bir dizi batıni mezhebin yaygınlaştığını anlattıktan sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:
    “Ama Mevleviler, ‘Mevlana’ Celaleddin Rumi’nin izleyicileri, zenginlikleri ve etkileriyle tüm diğerlerini geride bırakıyordu.
    “Bir yandan yerel geleneklerden yararlanarak, öte yandan Irak’tan gelen akıma kapılarak, Celaleddin Rumi dinsel ayin dansları uygulamaya koymuştu; bu danslar Konya’da saray çevrelerini sarmış, mevleviler de bu şekilde güçlerini pekiştirmişlerdi. Bol akşam yemeği eşliğindeki ayin törenleri, Konya ‘da sık sık Celaleddin’in sanatına vurgun bir topluluğu bir araya getiren erkan tarafından düzenleniyordu.
    “Selçuklular, mevlevilere büyük sevgi besliyorlardı. Örneğin, başlangıçta kuşkulu bir belirsizlikle bakan Sultan I. Alaeddin Keykubad, kısa sürede Celaleddin Rumi’nin babası Behaeddin Veled karşısında eğilmiş ve ona hükümdar saygısı göstermeye başlamıştır. Sultan IV. Rükneddin Kılıçarslan (Aksaray’da boğularak öldürülmüştür), Celaleddin’i ‘baba’ olarak yüceltiyordu. Onun annesi Gürcü Tamara (Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in eşi), Celaeddin Rumi’ye bir tür derin saygı duyuyordu. Celaleddin’in portresinin yapılmasını buyuruyor, Konya’dan bir yere giderken portreyi yanında taşıyordu, onun bir giysisini (gömleğini) elde etmek için büyük paralar (ikibin altın sikke) ödüyordu vb…
    “Mevlevi tarikatı, giderek, yalnızca başkentte değil, taşrada da güçlenmiştir. Celaleddin’in sesine, daima duyarlıkla kulak vermiş olan (1262-1277 yılları arasında Moğol istilacıları adına Anadolu’yu yöneten, ancak daha sonra onlar tarafından öldürülen- G. A.) vezir Muineddin Pervane’nin çocuklarında mevlevilere bir ailesel bağlılık vardı. Örneğin, Amasya’daki mevlevihane, vezirin oğlu tarafından yaptırılmıştır.
    “Celaleddin’in müritleri (izleyici çırakları) yalnızca müslümanlar değildi, onu dinleyen ve gözlemleyen hıristyanlar İslama geçmişlerdi. Celaleddin’in hayranları, ona ait eşyalara binler ödüyorlardı; çünkü, ‘bunlar, olağanüstü güce sahipti ve sahiplerini uğursuzluktan koruyordu.’ ” (agk, s. 325-26)
    Siyasal otoriteye boyun eğmekle tanınan ve Selçuklular güçlü olduğunda onların, Anadolu’nun Moğolların işgal ve hegemonyası altına girdiği koşullarda da (5) onların borusunu öttüren Mevlana, 1243’den sonra Anadolu’nun gerçek efendileri haline gelmiş olan Moğollar için şöyle diyebiliyordu:
    “Bana Tatarın yaptıklarından değil, Tatar ceylanının göbeğinden sözet! Tatarın talan ettiği herşey tanrının hazinesine girmiş olur. Tatar dünyayı savaşla yıktı, ama yıkılan yerde tanrının definesi bulunur; ne diye gönlümüzü sıkalım?” (Aktaran İsmail Kaygusuz, Alevilikte Dar ve Dar’ın Pirleri, İstanbul, Alev Yayınları, 1995, s. 117)
    Prof. Dr. Mikail Bayram Murat Kayacan’la yaptığı bir söyleşide Selçuklu resmi tarihçisi İbn Bibi’ye ve başka belgelere dayanarak Moğolların Anadolu’ya girdiği tarihlerde Mevlana’nın iki hocası Şems-i Tebrizi ve Seyyid Burhaneddin-i Tirmizi’nin işgalci güçlerle işbirliği yaptıklarını ileri sürdükten sonra sözlerini şöyle sürdürüyordu:
    “Şems-i Tebrizi’nin Konya’ya gelip Mevlana ile görüşmelerinden sonra Mevlana ile Moğollar arasında bir diyalogun başladığını görüyoruz. Bunun pek çok belgesi bulunmaktadır. Kayseri’de onbinlerce Ahi ve Türkmen’i öldüren Baycu Noyan, ikinci defa Anadolu’yu istila ettiğinde Konya’ya da gelmişti. Bu gelişinde Mevlana ile görüşmeler yapmış ve Mevlana Baycu Noyan ile görüştükten sonra, şehre gelerek Baycu Noyan’ın evliyaullahtan olduğunu Konyalılara telkin etmeye çalışmıştır. Ahmet Eflaki Dede Menakibu’l-Arifin adlı eserinde bunu yazmaktadır.
    “Mevlana’nın buna benzer bir iddiayı Cengiz Han için de dile getirdiğini görüyoruz. Dünya tarihinde Fir’avn ve Nemrud’dan sonra en gaddar ve kan dökücü devlet adamı Cengiz Han’dır. Mevlana Cengiz Han’ın bir mağaraya çekildiğini orada 10 günlük itikaftan sonra Allah’tan mesaj aldığını ve bu mesajı aldıktan sonra Harezmşahlar (Maveraünnehr ile Horasan arası) ülkesine yürüdüğünü ve başarılarının buradan kaynaklandığını iddia etmektedir. Bu iddiasını Fihi Ma fih adlı eserinde (M.E.B. baskısı, s. 101-103) dile getirmektedir.
    “Hülagu Han için de buna benzer bir iddiada bulunmaktadır. Mevlana Moğollar’ın putperest olduklarını fakat oruca büyük bir önem verdiklerini ifade ettikten sonra Hülagu Han’ın Bağdat’ı kuşattığını bir türlü şehre giremediğini sonra bütün ordularına emir vererek atlarına üç gün süreyle yem ve su vermemelerini askerlerin de oruç tutmalarını emrettiğini söyler. Atların tuttuğu bu orucun yüzü suyu hürmetine Cenab-ı Allah’ın Bağdad’ın fethini Hülagu Han’ı müyesser kıldığını bildirir.” (Menakibu’l-Arifin)
    Mevlana’nın Moğollardan bir çok kez yüklü miktarda para aldığını örneklerle anlatan ve Şems-i Tebrizi’nin, Makalat adlı yapıtında Anadolu halkını “Moğollara itaat etmeye ve Moğol yönetiminden razı olmaya çağırdığı”nı söyleyen Prof. Bayram daha sonra şunları aktarıyordu:
    “Aslında bu fikri Mevlana’nın torunu Ulu Arif Çelebi de dile getirmektedir. Eflaki şöyle bir anekdot nakletmektedir. Ulu Arif Çelebi Moğolları destekliyordu. Moğollarla mücadele halinde olan Karamanoğulları Ulu Arif Çelebi’ye niçin kendileriyle olmayıp Moğollardan yana olduğunu sorduklarında o şöyle cevap vermiştir: ‘Biz dervişleriz. Bizim nazarımız Allah’ın iradesine bağlıdır. O iktidarı kime verirse biz de onun tarafını tutarız’ demiştir. (Menakıbu’l-Arifin, II, s. 925-926) Bütün bu belgeler ve bilgiler bize açık olarak göstermektedir ki, Mevlana Celaleddin-i Rumi ve hocası Şems-i Tebrizi Moğol yanlısı bir politika izlemişlerdir.” (“Mikail Bayram ile Mevlana’nın Moğollarla ve Moğol Yanlılarıyla İlişkileri Üzerine”, 13 Haziran 2002)
    Bu verilerin ışığında halk yığınlarının XIII. yüzyıl Anadolusu’nda yaşanan bunalıma nasıl karşılık vermeleri gerektiği konusunda iki ayrı ve birbirine karşıt tutumun ortaya çıktığını net olarak görebiliyoruz. Bunlardan birincisi, Babai isyanının, bu isyanın manevi önderlerinden biri olan Hacı Bektaş-ı Veli’nin ve diğerlerinin boyun eğmeme, direnme ve düzeni halk yığınlarının çıkarları doğrultusunda dağiştirme olarak özetlenebilecek tutumudur. İkincisi ise, siyasal otoriteye ve iktidara sahip olanlardan yana çıkan Mevlana ve benzerlerinin ezilen ve sömürülen sınıfları düzene boyun eğmeye teşvik etme ve onları cennet ve öbür dünya hayaliyle avutma tutumudur. Aslında Hacı Bektaş-ı Veli’nin ünlü,
    “Hararet nardadır sacda değildir/Keramet baştadır, tacda değildir/Her ne arar isen kendinde ara/Kudüs’te Mekke’de Hac’da değildir” ve “Ellerin Kabesi var/ Benim Kabem insandır/ Kuran da kurtaran da/ İnsan oğlu insandır” dörtlüklerini işte güce tapan bu ikinci tutumun sahiplerine yönelik bir eleştiri gibi okumak gerekir.
    Babailere karşı örtülü bir düşmanlık besleyen Mustafa Akdağ bu iki tutum arasındaki ayrımı şu sözlerle doğruluyordu:
    “XIII. asrın sonlarına doğru Türkiye’deki tarikatçıları iki zümre halinde toplamak mümkündür. Birinci zümreye Hacı Bektaş-ı Veli’nin şahsiyeti sembol oluyordu. İkinci zümre ise, Celaleddin Rumi’nin rehberlik ve irşadında temsil olunan ‘Mevlevilik’ mensuplarıydı. Her ikisi de Batıniliğe dayanan bu tarikatlardan Bektaşilik, Sünniliğe ve medrese skolastiğine açıkça cephe almış, bilhassa Türkmenlerle basit halk arasında tahriklere de başlamıştı. Hatta Baba İshak adlı Batıni şeyhi, II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında tehlikeli bir isyan çıkarmaya bile muvaffak oldu. Böylece, Babailik veya Bektaşilik perişan halk tabakalarıyla şehirlerdeki işçiler arasında çabucak yayılıyor, ‘fütüvvet’ teşkilatına mensup, genç, çoğuncası da bekar olan bu insanlar, Batıniliğin telkinleri altında, ‘rindlik’ hayatına atılıyorlardı…
    “İbn Bibi ve Aksarayi’nin verdikleri izahlardan anlıyoruz ki, iktisadi hayatın sarsıldığı XIII. asırda, bilhassa Moğol boyunduruğu altında yaşanan yıllarda, büyük şehirlerde, esnaf teşkilatı içinde geçinemeyen veya iş bulamayan binlerce genç işçi babaların ve şeyhlerin tesiriyle hep rindliğe sapmışlar, böylece de içtimai düzen için ciddi bir tehlike olmuşlardı… Mamafih, Mevlevilik, Babailiğin aksine, şehirlerde oturan yüksek ve refahlı sınıfları okşayacak bir yol tuttu ve tarikat prensiplerini Sünnilik ile uzlaştırmaya çalışarak, bir taraftan medreselerin asabiyetini telkin, diğer taraftan da siyasi otoritenin desteğini kazandı.” (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt 1, s. 49-51)

    Mevlevilik ve Devlet

    Gordlevski kitabında,
    “Moğol döneminde, genel olarak mevleviler, saraya ustalıkla sızabilmişler ve tüm sultan sarayını, kadınlar aracılığıyla etkileyebilmişlerdir. Örneğin, Sultan II. İzzeddin Keykavus’un eşi Gürcü Hatun, Celaleddin Rumi’nin alımına kendini kaptırmıştır..” (Anadolu Selçuklu Devleti, s. 304) diyordu. Mevlana’dan sonra da Mevlevi şeyhleriyle egemen sınıflar ve onların devletleri arasında yakın ilişki sürmüş, hatta bu ilişki giderek derinleşmiştir.
    Nazif Velikahyaoğlu “Anadolu’nun İskanı ve İslamlaşmasında Dervişlerin Rolü” başlıklı ve bir devlet yetkilisi üslubuyla kaleme aldığı yazısında Mevleviliğin gerici rol, konum ve işlevini doğrulamaktaydı. Onun yazısından devletin, ilerici-devrimci potansiyel taşıyan Sufi tarikatlarına karşı ortodoks İslam’ın yanısıra gerici-düzeniçi Sufi tarikatlarını da desteklediğini ve hem sopa hem de havuç politikasını birarada kullandığını gösteren şu uzun parçayı sunmakta yarar görüyorum:
    “Tarikatlar, toplum düzenini bozacak faaliyetlerde bulunmadıkları ve Ehl-i sünnete aykırı davranışları tespit edilmediği sürece devletin himaye ve desteğini görmüştür. Hatta devlet kırsal kesimlere inşa ettikleri zaviyeler vasıtası ile boş sahaları tarıma elverişli hale getirmeleri, göçebe halkın bir toprak parçasına iskân edilerek, yerleşik düzene kavuşturulması, Orta Asya içlerinden kopup gelen Türklerle bu topraklar üzerinde yaşayan yerli halk arasında bir kaynaşmanın sağlanması konularında, tarikatların gösterdikleri olumlu faaliyetlerini görerek, yaptıkları temliklerle bunları teşvik etmiştir.
    “Hükümdarlar ve devlet büyükleri inançlarından dolayı tarikatlara ilgi duymalarının yanında; bunların halkın üzerinde mevcut manevi nüfuzlarından yararlanarak, toplumun destek ve bağlılığını sağlamak gayesi ile de tarikat mensuplarını hoş tutmuşlardır…
    “Tarikatlara gösterilen bu derece büyük ihtimama rağmen, bunlar başıboş bırakılmamışlardır. Bursa’nın fethinden sonra, Orhan Gazi, o havalide mevcut tarikat ve dervişleri denetlemiş, davranışları İslamiyet’e ve Ehl-i sünnet itikadına uygun olmayanların ‘Çerağların ve alemlerin ellerinden alarak’ bunları Bursa ve çevresinden uzaklaştırmıştır. Devlet tarafından alınan tedbirler, bu ve benzer kişilerin İslamı gerçek manada öğrenmeleri için medreseler açılması, camilerde ders halkaları ihdas edilmesi, zaviyelere alim ve fazıl insanlar tayin edilmesi suretiyle sürdürülmüştür…
    “Devlet büyükleri aldıkları bu tedbirlerle kaynağını İslam’dan alan otoriteye dayalı bir adalet kavramı çerçevesinde, tebaa ile bütünleşmeyi ve bu yoldan içtimai istikrarı sağlamayı amaçlamaktadır. Bu amacın sonunda, güçlü bir devlete ve huzurlu bir topluma kavuşma arzusu yatmaktadır. Devlet kendini istediği bu hedefe götürecek her meşru vasıtaya başvurmuş; nihai hedeflerden sapmaya yol açan veya açacak davranışları sürekli kontrol ederek, gereken tedbirleri almakta hiç tereddüt göstermemiştir…
    “Batıni görüşlerle ayaklanan Baba İlyas ve Şeyh Bedreddin, kuvvet kullanılarak bastırılmıştır. Ancak devlet, her şeyin bununla bitmeyeceğinin farkındadır.
    “Din ve mezhep ayrılıklarını ortadan kaldırmayı ve insanları mistik bir Tanrı sevgisi etrafında toplamayı amaçlayan Şeyh Bedreddin isyanının peşinden, Hacı Bayram Veli’nin temsil ettiği Ehl-i sünnete uygun Bayramiye tarikatının kurulması ve özellikle II. Murad’la (1421-1451) Edirne’de yapılan görüşmelerden sonra devletçe sağlanan temlikler ve devlet büyükleri tarafından bu tarikat adına kurulan vakıflar, devlet-tarikat ikilisinin nihai hedefler için bütünleşmesine güzel bir örnek teşkil etmektedir.
    “Siyasi amaçlarla devlet-tarikat iş birliğine bir başka misal de, II. Bayezid’in (1481-1512), Mevlana (1207-1273) ile birlikte Hacı Bektaş-ı Veli’nin (1209-1270) türbelerini onartarak, Bektaşilerin gönlünü alması ve Şah İsmail’in (1502-1524) Doğu Anadolu’da başlattığı Alevi ayaklanmasına bir karşı tedbir alarak, Balum Sultan’ı (?-1516) Diyarbakır ve havalisine göndermesi, Bektaşilerin Şah İsmail ile birlik olmasını önlemiş, böylece Yavuz Sultan Selim’in (1512-1520) başarılı olması zeminini hazırlamıştır.
    “Bektaşi babalarının Yeniçeri ordusuna pir seçilmesi de sebepsiz değildir. Bu kararın alınmasında Bektaşi tarikatı prensipleri arasında gaza fikriyatının zikredilmesinin yanında; zannediyorum devşirmelerden meydana gelen Yeniçerilerin Türkleştirilip İslamlaştırılması gayesi de vardır.
    “Devlet büyük halk kitlelerini her türlü sapmalardan korumak ve sağlıklı bir toplum meydana getirmek amacıyla İslami esaslara uygun faaliyet gösteren tarikat şeyhleri ile sürekli iyi ilişkiler içerisinde bulunmuş ve bu yolla tebaanın nabzını elinde tutmuştur. Bir zamanlar, aynı sistemden yararlanılarak Konya ve çevresinin Mevlana, Kırşehir ve çevresinin Hacı Bektaş-ı Veli, Ankara ve çevresinin de Hacı Bayram-ı Veli vasıtasıyla bir tek güvenlik görevlisine hacet kalmaksızın asayişi temin edilmiş, yöre halkının devlete bağlılığı sağlanmıştır.” (www.sadabat.net/makale/anadolununiskanveislamlasmasi.htm)
    (Anadolu Selçuklu devletinin ve) Osmanlı İmparatorluğu’nun bu politikasına bir örnek te, temel ilkeleri bakımından halkın yoksul ve ezilen katmanlarının özlem ve eğilimlerini yansıtan ve geniş bir desteğe sahip bulunan Bektaşiliğin denetim altına alınması yolunda yapılan girişimlerdir. Yavuz Sultan Selim’in yoksul Alevi Türkmen halkına karşı gerçekleştirdiği kıyımın ardından 1527’de, yani Kanuni Sultan Süleyman döneminde başını Bektaşi postnişini Kalender Çelebi’nin çektiği bir köylü ayaklanması patlak vermişti. Osmanlı devleti; Yozgat, Sivas, Maraş, Adana, Tarsus yörelerini etkileyen ve hızla yayılan isyanı büyük güçlükle bastırdıktan, isyana katılan aşiretleri kılıçtan geçirdikten ve başta Kalender Çelebi olmak üzere isyanın önderlerini idam ettikten sonra 1552 yılında Sersem Ali Baba adlı kişiyi Dedebaba ünvanıyla Hacı Bektaş-ı Veli dergahının başına geçirmişti. Özellikle o tarihten itibaren devlet, Kalender Çelebi soyundan gelen ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin ilerici düşüncelerini savunan Alevi/Bektaşi çoğunluğu ve onların meşru dinsel liderlerini terörize ederken kendisine bağlı şeyhler aracılığıyla Bektaşiliği bir devlet tarikatı haline dönüştürmeye çalıştı. Hacı Bektaş-ı Veli’nin Yeniçeri ocağının piri haline getirilmesi, bu önlemlerin en önemlilerinden biridir. Remzi Yürükoğlu bu sürecin gelişimi konusunda şöyle söylüyordu:
    “Aleviliğin içinde egemen ideolojinin öğelerini güçlendirmede de dedebabalığın, Nakşibendi şeyhlerinin ve devletin genel olarak koyduğu büyük baskının derece derece rolü olmuştur.
    “Sonuçta Osmanlı’nın bu çabaları, toplumsal bilincin güçlü direnişi nedeniyle hedeflenen sonuçlara ulaşamadı… Halkın neredeyse tamamı, İstanbul’dan atanan Nakşibendi şeyhlerine, mücerred dervişlere ve dedebabalara bakmadı, Hacı Bektaş’ın felsefesinden ayrılmadı. Mücerred dervişlik (babagan kolu), İstanbul ve Rumeli’nin birkaç kentinin dışına çıkamadı….
    “Ne var ki, Osmanlı’nın girişimlerinin tümüyle sonuçsuz kaldığını düşünmek de yanlış olur. Bir kez, egemen sınıf ve egemen ideoloji ve devlet tarikata sızmış ve üst katı denetimi altına almıştır. Halk ve Çelebiler soyu bunları onaylamamış, benimsememiş ama açıktan kavga konusu da yapamamıştır. Bu üst katlarda devletle ve egemen ideolojiyle girilen bir bakıma zorunlu evlilik sonucunda ama, Alevilik içinde din öğeleri, devlet fikri ve daha sonra Türklük fikri güçlenmiştir. Bu etkiler tepeye ve merkezlere yaklaştıkça güçlenmekte, tepeden ve merkezlerden uzaklaştıkça, halkın içine indikçe azalmaktadır.” (Okunacak En Büyük Kitap İnsandır, s. 216-17)
    Bektaşilik/Alevilik kadar geniş bir tabana sahip olmayan ve başından beri Selçuklu ve Moğol egemen sınıflarının bağlaşığı konumunda olan Mevlevilik ise zaman içinde devlet-yanlısı tutumunu derinleştirmiştir. Kendisi de Mevlevi olan ünlü neyzen Kudsi Erguner, kendisiyle yapılan ve 11 Haziran 2007’de yayınlanan söyleşide şöyle diyordu:
    “Mevlevi tarikatı, Osmanlı toplumunda en elit sınıfın tarikatıdır…
    “Osmanlı toplumunun Batılılaşması sürecinde o elit de Batılılaştı. Bunun içinde Mevleviler de var. Yenikapı Tekkesi’nin şeyhi Osman Dede, mesela yobazlara kızıp, İttihat ve Terakki’nin adamı oluyor. İlerici, çağdaşlaşmayı savunan bir adam. Başka bir şeyh, Mevlevi ayinine piyano konmasını istiyor. Onlar elit insanlar ve Avrupacılık, Osmanlı elitinde var.” (Aksiyon, 11 Haziran 2007)
    Burak Artuner ise, 25-29 Nisan 2005 tarihleri arasında Akşam gazetesinde yayımlanan “Bugünü ve Yarınıyla Mevlevilik” başlıklı dizide şunları söylüyordu:
    “Mevlana’yı da sayarsak onikinci çelebi olan Cemaleddin Çelebi, Fatih Sultan Mehmed’e oğlu Bayezid’in doğumunu müjdeleyen kişiydi. Bu yüzden II. Bayezid ona ve Mevlana’ya karşı büyük bir saygı göstermiş, türbedeki sandukaları yenilemiş, üstlerine örtülmek üzere değerli kumaşlar göndermiş, türbede onarım yaptırmıştı. Cemaleddin Çelebi’nin yerine geçen Hüsrev Çelebi de Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman devirlerinde çelebilik yapmıştı. Sultan Selim, Mevlana dergahına vakıflar vermiş, türbeye su getirtmişti. Sultan Süleyman da Mevlana türbesine hizmet etmiş, semahane ve mescid ile Mevlana ve oğlu için de mermer sanduka yaptırmıştı….
    “III. Selim Mevlevi olan ilk padişahtı. Mevleviliğe yönelişi de Hacı Bektaş’ı pir tanıyan Yeniçerilere karşı bir hareketti. Nitekim II. Mahmud da aynı yolu tutmuş, hatta bu yüzden Devlet kethüdası Halet Efendi bile Yeniçeriliğe dayandığı halde Mevleviliğe girmişti ve bütün devlet büyükleri Mevlevi dostu olmuştu.”
    Artuner’e göre, babası II. Mahmud’un 1 Temmuz 1839 tarihinde vefât etmesi üzerine Osmanlı tahtına 16 yaşındayken oturan I. Abdülmecid de Mevlevî tarikatına mensuptu. Yazar, Yeniçeri ocağının 1826’da zorla tasfiyesi sırasında devletin Bektaşiliğe karşı sırtını Mevleviliğe dayadığını ve Mevlevilerin V. Murad’ın tahttan indirilişi ile II. Abdülhamid’in tahta geçirilişinde olumlu bir rol oynadığını belirttikten sonra şunları söylüyordu:
    “II. Abdülhamid’ten sonra tahta geçen Mehmed Reşad da Mevlevi’ydi. Mehmet Reşat daha önce yanmış olan Yenikapı ve Bahariye Mevlevihaneleri’ni yeniden yaptırdı ve diğer dergahları onardı…
    “Veled Çelebi’nin şeyhlik döneminde ise I. Dünya Savaşı çıktı ve Çelebi, Mevleviler’den oluşturduğu Mücahidin-i Mevleviyye Alayı’yla Kanal Harekâtı’na katılmak için Şam’a gitti.” (agy)
    İttihat ve Terakki’nin üç numaralı ismi Cemal Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarının yanında Birinci Dünya Savaşına katılmasından kısa bir süre sonra Suriye ve Filistin’den sorumlu Dördüncü Ordu’nun başına geçirilmişti. Görev bölgesine giderken Kasım 1914’de Konya’ya uğrayan Cemal Paşa anılarında,
    “Bu vesileden yararlanarak Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretlerinin mübarek mezarlarını ziyaret ettim.” (Hatırat/1913-1922, Cemal Paşa, İstanbul, Nehir Yayınları, 2006, s. 162) diyordu. Mevlana’nın hayranları arasında, Mustafa Kemal de bulunuyordu. Hürriyet gazetesinin 22 Aralık 1987 tarihli sayısında çıkan bir haberde şöyle deniyordu:
    “Atatürk, Konya’daki Mevlana Dergahı ve türbesini, Konya’ya ilk gelişi olan 3 Ağustos 1920 günü ziyaret etmiş ve bu ziyaretten pek etkilenmişti. Daha sonra ziyaretlerinde Mevlana Türbesini ziyaret etmeden Konya’dan ayrılmamıştır. 3 Nisan 1922 günü ziyaretlerinde, kendisi için açılan Sema meydanında hazır bulunmuş, 22 Mart 1923 günü yaptığı ziyarette postnişin Abdülhalim Çelebi’nin davetlisi olarak dergahta yemek yemiş, Hz. Mevlana’nın büyüklüğü üzerine takdir ve hayranlık dolu sözler söylemiştir.” 1925 yılında ilan edilen bir yasayla tekke ve zaviyelerin kapatılması kararı sırasında, Mustafa Kemal, Konya’daki dergâhın tümden kapatılması yerine müzeye çevrilmesini buyurdu. Onun, 18 Şubat 1931’de Konya’yı ziyaret ettiği, 21 Şubat gününün tümünü Mevlana Müzesi’nde geçirdiği ve Falih Rıfkı Atay’a, “Karar gereğince Konya’da Mevlana dergahının da kapanmış olmasından üzgünüm. Fakat istisna yapamam, buna çok üzülüyorum. Hey koca Sultan! Evet, bütün tekkeleri kapattık; fakat senin kapın kapanmadı” dediği de biliniyor. (“Mevlevi Alayı İle Atatürk’a Destek Oldular”, Sabah, 28 Ekim 2005)

  64. Mevlevilerin Antakya’nın, bu ilde yaşayan halkın çoğunluğunun iradesine aykırı olarak 1939’de Fransız ve İngiliz emperyalistlerinin onayıyla Türkiye’ye verilmesi sırasında da “yurtseverlik” görevlerini yerine getirdikleri anlaşılıyor. Halep’teki mevlevihanenin bu konuya ilişkin çalışmaları hakkında bilgi veren Yrd. Doç. Dr. Nuri Şimşekler şöyle diyordu:
    “Mehmed Bakır Çelebi Halep’te postta bulunduğu dönemde Hatay’ın anavatana katılması hususunda da hayli yardımları ve gayretleri olmuştur. Bu yüzden de Suriye’de hüküm süren Fransız yetkililerinin tepkisini çekmiştir. Çelebi, daha sonra Suriyeli ve orada bulunan Fransız idareciler tarafından ‘Türkiye lehinde casusluk yapmak’la itham edilmiş; 1937’de bir aile ziyareti için gittiği İstanbul’dan bir daha Suriye’ye geri dönmesine izin verilmemiştir.”
    Mevleviliğin devlet-yanlısı tutumunu dikkate alanlar arasında askeri darbelerle iktidarı ele geçiren ve laiklik üzerinde yaygara koparma eğiliminde oldukları bilinen subaylar da bulunuyor. Murat Güzel, Selçuk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mustafa Özcan’a dayanarak, 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren subayların 1960 yılı Mevlana törenlerini engellemediklerini şöyle anlatıyordu:
    “Törenlerin son gecesi muhteşem olmuştur. O gece törenlerde bulunmak üzere Başbakan Yardımcısı ve Millî Savunma Bakanı Fahri Özdilek, Devlet Bakanları Hayri Mumcuoğlu, Nasır Zeytinoğlu, Ticaret Bakanı Mehmet Baydur, Nafıa Bakanı Prof. Dr. Mukbil Gökdoğan, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Ragıp Üner, Ziraat Bakanı Osman Tosun, Millî Eğitim Bakanı Fehmi Yavuz Konya’ya gelmişler ve protokoldeki yerlerini almışlardır. Ayrıca Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları, Millî Birlik Komitesi üyelerinden Ahmet Yıldız, Osman Köksal, Kamil Karavelioğlu, Suphi Karaman, Sezai Okan, Sami Küçük de törene katılmışlardır. Bunların yanında yüksek mahkeme başkanları, genel müdürler, yabancı elçilik mensupları töreni izlemek imkânını bulmuşlardır.” (Memleket, “Allah Diyeni Görürsem İptal Ederim”, 17 Aralık 2006) Aynı gazeteci 12 Eylül darbecilerinin benzer bir yol izlediklerini şu sözlerle belirtiyor:
    “Törenlere ihtilali takip eden günlerde kurulan Danışma Meclisi Başkanı Prof. Dr. Sadi Irmak katılırken dönemin diğer üst düzey yetkilileri de büyük ilgi gösterdi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası bütün ülkede gece saat 20.00’dan sonra uygulanan sokağa çıkma yasağı saatleri Konya’da 11/12 Aralık ve 17/18 Aralık 1980 geceleri ihtifaller dolayısıyla değiştirildi.” (agy) Oysa aynı 12 Eylül cuntacıları, 1960’lı yılların ortalarından o zamana kadar Alevi derneklerinin ve Hacıbektaş halkının inisiyatifiyla gerçekleştirilen Hacı Bektaş-ı Veli törenlerini yasaklamışlardı.

    Bitirirken: Mevlana ve Hoşgörü

    Mevlana üzerine yazan ya da konuşanların hemen hemen tümünün sürekli olarak vurguladığı bir husus varsa o da Mevlana’nın sevgi, barış, kardeşlik, hoşgörü çağrısı yapan bir düşünür ya da din bilgini olduğudur. Artık öyle olmuştur ki, kulakları sağır eden bu propaganda sonucunda Mevlana’nın adı adeta otomatik olarak ne idüğü belirsiz bir “hoşgörü” kavramını çağrıştırır hale gelmiştir. Nitekim dünya burjuvazisinin ideolojik aygıtlarından UNESCO’nun 2007’yi Mevlana yılı ilan etmesi ve emperyalist ve gerici burjuvazinin “uygarlıklar bağlaşması” türünden içi boş ve gerici formül ve sloganlarını pazarlayan temsilcilerinin bu düşünürü göklere çıkarmaları da işte esas olarak bu gerekçeye dayandırılmaktadır.
    Bu yazıda ortaya konan verilerin, Mevlana hoşgörüsünün “saraylara barış, kulübelere savaş” türünden bir “hoşgörü” olduğunu göstermeye yeteceğini söyleyebiliriz; yani Mevlana’nın ve Mevleviliğin ideolojik-siyasal içeriği ezilen ve sömürülen yığınlara karşı düşmanlık ve Selçuklu sultanlarına ve feodal beylerine, hatta yabancı istilacılara ve tabii Osmanlı padişahlarına ve sarayına dostluk olmuştur.
    Peki Mevlana’nın sözü edilen “hoşgörü” anlayışının maddi temelleri neydi? Mevlana’nın söylediği ileri sürülen, ama ona ait olduğu tartışmalı olan, “Gel, gel, ne olursan ol, yine gel/ister kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel/bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir/yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel… ” deyişinde anlatımını bulan hoşgörü anlayışı hangi koşullarda oluşmuştur ve ne anlama gelmektedir?
    Bu anlayışın birbiriyle yakından ilişkili iki maddi nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi; Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türkmenlerin Müslümanlığı görece yakın bir geçmişte, yani X. yüzyılda, esas olarak Arap İslam ordularının kılıç zoruyla ve hayli yüzeysel bir tarzda benimsemiş olmalarıdır. Göçebe nitelik ve geleneklerini daha uzun süre devam ettirecek ve Anadolu Selçuklu devletinin esas dayanağı olan bu Türkmen kitleleri hala büyük ölçüde İslamiyet-öncesi dinsel anlayış ve inançların etkisi altındaydılar. Bu da İslamı daha yumuşak, esnek ve daha az ortodoks bir biçimde yorumlayan ve önemli bir kısmı Orta Asya, İran, Mezopotamya, Kafkaslar ve Anadolu’da konuşlu Sufi tarikatlarının -ve bu arada Mevleviliğin- gelişmesi ve etkili olması için uygun bir ortam oluşturuyordu. Dahası, zenginleştiği ölçüde Türkmen kitlelerine daha da fazla yabancılaşan Selçuklu egemen sınıfı da -İran’ın yanısıra- önemli ölçüde Bizans’ın ve onun Hristyan kültür ve yaşam biçiminin etkisi altında bulunuyordu. Gordlevski bu konuda şu ilginç bilgileri veriyor:
    “Tahta çıkmadan önce, sürgün ya da konuk olarak Bizans’ta bulunan Selçuklular, doğallıkla Konya’ya Hıristyan-Rum kültürüyle beslenmiş olarak dönüyorlardı.” (Anadolu Selçuklu Devleti, Ankara, s. 332) Bir çoğu Hristyan kadınlarla evlenen Selçuklu prens ve sultanlarının bazılarının gizli Hristyan olduğuna ilişkin söylentilerin yaygın olduğunu anlatan yazar sözlerini şöyle sürdürüyordu:
    “Doğallıkla dinsel hoşgörü, Selçukluların ayırıcı özelliği oluyordu; hiç değilse onlar yobazlıktan uzaktılar.” (agk, s. 334) Buna, küçüksenmeyecek sayıda Rum kökenli sivil ve asker yöneticinin Anadolu Selçuklu devletinin hizmetine girmesini ve üst düzeylerde görev yapmalarını ekleyebiliriz. (Bkz. Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Beşinci Kitap, İstanbul, Tekin Yayınevi, 1996, s. 2015-2017)
    Bu “hoşgörü”nün ikinci ve daha önemli nedeni, XII. ve hatta XIII. yüzyıllarda Anadolu’da Türk-olmayan kavim ve toplulukların ağır basıyor olması, yani bu dönem Anadolusu’nun ne etnik olarak Türk/Türkmen ağırlıklı ve ne de dinsel olarak Müslüman ağırlıklı bir ülke olmasıdır. Büyük Selçukluların, iç çatışma ve parçalanmalarla zayıflamış ve büyük ölçüde çürümüş olan Bizans’ı 1071’de Malazgirt’te yenmelerinin ardından Türkmen yığınlarının Anadolu’ya yığınlar halinde girmeye başladığını ve o sıralar Diyar-ı Rum (=Roma ülkesi) olarak anılan Anadolu’nun oldukça yavaş ilerleyecek olan bir Türkleşme ve Müslümanlaşma sürecine girdiğini biliyoruz. Doğan Avcıoğlu’nun aktardığına göre Ortaçağlar, İslamiyet ve Osmanlı öncesi Anadolu tarihi üzerine araştırmalarıyla tanınan Fransız tarihçi Claude Cahen XIII. yüzyılın ortalarına doğru başlayan Moğol istilası öncesinde çoğu uç bölgelere yerleşen Anadolu’daki Türkmen sayısının 200-300,000 dolayında olduğunu ileri sürmekte, bu rakam diğer araştırmacılar tarafından da üç aşağı beş yukarı kabul edilmektedir. Avcıoğlu bu konuda şunları söylüyor:
    “Anadolu Selçuklu Devleti ise, İslam geleneğine uygun bir biçimde kentlerde kurulur. Kent, idari ve ekonomik merkezdir. Selçuklu sultanları, ilk zamanlar kentlerde asayişi sağlamak için asker bulmakta güçlük çekerler. Kentlerdeki askeri garnizonlar, birçok durumda bir-iki yüz kişiyi aşmaz.” (agk, s. 2005)
    “Selçuklu kentlerinde siyasal ve kültürel etkinliği elinde tutan İslam nüfus, sayıca artış gösterirse de, XIII. Yüzyılda hala Hıristyan nüfus çoğunluktadır.” (agk, s. 2029)
    Mustafa Akdağ bu saptamayı doğruluyordu:
    “Türkiye’nin kuruluşunda etnik unsurun esasını teşkil etmiş olduklarını söylediğimiz Türkmenlerin yayla hayatına ve ‘obalar’ halinde cemaatlenerek hayvancılık yapmaya çok düşkün olmaları, hele bu hayatın ifadesi olan birtakım sosyal geleneklerden kurtulamayışları, Hıristiyan ahali arasında ise, kayda değer bir ihtida (=sözcük anlamı “doğru yola girme”, yani din değiştirerek Müslümanlığı kabul etme- G. A.) hareketinin görülmeyişi, Selçuki Türkiyesinin Bizans’tan devraldığı başlıca şehirlerde Türk-Müslüman nüfusun çok yavaş artmasına sebep olmuştur. XIII. asrın sonlarında bile, Konya, Kayseri, Sivas gibi en önemli Türk merkezlerinde Hıristiyan ahali hala oldukça kalabalık kitleler teşkil ediyorlardı.” (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Cilt 1, s. 14-15)
    Öte yandan Gordlevski, Anadolu Selçuklu devletinin başkenti Konya’nın kozmopolit yapısına işaret ederken, bu kentin nüfusunun “yarısını Hristyanların oluşturduğu”nu (Anadolu Selçuklu Devleti, s. 254) söylüyordu. Bu koşullarda, İslamın bağnaz ve ortodoks yorumunu esas alan bir devletin Anadolu’yu başarılı bir biçimde kolonize etmesi ve bu ülkenin gerek Hıristiyan Grek, Ermeni halklarını ve gerekse diğer halklarını kendi ideolojik-siyasal hegemonyası altına alması, bu halkları özümsemesi, hatta belki devlet olarak ayakta kalması bile çok güç, hatta olanaksızdı. Sayıca da görece az olan ve esas olarak hayvancılık ve askerlikle uğraşan Türkmen nüfusun göçebe karakterinin ağır bastığı ve Selçuklu devleti kırlarda tarımsal üretimin ve özellikle de kentlerde çeşitli zanaat etkinliklerinin sürdürülmesi için uzun süre Hıristiyan emekçilere bağımlı kalmıştır. Bu bakımdan Konya’da Hıristiyan din adamlarıyla tartışmalar yapan, birlikte içki içen Mevlana’nın -ve diğer Sufi tarikatlarının- “hoşgörülü” ve İslami bağnazlıktan uzak yaklaşımının, Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşması açısından mantıklı, hatta zorunlu ve kaçınılmaz bir nitelik taşıdığını düşünebiliriz. Dolayısıyla, kendi aralarında İslam’ın farklı yorumlarına bağlı çok sayıda ekol bulunan ve Anadolu’da ve Rumeli’deki Bogomil’ler, Poliçyan’lar gibi kilise-karşıtı Hıristiyan tarikatlarıyla karşılıklı etkileşim içine giren sözkonusu tarikatlar, o sıralar yeni yeni Türkleşmekte ve Müslümanlaşmakta olan bu kozmopolit jeografide İslam dininin yayılmasında önemli bir rol oynamışlardır.
    Nitekim Speros Vryonis şöyle diyordu:
    “Hıristiyan toplumunun yaşadığı altüst oluşlar yüzünden Hristyanlar psikolojik olarak, en öndegelenleri Mevleviler ve Bektaşiler olan Derviş tarikatlarının dinsel telkinlerini kabule hazır hale gelmişlerdi. Bu koşullarda sözkonusu Sufi tarikatları Grek ve Ermeni çoğunluğun Müslüman Türklere dönüştürülmesinde önemli bir rol oynadılar ve böylelikle, yüzyıllar öncesinde Arapların Bizans Suriyesi, Mısırı ve Filistini’nde görülene benzer boyutlarda bir kültür devrimini gerçekleştirdiler.” (Byzantium and Europe, Londra, Thames and Hudson, 1967, s. 172-74)
    Ancak tam da bu noktada Selçuklu devletinin ve Mevlana’nın reelpolitiğin gereklerini ve feodal sınıfın çıkarlarını yansıtan gerici “hoşgörü”süyle, Yunus Emre’nin, (6) Hacı Bektaş-ı Veli’nin, Babailerin ve diğer Sufi tarikatlarının ezilen sınıf ve katmanların toplumsal hoşnutsuzluk ve muhalefetini yansıtan ilerici/devrimci hoşgörüsü arasındaki derin ayrımın ve uzlaşmaz karşıtlığın altını çizmek gerekiyor. Dünya ve Türkiye burjuvazisi kendi sınıfsal çıkarları gereği Mevleviliği ve benzer akımları yüceltecek ve onları ve onların kokuşmuş felsefesini ezilen ve sömürülen yığınlara dayatacaktır. Devrimci proletarya ise “Yetmişiki millete bir göz ile bakmayan kimseyi, halka müderris olsa bile yine hakikatta asi” varsayan Yunus Emre’lere, “Yetmişiki milletin hepsine bir nazarla bakacaksın” diyen Hacı Bektaş-ı Veli’lere, değişik ulus, din ve inanışlardan emekçileri askeri-feodal rejime karşı bir bayrak altında savaşıma seferber eden Babailerin ve izleyicilerinin tarihsel miraslarına sahip çıkacaktır.
    XIII. yüzyılın Anadolusu ile bugünün dünyası arasındaki son derece büyük sosyo-ekonomik ve siyasal farklılıklara rağmen Türkiye ve dünya burjuvazisinin bugün Mevlana’ya özenle ve hararetle sahip çıkması ve onu göklere çıkarmasında şaşılacak bir yan yok. Bunun görece önemsiz bir nedeninin ise, tam bir ideolojik iflas yaşayan ve gelecek kuşaklara verecek bir şeyi olmayan burjuvazinin ve burjuva aydınlarının Mevleviliği kapitalist-emperyalist sistemin yaşadığı manevi bunalıma deva olacak bir ilaç ya da ilaçlardan biri olarak algılaması olduğunu söyleyebiliriz.
    Ancak burjuvazi Rumi’nin düşünce ve mesajına öncelikle kendi gerici ve karşı-devrimci emel ve stratejileri nedeniyle sahip çıkmaktadır. “Bütün ülkelerin burjuvaları, birleşiniz!” sloganını benimseyen Türkiye ve dünya burjuvazisi, iç çelişme ve çatışmalarına rağmen “terörizme karşı savaş”, küreselleşme, neo-liberalizm, anti-komünizm ve kozmopolitizm bayrağının altında biraraya gelmeye ve İslam ülkelerinin işçi sınıfı ve halkları başta gelmek üzere dünya proletaryası ve halklarına karşı birleşik bir cephe oluşturmaya çalışıyor. Bu bağlamda “uygarlıklar bağlaşması”ndan kastedilenin aslında emperyalist burjuvazi ile İslam ülkelerinin burjuvazisi arasında -zaten varolan, ama İslam ülkeleri işçi sınıfı ve halklarının üstü örtülü/açık muhalefeti nedeniyle zorlanan ve daha da zorlanacak olan- bağlaşması olduğunu söyleyebiliriz. Devrimci proletarya ise, burjuvazinin “uygarlıklar bağlaşması”nın karşısına Babai isyanı ve benzer isyanlar sırasında etnik, dinsel, mezhepsel ayrımlar yapmadan eşitlik ve sosyal adalet bayrağı altında biraraya gelen emekçilerin birliğinin çağdaş biçimi olan proleter enternasyonalizmini çıkarmaktadır ve çıkaracaktır. Sömürücü sınıflar açısından hepsinden önemlisi ise Mevlana’nın düşüncesinin ve Mevleviliğin, egemen sınıfların her zaman ezilen ve sömürülen sınıflara tevekkül, kulluk, teslimiyet ideolojisi ve siyasetini benimsetme, onların hoşnutsuzluk ve öfkesini radikal ve devrimci olmayan kanallara akıtma çabalarında küçüksenmeyecek bir rol oynama potansiyelidir. Hindistan’ın Britanya sömürgeciliğinin boyunduruğundan kurtuluşunun, esas olarak Mahatma Gandi’nin “barışçı” eylemleriyle gerçekleştirildiğini (!) ileri sürerek dünya proletaryası ve halklarını aldatan ve onların siyasal öncülerini Gandicilikle (7) ve benzer devrimci-olmayan ve gerici anlayışlarla zehirlemeye çalışan emperyalist burjuvazi ve onun bilinçli ve bilinçsiz sözcüleri aynı şeyi Mevlana Celaleddin-i Rumi üzerinden de yapmaya çalışmaktadırlar. Ama bunu asla başaramayacaklarını şimdiden söyleyebiliriz.
    Sözlerime Server Tanilli’nin Mevlana’ya ilişkin değerlendirmesiyle son veriyorum:
    “Mevlana, şiirlerinde, rint bir şair olarak, Şeriat ölçülerini zaman zaman aşarsa da, temelde bir Şeria adamı olarak kalmıştır. Özelllikle Mesnevi’de bir Kuran yorumcusudur. Öyle, denildiği gibi, hoşgörüden yana da değildir; tam tersine felsefeyi yasaklar. Sonra, inanışları dışında kalan bütün dinleri ve mezhepleri Tanrı’dan uzak sayar; Müslüman olup da dinin gereklerini bütünüyle yerine getirmeyenlerin bile öldürülmelerini uygun bulur. Din ve mezhep ayırımı yanında ırk ve ulus ayrımı da yapar; Türk’ü ve Hintli’yi kötüler. Onun ‘aşk’ ve ‘insan sevgisi’nden sözederken bunları gözönünde tutmalı. Toplumda en yukarda gördüğü, şeyhler, ermişler, padişahlar, varlıklılardır; alt katta ise halk ve köylüler vardır ve kötüler onları. Bu yanlarıyla, tipik bir egemen sınıfın sanatçısıdır. Öyle olduğu için de, Mevlevilik, bir ‘burjuva tarikatı’ olarak, saraylarda, konaklarda ve seçkinler arasında yayılıp desteklenecektir.” (Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, İnsanlık Tarihine Giriş II, İstanbul, Say Kitap Pazarlama, 1986, s. 359)

    DİPNOTLAR

    (1) Ancak XIII. yüzyıl Anadolusu’nda diğer din ve inançlar konusunda hüküm süren göreli hoşgörü ortamına aykırı duran Sufiler de vardır. Gelmiş geçmiş Sufilerin en büyüklerinden sayılan ve bundan ötürü “Şeyh’ül-Ekber” diye anılan ve ünlü mesnevihan Şefik Can’ın hakkında “Fakat o kendisine küfredenleri bile hoşgören, affeden büyük bir veli idi” diyeceği Muhyiddin Arabi (1165-1240) Anadolu Selçuklu Sultanı İzzeddin Keykavus’a 1212 yılında yazdığı bir mektupta şunları söyleyecekti:
    “Sana çanları kaldırmak, imansızlığı gidermek, yurdunda müslümanlığın ününü yüceltmek, kafirlerin koymuş oldukları töreleri kaldırmak gerektir. Müminlerin ulusu Hazret-i Ömer, dini ayrı tebaa için şunları buyurmuştur: Yabancı din taşıyanlar, kentler çevresinde kilise, manastır, bekar papaz yurtları yaptırmasınlar, yıkılmış olan tapınaklarını yenilemesinler…. Çocuklarına Kur’an öğretmesinler, Tanrı’ya ortak koştuklarını açığa vurmasınlar, müslümanlarla hısımlık etmek dilerlerse, müslümanlara saygı göstererek derneklerinde oturmak dilerlerse, onlara yer verin. İslam olmayanlar, kılık ve kıyafetlerinde, şapkalarında, sarıklarında, pabuçlarında, traşlarının biçiminde müslümanlara benzemesinler. Müslüman adlarını ve künyelerini almasınlar. Eyerli atlara binmesinler. Kılıç kuşanmasınlar, silaha dair hiçbir şey taşımasınlar. Arap yazısıyla mühür kazdırmasınlar. Şarap satmasınlar. Kendi büyüklerine saygı göstersinler. Her nerede olursa olsun kendi kılıklarını giyinsinler. Bellerine zünnar (=papazların bellerine bağladıkları ipten veya kıldan örme kaba sert ve uçları öne sarkık kuşak- G. A.) bağlasınlar ve Müslümanların yolları üzerinde haç gezdirmesinler ve kitaplarını yol üzerine çıkarmasınlar. Ölülerini götürürken yüksek sesle bağırmasınlar. Cenazeleri müslümanlardan ileri geçmesin, çanlarını ancak yavaş sesle çalsınlar. Kiliselerinde yüksek sesle okumasınlar. Konulan bu yasaklara aykırı yürürlerse, onlar için zimmet yoktur.” (Aksarayi Tarihi, M. Nuri Gençosman çevirisi, s. 354-55, aktaran Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Beşinci Kitap, s. 2022-2023)
    (2) İslam mistiklerinin ya da Sufilerin çoğu gibi Mevlânâ da cüz’i (=tikel) akıldan ve külli (=tümel) akıldan bahseder. Cüz’i akıl bireysel akıl, yani insanların kendi çabalarıyla deneyimleriyle, araştırmalarıyla oluşan bilgilerin toplamıdır. Gerek Müslümanlığa ve gerekse Sufilere göre külli akıl bütün bilgilerin kaynağıdır; yeryüzünde görülen her şey tanrısal bir nitelik taşıyan külli aklın gölgesidir. Mevlana’ya göre “Cüz’i akıl , her zaman öğrenmeye muhtaçtır; Külli akıl ise öğretmendir. Peygamberler Akl-ı Küldür. Cüz-i Aklı Küll-i Akla Peygamberler ve Veliler bağlar.” (Fihi Mafih, s. 220)
    (3) 1071 Malazgirt zaferinden sonra Selçuklu ordularının Kutulmuşoğlu Süleyman önderliğinde büyük bir hızla Anadolu’yu fethetmelerinin bir dizi nedeni vardı. Ancak bunlar arasında belirleyici olanı, Bizans rejiminin iliklerine kadar çürümüş olması ve Rum emekçi yığınlarından neredeyse tümden kopmuş olmasıydı. Bir kaynakta bu konuda şunlar söyleniyor:
    “Fakir köylülük arasında hakim olan toplumsal koşullar yerel nüfusların Bizans otoritesine yabancılaşmasına yol açıyordu. Bu köylülerin büyük bir kısmı zengin toprak sahiplerinin egemenliği altındaydılar ve rakip bir gücün vaadlerini dinlemeye hazırdılar. Bir çok mülkte köleler çalışıyordu. Süleyman onlara, belirli bir vergi karşılığında özgürlük ilan etti ve istilacı olarak sempatilerini kazandı.” (John Kinsley Birge, Bektaşilik Tarihi, İstanbul, ANT Yayınları, 1991, s. 23-24)
    Prof. Ernst Werner ise bu konuda şunları belirtiyor:
    “Doğu Anadolu Bizanslılar tarafından olağanüstü ağır bir şekilde sömürülmekteydi. Orada kısmen despot denebilecek bir rejim vardı. Türkler, yani o zamanki adıyla Selçuklular, o zamanlar henüz Bizanslılarınki gibi bir devlet yapısı yaratmamışlardı. Bu bakımdan onlarda sömürü oranı oldukça düşüktü. Vergi çeşitleri azdı… Bu bakımdan istilacıların istilacı olarak değil, kurtarıcı olarak görülmesi kolayca anlaşılabilir. Zaten halk, Bizansı sömürücü ve işgalci olarak görmekteydi. Bu bölgede oturanlar, yalnız Rumlar değildi. Rumlaştırılmış uygarlaşmamış halklarla Anadolu’nun esas yerli halkı da bu bölgenin nüfusunu oluşturuyordu.
    “Batı Anadolu’da durum şehirler yüzünden değişikti. Şehirlerin nüfusunu oluşturan Rumlar Türklere karşı idiler. Çünkü bu şehir halkı yörüklere karşı idi. Yörüklerle köylük alanlarda ve şehirlerde oturanlar arasındaki zıtlığı görmek lazım.” (Büyük Bir Devletin Doğuşu-Osmanlılar (1300-1481) 2, s. 251-52)
    (4) Moğolların Anadolu’yu istila ve yağmalamasına karşı gelişen direniş hareketleri arasında en önemlisi 1278’de patlak veren ve Selçuklu resmi tarihçilerinin “Cimri” diye andıkları Siyavuş’un önderliğindeki Türkmenlerin isyanıdır. Prof. Ernst Werner bu konuda şu bilgiyi veriyor:
    “…Moğollara karşı döğüşen Cimri’nin geniş bir hareket, gerçek bir halk hareketi yaratması bir rastlantı değildir. Cimri, hem Moğol istilacılarına, hem de Selçuklulara karşı savaştı. Başkent Konya’yı bile aldı. Bunun üzerine Moğollar ve Selçuklular, tüm askeri güçlerini birleştirip Cimri’yi saldırdılar. Ancak güneydoğuya çekilen Cimri’yi takip etmeye cesaret edemediler. Konya’yı tekrar ele geçirmekle Moğol istilacılarına karşı direnmenin sona ereceğini düşünüyorlardı. Fakat ne Moğollar, ne de onlara boyun eğen Selçuklular rahat yüzü göremediler. Cimri, her yana haberciler saldı. Taraftarlarını topladı. Uç beylerini kazandı. Nihayet Karahisar yakınlarında Moğol-Selçuklu ordularıyla bir savaşa tutuştu. Bu savaş, her iki taraf için de çok ağır kayıplara yol açtı. Cimri yenildi. Selçuklu Sultanı da Moğol istilacılarına karşı savaşan bu kahramanın derisini ayağından başına kadar yüzdürdü. İçine saman doldurup şehir şehir gezdirdi. Böylece Moğollara ve kendisine karşı ayaklananlara gözdağı vermek istiyordu.” (Büyük Bir Devletin Doğuşu-Osmanlılar (1300-1481) 2, s. 253)
    (5) Mevlana’nın, Abdülbaki Gölpınarlı’nın derlediği ve yayıma hazırladığı mektupları onun, devrin güçlü kişileri karşısında nasıl dalkavukça bir tutum aldığını ve onlara nasıl övgüler düzdüğünü göstermektedir. O, Moğollar tarafından Kırşehir emirliğine atanan, oradaki Moğol-karşıtı bir isyanı bastıran ve aralarında isyanın başını çekenlerden Ahi Evren ile Mevlana’nın kendi oğlu Alaeddin Çelebi’nin de bulunduğu binlerce kişinin ölümünden sorumlu olan Nureddin Caca’ya yazdığı ve ondan yardım dilendiği bir mektupta şöyle diyordu:
    “… Layık olanları yücelten, keremlerde bulunan, hayırlar yayan, yoksullara yardımcı olan, müslümanlığıyla müslümanlara ışık olan ulu emir, devletin ve Dinin Nur’una eş-dost olsun! Allah yüceliğini daimi etsin; dostları yardım görsün, düşmanları kahrolsun… Bu özü doğru duacıdan selam ve duadan sonra bilsinler ki, bu duacı, kendilerinin, devletlerinin hayır-duasıyla meşguldür. Ey şahsı yanımda bulunmayan, anısı yanımda olan! Şunu bildireyim ki: Allah sonunu pek güzel bir hale getirsin, aziz oğlum Nizameddin, işittik, duyduk ki, hayırlar düşünen, yoksulları yetiştirip geliştiren kutlu gönlünüzün gazebine uğramış; bir küstahlıktır etmiş; yüce gönlünüz incinmiş ona. Bu duacı, şefaat ederek Allah için yalvarmada. Yaptığınız iyi işlere, kulluklara, oruçlarınıza, namazlarınıza, sadakalarınıza üstelik, bu bağışlamayı da belirtirseniz, şüphe yok ki Allah, bütün kulluklarınızı en güzel bir şekilde kabul edecektir. Oğlumuz Nizameddin, sizi sevenlerdendir; o devletin sürmesini, artmasını diler; boyuna sizi anarak neşelenir. Bir küçük suç, o da bilmeyerek yaptıysa, bağışlanması… Bu takdirde pek minnettar olurum; büyük bir sevaba, güzel bir övülmeye erişirsiniz.” (Hazırlayan Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, İstanbul, 1963, s. 80-81)
    (6) Egemen sınıfların ve onların akademyadaki uşaklarının düzene ve ortodoks İslama karşı niteliğini özenle gizlemeye çalıştığı büyük ozan Yunus Emre,
    “Gayridür her milletten bizim milletimiz/Hiç dinde bulunmadı din ü diyanetimiz/Bu din ü diyanette yetmişiki millette/Bu dünya ol ahrette ayrıdur ayatımız” diyor; yani; kendisinin hiçbir milletten ve dinden olmadığını belirtiyor ve zamanın sömürücü sınıflarının simgesi olan beylere şu sözlerle çatıyordu:
    “Gitti begler mürveti (=yiğitliği)/Binmişler birer atı/Yediği yoksul eti/İçtiği kan olusar.” (Aktaran Burhan Oğuz, Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri III, s. 88)
    (7) Komünist Enternasyonal 1928’de Gandicilik için şu değerlendirmeyi yapıyordu:
    “Baştan başa dini görüşlerle dolu olan, en geri ve ekonomik bakımdan gerici yaşama biçimlerini idealize eden, çıkış yolunu proletarya sosyalizminde değil, bu geri biçimlere geri dönüşte gören, pasif biçimde sabretmeyi vaazeden ve sınıf mücadelesini olumsuzlayan, Hindistan’daki Gandicilik gibi akımlar, devrimin gelişme süreci içerisinde açıkça gerici güçler haline gelirler.” (“Komintern Programı”, III. Enternasyonal, Belgeler 1919-1943, İstanbul, Belge Yayınları, s. 186)

  65. İtalyan Muhalefet Lideri: İslam Bir Din Değildir
    İtalya’da Kuzey Ligi’nin (Lega Nord) lideri Matteo Salvini, “kibirli ve tehlikeli” bulduğu İslam’ın bir din olmadığını savundu.
    İtalya’da aşırı sağ çizgide yer alan muhalefet partisi Kuzey Ligi’nin (Lega Nord) lideri Matteo Salvini, “kibirli ve tehlikeli” bulduğu İslam’ın bir din olmadığını savundu.
    İSLAM’A AĞIR SÖZLER SÖYLEDİ
    Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyeliğine ve göçmenlere karşı tutumuyla bilinen partinin lideri Matteo Salvini, La Stampa gazetesine verdiği mülakatta İslam’a ilişkin olumsuz duruşunu ağır sözlerle bir kez daha ortaya koydu.
    Daha önce İslam’ın “yasa dışı” bir din olduğunu iddia ettiği hatırlatılan ve bunu neden söylediği sorulan Salvini, “Çünkü İslam, eski yaşam fikrine sahip, kibirli ve tehlikeli” diye karşılık verdi.
    “MÜSLÜMANLARIN KONTROLSÜZ GÖÇÜ BİZİM İÇİN TEHLİKELİ”
    İtalya Anayasası’nın din özgürlüğünü koruma altına altığı anımsatılan Salvini, “İslam bir din değildir, bizimkiyle tamamen uyumsuz bir yaşam biçimidir. Müslümanların kontrolsüz göçü (Avrupa’ya) bir gerçektir ve bu bizim özgürlüklerimiz için büyük bir tehlikedir” ifadelerini kullandı.
    “SADECE HRİSTİYAN OLANLARI KABUL ETMELİYİZ”
    Salvini ayrıca, göçmenleri gerçekten entegre etmek istiyorlarsa, sadece Hristiyan olanları kabul etmenin daha iyi olacağı görüşünü de savundu.
    İtalya’da son dönemde bazı Müslüman din adamlarının terörizm şüphesiyle sınır dışı edildiği de hatırlatılan Matteo Salvini, “Fark etmez. Biri gidiyor, öbürü geliyor” diyerek, deniz yoluyla İtalya’ya ulaşan binlerce umut yolcusuna işaret etti.
    Federalist ve bölgeselci Kuzey Ligi, iki kanatlı ve 945 üyeli İtalya parlamentosunda 27 milletvekili ve senatörle temsil edilirken, 7’nci parti konumunda.
    http://www.haberler.com/italyan-muhalefet-lideri-islam-bir-din-degildir-8699894-haberi/

    Bence doğru söylemiş. Dahası “din” veya “inanç” diye birşey de yoktur aslında. Bunlar devletlerin, siyasi liderlerin araç olarak kullandığı ideolojilerdir. Bu bağlamda İslam Muhammed’in ve ardından gelen halifelerin, Emeviler, Osmanlı, TC gibi devletlerin kullandığı bir araçtır sadece.

  66. Yalnız bu konuda eleştirilmesi gereken bir nokta var. İnsanların-toplumların kendilerinin seçmediği bir coğrafyanın ürünü olan bu yapıları suçlamak haksızlık gibi.

    İslamın doğduğu coğrafyanın özellikleri, doğal yapısı biliniyor. Üstelik, bu doğuş yerinin kuzeyinde ortaya çıkan Sümer, Asur, Babil uygarlıklarının ‘miras’ına konabilecek bir yapıda da değildi.
    İslamın elinde yalnızca Tanrısal buyrukları, yönlendirmeleri içeren Kuran vardı. Bu kutsal kitap verimsiz, kurak topraklar üzerinde yaşayan bir topluluğun gereksinimlerine göreydi, arkasında büyük, etkin, kapsamlı bir uygarlık yoktu. Bu kınanacak, küçümsenecek bir durum değildi, doğanın koşullarına göre biçimlenmiş bir yaşam alanıydı.
    İslam ilk dönemlerinde kılıç gücüyle başarılı oldu, bütün çevreyi egemenliği altına aldı, doğuda Çin-Hind, batıda İspanya içlerine dayandı. Ancak kılıcın gücü karşısında kalemi, kolun sindirici ağırlığı düşünce odaklarını buldu. Yapacağı tek iş, Tanrısal bildirilerin ışığı altında kendinden öncekileri geçersiz saymak, yasaklamaktı. Bunda da uzun sayılacak bir süre başarılı oldu. Ancak inancın etkisi bilimin karşısında gerilemeye başladı.
    İslam bu dönüşüm karşısında da, kutsal kitabının dışına çıkmaya, bilime bilimle yanıt vermeye yanaşmadı. Kılıçla sağladığı başarılarının çok uzun süreceğini sandı, işte ilk sarsıcı yanılmak böyle başladı. Üç yüzyıl boyunca ele geçirdiği yabancı toprakları, tarih sürecinde, çok kısa sayılabilecek bir zaman diliminde yitirdi, İspanya’dan sürüldü.
    http://www.arslanbora.com/kutuphane-arsiv/karanligin-ayak-sesleri-kadirilik

  67. Aynı coğrafi neden Türkiye’nin durumunu da açıklamyor mu?
    Türkiye’de egemen merkeziyetçi “despotik” devlet sınıfının, yani siyasi iktidarın, ordunun, yargının keyfi yönetimi nereden ileri geliyor? Modern batının aksine sermayenin, ticaretin, burjuvazinin gelişmemiş olması, yani bu sınıfın devlet sınıfı karşısında zayıflığından değil mi?
    Bunun nedeni de ülkenin uluslararası ticaret yollarına -gelişmiş ülkelere nispeten- uzaklığı değil mi? Ülkelerin gelişmişlik sıralamasında en tepede ABD’nin olmasını ve Avrupa’nın önüne geçmesini de açıklamıyor mu bu?
    Yine de Türkiye de değişmek, ilerlemek zorunda. Tarihin akışına karşı konulamaz. Sermayenin yayılmasını sağlayan yeni yollar dünyaya yayılmak zorunda çünkü. Örnek olarak Amerika kıtasının ve Afrika’nın güneyinden geçen yeni doğu yolunun bulunmasından sonra önemi azalan Akdeniz ticaretinin Süveyş kanalının açılmasıyla tekrar canlanmasını verebiliriz.

  68. Önceki yorum geldiyse son cümleyi biraz düzelteyim, bu sadece dış etkilerle de açıklanamaz elbette. Örneğin daha bu dönemden önce Selanik, İzmir gibi liman kentlerinin gelişmesi, buralarda gelişmeye başlayan burjuva kesimleri de -başta levanten, Rum, Yahudi, Sabetaycı gibi azınlık kökenliler olmak üzere- unutulmamalı.

  69. Öncekilere devamla, sermayenin Türkiye’deki bu nisbi geriliğinin nedenlerine ülkenin kendi içinde bir ekonomik bütünleşmenin olmamasını eklemeliyiz. Bunun da nedeni temelde coğrafi yapı. Ülkenin önemli bir bölümünün kara ulaşımına elverişsiz dağlık konumu gibi.
    Fakat yukarıda belirttiğim gibi bu durum da giderek aşılma sürecinde. Kara ve demiryollarına, tünellere, köprülere ilaveten hava ulaşımının, şehir içi ve ilçeler arası toplu taşımanın yaygınlaşması bu durumu da aşındırıyor.

Comments are closed.