Doğan Tarkan’la kırk yılı aşkın bir zamandır tanışırız, arkadaşımdır. Yollarımız zaman zaman kesişti de.
İkimiz de TİP’liydik. Sonra biz TİP içinde MDD’ci muhalefeti oluşturduk. Doğan, “sosyalist devrimci” saflarda kaldı. Yarılma’da da yazmıştım. Bence bize göre daha doğru bir yerdeydi o zaman.
Doğan, 1970’li yıllarda “Kurtuluşçu” oldu. Belki bugünkü gençler bilmiyor olabilir. “Kurtuluş”, Mahir Çayan’ın önderliğini yaptığı THKP-C hareketinden ortaya çıkmıştı. Yani bu hareketin bir kesimi, 1970’li yıllarda “Kurtuluş” hareketi olarak örgütlendi. Aynı hareketin en kalabalık kesimini oluşturan “Dev-Yol”la silahlı çatışmalara bile girdi “Kurtuluşçu”lar. O zaman “Çinci”, “Sovyetçi” ayrılığı solu bıçak gibi ikiye bölmüştü. “Kurtuluş” hareketi “Sovyetçi” kesime daha yakındı.
1980’li yıllarda Doğan Tarkan İngiltere’ye gitti ve orada siyasi mülteci olarak bulundu. Buradayken büyük bir değişim geçirdiği anlaşılıyor. İngiliz solunun en büyük partisi olan, Tony Cliff’in önderliğini yaptığı Socialist Workers Party’e katıldı. Bu parti yarı-Troçkist bir partiydi. Troçkist gelenekten gelmekle birlikte, Sovyetler Birliği’ni, 1930’lardan itibaren “bürokratik kapitalist” olarak nitelemesiyle Troçkistlerden ayrılıyordu. Anlaşılan, Doğan Tarkan da süreç içinde Sovyetler Birliği konusundaki fikirlerini değiştirmişti.
Doğan Tarkan, ingiltere’de bulunduğu süre içinde, SWP’nin Türkiye seksiyonu olarak görülebilecek bir hareketi örgütledi ve önderliğini yaptı: “Sosyalist İşçi”.
Doğan, 1990’lı yılların ortalarında Türkiye’ye dönüş yaptı ve aynı hareketi Türkiye’de fiilen örgütlemeye girişti ve sonunda, bu hareket, Türkiye’de Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) olarak vücut buldu. Partinin fiili başkanı Doğan mı şu anda bilmiyorum ama değişmez ve değiştirilmez lideri olduğu muhakkak. Tony Cliff de ölünceye kadar SWP’nin değişmez lideriydi, aşağı yukarı bütün komünist partilerinde olduğu gibi.
DSİP ve Doğan Tarkan, İngiltere’de SWP’nin izlediği çizgiye benzer bir çizgi izledi. Bu parti, her seferinde Labour Parti’ye oy verilmesini savunmuş ve onun “sol” kanadı olmayı amaç edinmiştir. Türkiye’de Labour partinin rolünü oynayacak bir parti yoktu ama iktidarı ele geçiren muhafazakâr-sağ bir parti vardı: AKP.
Nasıl SWP, işçiler lehine bazı uygulamalar yapma olasılığını ileri sürerek “solcu” Labour’u desteklemişse, DSİP de AKP’nin “vesayet rejimiyle” mücadele edeceği umuduyla sağcı AKP’yi desteklemiştir.
Doğan ve DSİP esas olarak referandum kampanyası sırasında parladı. “Yetmez ama evet” sloganının mucidi bu parti ve Doğan Tarkan’dı. Aydınların desteğine o sırada büyük ihtiyaç duyan AKP, DSİP’in kampanyasına destek oldu, hatta DSİP’in “yetmez ama evet” bildirileri AKP’li belediyelerin araçlarıyla taşındı.
AKP referandumu kazandıktan sonra, Başbakan Tayyip Erdoğan, DSİP’e teşekkürlerini sundu. Bunun üzerine Doğan Tarkan arkadaşımız da, bu nazik teşekküre, “teveccüh buyurmuşlar” diye aynı nezaketle cevap verdi. Eski bir devrimci arkadaşımın Başbakan karşısındaki bu yalakalığını gazetelerden okuduğum zaman, sanki bu sözleri ben sarfetmişim gibi utançtan yerin dibine geçmiştim.
Gel zaman git zaman, AKP’nin düşen takkesi kelinin daha fazla görünmesine yol açtı. Tabii DSİP’in gücü bu keli kapatmaya yetmemekteydi. Şu sıra DSİP ve Doğan sadece kendi kelini kapatmaya çalışmakla meşgul.
Doğan Tarkan, “Hâlâ Yetmez Ama Evet” diye bir yazı yazmış bu haftaki (26.02.12) Radikal-2’de ve DSİP’in kelini saklamaya çalışmış. Artık bıktım, gerçekten bıktım bu arkadaşların gaflarıyla uğraşmaktan. Bu yazıyı da yazayım da kurtulayım diyorum. Bir daha bu konuda yazmayacağım, inanın.
Doğan Tarkan, “yetmez ama evet” dedikleri için özeleştiri yapmayacakmış, “tam tersine Referandum’da ‘hayır’ diyerek 12 Eylülcü generalleri ve günümüzün darbeci generallerini koruyanların özeleştiri yapmalarını sabırla bekliyor”muş.
Ben referandumda “boykot” tutumunu savundum ama “hayır” diyenlere de sempatiyle bakıyordum. Neden bu rezalete “hayır” demek “darbeci generalleri” korumak anlamına gelsin ki? Bunun hiçbir mantığı yok. Bir oylamada “hayır” demek nasıl oluyor da, referandumun bir tarafını bütünüyle onaylamak anlamına geliyor ki. Diyelim ki, iddia edildiği gibi, “darbeci generaller” de “hayır” diyor olsunlar ya da “evet”çilerin hazırladığı anayasa gerçekten “darbeci generalleri” hedef alıyor olsun (gerçek öyle değil tabii, AKP’nin yönelimi “darbeci generalleri” hedef almaktan çok, “vesayet rejimi” adını verdiği kaleleri ele geçirmek ve bugün görüldüğü gibi kendi sultasını kurmaktı), böyle bir durumda dahi devrimciler AKP’nin istediği yönde oy kullanmak zorunda mıydılar? Ya da böyle bir referandumda “hayır” demek, nasıl oluyor da otomatikman “askeri darbecilere” evet anlamına geliyor ki? Bu kadar basit bir mantık olabilir mi? Bu kadar basit bir mantık yürüttüğünüz takdirde, her oylamada AKP’yi ya da şu veya bu düzen partisini desteklemek zorunda kalmaz mısınız? Tersten bir örnek vereyim. Mesela bugün CHP, özel yetkili mahkemelerin kaldırılmasını istiyor. Bunu biz de istiyoruz. Peki bir dahaki seçimde devrimciler CHP’ye oy vermek zorunda mı? Ya da CHP’ye oy vermediklerinde bu, özel yetkili mahkemeleri desteklemek anlamına mı gelir? İşte Doğan Tarkan’ın mantığı bu kadar basit, bu kadar sığ bir mantıktır.
Devam edelim, Doğan Tarkan’a göre, referandum HSYK konusunda da demokratikleşme getirmiş. “Eğer demokrasiden yanaysanız elbette bütün hakim ve savcıların oy hakkını desteklersiniz.”
Buyrun bakalım. Şu demokrasi anlayışına bakar mısınız? Ben başka bir örnek vereyim o zaman. “Eğer demokrasiden yanaysanız, emniyet müdürlerinin bütün polis ve savcılar tarafından seçilmesinden yana olmalısınız” derse birisi ne olacak? Nedir bu konudaki cevabımız? Benim cevabım açık: Gerçekten demokrasi istiyorsanız polis teşkilatının ortadan kaldırılmasını savunmanız gerekir. Hakim ve savcılar meselesine gelince. Hakim ve savcıların tamamının HSYK’yı seçiyor olmasının demokrasiyle falan bir ilgisi yoktur. Olmadığı da zaten bugünkü uygulamalardan ayan beyan görülmektedir. Yargı konusunda devrimci rezervlerimi bir kenara bıraksam bile (yani düzenin yargı sistemini kökten reddediyorum), bugün yargının demokratikleşmesi konusunda söylenecek olan, hakim ve savcıların oy hakkına sahip olması ya da HSYK’nın onlar tarafından seçilmesi değil, yargının yürütmeden olabildiğince “bağımsız” olmasıdır. HSYK’nın referandumla sağlanan seçiliş biçimi ise bunun tam tersi yönde bir uygulamadır ve bugün gördüğümüz gibi yargı “bağımsızlığını” (tırnak içinde kullanıyorum, çünkü böyle bir bağımsızlık son derece görecedir ve mutlak bir yargı bağımsızlığı hiçbir rejimde yoktur) tamamen ortadan kaldırmıştır.
Doğan Tarkan, ne yazık ki, beynini reel düzenin çarklarına öylesine kaptırmış ki, artık düşünüş tarzını bir AKP’li bakanınkinden ayırt etmek iyice güçleşmiş durumda. Muvazzaf subayların sivil mahkemelerde yargılanmasının yolu açılmış, bu da sevindiriciymiş. Doğan’ın bu “sivil”lik anlayışına hayran olmamak elde değil! Sivil olmayı, üniformadan arınmak zannediyor. Daha doğrusu, sivil mahkeme olunca sanki her türlü militarizmden arınmış oluyor. Oysa yok böyle bir şey. Sivil mahkemesiyle askeri mahkemesiyle rejim bir bütün. Mahkeme sivil olunca bir şey oluyor değil. Hitler rejiminin mahkemelerinin hiçbiri askeri değildi, hatta Hitler askerleri yargı alanından temizlemek için özel önlemler almıştı. İktidarın ve rejimin hizmetindeki bir sivil mahkeme de askeri mahkemenin işlevlerini, hatta yerine göre daha da fazlasıyla yerine getirebilir. Nitekim getirmektedir de. Faşizm ya da anti-demokratiklik askeri üniformayla bağlı bir şey mi? Sivil mahkemelerin otomatikman demokratik olacağı gibi bir inanç en saf liberallerce bile kuşkuyla karşılanır.
12 Eylül cuntacılarının yargılanacağı masalı üzerinde hiç durmayayım isterseniz. Bu masala çocuklar bile inanmaz. Hele 12 Eylül kurumları işbaşındayken ve sorumluları rejimin her yanında görev başındayken.
Son olarak, Doğan Tarkan, fazlasıyla kutsallaştırdığı “seçilmişler” konusunda da tutarlı olmadığını şu satırlarla ortaya koyuyor:
“Ergenekon’dan tutuklu seçilmişler ise beni ilgilendirmiyor. Onlar seçilmiş hükümeti darbe ile değiştirme planlarına karıştıkları iddiası ile yargılanıyorlar, iddia doğruysa içerde kalmalılar, yoksa özgür olmalılar.”
İbretlik satırlar gerçekten. Benim “seçilmişler”e kutsiyet atfetmek gibi bir tutumum yok. Hitler de seçilmişti. Tarih, seçilmiş birçok faşist ve zalimle doludur ama Doğan Tarkan’ın “seçilmişliğe” bu kadar sahip çıktığı noktada her türlü seçilmişin hakkını savunması tutarlı olmasının gereği değil miydi? Bazı “seçilmişler” seçilmiş hükümete karşı darbe yapmaya kalkışmakla suçlanıyorlarmış. Tamam, diyelim ki öyle. Evet ama seçilmiş olduklarına göre seçildikleri o yerde bulunmaları gerekmez mi? En azından haklarındaki iddia mahkeme kararıyla kanıtlanıncaya kadar. Doğan Tarkan “iddia doğruysa içerde kalmalılar” diyor. Evet ama iddia henüz doğrulanmış değil ki. Seçilmişliğe ve sivil yargıya bu kadar önem veren birisinin, “daha haklarında karar verilmediğine ve şu anda seçilmiş olduklarına göre serbest bırakılmaları ve mecliste yer almaları gerekir” demesi gerekmez miydi? Hayır öyle demiyor, “onların durumu beni hiç ilgilendirmiyor” diyor, iddia yanlışlanıncaya kadar içerde kalmalılar diyor aslında. Eğer böyle demeseydi, iddia doğrulanıncaya kadar dışarı çıkmalı ve meclisin çalışmalarına katılmalılar derdi. Bunu bile diyememiş.
Geçmişte aynı yollardan geçtiğimize artık inanamıyorum bile.
Gün Zileli
27 Şubat 2012
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
Yeni Harman’ın Mart 2012 sayısında yayımlanmıştır.
Tamamen Haklısın Gün!
Bu vatandaşın söylemlerine bakıp ta sol adına, devrimcilik adına utanmamak elde değil. İnsanların kendilerine yakıştırdıkları kavram ve ya da yaftalar onları devrimci kılmıyor. Troçki’nin adını ağızlarına almaya layık olmayanların bu karikatür durumları ne acı bir cilve.
Ancak bir konuda ben Gün’e katılamıyorum. 1970’lerde “Sosyalist Devrim”i savunma iddiasındaki TİP’liler biz MDD’cilerden daha doğru bir konumda değillerdi. Bu bizim konumumuzun doğru olduğunu savunmak anlamına gelmiyor. Ancak sosyalist devrimi bir parlamento başarısı olarak algılamak reformist bir illüzyonun yayılmasını savunmakttı. Oysa MDD bütün teorik sakatlıklarına rağmen radikal ve devrimci bir çıkıştı. Bence doğru tavır 1966’dan itibaren TİP’in bir kitle işçi partisi haline gelebilmesi için mücadeke etmekti. Oysa biz reformist bile olsa, böyle bir geleneğin olmadığı bir ülkede legal bir sosyalist partiyi yıkarak, objektif olarak yerine bir gençlik örgütünü ikame etmeye çalışmış olduk. Ama bu gerçek, TİP’in daha doğru bir konumda olduğunu göstermez. Doğan Tarkan’ın tavrı objektif olarak, Şahin Alpay, Halil Berktay gibi açıktan sermaye cephesine iltihak edenlere manevi bir gıda olmuştur.
Ne mutlu başbakandan teşekkür alamayan solculara!
selamlar ve sevgiler Ersencim. Ne mutlu yıllar sonra da ayakta kalan senin gibi devrimcilere. gözlerinden öperim.
merhaba,
tony cliff’in sovyetler birliği’ni ve uydularını “bürokratik kapitalizm” olarak tanımladığını söylemişsiniz. bildiğim kadarıyla cliff “devlet kapitalizmi” ifadesini tercih ediyordu ve bu özünde “bürokratik kapitalizm” tanısı koyan socialisme ou barbarie çevresiyle (cornelius castoriadis vs) ve shahtman çevresinin “bürokratik kollektivizm” yaklaşımıyla benzerlikler taşısa da, yine de farklıydı. (ki aralarında da ciddi uzlaşmazlıklar vardı.) yanılıyorsam düzeltin.
Bu ne biçim yazı böyle!
Bir devrimcinin yazmadığı kesin.
*** *** ***
DSİP, en devrimci (türk) parti(si)dir.
*** *** ***
Nedenine gelince:
Bir ülkede/devlette anti-demokratik kurumlar varsa bir devrimci, “ne yapmalı”dır?
Devrimci(!), aptalsa; bu kurumları teker teker yok etmeye ya da fethetmeye çalışır. Sonuç da, hüsranla biter. Örn: (taktik gereği) militerlerin arkasına takılmış solcular (bu işin trajik yanı, solcular solcululuğu da unuturlar. Kriz geçirmeye başlarlar.).
Devrimci, akıllıysa; anti-demokratik kurumları fethemeye falan uğraşmaz. Ne yapar? Şunu: bu antidemokratik kurumların tek bir kurumda/siyaset kurumunda toplanmasına gayret eder. Neden, tek/sadece siyaset kurumunda bütün diğer kurumların toplanmasına gayret eder? Çünkü;
A- siyaset kurumunun arkasında (bürokrasi değil) kitle vardır. B- kitle değişkendir, durağan değil. C- Böylesine güçlenmiş bir siyasi kurum/parti, bir bombadır. Muhakkak, zamanı gelince patlamak zorundadır; aksi, fiziğe (materyalizm) aykırıdır. Örn: Naziler.
D- Böyle bir siyasi kurum/partinin sonunun gelmesi, aynı zamanda bütün sistemin sonunun gelmesidir.
*** *** ***
Önemli olan/tartışılması gereken, sistem çöktüğünde devrimcilerin teori ve pratikte hazırlıklı olması. Hazırlıklı olmazsan ne mi olur? Tüdeh/Tahrir (Mısır Ayaklanması’nın en kritik günleri/1. Ve 2. Günde Tahrir’i terk etmeyenler, İhvan’lar mihvanlar değillerdi, zavallı solculardı) olur…
Ne mutlu generallerden tesekkur alabilen solculara. Ne mutlu Tüsiad’dan tesekkur alan solcuklara. Ne mutlu Dogan Holding’ten yemlenen solculara. Ne mutli Ingiliz, Isviçre parasiyla beslenen solculara. Ne mutlu 27 Mayis çocuklarina, Türkiye’de solcu olmak Kemalci olmaksa, cuntaci olmaksa, 68 model alet olmaksa, yapacak isiniz yok, intihar edin.
Bak sana surada diyorum, bu Gün Zileli bir iki zaman sonra sana da çamur atar, bugüne kadar çamur atmadigi eski arkadasi kalmadi, bakma simdi sana yag çekip durmakta, bir zaman sonra bir çamur kitabi yazar sana da olmadik iftiralar atar, sasar kalirsin. Yine de sen bilirsin, ilerde bu sözlerimi hatirlarsin.
Çok güzel bir yazı olmuş. Bir de şöyle bir şey var, mutlaka görmüşsünüzdür:
http://dsip-tr.blogspot.com/2011/01/dsip-gecmisiyle-yuzlesmek-ister-mi.html
doğrudur ama bu küçük ayrıntıların hiçbir önemi yok bence.
rüya görmeye başlamışsınız.
Duyan da adamın Datça’da villası var sanacak! Gün Zileli’nin bankada hesabının olduğundan bile şüpheliyim. Bu yazılar, böyle samimi, kendiyle çelişmeyen bir varoluştan besleniyor.
Doğan Tarkan gibi saldırmışsın çamur, izini al da git.
“Ersen Olgaç, dikkat et”, diyerek bani uyardığını sanan kişi, adını yazamadığına göre, bir takıntı var demektir.
Gün’ün ben bugüne kadar kimseye ne yazılı ve ne de sözlü olarak çamur attığına tanık olmadım. Tam tersine başka yerlere savrulan ama devrimci harekete bir zarar vermeyen kimi eski arkadaşlarını bile insancıl düzeyde himaye ettiğine şahitim.
Bana “yağ çektiği” türünden bir ifadeyi de çok yakışıksız buluyorum. Aramızda düşünce bazında ayrılıklar var ve bunları zaman zaman tartışıyoruz. Ancak bizim dönemden ulusalcılığa ya da liberalizme savrulmamış insan sayısı o kadar az ki, devrimci platformda kalan insanların birbirini kucaklamasını böyle kavramlarla izah etmek yakışıksız oluyor. Örneğin ben Facebook’daki sayfama, Ertuğrul’un kendisine sarılan yaşlı bir Kürt kadınıyla çekilmiş bir fotoğrafını koydum ve altına “Ertuğrulcuğum sen bizim onurumuzu koruyorsun” diye yazdım. Bu anlayışa göre, yağcılık mı yapmış oluyorum. Oysa ki, o resme dakikalarca nemli gözlerle baktım.
Gün hakkında bu şekilde bir değerlendirme yapmak yerine yazdığı kitapları ve yaptığı çok önemli çevirilerin okunmasını salık veririm. Ondan sonra eleştiriler düzeyli bir şekilde yapılabilir. O bu eleştirileri kaldırabilecek düzeyde olduğunu çoktan kanıtlamış bir devrimcidir.
Sayın Zileli,
Emniyet müdürlerinin tabandaki polisler ve diğer çalışanlarca seçilmesi, tamamen kaldırılmasıyla ilgili anarşizan hayalinize göre geri bir düşünce olabilir. Ama tepeden atamaya dayanan şimdiki sisteme göre de daha demokratiktir herhalde.
Bu ülkede 80 öncesinde Pol-Der diye demokratik-ilerici bir polis derneği vardı. İlerde yine olacaktır ve olmaldır. Siz bir gün emniyet teşkilatını tamamen ortadan kaldırana dek(!)(:)) olmalıdır bence, olsa iyi olur.
DSİP’i ve sayın Tarkan’ı tanımam ve savunmam da. Ama bir görüşüne katılıyorum. O da şu: Gücün yoksa, tamamen istediğin yönde değiştiremiyorsan, sistemin gediklerinden yararlanmalısın. 12 Eylül referandumunda evet mantığının ardında yatan buydu.
Bu karar ile 12 Eylül’cülere yargılama yolunun açıldığını çocuksu saflıkla(!) bizler görüyoruz! Tabii ki mevcut sistemin kısıtları altında. Memurlara toplu sözleşme yolunun açılması ve ardından çok kötü bir yasa hazırlanmakta oluşu da böyle. Yasa tasarısı çok kötü ama memurlara toplu sözleşme anayasaya girerek sağlama alınıyor. Yasayı ilerde değiştirmek daha kolay.
ellerinize sağlık. ama gerçekten bir daha bu adamla ilgili yazmayın. emeğinize ve bizim okuma emeğimize değecek hiç bir yanı yok. şüphesiz ki tarihe soytarılar kontejanından geçecek bir zavallı yanaşmadır doğan efendi.
Breh, breh, breh….Seviyeye bak…Tam Zileli’ye uyar…
Hürriyet’in eski başyazarı Oktay Ekşi’nin oğlu Özgür Ekşi’nin de olduğu 3 kişi. Hürriyet Holding’den atilmis. Solcu Özgür adli yoldas, solcu babanin , solcu torpiliyle, solcu Dogan Holding’de, sol sol çalisip da, “özgür” seklinde solcu adlar alip sol sol takilirken ne oldu bu? Hepsi fasist, gerici, müslüman, seriatçi, yahudi, haçli irticaci Tayyip’in marifetleri. Bunun için de bir makale yazar artik Zileli.
DSİP bildiğim kadar HDK si içinde toplumsal muhalefetin pratik siyasi dinamiklerinden biri olduğunu bilmeden bu eleştirinin yapıldığını sanmıyorum.kuşkusuz eleştiri yapılmalıdır yapılıyorda siyasi pratik bu eleştirilerle olumlu olumsuz siyasi dinamikleri tüketir yada geliştiriyordur.asıl olması gereken bu eleştiriyi yapanların ne yaptığıdır eleştiriyorum derken toplumsal muhalefet dinamiklerini yıpratıp eski efendilerle darbeci faşistlere güzelleme yaparak pratik hayatın çöplüğüne gitmiş eski iktidar özlemlerini gizleyememek siyasi hayatın pratiğine düşüp yeni iktidarın bin yıl süreceği endişesiyle onu yenebilecek gücü ve kudreti kendinde bulamayıp sistemin eski efendilerine siz bunlardan daha iyiydiniz diyecek seviyede siyaset dışından eleştiri olmuş.siyaset teorisi ve pratiğinin içinden genel seçim öncesinde yapılan referandumda toplumsal muhalefetin başarı siyasetine kilitlenen politik organizasyonu sistemin bütün özgürlükçü demokratik kesimlerine mesaj vermek ilişkiye geçmek ve bu olumlu mesajlardan hareketle geleceğin iktidarı benim programım en özgürlükçü demokratik program bende diyerek yetmez ama evet diyebilse idi referandumdan sonra genel seçimlerde baraj sorunu yaşamadan emek demokrasi özgürlük bloğunun %12 lerde oy alabileceği şu andada teorik olarak ana muhalefetliğinin pratiğini gerçekleştirebileceği şeklindeki eleştiriyi nasıl okumalıyız?biz devrimci geleneklerin başarı siyasetinin kural,kurum ve işleyişleri konusunda çok becerikli olmadığımız seçim sonuçları ile belli olmasına rağmen bunlardan olumlu dersler çıkarmayıp ceberrut düzenin mağduru halka kabahat bulmak yerine etine kemiğine değen sorunların çözüm programını birlikte üretip samimiyetle halkın karşısına politik organizasyon olarak çıktıkta bize olmaz ben ille eski ve yeni efendileri tercih ederimmi dedi?yoksa zileli kafasıyla halkın karşısına bile çıkamayız galiba onun yerine onun içinde en iyi bilen olduğundan olmasın bilmediği gariban halkımızda i,şte o kendinin yerine en iyisini ben bilirim diyenlerin yerine kendini gerçekleştiriyor.toplumsal muhalefetin ilişkiye geçemediği 40 milyon seçmenle ilişkiye geçmek politik mesajlar verebilmek için başarı siyaseti için söyleyecek bir şeylerimiz olmalı yoksa bu kaygıları olan HDK gibi tolumsal muhalefet dinamiklerini efendilerin sandalyesinden itibarsızlaştırıpmı bunu yapıyoruz?
korku üzerinde durursanız doğan tarkangilleri daha iyi anlarsınız,yalakalar korkak olur nedense,newrozla birlikte kürt halkı iradesini ortaya koyunca,bu korku tepe yapmıştır,kabuslar görüyor bu kişiler ve sömürgeciler,kck ve diğer davalar bumeranga dönüşme ihtimaline dönüştü.
kürt halkı ideolojik hegemonyayı kırdı,ve suriye politikası çöktü,başbakan tayyip erdoğan fetullah cemaatiyle birlikte yarattığı frenkaştayının kurbanı olma korkusuyla yaşıyor,korkaklar korkaları referandumda destekledi.
Bence Sayin Zileli Dogan´i elestirirken epey haksizlik yapmaktadir. Ama elestirinin sinirlari (bazen zorlasa da) icinde kalmaya gayret etmektedir. Ama biri burda acikca hakaret etmektedir. Bu hakaretleri yapanlari kiniyorum. Dogan Tarkan Türkiye´deki en kararli devrimcilerden biridir, olmasa bile kimsenin hakaret etmeye hakki olamaz. Konuyla ilgili görüsü olan anlatir, dinleriz. Hakaret etmek tartismak degildir.
çıracıya;
fetullah gülen konturgerillanın adamıdır iddiası var doğan tarkangiller şimdi kontraya destek mi veriyorlar,Fethullah Gülen’in bilinmeyen özellikleri -Dr. Mustafa Peköz’ün bir yazısı var
Gün, Anayasa referandumunda eski bir Kurtuluş Merkez Komite üyesi olan DoğanTarkan’ın DİSİP’i ‘Evet’ diyor, yine eski bir Kurtuluş MK üyesi olan İlhami Aras’ın SDP’si ‘Boykot’ diyor ve yine bir Kurtuluş MK üyesi olan Mahir Sayın’ın SP’si ‘Hayır’ diyorsa senin, “Geçmişte aynı yollardan geçtiğimize artık inanamıyorum” cümlenin papucu çoktan dama atılmış oluyor. Çünkü bu üç kişi senden çok daha sonra taaa 1984’lere kadar ‘ Türkiye ve Kuzey Kürdistan Kurtuluş Örgütü’ nün MK’si içerisinde beraber çalıştılar.
Dersim3868 arkadaş,
Fethullah Gülen’in (ve cemaatinin çekirdek kadrosunun) daha “Komünizmle Mücadele Derneği” yıllarından bu yana devletin legal-illegal bütün aygıtları ve burjuva partileriyle içli-dışlı olduğunu herkes biliyordu, ama aynı ithamı DSİP’liler için yapamayız. Bu sitedeki yorumlarımda DSİP’lileri çok eleştirdim ama onların kontrgerillaya (veya bugünkü “Yeşil-Gladyo”ya) doğrudan doğruya destek verdiklerini iddia edersem yanlış olur. Bu zevat sadece, AB fonları, TÜSİAD fonları, Soros fonları vb’den geçinen, burjuvazinin sol görünümlü STK’ci organik entelektüellerinden meydana gelen bir dezenformasyon aygıtıdır; ne eksik ne fazla. Alper Erdik’in bu zevat hakkında iki tane çok iyi araştırma yazısı var (bu arada Alper Erdik’in eski yazılarından bahsediyorum, RED’deyken güzel yazılar yazıyordu; sonradan sapıttı ve ulusalcı bir çizgiye savruldu kendisi). O yazılar:
http://www.youblisher.com/p/152146-RED-Sayi-42/ (bu sayıdaki “Benim Adım Turuncu” başlıklı yazı)
ve http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=32091
kürt tabusu,korkusu ve de özgürleşme mücadelesi daha çok insanı sapıttıracak.
18 nolu yorumcu arkadaşa. Ben bu yazıda Kurtuluş hareketi ile ilgili bir yorum yapmış değilim.
Adam senin Kurtulus ile ilgili yorum yaptigini söylemiyor, senin saçmaladigini söylüyor sadece. Fasist Aydinlik çetesinin eski elemanlari ne zamandan beri herkese ayar vermekte?
müfettiş., ne kadar akıllısın yahu., herkes aptal. sen kurnaz.devrimcilikte her zaman iki kere iki dört etmez.mahcup hükümet devlet desteğine kılıf uydurmaaşırı kurnaz kendini bataklıkta bulur birğün.doğan .ğibi.,
müfettiş., ne kadar akıllısın yahu., herkes aptal. sen kurnaz.devrimcilikte her zaman iki kere iki dört etmez.mahcup hükümet devlet desteğine kılıf uydurmaaşırı kurnaz kendini bataklıkta bulur birğün.doğan .ğibi.,
Klasik tepkiler….AKP destekçisi Dsip’li sinekler Gün Zileli’ye ancak eski Aydınlıkçı geçmişini hatırlatıp saldırıyorlar ya da öyle sanıyorlar.
Sinekler neye konar, sen o’sun.
25 no’daki Anonim haklıdır. Ahanda “sineklerin efendisini” şurada ti’ye alıyorlar:
https://twitter.com/#!/YarinlarDergisi
Sn. Doğan Tarkan acaba demokratik protesto hakkını savunan emekçilerin yerlerde sürüklendiğini, poşu takan üniversite öğrencisinin 50 yılla yargılanıp 25 ay cezaevinde tutuklu kaldığını, hapisteki gazetecileri, sahte CD’lerle yargılamalrın yapıldığı “Sivil” mahkemeleri gördüğünde ne düşünüyor merak ediyorum? 12 Eylül referandumundan sonra hızlı bir şekilde artan kitlesek operasyonları (KCK, Gazeteci avı vb.) düşündüğünde “Yetmez Ama Evet” desteğinin bu fasizme yol açtığını hiç düşünmüyor mu? Büyükannem “zalimin meclisinde oturan da zalimdir” derdi. Ben bunu “fasistin meclisinde oturan da faşisttir, geçmişine bakmaksızın” Bugun Kızıldere’nin yıldönümü. Herhalde Mahir Çayan’ım kemikleri sızım sızım sızlıyordur!
Turkıyelı devrımcıler anarsızm ı zılelı den tanıyor ya ıste bu uzucu
İstanbul-Kartal Maltepe 2. Zırhlı Tugay Askerî Ceza Ve Tutukevi’ne Anamla birlikte ağabeyim Sırrı’yı ziyarete gitmiştik. Ağabeyim bu cezaevinde 15/16 Haziran 1970’lerde de tutukluydu. Yani cezaevinin yolunu, yordamını, teknik haritasını ve erkânını ayrıntılı biliyorduk; üstelik ben de 12 Mart’ı takip eden kısa bir süre burada tutuklu kalmıştım. Ağabeyim Kocaeli Devrimci İşçi-Köylü Birliği (KDİKB) davasından yargılanıyordu. Aynı cezaevinde THKO- 2, THKP-C, Denizci Subaylar, Cuntacılar, İşçiler, Aydınlar, Yazarlar ile o dönemin daha pek çok davalarının sanıkları tutuklu bulunuyordu. Devrimci tutsakların polis, işkence, mahkemedeki tutum ve tavırları ile cezaevindeki davranışları yeniden sorgulanıyordu bu süreçte. Söz yerindeyse 12 Mart faşizminin sırat köprüsünden geçen her örgütün bireyleri büyük bir sınavdan geçiyordu. Aynı zamanda tutukluların özel yaşamları, işleri, devrimci iddiaları, alışkanlıkları yeni bir deneyimden geçiyordu. Kimileri dışarıdakine asla benzemeyen içerideki hapishaneye uyum sağlıyor, kimileri ise supap ayarı bozuk dizel motoru misali tekliyordu. Devrimcilik sanatında kalburun deliklerinin çok büyük olduğu zamanlarda bu deliklerden çok kolaylıkla geçenlerin işi bu kez zordu. Çünkü eleğin delikleri 12 Mart faşizminin baskı ve terörü altındayken iyice daralmıştı. Dışarıda mangalda kül bırakmayan, devrim simyagerleri, ucuz yöntemlerle idare-i maslahatçılık yapan, ün düşkünü, kariyerist, avantürye takımının sınavı öğretici derslerle doluydu. Bu türden bir sınavdan başarıyla geçemeyenlerin başında da KDİKB davası ve daha sonra THKP-C sanığı olan Mustafa Baykara ile THKP-C davasına monte edilen Necati Sağır türünden sanıklar geliyordu (Ayrıntılı bilgi için bakınız: Sırrı Öztürk, 12 Mart 1971’den Portreler, Cilt I, II, III. Sorun Yayınları).
Kartal Maltepe Cezaevine ziyaretimizde ağabeyime “Bundan böyle Mustafa Baykara’nın bana gelmesini istemediğimi” iletmiştim. O da THKP-C sorumlularına gereken bilgiyi vermişti. Çünkü bay M. Baykara tutarsız, disiplinsiz, laçka tavırlarıyla rol kesip acayip havalara girmişti; âdeta acemi aktörler misali rol kesip duruyordu. Elindeki silahını tıpkı kovboy filmlerindeki gibi sallayarak her gelene göstermekten zevk alıyordu. Dava uğruna ‘çarpışarak ölebileceğim’ diyordu. Bunun gibi binbir kılığa girip çapını aşan daha bir sürü herzeyi yediğini görüyordum. Maddî delilleriyle onun durumunu ayrıntılarıyla cezaevindeki sorumlu kadrolara iletmiş benimle olan ilişkisinde ayağının kesilmesini istemiştim.
Bir gün Ziya Yılmaz’ın yakını Nihat Yılmaz (Kızıldere’de katledildi) telefonla beni aradı. Aksaray’daki randevusuna gittim. Mustafa Baykara’yı artık devreden çıkarttıklarını, ihtiyaçları olduğunda direkt kendisinin beni arayacaklarını söyledi.
Faşizmin uygulaya geldiği baskı ve terör ortamında günler gelip geçiyordu. Bir gün sabah 7. 30’da Cağaloğlu’daki işyerim Öncü Kitabevine gelmiştim. Daha önce de tanıdığım üniversite öğrencilerinden biri telaşlı bir halde, benzi solmuş eli ayağı titreye titreye bir küçük kağıt parçasını çıkararak bana uzattı. Hemen anlamıştım, THKP-C sanıkları artık Mustafa Baykara yerine bu genci “kurye”2 olarak kullanıyordu. “Öncü abi (Cağaloğlunda beni Kitabevi-Yayınevi ismiyle Öncü diye anarlardı.) Ziya Yılmaz yolladı” dedi. Pusulayı okudum. Şunlar yazıyordu: “Öncü abi güvendiğin biri ile bir araba bul bizi almaya gel, seni bulunduğumuz yere gelen arkadaş getirecek, sana güveniyorum. Biz; Mahir, Ulaş, Ömer, Cihan birlikteyiz. Akşamüzeri gel. İmza; Ziya Yılmaz” İstanbul-Kartal Maltepe Askerî Ceza Ve Tutukevinden tünel kazarak kaçan TCK’nın 146/1. Maddesinden idam talebiyle yargılanan beş idamlık devrimcinin cezaevini delip dışarı çıkacağını içeride bilenlerden biri abim Sırrı, dışarıda da ben idim. THKO ve THKP-C sanıklarının bu kaçma olayının planlanmasında bazı aksamalar olmuştu. Orhan Savaşçı ile Nahit Töre 2. Zırhlı Tugay çıkışında kaçma olayını başarıyla gerçekleştiren beş idamlığı karşılayamamış, randevularında terslikler olmuştu. Daha sonra idamlıkları evlerinde saklayacaklarını-konuk edeceklerini bildiren bazı avukatlar ise sözlerini tutamamışlardı. Böylelikle Cihan, Ömer, Mahir, Ziya, Ulaş çok çaresiz bir durumda kalmıştı. Kartal Maltepe’den kendi imkânlarıyla İstanbul yakasına geçmiş, kendilerine verilen telefon adresleri fos çıkmış, Sıkıyönetimin terör estirdiği İstanbul kentinde gece kalacak bir yer -barınak- dahi bulamamış, rastlantı sonucu karşılaştıkları bir öğrenci aracılığıyla çoğu faşist eğilimli olan öğrencilerin kaldığı bir yurtta kalmış, öğrencilerin gidip geldiği Tophane civarındaki bir açık hava kahvesinde tanıdık birileriyle karşılaşmak amacıyla oturmuş ve beklemişlerdi…
Bana bu notu getiren delikanlıya; “Saat 17.00’de beni ara, şu şekilde telefon et, dikkatli konuş, nerede olduğunu söyle” dedim. Bu delikanlıyı daha önceden de tanıyordum. Deniz Gezmiş ve arkadaşları üniversiteyi işgal ettikleri zaman bana yine Deniz’in bir pusulasını getirmişti. O zaman da heyecanlı ve aceleciydi. Pusulada Deniz; “Öncü abi gelen arkadaşla bana acele 500.00 TL. gönder. İmza; Deniz Gezmiş.” Gelen delikanlıya “hayrola ne iş bu?” dediğimde o soluklanarak “Öncü abi duymadın mı? Üniversiteyi işgal ettik, çocuklara öte beri, yani kayıntı alacağız.” O gün ödeyeceğim bir senedin parasını çıkartıp delikanlıya verdim. Bir de not yazdım. Al bunu Deniz’e götür dedim; “Bak oğlum bu senin yaptığın iş mi? Bu para ile arkadaşlarına kayıntı alacakmışsın, peki ya yarın, ya yarın? Öncü” Deniz idamdan önce Can Yayınları sahibi Erdal Öz’e “Şu notumu Öncü abiye iletir misin” demiş. Erdal aradan yıllar geçtikten sonra bana bu notu iletti. Bu notta şunlar yazılıydı: “Öncü abi evet ya yarın? Seni çok iyi anlıyorum. Benim adımı doğan çocuğun kız olsun oğlan olsun fark etmez adımı koy, beni an. Deniz Gezmiş.” Onun bu vasiyetini tuttum. İlk doğan kızıma Deniz adını koydum.
“Evet Ziya arkadaş şimdi ben bu yükün altından nasıl kalkacağım?” diye içimden söyleniyordum. THKO, THKP-C isimli örgütler kurulacak, çeşitli eylemlerden sonra bazı ilişkilere girilecek, güvendikleri kadrolar çürük çıkacak, sonra da bu türden ilişkilere aday ve taraftar olmayan, Babıali’nin göbeğinde, hapisten yeni çıkmış, polisin boy hedefi ve gözetimindeki bir yayınevi sahibinden böylesine sorumluluğu ve riski olan bir görev talep edilecek!? Çok “garip” bir durumla karşı karşıya kalmıştım. Kendi kendime “Bu insanların dışarıda benden başka hiç mi güven duydukları örgüt elemanları yok? Nerede bunların örgütsel ilişkili yakınları? Demek ki yine iş, kimilerinin “Eski Tüfek” diyerek dalga geçtikleri bize kaldı?” diye düşünerek öğleye kadar deli divane misali gezindim durdum. Çözüm yolları aradım. Babıali’de güvendiğim kimseler de yoktu. Kimseye de danışamazdım. İlk aklıma gelen şu bizim tavukçu, işçi, şoför Osman ile TKP’den yoldaşımız Bulgar Hasan oldu. Kalkıp onları bulmak için Sütlüce’ye gittim. Osman’ı buldum olayı anlattım. Osman Hilmi Erdem’i3 1962 yılında TİP Fatih İlçe Başkanlığım sırasında Beyoğlu İlçesinde daha yakinen tanıma fırsatı bulmuştum. Küçükburjuvalar ona “polis” gözüyle de bakıyordu bir zamanlar. Kendisi alkol bağımlısıydı. Bu yüzden kendisine güven duymadığımız zamanlar da olurdu. Bu zaaflarına rağmen, ne de olsa işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın içinden gelen biriydi. Herhalde bizi satmaz diye düşündüm. Kendisi Sütlüce’de bir gecekonduda yaşıyordu, evli, biri erkek, biri de kız iki çocuklu, eşi Gültaze4 bacı da işçiydi.
Şoför Osman’la her ihtimali değerlendirdik. Daha sonra Bulgar Hasan’ı5 aradık. Hasan Bursa Cezaevinde Nazım’larla Orhan Kemal’le yatmış TKP kadrolarından “Eski Tüfeklerden” biriydi. Planın bir kısmı idamlıkları kazasız belâsız bir yere ulaştırmak, diğer yandan onları koruma kollama görevini yapacak yedek güç oluşturma işiydi. Bunu da Hasan kendi iş arkadaşı bir işçiyle birlikte yapacaktı.
Anamı da arabaya alarak işe bir aile süsü vermeyi planlamıştık. Fakat Anam yerinden kalkamayacak kadar, çok ağır hastaydı, ateşler içinde kıvranıyor ve yatıyordu. O sıralar ona benden başka da bakacak kimsemiz yoktu. İlk evliliğim boşanmayla sonuçlanmış, yuvam dağılmış, talan edilmiş, eşyasız bir evde yatacak yatağımız bile yoktu. Bitpazarından aldığım ikinci el eskilerle yaşamaya çalışıyorduk. Cezaevinden de yeni çıkmıştım. Öncü Kitabevi bir yandan devletin, diğer yandan “solcu” geçinenlerin yağmasından ötürü kuşatılmıştı. Ekonomik durumumuz da son derece kötüydü.
Şoför Osman karısı Gültaze’yi alarak Aksaray Horhor’daki evimize geldi. Bu evimiz de polis denetimindeydi. İkide bir aranıp taranan bir evdi. Osman; “Öncü bana bir büyük rakı al gel, kendimi ancak böyle toparlayabilirim” dedi. Anam bu durumdan bir şeyler sezmiş olacak ki bana; “Ola sende bir hal var, ne oluyor beni merakta koyma, söyle nedir bu telaşınız?” diyordu ve evden çıkışımızın saati yaklaşıyordu; “Ana biz gelene kadar Gültaze bacı sana yoldaşlık edecek.” “Bak Ana sana nail olanı senden saklayamam. Ana hani o Kartal Maltepe Cezaevinde yatan Sırrı’nın idamlık arkadaşları vardı ya onlardan beşi cezaevinden kaçmışlar, bizden de yardım istiyorlar, çocuklar çok zor durumdalar, onlara yardıma gideceğiz, söz verdim.” Anamın gözleri dolu dolu; “Sırrı’ya bir şey mi oldu yine?” diyerek telaşlanıp durdu. Ona; “Üzülme Ana bir şey yok, olsa niye senden saklayayım” dedim. Anam; “Bak oğul emdiğin sütümü helâl etmem, geleneğimizde emaneti; kuzuyu kurda kaptırmak yoktur, hadi git, beni daha fazla merakta bırakma, tezden git gel…” dedi ve evden ayrıldık. Anam her cezaevine gidişinde idamlık arkadaşlarımızı da tek tek arar, “Demek bu uşaklarımızı asacaklar?” diye onlarla söyleşirdi. Ulaş ile Cihan’ı da abim Sırrı İzmit’te konuk ederken tanıyordu zaten.
Osman iyice kafayı bulmuştu; “Bak Öncü şimdi ölüm benden korksun, benim baba yadigârı bir filinta var yanımda, ya senin?” Başımı sallayarak “Var, elbette, ben de tedarikliyim. Hem de yedek şarjörleriyle.” dedim. Osman; “Yürü o zaman Öncü” dedi. Önce Hasan’la buluşacağımız yere gittik, bizi bekliyordu, bizim arabayı takip etmelerini söyledim. Sonra şu bizim “kurye” işini üstlenen delikanlının bulunduğu Üsküdar tarafına geçtik. Onu da tedirgin ve çok kaygılı bir şekilde bulduk. Osman, ben ve delikanlıyla bir büfenin önünde park ettik. Osman sigara almak için büfeye gitti. Osman hem alkol hem de sigara bağımlısıydı. Onun bu bağımlılığı başımıza iş açacak diye çok kaygılanıyorduk. O sıra önde Ziya Yılmaz ve idamlık arkadaşlar peş peşe çıka geldiler. Onları alelacele Osman’ın çok eski model Citroen marka arabasına yerleştirdik, Osman’ın yanına “kurye” delikanlıyı ve Cihan’ı oturttuk, arkasına da diğerlerini…. Ben, Bulgar Hasan ve işçi arkadaşı eski tip hurda mavi döküntü bir araçla Osman’ın arabasının arkasına takılarak yola koyulduk. Delikanlı gidilecek yeri “örgüt evini” bildiği için Osman’ın yanında idi. Avrupa yakasına geçtik. Aksaray tarafına varmıştık. Gece sokağa çıkma yasağı konulduğunu öğrendik. Osman’ın arabası Yenikapı sahil sapağına yakın bir yerde tretuvar çukuruna saplandı. Bu külüstür arabalarla başımıza yeni bir belâ almıştık. Bizler hemen arkadan yetişip çukura saplanmış arabanın yola çıkmasını destekleyerek, çukurdan çıkartıp sahil yoluyla ilerledik. Kazlıçeşme yakınlarında bir yerde Osman durdu elinde bir hortum ve küçük bir benzin bidonuyla bana doğru geldi. Bir elindeki tornavidayı bana uzatarak; “Öncü şu sokağın içindeki araçtan benzin koy (yani benzin çal!), yolda kaldık” dedi. İşe bak, sarhoş şoförümüz benzin ikmali dahi yapmamış!?.. Bidonu kaptığım gibi sokaktaki arabaya yöneldim, bizim işçi arkadaş hemen tornavida ile aracın benzin kapağını bir hamlede açtı, hortumu soktum emmeye başladım ve bidonu doldurdum. Alkol ve sigara bağımlısı Osman ise arabasının arkasında sigarasını yakmış bekliyordu!?.. Benzini doldurur doldurmaz yola koyulduk. İki ayrı yerde çevirme vardı. Onları atlatmasını bildik. Ara sokaklara saparak belâyı atlatmıştık. Havaalanına yakın bir yerde, yine bir ara sokakta durduk. “Kurye” delikanlı bize “tamam burası” işaretini verdi.
Bize emanet edilen beş idamlık arkadaşları salimen yerlerine ulaştırmıştık. Onlarla vedalaşıp ayrıldık. Hasan ve işçi arkadaşı hemen uzaklaşıp gitti. Sonra da Osman ile ben evin yolunu tuttuk.
Dönerken bir yerde aracımızı Sıkıyönetim yetkilileri durdurdu. “Hastamız var” dedik, “İnanmazsanız gelip bakın hastaneye kaldıracağım Anamızı” dedik. Bize inandılar ve yakayı böylece kurtardık. Eve geldiğimizde saat sabahın 3.30’ydu. Anam6 ve Gültaze uyanıktılar. Osman beklemek istemedi; “Biz evimize gidelim çocuklar yalnız.” deyince onları yolcu ettim. Çilekeş Anam bu sefer; “Ömrümü tükettin oğul ne diyim, nedir bu başımıza gelenler, Avni, Hilmi, Sırrı, Kadri, Hatice sen?.. Nedir bu başımızdaki nusubet? Bu ne biçim hayat?.. Rahmetli deden de biz üç kardeşi bok sepeti içine doldurup zalimin zulmünden kurtarmıştı, arka şelek gecenin bi vaktinde yuvamız başımıza geçirilmişti, arkadan da deden yedi kurşunu yemişti, nenenin de benim gibi gülmedi ömrü, geldiğine şükür oğul. Bu uşakların heç mi yakınları yoktu, nerede bunları ortalığa salıp ta korumayanlar? Tek güveneceği siz mi kaldınız? Valla aklım almir?”
Osman çocuklarını alıp hemen Kilis’e köyüne gitti ve bir süre İstanbul’dan uzaklaştı. Bulgar Hasan bir süre bizden uzak kaldı. Uzun süre diyalogumuzu kesmiştik. Fakat yine de bir biçimde haberleşiyorduk. Cağaloğlu’nun polis ve meraklı trafiği iyice artmıştı. Her kafadan sesler çıkıyor, çeşitli yorumlar yapılıyordu. Kulağı delikler, meraklı(!) insanlar ortalıkta çeşitli tevatürlerle cirit atıyordu.
Mehmet İncili’nin6 üç tekerlekli üstü kapalı bir triportörü vardı. May Yayınevi kendi kitaplarının dağıtımı için almıştı. İncili benim de kitaplarımı yer yer dağıtıyordu. Bir sabah kitap almaya geldiğinde Mahir’i aracın içinde görüp şaşırıp kalmıştım. Mahir “Osman’a teşekkürlerimi söyle” dedi. “Öncü seni asla unutamam…” Böylece son kez görmüş olduk Mahir’i.
Olaylar gün be gün yeni haberlerle gelişiyordu. 19 Şubat 1972 tarihinde Ulaş Bardakçı’nın kaldığı evdeki çatışmada bir komiseri öldürdükten sonra katledilişi… Ziya’nın7 18 Şubat 1972 tarihinde barındığı evde kuşatılıp yaralı olarak ele geçirilişi… Mahir’lerin Ankara’ya geçişleri… Denizlerin 6 Mayıs 1972’de idam edilmeleri… derken 31 Mart 1972 tarihinde de Kızıldere katliamı… Ertuğrul Kürkçü’nün8 Kızıldere’deki katliamdan sağ kurtuluşu… vb. türünden olaylar…
Ben de barındığı evden yaralı çıkarılan Ziya’nın sedye üzerinde verdiği ifadesi sonucu tutuklandım.
Evet ne demişti bizim bilge halk ozanımız: “Nesini söyleyim canım efendim … Başımıza belâ dölümüz bizim…”
**Dipnotlar:
1 Zeki Öztürk, Öncü Kitabevi Yayınları sahibi ve yönetmeni. Öncü Kitabevi 33 yıl (1962-1994) ilerici-devrimci kitaplar yayımladı. Üretiminde rol aldığı kitapları yayımlamaktan TCK’nın 141. ve 142. Maddelerine göre çeşitli nedenlerle tüm altüst oluşlarda tutuklandı, ağır hatıralar bırakan işkencelerden geçirildi, yargılandı ve hapis yattı. Kitabevi pek çok kez kundaklandı, yağmalandı. Yayımlanan kitapları Selimiye Kışlasında yakıldı. 26 Şubat 1976 tarihinde dinci, ırkçı, milliyetçi faşistlerce yakıldı. Bu işe soyunanlar (Belgelidir) politikada başat görevler üstlendi. Şu an kendisinin hiçbir sosyal güvencesi yoktur. Haftada üç kez diyalize girmektedir. Sağlık sorunlarıyla boğuşmaktadır (S. P.).
2- Bizim “kurye” delikanlımız ise Hukuk Fakültesini bitirdi ve avukat oldu. O da modaya uyup sahte komünistlerin safına katıldı ve ilerlemeci oldu. Onunla da bir kez karşılaşmıştık, beni gördüğünde görmemezlikten gelip, arkasını dönüp, yürüyüp gitmişti.
3- Osman Hilmi Erdem; kızı benim üçüncü eşim oldu, Osman akciğer kanseri sonucu gecekondusunda öldü, yanı başlarındaki Sütlüce mezarlığının kimsesizler, garipler bölümüne bir gece vakti gömüldü. Bazı devrimcileri bu arada Taylan Özgür’ü gecekondusunda uzun zaman sakladı.
4- Osman’ın karısı Gültaze kimsesizler evinde bitkisel bir halde ölümcül yatıyor.
5- Hasan Asmaoğlu, Komsomol Küçük Hasan, namı diğer Bulgar Hasan; 1913 Bulgaristan Şumlu doğumlu, göçmen çocuğu, işçi, tornacı, 1951 TKP Komünist Tevkifatında Sansaryan Hanının I. Şube tabutluğunda işkencede hadım edildi. TKP’ye kuryelik yaptı. Kendisi TKP’li Hasan Basri Alp’in işkenceden sonra I. Şubenin beşinci katından atılarak nasıl öldürüldüğünün tanığıydı. Daha bunun gibi pek çok umuru adiyeden olayları, Orhan Kemal, Nazım Hikmet ile Bursa Cezaevindeki yılları, ağabeyim Avni Memedoğlu ile örgütsel ilişkileri, giderek bizlere kadar ulaşan yoldaşlığı ve bunun gibi nice şey ondan yadigar kaldı. Hasan Usta da Ümraniye Kocatepe mezarlığında, vasiyetine uygun olarak, imamsız, dini törensiz ve Enternasyonal Marşı eşliğinde, 17 Ekim 1997’de toprağa verildi.
6- Mehmet İncili; THKP-C davası tutuklularından, cezaevi şartlarında “yektir Allah yektir” haykırışı ile çırılçıplak soyunup koğuş ortasında oynayandan biriydi. Ruh sağlığını yitirip tedavi gördü. Eşi onu terkedip TUSİAD’ın himayesinde devrimcilik yapan başka birine gitti.
7- Ağabeyim Sırrı, Ziya Yılmaz’ı ve tüm devrimci arkadaşlarını I. TİP ve THKP-C’nin kuruluşundan önceki tarihlerden itibaren tanıyordu. Örgütsel arayışlar içinde birlikteydiler. Cezaevinde oldukları süre içinde sağ olsun Sırrı ağabeyimin devrimci dayanışması, diğerkâmlığı ile onların anılan-anılmayan bütün ihtiyaçlarını sağlamıştı. Kaçma olayı hakkında da söylenecek sözü vardı. Bir bölümünü üç ciltlik 12 Mart 1971’den Portreler isimli kitaplarında kaleme alıp dile getirdi. Bir bölümü de ‘S. Ö.’nün Kısa Biyografisi’ isimli kitapta yayımlandı. Ziya hapisten çıktıktan sonra yanımıza dahi uğramadı. Elbette “teşekkür” bekleyenlerden değiliz. O, bu konuyu hiçbir zaman sorumlu kadrolarla oturup konuşmadı. Bu bir yana; götürdü cezaevi kaçma olaylarını ve anılarını meşrebi bilinmeyenlere para karşılığında sattı. Laz İsmailgillerin özel ulağı Aydın Engin’in hayırlı eliyle evlere şenlik ilerlemeci oldu!? Cağaloğlunda “On Eylül” isimli yayınevi bile kurdu. Aynı isimli bir dergi faaliyetinde bulundu. Kuruçeşme toplantılarına sosyalist solun birliği yaftalarıyla “Birlik” özlemlerinin kurutulma çalışmalarına katıldı. Ticaretle uğraştı, ekmeğini kazanmayı denedi, beceremedi. Sonra Ankara’ya geçti. Çankaya belediyesinde bir kadro ile istihdam edildi. CHP’den belediye meclis üyesi de oldu. Kendisiyle 1995’te Ankara’da 68’liler vakfında karşılaştım, boynuma sarıldı, nostalji havasına girdi, bu güne dek beni ne aradı, ne sordu, ne de başıma gelen felaketlerden dolayı bir “Geçmiş olsun” dedi. Kendisi de kötü huylu bir tümörle, sağlık sorunuyla boğuşuyordu. Ziya ile bir kez de Sadun Aren’in cenazesinde karşılaştım. Malum basın onu “Dev-Genç muhasibi” olarak tanıtmıştı. THKP-C’nin 10 kişilik kurucu komitesinden Ziya idamdan kurtulmuş iyi kötü hapis yatmış, ayakta kalmıştı. Yaşadığı siyasî serüveni hakkında tutarlı ve ikna edici bir özeleştiri yaptığına da rastlanmadı…
6- Anam Anşa-Ana (D:1908) 23 Ekim 1991’de aramızdan ayrıldı. Onu ağabeyim Avni Memedoğlu (D: 1924) 9 Ekim 1998’de, ablam Hatice Saygın (D: 1923) 22 Temmuz 2001’de, kardeşim Kadri Öztürk (D: 1936) 6 Ekim 2004’de takip ederek aramızdan ayrıldılar. Anamın anası Hawa-Ana (D: 1840) 1930’da, babası Apo Memed (D: 1840) 1938’de, babamız Memed Hulisi (D: 1866) 1936’da aramızdan ayrılmışlardı. Onları doğaya teslim ettik ve hakka yürüdüler…
8- Ertuğrul Kürkçü, Diyarbakır Cezaevinden çıkarken anlamlı bir mesaj verdi. Bu mesaja sevinmiş ve sahiplenmiştik. Fakat Ertuğrul hapisten çıkar çıkmaz Bilderberg örgütünün TC’deki birinci elemanı Selahattin Beyazıt’ın başında bulunduğu Enciklopedia Britannica’da işbaşı yaptı. Kendisine değer verenleri asla aramadı. Devrimcilerden, Komünistlerden uzak durmayı tercih etti. Daha sonra “Sivil Toplumcu” Murat Belge’nin İletişim yayınlarında “Anlatılan Senin Hikayendir” diye söze başlayan acayip bir “Sosyalizm Ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi” yayımlanması işinde rol aldı. Bu uyduruk ansiklopedide her örgütün kadrosuna çarpık ve yakın tarihimizi tahrif eden, kendi göreneklerinin tarihini yazdırdı. Daha sonra “Sosyalist Solun Birliği” ataklarıyla başından büyük işlere soyundu; 1989 yılındaki Kuruçeşme Toplantıları’nda tabanda aranan birlik özlemlerinin sömürülerek kurutulması işine girişti. ÖDP türünden tasfiyeci, liberal, reformist, revizyonist örgütlerin kurulmasına çalıştı. Daha sonraları “Sol’dan Haber Satma” işini üstlenen BİANET internet gazeteciliğine başladı.
Şimdilerde politikaya soyundu; Sınıf mücadelesi tarih ve devrimci geleneğimizin dışındaki “sol” eğilimlerle ittifaklar aradı; İçinde rol ve sorumluluk aldığı ne Dev-Genç, ne THKP-C, ne de ÖDP gibi örgütler hakkında bir özeleştiri yaptı. Genel bir hesaplaşmadan kaçındı. 12 Haziran 2011 milletvekili seçimlerinde bağımsız milletvekili adayı olarak TBMM’ye girecek…
Ertuğrul Kürkçü, hiçbir zaman kendisine en büyük destek ve dayanışmayı yapan Sorun Yayınları Kolektifine uğramadı. Kendisine Sırrı Öztürk tarafından yapılan sözlü uyarı ve eleştirilere küstahça cevap vermeye yeltendi. Onu hapishanede üretim faaliyetine sokan S. Ö.’yü hiçbir zaman arayıp sormadı. Tercüme ettiği Karl Marx Biyografisini ilk olarak yayımlayan Öncü Kitabevine de hiç uğramadı. Dahası olmayan siyasî terbiyesini bozarak Sorun Yayınları Kolektifine ve yönetmeni S. Ö.’ye karşı “düşmanca” bir tavır içine girdi!..
Bu yazı SORUN Polemik Dergisi Mayıs 2011, Sayı: 45,sayfa: 106-113’te yayımlandı.
Sayın Zileli, vakti geçmiş siyasi analizler, alınması gereken tarihten oldukça geç alınmış siyasi tavırlar bir işe yaramazlar, siz de gayet iyi bilirsiniz bunu… “Yetmez ama Evet”, “Doğan Tarkan”, “DSİP”… Bir anlamı yok bunları tartışmanın şu zamanda… Hiç sevmediğim bir şeydir ama; Söylemiştik, sizlerden genç olduğumuz için, bu insanlarla bir geçmişiniz olduğu için, her olayı 30-40 sene evvellerden gelen siyasi ve dahi kişisel hatıratınıza dayanmadan analiz edemediğiniz (ya da etmediğiniz) için pek kaale almamıştınız, günaydın…
“Tencere dibin kara, seninki benden kara…” Bu atasözünün bu kadar uyumlu olacağı bir başka ikili hatırlamıyorum… Gün ve Doğan.. İkisi de İngiliz sofrasından yemlenmiş, Burjuvazinin sofrasının tadı damağında kalmış müridleri… İkiside burjuvaziye hizmette kusur etmeyen, gündemde olmasa bile, hergün sol ve sosyalizme küfürde yarışan, sadık hizmetkarlar…
tencere’ye… pardon ökkeş’e… sizler ne kadar da öyle kolayca insanları, yok “burjuvazinin sofrası”lı, “hizmette kusur etmeyen”li, “sosyalizme küfürde yarışan”lı, “sadık hizmetkar”lı sıfatlarla suçlayabiliyorsunuz. bunu yapmak eskiden çok kolaydı da şimdi de aynı o kadar kolay mı oluyor? basit bir takım sıfat ve isim tamlamalarını arka arkaya dizmekle iş bitiyor mu? bitiyor da ne oluyor?
Hakaret nedeniyle kaldırıldı.
Ersen`in yaziklari bana tam da itaat kulturu bu olsa gerek dedirtiyor. Ertugrul`u nedense yere gore sigdiramiyor. Gercekten oyle midir ? Bugun bagimsiz milletvekili secilmis olmasi Ertugrulu yuceltmek icin yeterlimidir. Ufuk Uras`ta bagimsiz milletvekili secilmisti ve kendisi Dogan Tarkan`i cok aratmaz. Bana gore donem donem Ertugrul`un soylemleri libarel kesim ile ortusmekte. Neyse bu meselenin esas kismini olusturmuyor.
http://bianet.org/biamag/siyaset/118781-chp-mhp-ve-pkk
Yukarida yazi aslinda bir donemler Ertugrulun da acilim denen zirvadan umitli oldugunu gosteriyor. Mesela Ergonokon operasyonun ilk doneminde sonuna kadar gidilsinciler arasinda Ertugrul yerini almaktaydi. Gercekten bu son nersidir. Devrimcilerin onunu acacak bir son mu, yoksa
Ergenokan ve KCK adi altinda kagit uzerinde yaratilan teror orgutu listeleri mi . Simdi dumen kirip fasizm altinda yasiyoruz demenin de tabiki bir anlami var. Ama bunu erdemli olarak soylemek gerekir. En azinda bugun Ertugrul ve benzerleri surece iyimser bi saflikla baktiklarini AKP denen partiden-zihniyetten- olumlu bir takim sonuclar umdugunu itiraf edebilmelidirler.
Yukarida bahsettigim itaat kulturune gelecek olursam Ekmek ve Ozgurluk adi altinda bir sure surece katildim. Su cok acik ve net olarak soyleyebilirim. Nasil Isci partisi, Perincek`le TKP Okuyan`la ile aniliyorsa bu surecinde Kurkcu ile anilmasi icin elinden geleni yapiyorlardi. Icerigine baktigimizda kollektivizm, bireyin ozne oldugu….. yeni bir ogrutlenme tarzindan bahsedilmekteydi.
Icerik ile oz birbiriyle uyusmayinca ortaya kotu kopyalar cikiyor. Bir ornekle bitirecegim. Genclik kampi icin maddi sorunlar tartisiliyor. Ertugrulun soyledigi nasil gencsiniz siz biz gencken belimizde silahla dolasiyorduk. Bunun uzeine bile yuzlerce sey soylenebilir.
Bugun itata ve onderlik kulturleri kirilmadikca devrimci sol yol alamiyacaklardir. Bunun yapmanin yolu kesinliklerle liderler yaratmak degildir.
gün bey’e newroz ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Lüzumsuz ve sahte nezaket gösterilerini bırakın bir yana. Hayatımda hiçbir zaman “bey” olmadım ve bu hitabı sevmem, kimseye de “bey” diye hitap etmem. Sorunuza gelince, Newroz, geleneksel olarak Kürtlerin bayramıdır. Katılım nedeniyle erkene alınmak istenmesi çok doğaldı ama hükümet gereksiz gerginlik yaratıp bir kürt arkadaşın ve bir polisin boşu boşuna ölümüne neden oldu.
kişisel olarak tanışmadığımız için,alıngan olmayın sizi küstehça tutumlara sürükler
sahte olduğunu ölçecek bir yalan makinesi mi var,
arap baharı kadar ilgilendirmiyor herhalde seni!
18 nolu yazar yine sapitin
ilhami aras ( kacaroglu da oraya geliyor ) kadikoy de kafe isletiyor ve ticaret yapip calisanlarin arti degerini yiyor. kafe sinde bir arkadasim calisiyor.
Mahir Sayin isvicre nin Basel sehrinde bir kafe acmisdi bulent uluer de oraya takilirdi. Bol bol raki muhabeti ve ticaret.
DIKKAT TICARET YAPILIYOR Marks ve Engels devrimci onderlere bunu mu soyledi ?
Dogan tarkan ingiliz parlementer partisi icinde yer aldi.
bunlardanmi bahsediyorsun ?
32 yorum cu ;Gün ve Doğan.. İkisi de İngiliz sofrasından yemlenmiş.
Sende turkiye desin, belkide calisiyorsun ve kapitalist sermaye ye katkida bulunuyorsun. Kapitalist kirizi rahatlatiyorsun. sana da maas veriyorlardir. Sende fasist turk devletinin sofrasinda yemleniyorsun.Dolayisiyla devletin hizmetindesin . Gucun ve yuregin varsa Total red yap. Devletlerin hic bir kurumundan, yerinden, hizmetlerinden , belediyesinden, egitiminde, isletmelerinden yararlanma. Bunlari yapki seni anliyayim Okkes. turk devletinin sofra sinda otluyorsun derim.
Bizim buralarda kimse anlamasin diye polislere okkes diyoruz. bunuda biliyormuydun bay okkes
Gün, ”yalaka vs” sözcükler pek hoş kaçmamış, keşke o kadar sert çıkmasaydın. Dsip’in siyasal ”tavrı” hakkındaki görüşlerinde genel olarak sana hak veriyorum. Yanlış hatırlamıyorsam referandumda hayır yahut boykot diyecek solculara ”maksimalist taleplerde bulunuyorsunuz… diyerek karşı çıkıyorlardı. Bazen de ”darbecilerin kuyruğuna takılmakla”…Zannediyorum ki Sivas ve Dink davalarından sonra bunları söyleyecek yüzleri kalmadı. DSİP tayfasına en çok ”ERGENEKON SÖYLEM CİNİ” nedeniyle kızmıştım. Hatasıyla günahıyla sosyalist camiayı toptan ”Ergenekoncu olmak”la itham ediyorlardı. Zaman kimin, kimin oltasına geldiğini gösterdi. İnsanlar efil efil uyduruk iddianamelerle içeri tıkılırken, KCK siyasal bir kırım halini alırken ve Hrant’la Sivas’ın anlattığı gibi iktidar ”eskisiyle yenisi” devleti topyekün sahiplenirken neyin ne olduğunu net biçimde gördük. Hiçbir insan, sosyalist de olsa yapılan her işi topyekün reddetme yahut onaylama durumunda olmayabilir. Ancak, bunu kendileri başlattı. Bir kısım aydın taifesiyse, hak ihlalleri dizboyunu geçer; hatta ULUDERE katliamı yaşanırken ”SOSYALİZMİN SORUNLARI”Nı tartışıyordu. Fil Dişi Kuleler’in ”öss müfredatından beri” bu denli canlı görememiştim… Oysa aynı zevat, Pkk can aldığında söylemediğini bırakmıyorlardı. Bazılarının yatacak yeri yok…
albatros, dink davasını özel yetkili savcı temyiz etti ve temyizinde ergenekon ile aynı “gen” özelliklerine sahip bir örgütten bahsetti,fetullah gülenin F tipi örgütünün suçunu da ergenokana bağlayarak,siz örgüt diyordunuz biz de size bir örgüt verdik alın kullanın diyor.
Dersim; ”siz” derken kimi kastediyorsun ? Ergenekon, derin devlet ve gladio hakkındaki fikirlerimi yazdığımı hatırlamıyorum da.
Öte yandan Dink Suikastinde en makul bulduğum tespit İsmail Saymaz’ın ”Bir Milli Mutabakat Cinayeti” tespitidir. Taner Akçam’ın ”Talat Paşa’nın İntikamı Alındı” yazısını da önemli bulurum. Ergenekon adında siyasetten, yargıdan, kontr-gerilla’dan, komünizmle mücadele dernekleri ve ocaklardan bağımsız bir örgütün varlığına inanmıyorum. Dahası Ergenekon’un bir ”terör örgütü” olduğunu hiçbir zaman düşünmedim. Bilakis, Ergenekon’u daima bu devletin bizzatihi kendisi, belli bir zaman ve konsepteki görünümü olarak algıladım. Bugün de bu düşüncem aynen sürmekte.
davanın aleyhine yürüyüş yapanları,kamuoyunu, örgütün varlığını dillendirenleri.
fetullah gülen bildiğim kadarıyla komünizmle mücadele derneklerinin kurucusu erzurumda,mustafa peközün sendika orgta yer alan bir yazısı var bu konuda.bir süreklilik ve yenilenme sözkonusu,bazı tipler sürekliliği çok açık ele veriyor,mesela mümtazer türköneyi ele alın,eski mhp li ve türkeşin sağ kolu,şimdi fetullahın yakınında,onu öven onun propagandasını yapan biri.
Vallahi Fethullah Gülen’in Erzurum’da Komünizmle Mücadele Dernegi’ni kurup kurmadigini bilmem ama Gün Zileli’nin Stalinizmle Mücadele Dernegi’ni kurdugu bir gerçek ve sen de bu dernektesin, pek de bir fark yok yani bu iki dernek arasinda.
sözü edilmişken, mümtazer türköne eski mhp’li ama bakın ne demiş:
‘Türkeş’i hiç sevmedim, MHP’li olmadım’
Son dönemin adından söz ettiren kalemlerinden biri olan Mümtaz’er Törköne, Aksiyon Dergisi’ne verdiği röportaj da, bugüne kadar hiç MHP’li olmadığını ve Türkeş’i sevmediğini söyledi. İşte Türköne’nin derginin bu haftaki sayısında yayınlanan röportajında geçen o bölüm:
TÜRKEŞ DÖVECEK ZANNETTİM
1978’de, Maraş Olayları’ndan sonra sıkıyönetim ilan edilir ve bütün solcu dergiler kapatılır. Mümtaz’er Türköne de o zaman Genç Arkadaş dergisini çıkartmaktadır: “Bizim dergi kapanmadı. Ertesi hafta bir başyazı yazdım ve dergimiz kapandı. Biraz da kapansın diye yazmıştım. Çünkü kanıma dokunmuştu, bütün sol dergileri kapatırken niye bizi adam yerine koyup kapatmıyorlar diye.” Derginin sıkıyönetim idaresi tarafından kapatılması üzerine hemen Alparslan Türkeş’in karşısına çıkarılır: “Yanımda da Namık Kemal Zeybek vardı. Türkeş beni fırçaladı. Dövecek zannettim, üzerime yürüdü. Hakaret etti. Bana ‘Komünist isen komünistlerin, İslamcı isen İslamcıların yanına git. Ne işin var senin burada’ dedi. Çok ağır bir laf. Bana 9 ışığı sordu, hazırol vaziyette. Ben cevap vermedim. Çünkü çok sinirlendim. Onuruma dokundu.”
Türkeş, orada Zeybek’e, arkadaşları toplayıp Üçüncü Yol adlı bir dergi çıkarılması talimatı da verir. Basılmadan önce Zeybek tarafından kontrol edilmesini de tembihler: “Ben Namık Kemal Zeybek’e ‘böyle bir dergi çıkartmam. Çünkü Üçüncü Yol diye bir şeye inanmıyorum’ dedim. Yıllar sonra Namık Kemal Zeybek bana ‘Senin çok isyankâr bir adam olduğunu anladım o zaman’ demişti.”
MHP’Lİ HİÇ OLMADIM
Türkeş’in korkuya dayalı bir otoritesi olduğunu söyleyen Türköne, onun 27 Mayıs profilini de sevimsiz bulmaktadır: “Bizler DP’li ailelerin çocukları idik. Mesela ben Türkeş’i hiçbir zaman sevmedim. Hiç Türkeşçi olmadım. Hatta ben MHP’li de olmadım. Partiyi ve milletvekillerini, yani işte bir elleri yağda bir elleri balda, her türlü ödünü vermeye hazır, esnek politikacılar olarak görürdük.”
KURT FİGÜRÜ TÜRKLERİN SEMBOLÜ DEĞİL
Asıl müşteri kesiminin MHP’liler olduğunu anlatan Türköne, bu kesimden ciddi destekler aldığını da belirtiyor. Ancak ülke için bir hesap yapmakla bir siyasi parti için hesap yapmanın farklı şeyler olduğunu söyleyerek, MHP’nin tutumuna dikkat çekiyor. Hatırla Sevgili’den sonra Bu Kalp Seni Unutur mu? ile de dizilere katkı sağlayan Türköne, kurt figürünün Türklerin sembolü olmadığını ve Ergenekon diye bir Türk destanı bulunmadığını anlatıyor.
Evet… AKP’ye kapılanan eski faşolardan birinin daha şakirt-medyası tarafından aklanışına şahit oldunuz…
Bu pek mümtaz zat, Kürdistan’da halka karşı yürütülen savaşın en şiddetli olduğu dönemde, Tansu Çiller’e danışmanlık yapıyordu; acaba onun bu “meziyetini” nasıl aklayacaklar?
Hadi o eski faşolardan , ya sen? Sen de eski provokatörlerdensin her halde , sanki çok büyük ve gerçek mücadeleler verilmiş de. Ne olacak şimdi? 2012’de hâlâ eski sanal ve yapay kamplaşmalar mı?
AKP’den sonra MHP en son da CHP 12 Eylül davasinda müdahil oldu, 12 Eylül’ü destekleyen bir tek siz kaldiniz.
Türkiyeli devrimciler keşke anarşizmi Gün Zileli’den tanısa. Pek farklı olurdu herşey. Ben bu bloğu ve Kadir Cangızbay’ı takip ederek anarşizm adına çok şey öğrendim. İnsanın Stalinist yargılarından kurtulması ve Dsip ve benzerlerinin ( nasıl adlandırayım bilemedim) yol açtığı kavram karmaşından kurtulması bakımından zihin açıcılar.
Zeynel bey, yorumunuza ve zekanıza hayran kaldım… Siz öyle devam edin… Memlekete yapacağınız katkılarınızdan bizi mahrum bırakmayın lütfen…
(DSİP’lilerle aynı yolun yolcuları hakkında, faydalı, hoş ve yeniden güncel bir yazı…)
Marksist olmayan bir tutum
Sungur Savran
03 Eylül 2010
12 Eylül’de yapılacak anayasa referandumu Türkiye solunu üçe böldü ve sert tartışmalara yol açtı. Ama sadece genel olarak solu değil. Aynı zamanda devrimci Marksizm alanı olarak nitelenebilecek, anti-Stalinist, enternasyonalist bir Marksizmden esinlendiğini ileri süren parti, grup ve çevreleri de böldü. Anlayabildiğimiz kadarıyla çoğunluk boykot ya da sandığa gitmeme tavrından yana. Ama “Hayır” oyunu tercih edenler de yok değil. Buna karşılık, iki tanesi, DSİP ve Marksist Tutum dergisi referandumda “Evet” oyu çağrısında bulunuyorlar.
DSİP zaten yıllardır bu yolun yolcusu. Alternatif küreselleşme hareketinin etkisi altına gireli beri, Britanya’daki “rehber”i, (“Cliff’çiler” lakabıyla bilinen) SWP’den de daha hızlı biçimde işçi sınıfı politikasından uzaklaşarak post-modern bir küçük burjuva çizgiyi benimsemiş durumda. Ama burada da durmayarak liberalizmi, burada da durmayarak AKP kuyrukçuluğunu benimsedi. 2007 seçimlerinde, Bin Umut Adayları saflarında Baskın Oran ve Ufuk Uras gibi adaylar (biz ekleyelim, yani liberaller) olmasa AKP’ye oy vereceğini açıklayan başkan yardımcısı Roni Margulies, partinin tipik tavrını ifade ediyordu herhalde. Günümüzde, solun bütünü içinde “Yetmez ama evet” kampanyası aracılığıyla ve dolaysız biçimde “Evet” oyu yönünde en çok sesi çıkan örgütlü gruplardan biri de, ÖDP’den liberal temellerde kopup sosyal demokrat burjuva politikacılarıyla birleşen EDP’nin yanı sıra, DSİP. [1]
Şimdi bu “evet” cephesine, biraz daha beklenmedik biçimde, Marksist Tutum dergisi katılmış durumda. (Bkz. Akın Erensoy, “Anayasa Mahkemesi Kararı ve Referandum”.) Bu yazı, iddialı bir tavırla, komünistlerin işçi sınıfının somut örgütlülük derecesini göz önünde bulundurarak ve sınıf mücadelesinin önünü açacak politik gelişmelere karşı dikkatli bir tavır takınarak politika belirlemeleri gerektiğini, AKP’nin kendisi demokrasi şampiyonu olmamakla birlikte referanduma sunulan anayasa değişikliklerinin Türkiye’de özgürlükleri bir ölçüde genişleteceğini, bu nedenle evet demek gerektiğini savunuyor. Ayrıca, “Hayır”cıları Kemalizmin kuyrukçusu olmakla suçluyor, boykot açısından ise Kürt hareketiyle sosyalistleri birbirinden ayırarak sosyalistleri Leninist politikadan kopmakla suçluyor.
Erensoy’un yazısının neredeyse her cümlesi hatalarla, kof argümanlarla, yer yer koyu bilgisizliklerle dolu. Ama biz sadece ana argüman üzerinde duracağız. Bu yazının üzerinde durmanın bizim açımızdan birkaç bakımdan anlamı var. Birincisi, Marksist Tutum (bundan sonra MT) yıllardır çok ortodoks bir Marksist yaklaşıma sahipmiş gibi tavır alırken, bir yandan da Türkiye tarihini liberallerin gözlüğünden okumakta ısrar ediyordu. Bugün referandum konusunda takınılan tavır bu yaklaşımı ve vahim sonuçlarını keskin biçimde ortaya dökmüş bulunuyor. İkincisi, MT yayın hayatına başlayalı beri, İşçi Mücadelesi ve Devrimci İşçi Partisi Girişimi ile birçok konuda polemik yaptığı halde, yanlış bir tutumla hiçbir zaman kaynak vermiyor, polemiğinin hedefinin hangi siyasi odak veya odaklar olduğunu açıklamıyordu. Şimdi biz onun politik alandaki bu büyük hatasını eleştirerek, kendisini açık bir polemik ile savunmasına ve bizi daha açık biçimde eleştirmesine ortam sağlamış oluyoruz. Üçüncüsü, MT başka siyasi gruplardan farklı olarak bu tartışmaya Lenin’in boykota ilişkin tutumunun doktriner ve sığ bir yorumunu katarak boykotu savunan bizleri ideolojik temellerde de eleştirmeye girişiyor. Lenin’in ya da genel olarak klasiklerin bize yol gösterme bakımından muazzam önemini bu satırların yazarının siyasi hayatı boyunca savunduğunu bu sitenin okuyucuları bilir. Ama klasiklerin mirasına doktriner yaklaşım tam tersine zararlıdır. Bu yüzden işin bu yanını da tartışmak gerekiyor. Artık tartışmaya geçebiliriz.
Anayasa paketi işçi sınıfı açısından olumlu mu?
MT’nin referandumda “evet” çağrısı yapmasının esas gerekçesini, AKP’nin anayasa paketinin “işçi sınıfı açısından mevcut duruma göre bir olumluluk ifade etme”si oluşturuyor. MT yazarı, yazısının, öteki sosyalistleri, esas olarak da “Hayır”cıları eleştirmeye ayırdığı ilk yarısında tuhaf biçimde olumluluğun nerede yattığını bir türlü açıklamıyor. Oysa “evet”in gerekçesi siyasi güçler arasındaki çelişki ve çatışmalar, Kürt sorununun ulaştığı nokta, sosyalist siyasetin buradan nasıl ileri doğru yürüyeceği veya benzeri faktörler değil. “Evet”in gerekçesi, doğrudan doğruya, anayasa paketinin işçi sınıfı açısından olumlu olduğu. Yazar, daha bunu göstermeye zahmet bile etmeden “hayır”cı sosyalistleri, mesela ÖDP’yi, TKP’yi, Halkevleri’ni onlardan alıntılar yaparak yerden yere vuruyor. ÖDP, TKP ve Halkevleri’nden bu yazıyı okuyan akıllı insanların, “keşke bütün eleştirmenlerimiz bu kadar zayıf eleştiler yapsalar” dediklerini duyar gibiyiz!
Yazar, en sonunda sadede geliyor: “Çok açık ki, anayasa değişiklik paketi verili burjuva demokratik çerçeveye göre bir ilerlemeyi, bir reformu ifade etmektedir” cümlesi ile başlayan bir paragrafta, AKP’nin, her renkten liberalin, DSİP ve EDP’nin saydığı gerekçeler, birkaç kelimelik başlıklar halinde özetleniyor.
Bir: Bu gerekçelerin her biri o günden bu yana yaygın okunan yayın organlarında çeşitli yönleriyle tartışıldı. İddiaların en azından bazılarının ne kadar kof olduğu mantıksal argümanlarla ortaya konuldu. Bunları paketi desteklemenin gerekçesi olarak sunan bir siyasi çevre, hiç olmazsa, bu tartışmalara cevap veren bir yeni yazı yazar. Ama hayır: Erensoy’un 30 Temmuz tarihini taşıyan yazısı, bu yazının yazılmakta olduğu 31 Ağustos günü MT’nin sitesinde hâlâ tek başına (ve en tepede!) referandumda “Evet” oyunu kahramanca savunuyordu!
İki: Madem “çok açık ki”, o zaman paragraf neden şu cümlelerle bitiyor? Bazı değişiklikleri sayarak soruyor yazar: bunlar “…bugünkü siyasal ortamda neden işçi sınıfının çıkarına aykırı olsun? Bunlar küçük de olsa reformlardır. İşçi sınıfı reformları ret mi edecek?” İşçi sınıfının çıkarına aykırı mı değil, yoksa gerçekten çıkarlarına ciddi katkıda mı bulunuyor? Marksistler bütünüyle burjuvazinin temsilcisi olan iktidarların “küçük reform”larına her zaman destek mi verirler? 12 Eylül referandumu Razaman Bayramı’na denk geliyor, ortada ikram edilen bayram şekeri falan var da, onu mu reddetmemeli işçi sınıfı?
Üç: Ne zamandan beri komünistler, hangi somut siyasi bağlamda gündeme geldiğine bakmadan, “küçük reform”lar konusunda soyut kararlar verirler. MT yazarı boykot konusunda Lenin’den alıntı üstüne alıntı yapıyor. Bunlardan birinde Lenin Bolşeviklerin boykot yaptığı dönemde ona ne amaç atfettiklerini şu cümle ile açıklıyor: “Boykot kampanyasının esas amacı anayasal hayallere karşı mücadele idi.” (Lenin alıntı yapılan yazının bir başka yerinde daha da vurgulu olarak anayasal hayallere karşı mücadelenin “boykotun yaşayan ruhu” olduğunu belirtiyor.) MT yazarı keşke alıntıladığı bu cümleyi daha dikkatli okusaydı! MT’nin somut siyasi bağlamdan kopuk “küçük reform”lara yaklaşımını tam da bu terimlerle, “anayasal hayaller” olarak nitelemek gerekiyor çünkü! Yazı, birkaç kez, öteki sol grupları “siyasetten uzak” olmakla suçluyor. Asıl MT’nin yaklaşımı siyasetten uzak, arı anlamda anayasal/hukuki!
“Bilgisizlik” dedik girişte. Biz, sınıf düşmanı dışındaki hasımlarımızı aşağılamaktan özellikle kaçınırız. Bilgi ve bilgisizlik, siyasi fikir farklılığında hiç de belirleyici değildir. Burada bunun üzerinde duruyorsak, Marksizm adına konuşanların ne dediklerine dikkat etmeleri, üzerine konuştukları meseleleri dikkatle incelemeleri gerektiğine inandığımızdandır. Aksi, sınıf düşmanının eline oynar da onun için.
Şimdi MT yazarının ÖDP’ye atfettiği görüşten kısacık bir alıntı: “Bu pakette yargının yerinden denetimini ortadan kaldırarak özelleştirmelerin, piyasalaştırmanın önü açılmaktadır.” ÖDP böyle diyesiymiş. “Yargının yerinden denetimi” ne menem bir şeydir? Danıştay’ın “yerindelik” denetiminden mi söz ediliyor? O zaman neden “yargı” da “Danıştay” değil? Daha vahimi, neden “yerindelik” denetimi “yerinden” olmuş, sanki adem-i merkeziyetçilikten söz ediliyor ya da yargı yerinden kalkmaya zahmet etmeden karar veriyor gibi? İnsan hukuk bilmeyebilir. Bunda ayıp bir şey yok. Ama bir hukuk metni üzerine hasımlarınızla (burada ÖDP) ile tartışacaksanız, önce onların ne dediğini anlayacaksınız. Daha genel olarak, anayasa paketi ile ilgili yazı yazacaksanız, hukuk allamesi olmanız gerekmiyor, hiçbirimiz değiliz, ama elifle merteki ayırmayı bileceksiniz!
MT yazarı bu kadar anladığı ÖDP eleştirisinden (ÖDP’nin her söylediği yanlış olacak diye bir şey yok, bu somut eleştiri sosyalistler açısından tamamen doğrudur!) hareketle, “kapitalist devlet mülkiyetini niye savunacakmışız?” türünden görünüşte ültra sol, gerçekte sağ bir sonuca ulaşıyor. Devlet mülkiyeti ile özel mülkiyet arasındaki farkı doğru kavrayamamak, MT’nin programatik yaklaşımının zayıf halkalarından biridir. Türkiye tarihinin yorumunda olduğu gibi, mülkiyet biçimleri konusunda da MT sol liberallerin görüşleriyle akraba bir yaklaşıma sahiptir. Bu görüşlere bu yazı bağlamında uzun uzun cevap veremeyeceğiz.[2] Sadece şunu hatırlatalım: Yarın işçi sınıfı iktidarı aldığında, daha hiçbir kamulaştırma yapmaya başvurmadan, sırf Ziraat Bankası sayesinde Türkiye’deki mevduatın % 20’sini kendi sosyalist amaçları için kredi olarak kullanabilecektir. Öteki kamu bankaları da cabası! Tartışma “kapitalist devlet mülkiyetini savunmak” ile ilgili değildir. Mevzilerle ilgilidir. “Kapitalist devlet mülkiyetini savunmayalım” diyen birinin, daha sonra Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısının artmasını işçi sınıfı lehine bir reform olarak anması ise ironilerin şahı! Bunun Marksizmle hiçbir ilgisi yok! Bunlar liberal hayallerle oyalanan demokratların fikirleri olabilir ancak. Ziraat Bankası’nın (veya Tüpraş’ın) mülkiyeti meselesi, Marksistler için anayasa mahkemesinin yüzlerce üyesi bile olsa, bundan yüzlerce kez daha önemlidir!
Devam edelim. MT yazarı, 54. maddenin dayanışma grevi, siyasi grev, genel grev türü grevleri yasaklayan 7. fıkrasının kaldırılıyor olmasını ciddiye almış! Aynı maddenin birinci fıkrasının grevi toplu pazarlık sürecine hapsettiğinden, dolayısıyla özgürleştiğini sandığı bu grev türlerinin bir hak haline gelmediğinden haberi yok! Bari MT bu yazının yazılmasından sonra defalarca ortaya konulan bu olguyu dikkate alarak bir düzeltmeye gitseydi! Hayır, söz bir kere söylenmiştir. MT yazarı, kamu emekçilerine gerçekten toplu sözleşme hakkı veriliyormuş gibi konuşuyor, zorunlu tahkim meselesini hiç duymamış anlaşılan. Haydi o aşamada duymamıştı, keşke daha sonra düzeltseydi MT tutumunu! Hayır, söz bir kere söylenmiştir. Yazar, yurtdışına çıkış yasağının mahkeme kararına bağlanmasını (bütün liberaller gibi!) solcu yazarların vb. keyfi kararlarla pasaport alamamasıyla ilgili sanıyor. Oysa daha önce yazdık. Bu, patron örgütlerinin isteği üzerine konulmuş bir maddedir ve kapitalistlerin vergi borcu dolayısıyla yurtdışına çıkışının engellenmesini zorlaştırmayı amaçlamaktadır!
İnsan “somut”tan bu kadar söz edip gerçek somuta bu kadar yabancı olabilir mi?
Burjuvazinin iç savaşının liberal yorumu
Aslında anayasa paketine verilen bu desteğin altında, MT’nin Türkiye tarihini esas olarak liberal bakış açısından ele alan yorumu yatıyor. Bu tarih yorumu, MT yazarının yazısına, bugün anayasa paketi karşısında burjuva güçlerinin dizilişine ilişkin analiz aracılığıyla yansıyor. Yazıda AKP’nin anayasa paketinin karşısındaki güçler, “statükocu-darbeci” veya “Kemalist-darbeci” olarak niteleniyor. Böylece iç savaşın taraflarından birinin, yani Batıcı-laik burjuvazinin karmaşık ve çelişkili unsurların bir bileşimi olan cephesi, içindeki aşırı güçlerden birine indirgeniyor. MT yazarı kendi kendine sormuyor: Peki sadece “darbeciler” karşı ise anayasa paketine, TÜSİAD ile Erdoğan’ın anayasa konusundaki kavgası nereden çıktı? TÜSİAD’a bugün, AB dolayısıyla demokratik haklar konusunda bu kadar cila yaparken, dar anlamda “darbeci” denebilir mi? “Darbeci” nitelemesi yazının kendi içinde de komik tutarsızlıklara yol açıyor. Baykal’a karşı komplo sonrasında Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına getirilmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni dönemde “statükocu-darbeci” güçler gözlerini seçime dikmişler. Diktikleri doğru da, bu, “darbecilik” ile nasıl uzlaşıyor?
İç savaşın tarafları yanlış tanımlandığı gibi, konusu da yanlış niteleniyor: Bütün kavga “vesayetçi-bürokratik anlayış” hakim olduğu için patlak veriyormuş, Kemalist bürokrasi ayrıcalıklarını bırakmak istemediği için kopuyormuş. Böylece, MT bugün düzen güçleri arasında yaşanan kavganın, burjuvazinin, iki farklı tarihsel aşamada ortaya çıkmış, iki farklı siyasi proje etrafında örgütlenmiş ve bugün artı-değerin paylaşımı konusunda boğaz boğaza gelmiş iki fraksiyonu arasında bir mücadele olduğunu kavrayamıyor, meseleyi siyasi üstyapı düzeyinde, vesayet ile demokrasi arasında (AKP’nin niyeti ne olursa olsun) bir mesele olarak görüyor.
Mesele böyle görülünce, insanın demokrasi cephesinin ardında yer alanları anlayışla karşılayacağı geliyor. MT’nin tutumu pek Marksist olmasa da demokrat bir tutum halini alıyor. Bu konuda MT ile DSİP arasında bir fark kalmamıştır! Bu, MT için uçuruma doğru vahim bir adımdır!
Lenin’in doktriner okunuşu
MT yazarı, “Hayır” cephesini Kemalizmin kuyruğuna takılmakla suçlarken bir ara boykotçuları da anıyor. Ortak yan her ikisinin de “AKP’nin samimi olmadığını” söylemesi imiş. Bu, eleştirilen iki konumu yakınlaştırmak bakımından ciddiyetsiz bir girişim, çünkü bazı “Hayır”cılar ve bazı boykotçular bu argümanı ileri sürüyor olabilir, ama bu argüman boykotun kurucu, tanımlayıcı, ayırdedici bir argümanı değildir.
Boykotçulara esas eleştiri Lenin üzerinden geliyor. “Leninci geçinen bu çevreler”, Lenin’in kendi mücadelesi içinde, boykotun ancak özel koşullarda savunulabileceğini, devrimci bir yükseliş dönemine özgü bir taktik olarak ele alınabileceğini söylediğini unutmuş olmakla suçlanıyor.
(Burada bir parantez açarak, bu yazının konusunun dışında kalan bir noktaya değinmek gerekiyor. Halkevleri çizgisi de Lenin’in boykot konusundaki fikirlerini referandumda boykot çağrısı yapanlara karşı kullanmaya çalışıyor. Bu yüzden sendika.org sitesi, Lenin’in “Boykota Karşı” başlıklı yazısını 32 kısım tekmili birden tefrika halinde yayınlıyor. Yazının başına sendika.org tarafından konulmuş bir notta, boykot taraftarlarının kendilerine katılmayan sosyalistleri “düzen içilik” ile suçladığı belirtiliyor. Bu, her şeyi birbirine karıştırarak kafa karıştırmaya yönelik bir kötü niyet içermiyorsa, en azından dikkatsiz bir ifade. Boykot cephesinin bazı unsurları böyle söylüyor olabilir, ama bütün boykotçular, hatta çoğunluk, bu tür bir suçlama yapmıyor kimseye. Yapmayacaklarını da Halkevleri bütün politik tarihlerinden bilir. Bize gelince, biz de kimseyi boykot yapmıyor diye “düzen içilik” ile suçlamıyoruz. Buna karşılık Halkevleri’ni (ve “Hayır” çağrısı yapan başka birtakım siyasi odakları) genel seçimlerde Kılıçdaroğlu’nu desteklemeye hazırlanmakla eleştiriyoruz. Bu eleştiriye cevaben Lenin’den alıntıların yararlı olacağını sanmıyoruz.
Yeri gelmişken, bütünüyle yanlış nedenlerle de olsa, Halkevleri’nin Lenin’i hatırlamasından memnuniyet duyuyoruz. Sadece örnek olarak söyleyelim: Biz sendika.org’un sık sık Lenin yazısı yayınladığını hatırlamıyoruz. Sık sık Wallerstein yayınladıklarını biliyoruz, ama Lenin’i hiç mi hiç hatırlamıyoruz. Yanılıyorsak, özeleştiriye açığız. Ama yanılmamızın mümkün olmadığı bir başka şey var. Sendika.org’un yayın politikasını bir yana bırakıp Halkevleri’nin genel politikasına dönersek, burada Leninizmin kırıntısının bile bulunamayacağını rahatlıkla iddia edebiliriz. Örneğin proletarya partisi konusuna yaklaşımlarında, örneğin sendika politikasında, örneğin proletaryanın burjuvazinin siyasi güçlerinden bağımsızlığı konusunda, örneğin burjuva devletine yaklaşımda, örneğin ulusal sorunda. Ama şimdi boykot konusunda Leninizmi savunmak istiyorlarsa, bu da bir başlangıçtır!)
Şimdi ana konumuza geri dönelim. Önce doktrin ile doktrinerlik arasındaki ayrıma kısaca değinelim. Doktrin, Marksistler için, uluslararası sınıf mücadelelerinin deneyimiyle etkileşim içinde oluşan ve sınıf mücadelelerine yol gösteren fikirler bütünü olarak son derece önemlidir. Buna karşılık doktrinerlik yukarıda tanımlanan dengeyi bozar, fikir ile eylemi birbirinden koparır, fikri donmuş ve hiçbir zaman değişmeyecek bir soyut ilkeler manzumesi olarak yüceltir ve bu soyut niteliğiyle ilkelerin her somut koşula aynı şekilde uygulanacağı yanılsamasını yaratır. Bu süreçte fikirler sınıf mücadelesine yol gösterme kapasitesini yitirir. Oysa Lenin’in kendisi, politikanın her zaman “somut durumun somut tahlili” üzerinde yükselmesi gerektiğini ısrarla söylemiştir.
MT yazarı Lenin’in yüzyılın başında, 1905 devriminin yükseliş ve geri çekiliş evrelerinin somut bağlamında yaptığı bir tartışmayı somut içeriğinden kopararak ait olmadığı alanlara doğru genişletiyor ve sonunda ortaya bir karikatür çıkıyor. Bunu anlayabilmek için önce Lenin’in Rus devrimci hareketinin öteki unsurlarıyla giriştiği boykot tartışmasını kısaca özetleyelim. 1905 devrimi bütün hızıyla sürerken, Çar mücadeleyi devrimci rotasından monarşinin hakimiyetini koruyan bir rotaya saptırmak amacıyla danışma meclisi karakterini taşıyan bir parlamento (Duma) vaad eder. Lenin ve Bolşevikler, 1905-1906 yıllarında bu parlamentoyu bütün güçleriyle boykot ederler. Amaç, devrimin rayından çıkmasını hedefleyen bu manevrayı yenilgiye uğratmaktır. 1907’ye gelindiğinde ise, devrim artık yenilmiş, mücadele büyük ölçüde sönümlenmiştir. Bu yüzden Lenin bu kez eskisinden çok daha gerici bir karakter taşıdığı halde parlamentoyu boykot etmenin yanlış olduğunu ısrarla savunur.
1905 Rus devriminin bağlamında Lenin’in politikası bütünüyle doğru olduğu gibi, bu politikanın proletarya devrimcilerinin bütün ülkelerde ve bütün zamanlarda izleyeceği politik hat bakımından son derecede önemli bir sonucu da vardır. Burjuva parlamentosunun temel işlevi burjuvazinin hakimiyetinin sürdürülmesidir diye devrimciler parlamentoya sırtlarını dönmezler. Parlamentoyu (ve parlamento seçimlerini) hem işçi sınıfının kısa vadeli hedeflerini ilerletmede hem de sınıfı uzun vadede devrime hazırlamada bir alan olarak kullanırlar. Yerine tarihsel olarak daha ileri, proletaryayı iktidara taşımak bakımından daha elverişli bir alternatif kurum önerilecek bir somut durum yoksa, yani esas olarak bir devrimci yükseliş yoksa, parlamento işçi sınıfının mücadelesi yolunda bir araç olarak kullanılmalıdır. Türkiye’de 1970’li yıllardan beri solun daha devrimci eğilimdeki örgütlerinde yaygın olarak kabul gören boykot anlayışı, bu bakımdan Leninist politikaya bütünüyle aykırıdır.
MT yazarına bakılırsa, biz boykotçular somut koşulları göz önüne almıyormuşuz, çünkü sınıftan kopukmuşuz. Neden? Çünkü Lenin boykotun sadece devrimci yükseliş olduğunda anlamlı olduğunu açıkça söylemiştir. Demek ki biz ya Lenin’den haberdar değilizdir, ya da Türkiye’de devrimci yükseliş olduğunu sanmaktayızdır. MT yazarı naziktir. İlk olasılıktan söz etmez. Bizlerin somut durumdan kopuk olmamıza yorar yanlışımızı.
Şimdi işin püf noktasına gelelim. Lenin 1907’deki ünlü “Boykota Karşı” yazısı (MT yazarının sürekli alıntı yaptığı yazı) başta olmak üzere, boykotu reddederken neyin boykotuna karşı çıkıyordu? Duma’nın, yani parlamentonun. Gidin o yazıyı okuyun. Yazının özellikle başlarında Lenin’in nasıl boykot kelimesini her kullandığında “Duma’nın boykotu” yazdığını göreceksiniz. Lenin’in Rus devrimci hareketi içinde yürüttüğü bu tartışma, bir seçim taktiğine falan ilişkin değildi. Lenin devrimci işçi hareketinin ülkenin siyasi tartışmasının içinde yürüdüğü esas mecra olan parlamentodan, gerici vb. olduğu gerekçesiyle uzak durulmasını yerden yere vuruyordu. Biz neyi boykot ediyoruz? Seçimleri bile değil. Bir referandumu! Nasıl oluyor da Lenin’in parlamentonun boykot edilmesine ilişkin fikirleri, genel olarak boykot karşıtı fikirler haline geliyor? İşte doktrinerlik! İşte ilkeleri somut içeriğinden koparmak, fikirleri kof bir dogma haline getirmek! MT yazarının yaklaşımı benimsense, 1960’lı ve 70’li yıllardaki öğrenci boykotları ya da günümüzde tüketim boykotları da “Lenin karşı” diye reddedilecek!
“Leninci geçinen” başka çevrelerin savunusu bizi ilgilendirmez. Bizim DİP Girişimi olarak parlamento meselesine ilişkin yaklaşımımız tarihimizde berrak biçimde ortadadır. DİP Girişimi’nin anası olan hareketler de, kurulduğundan bu yana partinin kendisi de belirli seçimlerde (1995, 2002, 2007, 2009, hatta bir bakıma 1987), kendi yoldaşlarını da aday göstermeye kadar giden bir tavırla her zaman parlamenter alanı politik tartışmanın bir mecrası olarak kullanmaya yönelik bir politika izlemiştir. Daha çarpıcısı, DİP Girişimi’nin bu referanduma ilişkin ana bildirisinin başlığı, “Referandumda boykot, seçimde Üçüncü Cephe”dir (bkz. http://www.iscimucadelesi.net/index.php?option=com_content&task=view&id=1060). Bir parti referanduma ilişkin oy çağrısını seçim tavrı ile ilişkilendirir, hatta daha da ötede onunla gerekçelendirirse, bunun Lenin’in anlamında parlamentoyu boykot ile bir ilişkisi kalır mı?
Yukarıda “seçimleri bile değil, referandumu” boykot ettiğimizi söyledik. Bu ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Seçimleri boykot eden parlamentoyu boykot etmiş olmaz mı? Tutarlı ve sürekli bir davranış olarak benimsendiği takdirde elbette evet. Ama bazı durumlarda seçim boykotu parlamentonun boykot edilmesinden farklılaşabilir. DİP Girişimi’nin tarihsel öncülü, 90’lı yılların Patronsuz Generalsiz Bürokratsız Sosyalizm hareketi, 1994 belediye seçimlerinde Kürt halkını temsil eden DEP’in adayları devletin ağır bir baskısı altında seçimden çekilmek zorunda kalınca seçimleri boykot etmiştir. Ama hemen ertesi yıl yapılacak genel seçimlere Emek ve Özgürlük Bloku olarak katılınmasını savunmaya devam etmiş, bu öneri başta Kürt hareketi olmak üzere benimsenince kendisi de Emek, Barış, Özgürlük Bloku’nun içinde yer almıştır. 1994’te parlamentonun boykot edilmediği ortadadır. Elbette seçimlerin boykotu zor bir karardır; her durum kendi içinde değerlendirilmelidir. Karar doğru ya da yanlış olabilir. Ama parlamentonun boykotundan farklıdır.
Lenin’in ve diğer tarihsel önderlerin doktriner biçimde okunuşu çok zararlıdır. Devrimci Marksist harekette yaratıcılığa ciddi bir darbe anlamına gelir. Ama bu durumda daha da acıklı bir şey vardır. MT yazarı grubunun bir taktik kararını gerekçelendirebilmek için Lenin’i suistimal etmiştir. Klasiklerin kullanımında en çok bundan kaçınılmalı, bize büyük bir ışık tutan bu büyük zekâlar dar açılı, kısa dönemli, geçici polemiklere kurban edilmemelidir.
Bu bölümü bir ironiye işaret ederek bitirelim. Yukarıda DİP Girişimi’nin ve onun anası olan hareketlerin yaklaşık bir çeyrek yüzyıldır parlamento seçimlerine ilişkin yoğun bir çaba göstermiş olduğuna işaret ettik. Bizi Lenin’in boykota ilişkin fikirlerine aykırı davranmakla eleştiren MT’ye soralım: Bir hareket olarak varolalı beri MT kaç seçimde parlamentoyu ciddiye aldığını gösteren bir politika izlemiştir? Hiçbir tavır almadığınız seçimlerde bu yaklaşımınızın nedenlerini açıklayabilir misiniz? Parlamentoyu işçi sınıfının mücadelesinin mecralarından biri olarak görmek MT hareketinin bir özelliği midir?
Kim siyaset yapıyor? Kim “anayasal hayaller”le oyalanıyor?
MT yazarının kendileri dışındaki sol akımlara temel eleştirilerinden birinin “siyasal sorunlara ilgi göstermeyen” bir tavır benimsemeleri olduğuna değinmiştik. Oysa yukarıda MT’nin kendisinin anayasa paketinin içeriğini ve çeşitli hükümlerini, somut siyasal bağlamdan bütünüyle kopararak ele aldığını ve hukuki anlamda bir ilerleme olarak gördüğünü ifade etmiştik. Yazıyı MT’nin tavrı ile DİP Girişimi’nin tavrını bu bakımdan karşılaştırarak bitirelim.
DİP Girişimi’nin boykot çağrısı yapması ve Emekçilerin ve Ezilenlerin Boykot Cephesi’nde yer alması, bu siteyi izleyenlerin gayet iyi bilecekleri gibi, çok somut bir dizi siyasi analizin üzerinde yükseliyor. Her şeyden önce, DİP Girişimi referandumun, ardından gelecek “genel seçimlerin genel provası” olduğu yolunda berrak bir tespit yapmıştır. Boykot politikası bundan koparılarak ele alınamaz. Tuhaf biçimde, MT yazarı da benzer bir tespit ile giriyor yazısına. Daha ilk paragrafta şöyle diyor: “Hiç kuşku yok ki referandum, aynı zamanda gelecek yıl yapılacak genel seçimin pek çok açıdan provası olacaktır.” Biz tespitimizin sonucunu çıkarıyoruz. İki bakımdan: Bir, prova hazırlanmak demektir; biz de referandumu seçime hazırlanmak için kullanıyor, şimdiden Üçüncü Cephe’nin kuruluşunun propagandasını yapıyoruz. İki, kendimizi genel seçimde bulunmak istediğimiz yere, burjuvazinin iki cephesinin dışına yerleştiriyoruz. MT ne yapıyor? Provayı seçim için nasıl değerlendiriyor? Ve kendisini nereye yerleştiriyor provada? Biz Üçüncü Cephe’yi kurabilirsek orada mücadele edeceğiz. Halkevleri çok muhtemeldir ki CHP’ye (açık ya da daha kötüsü gizli) destek verecek. MT ne yapacak? AKP’yi mi destekleyecek?
Meseleyi bir başka biçimde de ifade edebiliriz. Biz defalarca yazdık: Referandum seçimlerden daha az önemlidir, çünkü seçimler hem iktidarı belirleyecektir, dolayısıyla (“Evet” kazanmışsa) anayasa değişikliklerinin somut anlamı belirlenmiş olacaktır, hem de, daha da önemlisi, gerçek bir Üçüncü Cephe’nin yani işçi politikasıyla Kürt politikasının bir sentezinin kurulup kurulamayacağını gösterecektir. MT yazarı ise “prova” fikrinden hareketle neredeyse benzer bir sonuca ulaşıyor: Bu durum “kitlelerin gündemine politik gelişmeleri daha fazla sokmakta ve onları bir tavır almaya zorlamaktadır.” “Politik gelişmeler” anayasa maddelerinden farklı bir şeydir. Siyasi partileri, bu partiler arasında güç dengelerini, siyasi iktidarın kimin elinde olacağını ilgilendirir. Peki kitleler bu konularda tavır almaya zorlanmakta ise, komünistler adına MT kitlelere ne diyor? “AKP ile birlikte oy kullanın” mı diyor? Referandum genel seçimin provası ise bu doğru oluyor mu?
Bizim uzun zamandır bütün politikamızın, burjuvazinin içinde yaşanan ve üstyapıyla sınırlı olmayıp sınıf içi bir sınıf mücadelesi olduğunu ileri sürdüğümüz iç savaş tahlili üzerinde yükseldiğini bu sitenin okuyucuları biliyor. Buradan çıkarttığımız politik görevin ne olduğunu da: İşçiler, emekçiler ve bütün ezilenler burjuvazinin her iki cephesinden de kopartılmalı ve bir Üçüncü Cephe kurulmalıdır. Yani işçi, emekçi, ezilen kitlelerin burjuva cephelerinden birinin ya da ötekinin sıra eri haline getirilmesine izin verilmemelidir. Tuhaftır ki MT yazarı da bize benzer bir tespit yapmakta ama bunun politik sonucunu çıkarmaktan kaçınmaktadır: “İşçi sınıfının bu karmaşık siyasal süreçte hem burjuva kesimlerden birisinin payandası olmaması, hem de bağımsız sınıf çizgisini geliştirerek kendi çıkarlarının takipçisi olması için komünistlere büyük görevler düşüyor.” (Vurgu bizim.) AKP’nin “küçük reform”larına oy çağrısı yaparak MT işçi sınıfını “burjuva kesimlerden birisinin payandası” olma yoluna itmiş olmuyor mu?
Nihayet, MT yazarının boykotçulara yönelttiği temel eleştirilerden birine geliyoruz. “‘Boykot’çu sosyalist çevreler anayasa değişikliğinin karşısına hiçbir şey koymuyorlar.” Yine tuhaf. DİP Girişimi bir yana, boykotçu hareketlerin çoğunluğu, bu anayasa paketinin yerine yeni bir demokratik anayasa projesini koyuyor. Yani onlara bile haksızlık var. Biz, tekrar tekrar ifade ettiğimiz gibi, yeni bir anayasa arayışını işçi sınıfı, sol ve Kürt halkı için yararlı olmak bir yana zararlı görüyoruz; ama bu, yeni anayasayı savunanların anayasa değişikliğinin karşısına bir şey çıkardığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Biz ise AKP’nin sefil anayasa paketinin karşısına, Üçüncü Cephe’nin kuruluşunu koyuyoruz. Daha ne kadar somut olabilir?
MT yazarı yukarıdaki cümleyi yazmadan biraz önce boykotçuların çeşitli gerekçelerini şöyle özetlemişti: “Kimileri, değişikliklerin ‘sivil anayasa’ ihtiyacına karşılık vermediği gerekçesiyle; kimileri, ‘işçi sınıfının sivil anayasaya değil üçüncü cepheye ihtiyacı var’ gerekçesiyle; kimileri ise ‘burjuvazinin oyununu bozmak ve maskelerini düşürmek’ için referandumda boykot çağrısı yaptıklarını söylüyor.” Yazının en doğru cümlesi. Bu cümle, birincisi, MT yazarının boykot cephesinde yer alanların farklı gerekçeleri olduğunun bilincinde olduğunu gösteriyor; ikincisi, DİP Girişimi’nin özgün, sadece ona ait olan pozisyonunu (yukarıda ikinci sırada) gayet iyi kavradığını gösteriyor; üçüncüsü, ilk iki pozisyonun referandum karşısında bir şeyler önerdiğini kendisinin de bildiğini. Öyleyse nasıl “karşısına hiçbir şey koymuyorlar?”
Son olarak, boykot konusunda Kürt hareketi ile sosyalistlerin birbirlerinden ayrıştırılmaları fazlasıyla kolaycı bir tavırdır. Ayrıntıya girmeden iki soruna işaret edelim. Birincisi, genel düzeyde bakıldığında, Kürt hareketi Lenin’in boykot politikasında olduğu gibi devrimci bir çözüm arayışı içinde mi ki onun boykotu Lenin’in kriterlerine göre yanlış olmuyor? İkincisi ve daha önemlisi, Türkiye politikası laboratuvarda incelenen bir vaka mı ki sosyalistlerin boykot kararı Kürt sorunundan ve Kürt hareketinden bu kadar kolaylıkla ayrıştırılabiliyor?
MT referandum karşısında aldığı tavırla birlikte son derecede tehlikeli bir yola girmiştir. DSİP’in politikası ile özdeş olan bu politikanın, işçi sınıfı yönelişi ile bağdaşması mümkün değildir. Unutmayalım, DSİP kendisi, Türkiye’nin devrimci eğilimdeki akımları (THKP-C, THKO, TKP-ML-TİKKO) içinden gelenler arasında yüzünü en erkenden işçi sınıfına dönen Kurtuluş’un içinden gelmiştir; üstelik, işçi sınıfı çalışmasında en çok ısrar eden kanadının mirasçısıdır. Bugünkü hali ortada. Politika her zaman sınıf politikasıdır. MT tehlikeli sularda kulaç atmaya başlamıştır.
——————————————————————————–
[1] DSİP Başkanı Doğan Tarkan’ın anayasa paketi konusundaki görüşlerinin bir eleştirisi için bkz. Mustafa Kemal Coşkun, “Kimin İçin İleri?”, Radikal İki, 29 Ağustos 2010. Yazı bu sitede de okunabilir: http://www.iscimucadelesi.net/index.php?option=com_content&task=view&id=1094&Itemid=1.
[2] İlgili okuyucu cevabımızı teorik temelleriyle birlikte şu kaynakta bulabilir: “Devlet Mülkiyeti: Toplumsal Mülkiyete Giden Yol”, Sınıf Bilinci, sayı 19, Kış 1997.
( http://www.iscimucadelesi.net )
Sadece referandumdaki tavrından yol çıkılarak bir sol grup hakkında değerlendirme yapılması doğru değildir. Referandumda hayır diyen herkes Kemalist olmadığı gibi evet diyenlerin de hepsine liberal demek yanlıştır. Çıracı arkadaşın paylaştığı Sungur Savran’ın yazısında MT’nin zaman zaman sol liberalizme kaydığı tespiti doğru olabilir. Ama bu çevre DSİP ile bir tutulamaz. Zileli de daha önce bir yorumunda yazmıştı. Etkilenmeler kaçınılmazdır ama liberal veya Kemalist olmak ayrı bir şeydir.
Evet, MT çevreleri DSİP’le bir tutulamaz (DSİP’ten daha utangaç oldukları söylenebilir, mesela STV’de veya Zaman gazetesinde demeç veren, veya RTE’den teşekkür alan bir ‘Marksist Tutum’ yazarına rastlamadım :)), ancak söylediğim gibi, DSİP’le aynı yolun yolcusudurlar. Sungur Savran’ın da yazısında anlattığı gibi MT çevreleri Türkiye’deki olay ve olguları liberallerin tipik “statüko-demokrasi çelişkisi”, (“demokrasi-vesayet çelişkisi” “merkez-çevre çelişkisi” vs. şeklinde türevlendirilebilir) paradigmaları temelinde yorumluyorlar; bu paradigma DSİP’le organik bir bağınız olmasa bile (hatta onunla rakip bile olsanız) sizi onunla aynı yola, aynı bataklığa doğru sürükler.
(Dün Halkevleri yaklaşık 25.000 kişinin katılımıyla, görkemli bir şekilde kuruluş yıldönümünü kutladı… Eee, başbakanının solcusu Doğan Tarkan durur mu? Kendisi, şu anda twitterda Halkevleri’ne bok atmakla meşgul. Biliyorum, bu zatın zekası hakkında yeterince bilgi sahibiyiz, ama gelin Doğan Tarkan’ın sığlığına yeniden bir göz atalım. Beyefendinin konu hakkındaki twitlerini aşağıya aynen aktardım…)
Halkevleri’nin kurulduğu yıl Kemalist rejim tarafından Ezan Türkçe okutulmaya başlandı. Halkevleri bunu mu kutluyor
2h Doğan Tarkan@DoganTarkan
1932: Irkçılığı geliştirmek, sınıfsız toplum yaratmak için Halkevleri kuruldu. Aynı yıl Almanya’da Nazi örgütleri SS ve SA yasallaştı.
2h Doğan Tarkan@DoganTarkan
1932: Irkçılığı geliştirmek, sınıfsız toplum yaratmak için Halkevleri kuruldu. Aynı yıl Portekiz’de Salazar faşizmi başladı
2h Doğan Tarkan@DoganTarkan
80 yıl önce halkevleri sınıfsız toplum kurmak için kurulmuş, bugün Atatürk ilkelerini korumak için var. Şapka devrimcileri.
2h Doğan Tarkan@DoganTarkan
Halkevleri 80’incı yılını kutlarken ırkçılığı, kafatasçılığı, katı sınıfsız toplum yaratma hedeflerini mi kutladı? Aynı yıl 34 Kürt asıldı.
2h Doğan Tarkan@DoganTarkan
80 yıl önce Halkevlerinde toplanan Türk Tarih Konferansı Türk ırkının kafatası ölçülerini tartışır. Kutlanan 80’inci yıl bunun için mi?
2h Doğan Tarkan@DoganTarkan
Halkevleri kurulduğu yıl 1. Türk Tarih Konferansı orada toplanır. Türk ırkçılığının şekillendiği konferansdır bu Güneş dil teorisi açıklanır
2h Doğan Tarkan@DoganTarkan
“sınıfsız katı bir toplum yaratmak için” kurulan bir örgütün kuruluşunu kutlayanlar nasıl emekten yana olabilir? Hadi canım sende…
2h Doğan Tarkan@DoganTarkan
80 yıl sonra Halkevleri’nde bir değişim var mı: Üye olmak için Atatürk ilkelerini savunmak gerekiyor. Sağa sola çamur atan “solcular” bunlar
2h Doğan Tarkan@DoganTarkan
Halkevleri “ulusu katılaştırmak, sınıfsız katı bir kitle haline getirmektir” (Recep Peker) anlayışının 80’inci yıl dönümünü kutladı.
2h Doğan Tarkan@DoganTarkan
Recep Peker: Halkevi’nin amacını şöyle ifade etti: “Halkevlerinin gayesi ulusu katılaştırmak, sınıfsız katı bir kitle haline getirmektir”
2h Doğan Tarkan@DoganTarkan
Halkevleri kuruldu “Amaç; halkın politik, ideolojik ve kültürel eğitimini sağlamaktı” yani kemalizm öğretmek. Bunu mu kutladılar?
2h Doğan Tarkan@DoganTarkan
Halkevleri 80.kurululunu kutlamış. İlk Türk Tarih Konferansı HE’de toplandı ve güneş dil teorisi çalışmaları başladı..Bu mu kutlandı?
2h Doğan Tarkan@DoganTarkan
Halkevleri 80. kuruluşunu kutlamış. 32’de CHP tarafından kuruldu Aynı yıl Ağrı ayaklanmasından dolayı 34 Kürt idam edildi Bunu mu kutladılar
Doğan Tarkan efendi geçenlerde de yine kuyruk acısıyla “ulusalcı anarşist” diye bir hakaret uyduruvermiş aklısıra… Ona “Allah akıl fikir versin” diyeceğim ama Allah’a inanmıyorum.
Bay Tarkan’ın kuyruk acısının kaynağı: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=44186
Pek güzel, pek doğru yazmışsınız da, sorun şu ki aynı Tayyip Erdoğan’a “helal olsun” diyen de siz değil miydiniz? (Kaynak: http://www.odatv.com/n.php?n=hangi-anarsist-yazar-basbakana-helal-olsun-dedi-1907091200)
Bunu özeleştiri yazısı olarak kabul edebilirim. Diğer taraftan, anarşist olarak fildişi kuleler içinde, geri kalanı etkilemeyen, pasif duruşunuz da pek de beni rahatsız etmez. Çünkü öyle olmanız meydanı gerçek devrimciler olan komünistlere yarar. Ama en azından artık “elinizi eteğinizi aktif olarak çekmenin” zamanı gelmemekte midir?
odatv haberciliği
hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.
hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.
kendini çok akıllı ve bilgili sanıyorsun değil mi? 150 yıl önceki saçmalıkları burada tekrarlaman senin iftiracılık tiynetini gösterir. Bakunin’in pan-slavizmi anarşist olmadan önceki dönemine aittir.
hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.
Gun,
Sadece Bakunin degil ama bir iki istisna ile hemen hemen tum rus anarsistleri ya Rus milliyetcisidir ya da daha kotusu pan slavisttir ( zaten panslavism rus sovenliginin diger slav halklari ezmesi icin kullanilan bir ideolojidir)
Ornegin Rus anarsistlerinin partisi sosyalist devrimci parti ve uyelerinin ezici cogunlugu Birinci Dunya savasinda savasi ve Rusya’yi desteklemislerdir. Hatta Boris Savinkov gibi bilinen bazi anarsistler arandiklari icin Rusya ya geri gidemediklerinden sirf rusyanin muttefiki diye Fransa ordusuna katilip savasmislardir.
Sosyalist devrimciler partisinin Ekim devrimine karsi savasmasinin temelinde de onlarin milliyetciligi yatar. Sosyalist devrimciler partisinin sag kanadi zaten kornilovlar ile beraber sovyet komitelerini yok etmeye yeltendiklerinden partinin sol kanadi onlardan kopmus ve bolseviklerle beraber ittifaka gitmislerdi. Bolsevikler emekcilerin istemleri dogrultusunda barisi getirmek icin Brest Litovsk antlasmasini imzalayinca, antlasmayi imzalamayi reddederler. Gerekceleri oldukca milliyetcidir. Rus topraklarini baskalarina kaptirmamak!
Ama bolsevik hukumet antlasmayi sovyetlere goturup onaylattirinca sol sosyalist devrimcilerin ofkesi bu sefer hem bolseviklere hem de yoksul isci ve asker komitelerine doner. O donemde icisleri bakanligindaki guclerini kullanip darbe yapmaya kalkisir ve sovyet meclisine saldirirlar. Yuzden fazla isci olur. Ama darbe tesebbusu Latviali isci askerler tarafindan desteklenen iscilerce bastirilir.
Tum bu eylemlerde anarsistler rus milliyetcisi bir politika gutmuslerdir. Onlarin milliyetcilikleri, anarsistleri ic savas sirasinda gerici beyaz generaller ile isbirligine goturmustur. Sosyalist devrimciler hukumeti ve Kolcak kuvvetleri Sibirya’da binlerce isci ve asker idam etmislerdir. Ama daha sonra kolcak anarsistlere de saldirinca kacip bolseviklere siginmislar, bolsevikler devrime karsi silah kullanmamalari sarti ile onlarin siyasi calismalarini serbest birakmislardir.
Zaten rus milliyetciligini reddeden anarsistler bir sure sonra bolseviklere katilmislardir. Alexandre Bergman’in anilarinda bolsevikleri destekleyen bu anarsistlere iliskin oldukca bilgi vardir.
Benim anladigim kadari ile o siralarda milliyetci davranmayan tek sol akim bolseviklerdi. Emma Goldman ve Alexandre Bergman anilarinda Ukrayna da gorustukleri kimselerin bolsevikler disinda herkesin yahudi pogromu yaptiklarini aktarir. Bunun anlami anarsist ordunun ve Makhno ordusunun da yahudi katliamlari yaptigidir.
Goldman ve Bergman anilarinin buyuk kisminda aslinda Makhno’nun yahudileri katletmedigini ispatlamaya calisirlar. Onlari Makhno degil ama Makhno nun adamlari katletmistir! ne savunma ama! Ama onlarda yahudileri tek savunan kesimin bolsevikler oldugunu gorgu taniklarinin agzindan aktarmak zorunda kalirlar.
Dinime küfreden müslüman olsa!
Aklıevvel polis hazretlerine bak hele… Sen anarşizmin genlerinde ‘ulusalcılık’ arayacağına, git Türk-İslam sentezci ‘hocaefendi’nin müridi, her devrin faşisti Mümtaz’erlerinle hesaplaş önce.
hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.
Ciraci bilmiyorsan bari sus. Ben Rus anarsistlerinin birinci Dunya savasini destekledigini, savasta Kolcak gibi beyaz generallerle bir suru emekciyi idam ettigini soyluyorum, anarsist Makhno’nun yahudi pogromlari yaptigini soyluyorum, senin tek diyebildigin Mumtaoz Turkone!
Bak ben biraz daha soyleyeyim, Makhno ve kuvvetlerinin kadinlarin irzina gectigi de iddia edilir, ama daha sonra Makhno surgunde iken kadinlarin kendi rizasi ile seks yaptiklarini iddia eder. Tabii eger istersen bu ”rizaya dayali seks”lerden birisini bir gazetecinin gozunden anlatirim Makhno ve anarsist kuvvetler sadece yahudi katliami yapmaz ayrica etnik almanlara karsi da pogromlar yapar.
Alexandre Bergman ise Makhno kuvvetlerinin sovyet komite uyelerini ( bunlar yoksul isci ve koylulerin olusturdugu komitelerdir) nasil idam ettigini zevkle ve destekleyerek anlatir.
Turkiye de anarsizm cahillikten kaynaklanir. Solcu olup hic bir sey bilmiyen senin gibi insanlar anarsist oluyor. Yoksa biraz okuyan herkes bilir ki anarsistlerin buyuk bir cogunlugu milliyetcidir. Ve ne zaman anarsistler pratik savasa girisseler hep militarizmden yana olmuslardir. Gun’un anarsistlerin devlet ve sistemle baglarini koparmalari tezi ise sadece hikayedir. Bir cok anarsist grup ve kisi devletlerden aldigi grantlar ile orgutlenmelerini gerceklestirmekte kitaplarini yayinlatmaktadirlar. Daha gecenlerde Fikret Baskaya’nin katildigi bir sempozyumun duzenleyicilerinden birisi Freedom House gibi CIA kuruluslari idi.
Sen Avrupa ve ABD universitelerinde bu kadar anarsist ogretim gorevlisine niye yer veriyorlar saniyorsun?
Ben o “mümtaz’erli” cevabı AKP’liye yazmıştım, sana değil. Tabi “polis” deyince senin gibi bir stalinistin bunu üzerine alınması da pek manidar 🙂
Ciraci
Senin AKP li dedigin kisi sadece Bakunin’in milliyetci oldugunu iddia ediyordu. Rus anarsistlerinin bir iki istisna ile alayinin milliyetci oldugunu yazan benim.
Sen ne yazdigini da bilmiyorsun. ” Sen anarşizmin genlerinde ‘ulusalcılık’ arayacağına” sozu benim yazima bir gonderme olarak algilanir her kim okursa okusun.
hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.
Fikir yazısı olduğu için kaldırılmıştır.
Ben de 17’ime kadar dindar olmayan bir teisttim. Şimdiyse militan ateistim. Beni ”riyakarlık, takıyye vs” ile suçlayabilir misin?
Örneğin 17’ime kadar ”dindar” bir Kemalist kadar olmasa da severdim; 20’sinde tamamen anti-kemalist oldum. Riyakarlıkla suçlanabilir miyim?
Bir önceki yazımda isim kısmını yanlış yazmışım 🙂
58. No’lu yorumcu arkadaş ÖZGÜR;
“Şimdi Çin devletinin polisi ve ordusu Uygurlara kurşun yağdırıyor, kan döküyor. Türk Dışişleri Bakanlığı, ‘Çin’in içişlerine karışmayacağını’ ilan ediyor. Buna rağmen Başbakan Tayyip Erdoğan, hangi nedenlerle olursa olsun, dışişlerinden farklı bir tutum takınıp katliamı açıkça protesto ediyor. Tayyip Erdoğan’a ne kadar karşı olursam olayım helal olsun diyorum!”
Bu sözlerde ne var şimdi?
Örneğin ben de Dersim Özrü için ”samimi gelmese bile” kaydıyla kocaman bir ”helal” dediğimi hatırlarım.
sana cevap vermem ahmet ama dayanamadım. Fikret hoca gibi, kapitalizmin her türlü mekanizmalarından, her türlü akademisinden, her türlü medyasından uzak duran tertemiz bir aydına da çamur attın ya, gerçekten böylece tiynetini çok güzel ortaya koymuş oldun.
Albatros ne demeye calistigini anlayamadim? Eger kastettigin rus anarsistlerinin savasi sadece anarsist olmadan once savundugu ise, bu dogru degil. Rus anarsistlerinin siyasi hareketi olan sosyalist devrimci parti dogrudan savasi savunmustu. Yani bu insanlar savasi anarsist olarak savunmuslardi.
Aslinda o donemde savasi savunan sadece anarsistler de degil, mesela Plekhanov gibi bazi marksistler ve menseviklerin cogunluk kanadi da savasi desteklerler. Ve bu destek milliyetci bir temelde gerekcelendirilir.
O donemde savasa karsi cikan tek siyasi hareket bolsevikler. Bolseviklerin yaninda tek tek bazi kisiler, mesela bazi mensevikler vb de savasa karsi cikarlar. Ama bir siyasi hareket olarak karsi cikan tek siyasi grup bolsevikler ve bu durum isyanci halkin hizla neden anarsistleri sovyet komitelerinden kovup yerine bolsevikleri sectigini aciklar.
Anarsistlerin sovyet komitelerine bu kadar nefret duymasi, beyaz kuvvetlerle beraber sovyet komitelerine karsi savasmasi, ozellikle emperyalist devletlerle niye sovyetlere karsi askeri ve politik isbirliklerine gitmesinin sebebi onlarin dunyaya bir rus milliyetcisi olarak bakmalarindan kaynaklanir. Yoksul isci ve koylu askerlerden olusan sovyet komiteleri savasa karsi idi ve savasin durmasi en onemli talepleri idi. Baslangicta bu komitelerde anarsistler cogunlukta olmalarina ragmen bu taleplerinden dolayi anarsistler bu komitelerden nefret ettiler ve Kornilov gibi generallerle komplo icinde yok etmeye calistilar.
Ahmet, bari bilmediğin konularda biraz öğrenmeye çalışsan diyorum. Rusya’daki SR’lerin, yani Sosyalist Devrimcilerin anarşizmle hiçbir ilgisi yoktur. Onlar, kökenleri Rus Narodnizminde olan ve Rus köylülüğüyle yakın bağlara sahip, Rusya’ya özgü bir hareketti. Anarşistlerle tek ortaklıkları, SR’lerin de anarşistlerin de Bolşevik diktatörlüğü tarafından ezilmiş olmasıdır. Eh, Kerensky de SR partisinden olduğuna göre, sen şimdi onun da anarşist olduğunu iddia ediverirsin. Atış serbest nasıl olsa…
Gün Zileli’ye kişisel saldırı nedeniyle kaldırılmıştır.
Gun,
1- Kerensky hakkinda bilgin yanlis, Kerensky SR degildir, Trudoviktir, SR lara yakin bir siyasi hareketti. Ama mesela Keresnky nin hukumette sag kolu olan Boris Savinkov unlu bir anarsisttir ve Kornilov darbesinde onemli bir rol oynar. Yine bir baska onemli anarsist ve devrimin buyukannesi diye anilan Breskovsky de Keresnky cevresindeki onemli anarsistlerden birisidir.Oda Kornilov komplosunda yer alanlardan biridir, devrimden sonra ABD ye gocmus ve emperyalistlerin Rusya’ya mudahelesini isteyen brosurler kaleme almisti. Oyleki kendisi yeminli bolsevik dusmani olan Emma Goldman bile kendisini ondan uzak tutmak ihtiyacini hissetmisti.
2- SR lar herkes tarafindan anarsist kabul edilir. Aslinda sende ben yukaridakileri yazana kadar kabul ederdin de bir den bunlarin hepsini anarsistlikten attin:-)
3- Yine yahudi pogromlari yapan yoksul isci ve koyluleri sirf sovyet uyesi olduklari icin idam eden Makhno’yu herkes anarsist kabul eder.
4- Hadi onlari anarsist kabul etmiyorsun ( bu arada bu kisilerin anarsist olmaya senden daha fazla haklari var, o ayri bir hikaye) peki ya Kropotkin? Kropotkin de rus milliyetcisidir ve savasi desteklemistir. Kendisi 1916 yilinda bir dizi anarsist ile birlikte 16 lar manifestosunu yayinlayanlardan biridir. BU manifesto ile savasta muttefikleri desteklediklerini ilan ederler
5- Su ana kadar rus anarsistlerini konustuk ama diger ulkelerin anarsistleri de pek iyi degildir bu konuda. Sen en azindan 12 Eylul darbesini destekledigin icin yanlis yaptigini soyluyorsun. Onlar bunu bile soylemezler. Anarsistler bu savaslardan bir savas destekcisi olarak cikmislardir.
5- Sen bana SR partiye katilmayan uc tane rus anarsisti saysana, bizde ogrenelim kim bu anarsistler diye!
6- Fikret Baskaya’ya gelince; Dediklerimin neresinin camur atma oldugunu soyluyorsun? Yine yazayim ”Daha gecenlerde Fikret Baskaya’nin katildigi bir sempozyumun duzenleyicilerinden birisi Freedom House gibi CIA kuruluslari idi”.
Bunun neresine karsi cikiyorsun. Fikret Baskaya Ankara’da gecen eylulde duzenlenen Ismail Besikci ile ilgili toplantinin hem konusmacilarindandir hem de duzenleyicilerinden. Ayni toplantinin konusmacilarindan birisi de Freedom House dir. Bunun dogru oldugunu sen de biliyorsun ben de biliyorum bu bilginin nesine itiraz ediyorsun?
Cok alindi isen o piril piril arkadaslarina soyle CIA vakiflari ile bundan sonra “is” yapmasinlar! Zaten senin icin kim CIA ile calisiyorsa piril piril!
Yazdıkların içinde bir tek Mahno’nun anarşist olduğu doğru.
Gun, Peter Kropotkin’i ve devrimin buyukannesi Breskovsky’i anarsistlikten atiyorsun tamam da, ( atiyorsun diyorum, cunki tum anarsist ya da anarsist olmayan herkes bu kisilerin anarsist oldugunu tartismasiz kabul eder) geriye rus anarsisti birakmadin?
Sirf tartismadan kacmak icin Kroptkine bu yapilmaz, gerci beni ilgilendirmez ben anarsist degilim ama anarsist arkadaslarin alinabilir!
Bu ara yine soruyorum; Fikret Baskaya hakkinda soylediklerimin neresi yanlis? bak tekrar yaziyorum.
“Daha gecenlerde Fikret Baskaya’nin katildigi bir sempozyumun duzenleyicilerinden birisi Freedom House gibi CIA kuruluslari idi”
Anarsistlerin buyuk kisminin soylemi farkli pratigi ise tam tersidir. Zaten ozu dogru anarsistler sonra hepsi marksist olurlar. Rusya da durust anarsistlerin hepsi bosuna bolsevik olmadilar.
Catherina Breskovskaya anarşist değildi. Narodnik kökenden gelen bir SR’di, bu partinin kurucularındandı:
Catherine Breshkovsky From Wikipedia, the free encyclopediaJump to: navigation, search Catherine Breshkovsky
Catherine Breshkovsky at work
Born 13 January 1844 (1844-01-13)
Vitebsk, Russia
Died 12 September 1934 (1934-09-13)
Chvaly, Czechoslovakia
Catherine Breshkovsky (real name Yekaterina Konstantinovna Breshko-Breshkovskaya (Russian: Екатерина Константиновна Брешко-Брешковская); 13 January 1844—12 September 1934) was a Russian socialist, better known as Babushka (“Grandmother”) or, more solemnly, the Grandmother of the Russian Revolution.
[edit] Revolutionary lifeShe left her home at the age of 26 to join followers of anarchist Mikhail Bakunin in Kiev. As a Narodnik revolutionary, she was imprisoned 1874 at Katorga and exiled to Siberia in 1878. After her release in 1896, she formed a Socialist-Revolutionary group and helped to organize the Socialist-Revolutionary Party in 1901.
She escaped to Switzerland and the United States in 1900. After returning to Imperial Russia in 1905, she was captured and exiled to Siberia again. After the February Revolution of 1917, political prisoners were released, and Breshkovsky was given a seat in Aleksandr Kerensky’s government. When the Bolshevik organized the October Revolution, Breshkovsky was again forced to flee. She died in Czechoslovakia.
[edit] English Translations
Catherina Breskovskaya anarşist değildi. Narodnik kökenden gelen bir SR’di, bu partinin kurucularındandı:
Catherine Breshkovsky From Wikipedia, the free encyclopediaJump to: navigation, search Catherine Breshkovsky
Catherine Breshkovsky at work
Born 13 January 1844 (1844-01-13)
Vitebsk, Russia
Died 12 September 1934 (1934-09-13)
Chvaly, Czechoslovakia
Catherine Breshkovsky (real name Yekaterina Konstantinovna Breshko-Breshkovskaya (Russian: Екатерина Константиновна Брешко-Брешковская); 13 January 1844—12 September 1934) was a Russian socialist, better known as Babushka (“Grandmother”) or, more solemnly, the Grandmother of the Russian Revolution.
[edit] Revolutionary lifeShe left her home at the age of 26 to join followers of anarchist Mikhail Bakunin in Kiev. As a Narodnik revolutionary, she was imprisoned 1874 at Katorga and exiled to Siberia in 1878. After her release in 1896, she formed a Socialist-Revolutionary group and helped to organize the Socialist-Revolutionary Party in 1901.
She escaped to Switzerland and the United States in 1900. After returning to Imperial Russia in 1905, she was captured and exiled to Siberia again. After the February Revolution of 1917, political prisoners were released, and Breshkovsky was given a seat in Aleksandr Kerensky’s government. When the Bolshevik organized the October Revolution, Breshkovsky was again forced to flee. She died in Czechoslovakia.
[edit] English Translations
gunzileli@hotmail.com
Gün Zileli
http://www.gunzileli.com
1
OnaylaOnayı Kaldır | Cevapla | Hızlı Düzenle | Düzenle
Gun yukarida ki yazina gore Peter Kropotkin de anarsist degil, herkes bilir ki SR parti rusya daki anarsist akimlardan birisini temsil eder.
Senin Kropotkin’in ya da SR ( sol ya da sag) liderleri ve onde gelen dusunurleri hakkinda onlarin anarsist olmadigi yolundaki iddian dogmatik stalinistlerin kendinden baska hic kimseyi sosyalist saymamalari gibi bir sey.
Ama sen Kropotkin ve SR liderlerini anarsist saymiyorsan senin ile bunu tartisacak degilim. Sonucta senin fikrin bu. Biz yukaridaki tartismaya donelim.
1- Savasi desteklememis ve bolseviklere katilmamis uc anarsist goster bana ( savasa karsi cikan anarsistlerin cogu bolseviklere katilmistir)
2- Yine soruyorum, ben Fikret Baskaya hakkinda nerede camur attim?
Kropotkin’in anarşist olduğunu herkes bilir elbette. I. Dünya savaşı sırasında savaş taraftarı olduğunu da. Keza yoldaşları tarafından amansızca eleştirildiğini de.
Saçma ama soruna cevap vereyim: 1. Emma Goldman; 2. Enrico Maletesta; 3. alexander Berkman.
Nerede mi çamur attın? CIA ile Fikret Başkaya’nın adlarını bir şekilde bir araya getirmek çamur atmaktır dostum ve sen bunu alışkanlık haline getirmişsin ne yazık ki.
SR’lerin anarşist olduğunda ısrar etmen ise, nasıl diyeyim, inatla yanlışta direnmekten başka bir şey değil. SR’ler anarşist değildi, Rus köylü devrimcileriydi. Bence ısrar etmesen iyi edersin. Kimse yanlış bir şey söyledi diye ayıplanmaz. ama yanlışta göz göre göre direnmek ayıplanır ister istemez.
Arınç: Eğitim olursa anarşist yetişmez
13 Nisan 2012
.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, ”Türkiye’nin geleceği eğitime bağlı. Eğitimi iyi verirsek ülkede anarşist yetişmez. Kimse kimsenin boğazına sarılmaz” dedi
Manisa’nın Turgutlu ilçesinde Dr. Hüseyin Orhan İlköğretim Okulu’nun açılış töreninde konuşan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç yine ilginç ifadeler kullandı.
Okulda pek çok rektör, belediye başkanı yetişeceğini ifade eden Arınç, şunları kaydetti:”Türkiye’nin geleceği eğitime bağlı. Çocuklarımızın doğru, dürüst, çalışkan olması, vatanına, toprağına bayrağına bağlı olması ancak eğitimle mümkün. Eğitimi iyi verirsek Türkiye’de anarşist yetişmez, ülkede güzellikler olur, kimse kimsenin boğazına sarılmaz, herkes annesine ve babasına saygılı olur, küçüklerini sever, 75 milyonu da kucaklar. ’Ne büyük memleketim var’ diye iftihar eder. Eğitimden uzak kalırsak bütün kötülüklerin anası olan zulümlerle karşılaşırız.”
Kurdelayı Özkök’le kesti
Bu arada açılışa eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök de katıldı. Turgutlu Belediye Başkanı Serhat Orhan ilçedeki çok büyük hizmetlere hükümetin desteğiyle imza attıklarını söyledi. Hilmi Özkök’ün ”demokrasinin gururu” olduğunu söyleyen Orhan, ”Turgutlu da Özkök’le gurur duyuyor” dedi. Konuşmaların ardından Serhat Orhan’ın annesi Hatice Orhan’a plaket veren Arınç, okulun açılış kurdelesini Özkök’le kesti ve sınıfları gezdi. Arınç, Özkök’ü gördüğü için çok mutlu olduğunu kaydetti. Arınç daha önce de 12 Eylül Darbesi’nin mimarı Kenan Evren ile bir açılıştak kurdela kesmişti.
( http://www.birgun.net )
Bülent Arınç ile stalinist Ahmet’in ortak yönü, isyan kültürüne sahip olan herkesi ‘anarşist’ sanmalarıdır, kanımca.
Anarşizmin ölüsü ve çakması bile stalinistlerle yobazları çıldırtmaya yetiyor 🙂
CIA ve Fikret Baskaya nin adini bir araya getiren ben degilim bizzat kendisidir. Duzenledikleri konferansa Freedom House gibi CIA kuruluslarini cagiranlar kendileridir. Ben sadece olani aktariyorum.
En azından anarşist de olsalar çalışır, topluma katkı sağlar, ekmek paralarını da kazanırlar, sosyal yardım dilenerek topluma yük olmazlar.
Ciraci,
Isyan Kulturune sahip herkesi anarsist filan sanmiyorum, aksine anarsistlerin bir cogunda isyan kulturu filan yoktur. Boyun egme vardir. Burada surekli herkese ayaklanmayin diyen Gun Zileli tipik bir anarsisttir, normdur.
Bir cok anarsist dusunur tipki Kropotkinin savasi desteklemesi gibi oldukca gerici projelere onay vermis desteklemistir.
Elbette direnen anarsistler de vardir. Ama bunlarin sayisi cok azdir. Son yuz yildir Dunya da ki direnenlerin buyuk cogunlugu marksisttir. Marksistler arasinda da Stalinistlerin sayisi agirliktadir.
Anarsist dusunurlerin ozellikle son yuzyildir buyuk cogunlugu konformisttir ve universite kursulerinden radikallik yaparlar. Ama o kadar! Elleri pek is tutmaz.
“Elbette direnen anarsistler de vardir. Ama bunlarin sayisi cok azdir. Son yuz yildir Dunya da ki direnenlerin buyuk cogunlugu marksisttir. Marksistler arasinda da Stalinistlerin sayisi agirliktadir. ”
Evet, Yunanistan’da parlamentoyu devrimcilere karşı canla başla savunan, polisi aratmayan, direnen stalinist KKE’liler mesela 🙂
Fikret Hoca ve Freedoomhouse meselesini sendika.org’ta okumuştum bir ara ama olayın tam detayına vakıf değilim. Yalnız bu meyanda mesele şuna dönüyor: Anti-kapitalistsen kapitalistlerin ürettiklerini neden kullanıyorsun? Nike giyemezsin, kaliteli bir markayı kullanamazsın vs. Böyle böyle ”donsuz gezmeye” başlayabileceğimizi hatırlatırım.
Ayrıyeten Sendika.org’a şunu da hatırlatmayı borç bilirim: Sendika bileşenlerinin onlarca eyleminde ve sendikalı üyeleri arasında KEMALİST BİLEŞENLER(chp’li üyeler, ortak eylemler) bulunmaktadır. Bu durum sendika bileşenlerinin ve o bileşenlerle ortak eylem koyan devrimcilerin devrimciliğine halel getirmiyorlarsa çenelerini fazla yormasınlar.
Ahmet’e gelince;
Beni bilmem hangi köyün fi tarihindeki anarşistlerinin ne yaptığı ilgilendirmiyor; zaten o bağlamda bir sorum da itirazım da olmadı. Gün Zileli’nin oldukça basit bir sözüne dahi lüzumundan fazla ”manalar atfetmene” itiraz ettim. Düşmanın da olsa, doğru bir söz ettiğinde ”aferin” demek karaktere ”halel” vermez. Bu kadar basit olmamalı bu işler. Neticede Gün, iktidarı sürekli eleştiren; bu konuda ortalama tutumu belli biri.
İkincisi;
Geçmişinin ”özeleştirisi”ni yazdığı hemen her yazıda ”zaten vermekte olan, vermiş olan” birine karşı sürekli bir şeyleri hatırlatmanın ”mantıksızlığı”. Gün de iyi bilir; o zamanlar Türkiye solunda Kemalizm ciddi bir rahatsızlıktı. Sosyalist hareketin önemli bir kısmı ”resmi tarih ve ideolojiyle” yerli yerinde hesaplaşmış değildi. Birçok aydın, yazar, düşünür ve aktivist sonraları bu hesaplaşmayı yapmıştır. Belli ki Gün de bunlardan biri.
Ciraci
Ah unutmusum bir de anarsistler polisin provakasyon yapmasi icin yardimci olurlar. Yunanistanda polis yerine KKE ye saldiran anarsistlerin polisle beraber olduklarina iliskin fotograflar basinda yer aldi.
Anarsistler orada kapitalist onlemleri protesto etmeye giden iscilerden birisini oldurduler. Senin direnis dedigin bu mu? Kapitalizme karsi direnen iscilere saldirmak?
http://tr.internationalism.org/ekaonline-2000s/ekaonline-2011/sendika-parlamento-stalinist-parti-yunanistanda-kapitalist-devletin-s
1845 yilinda yazdigim Kutsal Aile’de söyle demekteydim:
“Anarsi burjuva toplumunun yasasidir..ve burjuva toplumunun anarsisi cagdas kamu düzeninin temelidir, tipki kamu düzeninin de kendi açisindan bu anarsinin güvencesi oldugu gibi”
Anladiniz mi çocuklarim, anlamadiysaniz Fransizca söyleyeyim de Fransiz kalmayin:
« L’anarchie est la loi de la société bourgeoise […] et l’anarchie de la société bourgeoise est le fondement de l’ordre public moderne, tout comme l’ordre public est pour sa part la garantie de cette anarchie. » (Karl Marx, La Sainte Famille, 1845.)
Ciraci,
Senin ki secaat arz ederken sirkatin soylemek. Kendince Yunanistanda ki provakatorleri ovmek icin bir link vermissin ama bu link tam da benim dediklerimi soyluyor.
“Anarşist bir blok Stalinist saflara saldırdı. Syntagma’daki Büyük Britanya Oteli önünde kapıştılar. Polis göz yaşartıcı bombalar attı. Çatışmalar çok sertti; doğrudan kitlenin üzerine fişekler atıldı. ”
Eger anarsistler parlementoya saldiracaksa bunu niye stalinist partinin saflarina arasina girip yapiyor? bu acikca polisin komunistlere saldirmasini saglamak icin yapilan bir provakasyon ve cinayet degil de nedir?
Ayni provokasyonu bazi anarsist gruplar anti kuresellesme gosterileri sirasinda yapmis ve gosterileri italyan polisinin saldirisina acik hale getirmislerdi. Sonucta bir genc polis tarafindan oldurulmus, binlerce kisi polis tarafindan dovulmus, kafalari kollari kirilmisti. 200 li yillarin anti kuresel eylemlilikleri boylece sona ermisti.
Ve sen bu saldirilari destekledigini iddia ediyorsun? Bence utanmalisin! Hadi yunanistanda ki emekciler stalinist o yuzden sizin icin olmeleri iyi olur. Sevinirsiniz, ama Italya daki gosterilere katilanlarin buyuk cogunlugu kendini anarsist olarak tanimlayan insanlardan olusuyordu.
Albatros,
Gun iktidari surekli elestiren birisi degil, Gun 1970lerden beri surekli iktidarin, emperyalizmin dudugunu calan birisi. Ama bunu, istihbarat dilinde false flag denen bir yontemle yapiyor, yani kendini sistem karsiti olarak sunuyor, zaman neyi getiriyorsa onu savundugunu iddia ediyor: Ataturkcu stalinist, trockist, anarsist vb oldugunu iddia ediyor ama bir stalinist olarak, trockist ya da anarsist olarak da yaptiklari hemen hemen, sistemi soldan savunmak, sistemin propaganda materyalini sola yedirmeye calismak. Eger savundugu seyler cok teshir olmus ise hemen bir ozelestiri veriyor ve farkli seyler soyledigini iddia ediyor ama soyledikleri hep ayni seyler.
Onlar da sunlar, kapitalist emperyalist sisteme karsi dovusmeyin! Sosyalizm ve komunizm kotudur! Kapitalizme karsi dovusen butun sosyalistler seytandir. En buyuk seytan ise en basarili olan sovyet komunistleridir. Siz anarsist olun ama sakin ha kapitalizme fiziki direnen anarsist olmayin, hic bir seye bulasmayan, geyik yapan anarsist olun! Siddet namina eger emperyalizmin isine gelen bir siddet olursa onu destekleyin. Mesela Libya daki emperyalist destekcileri ve kullandiklari siddeti destekleyebilirsiniz ( Bu arada Kaddafi’nin idam edilmemesini isteyerek ne kadar buyuk bir insan sevgisi sahibi oldugunuzu gostermis olursunuz).
Adamda oyle bir sosyalizm dusmanligi var ki, bakiniz Hitler almanyasi kamplarda dahil 27 milyon sovyet vatandasini oldurdu. 4-6 milyon arasinda oldugu hesaplanan yahudilerin hesabina yaziliyor hepsi! Adam bir tane sovyet vatandasinin adini anmiyor, ona kalsa aslinad 27 milyonu da Stalin oldurdu diyecek ama. Daha emperyalist kaynaklar bunu iddia etmiyorlar. Onlar etsinler Gun de tekrarlar.
2. Dunya savasinda sovyetlerin kazanmasinin en buyuk sebeblerinden birisi Alman isgal bolgelerinde bolge koylulerinin sovyet iktidarina ve ordusuna verdigi destek ve nazi ordularina karsi olan direnisi idi. Bu bolgelerde ki gerillalar almanlarin ikmal yollarini kesince almanlar savasi surduremediler. Bunlar hepsi kolhoz koyluleri idi ve Gun bu koylulerin kolhozlasmasi ile yahudilerin firinlarda yakilmasini esit gostermeye calisiyor. Bu en pespeyasinden bir fasist propagandadir.
Gun 1970lerde fasizme karsi dovusen insanlarin dovusmesini engellemeye calisiyordu, hatta onlari listeler halinde gazetelerde isimlerini yayinliyordu. 1980lerde 12 eylul fasizmini destekliyordu, Simdi ise yazilarinda insanlari fasizme ve emperyalizme karsi savasmanin yanlisligi uzerine vaaz ederken yapiyor.
Ama Gun tum bunlari soylerken hep bir sosyalist stalinist anarsist trockist vb olarak yapiyor. O yuzden Gun ozelestiri yapmiyor, taktik degistirerek ayni seyleri savunuyor.
Gun’un su web sayfasina bakin. En tepede George Orwell gibi polislerin propagandasi yapiliyor. Burada ovdugu kitaplar hemen hepsi soguk savas sirasinda yazilan ve CIA Mi5 vd tarafindan paralar dokulerek desteklenen soguk savas propaganda kitaplari. Gun sosyalizmi elestirmiyor, camur atiyor.
Gun gibi solcular, yani sola ilericilere emekcilere vb saldirmak icin sol bayragi ( sosyalizmi anarsizmi vb) kaldiran solcu Avrupa da coktur. Avrupa da ve ABD de bulunan bir cok STK bu tur solculardir ve emperyalist devletlerden bir suru para alirlar. Turkiye de de bu tur para alan solcu vakif az degildir. Murat Belge duzenledigi Insan Haklari sempozyumlarina ABD elcisini cagiriyordu, cunku parayi NEF den almisti.
Son paragraf hakaret nedeniyle çıkartılmıştır.
Ahmet,
* Sen o linkteki yazıyı ya anlamamışsın, ya da işine gelen yerleri cımbızlamışsın. O yazının amacı stalinistlerin polislere nasıl özendiklerini, burjuva parlamentosunu nasıl koruduklarını, devrimcilere ve emekçilere karşı nasıl kahramanca(!) direniş sergilediklerini ve sağ partilerden de nasıl “aferin” aldıklarını gösterme amaçlıydı. Ama olsun, cımbızlamaya devam et. Evet, o yazıda BAZI anarşistlere dönük eleştiriler de vardı, fakat senin düz mantığında olduğu gibi bir-iki yanlış örnek üzerinden anarşizmi topyekun mahkum etmeye dönük eleştiriler değildi (zaten herkesin bildiği gibi marksist akımlar içerisinde, anarşizmle en fazla dirsek teması halinde olanlar sol-komünistlerdir, yani o linkteki yazıyı yazanlar). Fakat bunu da anlamamışsın.
* Bir de yaptığın şu saçma demagojiye de diyecek söz bulamıyorum: “Ve sen bu saldirilari destekledigini iddia ediyorsun? Bence utanmalisin! Hadi yunanistanda ki emekciler stalinist o yuzden sizin icin olmeleri iyi olur. Sevinirsiniz, ama Italya daki gosterilere katilanlarin buyuk cogunlugu kendini anarsist olarak tanimlayan insanlardan olusuyordu.”
Bu yeteneğini buralarda harcama, Habertürk’teki yüksek reytingli tartışma programlarına falan katıl.
“Eger anarsistler parlementoya saldiracaksa bunu niye stalinist partinin saflarina arasina girip yapiyor?”
Cevap: Stalinistler parlamentonun önünde polislik görevlerini ifa ettikleri için olmasın 🙂
Tabii ki, benimle ilgili ileri sürülen bu tür görüşlere benim cevap vermem doğru olmaz. Bununla birlikte Ahmet’in bir Türkçe ifade yanlışını düzelteyim. Bu hata pek sık yapıldığından düzeltme gereğini duydum. “Vaaz etmek” diye bir deyim yoktur. Vazetmek vardır ve bu, ortaya koymak anlamına gelir. Vaaz vermek ise başka bir şeydir. örneğin hoca vaaz verir. Özellikle sol dergilerde bu ikisi sık sık karıştırılıyor.
‘Tabii ki, benimle ilgili ileri sürülen bu tür görüşlere benim cevap vermem doğru olmaz’ diyorsun,oysa defalarca senin hakkında dile getirilen gerçekleri bizzat kendin inkar ettin, ya da başka isimler kullanarak yazdığın cevaplarla ‘Gün Zileili’ imajını parlattın, şimdi de böyle diyorsun,buna kim inanır?
Aslında şu da var: Anarşizmle ilgili görüşlerinin bir kısmı da sırf bunu senin söylemenden dolayı tepki topluyor, dolayısıyla senin konumun aslında anarşizme zarar veriyor, gerçekte anarşistlerin seni araşarına kabul etmemeleri gerek, çok kötü bir imajı olan birinin anarşizmi savunması Türkiye’deki anarşistlerin aleyhine.
Evet, o Stalinistler ki, “bu serserileri niye tutuklamıyorsunuz” diye bildiri bile yayınlayıp polise yol göstermişlerdir. Stalinizm azgın karşıdevrimcilikle özdeştir.
hakaret dolayısıyla kaldırıldı
AHMET;
” Gun’un su web sayfasina bakin. En tepede George Orwell gibi polislerin propagandasi yapiliyor. Burada ovdugu kitaplar hemen hepsi soguk savas sirasinda yazilan ve CIA Mi5 vd tarafindan paralar dokulerek desteklenen soguk savas propaganda kitaplari. Gun sosyalizmi elestirmiyor, camur atiyor.”
Read more: http://www.gunzileli.com/2012/03/29/yettin-ama-dogan-tarkan/#ixzz1s8ifFQYS
Aslında yazının ”genel konsept”i oldukça anakronik ve ”kafa karışıklığı” ile meyyal; ancak, şu lafı ettikten sonra seni fazlaca ciddiye almak da mümkün değil.
Daha geçenlerde sitedeki ”kitaplık listelerine” baktım. Anarşist külliyattan Marksist külliyata kadar birbirinden değerli kitaplar söz konusu.
İkincisi;
Yunan ”TKP”sinin isyanlar ve polisle çatışmalar esnasında ”büyük hıyarlıklar” yaptığını biliyorum. Bunlara Anarşistleri Polise şikayet etmeler, ihbarlar vs de dahil. (Bu koroya bizim yerli TKP’nin de katıldığını eklemeliyim)
Üçüncüsü, Sovyetler’in Hitler’le savaşa tutuşmadan epey bir önce kendisiyle bazı antlaşmalar yaptığı da ”tarihsel” bir gerçek. Sovyet tarihine ”nesnel” bakalım; ancak, bunu ”sovyet resmi tarihçileri ve istihbaratı” gözünden yapma hatasına da düşmeyelim.
Dördüncüsü, Sovyetlerin eleştirilmesi sizi neden bu denli ”rahatsız eder” onu da anlamış değilim. Adında ”sosyalist” yazan bir devletin(partinin) yanlış şeyler ”yapmayacağı” Tanrı’nın bir emri midir?
Beşincisi ve en önemlisi Gün’ün AKP eleştirileri ”oldukça sarih ve net”. Akp’nin ”devletleşip neo-kemalist bir iktidar haline geldiği” eleştirisi bile tarihsel bir ”kayıt”tır. Öyle ki, iktidarın birçok destekçisi dahi ”bu eleştiriyi” artık vermektedir. (Osman Can’ın makalelerini öneririm).
Altıncısı Gün ”Stalinizm eleştirileri” üzerinden hem ”Kemalizm” eleştirileri hem de ”AKP eleştirileri” yapmaktadır zaten. Yazılarını bütün halinde okuyan herkes Sovyetlerden günümüz Türkiye’sine bütüncül bir eleştirel tavrın sabit olduğunu görecektir.
Geçmişte fi tarihinde ne demiştir bilemem; ancak, bugün söylediklerine ”katılıyorum”. Sosyalistlerin ve Anarşistlerin ”batı demokrasi tarihi”nin temelinde yer aldığını; Batı’nın birçok demokrasi kazanımının temelinde sosyalist ve anarşist mücadelenin olduğu da bilinen bir gerçek; buna karşın, Mülkiyet rejimi ve ”savaş” gibi konuların dışında, özellikle Avrupa sosyal devletlerinin (Anarşistlerin de ciddi katkılarıyla) bugün mevcut ”sosyalist rejimler” de dahil olmak üzere demokrasi noktasında DAHA İLERİ bir seviyede olduğu da biliniyor. Sezar’ın hakkını Sezar’a…
hakaret dolayısıyla kaldırıldı.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Mehmet Ağar hakkında Susurluk Davası kapsamında, ”cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturmak” suçundan verilen 5 yıl hapis cezasının onanmasını istemişti.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın tebliğnamesi de onama istemli olduğu için Başsavcılık karara itiraz etmeyecek. Mehmet Ağar’ın da karara itiraz hakkı bulunmuyor. Başsavcılığın önümüzdeki günlerde dosyayı Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne göndermesi bekleniyor. Başsavcılık karara itiraz etmezse Ağar hakkındaki hüküm kesinleşmiş olacak. Yerel mahkeme ceza 3 yıldan fazla olduğu için Ağar hakkında yakalama kararı çıkarabilecek.
Beş yıllık hapis cezası onanan Mehmet Ağar, ”Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun” gereğince cezasının dörtte üçü olan 3 yıl 9 ayı cezaevinde geçirecek.
Davanın geçmişi
Mehmet Ağar, Susurluk Davası kapsamında, Emniyet Genel Müdürü olduğu dönemle ilgili ”cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturmak” suçundan yargılandı.
Danıştay 1. Dairesi, Ağar’ın, ”cürüm işlemek için silahlı teşekkül meydana getirmek” suçu yönünden lüzum-u muhakemesine, eylemine uyan 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) ”suç işlemek için örgüt kurmak” başlıklı 220. maddesi gereğince yargılanmasına karar vermişti.
Danıştay İdari İşler Kurulu da 1. Daire’nin kararını onayarak dosyayı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na göndermişti.
Mehmet Ağar’ın ”vali” statüsünde olduğu gerekçesiyle dosya Yargıtay 8. Ceza Dairesi’nde görüşülmüştü. Ağar’ın, isnat suç tarihinde ”Emniyet Genel Müdürü” olduğuna işaret eden daire, ”görevsizlik” kararı vererek dosyayı Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’ne iletilmek üzere Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na göndermişti.
Dosyanın gönderildiği Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesi, ”görevsizlik” kararı vererek dava dosyasını, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne göndermişti.
Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, Mehmet Ağar’ı, ”Susurluk Davası” kapsamında Emniyet Genel Müdürü olduğu dönemle ilgili ”cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturduğu” iddiasıyla yargıladığı davada 5 yıl hapis cezasına çarptırmıştı.
Buraya bu haberi yollayan arkadaşa teşekkürler ama anlatmak istediği şey doğru değil. Yani bak Mehmet ağar da hüküm giydi, hapse girecek demek istiyor. ama görmek istemediği şey şu: Bu hüküm Mehmet ağar’a, onu müebbet hapisten kurtarmak için verildi. Çünkü Mehmet Ağar’ın geçmişteki bütün faili meçhullerde belirleyici rolü olduğu ayan beyan ortaya çıkmıştır. BU 5 YILI vermelerinin sebebi onu hafif bir cezayla kurtarmaktır. Ben “Mehmet Ağar tutuklanmayacak” derken, onun ortaya çıkan müebbetlik suçlarından tutuklanmayacağını söylemek istemiştim.
Derin devletle hoşbeş ettiler
12 Nisan 2012
Türk Polis Teşkilatı’nın kuruluşunun 167’nci yılı nedeniyle yapılan etkinliğe “cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturmak” suçuyla yargılanan eski Bakan ve Emniyet Müdürü Mehmet Ağar da katıldı.
Polis Teşkilatı’nın kuruluş yıl dönümü olan 10 Nisan nedeniyle Zeytinburnu’nda bulunan Polis Eğitim ve Kongre Merkezi’nde polis gecesi düzenledi. Geceye Susurluk Davası sanıklarından olan ve eski Bakan ve Emniyet Müdürü Mehmet Ağar da katıldı. En ön sıralarda oturan Ağar Bakanlarla ilk tokalaşan isim oldu. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz ve Kamu Güvenliği Müsteşarı Muammer Güler’in Ağar ile sıcak bir şekilde selamlaşmaları dikkat çekti.
SAVCILAR DA GECEDE
Geceye İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, MİT İstanbul Bölge Başkanı A. D, İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili Fikret Seçen, Savcı Zekeriya Öz, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcısı Aykut Cengiz Engin gibi isimler de katıldı. BirGün
NEDEN ÖNEMLİ?
AKP iktidarı çeteler ve faili meçhul cinayetlerle hesaplaştığı iddiasını her fırsatta dile getiriyor. Mehmet Ağar ise “cürüm işlemek için silahlı teşekkül kurmak” gibi bir suçlamayla yargılandı ve 5 yıl hapsi istendi. Ayrıca, 1990’larda Adalet Bakanı, İçişleri Bakanı ve Emniyet Müdürü olarak görev yapmış olan Ağar, o dönemde yaşanan faili meçhullerle de anılıyor.
Erzurum Valisi iken, o dönem firarda olan Bahçelievler Katliamı sorumlularından Haluk Kırcı’nın nikâh şahitliğini yaptığı da biliniyor. Ağar, Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde Özel Harekat Dairesi’nin kurulmasını ve PKK‘ye karşı polisin de kırsal alanda jandarmayla birlikte operasyonlara katılmasını sağladığı için “polisin genel kurmay başkanı” diye anılıyor.
Ağar hakkında açılan davada şu suçlamalar yöneltildi ve 5 yıl hapsi istendi:
– Cürüm işlemek için silahlı teşekkül meydana getirmek;
– Gıyabi tutuklu sanık Abdullah Çatlı’nın saklı bulunduğu yeri bildiği halde yetkili mercilere haber vermemek ve gizlenmesine yardım etmek;
– Yasalara aykırı olarak Abdullah Çatlı ve Yaşar Öz’e silah taşıma izin belgesi vermek ve hususi damgalı (yeşil) pasaport verilmesini sağlamak suretiyle görevi kötüye kullanmak.
15 Eylül 2011 günü; Ankara Özel Yetkili 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi, Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, parti liderliği, Valilik ve Emniyet Genel Müdürlüğü yapan Mehmet Ağar’ın “suç örgütü yöneticisi” olduğuna karar verdi ve Susurluk davasında 5 yıl hapse mahkum etti.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da Ağar hakkında verilen 5 yıl hapis cezasının onanması istendi.
(BirGün)
F-tipi muhbir solcular yine iş başında:
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=44522
“F-Tipi muhbir solcular”…tam 28 Subat agizlari bunlar. Kisla koktu. Asker postali gicirtisi duyuldu. Bir ulusalci vizildadi.
Senin oportünist “hocaefendin” en âlâ 28 Şubatçıdır. Özgürlükçü’nün de dediği gibi, “Kendi önünden ye!” 🙂
onu bunu boşver de “doğan tarkan” diye kategori açılmış anasayfada.
bunu bir kaldır ya gözünü seveyim. doğan tarkan kategorisi nedir?
“F-tipi muhbir solcular” meselesinden devam:
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=44543
Gün Zileli ve iflasın paradigması- Alper Erdik
05 Şubat 2010 –
30 Ocak’ta yazdığım, ‘’Fikret Başkaya ve iflasın paradigması’’ başlıklı yazıya, Gün Zileli, kendi sitesinde yayınladığı, ‘’İhtiyat Kuvvet ‘Sol’’ (3 Şubat 2010) başlıklı bir yazıyla ‘’yanıt verdi’’. İlginç… ‘’Fikret Hoca’’, ‘‘Kemalizm’in başımızın belası olduğunu ispatlayan’’ yazılarını rahat rahat yazsın diye onun yükünü hafifleteyim mi dedi acaba Zileli? Her neyse, kendisi, yazımdan dört bölümü alıntılayarak ve de yanına Baskın Oran’ın bir yazısındaki Kemalizm değerlendirmelerini koyarak, ‘’Burada birbirine zıtmış gibi görünen bu iki ‘sol’ kesimden, uzunca alıntılarla son günlere ilişkin iki örnek vereceğim.’’ demiş ve ‘’yargılamadan’’ elde ettiği sonuçlarla süslediği yazısında bana dair şunları söyleyerek ‘’değerlendirme’’ye girişmiş: ‘’Önce, Kemalist rejimin çürümükten kokuşma aşamasına geçtiğini güzel bir yazıyla ortaya koyan Fikret Başkaya’ya (‘Çürüme Kokuşmaya Dönüşürken’, Özgür Üniversite, 25 Ocak 2010) karşı öfkesini epeyce sağcı bir bakış açısıyla ortaya koyan ama bu sağ bakış açısını örtbas etmek için olur olmaz Mahir Çayan’dan söz eden ve bütün yazı boyunca Kemalizmin rahatsız edici kokusunu algılamamızı önlemeye çalışan ulusalcı solcumuzdan başlayalım.’’
Yazımdan, yazısına aktardığı bölümler şunlar:
“Yazısına şöyle başlamış Başkaya: ‘Temelleri 1908 sonrasında atılan ama asıl rengini 1920’li 1930’lu yıllarda alan Kemalist otokrasi, artık çürüme aşamasını geride bırakıp kokuşma aşamasına girdi. Şimdilerde her tarafı kötü kokular sarmış durumda…’ ‘Fikret Hoca’nın Kemalist otokrasi dediği şey, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine dair olan her şey aslında (altını ben çizdim, G.Z.). Neymiş? Bu, çürümüş ve kokuyormuş; öyle diyor kendisi.”
(…)
“Çelişkiyi, Kemalist ve ceberut devlet ile ulusal, dinsel, cinsel anlamda ezilenler arasında arayan ve ne hikmetse bulan; devlet denilen aygıtın, ekonomik ve politik karakterini sadece Mustafa Kemal’le açıklayan; Doğu ülkelerine has dinciliği ve insanlığın baş belası milliyetçiliği Kemalizm’den evla bulan ‘Fikret Hoca’…”
(…)
“Türkiye Cumhuriyeti, halkçılık adı altında, işçisi ve patronu bir kabul edilen bir ülke olarak kuruldu. Bunu takip eden birkaç on yılda, en azından siyaseten bağımsız kaldı. Kurucularının, kapitalizmden kopuş gibi bir derdi olmadığından ve komünizme karşı sert bir mücadele verildiğinden; bu topraklara nüfuz etmiş her türden gericilik, ilk fırsatta siyasallaşarak, alttan alta güç biriktirdi ve emperyalistlerinden de desteğiyle iktidar oldu. Bundan sonrası, artık Kemalizm’in yaşadığı karşıdevrim sürecinin tarihidir. (altını ben çizdim, G.Z)”
(…)
“Kemalizm iflas etmiş midir, etmemiş midir? Aslına bakarsanız, bunun kadar anlamsız bir soru yoktur; biz sosyalistler için. Doğan, gelişen her şey sonlanacaktır ve Kemalizm de bunun dışında değildir; zira somut koşullar hızla değişmektedir. Emperyalist kapitalistler yerinde saymıyor, kapitalizmin geberişini geciktirmek için yeni taktikler buluyor ve uyguluyorken; bizim ülkemize dair konuşursak, gerektiğinde Kemalist olduğunu söyleyen sahtekârları (altını ben çizdim, G.Z.) , gerektiğinde İslamcıları, milliyetçileri kullanırken, bunların bir kısmını ilerici bir kısmını gerici kabul edip bunu ‘teorileştirme’nin; yani ‘iflasın paradigması’nı oluşturmanın gereği nedir?”
Bundan sonra, Baskın Oran alıntısıyla devam etmiş Gün Zileli: “İç dinamiklerin ‘tembel’ olduğu (azgelişmiş) ülkelerde, Batı eğitimi almış kişiler (ki bunlar en önce askerlerdir)Yukarıdan Devrim yaparak bu dinamikleri harekete geçirmeye girişebilirler. Yani yarı-feodal bir toplumun üstyapısını (ideoloji, kültür, siyaset, hukuk vs.) değiştirme yöntemiyle ülkeyi Batı’ya benzetmeye çalışabilirler. Zorlama olduğu için bu etki tabii ki ileride tepki yaratır. Ama kabul etmek gerekir ki, ülkeye muazzam bir zaman kazandırır, başka türlü yapılamayacak bir sıçrama sağlar, sınıfsal dinamikleri harekete geçirir, altyapıyı(ekonomi, mülkiyet ilişkileri vb.) bile zamanla geliştirir… Yalnız dikkat edilecek çok önemli bir kural var: Yukarıdan Devrim bir kez yapılır; ondan sonrası iç dinamiklerin işidir. Zırt pırt, mesela on yılda bir tekrarlanan tik gibi yapılmaz. Yapılırsa, bu artık yukarıdan devrim falan değil, bir karşı-devrim’dir. (altını ben çizdim, G.Z.) (Baskın Oran, ‘Bye bye, askeri vesayet’, Radikal İki, 31 Ocak 2010)’’
Bu alıntıları da mukayese eden Zileli, ‘’yazısının başında’’ şu sonuca varmış: ‘’ Türkiye ‘sol’u, Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) kurulduğu günden beri rejimin ihtiyat kuvveti olmuştur. Hem de en ‘radikal’ görüneninden en liberaline, en ‘anti-emperyalist’inden en ‘özgürlükçü’süne kadar. Bu kanatlar kendi aralarında kıyasıya çatışıyor gibi görünseler bile, hem egemen rejimin şu ya da bu kliğine yamanmak, hem de temeldeki ‘ilerlemeci’ paradigmanın sözcülüğünde birleşmek anlamında hakim düzenin ihtiyat kuvveti rolünü oynamışlardır, oynamaktadırlar.’’
***
Yazıma cevaben yazılan yazıya vereceğim cevaba geçmeden evvel, şunu söylemeliyim ki; çok da ayrıntılı olmayan ve yazının asıl anlatmak istediğini belli etmeyen alıntılar yaparak ve bunların başına ve sonuna ‘’hakaretvari’’ sözcüklerle kurulmuş birkaç ‘’ezber’’ cümle ekleyerek nasıl polemik yapılır ve bunu, ‘’Doğu Perinçek’in yanında yetişmiş’’ biri nasıl yapar, anlayamadım doğrusu!
Ben, “Fikret Başkaya ve İflasın Paradigması” başlıklı yazımda; Başkaya ve onun gibi düşünenlerin, Kemalizm’e dair bıkıp usanmadan tekrarladığı ‘’tez’’lerin neden yanlış ve de anlamsız olduğunu anlatmıştım. Bu alıntılarda veya önceki yazımın tamamında, Zileli’nin deyimiyle, Kemalizm’i kutsamak gibi bir amaç dâhilinde yazılmış tek satır yok. İsteyen yazıya tekrar bakabilir. Bu konudaki, yani Kemalizm’in ilericiliği veya gericiliğine dair, düşüncelerimi ise burada belirtme gereği duymuyorum. Bununla beraber, Gün Zileli’ye yazımda rahatsızlık veren birkaç şeye kısaca değineyim:
1. Evet, Fikret Başkaya’nın Kemalist otokrasi dediği, Cumhuriyet’in kuruluşuna dair her şeydir. Buna, Başkaya’nın kendisi de itiraz etmez sanırım. (Bunun içeriği, yani ilericiği veya gericiliği, dediğim gibi konumuz değil.)
2. Evet, Fikret Başkaya, İdris Küçükömer’in ‘’çarpık tez’’lerine yaslanarak, çelişkiyi işçiler ve patronlar arasında değil; Kemalist ve ceberut devlet ile cinsel, ulusal, dinsel anlamda ezilenler arasında arıyor ve ne hikmetse buluyor. Bu haliyle, ‘’yeni sol’’cularla ve Taraf yazarlarıyla aynı çizgide bulunuyor.
3. Evet; (dinci, milliyetçi, liberallerden oluşan) sağcılar ilk kez emperyalizmin desteğiyle iktidar oldular ve evet, bundan sonrası, Kemalizm’in karşıdevriminin tarihidir.
4. Evet, geçmişte kendisine Kemalist diyen sahtekârlar oldu, ve bugün de varlar. Kara çarşafa, ‘’laikliğin bekçisi’’ olan partinin rozetini takan adamlar, bunlara örnektir.
5. Baskın Oran’dan yapılan alıntının ne benim yazdıklarım ile bir ilgisi vardır ne de bu, Kemalizm’i kutsayan bir içeriğe sahiptir. Ve Baskın Oran’ın ne yazdığı beni hiç ilgilendirmemektedir.
Özetle, Gün Zileli bana yanıt verememesinin dışında, asgari derecede tutarlı bir yazı da yazamamıştır.
***
Benim yazımda, ‘’nedense’’, Gün Zileli’nin göremediği başka tespitler de vardı ve bunlar, yaptığı alıntılarla birlikte okunduğunda temel düşünceyi veriyordu. Bunlara da kısaca değinmek istiyorum. Örneğin şöyle demiştim: ‘’Başkaya, 1- Yüzyılın başında ve ortasına doğru kurulan ve birbirine çok benzeyen modern ulus-devletlerin, emperyalist kapitalizmin yeni evresinde, egemenler açısından işlevsizleşmesini ve yine onlarca tasfiye edilmesini görmezden geliyor ve siyaset bilimine uygun olmayacak biçimde, iflas edenin ‘sadece’ Kemalizm olduğuna bizi ikna etmeye çalışıyor. 2- Kemalizm’e duyduğu saplantılı öfke nedeni ile, bugün Türkiye’de onun yerine tesis edilen ve Kemalizm’den bin kere daha gerici olan dinci-liberal paradigmayı, açıkça söylemese de memnuniyetle karşılıyor. 3- Yeni bir paradigmayı yaratma ve meşrulaştırma sürecinde, buna dair ayrıntıları görmezden gelerek, bugünün ‘modern’ gericiliğini tehlikesizleştiriyor. ‘’ Evet, ısrar ediyorum; ‘’Fikret Hoca’’nın, yanına ekleyelim, Gün Zileli’nin ve türevlerinin bugün yaptığı ‘’sadece’’ budur. Ve bu kişiler, bugün, AKP’nin emperyalist kapitalizm eliyle, ülkeyi topyekûn dönüştürme sürecinde, iktidar bloğuna ‘’ihtiyat kuvvet’’ olmaktan başka bir işe yaramıyorlar.
***
Gelelim, Gün Zileli’nin ‘’şahsi sataşmalarına’’. Tekrarlamak durumundayım, ne diyordu:’’Kemalist rejimin çürümekten kokuşma aşamasına geçtiğini güzel bir yazıyla ortaya koyan Fikret Başkaya’ya… karşı öfkesini epeyce sağcı bir bakış açısıyla ortaya koyan ama bu sağ bakış açısını örtbas etmek için olur olmaz Mahir Çayan’dan söz eden ve bütün yazı boyunca Kemalizmin rahatsız edici kokusunu algılamamızı önlemeye çalışan ulusalcı solcumuz…’’
Önce şunu sorayım: İçinde bulunduğumuz sürece ve bu ülkenin geçmişine dair değerlendirme yapılırken, olaylara soldan, ama hep soldan bakılmasını; böyle yapılırsa, geçmişin de bugünün de daha sağlıklı analiz edilebileceğini söylemek, nasıl oluyor da ‘’sağcı bakış açısı’’ sayılıyor? Bunun, laf olsun diye yazıldığı ortada… Peki, ‘’… bu sağ bakış açısını örtbas etmek için olur olmaz Mahir Çayan’dan söz eden…’’ ne demek? İzin mi alacaktım Mahir’den söz ederken? Yoksa, 40 yıl önce yazdıklarıyla, hala kendilerini rahatsız eden Mahir Çayan’ın adını duymaya da mı tahammülleri kalmadı? Ya o, ‘’ulusalcı solcumuz’’ ifadesine ne demeli? Kemalizm’i, dinci-liberallerin durduğu yerden eleştirmeyin; ‘’doğru düzgün’’ eleştirin demek ulusalcılık mı oluyor? Niye?.. Pardon, komiklik neye deniyordu?
***
Gün Zileli’nin, ‘’… Türkiye solu, ne yazık ki, benzerlerinin kaderinden kurtulamamış, gerek genel olarak rejimin ve hakim düzenin, gerekse şu ya da bu burjuva kesiminin ihtiyat kuvveti olmak gibi küçültücü bir işlev yerine getirmiştir.’’ tespitini, tek satır dahi yazma gereği duymadan geçiyorum. (Sabah, Zaman, Taraf… yazarları da, şu sıralar hep bunu söylüyorlar; niye ki?)
***
Yazısının sonlarına doğru, bilmiyorum ne anlamda, bana dair, ‘’keskin solcu yazarımız’’ demiş Zileli. ‘’Söylemesi ayıp’’, olumlu anlamda, keskinizdir. Geçen yazıda, ‘’Bizim işimiz, ülkemizin durumunu, ülkemizin orijinalitesini göz önünde bulundurarak tahlil etmek, bugüne uygun mücadele yöntem ve araçlarını yaratmak, bunun teorik arka planını sağlam biçimde oluşturmak; velhasıl ‘devrimin paradigmasını yaratmak ve uygulamak’tır. Bunu yapma gibi bir niyeti olmayan, üstelik yapmaya çalışanlara da burun kıvıran her kim olursa olsun; yanımızda değil karşımızdadır. ‘’ demiştim. Yineliyorum. Söz konusu kişilerin ‘’Fikret Hoca’’ veya Gün Zileli olması bir fark teşkil etmiyor.
***
Ve son olarak… Gün Zileli, yazısının başlığını (İhtiyat Kuvvet “Sol”) Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bir eserinden esinlenerek atmış. Kendisine tavsiyem, başlık atarken, Doktor’dan esinlenmekle kalmayıp; Doktor’un kitaplarını ivedilikle okuyup anlamasıdır. Zira Kıvılcımlı, ‘’büyük adam’’dır ve kitaplarında; ‘’Kemalizm’’e, Türkiye’ye ve sosyalizme dair oldukça önemli tezler vardır. Ve de, ne kadar güzeldir ki, öğrenmenin yaşı yoktur.
106. No’lu hezeyan: “Sendika org’u çok seven 9iraci’ya Sendika org’dan bir yazi”
* Sendika.Org, Çıracı, Alper Erdik vs vs… Beş benzemezi bir araya getirerek iddianame ve/veya torba-dava yaratan “özel yetkili” beyinsizliğin bu sitedeki yansıması…
* Gelin, eşi-benzeri sadece Zaman ile Taraf’ın polis-yazarlarında ve Doğantarkangiller familyasında görülen mantık-yürütme(!) tekniğini özetleyelim:
1. Çıracı, Sendika.Org’dan zaman zaman burada yazılar paylaşıyor; öyleyse Çıracı, Sendika.Org’u “çok seviyor”, ona tapıyor, her düşüncesini Sendika.Org’a göre ayarlıyor,
2. Sendika.Org, Alper Erdik’in yazılarını da yayınlıyor; öyleyse Sendika.Org, Alper Erdik ile birebir aynı düşünceleri savunuyor, hatta Sendika.Org’un yayın politikasını Alper Erdik (ne hikmetse) tek başına belirliyor,
3. Sendika.Org’u çok seven, ona bayılan Çıracı, Alper Erdik’in yazılarına da çok itibar ediyor, onun her dediğini doğru olarak belliyor, onun muhteşem fikirlerine tapıyor…
4. Sendika.Org’u ve dolayısıyla Alper Erdik’i kendisine kıble olarak belirleyen Çıracı, (yine ne hikmetse) Alper Erdik’in Gün Zileli’ye karşı yazdığı zırvalıkları da harfiyen destekliyor.
…Şu yukarıda sıraladığım dahiyane mantık, tam da Aristo’ya mezarında takla attıracak cinstendir 🙂
* Ayrıca bu mantık, sadece torba iddianamelerin nasıl yapıldığını anlama konusunda ipucu vermiyor; aynı zamanda, polisin sol gruplar arasındaki polemiklerden ve nüanslardan yararlanarak sol-içi provokasyon, araya soğukluk sokma ve “birbirine kırdırma” gibi olayları nasıl tezgahladığını anlama konusunda da ipucu veriyor. Bu açıdan 106 no’lu polis yorumu, derinlemesine incelenip ders çıkarılması gereken ibretlik bir vak’adır.
Buradaki yazilari okuyunca çogunun sol içi kavgaya ayrildigini, bu konuda kategoriler bile olustugunu ve bu konudaki en ileri gidenlerden birinin de çiraci oldugu açokca belli degil mi? Daha ne diyeyim, kendisi itiraf etmis.
Orhan Pamuk’un “antikapitalistliği” size birini hatırlattı mı?
Bakınız: http://mustafasonmez.net/?p=2286
Türkiye’nin en büyük kapitalistleri bir vakif kurmus “Cumhuriyet” gazetesini yillardir finanse ediyorlar, onlar olmazsa bu gazete çikmaz. Neden acaba? Kapitalistlerin memurlari bu gazetede sözde kapitalizmi elestirirler yillardir. Bazi kendini solcu sanan geri zekalilar da hep önlerine konulani yerler. Afiyet olsun. Bazi ajanlar ise “Hürriyet” gazetesi ve “Cumhuriyet” gazetesinin fasist kampanyalarina hemen kosarlar kuyruk sallayarak, “Orhan Pamuk’u linç kampanyalari gibi. Biz onlari iyi biliriz. Onlar da kendilerini bilir.
* Dinime küfreden müslüman olsa. Evet, en antikapitalist gazeteler Zaman, Sabah, Yenişafak, Taraf, Star, Vakit 😀
* Mustafa Sönmez sosyalisttir (bunu bilmeyen yok), seçimlerde Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nu desteklemiştir. Kürt halkının demokratik özerklik talebini de savunuyor (bu konuda kitabı da var: http://mustafasonmez.net/?p=1413). Daha önceleri Bianet’te yazıyordu. Asıl gerizekalılık, Cumhuriyet gazetesinde yazan herkesi aynı sanmaktır.
* “Orhan Pamuk’u linç” meselesine gelince… O işi yapanlar, senin ‘hocaefendi’nin her türlü desteği (lojistik, maddi, hukuki, askeri) sunduğu BBP/Alperenler-Ocakları tosuncuklarıdır. Tabii, sizin cenahın kendi işlediği suçları karşıtlarının üzerine yıkmadaki ustalığını bilmeyen kalmadı artık…
* Bir dahaki sefere, yazara çamur atmak yerine onun ortaya attığı fikirlere cevap vermeye çalış. Bunu yapamayacağını ikimiz de biliyoruz ama, neyse 😀
Mustafa Sönmez sosyalisttir (bunu bilmeyen yok),
Demek ki öyledir (!) Ajan ajana kefil oluyor. Açikça Orhan Pamuk’u linç harekatina katilanlar ve onun yazilarini destek amaciyla (her zaman yaptiklari gibi, çünkü ajan olarak medya taramasi yapmak görevleri) burada yayinlayanlar da onun kadar ajandir.
Yazara (M. Sönmez’e) ve yorumcuya (yani bana) çamur atacağına yazıdaki fikirlere ve benim sıraladığım fikirlere niye cevap vermiyorsun? (Tabii ki sorunun cevabı belli) Tartışmadan kaçıp “ajanlık” “linççilik” gibi temelsiz, kanıtsız iftiralar savuracağına bir-iki fikir üretmeye çalışsana. “Bunu yapamayacağını ikimiz de biliyoruz ama, neyse” demiştim. Haklı çıktım.
Kifayetsiz ajan Orhan Pamuk’a sanki Pamuk “sol” bir aydinmis gibi saldiriyor, Pamuk’un zaten öyle bir iddiasi yok ki, ilkel bir demagoji bu. Bu bir.
Ajanin memurlugunu yaptigi Istanbul’un komprador ve Kemalistlerin rant sistemiyle zenginlenmis iri burjuva bozuntusu tiplerle, Anadolu’nun sanayici-tüccar kesimi arasinda elbette fark var. Kapitalizmi, finans kapitalin yapisini, kapitalizmin ekonmosini, kültürünü, üst yapisini , bu çerçevede Kemalist fasist diktatörlügün öznelligini bilmek istemeyen ajanlar bunu anlamazdan gelir tabii. Bu da iki.
Türkiye ekonomisini AB’nin ucuz isçi deposu oldugu iddiasi ulus-devlet döneminden kalmis komik, ilkel, demagojik bir iddia. Ancak kifayetsiz ajan ve Istanbul dükaligi komprador burjuvasinin memuru Sönmez efendiye yakisir. Her ne kadar ajan Sönmez sözde “Cumhuriyet” ceridesini kösesinde efendilerine övgüler ve efendilerinin düsmanlarina sövgüler siralarken kendinden çok memnun görünse de, onu kullanan Tüsiadçi kelleler ardindan ne biçim dalga geçip, ,küfür sallamaktadir. Son kullanma tarihi gelene kadar idare etsin bakalim, bir de ona bile *öykünen küçük ajanlar var ki, onlara sadece gülünüp geçilir. Bu da üç.
Dïordüncüsü de su ki, AB ile Türkiye’nin ekonomik karsilikli iliskileri de gerileme sürecinde, ekonomist geçinen hademe Sônmez bunu bile algilayamaz tabi, o “Cumhuriyet”i besleyen kompradorlarin, faiz lobisinin, fina
Finans kapital çevrelerinin sosyalist görünümlü ajanligini yapma pesinde. Degmez ama iki cümle edelim dedik, Orhan Pamuk’u linç etme kampanyasi hakkinda. Bir de Orhan Pamuk’u Türk finans kapitali degil de BBP, Erenler mi, Alperenler mi nedir baska birilerinin linç etmek istedigini söyleyen bir zavalli var. Tabii bu zavalli kendisini kimin linç etmek istedigini açik açik söyleyen Orhan Pamuk’tan bu isleri daha iyi bildigini sanir. Git Pamuk’a söyle o zaman , de ki “seni Ertugrul özkök, Cumhuriyet gazetesi, Kemalist ergenekon, Kemalsit mason locasi degil erenler, alperenler linç etmek istiyor” de. Kafasinda iste böyle kaliplarla, önyargilarla, ülkücü-devrimci kukla savaslarinin silik anilariyla parkinsonlasmis beyinli zavalli bir ajan.
Orhan Pamuk’un görüşlerinin hiçbirisine -hadi diyelim çoğunluğuna- katılmıyorum. Kendisinin tıpkı Elif Şafak gibi edebi eserlerini pazarlamaya dönük tavrını da olumsuz buluyorum. Lakin, Orhan Pamuk’a dönük ırkçı linç kampanyaları sürerken bir tane de ben çakayım diyerek, üstelik de Pamuk’un batı yanlılığından dem vurup faşistlerle aynı “eleştiriyi” tekrar eden -kemalist de olmayan- solcu yayınlar var (bkz. sol portal)
BBP ve Alperenler’in linç kampanyasının parçası olduğu doğrudur. “Hranttan sonra Pamuk’u öldürecektik” diyenlerin alperen olduğu da doğrudur.Ancak ortada zaman zaman aynı derecede ırkçı olan,kimi zaman tek farkları seküler olmaları olan bir “ulusalcı sol” faktörü de var, bunu unutmayalım.
Ortada “Orhan Pamuk gibi batı yanlıları dışarıda, biz içerideyiz” diyen bir Doğu Perinçek var. Hrant Dink’in arkasından “dönekti”, “kendisini sevmezdik”, “öldürenler antiemperyalist bir ruh haliyle hareket etti” diyen bir HKP var.
“Bütün Ermeniler teröristtir”, “Dersim halkı devletten özür dilemelidir” diyen bir Türk “Solu” var. “Türkiye Türklerindir”, “Mecliste terörist istemiyoruz”, “Kürt sorunu değil Kürt istilası vardır.” sloganlarını kullanan bir Ulusal Parti var. Yılmaz Özdil, Emin Çölaşan gibi şovenist kalemşörler var. Yukarıda saydıklarım alperen değildir, hatta tamamı kendisini solda görmektedir , ve tamamı Orhan Pamuk nobel ödülü aldığında ona karşı yürütülen linç kampanyalarının parçasıydılar.
Orhan Pamuk’a dönük ırkçı tepkiler ile ona soldan eleştirileri (mesela paylaştığım yazıdaki gibi eleştirileri) aynı kefeye koymamak gerekir. Bu ırkçı tepkilere karşı çıkmak gerekir ama Pamuk’un AKP-rejimine rıza üreten liberal paradigmasını eleştirmekten de geri durmamak lazımdır kanımca.
“Türk Solu” dergisi / Ulusal Parti çevrelerinin en nasyonal-sosyalist ve doğrudan darbe çığırtkanı yapı olmasına rağmen (diğer ulusalcı kesimler darbecilik konusunda daha utangaç idi) Ergenekon operasyonlarında en ufak bir sıyrık almadan yoluna devam etmesi umarım dikkatinizi çekmiştir. AKP-Cemaat bloğu; vakt-i zamanında Dink cinayeti ve Türk Solu dergisinin ırkçı karakterinden yararlanarak, ulusalcı rakiplerini daha da öcüleştirerek entelektüel camianın (liberallerin ve pek çok sosyalistin) desteğini arkasına alıp, bugünkü rejimini kurmuştu. Zamanında “Orhan Pamuk’u linç” söylemini da yalnız ulusalcı kesimin üstüne atması da aynı amaca hizmet ediyor.
Gün Zileli’nin “Hrant Dink Cinayeti : Gözlerimin İçine Bakın, Ne Demek İstediğimi Anlarsınız…” yazısı, söylemeye çalıştığım şeyleri daha iyi anlatıyor.
Benzer bir “çakma antikapitalizm” vakıası hakkında:
http://ozgurlukcu-sol.blogspot.com/2012/08/margulies-sacmalamaya-devam-ediyor.html
Yetmez ama evet 2.0 yolda mı? – E. Attila Aytekin
24 Şubat 2013
Öncelikle şunu belirtmek lazım; bu yazı, 12 Eylül 2010 referandumunda ‘yetmez ama evet’ diye bir pozisyon tanımlayıp bunun üzerinden AKP’nin referandum paketine destek verenleri eleştirmek amacı gütmüyor. Bu nafile bir çaba olur; zira artık bugün ‘yetmez ama evet’i eleştirmenin ölmüş eşeği tekmelemekten farkı yok. Referandumda bu pozisyonu savunanların tezleri çoktan çöktü; 13 Eylül 2010’dan itibaren neredeyse her gün yaşananlar ‘yetmez ama evet’ çerçevesinde ileri sürülen iddiaları tek tek çürüttü. Yaşanan onca şeye, her gün artan otoriterleşme eğilimlerine değinmeye gerek yok; 17 Ekim 2010’da yapılan HSYK seçimlerinde bakanlığın listesinin tulum çıkarması bile ‘yetmez ama evet’ i yerle bir etmeye tek başına yeterlidir.
Peki, o zaman 2010 referandumunda takınılan bu çekingen evet tutumunu tekrar hatırlamanın bir gerekçesi var mı? Bence bu, bugün iki açıdan hala anlamlı. Birincisi, AKP’nin anayasa değişikliğiyle ilgili olarak bir referanduma gitme olasılığı çok yüksek; ikincisi, eski ‘yetmez ama evet’çiler yeni bir kampanyanın sinyallerini vermeye başladılar.
AKP’nin referandum aşkıyla başlayalım. AKP şu ya da bu şekilde önümüzdeki süreçte bir referandum organize edecektir. Referandum sadece anayasa değişikliği yapmak ya da başkanlık sistemini getirmek için bir araç değil. AKP aynı zamanda oylarını konsolide etmek ve tabanını heyecanlandırmak için de bu yola başvuracaktır. 2010 referandumunu hatırlarsak; AKP’nin 2009 yerel seçiminde hatırı sayılır bir oy kaybı olmuştu. Üstelik bu düşüş trendi devam ediyordu; bunda en büyük etmenlerden biri de ekonomik krizin etkisiyle yaşanan daralmaydı. Bunu gören AKP seçmen desteğinde yaşanmakta olan aşınmayı durdurmak için bir referandum organize etti. AKP şimdi de benzer bir durumla karşı karşıya. Önümüzdeki yılda yüzde 1-2 arası bir büyüme yaşanacağı belli olmuşken hükumet üst üste seçime girecek. AKP çözümü yine referandumda arayacaktır.
Referandum için iktidar partisinin yeterli sayısal gücü yok. Bu durumda Meclis’teki diğer partilerden bir biçimde destek bulmak zorunda. Şu an için görünen en güçlü ihtimal hükumetin BDP’nin desteğini alması. CHP desteği olasılığı çok düşük. MHP’nin desteğiyle bir referandum da olasılık dışı değil; amaç iktidarı sürdürmek ve sağlamlaştırmak olunca Kürt açılımı bir günde bitiverir, MHP-AKP fiili koalisyonu tekrar iş başı yapar.
Öte yandan iktidar partisi AKP referandum hazırlıkları yaparken ‘yetmez ama evet’çiler de ikinci bir raunt için ısınma turlarına başlamış görünüyorlar. Bununla ilgili işaretler gelmeye başladı. Öncelikle bazı sol çevrelerde ‘İmralı süreci’ne dair aşırı bir iyimserlik var. Bu çevreler AKP’ye güvenmediklerini söyleseler de AKP’nin güvenilmezliğini küçük tatsız bir ayrıntıymış gibi sunuyorlar. Bu haliyle ‘İmralı süreci’nin AKP’nin anayasa değişikliği planlarına bağlanmaması mümkün olmadığından er ya da geç sürece verilen destek bir noktada AKP’nin anayasa değişikliği referandumuna verilen bir desteğe dönüşecektir.
‘Yetmez ama evet’in daha cüretkâr savunucuları da kımıldanmaya başladı. Başbakanın teşekkür ettiği ‘sosyalist’ partinin yayınlarında olası bir referandumda yapılacak bir evet çağrısının imaları görülmeye başlandı. Emekli mebus Ufuk Uras’ın referanduma karşı çıkanları şimdiden darbeci olarak nitelendirmeye başlaması da kayda değer. Ömer Laçiner’in geçen hafta Milliyet’e verdiği röportajda da bu kesimin yeni bir referandumda ne pozisyon alacağına dair net işaretler var. Laçiner röportajda 2010 referandumuyla ilgili olarak ‘biz AKP’nin demokrat olmadığını biliyorduk o yüzden pişman değiliz’ minvalinde konuşuyor; bir de ekliyor: ‘referandum bir şeyi değiştirmedi, AKP 2007’de mücadeleyi kazanmıştı zaten’. Bu savunma gösteriyor ki Laçiner yeni bir referandumda da pekâlâ aynı tavrı alabilir. “Yetersiz ama ne yapalım, hiç yoktan iyidir” diyerek destek verip referandumdan 2 sene sonra “Biz zaten böyle olacağını biliyorduk” ve “referandum önemsizdi” diyebilir.
AKP eğer referandum için BDP’den destek isterse büyük ve eskisinden bile daha güçlü bir ‘yetmez ama evet’ kampanyasıyla karşı karşıya kalabiliriz. İktidarın Kürt hareketine vereceği bazı küçük tavizleri abartan “canım AKP zaten demokrat değil; ama bu şartlar altında bundan iyisi can sağlısı” ekseninde bir propaganda çalışması yürütülebilir. Buna 2010 referandumunda evet dememiş ama Kürt hareketinden bağımsız bir sosyalist çizgi izlemekten kaçınan sol çevrelerin destekleri de eklenecektir. İşin içine bir de “siz 12 Eylül Anayasasını mı savunuyorsunuz?” “darbeci misiniz?” saçmalıkları girince ‘yetmez ama evet’in ikinci sürümü tüketime hazır demektir.
Marx’ın en bilinen cümlelerinden biridir; tarihsel olaylar ilk seferinde trajedi olarak yaşanır, ikincisinde fars olarak tekrar eder. İlk seferinde bile bir fars olan ‘yetmez ama evet’, bakalım ikinci seferinde ne hallere bürünecek?
(soL Haber)
Başbakanın teşekkür konuşmasında “sosyalist” kelimesini kullanmamak için olsa gerek DSİP’lilere devrimci solcu işçi partili arkadaşlarım diye hitap etmişti beni epey güldüren bir ayrıntıdır…
DSİP ve Tarkan sosyalist iseler ben aguludıgılşıguldagıl’IM.
Anaya rumuzlu kişiye;
HKP ne zaman “öldürenler anti-emperyalist bir ruhla hareket etti” diyerek BBP’li faşistleri savunmuştur? Palavracılığın bu kadarı! Yazdığımızı okuma becerisi kazanıp öyle hakkımızda kelam etme hakkını görün. Hrant Dink’i sizin gibi görmek zorunda değiliz, bir Muharrem İnce, bir Kemal Kılıçdaroğlu, bir Süheyl Batum nasıl eleştirilmişse, o kadar eleştirilmiştir. Yazdıklarımızın biri bile “yalandır” demek yerine yazmadığımız şeyler hakkında insanları yanıltıyorsunuz.