Bu yazıyı yazmaktaki amacım, Çetin Veysal dostumuzun benim bazı tespitlerimi de eleştiren, “Bağımsız sosyalist” adlandırmasının olanaksızlığı ya da örgütlülüğün zorunluğu” başlığını taşıyan, web sitemizde yayınlanan yazısındaki iddialara dair görüşümü kısaca ortaya koymaktır.
Çetin Veysal: “Son dönemde örgütlerden uzak duran, komünizan-sosyalist ya da entellektüel çevrelerin sayısında bir artış olduğunu, örgütlerden uzak durmalarını da örgütlerin bir dizi zaafı gerekçesine dayandırdıklarını, bu eleştirilerden bir kısmı, belki de çoğu haklı bile olsa, bunun örgütlerden uzak durmanın gerekçesi yapılmaması gerektiğini…” söylüyor. Veysal, mevcut örgütlere yönelik eleştirileri şöyle özetliyor: “ Devrimci bir örgütlenmeyi gerçekleştirememek vurgusunda; sürece örgütün müdahale edememesi, süreci devrimci tarzda yönetememesi, sınıf hareketini örgütleyememesi, sınıfla bütünleşememesi, örgüt içinde bütünlüğü sağlayamaması, sosyalist demokrasi ilkelerine uygun davranamaması, sekt [hizip]olarak düşünüp-davranması, tek doğru ve haklı olanın kendi olması, bireysel özerkliği taşıyamaması, çeşitliliklere izin vermemesi, bürokrasi, totalitarizm hatta zaman zaman terör uygulaması, makro iktidara öykünmesi, özgürlüğü geliştirememesi, yani ortaya koyulmuş-iddia edilen komünizan izlence ve tüzük ilkelerine uygun olarak davranamaması ve örgütün çeşitli yetersizliklerinden kurtulamaması söz konusu edilmektedir” Veysal, bu eleştirilerin haklılığı, çocuğu leğendeki kirli su ile birlikte atmanın mazereti yapılmamalıdır demek istiyor: “ Ancak bu haklı oluş, seçeneğini pratik olarak ortaya koyamaması, kapitalizme karşı mücadele içerisinde konumlanamaması durumunda, komünizan mücadelenin karşısına dikilen bayraklardan biri olmaktadır” diyor. [karartma bana ait, F.B.]. Özetle ve yazısının başlığında ifade edildiği gibi bir sol/sosyalist/komünist örgüte dahil olmayanlar sosyalistlik/komünistlik iddiasında bulunamazlar… Eğer mevcut olanı beğenmiyorsan o zaman yenisini kurmalısın…
Daha baştan bir yanlış anlamayı bertaraf etmek gerekiyor: Birincisi, eğer örgüt amaca uygun değilse, öyle bir örgüte dahil olmak saçmadır; ikincisi, örgüt kurmak sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Her tarihsel/sosyal koşulda ve konjonktürde örgüt kurmak gerekli de değildir. İçinde bulunulan koşullardan bağımsız örgüt kurma fikri, Üçüncü Enternasyonal soluna özgü bir sapmadır. Zira Üçüncü Enternasyonal anlayışı, “dünyanın her yerinde devrimin nesnel koşullarının artık mevcut olduğu”, “devrimin kapıda”, “an meselesi olduğu”, eksik olan yegâne şeyin örgüt olduğu görüşüne dayanıyordu. Bu anlayışın hiçbir kıymet-i harbiyesinin olmadığı ilerleyen yüzyıllık dönemde anlaşılmış bulunuyor. Aksi halde çoktan kapitalizmin yerinde yeller esmesi gerekirdi… Sınıfın ve bir bütün olarak ezilen/sömürülen sınıfların hareketinin yenilgiye uğradığı ve geri çekildiği dönemlerde kurulan örgütlerin adına lâyık örgüt olabilmesi de, bir şeyler başarması da mümkün değildir. Zira, kitlelerin yığınlar halinde, şevkle-umutla teveccüh etmediği örgüt veya örgütler, ölü- bürokratik bir varlık olmaktan, cansız/ruhsuz bir şey olmaktan kurtulamaz. Adı ne olursa olsun ortada reel varlığı olan bir örgüt yoktur. Bir kısım sol entelektüel elbette bir araya gelip pekâlâ bir parti, bir örgüt [adı ne olursa olsun] kurabilirler ama o canlı, dinamik, olayların seyri üzerinde etkili bir örgüt olamaz… Marx ve Engels, 1848 yenilgisinin ardından, 1852’de “Komünistler Birliği”ni kapattıklarında, bir yenilgi ve gerileme döneminde öyle bir örgütü muhafaza etmenin cansız bir siyasi yapıyı sürdürmek olacağını söylüyorlardı? Marx örgütsel faaliyetten çekilip, entelektüel faaliyete yöneldiğinde, bir günlük teorik çalışmanın yüzlerce saatlik geveze toplantılardan çok daha verimli olabileceğini söylüyordu. 1860’lı yılların başında sosyal hareketin yeniden canlanması üzerine tekrar örgütsel alana dönüyor ve 1864 yılında daha sonra “Birinci Enternasyonal” adını alacak olan Uluslararası İşçiler Derneğini’nin [ Association Internationale des Travailleurs- AIT] örgütlenmesinde aktif rol alıyor… Açılış konuşmasını kaleme alıyor… Örgütün ‘Genel Konseyi’nin aktif bir militanı olarak faaliyetini sekiz yıl boyunca sürdürüyor…
Üçüncü Enternasyonal’in bir yanlışı da her zaman ve her yerde geçerli tek örgüt modeli önermesiydi. Önerilen tek parti [komünist Parti] monolitik, askerî disipline dayalı bir partiydi. Kendi dışındaki tüm örgütler “doğru çizginin” yegâne taşıyıcısı olan tek partinin hizmetine koşulup ona tâbi kılınacaktı… İşte, kitle örgütleri, sendikalar, dernekler, vb… Velhasıl kendi dışında hiçbir bağımsız örgütün varlığına ve yaşamasına izin vermeyen bir tek parti modeli… Bilindiği gibi Stalin’le birlikte Komintern [ Üçüncü Enternasyonal] devrim perspektifini terketmişti ama buna rağmen dünyanın her yerinde komünist partilerin varlığını sürdürmesi tam bir çelişkiydi. Komintern komünist partileri devrim yapma işinden istifa ettirdiğinde ne yapacaklardı? Ondan sonra “birinci vazifeleri” Stalinist Sovyet devletini “ilelebet muhafaza ve müdafaa” etmekten ibaret olacaktı… O halde sadede gelebiliriz. Her koşulda bir sol örgüte dahil olmak eğer sosyalist olmanın vazgeçilmezi, olmazsa olmazı ise, Stalinist bir komünist partiye üye olunca iş bitmiş mi sayılacaktır? Yoksa bu tür yapılara radikal eleştiri yöneltmek mi komünizm ilkelerine ve etiğine daha uygun düşerdi? Denilebilir ki, beğenmiyorsan karşıtını oluştur, doğrusunu yap… Sorun bu kadar kolay ve bireysel iradeyle o kadar kolay üstesinden gelinebilir bir şey midir? Elbette Stalinist miras zihinleri köleleştirmişse ve eğer “devrim de zaten kapıdaysa” neden olmasındı? Örgüt kurmak ha demeye yapılabilecek bir şey değildir. Mutlaka uygun bir sosyal/politik/ideolojik geri plana dayanması gerekir. Kitlelerin politikaya katılması, politik özneler olma iradesini ortaya koyması gerekir… Elbette bunlar olmadan da örgütler kurulabilir ve kuruluyor ama bunların etkinlik sağlaması mümkün değildir. Zira bürokratik birer zâtiyet olmanın ötesine geçemezler, kitleler nezdinde yankılanamazlar, politik süreci etkileyemezler… Bir başka yanılgı, bu tür içi boş bürokratik yapıların dağınıklığına ve parçalanmışlığına son verilirse, sol muhalefetin güçleneceği ve burjuva partilerinin karşısına etkin bir aktör olarak çıkabileceği yanılsamasıdır. Teker teker varlık gösterme yeteneği olamayan bürokratik yozlaşmaya uğramış örgütler bir araya geldiklerinde hangi mucize onların gücünü ve etkinliğini artırabilir? Beş boş kaptan bir dolu kap çıkar mı?
Çetin Veysal dostumuz benim “tarihsel sola” yönelik eleştirimle ilgili olarak: “Başkaya’nın, ‘tarihsel sol pratik de bu alanda hep bir aymazlık içinde oldu’ ifadesi Türkiye ve yakın geçmiş için doğru olsa da; Başkaya’nın “tarihsel sol” vurgusuyla genelleme çabası I. Enternasyonal’in pratiği tarafından olumsuzlanmaktadır” diyor. Veysal’ın bu eleştirisi haklı ama bir şartla: Benim “tarihsel sol” dediğim esas itibariyle Batı Avrupa’da sol kitle partilerinin ve işçi örgütlerinin kurulduğu dönemden başlayıp Stalinist gelenekle devam eden dönemin soludur. İşte, İngiliz İşçi Partisi, Alman Sosyal Demokrasisi, Devrimci Fransız Sendikacılığı, vb. Adları ne olursa olsun, bu dönemin sol/sosyalist partileri veya II. Enternasyonal partileri densin, kolonyalist/emperyalist/sosyal emperyalist partiler olmaktan yakayı hiç bir zaman kurtaramadılar. Kolonyalizmi olumlu, “uygarlaştırıcı”, dolayısıyla “gerekli” bir şey sayıyorlardı. Egemen sınıf milliyetçiliğiyle aralarına mesafe koymakta hep sınıfta kaldılar… Ne olduklarını, ne yaptıklarını I. Emperyalist savaştaki tavırları ortaya koymuştu… Oysa I. Enternasyonal hiç değilse kendini “tek doğru”nun “tek temsilcisi” olarak görmüyordu. Monolitik-tekçi bir yapıya ve işleyişe sahip değildi. Farklı nitelikteki örgütleri, siyasi partileri, sendikaları, bir kısım derneği, kooperatifleri, Marx, Prudhon, Bakunin gibi şahsiyetleri bünyesinde barındırıyordu… Farklı gelecek tasavvuru olan örgütler ve şahsiyetler örgütün çatısı altında bir araya gelmişlerdi. Yoğun ve canlı bir tartışma sürüp gidiyordu… Çeşitliliğe ve farklılığa demokratik saygı ilkesi geçerliydi. Bu niteliğinden ötürü de açıkça II. ve III. Enternasyonal solundan farklı bir görüntü veriyordu… Bu yüzden bu gün geçmiş deneylerden bir şeyler öğrenme kaygısı olanların, II. ve III. Enternasyonallere değil, birincisine bakmaları gerekiyor.
Veysal’ın, eleştiri konusu yaptığı “ Türkiye soluna soldan bakmak” başlıklı yazımda itiraz ettiği bir şey de: “Sol hareketin omurgasını üniversite gençliği oluşturuyordu”ya dair: “ Burada da Başkaya Hoca yalnızca 68 ve 78 sürecine bakmakta, ancak tarihsel gerçekliklerin önemli bir bölümünü, özellikle TKP, TİP ve daha sonra kitleselleşme eğilimindeki sınıf sürecini görmezden gelmektedir. Bu örgütlerde öğrencilerden çok aydınlar ve emekçiler vardır” diyor. İtiraz kısmen haklı olmakla birlikte, TİP işçi sınıfı ve yoksul köylülükle bağ kurmakta yetersiz kalmıştı. İşçi sınıfıyla kurduğu bağ sendika bürokratlarıyla sınırlı gibiydi. TKP’ye gelince, Stalinist Sovyetler Birliğini’nin stratejik ve taktik ihtiyaçlarına “uyumlanma” dışında bir amacı ve kaygısı olmayan bir partinin kitlelerle kalıcı ve sağlıklı bağ kurması zaten imkânsızdı… Sovyetler Birliği’nin dış siyaset ihtiyaçlarına göre rota değiştiren bir parti, inandırıcı olabilir miydi? Böyle bir partinin ülkenin somut gerçekliğine yabancılaşması kaçınılmaz değil midir?
Veysal’ın söylemek istediği şu: “Eğer mevcut yapılar bürokratik yozlaşmaya uğramış olmalarından ötürü eleştiriliyorsa, o zaman dışardan eleştiri yapmanın ötesine geçmek, o yapıları dönüştürmek üzere çaba harcamak gerekir…” Bürokratik yozlaşmaya uğramış, varlık nedenine yabancılaşmış bir örgüt ne içerden ne de dışarıdan dönüştürülemez. Zira belirli bir bürokratlaşma/yozlaşma aşamasını geçmiş bir “sol” siyasi örgüt artık başka şeye dönüşmüştür… Dolayısıyla ameliyatla iyileştirilebilir olmaktan çıkmıştır… İflâh olması mümkün değildir. Ne yazık ki, III. Enternasyonal ‘resmi solu’ tarafından yaratılan – ki, o da İkincinin mirasçısıydı- bir örgüt fetişizmi var… Örgüt mutlaka iyidir, örgütsüz insan köledir, örgüt doğruyu bilir, en kötü örgüt bile örgütsüzlükten daha iyidir… Eğer örgüt tam tersini yapıyorsa, köleleştiriyorsa ne denecektir? Hem en kötü örgüt olacak hem de daha iyi olacak! Bu hesapta bir yanlış yok mu? Amaca ve varlık nedenine yabancılaşmış bir örgüt kimin için iyidir? Mesela bütünüyle sermayenin ve devletin hizmetine koşulmuş bir sendika neden iyi bir şey sayılsın? Böyle gerici bir örgütün varlığı örgütlenmenin önünde bir engel oluşturmaz mı? Türkiye’de durum daha da vahim. Bizde ister sendika, isterse sol siyasi parti olsun, daha baştan bürokratik tarzda kuruluyorlar. Süreç içinde bürokratlaşıp yozlaşmıyorlar… Daha baştan yukarıdan ve bürokratik olarak kurulmuş TÜRK-İŞ’in içinden dönüştürülebileceğine inanan bir babayiğit var mı? Bu İçişleri Bakanlığı’nı dönüştürmek kadar zor değil midir? Bu konuda Marx boşuna: “Sendikalar işçi sınıfının bir bölümünü bir örgüt çatısı altında toplamayı başararak iyi bir iş yapıyorlar ama mücadeleyi düzenin sınırları içinde tutma tercihi yaptıklarında da varlık nedenlerine yabancılaşıyorlar” dememiş miydi?
Asıl tartışma konusu yapılması gereken şey, insanların kendilerini samimiyetle sosyalist, komünist, kapitalizm karşıtı olarak tanımladıkları halde neden sol örgütlerden uzak durduklarıdır… İtiraz, geleneksel sol örgütlerin örgüt ve eylem modeline yönelik olarak ortaya çıkıyor. Zira, söz konusu örgütlerde ve/veya sol siyasî partilerde densin, geçerli örgüt mantığı, eylemi güdükleştiriyor. Dolayısıyla bu çelişkinin aşılması büyük önem taşıyor. Kaldı ki, politika sadece sol örgütle yapılır diye bir kural da yoktur. Pekâlâ farklı marksizmler gibi, radikal olarak kapitalizme karşı olmak kaydıyla, başta anarşistler olmak üzere, radikal anti-kapitalist feministlerin, radikal ekolojistlerin, radikal anti-kapitalist eşcinsel hareketlerin ve özgürlük teolojisinin, [ henüz Türkiye’de mevcut olmayan muhtemel bir İslamî Özgürlük Teolojisinin de] yaptığı da aynı derece politik bir eylemdir. İşte bütün bu kapitalizm karşıtı hareketlerin kavuşmasıdır ki, yeni bir insan toplumuna giden yolu aralayabilir. Önümüzdeki dönemde bir şeyler başarmanın yolu, “tek doğrunun, tek temsilcisi, tek parti” saplantısından kurtulmaktan geçiyor… Zamanın moda tabiriyle çeşitlilik içinde kavuşmayı gerçekleştirmeyi gerektiriyor.
Elbette kendiliğinden hareketler, spontane hareketler önemlidir ama asla yeterli değildir. Kendiliğinden hareketlerin arzulanan bir geleceği yaratması mümkün değildir. Dolayısıyla örgüt ve örgütlülük mutlaka gereklidir. O halde sorun, örgütün nasıl olacağı ve eylemlerin modalitesinin ne olacağıyla ilgilidir. Bu vesileyle bir hatırlatma gerekiyor. Eğer entelektüel faaliyet gerçek entelektüel faaliyet ise, bizâtihi politik ve militan bir faaliyettir. Hayatımda üç kere Marksist-sosyalist örgütlere katıldım. Onun dışındaki zamanlarda dar anlamda politik bir örgütte görev almadım ama örgüt üyesi olmadığım dönemlerde de kendimi hep politik bir militan olarak gördüm ve görüyorum. Özgür Üniversite’de yaptıklarımız politika dışında bir şey midir?