“12 Eylül Yargılanıyor”!!!

Stalin Yargılanıyor (Kibele, 2010) adlı tiyatro oyunumda anlatmaya çalıştığım bir şey vardı. Stalin bir sabah uyanıp bütün yapılmakta olanların, bütün tutuklama ve öldürmelerin yanlış olduğunu düşünseydi ne olurdu? Oyunda da anlatılmaya çalışıldığı gibi, o devasa çark, aynı Büyük Temizliğin kurbanlarına yapıldığı gibi, Stalin’i tutuklar, esaslı bir sorgudan geçirir, “suçunu itiraf” ettirir ve ezberlettiği “itiraf”ını kamuoyuna açıklaması için onu gösteri mahkemelerine çıkartırdı. Çünkü devlet, işlediği gerçek suçlardan dolayı kendini asla yargılamaz ve yargılatmaz. Ama kendi yargılanmasını önlemek için, yargılayacak birilerini mutlaka bulur.

Peki ya, devlet terörüne ortak olanlar, ona temenna edenler, alkışlayanlar, yalaka mitinglerine katılıp “sen çok yaşa paşam” diyenler. Onlar da yargılanmaz. Hatta bir de bakmışsınız, devlet terörünün ya da askeri darbenin suçlusu olarak yargılanan birkaç kişiyi cezalandırmak için kuyruğa girmişler. En has mağdur kılığına bürünmüşler.

Otobiyografi kitaplarımın üçüncüsü olan Havariler’de (İletişim, 2002) anlattığım şu sahne ibret vericidir:
“İdam sehpalarının gölgesinde yapılan bu ‘açılışın’ ardından, cunta başkanı Evren ve çevresindeki, verdikleri kurulu oyuncak izlenimi ile kendilerinde bireysel irade ve kuvvet namına hiçbir şey bulunmadığını açıkça gösteren diğer ‘kuvvet’ komutanları, 5. Senfoninin eşliğinde ‘tahta’ çıktılar. Bu hazin olduğu kadar utanç verici töreni televizyondan izlemiştim. Tüm devlet erkânı, yerleri süpüren cübbeleriyle birlikte, yeni ‘padişahın’ ve maiyetinin önünden geçip temennada bulunuyorlardı. Bu manzarayı seyrederken, kişiliksiz, aşağılık bir yaratık olmanın, devlet erkânı içinde yer almanın başta gelen şartı olduğunu düşünmüştüm.” (s. 458)

Belki bu satırları yazarken değil ama şimdi, halk denilen şekilsiz ve bulanık yığının da kişiliksizlik bakımından devlet erkânından pek farklı olmadığını düşünüyorum. Daha bir yıl öncesine kadar, mahallelerinde hangi sağ ya da sol fraksiyon hakimse ona yalakalık edenler birdenbire 12 Eylül paşalarının düzenlediği mitinglerin müdavimleri olmuş ve meydanlarda “as, as, as” diye bağıran kalabalıkları oluşturmuşlardı.
Hiç kuşkumuz olmasın, etekleri yerleri süpüren devlet erkânından aktif hayatta kalan bazıları ve “as as” diye meydanları dolduranlardan bir kısmı bugün yine devletin yanındadır, iktidara ve hükümete yalakalık yapmaktadır, hatta bazıları 12 Eylül yargılamasında müdahil olmak için sıraya girmişlerdir.

Örneğin şu CHP ve MHP’ye ne oluyor? Evet doğru, CHP’nin ve MHP’nin üst yöneticileri bir süre “Dil Okulu” denen yerde konuk edildiler ama 12 Eylül işkencehaneleriyle, Mamak, Diyarbakır cezaevleriyle karşılaştırıldığında, bu yöneticilerin kaldığı yerler otelden farksızdı. Bazı CHP’li ve MHP’li militanların poliste ve askeri cezaevlerinde zulüm gördükleri doğrudur ama işkence ve zulme uğrayan sol örgütlerin mensuplarıyla kıyaslandığında bunların oranı çok çok azdır.

12 Eylül’de yalnız MHP ve CHP mi kapatılmıştır? Sayısız kitle örgütü, sol örgüt, sendika da kapatılmış, üstelik kapatılmakla da kalmamış, bu örgütlerin üyeleri, sırf bu örgütlere üye oldukları için işkenceden geçirilmişlerdir. Kürtler, 12 Eylül’de iki misli zulme uğramışlardır. Diyarbakır Cezaevlerinde yapılanlar, Hitler ya da Stalin’in kamplarında ya da Vietnam’daki “kaplan kafeslerinde” yapılanları bile gölgede bırakmıştır.

Sonuçta 12 Eylül’ün esas mağdurları solcular ve Kürtlerdir. Ama bugün görüyoruz ki, meğer bu darbeyi ufak sıyrıklarla atlatanlarmış esas mağdur.

Hele hele AKP’nin ve hükümetin müdahilliği iyice komiktir. Erbakancılar biz de mağduruz deseler, CHP ve MHP kadar mağdur olduklarını kabul etmek mümkündür ama AKP için bu bile mümkün değildir, çünkü AKP kadroları esasen 12 Eylül yetiştirmesidir. Bu kadrolar, 12 Eylül paşalarıyla işbirliği yaparak iktidara gelen Turgut Özal’ın kurduğu ANAP fideliğinde yetişmişlerdir. AKP’nin en büyük dayanağı ve oy deposu olan Fetullah cemaati 12 Eylül paşalarını bütün gücüyle desteklemiştir. 12 Eylül paşaları da onların bu desteğini karşılıksız bırakmamıştır. Dini sosyal uyanışa karşı dalgakıran olarak kullanmayı hedefleyen devlet aklının pratiğe uygulanmasıyla okullarda din dersini zorunlu kılan, kuran kurslarına kapıları açan, Alevi köylerine cami yaptırma kampanyaları düzenleyen 12 Eylül rejimidir.

Bugünkü AKP-Devlet, 12 Eylül’ün mirası üzerinde yükselmektedir.

Öte yandan, 12 Eylül’ün gerçek mağdurları bugün de aynı devletin baskısı altındadırlar. 12 Eylül’de en büyük zararı görmüş, örneğin Dev-yol’cular değil de, 12 Eylül’ün mirası üzerine oturmuş AKP mağdur, öyle mi?
Eskiden gezgin mahalle sirkleri olurdu. Çadırın kapısındaki çığırtkan bağırırdı: “Evet, içerde üç başlı canavar var, konuşan ayı var, girin, görün.” Meraklılar para ödeyip girerlerdi, eğer çadırın öbür tarafından çıkanların yüzlerindeki hayal kırıklığını görselerdi paralarını boşuna harcamayacaklardı elbette.

12 Eylül’ü yargılama adına elden ayaktan düşmüş iki ihtiyarı yargılama kötü komedisini sahneye koyanların, o çadırın kapısındaki çığırtkanlardan ne farkı var?

Gün Zileli
4 Nisan 2012
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

86 Comments

  1. MHP’nin davaya müdahil olması yüzsüzlüğün bir örneği.Başbuğları “fikirlerimiz iktidarda, kendimiz hapisteyiz” derken aslında cuntacılara destek veriyordu.Yine “öpmeye kalktığımız elden tokat yedik” serzenişi de aslında faşist cephedeki ikiz kardeşlerin ufak çaplı bir hırlaşmasından farklı değildi..

  2. gün bey,

    bir iki kelam etme ihtiyacı duydum: “gerçek mağdurlar” gibi bir ibare kullanmışsınız. bence burada daha net bir deyiş gerekmekte. müftüoğlu’nun dediği gibi sol ve kürtler, 12 eylül’ün mağduru değil muhatabıdır. böyle ifade edildiğinde ayrımın nerede olduğu çok daha belirgin oluyor diye düşünüyorum.

  3. Eh bu daha iyi elbette. ama genelde terörden zarar görenler için kullanılan bir deyimdir. ingilizcede ‘victim” (kurban) denir.

  4. Siz solculara da yargılama beğerndiremiyoruz kardeşim! Referandumda “evet” demeyenler, şimdiki 12 eylül yargılamasını beğenmiyor. İstedikleri gibi bir 12 eylül yargılaması olacak olsa “hayır”ın veya “boykot”un vicdanî ağırlığı mı ağır geliyor acaba?
    Elbette 12 eylül yargılaması iki ihtiyarla sınırlı kalmamalı. Ama o iki kişiyle sınırlı kalacağını nerden biliyorsunuz? bunun genişlemeyeceğini ve birçok başka sorumluyu, işkenceciyi, bürokratı kapsamayacağını falda mı gördünüz?
    Biraz bırakın da bir yol alınsın. Eleştirel olun ama, şimdiden küçümseyici ifadelerden kaçının derim ben.

  5. Çoğu yazıldı, çizildi, filmlere konu oldu…olsun, tekrar hatırlama da…hatırlatmak ta fayda var:

    12 EYLÜL”DE KULLANILAN İŞKENCE YÖNTEMLERİ :

    PENİSE ELEKTRİK VERME: Arkadaşlarını ele vermeyen zorlu sanıklara uygulanır, çoğu erkekliğini kaybederdi. İşkence sırasında fazla voltajdan ölen olursa intihar süsü verilirdi. Batı patentli olduğu söylenir.

    FALAKA: Yaygın ve sürekli uygulandı. Ayak tabanı, ellerin içi gibi vücudun kaslı bölümlerine kalas, cop, zincir, saz sapı, pik demir vb. vurularak gerçekleştirilirdi. Bu yöntem, ayak tabanlarını ve el ayalarını patlatır, kaba yerleri ezer, morartır, tırnakları sökerdi. El ayak gibi herhangi bir yeri kırar, sakat bırakırdı.

    KÖPEK SALDIRTMA: Tutuklu çırılçıplak soyulur, kurt köpeği üzerine saldırtılırdı. Köpeğin ilk kaptığı yer bacak arası olurdu.

    ZİNCİR: 20-25 metre uzunluğundaki zincirin uçları iki tutuklunun boynuna bağlanır, tutuklular sırt sırta verdirilerek ters yönde hızla itilir. Tutuklu tek ayağından zincire bağlanır, bu zincir yüksek bir yere asılır, tutuklu bayılıncaya kadar askıda kalırdı.

    GERME: Tutuklunun bir bacağı merdiven kenarlığına bağlanır, diğer bacağı da açık bırakılan koğuşun gözetleme deliğine bağlanıp kapı kapatılır, tutuklunun bacakları koğuş kapısının eni kadar gerilir ve öyle kalırdı. Koşuşturulur, zincir tam gerilince, her iki tutuklu da sırtüstü yere düşerdi.

    AYAKTAN ASMA/TEPE: 50-60 kişi havalandırmaya alınırdı. Gardiyan “tepe ol” komutu verince tüm tutuklular üst üste bindikten sonra, bir tutuklu da üst üste yatan tutukluların üstüne çıkar, istiklal Marşı”nın on kıtası okutulurdu.

    KULE: Havalandırmaya çıkan tutuklular altı kişilik daire oluştururlardı. Bunların üzerine 3-4 kat olacak biçiminde tutuklular çıkarıldıktan sonra, gardiyanın “yıkıl” komutuyla kule oluşturan tutuklular kendini yere bırakır ve böylece tutukluların değişik yerlerinde kırılma, incinme ve çıkık olurdu.

    RANZA ALTI: Gardiyanlar ellerinde kalaslarla koğuşa girip, “ranza altı ol” komutunu verince, koğuşta bulunan tutukluların hepsi ranzaların altına girerdi. Herhangi bir yerlerinin açıkta kalmaması gerekiyordu. Ranzaların altına tüm tutuklular sığmadığı için kiminin eli, kiminin kolu dışarıda kaldığından, gardiyanlar ellerindeki kalaslarla tutukluların dışarıda kalan kısımlarına vurmaya başlardı.

    KANTAR: Tutuklular havalandırmada çırılçıplak soyundurulup tek sıra halinde dizilirler, sıranın ön tarafında duran tutuklu sırt üstü yatırılırdı. İkinci tutuklu, yatan tutuklunun testis ve erkeklik organlarından tutarak yukarı kaldırır, tutuklunun kaç kilo geldiğini söylemesi istenirdi. Tüm tutuklular birbirini tartana kadar bu işlem devam ederdi.

    KERVAN: Havalandırmada, tutuklular tek sıra dizilir, her tutuklu önündeki tutuklunun sırtına bindirilir, bacakları, altındaki tutuklunun boynundan aşağıya sarkıtılır ve kulaklarından tutması istenirdi. Gardiyanın komutuyla tutuklular yürümeye başlar ve bu işlem tutuklular ayakta duramayacak duruma gelene kadar sürerdi.

    SEHPA: Tutuklu gece koğuştan alınıp, koğuş koridorunda gardiyan ve subaylardan mizansen olarak oluşturulan bir mahkemede sorgulanırdı. Mahkeme, tutukluyu idam cezasına çarptırır, ikinci katın merdiven kenarlığına bir ip geçirilip, ipin ucuna tutuklunun boyun kemiğini kırmayacak düzeyde kalın bezden bir ilmik takılır, tutuklunun boynu bu ilmiğe geçirilir ve temsili infaz gerçekleştirilirdi. Tutuklu tam boğulacağı sırada ip açılırdı.

    COP SOKMA: Gardiyanlar copu zeytinyağına batırır ve yağlı copu tutuklunun makatına zorla sokardı. Sonra bu copu kendisine ya da bir başka tutukluya yalatırlardı.

    ÇEK-ÇEK: Tutuklu çırılçıplak soyundurulur ve erkeklik organına bir ip takılırdı. Gardiyan ipin diğer ucunu alıp hızla koşar, tutuklu da zorunlu olarak gardiyanın peşinden koşar.

    LAĞIM SUYUNA SOKMA: Tecrit bölümünün alt katındaki bazı tuvaletlerin delikleri tıkanır. Hücrelerin pisliği ve lağım suları burada biriktirilir, diz boyu kadar oluşturulan pisliğin içine tutuklu atılır ve pislik yedirilirdi.

    KiTAP OKUMA: Koğuşta bir tutuklunun eline kitap verilir, tutukluya avazı çıktığı kadar yüksek sesle tek tek sözcükler okutulurken, diğer tutuklular bu sözcükleri tekrarlarlardı. Sabahtan akşama kadar yapılan bu işlem sırasında, tutuklular ayakta durmak zorundaydı.

    MARŞ SÖYLETME: Cezaevinde bulunan herkes 50”yi aşkın marşı ezberlemek zorundaydı. Bu marşlar tutukluların ses telleri tahriş oluncaya kadar söyletilirdi.

    ÖL DEDİĞİMDE: Tutuklu havalandırmanın orta yerine çıkarılır, hazır ol durumuna geçirilirdi. Gardiyanın “öl” komutuyla tutuklu kaskatı, eklemlerini kırmadan yere düşürülürdü. Bu işlem gardiyanın keyfine göre tekrarlanırdı.

    SİGARA İÇİRME: Bunun çok çeşitli yöntemleri vardı. En çok uygulananları şunlardı: Koğuşta kalan tutukluların eline beş adet sigara verilir, sigaraların tümü yakılarak devamlı ağzında tutulurdu. Gardiyanın “çek-bırak” komutuyla sigaralar bitinceye kadar içirilir, sigaralar-filtreleri dahil- tutuklulara yedirilirdi. Bu sırada koğuş pencereleri kapatılır, havasızlık ve dumanla boğulma ortamı yaratılırdı.

    BANYO: Tutuklular çırılçıplak soyundurulur ve tek sıra halinde banyoya götürülürdü. Banyoda sabun kullanılmazdı. Hortumla tazyikli su tutukluların üzerine fışkırtılırdı. Daha sonra tutuklular koridora çıkarılır, “Yat-sürün” komutuyla tutuklular yerlerde süründürülerek koğuşlarına götürülürdü.

    SAYIM DÜZENİ: Tutuklular günde en az beş kez sayılırdı. Her sayımdan önce, tutuklular sayım düzenine geçer, sayım talimi yaptırılır, yüksek sesle tekmil verilir, rahat-hazır ol ile, çöker kalkarlardı.

    GECE NÖBETİ: Geceleri her koğuşta mevcuda göre 2-7 kişiye kadar tutukluya sırayla nöbet tutturulurdu. Nöbet sırasında devriye gezen gardiyanlar, koğuşun mazgal deliğini açar, nöbetçi tutuklunun mazgaldan dışarı elini uzatmasını ister, tutuklunun ellerine cop veya kalasla istediği kadar vururdu.

    LOKOMOTİF: Tutuklular havalandırmaya çıkarılır, İki kişi çırılçıplak soyundurulur, bunlardan birisi domalıp iki eliyle diz kapaklarını tutar, diğeri de arkadan bunu kucaklardı. Gardiyanın “uygun adım marş” demesiyle her iki tutuklu havalandırmada dolaşırlar, diğer tutuklular zorunlu olarak bunları izlerdi.

    PİSLİK YEDİRME: Her havalandırmanın ortasında bir lağım çukuru vardı. Lağım suları ve insan pislikleri burada toplanırdı. Tutuklulara bu çukurdan avuç avuç pislik alıp yemeleri istenirdi.

    İŞEME: Havalandırmada bir tutuklunun yere yatması istenir, diğer tutuklulara, yerde yatan tutuklunun yüzüne işemesi istenirdi..

    TECAVÜZ: Ayrıca iki tutuklu çırılçıplak soyundurularak birbirlerine tecavüz etmeleri istenirdi.

    HASTANE: Hastanede de cezaevindeki kurallar geçerliydi. Hasta, tuvalete götürülmez, yatakta da hazır ol vaziyetinde yatardı.

    VEREM: Veremlilerle, sağlam tutuklular birbirinden tecrit edilmez, aynı kapta yemek zorunda bırakılırdı. Aynı battaniyenin altında yatırılırlardı. Veremlilerin balgamları tahlil yapılacak bahanesiyle toplanır, karavanadaki yemeklere karıştırılır ve bu yemekler tüm tutuklulara yedirilirdi.

    AYAKTA BEKLETME: Bu yöntem cezaevinde her gün geçerliydi. Sabah saat 05”den akşam 17-19”a kadar tutukluların oturması yasaktı.

    KONUŞMA YASAĞI: Koğuş içindeki iki kişinin birbiriyle konuşması, tutuklunun gülmesi ve düşünür gibi görünmesi yasaktı. Böyle bir suçu işleyen tutuklulara yukarıdaki işkence yöntemleri uygulanırdı.

    GECE BASKINI: Nöbetçi subay ve gardiyanlar, gece geç saatte tutukluların koğuşuna girerek, uyku sırasında tutuklulara cop veya kalaslarla dayak atarlardı.

    AVUKAT-ZİYARET DAYAĞI: Avukat görüşmesine ve diğer görüşmelere gidip gelirken tutuklulara dayak atılırdı. Görüşlerde hiçbir şey konuşulmaması tembih edilirdi. Tutuklular avukatlarıyla savunma konusunda görüş alışverişinde bulunamazlardı.

    MAHKEME DAYAĞI: Tutuklular mahkemeye götürülürken cenaze arabasına bindirilirlerdi. Elleri arkadan kelepçeli olurdu. Cenaze arabasına binerken ve çıkarken gardiyanlar tarafından dövülürler ….

  6. AKP, bu dava yoluyla daha şimdiden sol-liberallerin gazını almış vaziyettedir. Bir süredir AB ülkelerinde AKP-Cemaat iktidar bloğuna karşı çeşitli nedenlerle (basın özgürlüğü, KCK tutuklamaları, Dink davasındaki hukuk rezaleti, Sivas davasındaki zaman aşımı vs) güvensizlik oluşmuştu. Kanımca bu davadaki asıl amaç, asıl AB ülkelerinin gazını almak ve AKP-C iktidarının meşruiyetini AB ülkeleri nezdinde yeniden tesis etmektir. Nitekim, AB ülkeleri Türkiye’deki somut durum ile ilgili bilgi ve görüşlerini çoğunlukla sol-liberal entelektüellerin yazı, konferans, panel, sunum vb. etkinlikleri yoluyla almaktadır. Bu davayı, Batı nezdinde, AKP’nin kendi ömrünü uzatmak için bir çırpınışı veya gelecekteki yeni antidemokratik uygulamaları için hazırlanmış olduğu bir “havuç” olarak görebiliriz.

  7. Hitler’in 50. Sene-i Devriyesi ve 12 Eylül – Foti Benlisoy

    04 Nisan 2012

    Sabah gazetesi, ‘CHP’yi tarihiyle yüzleştirdi’ gibi isabetli bir başlıkla vermiş haberi. Aslında tüm gazetelerde yer aldı. Başbakan Erdoğan, AKP meclis grup toplantısında kendisini faşizan uygulamarı nedeniyle Hitler ya da Nazi benzetmelerinde bulunan Kemal Kılıçdaroğlu’na cevap vermiş. Verirken de son dönemlerde pek sevdiği bir tarzın izinden giderek tarihi vesikaları ‘konuşturmuş’. Adolf Hitler’in ’50. sene-i devriyesi’, yani doğumgünü münasebetiyle düzenlenen törenlere bakan, milletvekili ve komutanlardan oluşan büyük bir heyetin katılımına dair 11 Nisan 1939 tarihli bir hükümet kararnamesi bunlardan biriymiş. Erdoğan ayrıca dönemin Cumhuriyet gazetesinin 1932 ve 1941 tarihli iki nüshasının, üzerinde “Milli Şefimiz ile Führer arasında samimi tebrikler” ile “Kemalist Türkiye’den Faşist İtalya’ya selam” başlıklarının yer aldığı birinci sayfalarını da göstermiş.

    Hızını alamayan Erdoğan “Nasıl? İşte CHP, budur. CHP Genel Başkanı eğer Hitler sevdalısı arıyorsa o gurur duyacağı CHP tarihine baksın, orada bulur” diyerek taşı gediğine koymuş.

    Erdoğan bunu yapmayı alışkanlık haline getirdi gerçekten. Kendi iktidarına yönelik eleştirilerin etrafından dolanmak için ‘tarihle yüzleşmeyi’ seçiyor. Kendisine otoriter pratikleri nedeniyle ‘faşist’ mi denmiş, ‘şak’ diye asıl CHP’nin faşist olduğunu, Hitler’e, Mussolini’ye derin bir muhabbet beslediğini ‘belgeleriyle’ ifşa ediveriyor. Başka bir zamanda CHP’nin faşizme meyyal olduğunu ima etmek dahi radikal bir çıkış olacakken, Kemalizmin otoriter köken ve uygulamalarına dair bir tarihsel tartışmayı gündeme getirecekken, bugün, hem de bir başbakanın ağzından böylesi sözler duymanın siyaseten hiçbir ‘sorgulayıcı’ tarafı yok. Yok; çünkü ‘tarihle hesaplaşmanın’ ya da ‘yüzleşmenin’ nötr, siyasal ihtilaflardan, politik-sosyal güç dengelerinden bağımsız bir objektif manası yok. Tarihi vesikaları açıklama tek başına tarihle özgürleştirici bir yüzleşme anlamını taşımayabiliyor. Tam tersine, Hitler-CHP örneğinde olduğu üzere, geçmiş barbarlıkların bugünkü barbarlıkların üzerini örtmek için kullanılması sonucuna varıyor. Yani AKP’yi otoriter pratikleri dolayısıyla eleştirmenin önünü kesen bir araç halini alabiliyor. Bu tarz bir ‘geçmişle yüzleşme’ bugünün tahakküm ilişkilerini haklılaştıran, geçmişin karanlığını vurgulayarak bugünü ululayan bir söylemsel strateji halini almış durumda.

    12 Eylül’e ilişkin yaşanan süreç de benzer bir boyut taşımıyor mu? Onca insanın ahını almış Evren ve Şahinkaya’nın yargılanması elbette hayırlı bir gelişme. Ancak açıkçası 12 Eylül’le hâkim ‘yüzleşme’ biçimi, yani tartışmanın bir sivil siyasetle cenah-ı askeriye arasındaki ihtilafa indirgenmesi, onu neoliberal konsensüsü sorgulayan değil, besleyen bir şekle büründürüyor. 12 Eylül ile mesela Esenyurt’ta 11 işçinin öldüğü ve ‘iş kazası’ denen cinayetler arasında, 24 Ocak kararlarından gelen tarihsel bağa dokunan bir ‘hesaplaşma’ elbette gündeme gelmiyor. 12 Eylül ve Diyarbakır Cezaevi hakkında edilen tonla laf, çoğu zaman aslında darbelerle hesaplaşan mevcut iktidarın Kürt meselesinde ‘ceberrut devlet’ zihniyetinden bambaşka bir yerde durduğunun bir delili olarak ortaya konuyor. Diyarbakır Cezaevi, yani Kürtlerinin ezilmişliğinin hafızası, muktedirlerin elinde Kürtlerin bugün de eziliyor olmaya devam etmeleri gerçeğini gizleyen bir iktidar söylemi halini alıyor. Darbenin yarattığı toplumsal tahribat, son referandum sırasında ayan beyan ortaya çıktığı üzere, mevcut hükümetin siyasal konumunu pekiştirmeye dönük bir araç halini alabiliyor. Böylece darbelerle hesaplaşma adı altında Türkiye’de demokrasinin ulaşmış olduğu ‘seviye’ tescil edilmiş oluyor. 12 Eylül ürünü anayasanın temel yönelimlerini (güçlü yürütme ve neoliberalizm) muhafaza etmekle kalmayıp pekiştireceği aşikâr bir yeni anayasa tartışması, işte tam da bu ‘darbeci geçmişle yüzleşiyoruz’ nidaları altında, sivilleşme-demokratikleşme olarak sunulabiliyor. Kısacası, geçmişin acıları istisnaileştirilerek, tarihe havale edilerek, bugün de geçerli olan sömürü ve tahakküm ilişkilerinden azade kılınarak tekerrürü mümkün olmayan ‘benzersiz’ hadiseler haline getirilmiş oluyor. Böylece bu ‘yüzleşme’, hesaplaşılmak istenen tarihin bugün de devam ettiğini gözlerden gizlemek anlamını taşıyor. Dün açıklanan KCK iddianamesinde Ragıp Zarakolu’nun 12 Eylül 1980 darbesinin ardından cezaevinde kalırken tuttuğu notların da delil sayılması, tarihle hesaplaşıyoruz diye rehavete sürüklenmekten ziyade, tarih kadar onunla mevcut hesaplaşma biçimiyle de hesaplaşmamız gereğini hatırlatıyor. Yüzleşmemiz gereken tarihin ne yazık ki bugün de hâlâ ‘bizimle’, yani tepemizde olduğunu bir an bile unutmaya hakkımız yok.

    ( http://www.sdyeniyol.org )

  8. halk denilen şekilsiz ve bulanık yığın’ cümlesiyle halkı küçümseyip aşağılamak hatası dışında olumlu sayılabilecek yazı olmuş.özellikle devletin ve sistemin kendini yargılatmayıp temize çıkarmak için zülüm ve vahşetinin sorumluluğunu kulandığı aktörlerin kişiliğinde yargılamış gösterip gayrımeşruluğunu gizleme çabasını açık edip yapılanların ve 12 eylülün devlet-sistem-sermaye egemenlerinin kurumsal projesi olup halen anayasa ile kurumlaşıp amacına ulaştığını ima etmesi zileliden beklenen yazı olmuştur.kuşkusuz 12 eylülün mağduru değil muhatabı devrimciler ve kürtlerdir cümlesi çok daha yerinde ve anlamlıdır asıl soru bu muhatapların devrici solcularla kürtlerin muhatapları 12 eylül devlet-iktidar-sermaye hegemonyasına karşı ne yaptıkları sorusuna verebileceğimiz samimi cevaplar nedir?12 eylül sabahından itibaren 12 eylül cunta ve faşizmine karşı direnip savaşan yıllarca kentlerde tutunamayıp karadeniz dağlarında savaşan devrimci solcuları biliyoruz kürtlerin 12 eylül faşizmini ve genel olarak devlet-iktidar-resmi ideolojiyi nasıl muhatap aldığını ve nasıl direnerek muhataplarına ağır bedellere rağmen kimliğini kabül ettirdiğini şimdilerde daha iyi anladıkda milli duygularından kurtulamayıp zihnindeki karakola esir düşmüş devletçi geleneksel sol zevatın o zamanda şimdide yaptıkları pek farklı gözükmedi bana hala sistemin sandalyesinden efendilerine efelendiğini zanneden cümleleri okuyunca üzülüyoruz.olumlu yazısına rağmen zileliye bir hatırlatma yapma ihtiyaci hissettim umarım anlayışla karşılar şekilsiz ve bulanık kişiliksiz yığınlar dediğiniz halkın toplumsal devrimleri yapanlar olduğunu unutup onlardan öğrenmemiz gereken çok şey olduğunu bilmeyip kendimizi onun öncüsü saymanın sayısız yenilgi sonuçlarını hatırlarsak bu cümleleri kurarken daha dikkatli davranırdık

  9. 12 Eylül üzerinden bile Stalin’e saldırmak !
    Bu ancak düşünsel bataklığın göstergesi olabilir.

    AKP ,12 Eylül’ün ürünü.Tamam.
    Ama ya yatıp kalkıp sosyalizme ve devrimciliğe saldıran Zileli gibiler de 12 Eylül ürünü değil mi?

    Zileli Küfür Yazıları yazmaktan başka bir şey yapmıyor.

  10. hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.

  11. Öylesine birisi’nin yorumu hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.

  12. Elimizde ”olması gerektiğine dair” makul ve ortalama iyi bir değerler skalası mevcut olmalı. Örneğin ”hukuki süreçlere”, örneğin ”ifade özgürlüğü”ne, örneğin ”demokratik hak ve özgürlüklere” dair… Daha iyisi ve radikalini de düşünsek, daha haklısının olabileceğine de inansak; o ortalama değerin de ”hakkını teslim eden, yaşanılabilirliğini” ortaya koyan bir anlayış. Bugünün koşullarında bakıldığında, örneğin Batı’nın sosyal devletlerinin demokrasi, hukuk ve özgürlük standartları ”eleştirilerimiz ve idealarımız saklı kalmak kaydıyla” refere edilebilir ve bu temelde buna benzer davaların seyrine dair fikirler ortaya koyabiliriz. Bunu yaparken;
    1. Ülkedeki mevcut yaklaşımlar, dinamikler ve gelişmelere
    2. Davanın ”ortalama değerlerle” olan ilişkisine bakarız.

    Böyle bakıldığında bu dava süreci daha en başından ”yanlış açılmış” bir davadır. Gerek davanın ”dili ve sol kesime yaklaşımı” gerekse temeli ciddi sıkıntılarla ma’luldür. Defalarca tekrar edildi: Bu dava, ”insanlığa karşı suç” temelinde ele alınmalıydı.

    Bundan sonra süreci izleyeceğiz. 12 Eylül’ün öncesi ve sonrası hak ihlallerinde mahkemenin alacağı tavır, dolaylı da olsa iktidarın gideceği sınırı ta’yin edecek. Ergenekon ve Dink davalarından gördüğümüz kadarıyla süreç muhtemelen oldukça ağır aksak, bürokratik dirençler ve siyasal manipülasyonlarla ilerleyecek gibi.

  13. Roni MARGULIES
    Evren’in son zaferi

    Türk solu, tarihiyle, gelenekleriyle, yaptıkları ve yazdıklarıyla özel ilgi alanlarımdan birini oluşturuyor.

    Çok acıklı bir durumda olduğum düşünülebilir.

    Kimsenin umurunda olmayan, siyasî gelişmelere en ufak bir katkıda bulunmayan, ülkede olup bitenleri etkilemekten tümüyle aciz bir “sol” benim özel ilgi alanımsa, bende bir gariplik olsa gerek, değil mi?

    Bence değil!

    Türk solu bu haliyle var olmaya devam ettikçe, Türkiye’de bir sol olmayacak. Bu nedenle ilgileniyorum. Bu hali ilgimi çektiği için değil, bu haliyle devam etmemesini amaç edindiğim için.

    “Bu hali” derken, hangi halden söz ettiğim geçtiğimiz günlerde en belirgin haliyle sergilendi.

    Kenan Evren, 1980’de cezaevlerinde, işkencehanelerde, idam sehpalarında imha etmeye çalışıp edemediği Türk solunu bu kez bir mahkeme salonunda, üstelik o salonda bizzat bulunmadan, bir hastane yatağında yatarken, imha etti.

    Geçen gün bu sayfalarda Yıldıray Oğur, Evren’in mahkemesinde gördüğü bazı “sol” isimlerin, 12 Eylül Anayasa değişikliği referandumundan önce söylediklerini belgelemiş. Hatırlatayım:

    “… AKP’nin bu meseleyi bir demokratikleşme ve 12 Eylül’le, darbecilikle hesaplaşma gibi yutturmaya çalışmasının, nasıl olup da sol adına savunulabildiğidir. Sanırım ileride insanlar böyle bir budalalığın nasıl yapılabildiğini izah etmekte çok zorlanacaklardır.” (Oğuzhan Müftüoğlu – ÖDP)

    “… 12 Eylül Anayasası ile hesaplaşma olarak pazarlanmaya çalışılması, daha önce de benzer örneklerini gördüğümüz, halkı aptal yerine koyan, aldatmaya ve kandırmaya dayalı AKP tarzı politik bir hamledir.” (Türkiye “Komünist” Partisi)

    “Pakette Geçici 15. Madde’nin olması benim oyumun renginin belli olması anlamına gelmemeli. O kadar basit değil. Toplumun çeşitli kırılmaları var. Bu kırılmaları Anayasa’nın 15. maddesini kaldırıyoruz dediğimizde çözebiliyor muyuz?” (Nimet Tanrıkulu – 78’liler Vakfı)

    Referandumda “Hayır” oyu çıkması için, yani Evren’in yargılanmasını engelleyen Geçici 15. Madde’nin kalkmaması için var güçleriyle çabalayan, sonra da hiç utanmadan mahkemede boy gösteren, hatta bazıları davaya müdahil olan bu kişi ve örgütler hakkında Yıldıray, “Fikirlerini değiştirmeleri iyi bir şey, ama keşke bunu özür dileyerek, kendileriyle hesaplaşarak yapsalardı” demiş.

    Yıldıray saf ve temiz bir çocuktur. Ben ise sözkonusu örgütlerin özür dilemesi, kendileriyle hesaplaşması önerisi karşısında gülümsemeden edemedim.

    Özür dilemek de neymiş, tümüyle haklı buluyorlar hâlâ kendilerini!

    “Hepimiz davacıyız, Evren Yetmez” kampanyası çerçevesinde geçtiğimiz haftalarda bir dizi toplantı, forum, panel düzenledik. İzmit’teki toplantıda bir “solcu” kalktı, önce referandumda “Hayır” oyu kullandığını belirtti. Sonra özür mü diledi? Hayır. Şöyle dedi:

    “Darbe, darbe deyip duruyorsunuz. Şu anda durum darbe koşullarından on kat daha kötü. Biber gazı yiyip duruyoruz, arkadaşlarımız hapiste, herkes tutuklanıyor. Darbe günlerinden ne farkı var? Çok daha kötü! Siz ikide bir darbeden, Evren’den söz ederek AKP’nin işini yapıyorsunuz, AKP’ye hizmet ediyorsunuz!”

    Sizi temin ederim, bu sözleri eden adamın kafasında huni yoktu, görünüşe bakılırsa aklî dengesi yerinde gibiydi.

    Aynı toplantıda bir başka “solcu”, herhalde birincisinden gaza gelmiş olmalı, “Ayrıca,” dedi, “bugün olanların hepsi sizin gibi ‘Yetmez ama Evet’çilerin kabahati. Doğrudan sorumlusunuz.”

    Solun büyükçe bir kesiminin bu garipliğini çoğu yorumcu, Yıldıray gibi, “anti-AKP’lilikten malul zihnî sefalet” ile açıklar.

    Doğru. Ama eksik.

    Sosyalist olarak ben AKP’ye ve politikalarına egemen sınıfın çıkarlarını temsil ettiği için karşıyım. Kenan Evren’i, Veli Küçük’ü, Çetin Doğan’ı yargılamasına ise hiç itirazım yok.

    ÖDP, TKP ve benzerleri ise AKP’ye İslamî kökenli ve dindar olduğu için ve dindarlığın gericilik olduğuna inandıkları için karşı. Yani sınıfsal nedenlerle değil, Kemalizm’in “dindar, geri”/ “çağdaş, ileri” saçmalığına inandıkları için.

    Ve generallerin, ne kadar kötü de olsalar, son tahlilde AKP’ye kıyasla çağdaş ve ileri olduğuna inandıkları için.

    Yani hayallerinde “sosyalist Türkiye” değil, “muasır medeniyet seviyesine ulaşmış Türkiye” olduğu için.

    Yani dünya görüşleri Marx’tan değil, Mustafa Kemal’den kaynaklandığı için.

  14. DSİP’lilerin Türkiye solu hakkında yaptıkları hakaret, iftira ve zorlama yorumlar, “Ağanın uşağı ağadan zalim olurmuş.” önermesini her gün doğrulamaya devam ediyor…

  15. ‘Yetmez ama evet’çiler haklıymış – Kadir Cangızbay

    07 Nisan 2012

    “Doktrinimiz, eylemimizdir”. Bu söz Mussolini’nin. Adam diyor ki, yapıp ettiklerimizi fikir bazında temellendirmekti, ahlaken meşrûlaştırmaktı, yok öyle şey bizde; gücün yetiyorsa, sen de koy eylemini, devir bizi; yok, gücün yetmedi, o zaman da kıstırırsın kuyruğunu, kesersin sesini…

    Adamın ruh kardeşi ise bizde: “İşte” diyor, “tıpış tıpış geldiler” veya “tükürdüklerini yaladılar”; BDP’lilerle CHP’liler için. Marifet sayıyor, 9 milletvekilini zindanda tutup, üstelik birinin de milletvekilliğini resmen çalmayı.

    Kendisi için önemli olan, neyi dayattığı değil, bizatihi dayatmak; ama, faşist diktatörlüğün kuralı da tam tamına bu. Zaten kendisi dememiş miydi ‘öfke de bir hitabet sanatıdır’ diye: Ne söylersen söyle, haklı haksız, doğru yanlış, mantıkî ya da saçma; yeter ki öfkeyle söyle; karşındaki ürksün yılsın; göçle, işsizlikle, açlıkla çaresizleştirilmiş kitleler de bir keramet var sansın söylediklerinde, “o kadar öfkeyle söylediğine göre mutlaka haklıdır” deyip de. Karizma dedikleri şey de zaten tam tamına ‘atfedilmiş keramet’tir, şeyh uçmaz müritleri uçurur misali.

    Erdoğan’ın dayatmaları deyince, ilk aklıma gelen hep ÖSYM başkanı oluyor. Adamın yaptığı her sınav, bir skandal; ama inatla yerinde tutuluyor. Başta akıl ve izan, her türlü insanî değere meydan okurcasına, daha doğrusu meydan okumak üzere; Caligula’nın en sevdiği atını konsül ilân edip bütün senatörleri karşısında selama durdurtması misali. Ayrıca, Erdoğan’ın Ali Demir’i, değil çok sevmek pek tanıdığını bile sanmıyorum: Maksat, ‘saçma’yı bile insanlara dayatma gücüne sahip olduğunu göstererek herkesi yıldırıp sindirmek. Bu arada daha önce ÖSYM başkanı olan onurlu adamın istifasına yol açan toplu kopya/sızdırma olayından hiçbir haber yok: MİT, yeni patronunun elinde gerçekten ‘iyi’ çalışıyor; biliyorsunuz adam Amerika falan da görmüş.

    “Ananı da al git” de, aslında metodik dayatmanın bir parçası. Jargon, ‘bitirim’ jargonu; ancak arkanda yüzlerce koruma, etrafında binlerce polis, elinde ise devletin bütün gücü varken basit bir vatandaşın üzerine gidip hakaret etmek, bitirimin en bitmişinin bile raconuna uymaz. Ama zaten dedik ya, Erdoğan’ın karizması da ‘en olmaz’ı yapmasına dayanıyor, hiçbir şey olmamışmış gibi: Uludere’de katliam yapıyor kendi kuvvetleri, o Esad’ı gayri meşrû ilân ediyor katliamcı diye; “benim polisim kadın çocuk dinlemez” talimatı üzerine bir haftada 8 çocuk öldürülüyor, ama olsun, o Şimon Peres’e hâlâ “siz insan öldürmeyi iyi bilirsiniz” diyebiliyor.

    Kenan Evren ile Şahinkaya’yı yargılatması da, Habur’un genişletilmiş versiyonu: İnsanların acılarını, hasretlerini, uktelerini sömürmeye yönelik çadır mahkemeleri. Mer’î hukuku çiğneyen sözde atıfetler (favör, kıyakçılık) üzerinden ‘istisna durumu’na karar verme yetkisini kendi tekeline alma manevraları bunlar; daha sonra sahneye konulacak her türlü melaneti peşinen meşrûlaştırmak üzere: “Liderimin talimatıyla geldim” diyen gerillayı ‘etkin pişman’ diye salıp daha sonra örgüt propagandasından içeri atan, aynı hakimler.

    ‘Darbecilerden hesap soruyorum’ ayakları, gerçekten utanç verici; ayrıca, çok büyük nankörlük: %10 barajı sayesinde, seçmenin sadece %26’sının oyuyla Meclis’in %65’ini kapatıp devleti en yukarılarından itibaren ele geçirme fırsatını bulduysa; göletinde, madeninde, tersanesinde veya imalathanesinde her gün aşağı yukarı yarım düzine taşeron işçisi ölürken kendi pek kıymetli evlatları gemicik sahibi olabiliyor, ‘Rabıta/CIA‘ şebekesi çerçevesinde zorunlu din derslerini zındık/ateist/zerdüştî avına dönüştürüp ‘ucube’lerden temizlediği topraklarımızı emperyalistlere peşkeş çekebiliyorsa, bütün bunları görünüşü askerî, özü ise Özalî 12 Eylül rejiminin dayattığı düzenlemelere borçlu.

    Ama yine de Allah’tan ümit kesmemek lazım: ‘Yetmez ama, evet’çileri bile yaratabildiyse, Türkiye’yi de pekâlâ salâha kavuşturabilir.

    ( http://www.birgun.net )

  16. Karman çorman bir itiraz
    Evet, ne de güzel yazmışsın. İşin gerçeği hep de güzel yazıyorsun. Yazılarını denk geldikçe okuyorum. Ters bakış açın hoşuma gidiyor. Biraz da gerekli olan bu diyorum. Ama şunu da demeliyim ki, yazdıkça, bu kadar sık yazdıkça, işi artık otomatiğe de almış oluyor ve biraz da normalleşiyorsun gibi geliyor bana. O yüzden Yazdıklarına bir şeyler eklemek istiyorum.
    O duruşmada MHP’nin, CHP’nin ne işi var, hele AKP’nin ne işi var diyorsun. Doğru onlar orada olmamalıydı ama cevap için yeterli değil bu. Ya kim olmalıydı? Darbenin bizzahati kurduğu mahkemelerde kimlerin olmasını bekliyordun?
    Yada senin dediğin gibi, darbenin belki de en büyük mağduru, “en büyük” zarar görmüşü Dev-Yolcular ve kürtler mi olmalıydı sadece? Sadece onlar mı vardı zarar gören? Hem o zamanlar hem bu zamanlar bu işten o kadar çok zarar gören oldu ve halen de olmakta ki. İşkence bir insanlık suçudur. Bir insanı beş dakikalığına bile olsa bir yere kapatmak, ona ve çevresine yerden gözlerini bir daha kaldıramayacak korkuyu salmak, kime karşı yapılmış olursa olsun bir suçtur ve hesabı sorulmalıdır. Bu MHPli bir genç bile olsa böyledir. Aksini savunmak, kazara iktidara gelinirse işkence yapılabilecekleri bugünden belirlemektir ki baştan aşağı yamuk bir anlayıştır. Ne yani nazi toplama kamplarında sadece yahudiler, komunistler, sosyalistler, anarşistler, çingeneler, homoseksüeller mi öldürüldü yada başka binbir türlü eziyete yada zarara uğradı? Sadece bunlar mı alman/italyan/ispanyol/fransız/çek/macar vs faşizminden hesap sorma yetkisine sahip oldu? Sayılara, yedikleri falaka sayısına, vücutlarından geçen akım miktarına göre mi karar verilecek, kim mağdur oldu kim olmadı?
    Ben de bu darbeden “mağdur” olmuş ve halen de bunu her sabah uyandığımda iliklerine kadar yaşayan biriyim. Oysa sadece bir gece kaldım polis nezaretinde. Yok mu benim bir hakkım? Ben, hayatının büyük bir bölümünü Devrimci Yolcu olarak geçirmiş biriyim. Tek bir gece nezarette kalmış olduğumdan kaçırdığım bu mağduriyet diplomasına Devrimci Yolcu olarak yaşamış olmamla kavuşabilir miyim?
    Ertesi günü bırakıldığımda daha henüz 17 yaşındaydım. Yaşıtım Erdal Eren’in asıldığını sabah okula giderken yolumun üzerindeki bir duvara tam da göz hizama denk yapıştırılmış pul büyüklüğünde bir kağıt üzerinden bana bakan siyah beyaz gözlerinde gördüm. O ürpertiyi halen unutamam. O ürperti halen ciğerimin bir yerinde kıpraşır durur. Yarın öbür gün devrim olacak diye büyümekte olan bir çocuğun yaşadığı o hayal kırıklığı, o taze delikanlı iken yenilmişlik, kaybetmişlik duygusu. Kardeşinin asılmış olması, o büyük korkunun yüreğine yer etmeye başlamasının kişiliğinde yarattığı travma, çevrendeki insanların birer sefil korkağa dönüşmesi, artık hayatının geri kalan kısmını güneşin açtığı dostlar sofrasında değil de bu korkakların arasında geçireceğini görmek, hele daha 17 yaşındayken boktan bir hayata bir daha çıkamayacağını bile bile ayak basmak, yeterince acıtmadı mı yani sanıyorsun? Acıttı, halen de batıyor koca bir diken gibi.
    Tekrar üstüne basmak istiyorum, insana karşı yapılmasa, bir köpeğe bile yapılsa işkence bir insanlık suçudur ve hem 12 Eylül öncesinde hem 12 Eylül sırasında hem de 12 Eylül sonrasında uygulandı, uygulanmaya devam ediyor. Diğer suçlarla beraber. Bu suçlar insanlığa karşı işlenmiş insanlık suçlarıdır. Buna kim maruz kalmış olursa olsun değişmez bu.
    Burada asıl parmak basman gereken nokta, kimler değil nasıl olmalıydı. Tüm bunlardan nasıl hesap sorulmalı olmalıydı. Ki zaten bu da aynı şekilde kimler cevabını kendi kendine ortaya çıkartır. Hazır burada bir fırsat yakalamışken, eski yoldaşlara da bir cevap yazayım diyorum (sen üstüne alınma);
    Örneğin, orada “müdahil” olma hakkını tanıdığın, Devrimci Yol’a gelelim (kusura bakma, halen elim varmıyor Dev-Yol yazmaya).
    Ne işin var Oğuzhan Müftüoğlu orada? Ne yapmaya çalışıyorsun, ne anlatmaya? Bir taraftan bu faşist darbeye karşı ol, bir taraftan bunun koyduğu yasalarla düzen partisi kur, bu yasalarla oturmuş mahkemelere git, şikayetçi ol. Derler ya tokum, istemem diyenden korkacaksın. Oh, hem beğenme hem de ye. Üstelik bir de kalk hepsi benim de, tabağı silip süpürmeye kalk. Beğenmediğin düzenin mahkemelerinden medet um, dilekçe ver, adını sıraya yazdır, yerini beğenme, üst sıralarda olayım iste. Bir de kalk bunu “dava adına yapıyorum” de.
    Bu mudur yani? Biz mağdur değiliz, muhatabız diye şiirsel söylemler sıralayıp ardından müdahil olmak. Buna kimse kusura bakmasın ama şebek olmak denir. Tarih bizi haklı çıkartacak diye atılan başlıklarda bahsi geçen tarih bu tarih mi? Tarihi Duruşma tarihi mi? Faşizmden hesap sorulacak denilirken, arzuhalcilere yazdırılan dilekçeler mi olacaktı bu hesap sorma yöntemi? Mahkeme kaleminde bir tanıdık bulup, dosyanın üstlerine aldırmak mı?
    Üstüne üstlük, hiç kimseye sormadan, kimseyle bu konuda konuşmaya kalkışmadan koca bir kitlenin avukatlığına soyunarak mı olmalıydı bu mahkeme başkanının önünde sıraya girmek? Bu düpedüz bizi “adam” yerine koymamak demek.
    Yok kardeşim, ben istemem. Uzun zamandır Devrimci Yolcu değilim ama yine de koyuyor bana bu tip hareketler. Yok kardeşim, ben öyle anılmak istemem diye bir derdim yok. İlerde millet ne düşünür hakkımda diye de bir korkum yok. Umurumda da değil ayrıca. Benim derdim dün ile bugün ile. Benim tarihlerim bunlar. Sizin yarın dediklerinizi ve yarından, tarihten ne kastetiğinizi de dünü nasıl anlattığınızı da gayet iyi anladık. (son yazdığınız kahramanlık romanında bol bol materyal sunmuşsunuz zaten. Tam türkiye işi, kendi kendine methiye, bir destan)
    Örgüt mörgüt kalmadı (biz örgüt değiliz, tarih bizi faşizme karşı örgütlenemediğimiz için yargılayacak dediğinizi de hatırlarız) peki şimdi nedir bu? Örgüt “davası” adına mahkemeye şikayet dilekçesi vermek? Oportunizm değildir de nedir? Hay ben sizin devrimci yolunuzu yiyim. Yola bak hizaya gel.
    Ya sen daha öncesinden işkencecini de bu mahkemelerde yargılatmak istememiş miydin? Ne oldu? Şimdi farklı mı olacak?
    Ya bir kendinize gelin, -örgüt içinde bile olsa- birey olmayı öğrenin. Büyüyün, kendi adınıza hareket etmeyi öğrenin artık ve o kendinizi tanrılaştırdığınız yerden inip, bizi rahat bırakın. Dilekçenin altına basın parmağınızı. Kendi parmağınızı. Çok da devrimciyseniz, önerim sol elinizden baş parmağınızı basmak olmalıdır. Kalemden sağ olsun, sistem böyle işliyor diye ısrar ederler ama siz takmayın bir kere de, isyankar olun. Solu uzatın. O elinizle sürün yağı birilerinin ekmeğine.
    Bu vesileyle asıl orada olması gereken, herkese cesur kim, korkak kim gösteren Berfo Ana’nın ellerinden, Ökkeş köpeğine katil diye bağıran 78’lilerin de dillerinden öperim.

  17. Beni yanlış anlamışsın. Ben burjuvazinin mahkemelerindeki her türlü müdahilliğe karşıyım.

  18. ya gün zileli burjuvazinin mahkemelerindeki mudahillere karşısın da neyin tarafındasın? yani yargılama şekli ne olmalıydı? nasıl bir ortam mevcut olmalıydı? senin anarşist devrimini mi bekleseydik evren’i yargılamak için?

    aklından neler geçiyor merak ediyorum.

  19. Dsip’teki omurgasızlık İP’yle yarışıyor:

    http://www.marksist.org/dunya/ortadogu/6769-tartisma-sosyalistler-suriyedeki-isyani-desteklemeli-mi

    Ya bu soytarılığa ne demeli:

    http://www.marksist.org/haberler/6808-ozkokun-ogrencisi-12-eylulculeri-mi-savunuyor

    Şimdi de 12 Eylül’den girdiler…

    Yahu bu adamlarda Mehmet Altan kadar salim kafa/vicdan varsa n’olayım. O bile bu denli alçalmıyordu.

    İktidar kendine muhalif olabilecek en küçük potansiyel hareketi polisiye tedbirlerle terörize ederek derdest etmeye çalışıyor; bu herifler neyin kafasında?

  20. Tek bir soru: İktidarın tüm muhalif cephelere kriminalize salvoları bu denli laçkalaşmışken 12 Eylül gibi bir süreçten ”salim” bir şeyler çıkabilmesi mümkün müdür?

  21. Gün, eline ve aklına sağlık.

  22. Sup rumuzlu arkadaşa,

    Müdahillere karşı değilim, neden karşı olayım. Sadece bu tür mahkemelerde müdahil olunmasına karşıyım. Bu yargılama oyununa alet olmamak gerekiyor.

    öte yandan, “anarşist devrimi” (zaten böyle bir devrim türü yoktur) beklemeye gerek yok. 12 Eylül’ü yargılamak için, evet bugünkü devletin yıkılması gerekiyor, en azından bütün 12 Eylül yapımı kurumlarıyla birlikte, yani yüzde 10 barajıyla, olağanüstü yetkili mahkemeleriyle, işkenceci polisiyle vb vb. birlikte. O zaman 12 Eylül’ün gerçek anlamda yargılanacağı bir ortam doğacaktır. Ve o zaman elden ayaktan düşmüş birkaç ihtiyarın yerine, sanık sandalyesine, bugünkü iktidarın başındakiler de dahil, 12 Eylül’ün destekçisi cemaat de dahil, tüm işkenceci polisleri de dahil, tüm faili meçhulcüler de dahil, tam susurlukçular da dahil, tüm kontrgerillacılar da dahil, tüm diyarbakır zindancıları da dahil vb vb. devletin baskılarından dolayı sorumlu olan herkes oturtulacaktır. O zaman biz müdahil olmayacağız, gerçek bir yargılamanın esas yürütücüleri olacağız. anlatabildim mi arkadaşım.

  23. hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.

  24. AKP duzeninin kurdugu mahkemelere gidip, 12 Eylul darbecilerinin yargilanmasina taraf olmaya calismak, Anadoluda soylenen bir deyimle “kizini kadiya sikayet etmek”gibi bir hayalcilik ve hicbir devrimciye yakismayan, tamamiyle AKP duzeninin yaratmak istedigi kafa karisikligina alet olmakla esdeger bir tutumdur..

  25. 12 Eylül yargilamasi 12 Eylül’e gelen süreçteki provokatörleri ve provokasyonlari yargilamadan bir ise yaramaz. Örnegin 1 Mayis 1977’den önce yönettigi “Halkin Sesi” dergisinde “Kiralim Revizyonist zinciri” diye baslik atip 1 Mayis katliaminin “Maocu-Leninci çatismasi” seklinde gösterilmesine katkida bulunan Gün Zileli provokasyon, katliam planlarina katki, demokratik güçleri bölerek darbeye zemin hazirlama suçlarindan yargilanmalidir, bunun için tüm demokratik güçler taleplerini ortaya koymalidir.

  26. 12 eylül yargılamasını çok abartıyorsunuz. allende de böyle yargılandı, naziler de, diğer benzerleri de. burjuva düzeninden farklı bir ciddiyet beklememeli.
    dolayısıyla bu konuda gün zileli ve klasik sol hatalı davranıyor.
    yine de referandumda hayır yerine evet denmiş olması, bu açıdan olumludur. çünkü 12 eylül yargılanıyor.
    hayır çıksaydı, 12 eylül hiç yargılanamaacaktı.
    bu mu iyi, şimdiki durum mu? bence şimdiki.
    kötünün iyisi… tercih sebebi. ne yapalım, elde olan bu. olsa dükkan sizin. ama yok. gerçekler ortadayken keskin sözlerle efor sarfetmenin bana göre bir anlamı bulunmuyor.

  27. 12 Eylül öncesi baslica provokasyonlar:
    Maras ve Corum katliamlari
    Bahçelievler ve 16 Mart Istanbul üniversitesi katlaimlari.
    Ipekçi, Sazak, Öz cinayetleri
    1 Mayis katliami.
    Bu olaylar teker teker incelenip, sorumlulari cezalandirilmali.
    Gün Zileli de 1 Mayis 1977 ile ilgili bir sorusturmada ifade vermeye çagrilmali ve provokosyonun hesabini vermeli. Saka degil bu isler, bir kuru özelestiri ile paçayi kurtarmak olmaz. Ever saka degil, dava biraz ilerlesin, suç duyurusunda bulunacagiz.

  28. Bkz: Gün Zileli, Havariler 1972-1982 (İletişim), 1 Mayıs 1977 hk. s. 264-278

  29. Bkz: Gün Zileli, Havariler 1972-1982 (İletişim), 1 Mayıs 1977 hk. s. 264-278

    Suç duyurusunda bulunmaya gerek yok. Polis masanız tam yetkili savcının önüne bir tevkif müzekkeresi götürüp imzalatıversin, hep yapıldığı gibi. 🙂

  30. Bkz: Gün Zileli, Havariler 1972-1982 (İletişim), 1 Mayıs 1977 hk. s. 264-278

    Sizin bakmanız için vermiyorum bu sayfaları. Okumamış olan arkadaşlar için veriyorum. Siz zaten okumuşsunuz, belli. Kurnaz olduğunuzu sanıyorsunuz ama pek de değilsiniz!

  31. ehveni şer mantığı devrimci bir mantık değildir. Kaldı ki ortada ehveni şer bile yok. Sadece koca bir şer var.

  32. Ağır ol molla desinler. Sinirlenme, sakin ol. anlıyorum, görevlisin ama bu kadar gayretkeşlik de olmaz ki:)

  33. 26 no’lu polis yorumundan sonra, Kenan Evren’in yargılanma nedeni açığa çıkmış oldu. Bu zevat, içine Hanefi Avcı’nın da konulduğu ‘Devrimci Karargah’ davası yapabiliyorsa, pek tabii ki içine Kenan Evren’in de konulduğu yeni bir Dev-Yol davası (belki TİKP, belki TKP vb.) yapacak zekaya(!) sahiptir 🙂

  34. Yazdiysan bu bir provokasyondu, ki yazdin ve de utanacak yerde bir de üste çikmaya çalisma. Gerçeklerin er geç, ortaya çikma gibi bir huyu vardir, bunu da ne meyhaneci, ne de meyhanecinin sahidi siraci engelleyemez. 12 Eylül’ün iskencecisi, 20 Dev-Sol militaninin infazcisi, Bedri Yagan’in katili Hanefi Avci’nin avukatligini yapacak kadar fasistlesenler ergeç bu tutumlarinin sonuçlarina katlanacaklar.

  35. Hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.

  36. Bir an için 1 Mayıs öncesi atılan başlığın sadece bir hata olduğunu kabul etsek bile daha sonra 12 Eylül darbesini açıkça desteklemek ne oluyor, hepsi mi hata, hepsi mi tesadüf? En iyisi buna mahkemeyi inandırmak, değil mi?

  37. GÜN hocam yine harikasın biz 12 eylülü gizli saklı tarihigi incelemiş genellikle ysaklanmış kitaplardan az da olsa inceleme fırsatı bulan yeni kuaşaklarız.Burda en önemli unsur insanlıgın tüm bu rant siisteminin içinde bulundugu çarkı bozmaktır.Ama 12 EyLÜL dönm.Öndermiz denilen kişilein yanında olan kişiler darbe oldugunda bu insanların gizlendigi yerleri gösterme korkaklıgını göstermiştir.İNSAN KİŞİLİKLİ ONURLU OLDUGU SÜRECE BU BOZUK DÜZEN DEGİŞİR YERİNE İNSANLIGIN GERCEK YAŞAM ŞEKLİ OLAN DÜZEN YERİNİ ALIR(Anarşizm)

  38. Meemur arkadas,
    Salvador Allende’nin yargilanmasi diye bir olay yoktur..Onu baskanlik sarayinda oldurten diktator Pinochet , laf olsun diye neredeyse 40 yil sonra yargilanmistir…Naziler’den de Nuremberg mahkemelerinde , yirmi kadar, ust duzey olan yargilanmis(sag kalanlar) geriye kalan hemen tum nazi gorevlileri, ya amerikan, ya ingiliz devleti emrinde,yada bulunduklari mevkilerde ve hatta gizli servislerinde gorev almislardir..
    Anlayacagin, gercek anlamda bir cezalandirma soz konusu degildir…
    Turkiye’de oynanan da, amerikan tezgahli oyundaki sahnelerden biridir…”Uyanik sol”,ve”anarsist okul”, bu oyuna ortak olmaz..Elestirir..

  39. neyi yazdım hemşerim? Sayıklamayı bırak da neyi kastettiğini söyle. Polisler ne zamandan beri işkence kurbanlarını savunur oldular, merak ediyorum.

  40. cumhuriyet, ordu, laiklik, İP savunuculuğu ve palavraları dışında katılıyorum. doğru söylemişler.

  41. TİKP, 12 Eylül’ü başlangıçta desteklemek gibi garabeti yapmıştır gerçekten de. Ben de bunu Havariler’de, kendi sorumluluğumu da koyarak uzun uzufn yazdım. Ben yazmasam haberiniz bile olmayacaktı. ustandan öğrendiğini ustana satmak denir senin yaptığına.

    Öte yandan TİKP başta darbeyi desteklemesine rağmen yöneticileri ve üyeleri 12 Eylül tarafından tutuklanmıştır ve her biri toplam 4-5 yıl hapis yatmıştır. Benim gibi kimileri de kaçak duruma düşmüştür. Yani şimdi emniyet müdürlüklerinde pinekleyenler mi 12 Eylül’ün gadrine uğramış bir insanlardan hesap soruyor. Bu hesabı sormak devrimcilerin hakkıdır ama 12 Eylül’ün bekçisi polislerin değil. Önce ellerinizdeki işkence kanını temizleyin siz.

  42. Çok doğru. Gerçekten de NAzi kalıntılarının hepsini ABD gizili servisi istihdam etmiştir.

  43. Beyazdiş arkadaşım, doğru demişsin. Ben yanlışlıkla “Allende” demişim, “Pinochet” diyeceğim yerde. Ama onun dışında sen de benim yazdıklarımı doğrulamışsın. Ben de bu mahkemelerin her yerde böyle olduğunu, Nazilerin bile göstermelik yargılanıp bir kısmının yeniden görevlendirildiğini belirtmek istemiştim.
    Gün hocam, “ehveni şer mantığı devrimci bir mantık değildir. Kaldı ki ortada ehveni şer bile yok. Sadece koca bir şer var.” demişsiniz. Elbette “ehven-i şer” devrimci bir mantık değildir. Ama devrimci mantık artık etkili değildir. Bu nedenle, hiç yoktan, daha olumlu bulduğum bir durumu yine de destekliyorum. 12 Eylülcü zorbaların kısmen de olsa, yetersiz de olsa yargılanıp mahkum olmalarını, hiç yargılanmamalarına ve hiç ceza almamalarına elbette tercih ederim. Bu durumu “koca bir şer” olarak değerlendirme lüksünü kendimizde görememeliyiz. Çünkü 100 küsur yaşında mahkeme önünde Erzurum’dan kalkıp gelen Berfo ninelerin acısını ve hakkını düşünmeliyiz.

  44. 1 Mayis 1977’de provokasyon yapma emrini sana Perinçek’in vermedigi bilinmekte, emri kimden aldin? Öve öve göklere çikardigin enisten Coskun Kirca’dan mi, ki 12 Eylül’ün has adami ve anayasa yazicisidir; yoksa “doruklardaki adam” dedigin Hüsamettin Cindoruk’dan mi? Birak bu devrimci rolünü de , sadede gel.

  45. Ayrıca ben, bu mahkemenin böyle küçümsenmesinin ve durup dururken böyle hedef yapılmasının asıl “hayır”cı solcular tarafından, kendi “hayır” kararlarının düşdüğü tuhaf durumu gizleme amaçlı olduğunu düşünüyorum. Şili’de Pinochet yargılanırken Şili solu da bu mahkemeyi böyle hedef konumuna getirmiş midir? YOksa mahkemeyle uğraşacağına Pinochet’le mi uğraşmışdır?
    12 Eylül davasının yetersizliğini eleştirmek ve onu daha istene yöne çekmek için mücadele vermek doğru tutumdur. Ama daha baştan, bu mahkemenin işe yaramayacağını söylemek ve 12 Eylülcüleri bırakıp mahkemeyle uğraşmak çok saçma. Bence ardınca referandumdaki hayır oyunun verdiği eziklik var.

  46. 12 Mart 1970 öncesi devrimciler: Mücadele edilmeli
    Gün Zileli ve saz arkadaslari: Mücadelenin objektif ve subjektif sartlari yok.
    12 Eylül 1980 öncesi devrimciler: Fasizm ve ABD emperyalizmiyle mücadele edilmeli.
    Gün Zileli ve saz arkadaslari: Sahte sol ve Sovyet sosyal emperyalizmiyle mücadele edilmeli.
    12 Eylül 1980 sonrasi devrimciler: 12 Eylül fasist cuntasi ile mücadele edilmeli.
    Gün Zileli ve saz arkadaslari: 12 Eylül sahte sola karsi ve Türkiye’nin birligi için yapilmis olumlu bir harekettir.
    1980’ler ve 1990’larda devrimciler: Günümüz Türkiyesi’nde özgürlükler ve insan haklari için mücadele edilmeli
    Gün Zileli: Birakin bunlari da 1930’lardaki Stalin’i tartisalim
    2000’lerde devrimciler: Darbe girisimlerine, komplolara, Kemalizmi diriltme çabalarina karsi mücade.
    Gün Zileli: Bu mücadeleleri sulandirma, kafa bulandirma.
    12 Eylül yargilamasi: Devrimciler müdahil
    Gün Zileli: Ben çok büyük devrimciyim, düzenin mahkemesini mesru göstermem.
    Iste yorumsuz bir tablo. Bir maskeli Coskun Kirca’nin , bir kendini anarsist olarak takdim etmeyi basarmis Hüsamettin Cindoruk’un tüm yasami. Gün Zileli’ye bakin, ne diyorsa tersini yapin.
    Gün Zileli cevap ver, bu tutumlarin hepsi de mi tesadüf?

  47. 12 Eylül’den sonra Aydinlik grubunun bazi elemanlarina bir mektup yazdin. Bu mektupta 12 Eylül’ü desteklemek gerektigini ifade ettin. Buraya kadarini zaten itiraf ettin, bilinen bir sey. Ancak o mektupta öyle bir cümle var ki, bunun utanci normal bir insana ömür boyu yeter: Orada
    “ayrica milli güçlerin girisimiyle sahte sol örgütlerin güçsüz kalmasi bizim önümüzü açacaktir” diyorsun. Bu mektuptaki el yazisi sana ait degil mi? Istersen çik “ben yazmadim” de.
    Korkma, gerçeklerin herkese yarari var , sana da. Herkes bilsin ki diger sol örgütlerin mensuplarinin infaz edilmesini, iskenceleri, tutuklamalari, insanlik disi uygulamalari sevinçle karsiladin. Insanlik onuru, yalancilari yenecek.

  48. Gün Zileli bence, yazdığı o 3 kitapla, 80 öncesindeki hatalarını-günahlarını silmiştir. Çünkü o 3 kitap (sanrıyorum şimdi 4 olmuş, ama onu okumadım) iyi ve cesur özeleştiri. Ayrıca o kuşağın özverili mücadelesini anlatıyor. O nedenle geçmişi artık kurcalamak doğru değil bence.
    Ama günümüzdeki Gün’ün kuru ve anarşizmin ötesine geçemediği ve pratiğe nüfuz edecek öneriler geliştiremediği anlaşılıyor. Bence anarşizm felsefî olarak iyi ama politik olarak işimize yaramıyor.
    Ha, bu arada, işyerindeki ve evdeki bilgisayarlarda iki ayrı isim kullanmışım ve burda ufak bir karışıklık olmuş. Özür… 🙂

  49. hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.

  50. Hayır oyunu verenlerin eziklik duyması için hiçbir neden yok mantıklı kardeşim. Hayır diyenler haklı çıktı. 12 Eylül yargılamasının %10 barajını sürdürmek ve olağanüstü yetkili mahkemeleri sürdürmek vb. için bir yem olduğu ortaya çıktı. Ortda ciddi bir yargılama görüyor musun sen gerçekten. Ökeş Şendiller gibi Maraş katillerinin bile müdahil olmaya geldiği bir yargılama komedisi bu.

  51. artık iyice saçmalamaya başladın ama. Gece çok mu içtin

  52. Cevap: Polis masasının kendini soldan yanaymış gibi göstermesi için biraz daha çalışması lazım. Bazı kavramlar sizin ağzınızda pek yapay kalıyor. Müdürünüze söyleyin, tahsisatı arttırsın, biraz daha bilgili hocalar getirttsin. 🙂

  53. iyiden iyice saçmalamaya başladın sorgucu bey kardeşim. Sen Stalin’in sorgucularını da geçtin yahu 🙂

  54. mantıklı kardeş, yukarıdaki yorum sahipleri emniyetten polis memurları. Aman dikkatle ol. Uyarayım dedim. Gerçekten öyle bak. ciddiye alınamazlar anlayacağın.

  55. bakın gördünüz mü, stalinist ökkeş de hemencecik düşüverdi emniyet siyasi masasının tufasına. Zaten ne olacak ki, ha polis, ha stalinist… aynı kumaştan dokunmuşlar.

  56. hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.

  57. Hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.

  58. hakaret nedeniyle kaldırılan yoruma cevap niteliğinde olduğundan kaldırılmıştır.

  59. bu telaşın sebebi ne acaba? Karanlıkta iş yürütürken üzerine el feneri tutulan hırsız gibisiniz.

  60. Hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.

  61. kaldırılan yoruma cevap niteliğinde olduğundan kaldırılmıştır.

  62. Hakaret dolayısıyla kaldırılmıştır.

  63. Hakaret ve noktalı küfür nedeniyle kaldırılmıştır.

  64. OKES BEY OKES BEY stalinin emrinde calisan komuntern in merkezi burosundaki sefi Dimitrov (berlin ) fasistlerin iktidara gelinceye kadar mutefikligini yapiyordu. alman iktidari sosyal demokralara karsi SS le bir cok ortak eylemlikler yaptigini herkes biliyor. Birtek sen ve senin gibiler uyanmiyor. Sosyal demokratlar artik gucden dusunce , Nazileri bu sefer Stalin yanlilarina acikdan saldiriya girisiyor. Cunku Nazilerin iktidar yolu artik acilmistir. Ortaklik bozuyor.naziler 1parti . stalin ve dimitrov ( Sovyet rusyasi taraftarlari) fasistlerden darbe yemeye baslayinca, Anavatanlari tehlikeye dusunce Fasizme karsi birlesik cephe teorisini gundeme getirdiler.
    Dimitrov un Fasiszme Karsi birlesik cephe kitabinda hangi donemler es gecilmistir,bunu incelersen iyi olur bay okkes.Es gectigi donemler stalinin emriyle nazilerle isbirligi yaptigi donemdir.

    Gun u polislikle sucluyorsun. Belkide sen polis olup bu site de provakasyon yapip insanlarin arasina pis tohumlar ekmis olmayasin? Polis tutanaklarindan bahsediyorsun. 12 eylulden sonra kimin polis tutanaklari cok iyidiki? sen herkesin tutanaklarini okuyorsun herhalde. iskenceye kac kisi direnmis ve adini soylemeden cikmis. Kac kisi. Sen cok bos bogaz ve yazi lafazani sin

  65. 12 eylul askari darbe bugun yargilanmak uzere dava durusmasi Ankara da basladi.
    Dava yi acanlar ise dinci, fasist ve kapitalizmin iktidardaki temsilcisi AKP dir.
    Mudahil ise devletin mahkemelerinden medet uman reformistler, Muhalefet partileri , turkiye ML grublar, Sivil kuruluslar, 12 eylul de olenlerin, iskence gorenlerin , o donemden zarar gorenlerin , madur aileleri, MHP li fasistler, mahkemeden yargi ve durustluk bekliyorlar. 12 eylul yargilanmasininda kaygilarini dile getirip, umut vermedigini soyleyenler , adliye sarayina pankartlariyla, bayraklariyla, dovizleriyle, gidip solagan atanlar ve mudayil olmak icin dilekce verenler yine bu ML grublarin onder kadrolaridir. Mahkeme salonu onundeki meydanda kitleye hitaben MHP baskan Devlet Bahcelinin yanisira Eski Sol cular ve eski orgut Sefleri meydanda konusmalar yapiyorlar. Meydan da ozan Emekcinin iskence turkusu caliniyor. ML solaganlar ve fasist solaganlar meydanda bulusuyor. yargilanma istikleri gibi olmayinca eski sol sefler zaten 12 eylul bu sekilde yargilanamaz dediler. Sizin anliyacaginiz gemileri aynen tornisdan yapti.
    Yargiliyan mahkeme heyeti ve iktidar partisi kendi yaptiklari baski zulum ve katliyamlarinin hesabini da yargiliyacaklarmi? . Iktidar ve devletin hic bir zaman kendini yargilamaz sadece demokrasi oyunu oynarlar.
    . Kim yargiliyor, kimi yargiliyor.?
    turkiye ML grublar ve sozde sivil dernekler yine sisteme ve iktidara kenetlendiler. Ne bekliyorlar. AKP den, Devletden , iktidarlardan , partiler den demokrasi acilimi bekliyenler kimlerdir? Kendilerini devrimci diyenler ve ML grublar devletden icazet beklemektedirler. Dunya daki devrim oncesi ve devrim sonrasi surec deki sag cizgileri bu gun turkiyede aciga cikmisdir. Sol Muhalefeti , devrimcileri , komunistleri ,anarsistleri sol cocukluk hastaligiyla suclayan leninin cocuklari simdi kendileri sag cizgisiyle iktidarin mutefigi ve yandasi olarak ortaya cikmistir. ML grublar 12 eylul eveli secimlerle , parlementer yollarla sosyal adaletin ve sosyalizmin gelecegini soyliyen , TKP, TIP, TSIP, i neden desteklemeyip, birlesmediler? Revizyonistlikle sucladilar. Ne oldu degisen ? gec de olsa Parlemeterlerden, iktidardan demokrasi bekliyorlar.

    Nikita Kruscev 1959 da bu gunden isteneni yapmistir. SBKP nin 21 kongresindeki kararlari kapitalist burjuva rastorasyonu olarak degerlendirdiler? Neden revizyonist, karsi devrimci, sosyal fasist degerlendirilmesi yapilmistir.

    Adam bugunku Iktidarin demokrasi adina yaptigi islerin cok cok ustunde reformlar yapmistir.

    Meclisde Tayip Erdogan 12 Eylul de yasi 18 den kucuklerin idamini anlatirken agliyarak idami yargiladi.

    Kendisi ve iktidari Tas atan kurd cocuklarini orgut uyesi olarak tutuklandigini , olduruldugunu, cezaevlerindeki tecavuze ugruyanlari , teroristlerin ulkeye gectigini bahane ederek havadan bombalayip cocuklarin hepsini oldurdugunu soylemiyor , olenlerin masum cocuklar olarak hatirlamiyor.

    Adliye sarayinin onunde umutla bekleyenler ise AKP nin bu vahsi savas politikasini unutarak, Kenan Evren i , T. Sahinkaya yi yargiliyan AKP nin onculugunu onayliyorlar.

    Mahir Cayan in bir sozu nu animsatiyor ” artik emperyalistler arasi savaslar cikmiyacakdir cunku emperyalistler arasi entegrasyon vardir.

    Bu sozun yeni versiyonu

    Dinci tahrikarcilar,ML ler, liberaller, ulusalcilar, kemalistler, reformistler ve fasistlerin arasinda kavga cikmiyacakdir, cunku bunlarin arasinda entegrasyon vardir.

    alinti .; anarsist sitesinden

  66. Sayin Zileli,
    Bazi zatlar, 12 Eylul yargilamasindan vazgecmisler, sizi ipe cekmeye calisiyorlar…(:(:
    Bence nefesinizi bu durusu belli olmayanlar icin tuketmeyin…
    Cunku onlar “hickimse ve ayni zamanda herkestirler”(:(:(

  67. çok haklısınız. üstelik bunlar 12 eylül’de de devrimci kovalayan polisler. cevap vermeye değmezler.

  68. Köpeklere hakaret nedeniyle kaldırılmıştır:)

  69. Yorum kaldirilmis ama cevabi duruyor. Tipik bir totaliter tavir, Stalin yasasaydi çok begenirdi.

  70. Fikir özgürlügü engellenir

  71. Yazma buraya okkes yazma.
    Git MHP , UGD, Mit, MGK, Emniyet sarayi, Ozel Hareket Vs sitelere ne yazacaksan yaz . sana en yakin onlar oldugunu zanediyorum. Anarsistler ,devrimciler, komunistler icin onlarla ayni dusundugun icin seni sansurlemezler.
    Kopek dedigin hayvan senin gibilerden daha temiz, samimi, ve duyarlidir. hayvanlara hakaret etme

  72. UGD nedir? Sen Türkiye’yi 70’lerden beri izlemedigin için hâlâ ÜGD var sanmaktasin, böyle bir örgüt 30 yildir yok.Madem siyasal veya sosyal hareketin içinde degilsin , ne diye iddialisin?

  73. * Bu davaya ”müdahillik”ten medet umanlara tek bir soru: Hrant Dink davası’ndan ne buldunuz?

    * Ergenekon, Balyoz gibi dava süreçlerine muhteşem ulviyetler atfedip bunları birer ”kazanım” gibi yorumlayanlar; Kck, Oda tv vb davalar yaranıza merhem oldu mu?

    * Mehmet Altan gibi liberaller dahi, bu sürecin eni-konu Akp’nin İslam’ın Kemalistleşmesi olduğu gerçeğini ayan-beyan haykırmakta, duyuyor musunuz?

    * Mesele davaya müdahil olmak değil… Müdahil olup davanın saçmalıklarını ve birtakım hukuki talepleri elbette ortaya koyabilirler.

    * Bugüne kadar ki AKP deneyimlerimiz bize gösterdi ki, iktidar, topluma böylesi bir ”bal” veriyorsa, hemen arkasından ”baldıran zehiri”ni de ya içirmekte yahut içerecektir. O zehrin, Veli Küçük gibi kirli adamları içeri tıkarken ”Kck, TMK, Yargının AKP’lileşmesi vb süreçler olduğunu” fazlasıyla tecrübe etmedik mi?

    * Muhtemel ki bu süreç de özellikle ”eğitim-sağlık vb gelecek liberalizasyon süreçleri” ile birlikte yeni anayasa sürecinde AKP’nin çarpık-otoriter ”yeni” pratikleri hayata geçirme işlevine bir katkı olarak peydahlanacaktır.

    * Uyanık olalım: Kötünün iyisi mantığı… Bir kaşık balın ardından yedirilmek istenen bir kepçe baldıran zehirini muştulamak adına verildi, verilecektir.

    * AKP’den ”kötünün iyisi demokrat” gömleği çıkartmak isteyenler için bugün katliam, işkence, tutukluluk, baskı ve insan hakları ihlalleri oranlarının 2002′ ve öncesi seviyeye geldiğini bilmiyorlar mı?

    * Bunların tüm argümanları bugün bile, üstelik nerdeyse tüm devlet kurumlarını teslim almışken ”iktidar istiyor, ama Ulusalcı-Ergenekoncu klikler hala etkin, engel oluyor” hede-hödösüne dayanmaktadır. Kürtlerin güzel bir deyimi var: Osmanlı’da oyun bitmez…

    * Bunlar aynı zamanda ”devlet aklı”nı küçümseyen, propaganda taktiklerini görmezden gelen yaklaşımlardır da.

    Komplo teorilerinden pek hazetmem; ancak, yetmezci’ler, gittikçe iktidarın politik bir kuklası olduğu izlenimini vermektedirler. Bazı samimi ve vicdanlı liberaller kadar olsun iktidara muhalefet etmeyi göze alamamaları bir yana; tüm mesailerini hala ve ısrarla sosyalistlere, kürtlere ve demokratlara harcamaları ”suçluluk psikolojisi” değilse nedir?

  74. okkes bey UGD isim olarak olmadigini biliyorum. Ama fasist orgutlenme vardir ve devam etmektedir. Yeni orgutlenmenin Adini sen koyarsin. Yeni isimleri cok onemli degil, ozleri hala fasist. Ben onlara eski adlariyla UGD-OGD- TIT- diyorum. Itirazin varmi ? Onlara ve yandaslarina neo nazi de derim, SS de derim, fasist de derim. Sen nesin?. Fazla burokrat ve prosedurluge takiliyorsun.

  75. Ökkeş’in yazdıkları küfür nedeniyle kaldırılmıştır.

  76. okkkeeeeesssssss You tube de nekadar kufurlu kefirli yazi varsa altinda fasist ( MHP – vs ) imzasi bulunuyor.
    okkkesssss ( polislere koydugumuz isim ) sen hangisisin?

  77. Hakaret nedeniyle kaldırılmıştır.

  78. 12 Eylül Davası ve Sol’daki Akıl Tutulması

    Ferdan Ergut / T24

    Türkiye solunun geniş kesimlerindeki akıl tutulmasını 12 Eylül Davası’ndan daha iyi ne gösterebilir bilmem. Fakat önce hafızayı tazeleyelim: Bundan 34 yıl önce darbeyle iktidara gelen cunta on binlerce yurttaşı işkence tezgahlarından geçirdi, on binlercesini işlerinden attı, on binlercesini yurttaşlıktan çıkardı, on binlercesini siyasi mülteci olarak memleketlerinden ayrılmaya zorladı, yüzlerce yurttaş “şüpheli” bir şekilde onların iktidarında öldürüldü. 50 yurttaşımız onların iktidarında idam edildi. Bu mağduriyetlere doğrudan muhatap olmayanlar da bu felaket yıllarından kurtulamadı. Aileler dağıldı, yüzbinlerce insan psikolojik sorunlarla başa çıkmaya çalıştı.

    Darbecilerin bunca acının üzerine kurduğu düzen, Türkiye’nin en dayanıklı düzeni oldu. 34 yıldır 12 Eylül rejiminin kurumlarıyla ve pek çok kanunuyla yaşamaya devam ediyoruz. Türkiye toplumunun geniş kesimleri çok uzun süre 12 Eylül’ü bir kurtarıcı olarak algıladı. (Bu yazının konusu değil ama bu algının öznel ve nesnel nedenleri üzerinde ayrıca ve ayrıntılı bir biçimde durmak gerekiyor elbette).

    Geniş kesimler böyle düşündü ama kayda değer bir azınlık için 12 Eylül’le hesaplaşma ve darbecilerin yargılanması daima temel gündem maddesi oldu. 12 Eylül mağdurları Türkiye toplumunun örgütlü kesimlerini oluşturuyorlardı. Örgütler darbe sonrası koşullarda tekrar toparlanır toparlanmaz darbecilerin yargılanması için mücadeleye başladılar. Her 12 Eylül’de “darbeciler yargılansın” diye miting yapanlar bu kesimlerdi. Eylemlerde halkın kitlesel katılımı olduğu söylenemezdi. Fakat bıkmadan usanmadan, hiç ara vermeden 12 Eylül rejiminin kötülüklerini anlatmaktan vaz geçmedi bu insanlar. Türkiye toplumunun 12 Eylül felaketini unutmasına izin vermediler.

    Gün geldi, devran döndü 12 Eylül 2010’da bir Anayasa Referandumu oldu. Referanduma sunulan paketteki bir maddeye göre darbecilerin kendileri için hazırladıkları koruma kalkanı (geçici 15. madde) kaldırılacaktı. Solun büyük bölümü –elbette CHP’nin peşine takılarak- Referanduma “hayır” oyu verdi. 30 küsur yıldır mücadelesini verdikleri “darbecilerin yargılanması” meselesi bir gecede yaşamsal olmaktan çıkmıştı. Olabilir. Başka meseleleri daha önemli görmüş olabilirlerdi. (Geçerken not: Benim oyum “evet”ti. Ve bu oyu da sadece darbecilerin yargılanacak olması nedeniyle vermemiştim. Ama yazının konusu Referandum değil; geçtim.) Sonuçta beklenen oldu ve Referandum’da “evet” çıktı. Darbecilerin koruma kalkanı kalkmıştı.

    Böyle bir durumda rasyonel bir soldan ne beklenirdi? Muhtemelen şöyle bişey: “Artık olan oldu. İstemediğimiz bir sonuç çıktı; ama maddelerden –en az- bir tanesi bizim maddemizdi. Şimdi siyaset zamanı… Darbecilerin yargılanmaları ve mahkum edilmeleri için mücadeleye başlıyoruz.” Ama böyle olmadı! Onun yerine olan, akıl tutulmasıydı.

    Dünyada darbe geçirmiş hangi ülkedeki yoldaşlarımıza söylesek utanacağımız bir süreç başladı. Darbecilere dava açılmıştı ve solun önemli bir bölümü alanı terk etmişti. Darbecileri yargılıyorduk ve solun umrunda değildi! Umrunda olmasa yine iyi; durum daha da vahimdi: -Maalesef- umrundaydı ve bu davanın aslında bütünüyle AKP’nin bir tezgahı olduğu konusunda “halkı bilinçlendirmeye” başladılar. Burada ikiye ayrıldılar: Daha tutarlı olan kesim en başından beri bunun bir “tiyatro” olduğunu ve “AKP’nin oyununa gelmeyeceklerini” söylediler ve her yönüyle davayı boykot ettiler. Birinci günde bile Adliye’ye gelmediler. Diğer kesim ise iyice tutarsızdı. Davaya müdahil oldular; ama mahkemenin ne kadar uyduruk bir mahkeme olduğunu ve burada bir şey çıkmayacağını halka göstermek için!

    Bu süreçte akla ziyan birçok laf ürettiler. Üstelik ürettikleri her laf, bir önce ürettiklerini geçersizleştiriyordu. Ama burası Türkiye! Tutarlılık çok aranan bir özellik olmadığından ferah feza laf üretmeye devam ettiler. Şöyle şeylerdi:

    i) “Darbecileri ancak sosyalistler, devrimciler yargılar” (Dünyanın pek çok ülkesinde rutin hükümetler darbecileri yargılamış, cezalandırmıştı. Ayrıca 30 yıldır hiçbir eylemde “darbeciler devrim mahkemesinde yargılansın” dememiştik. “Yargılansın” diyorduk. Ama hakikatle ilişki bir kez zedelenmeye görsün; bunların hiçbiri bu arkadaşlar için önemli olmadı).

    ii) “Mahkeme savcının iddianamesini kabul etmeyecek ve zaman aşımı v.s. gerekçelerle yargılama başlamayacak bile” (Aslında sanık avukatına ait olan bu argüman reddedildi ve yargılama başladı).

    iii) “Yargılama başlayabilir; ama mahkumiyet çıkması imkansız” (Mahkumiyet çıktı: Rütbeleri sökülecek ve müebbet hapis).

    iv) “Mahkum oldular ama çok yaşlı oldukları için hapse girmeyecekler. Sonuçta iki ihtiyar ceza alsa ne olur, almasa ne olur” (Bu en manidar olanı; dolayısıyla yazıyı bitirirken biraz daha geniş ele alacağım)

    Niye bu akıl tutulması?

    Peki ama bu akıl tutulmasının ardında ne yatıyor? Bu anlaşılmaz tavrı nasıl anlamlandırabiliriz? Ben bu anomalinin, iki birbiriyle ilintili mesele üzerinden açıklanabileceğini düşünüyorum: “Öznelik” meselesi ve “siyasetten kaçış” meselesi…

    Öznelik bahsi şu: Darbecilerin yargılanması sürecinde alanı boşaltan sol, bir yönüyle kendini inkar ediyordu. 30 küsur yıldır alanlarda bu yargılama için mücadele verenler bu insanlardı. Peki şimdi ne değişmişti? Değişeni anlamak için “kendini inkar”dan daha ciddi bir meseleye, “öznelik” meselesine bakmak gerekiyor. Dava sürecinde alanı boşaltanlar aslında politik bir özne olmadıklarını itiraf ediyorlardı.

    “Özne” seçer; seçtiği üzerinden eyler; eyleyerek dönüştürür. Dönüştürücü kapasitesi vardır öznenin. Kendine, kendi mücadele tarihine güvenir; başaracağına inanır. Oysa dava sürecinde alanı boşaltanlar için Türkiye’de tek bir özne vardı: AKP! Eyleyen de, sonuç alan da AKP’ydi. Erdoğan, bir mühendis gibi masa başına oturuyor, planlar yapıyor ve onları uyguluyordu. Solun tek görevi –pozitif hiçbir politika önermeden- bu özneyi engellemeye çalışmaktan ibaretti. Bu yenilgici tahayyül dünyasında, tarih 2002 ile başlıyordu. Söylem düzeyinde tersini iddia etmek durumunda olsalar da 2002’den önceki mücadeleler, bugüne bir miras bırakmamıştı. Gizli mantık şöyle devam ediyordu: “Bizler, başarısızlığa mahkumduk. Bizlerin bütün hayatı direniş ve mücadele ile geçmişti; ama somut başarı olarak elimizde bir şey yoktu. Eğer şimdi bir şey başarmış gibi görünüyorsak (darbeciler yargılanıyorsa) bunda bizim payımız, tarihsel mücadelemizin birikimlerinin payı olamazdı. “Başarı” gibi görünen şey de aslında AKP’ye aitti! Ve bu nedenle bize düşen –yine!- direnişti!” Darbecilerin yargılanması için 30 küsür yıldır mücadele verenler, şimdi darbecilerin yargılanmasına karşı mücadele veriyorlardı!

    Neyse ki bu yenilgici ruh hali bütün sola sirayet etmemişti. Darbecilerin yargılanması başladığından bu yana her duruşmada Adliyede olan, elinden geldiğince bu davayı toplumsallaştırmaya çalışanlar da vardı. Atladıklarımdan peşinen özür dileyerek, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, Emekçi Hareket Partisi ile farklı platformlarda örgütlenen – ve aralarındaki ihtilafın bu süreçte hepimiz için bir sorun olmaya başladığı- 78’lileri bu bağlamda zikredebiliriz.

    Diğerleri adına olmasa da YSGP adına konuşabilirim. Bizler için darbecilerin yargılanıyor oluşunun nedeni AKP değildi. Esas olarak solun ve demokrasi güçlerinin on yıllardır yürüttüğü mücadeleden ve o mücadelenin toplumda yarattığı meşruiyetten gücünü alıyordu dava… Mücadele, mutlaka direnişten ibaret kalmak durumunda değildi; başarılı da olabilirdi! Bu güvenle 12 Eylül yargılamalarının en başından beri takipçisi olduk.

    “Siyasetten kaçış” bahsi ise öznelik bahsiyle iç içe… Özne olamayan, elbette siyasetten de kaçıyor. Öte yandan siyasetten kaçış sol için kolay sindirilebilecek bir olgu değildir. Kaçışın, sağlam bir şekilde meşrulaştırılması gerekiyor. Türkiye’deki en geçer akçe strateji maksimalizmdir. Ortaya çıkan olumluluklar, önemsizleştirilir. Gerçekleştirilen başarıyı, bir tuğla olarak düşünmek ve bir sonraki süreçte o tuğlanın üzerine koyulacak diğer tuğlayı düşünmeye başlamak ve o doğrultuda eylemek yerine “alt tarafı bir tuğla” diye dudak bükülür ve olabilecek en maksimalist talepler öne sürülür. Maksimalist talepler rahatlatır; örgütleri konsolide eder. Bir de bu arada, somut başarılar sağlayarak politik zeminini güçlendirmeye çalışanlar da çeşitli etiketlerle –reformist, AKP destekçisi v.s.- yaftalanırsa artık görev tamamlanmıştır.

    Uygulayıcıları ne düşünürse düşünsün, bunun adı siyasetsizliktir! Görüntüde ne kadar radikalse, bir o kadar da apolitiktir. Apolitik bir radikallik ise paralize eder. 12 Eylül davası sürecinin solun büyük kesimleri açısından gösterdiği de budur. Yukarda saydığım “akla ziyan” önermelerden en sonuncusu, aslında ne demek istediğimi iyi özetler. “Alt tarafı iki ihtiyar mahkum oldu; buradan bir şey çıkmaz” (Maksimalizm: Devrim dışında “hiçbir şeyden bir şey çıkmaz” aslında!).

    Bu arkadaşların aklına şunlar gelmez elbette: Acaba bütün kurumları, kuralları ve yasalarıyla 12 Eylül rejimini kuran cuntanın başındaki iki orgeneralin artık müebbet hapisle cezalandırılmış iki mahkum olması, bundan sonraki siyasal mücadelemizde ne tür kapıları açar? Bu mahkumiyeti, mücadelemizin bundan sonraki hangi aşamalarında, hangi biçimlerde kullanabiliriz? Görülmeye başlayan işkence davalarında bu mahkumiyetin nasıl bir etkisi olabilir? Bu tuğlanın üzerine başka hangi tuğlaları koyabiliriz?

    Ve hepsinden önemlisi 12 Eylül rejiminin yapısal unsurlarını yok etmeye çalışan bizler için bu mahkumiyet ne tür imkanlar veriyor? Davanın son duruşmasında Evren ve Şahinkaya’nın avukatı çok önemli bir savunma yapmıştı. Avukat, bütün savunmasını Evren ve Şahinkaya’nın (aslında ölen üyeleriyle birlikte MGK’nın) “kurucu iktidar” olduğu üzerine inşa etmişti. Mahkemenin bu iki generali yargılamaya hakkı olmadığını, zira iki generalin yapıp ettiği her şeyin 82 Anayasası’nın güvencesinde olduğunu, herhangi bir mahkumiyetin bu güvencenin kaldırılması demek olduğunu ve böyle bir durumda sadece iki generalin değil, bu mahkeme de dahil olmak üzere 12 Eylül rejiminin bütün kurumlarının tehlike altına gireceğini söyledi.

    İşte en başından beri bizleri 12 Eylül Davasına müdahil kılan tam da buydu. Solun büyük kesimlerinin anlamadığını, avukat anlamıştı! Bu mahkumiyet elbette “iki ihtiyarın” mahkumiyeti değildi. Mahkumiyet alındıktan sonra –en azından benim açımdan- artık 100 yaşına yaklaşan iki insanın hapse girmesi bile önemli değil. Önemli olan darbecilerin mahkum olmuş olması ve bu mahkumiyetten sonra siyasetinizin alacağı yeni veçhelerdir. Elbette siyaset diye bir derdiniz varsa!

    http://t24.com.tr/yazarlar/ferdan-ergut/12-eylul-davasi-ve-soldaki-akil-tutulmasi,9565

  79. Evren kurtuldu, mirasından da biz kurtulalım
    Kadri Gürsel

    12 Eylül darbesi, bu ülkenin başına yakın tarihinde gelmiş en büyük felakettir.
    12 Eylül darbesi bir “Soğuk Savaş” operasyonuydu. 1979’da önce İran İslam Devrimi, ardından Saddam’ın resmen Irak’ın hakimi olması ve nihayet Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra Türkiye’nin bağlı olduğu ittifakın iç ve dış güçleri bu ülkenin dünyadaki yerini bir darbeyle sağlamlaştırmak istediler.

    Rastlantılar sonucu darbenin zoraki lideri olan Kenan Evren ise bu ülkenin başına Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana gelmiş en büyük kazaydı.
    12 Eylül darbesinin şefi, Kenan Evren kadar sığ kavrayışlı, dar kafalı, bağnaz, zalim, vicdansız, kültürsüz ve anti-entelektüel bir paşa olmasaydı, ülke yine büyük bir tahribata uğrardı ama “Evren kazası” bu yıkımın olağanüstü boyutlarda gerçekleşmesine sebep oldu.
    İşte bu Kenan Evren önceki gün 98 yaşında öldü.
    Çok üzgünüm.
    Çünkü Kenan Evren, bu dünyayı ülkesine ve halkına yaptığı kötülüklerin hesabını vermeden terk etti.
    İşlediği cürüm yanına kaldı.
    Adaletsiz bir dünya bu.
    Kenan Evren ve diğer darbeci paşaların Türkiye’ye verdikleri kalıcı zarar ne kadar da büyükmüş… Düşünün, adam 98 yıl gibi pek az insana nasip olacak uzun bir ömür sürdü. Sırf yaşayarak, Türkiye’ye kendisinden gerçekten hesap sorması için yeterli zamanı ve fırsatı verdi aslında. Lakin Türkiye, Evren ve üniformalı şürekasından bu hesabı doğru dürüst sormaya yeter şuur, irade, mutabakat ve gücü bir araya getiremedi.
    Çok yazık…
    Evren öldü ama mirası yaşıyor.
    Evren’in Kürtçe konuşma yasakları, yaygın zulmü ve Diyarbakır Cezaevi’ndeki korkunç işkenceleri nedeniyle Kürt sorununu şiddet örgütlenmesiyle çözme eğilimi Kürtler arasında taban buldu.
    Evren’in Soğuk Savaş kafası, örgütlü toplumu yok etti. Dernekler, işçi ve emekçi sendikaları kapatıldı. Toplumsal örgütlenme alternatifi olarak geriye bir tek İslami cemaatler ve hareketler kaldı.
    Evren cuntası solun her türlüsünün üzerinden adeta silindirle geçtiği için laik muhalefetin zemini de tahrip edildi; kırsal kökenli kent çeperi siyasal İslam’a ve Cemaatlere terk edildi.
    Evren askeri diktasının resmi ideoloji olarak benimsediği “Türk-İslam Sentezi”nin ışığında yürüttüğü toplum mühendisliği çalışmasında eğitimin dinselleştirilmesine daha o zamandan hız verildi ve siyasal İslam’ın kitle tabanı bu yolla da güçlendirildi.
    Evren cuntasının partileri kapatıp yasak koyarak uyguladığı siyaset mühendisliği, politikacı sınıfının doğal yollardan yenilenmesini önledi ve siyasette görülmemiş bir yozlaşma yaşandı.
    Evren’in bu ülkeye verdiği en büyük zararlardan biri, yüksek öğretimde w ortadan kaldıran YÖK’ü kurdurmak olmuştur. YÖK yüzünden yüksek öğretimin ruhu olan akademik özgürlük yok edildi; ülkenin düşünce ve bilim üretme kapasitesi hilafsız sınırlandırıldı.
    Evren cuntası, vatandaşın hakkını ve hukukunu güvence altına almayı değil, devleti vatandaştan sözde korumayı gözeten otoriter ve yasakçı 1982 Anayasası’nı miras bıraktı.
    Nihayet Evren en büyük zararlardan birini de her fırsatta “Halka yeterince anlatmamışız” dediği Mustafa Kemal Atatürk’e verdi. Sanki kendisi çok anlarmış gibi Atatürk’ü ikrah getirtecek nispette taşlaştırmak yoluyla bu ülkenin sağlıklı bir Kemalizm, modernleşme ve Batılılaşma tartışması yapmasına da engel oldu.
    Ben bu ülkenin Kenan Evren’in ardında bıraktığı zehirli mirası kaldırıp atacağına inanıyorum. Halen yaşadığımız acı ve güncel tecrübenin de müsebbibi olan bu mirasla birlikte, refah, barış ve güvenlik içinde yaşamamızın mümkün olmadığını anlayacak kadar olgunlaştığımız kanaatindeyim.
    Mamafih biraz daha zamana ihtiyacımız var.
    Keşke Kenan Evren, mirasının tarihin çöplüğüne atıldığını görecek kadar yaşasaydı.
    Ölümü zamansız oldu.
    Çok üzgünüm.

    http://www.milliyet.com.tr/evren-kurtuldu-mirasindan-da-biz/dunya/ydetay/2057023/default.htm

  80. Evren

    “Tarihi büyük adamlar yapar” diye özetlenebilecek bir tarih yorumu vardır öteden beri. Tarihçiler arasında buna rağbet eden kalmamıştır ama popüler düzeyde hâlâ taraftarı vardır.
    O taraftarlara sormalı, “Evren hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye. Evren bu toplumun tarihini ciddi ölçekte belirledi. Bugün hâlâ onun biçimlendirdiği bir toplumda, onun kurduğu kurumlar arasında yaşıyoruz. Böylece, yukarıdaki mantığı ters yoldan izleyerek, “Ergo: Evren ‘büyük adam’dı” demek gerekir.
    Tabii Evren, “büyük” filan değil, tam anlamıyla “sıradan” bir adamdı. Her kahvehanede en az dört beş benzeri çıkacak olduğunu çok önce yazmıştım. Hani vardır ya, “Sallandıracaksın yüz tanesini, bak böyle bir daha yapıyorlar mı” diye konuşan adamlar vardır ya…
    Onlar kahvede oturur ve bunları söyler, yanlarında oturanlar başlarını sallar ve onaylar, başkaca bir şey olmaz. Ama Kenan Evren bir kurumun bir üyesiydi ve gene “sıradan”lığı sayesinde –son aşamada birkaç rastlantı sonucu– o kurumun en üst kademesine tırmanmıştı.
    O kurum Türkiye’de gerçek gücün sahibi olduğu için, belirli bir konjonktürde, Orgeneral Kenan Evren kendini yalnız geldiği kurumun değil, bütün devletin de tepesinde buldu. Böylece “Sallandıracaksın yüz tanesini, bak bir daha yapıyorlar mı?” ideolojisi iktidara gelmiş oldu.
    Bütün bu sıradan insanlar gibi Kenan Evren’in de kendi düşüncelerinin doğruluğundan hiçbir şüphesi yoktu. Geldiği kurumla aynı fikirde olduğuna inanıyordu ve belli ki öyleydi. Öyle olduktan sonra zaten sorun yoktu. O kurum “Şu şöyledir” demişse “Hayır, öyle değildir” demek kimsenin haddine düşmemişti.
    Böylece Kenan Evren yollara düştü. Kendi bilgeliğine hayran ola ola, durmadan konuştu. Her şeyin eğrisini doğrusunu millete anlattı.
    Zaten onunla aynı fikirde olanların sayısı az değildi. Bir de geldiği kurumun toplumdaki yerinin önemini “müdrik” insanlar vardı; böyle biçimlenmiş bir toplumun herhangi bir parçasına dokunulmasını istemeyenler vardı.
    Kenan Evren böyle konuşurken, onu oraya getiren irade birtakım serkeşlikler yapmış olan toplumu cezalandırmak ve bunların “bir daha tekerrür etmesini” önlemek üzere, başta anayasa, bir yığın yasa hazırladı. Yani iş “laf”ta kalmadı, konuşan o zihniyet somut kurumlar kılığına girerek her köşe başını tuttu.
    Bütün bunlar olmadan önceki hayat pek mi parlaktı? Hayır, hiç değildi. Ama her zaman, bu durum, öncesinin de pek parlak olmaması, birinin yaptığı olmadık işlerin mazereti, gerekçesi olmuştur. Bu da böyle bir garip diyalektik.
    Bu işleri yapanların dünya görüşü “Atatürkçülük”tü. Yirmiler ve otuzlarda bu millet altın çağını yaşamıştı (bunun değerini bilmeyen bazı nankörler aramızda dolaşıyor olsa da); o halde, bütün bu yasalar, kurumlar, bizi o yıllara götürmeliydi. Götürmeliydi de, bazı şeyleri diriltmek, restore etmek tarihin bu çağında mümkün değildi. Sözgelişi, “tek-parti rejimi” yeniden kurulabilir mi? Onun için, sonuç, biraz karma bir şey oldu.
    Bunları Kenan Evren mi yaptı? Hayır, onu oraya, oralara getiren yapı yaptı. Bu toplumun tarihî koşulları yaptı. Bütün bunların şekillendirdiği “determinizm” yaptı.
    Ama Kenan Evren de bunların hepsinin sözcüsü oldu. Köselesi aşındığı için kapatılamayan bir musluk gibi bunların ne kadar iyi olduğunu hiç durmadan anlattı.
    Şimdi “devlet töreni yapılacak mı?” yapılacaksa “kim katılacak?” gibi konuşmalar, tartışmalar var.
    Aslında bunların Kenan Evren’in kişiliğiyle, “kendi”siyle ilgisi yok. Taşıdığı rütbelerle ilgili. “Evet, darbeciydi, ama şu kadar yıl devlet başkanıydı. Törensiz nasıl gömeriz?”
    Gömemezsiniz. Bu toplumun harcı böyle kırılmış. Devlet başkanlığı ile darbecilik birbirinden kolay kolay ayrılamıyor.
    P.S. Evren’le aynı günlerde ölmek dışında herhangi bir yakınlığı olmayan Zeki Alasya kalabalık bir cenaze töreniyle gömüldü. Oraya gidenler Zeki Alasya’yı sevdikleri için gittiler.

    *

    Murat Belge

    http://www.taraf.com.tr/yazarlar/evren/

Comments are closed.