Toplumsal Bloklaşmalar…

 

 

Toplumsal mücadele kaçınılmaz olarak farklı toplumsal katmanların, sınıfların, güçlerin bir araya gelip bloklaşmasıyla yürür. Toplumsal mücadelede saflık arayışı saflıktır. Tarihteki bütün büyük mücadeleler toplumsal bloklaşmalarla yürütülmüştür. Fransız Devrimi’nde de böyledir bu, Rus Devrimi’nde de, İspanya Devrimi’nde de. Çok pirüpak, çok steril olduğu sanılan Bolşevikler bile iktidara geldiklerinde bir bloktular. Örneğin Menşeviklerden kopan Troçki’nin grubu bu blokun içindeydi. Emma Goldman, Hayatımı Yaşarken’de (Kaos/Metis) Bolşevik bileşenler içinde yer alan “anarko-Bolşevikleri” anlatır. Bolşevik adı aslında başlangıçta, Rus devriminin iyice radikalize olan bütün bir devrimciler blokunu temsil ediyordu. Stalin daha sonradan bu blokun elemanlarını teker teker tasfiye etmiştir.

Blok toplumsal bir olgudur. Ve sanıldığının tersine benzeyenleri değil, benzemeyenleri bir araya getirir. Bloklar, beğendiklerimizle değil, tersine beğenmediklerimizle, eleştirdiklerimizle kurulur. Zaten çok beğeniyor olsaydık ortak bir blokta değil, tek bir örgütte yer alırdık. Aslına bakacak olursanız, örgütler bile, farklı bileşenlerin bir araya gelmesinden oluşur. Bugünkü AKP iktidarı da, yavaş yavaş çözülme ve erime ya da katılaşma sürecine girmiş bir bloktur aslında.

Türkiye’de bloklaşma zorunluluğunu dayatan, muhalefetin aklı başında, mantıklı, duygusal tepkilerden arınmış stratejileri değil, AKP iktidarının adım adım faşist bir diktatörlüğe yönelmesidir. Muhalifler, AKP iktidarının attığı her diktatörlük adımına önce inanmazlıkla bakmakta, ardından yeni bir adım gelmeyebileceğine ikna olmakta, yeni bir adım gelince şaşırmakta ve ancak ondan sonra kıpırdama ihtiyacını duymaktadırlar. Buna şahsen kendim de dahil bütün muhalifleri ve muhalif  güçleri katıyorum.

Yakın geçmişte AKP’nin diktatörlük yönünde attığı adımları birlikte göğüslemek üzere muhalefetin farklı bileşenlerini bir araya getiren adı konmamış üç bloklaşma gerçekleşmiştir: Mayıs-Haziran 2013 Gezi isyanındaki anti-akp bloklaşma; 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’ndeki, temelini CHP-HDP işbirliğinin oluşturduğu HDP’nin barajı aşması ittifakı; 16 Nisan 2017 Referandumu’ndaki Hayır cephesi.

Bugün, CHP’nin başlattığı Adalet  yürüyüşüyle bu bloklaşmanın dördüncüsünün içinde yaşıyoruz. Öyle tahmin ediyorum ki, bu bloklaşma AKP iktidarının sona ermesine kadar gelişerek ve büyüyerek devam edecektir. Bu anti-AKP bloklaşma şu beş temel öğeden oluşmaktadır:

Birincisi, işbirlikçi VP ile yollarını ayırmış ulusalcı kesimlerden, AKP’nin devleti ele geçirmesiyle devlet ve ordu kademelerinden ötelenmiş eski devlet mensup ve taraftarlarından, CHP üye ve taraftarlarından, Alevi kesimlerden oluşan, genel olarak Kemalist olarak adlandırabileceğimiz siyasal oluşum. Bu oluşum, AKP iktidarının Fetullahçılarla el ele yürüttüğü, sahte delillere dayanan Ergenekon ve Balyoz davalarının da mağduru olup bugün de AKP iktidarının baskı ve açık tehdidi altında bulunmaktadır. Bu kesim, son dönemlerde, Kemalist kılığına girerek ulusalcı sloganlar attıktan sonra, “Fetullahçılığın tasfiyesine destek”, “vatan savaşı” ve “ABD’ye karşı AKP’nin anti-emperyalist yönelimlerine olumlu yaklaşma” adına AKP iktidarının yedek gücü haline gelen, D. Perinçek’in VP ile arayı iyice açmıştır son zamanlarda. Kemalist kesimin en büyük zaafı, henüz Kürt ulusal hareketine karşı önyargılarından kurtulamamış olmasıdır. AKP’nin diktatörlüğünü inşa ederken yararlandığı ve kâh ulusalcılığa, kâh Kürt hareketine yaslanan Bonapartizm oyununu sürdürmesine neden olan en önemli zaaflardan biridir bu.

İkincisi, komünistlerden, solculardan, anarşistlerden, feministlerden, Gezicilerden, Hayır meclislerinden, atılmış akademisyenlerden, çeşitli sol parti ve örgütlerden, Kuzey Ormanları gibi ekolojist kampanya gruplarından, DİSK-KESK gibi sendika ve mesleki örgütlerden, bütün bunların toplamından oluşan sol olarak adlandırabileceğimiz kesim. Bu kesim bir hayli dağınık ve çok parçalı olsa da genel olarak AKP karşıtı blokun en militan sokak gücünü oluşturmaktadır. Bu kesimin ağırlıklı olarak en büyük zaafı, akılcı politikalar yürütecek bir asgari birliktelik anlayışından yoksun olması ve olaylara hâlâ modası geçmiş “öncü örgüt” perspektifiyle bakmasıdır.

Üçüncüsü, Kürt ulusal hareketidir. Son derece kitlesel ve Türkiye’nin doğusunda ana akım durumunda olan bu hareket geçmişte AKP iktidarının “barış süreci” zokasını fena halde yutmuş ve daha bu süreç devam ederken bile KCK tutuklamalarıyla AKP iktidarından darbe yemesine rağmen, “barış süreci” bozulacak korkusuyla Gezi isyanına omuz vermekten kaçınmıştır. Gerçi şehirli, genç Kürt kitlesi buna rağmen Gezi hareketinde yer almıştır. AKP’nin “barış süreci” zokasını Kürt hareketinin ağzından çekip çıkaran HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş olmuş ve Demirtaş, “seni başkan yaptırmayacağız” sloganını yükseltip HDP’nin %7’lik oyunu %13’e yükseltmeyi başararak kısa bir süre için de olsa AKP’nin parlamentodaki iktidar tekeline son verebilmiştir. Bunun üzerine AKP, derhal kendini toparlamış ve yeni bombalı provokasyonlarla bu süreci 1 Kasım “yeniden” seçimiyle zor bela önleyebilmiştir. Kürt ulusal hareketi bugün esasen AKP diktatörlüğü ile göğüs göğse çarpışmasına ve yöneticilerinin, milletvekillerinin birçoğu hapse atılmış olmasına rağmen, bu hareket içinde, örneğin Leyla Zana’nın şahsında belirgin olarak, küçük bir AKP yanlısı kesim halen varlığını sürdürmektedir. Bu kesimin en büyük zaafı, geçmişin anılarından hareket ederek ulusalcı kesimlere ve CHP’ye karşı büyük bir güvensizlik ve önyargı içinde olmasıdır. Bu önyargının haklı nedenleri de olsa, bu yarığın AKP iktidarınca kaşınmakta olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.

Dördüncüsü, Hüsamettin Cindoruk’un “Milli Merkez”i ve Meral Akşener’in başında bulunduğu MHP muhalefetinin içinde ana unsur olduğu, ayrıca AKP’den ayrılan eski AKP’lileri ve hatta halen AKP içindeki muhalifleri de kapsayan Türk milliyetçisi-muhafazakârı diye niteleyebileceğimiz kesimdir. Bu kesim giderek büyümektedir; örneğin bir ara VP tarafından marke edilmeye çalışılan “Milli Merkez”, Adalet Yürüyüşü’nü destekleyerek tavrını açıkça koymuştur. Bu kesimin büyümesini sağlayan bir kanal da AKP iktidarının Fetullahçılara karşı mücadele adına yürüttüğü tutuklama ve işten tasfiye operasyonlarının sağ ve muhafazakâr kesimlerde çok sayıda mağdur insan yaratmış olmasıdır. Bu kesimin en büyük zaafı, halen şiddetli anti-sol ve anti-Kürt duygular içinde olmasıdır.

Beşincisi, eskiden “İstanbul Dükalığı” diye tanımlanan, klasik modern burjuvazinin temsilcilerinin de, Avrupa’ya paralel bir şekilde, AKP iktidarının basını ve fikir özgürlüklerini baskı altına alan gidişatından hoşnutsuz olduğu çok açıktır. Son Tusiad bildirisinin açıkça AKP iktidarını hedef almaya cesaret etmesi ve Tayyip Erdoğan’ın “sizi de içeri alırız” yollu tehdidiyle karşılaşması durumu net bir şekilde ortaya koymaktadır. Modern burjuvazinin en büyük zaafı, AKP iktidarının ekonomik yaptırım sopasından korkmasıdır. Oysa normal burjuva düzenlerinde iktidarla burjuva sınıfı arasındaki ilişki tersine işler. Yani siyasi iktidar burjuvazinin ekonomik sopasından çekinir. Bizim gibi ülkelerde burjuvazinin zayıflığı böyle bir duruma yol açmıştır.

 

Bu beşli bileşenden oluşan blok CHP’nin başlattığı Adalet Yürüyüşü çerçevesinde yeni bir toplumsal kabarışı başarabilecek midir? Bunu bir ay içinde göreceğiz.

 

Gün Zileli

19 Haziran 2017

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

44 Comments

  1. Oyun içinde oyunun; işbirlkçi oluşumların niteliğinin, coğrafyadaki satılmışlığın kiralanmışlığın, karşıtların güzergahının analizi bu kadar güzel yapılabilirdi.
    Aslanca, çatal yürekli aydınca yapılmış bu çözümlemeye bravo.
    karanlık faşizmi, işbirlikçi satılmışlığı apaçık ortaya koyup, bilinç ve savaşım güzergahını bu kadar güzel görebilmek, Gün Zileli’de görüldü.
    Kutlarım ve tebrikler, teşekkürler.
    Ne laf ebeliği, ne düzenbazlık, ne entrika. Doğru yürek doğru sözlerle apaçık etmiş çok şeyi.

  2. Bu dört toplumsal bloklaşmaya bir de “örgütsel bloklaşma” olarak 15 Temmuz bloklaşması eklenmeli;

    Kim bu askeri darbeciler?

    1. Bugün hükümetin pompaladığı görüş darbeyi Gülen cemaatinin örgütlediği ve darbecilerin ordunun küçük bir kesimini kapsadığı yönündedir. Lakin gerçekler ile kitleleri aldatmaya dönük yapılan açıklamalar çelişmektedir. Ortadaki manzara net bir şekilde gösteriyor ki, geleneksel ordu yapısı ikiye bölünmüş ve toplam sayıları 360 civarında olan general ve amirallerin neredeyse yarısı darbe girişiminin içinde yer aldıkları iddiasıyla gözaltına alınıp tutuklanmıştır.
    2. Şu ana kadar gözaltına alınan 18 bini aşkın insanın yaklaşık 10 binini askerler oluşturmaktadır. Erleri bir kenara bıraksak bile, gözaltına alınanlar arasında general ve amirallerin dışında binlerce albay, yarbay, binbaşı, yüzbaşı, teğmen ve astsubay yer almaktadır.
    3. Türkiye’nin 40 kentindeki en önemli tabur, kolordu ve orduların komutanlarının bu darbeye katıldıkları iddia edilmektedir. Genelkurmay Başkanının en yakınındakiler, yani ordunun en mahrem kısımlarına giren yaverler ve özel kalem müdürü subaylar ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaverinin de dâhil olduğu bir askeri darbe girişimi söz konusudur.
    4. Eski Hava Kuvvetleri Komutanı ve Yüksek Askeri Şura üyesi Akın Öztürk, ikinci ordu komutanı ve kolordu komutanları da darbecilikten tutuklanmıştır. Hava, kara ve denizcilik istihbarat dairelerinin ve en önemli jet üslerinin komutanları darbenin bir parçası, daha doğrusu kalbinde yer alıyor gözükmektedir.
    5. Dolayısıyla böylesine geniş kapsamlı bir darbe girişimini tek başına Gülen cemaatinin örgütlediği iddiası gerçekleri yansıtmamaktadır. Daha ilk gün tespit ettiğimiz gibi, bu darbe, ordunun geleneksel Kemalist yapısından gelenler ile Gülenci subayların bir biçimde ortaklaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Darbecilerin temel buluşma noktaları AKP ve Erdoğan karşıtlığıdır. Öyle gözüküyor ki, esas hedef AKP ve Erdoğan olduğu için, Kemalist subayların bir bölümü, ordunun şu anki üst yönetiminin uzlaşmacı tutumunu kabul etmeyerek Gülencilerle ittifaka girebilmiştir. Bu arada, tüm bu bağlantıların kurulmasında ve bizzat darbenin örgütlenmesinde ABD’nin de ciddi bir rolü olduğu düşünülmektedir.

    Askeri Darbe Girişiminden OHAL Düzenine
    Marksist Tutum
    http://marksist.net/node/5223

  3. En güçlü olan, yani “topluluk gücü”ne en çok sahip olan ve bunu en iyi yönlendirenler toplumsal mücadeleyi kazanır.
    Yani servet/sermaye/para gücü, silah/ordu/polis/silahlı örgüt gücü, hanedan/kabile/aşiret/akraba/yandaş/parti/oy gücü gibi toplumsal güçler.

  4. o iş o kadar basit değil.

  5. PİYASALARIN, YAŞAMDAN AYRIŞMASI

    Son dönemin en çok sorulan sorularından biri ‘filan olay olduğu halde niçin kriz çıkmadı?’

    Bu soru her gün soruluyor, çünkü her gün yeni bir olay oluyor.

    Yunanistan sorunu,
    Brexit,
    Trump’ın seçimi kazanması,
    Fransa’da seçimler,
    Birçok yerde patlayan bombalar,
    Terör olayları,
    Büyük kazalar,
    Ortadoğuda savaşlar,
    Trump’ın görevde kalıp kalamayacağı tartışmaları,
    Doların düşmesi kalkması,
    Fed’in faiz artırma kararları ve bilanço küçültme programı şimdi yazarken aklıma gelen konular.

    İçlerinde en eskisi ‘Yunanistan ekonomik krizi’ ama o da arada bir yenilenip tekrar gündeme geliyor. Ötekilerin hepsi son 6-7 ayda ortaya çıkmış sorunlar. Bunlara ek olarak, Türkiye’nin yaşadıkları var:

    Rusya ile sorunlar,
    Ortadoğu sorunundaki durumumuz,
    Terör olayları,
    16 Nisan Referandumunun yarattığı belirsizlikler,
    Yargı üzerinden yaşanan anlaşmazlıklar,
    Toplumsal çekişmelerin artması son bir yılda yaşananlardan ilk akla gelenler.

    Bunların bir bölümünün ilk bakışta ekonomiyle ilgisi yok gibi görünse de, hepsi piyasaları etkileyecek olaylar. Buna karşılık, piyasalarda hiçbiri kalıcı etkiler yaratmadı. Belki bir-iki saat, belki bir-iki günlük etkiler dışında fazlaca etkileri olmadı.

    Geçmişte bu olayların herhangi biri olsa, piyasalar derinden etkilenir ve bu etki bir süre devam ederdi. Şimdi niçin böyle bir etki oluşmuyor? Bunun birden fazla nedeni olduğunu düşünüyorum.

    İlk ve en önemli neden; sermaye hareketlerinin serbest bırakılmış olmasıdır.

    IMF, ‘Bretton Woods sistemi’nin dayanağı olarak kabul ettiği sermaye hareketlerinin serbestliği ve esnek kur rejimini uzun süre dünyaya yaymak için uğraştıysa da, bu çaba, 1990’lara gelene kadar ancak batının gelişmiş ülkelerinde karşılık buldu. Küresel sisteme geçişin başlangıcı olarak, Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı 1990’ların ilk yıllarını alırsak, bu yıllardan başlayarak ‘dalgalı kur rejimi’ ve ‘sermaye akımlarının (yani para akımlarının) serbest bırakılması’ hızla bütün dünyaya yayıldı.

    Eskinin sosyalist, kapalı rejimleri bile, bir süre sonra, küresel sisteme entegre olmak zorunda kaldı. Sermaye hareketlerinin serbestliği, dijital teknolojinin de gelişmesiyle birlikte, paranın çok kısa sürelerde bütün dünyada tur atabilmesine olanak sağladı. Eskiden bir yerde sorun çıktığında paranın oradan çıkması izinlere tabiyken, şimdi, anında bir emirle çıkıp başka yere gidebiliyor. Bu esneklik, sermayenin korkaklığını aşmasını sağladı. Öyle olunca da, bir yerde bir kriz çıktığında parmaklar tuşa değerek son saniyeye kadar beklemek mümkün olabiliyor. Eskiden böyle bir şey olduğunda, herkes oradan çıkmaya uğraşıp paniği büyütürken, şimdi, bilgisayar programlarında risk aralıklarında sistem son saniyeye kadar bekleyebiliyor. O arada panik yatışmış, her şey normale dönmeye başlamışsa, sermaye çıkışları ertelenebiliyor.

    İkinci neden; 15 Eylül 2008’de başlayan ve bugün de devam etmekte olan küresel ekonomik krizle birlikte, ve özellikle de son bir-iki yılda pek çok siyasal, sosyal, jeopolitik ve ekonomik sorunun peş peşe ve bazen bir arada yaşanmış olmasıdır. Bu tür yoğunluk ve sıklıklar diğer olaylarda olduğu gibi bu olaylarda da bir anlamda ‘kanıksama etkisi’ yaratıyor. İnsan, korku tüneline ilk girdiğinde birçok efektten ve hareketten korkabilir. Aynı tünele peş peşe birden fazla defa girilse sonraki her girişte korku dozu azalır, bir süre sonra hiçbiri korkutucu olmamaya, hattâ komik gelmeye başlar. Aşağı yukarı bu örneğe benzer bir ‘ekonomik krizi kanıksama durumu’yla karşı karşıyayız.

    Üçüncü neden; küresel sistemdeki ‘likidite fazlalığı’dır. ‘Fed’ ve ‘İngiltere Merkez Bankası’yla başlayıp, ‘Avrupa Merkez Bankası (AMB)’ ve ‘Japonya Merkez Bankası’yla devam eden, ‘niceliksel gevşeme operasyonları (quantitative easing)’, küresel sistemde müthiş bir ‘likidite fazlalığı’ yarattı. Bu kadar fazla likidite, akacak yer arıyor. O nedenle de krizlere aldırmayarak dünyada dolaşıp duruyor. Özellikle, faiz oranlarının çok düşük olduğu yerlerden gelen fonlar, faizlerin yüksek olduğu ülkelere gidiyor.

    Piyasa aktörleri, bu üç gelişmenin yarattığı ortamda; sosyal, siyasal, kültürel hattâ ekonomik gelişmelere fazla aldırmadan, onlardan soyutlanarak hareket ediyorlar.

    Bu ‘soyutlanma eğilimi’; piyasa aktörlerinde, olaylara ülke ve dünya için ‘iyi / kötü’, ‘yararlı / zararlı’ olup olmadığı açısından değil, ‘kazanç’ yönünden bakmalarına yol açacak bir optik kırılma yaratıyor.

    Bu optik kırılma, ‘piyasa’ ile ‘yaşamın geri kalan kısmını’ ayrıştırıyor. Ben buna, ‘piyasanın yaşamdan ayrışması’ adını veriyorum.

    Geçmişte, çevresindeki, hattâ dünyadaki krizlere çok duyarlı olan piyasa yapısına alışık olan kişiler, bu yeni piyasa yaklaşımını tam olarak anlayamadıkları için, ‘filan olay olduğu halde niçin kriz çıkmadı?’ sorusunu sormaya devam ediyorlar.

    Dr. Mahfi Eğilmez
    Hazine eski müsteşarı
    Kadir Has Üniversitesi, iktisat bölümü öğretim görevlisi
    19 Haziran

  6. “o iş o kadar basit değil.”

    Haklısınız.
    Genel kural bu olsa da farklı durumlar ve ihtimaller de hesaba katılmalıdır.

    Hatta toplumsal mücadeleyle ve bloklaşmalarla ilgisi olmayan olayların bile ciddi etkileri olabilir bazen.

    Orduda bir aydır -Manisa’da dört, Diyarbakır’da bir kez- görülen zehirlenme olayları,
    Bir tümgeneralin ve üst rütbeli subayların öldüğü helikopter kazası,
    Sermayenin önemli isimlerinden Mustafa Koç’un beklenmedik ölümü gibi.

    Belki bu olayların önemli bir etkisi olmamıştır.
    Fakat, sözgelimi Mustafa Koç yerine öldüğünde parti içi krizlere yol açacak bir siyasi parti liderini ya da seçime yakın ölen bir cumhurbaşkanı ya da başbakan adayını,
    Helikopter kazasında ölen -ki bu basit bir trafik kazası da olabilirdi- tümen komutanı yerine daha üst rütbeli bir komutanın ya da daha çok sayıda subayın öldüğü bir kazayı,
    Bir zehirlenme olayının bu defa yüzlerce askerin ölümüyle sonuçlanmasını vb.
    koyduğumuzda çok şey değişir.

  7. Gün abi sen bunlar için en geç 2017’de devrilecekler diyordun. Emir-komuta zinciri içerisinde bir darbe tahminin vardı. Kürtlerle de er ya da geç barış yapılacaktı. Ne oldu ?

  8. Cok mantıklı takdire şayan sil yapılarda goremedigimiz bir analiz.Sizin durusunuz saptamalari iz çok önemli , dolayısıyla onerinizde!! Peki sizin açımızdan bu bloğun oluşması olumlu olurmu,siz uzun vadeli sonuçları ongorebilecek bir tecrübe ve birikime sahipsiniz,TÜSİAD in ve CHP nin içinde bulunduğu bloktan hayır gelir mi

  9. Kastamonu’da 38 asker, gıda zehirlenmesi iddiasıyla hastanelere kaldırılmış. Kuşadası’nda bir anaokulunda 47’si çocuk 49 kişi yediklerinden zehirlenmiş. Bunlar kaçıncı? Nereye gidiyoruz? Neden böyle oluyor? (“Kapitalizmin kar hırsı mı bizi zehirliyor?” diyeceğim ama Necip bey duyacak, aman!)

  10. http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/06/buyukelci-morgenthaunun-guncesi.html

    Yazının sonundaki “Türkiye’nin geleceğini yok ediyorsunuz; ekonomik ve kültürel çöküşe yol açacaksınız.” cümlesine dikkat! Bugün o geleceği yaşıyoruz çünkü!

  11. “Bu beşli bileşenden oluşan blok CHP’nin başlattığı Adalet Yürüyüşü çerçevesinde yeni bir toplumsal kabarışı başarabilecek midir? Bunu bir ay içinde göreceğiz.”

    Başarırlar. Ak Parti’nin yaptığı yollardan beş blok birden yürüyebiliyor.

    (Gerçi Kılıçdaroğlu orada bile kayıp düşmeyi başardı. Nev’i şahsına münhasır bir insan, gerçekten.)

    On beş sene önce olsa ancak tek tek geçebilirlerdi. Yürüyüş bittiğindeyse muhtemelen iktidar kendiliğinden değişmiş olurdu.

  12. Dedem de bize yolları gösterir, bakın bu yolları Menderes yaptı derdi ankara’ya sömestr tatilinde gittiğimizde. Necip, şu yazdıklarının böylesi bir ihtiyar adam bakışından hiç farkı yok. Düzeyini daha yüksek sanıyordum.

  13. Yakında “Fetullahçı komplo”yu duymaya hazır olun. Stalin de, hızlı endüstrileşmenin yarattığı kaosun yol açtığı tren kazalarını “Troçkist komplo”ya bağlamıştı.

  14. çok olumludur ve olması gereken de budur, Büyük toplumsal mücaedeleler büyük toplumsal güçlerin bir araya gelmesiyle başarıya ilerler

  15. 2017’nin son günü konuşalım bunu.

  16. Necip denilen zat, iyice zafiyette.
    -Ben kör genç bir dilenciyiiim
    Sokak sokak gezeriiim
    Beni seven zenginlerdeeen
    Birazcık yardım isteriim…
    Dikbaş ördeği kimin suya tersten dalmaya da başladı.

  17. 12 no’lu yorumu ben yazmadim. Benim ismimi kullanan ve aklinca taklit eden baska biri yazmis. Ben gonderilerimde Turkce karakter kullanmiyorum.

    Ben kimsenin ayagi kayip dusmesi uzerinden arguman uretmem. Her ne kadar malum guruh Erdogan’in attan dusmesini on senedir dillerine dolamis, ati adeta milli kahraman ilan etmis olsa da.

    Lakin dedenizi neden asagiladiginizi da anlayabilmis degilim. Yalan mi soyluyor? Menderes yapmadi mi o yollari?

    Kabul edin; yollar, kopruler, havaalanlari sayesinde her istediginizde istediginiz yere gidebiliyorken, bir eliniz yagda, digeri baldayken iktidari protesto etmek cok daha kolay, oyle degil mi?

    Ah, ihtiyarlarin bilgeligine her zamankinden daha cok ihtiyacimiz var; ne var ki ortada akil danisacak ihtiyar kalmadi!

  18. Demek adınıza yazan kişi sizin ruh halinize gerçekten tercüman olmuş. Bravo doğrusu, sizi tanıyormuş. Dedemi aşağılamadım, neden aşağılayayım. Çok da şeker gibi bir insandı. Ama cehennemin yolları iyi niyetle döşenmiştir. Böylesine iyi insanları asfalt yollarla kandırdılar. sizin gibi asfalt hayranı değilim. Toprak yollarda araçsız gitmeyi tercih ederim. En fazla bisikletle. Sözü edilen ihtiyarlar bilge falan değil, sadece kandırılacak kadar saftırlar. onlara bilgelik affedenler onların sırtından malı götürenlerdir.

  19. Zileli’nin bir yorumunda hızlı endüstrileşmeden bahsetmesinden aklıma geldi. Yukarıda 11 no’lu yorumuma muhtemel bir itiraza peşin cevap vermek isterim.
    Bahsettiğim bu “ekonomik ve kültürel çöküş”ün “ekonomik” kısmına AKP dönemindeki “hızlı endüstrileşme” nedeniyle itiraz edilebilir. Burada önemli olan endüstrileşmenin kendisi değil niteliğidir. Yani mesela petrole dayanan Körfez endüstrisinin aksine, sürdürülebilir, üretken (bunu olumlu anlamda değil nötr anlamda kullanıyorum, “ilerlemecilik”le suçlamayın lütfen) bir endüstri olması önemlidir.

  20. “Demek adınıza yazan kişi sizin ruh halinize gerçekten tercüman olmuş. Bravo doğrusu, sizi tanıyormuş.”

    Aşağıdakini yazan Ekşi Sözlük yazarı da “Balkan oligarşisi bütün kötülüklerin anasıdır” diyen Necip’i tanıyormuş:

    kemalizm bütün kötülüklerin anasıdır

    çok yüksek iki plaza arasına asılırsa oldukça şık duracak olan mahya. böylece herkes gerçeği görmüş, bugün yaşadığımız bütün sıkıntıların aslında kemalizmden kaynaklandığını öğrenmiş olur. ayrıca bu konuda her hafta üç beş tane köşe yazısı yazan, ayda 8 tane kitap yayınlayan, yılda 126 tane konferans düzenleyen… kişiler de rahatlar. mahyamıza huşu içerisinde bakarak sorunları çözmüş olmanın rahatlığını doyasıya yaşarız.

    (bkz: anti kemalizm)

    https://eksisozluk.com/kemalizm-butun-kotuluklerin-anasidir–2568357

  21. Kürtle HDP kitlesi genis bir blok icinde anlayisli bir birliktelik yürütecek olgunlukta degiller. olasi bir ortak eylemde , kendilerininde yararina olan en genel Adalet talebini ortaya cikarmak yerine `biji serok APO `diye bagirip cagirip bir guzel BLOK dagitirlar. baska da bi seye yaramazlar.son on yildir kendi talepleri ve kendi cikarlarini ilgilendirmeyen hic bir genel demokratik talepte yokturlar (sanilanin aksine)

  22. HDP nin Kürtlerinde yuruyuse kurumsal katilmasi ne sonuc verir. Sirri Sureyya gelir mikrofonu alir ve derki, Sayin Ocalan aslinda bu yuruyusu yillar onceden ongormustu…..ve yuruyus dagilir.

  23. “Demek adınıza yazan kişi sizin ruh halinize gerçekten tercüman olmuş.”

    Bu konu karismaga basladi.

    12 nolu yorumu da, 14 nolu yorumu da ben yazMAdim.

    Her ‘Mecip’ nicki ile yazilan yoruma da tekzip yazacak degilim; ama, site yoneticisinin bu konuda bir seyler yapmasi faydali olabilir.

    En kolay yontem, yayinlanmayacak olsa da (hatta, gercek olmasa da) ‘ e-posta’ sahasina bir seylerin girilmesini zorunlu tutmak olabilir.

    Bu sayede, ayni isimleri kullanarak yazanlarin ayni olup olmadigini anlamak mumkun olabilir.

  24. ben pim number’lara dikkat edeyim bundan sonra. Şu anda yazan gerçek Necip değil mi?

  25. Hakiki Necip hidayete mi erdi?

  26. Bütün Necip’ler sahte. Hepsi benim adımı kullanıyor. Fikirleri de benden çalıntı zaten.

  27. “Şu anda yazan gerçek Necip değil mi?”

    Evet.

    Ve, bundan boyle, e-posta adresine sadece benim bilecegim ve sizin de goreceginiz bir adres yazacagim.

    Bu e-posta adresi gercek bir adres degil; bir tur parola mahiyetinde olacak.

    Titizliginiz icin tesekkur ederim.

  28. peki tamam ama şu andaki pimnumberınız bir öncekini tutmuyor. ne yapacağız?

  29. Bir erguvan vardı, kurtulduk ondan; cırcır böceği tarzı, kendi yazar kendi okur, siteyi erguvanlardı. Necip mecip de mızmızlarda şu ara; benim ben değilim nazları cilvelerinde. Bu da gitse de kültürel, etik, söyleşili güzel bir alana dönse site.
    Bunlar ne biçim bir jenerasyondur ki, naz, cilve, kompliman, cır cır çene, düşünmeyen beyin ile hayatlarını sürdürüyorlar.
    İşleri güçleri mi yok, problemlerini çözmesini bilmiyorlar mı? Kendilerinden başka kimseyi sevmiyorlar. Dağ armudu gibi keratalar.

  30. “Necip mecip de mızmızlarda şu ara; benim ben değilim nazları cilvelerinde. Bu da gitse de kültürel, etik, söyleşili güzel bir alana dönse site.”

    Kendim de oturup yazabilirdim; ama, degmez. Alinti yapayim:

    Zenci haremağası, padişahın kapısında, rahatsız edilmesin diye, bekliyormuş.

    Gece, Sadrazam Paşa, pür telaş, saraya gelmiş. Padişaha çok önemli bir arzı olduğunu söylemiş.

    Lala ‘Nedir bu önemli olan söyle bana?’ diye efendisini uyandırmak istememiş.

    Sadrazam, lahavle çektikten sonra, elindeki haritayı göstererek; ‘Rusya donanması Boğazlardan geçmek ister. Boğazları açalım mı, kapatalım mı?’

    Haremağası tombul parmağını, haritada Boğazların üzerine basar:
    ‘Kapattım işte, zatı şahanelerini uyandırmak lazım değil’ der, Sadrazam da gene lahavle çeker:

    ‘Allahım, ne olur, şu Arabın aklını bana ver de, bir gece olsun, rahat uyuyayım’ deyiverir.

    Evet. O donemdeki o haremagasi kadar genis ufuklu seyler oneriyorsunuz.

    Sizi kucumsedigimden degil; ama, hem ‘ayipsiz dost arayan dostsuz kalir’dan haberiniz yok gibi; hem de, yogurt-ayran-keci-kucu muhabbetinin herkes icin pek de matah olamayabileceginin farkinda degilsiniz.

    Olsun. Zaten sart da degil.

    Ama, baskalarini dislaMAmak gerektigini artik ogrenebilmis olmaniz beklenirdi.

  31. Sahada Olmak ve HDP’nin Yanlışı

    Kılıçdaroğlu’nun başlattığı yürüyüş karşısındaki tartışmalara bakınca, yeni kuşakların, bizler için birer aksiyom olan kimi alfabetik önermeleri bile bilmediği görülüyor.
    Bu nedenle, klasik sosyalist geleneğin “her zaman taze” (evergreen) kimi kabullerini hatırlatmak yerinde olacaktır.
    Halk özellikle eski uygarlık beşiklerinde, yani Türkiye gibi Şark despotluklarında örgütsüzdür.
    Kapitalizm öncesinde, ulusal devletler öncesinde iyi kötü yine de tarikatlardaki, meslek örgütlerindeki örgütlülüğü aracılığıyla, modern toplumdaki işçilerin sendikaları gibi, köylü (Alevilik) ve zanaatkârların (Ahilik, Bektaşilik vs.) savunma araçları bulunuyordu.
    Ama modern devlet ve ulusun ortaya çıkışı bu öz savunma mekanizmalarını bile ortadan kaldırdığı için, halkın, ne prekapitalist sınıflı toplumlarda, yani klasik uygarlıklarda, iyi kötü geliştirdiği savunma araçları vardır; ne de modern toplumdaki işçi sınıfının geliştirdiği savunma araçları (fikir ve örgütlenme özgürlüğü gibi kimi haklar ve sendikalar ve işçi partileri gibi örgütlülükler) vardır. Ortada tam anlamıyla örgütsüz, devletin örgütlü kontrolünde, tamamen savunmasız ve örgütsüz bir halk vardır.

    Bu nedenle her sosyalistin, her demokratın soluk alır gibi, su içer gibi zaten her zaman yapması gereken iş, halkı örgütlemek, onun öz örgütlenme mekanizmalarını oluşturmak ve bunun için en küçük bir olanaktan yararlanmaktır.
    Bunu yapabilmenin de tek yolu vardır. O Tanrı gibi her şeylere kadir devletin gözü önünde, legaliteden azami yararlanarak halkın savunma mekanizmalarını oluşturmak.
    Bu da sözle değil, işle, örnek davranışla, somut ilişkilerle başarılabilir.
    Bu nedenle, örneğin Lenin, Türkiye gibi, bir Şark despotluğundan başka bir şey olmayan çarlık Rusya’sında, en gerici sendikalarda bile çalışmak gerektiğini yazıyordu. (Tabii Lenin’in dediğinden, bugünkü sendika bürokrasisinin “eğitim” seminerlerinin veya sendika yayınlarının vs. maaşlı kapıkulları olan solcu (çok da “sınıfçı”) aydınların yaptıklarını anlamamak gerekir.)
    Bolşevikler, en gerici çarlık meclislerinde (Duma) bile seçimlere katılıyordu.
    Bu nedenle Hikmet Kıvılcımlı, Yol adlı çalışmasının son bölümünde, izlenecek taktiğin legaliteden azami yararlanmak olduğunu yazıyor ve sonraki hayatında hep bunu uyguluyordu.
    Engels, Alman işçilerinin bu taktikle nasıl başarılı sonuçlar aldığını anlatıyordu.
    *
    Bir doğru politik tavır ile pratik iş ve örgütlenme arasındaki ilişki, mekanik ve doğrudan bir ilişki değildir,
    Ne demek istediğimizi şöyle anlatalım.
    Birinci Dünya Savaşı patladığında sosyalistlerin çoğu kendi devletlerinin ve uluslarının yanında yer almışlardı. İki at arabasını dolduracak kadar bir avuç enternasyonalist ise, emperyalist savaşı iç savaşa çevirelim diyen bir tavır alıyordu.
    Bu duruş ve stratejiden, mekanik düşünen bir sosyalist, askere gitmeme gibi bir sonuç çıkarabilir.
    Ama diyalektik düşünen, geniş ezilen kitleleri örgütlemek gibi bir derdi olan sosyalistler, yani Bolşevikler ise askere de, savaşa da gitmişlerdir ve orada en iyi asker ve savaşçı olmuşlardır. İğneyle kuyu kazarca siperlerde beraber oldukları, beraber ölüme gittikleri emekçi askerlerin güvenini kazanmaya, onların arasında bu savaşın niteliği üzerine fikirlerini yaymaya çalışmışlardır.
    Böyle uzun ve sabırlı bir çalışmanın ektiği tohumlar, çaldığı mayalar olmasaydı savaşa karşı tepki pek ala soysuzlaşabilirdi. Savaş patladığında Konferanslarda alınmış Enternasyonalist kararların hiçbir somut etkisi ve sonucu olmazdı.
    Bir fabrikayı örgütlemeye çalışan sosyalist kapitalistlerin nasıl artı değere el koyduğunu anlatır ama bundan çıkacak sonuç fabrikada çalışmamak ya da işten kaytarmak değildir. Mesleğini iyi bilen bir işçi olmaktır.
    Çünkü her örgütlenme çabasına giren bizzat denemesiyle bilir ve görür ki, ancak mesleğini bilen, arkadaşlarını kollayan ama aynı zamanda iyi bir işçi olan işçilerin sözünün değeri olur ve onlar belki gerektiği anda bir örgütlenmeye veya bir direnişe öncülük edebilirler.
    En kaba gözlem bile kaytaran bir işçinin yaptığı veya yapması gereken işin arkadaşlarının sırtına yeni yük eklediğini bilir ve görür.
    Yani artı değer teorisinden çıkacak sonuç, sömürülmemek için işten kaçmak değil, tabiri caiz ise daha iyi ve çok sömürülmeyi göze almaktır denebilir.
    İşçi hareketinin, sosyalist ve demokratik hareketin son iki yüz yılda geliştirdiği bütün bu taktikler, özünde kitlenin ve özellikle de hareketin ve örgütlenmenin içinde olmak; sahada olmak olarak da adlandırılabilir.
    *
    Yeni kuşaklara bu verdiğimiz örnekler bir şey ifade etmeyebilir. O halde tarihi bir yana bırakalım, bugünkü Rojava’ya bakalım.
    YPG Rojava’da ABD’den silah alıyor, en küçük çelişkilerden akıllıca yararlanıyor. ABD’nin kendisine karşılıksız bir silah vermeyeceğini de; günü geldiğinde tamamen ters bir tavır alacağını da, yarın öbür gün Türk devletiyle anlaşıp kendisine karşı saldıracağını da biliyor. Ama iffetini korumuş yaşlı bir bakire olarak ölmekten ise, ırzına geçilmesini de göze alarak sokağa çıkması gerektiğini de.
    Ama şunu da biliyor. Kendisi sahada, kitlenin içinde, bu arada o bölgedeki halkı örgütlüyor, silahlandırıyor, ilişkiler kuruyor. Araplardaki ön yargıları yıkmaya çalışıyor. Yani fiiliyatta sürekli pratik iş içinde yeni mevziler kazanıyor.
    Yarın öbür gün işler tersine döndüğünde, olayların gidişini değiştirmek için gerekli güçleri topluyor.
    Haydi, YPG’yi bir yana bırakalım. Şu Türk devletin bakalım. Hiç olmazsa düşmanımızdan öğrenelim.
    Türk devletinin dilinden düşürmediği nedir?
    “Sahada olmak”.
    Yani sahada fiili bir gücünün ve örgütünün olması. O zaman olayların gidişine bir etkide bulunabileceğini düşünmekte, şu çürümüş Türk devleti bile, .inlerce yıllık tecrübesiyle sahada olmanın önemini bilmektedir.
    *
    Bir de bizim 68’lilerin deneylerinde bir iki söz edelim.
    Biz DÖB ve DEV-GENÇ’lilerin cuntacı olduğumuz iddia edilir.
    Elbet içimizde öyleleri de vardı ve bunları da bilirdik. Ama bizler cuntacı değildik. Cuntalar bizlerden kendi hesapları için yararlanmak isterlerdi, bizler de bunu biler ve görürdük. Ama bizler de onların bu yararlanma çabalarından yararlanmaya çalışırdık. Sahada olmamıza güvenirdik, onlar yukarıdan ne gibi hesaplar yaparlarsa yapsınlar, bizler sahadaydık. Dev-Genç’in militanları öğrenci forumlarında, derneklerde, işçi direnişlerinde, köylü direnişlerinde hasılı sahadaydı. Onlar bizi kontrol edemiyorlardı. Başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücülere dönmüşlerdi.
    Yine bir başka yürüyüşten bir örnek. Cuntacıların da hesaplarının olduğu bir yürüyüş olmuştu 1968 yılında: Samsun Ankara yürüyüşü. Bu yürüyüşte cuntacıların, CHP’lilerin başka hesapları vardı. Bunu biliyorduk. Ama bizim de hesaplarımız vardı. Bu vesileyle yürüyen bizler olduğumuz, sahada bizler olduğumuz için bu bize müthiş bir güç veriyordu. Bu yürüyüşte aslında İstanbul ve Ankara’nın devrimci kadroları birbirlerini ilk kez somut iş içinde, bir yürüyüşün zorlukları içinde tanıdılar. Bir hafta bile olsa kilometrelerce beraber yürümek başka bir dayanışma ve güven oluşturur.
    Ayrıca yürüme deme geçmemeli. Pratik işin nasıl bir eleme sağladığını göstermek için solut bir örnek.
    Bizler yürüyorduk. Ankara’ya yaklaşınca CHP’li veya cuntacılarla ilişkili kimi tipler şık giysileri ve güzel çizmeleri ili yürüyüşe gelmişlerdi. Aslında o günkü kısmımızı yürümüştük. Bizleri paryalar gibi görüyorlardı. Bizler yürüyor ve işin hamallık kısmını yapıyorduk, onlar esas politik kısmıyla meşgul liderler pozlarındaydılar. Biz ne yaptık. O gün 40 kilometre kadar yürümüş olmamıza rağmen onlara iyi bir ders vermek için, yürüyüşe devam hedef Kırıkkale dedik. O gün yetmiş kilometre kadar yürüdük. Bizler bittik ama o havalı bayların da havasını indirdik ve ertesi gün hepsi yürüyüş kolundan bahaneler bulup kaçtılar. Onların esamisi okunmaz oldu. Bütün havaları ve hesapları bitti. DÖB ve Dev Genç aslında bu yürüyüşte oluştu bile denilebilir.
    “Uzlaşma yok” bir anarşist palavrasıdır. Sorun neye karşı, neyle, ne zaman uzlaştığın ve bunun ezilenlerin mücadelesine bir katkısı olup olmadığıdır. Lenin Alman Genelkurmayı ile bir uzlaşma yapıyordu kurşunlu vagon ile Rusya’ya varmak için. Kimin kazandığını tarih gösterdi. Abdestinden emin olan, ezilenleri örgütlemek gibi bir derdi olan, en çürük gibi görünen uzlaşmaları bile yapmaktan çekinmez. Mao veya Ho Japonlara karşı “kendi” burjuvazileri, hatta “kendi” emperyalistleriyle uzlaşma yaparken şunu da iyi biliyorlardı. Kendileri sahadaydılar ve sahada olmalıydılar.
    Sanırız bu kadar yeter.
    *
    Şimdi gelelim Adalet yürüyüşüne.
    Yok, CHP şöyleymiş, yok böyleymiş. Bunların hepsinin doğru olduğunu kabul edelim.
    Ama bundan çıkacak sonuç: mekanik bir şekilde, (tıpkı emperyalist savaştır o halde askere gitmeyelim benzeri) bu yürüyüşe katılmayalım değildir.
    Aksine bizler o yürüyüşte yer almalıyız. Herkesten iyi ve çok yürümeliyiz. Her türlü pratik işi, nankör işleri, hamallıkları bizler yapmalıyız.
    Ancak böyle yarın öbür gün CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun yan çizmesinde demoralizasyon ve yıkım önlenebilir ve hareket daha ileri götürülebilir.
    Bu yürüyüş, geniş kitlelerin öz örgütlenmelerinin yaratılması için muazzam bir olanaktır.
    Bunu görmek istemeyenlere küçük ama sembolik bir olgudan bahsedelim.
    #HAYIR kampanyası sırasında az da olsa meclisler oluşmuştu. Sonra hareketin geri çekilmesiyle birlikte katılım azalmıştı. Ama yine de kalan az bir kesim gelecekte ne yapmalı, nasıl davranmalı diye emek sarf ediyor, kafa patlatıyor ve tartışıyordu. Dün bu meclislerin çok önceden planlanmış bir toplantısı vardı. Eğer Adalet yürüyüşü olmasaydı muhtemelen bu toplantıya az bir katılım olurdu. Ama yürüyüşün başlaması hemen etkisini göstermiş ve oldukça geniş katılımla bir toplantı yapılmış bulunuyor. Yani insanların öz örgütlenme ihtiyacı ve arayışları bu şekilde yansıyor.
    Aslında bu yürüyüşte bizlerin yapması gerekenler şunlardır: Türkiye’nin her yerinde örneğin Adalet Meclisleri kurulmasına çaba gösterilebilir. Bu meclislerde bir tek #ADALET pankartıyla her yerden yürüyüşler başlatılabilir. #Adalet bayrağı iç çelişkilerin hareketi bölmesini engelleyici bir işlev görür.
    Bu yürüyüşler bizzat halkın örgütlenmesinin tohumları olabilir. Bir yürüyüşün örgütlenmesi bir yığın iş gerektirir. Bütün bunların örgütlenmesi çabaları insanların birbirilerini iş içinde görüp tanımalarını sağlar. Gerçek güvene dayalı ilişkiler böyle oluşur.
    Böylece birkaç hafta içinde Türkiye’de geniş kitlelerin örgütlenmesi ve harekete geçmesi sağlanabilir.
    Modern toplumda insanlar birkaç hafta içinde bütün dengeleri değiştirecek örgütlenmeler yapabilir. İşte Fransa’da Macron bir örnek.
    *
    Bu vesileyle HDP’ye ve Kürt Özgürlük Hareketine bir eleştiri.
    Olaylar Kürt Özgürlük Hareketi’nin Öcalan’ın yol açıcılığı olmadığı sürece son derece dar ufuklu olduğunu göstermektedir.
    Kürt hareketi Gezi’yi kavrayamadı örneğin.
    #HAYIR referandumunu kavrayamadı.
    Şimdi de bu yürüyüş karşısında benzer refleksler görülüyor.
    Bu yürüyüş Kürt özgürlük hareketinin Laikler ve Aleviler ile bağlar kurabilmesi, ön yargıları yıkabilmesi için muazzam bir olanak sunmaktadır. Onların pratik eylem içinde Kürt Hareketine karşı ön yargıları değiştirilebilir ve birer ulusalcı olmaktan kurtarılabilirler
    HDP’nin ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin tam da sahada olabileceği ve olması gerektiği bir gelişmedir bu.
    Ama HDP’liler ne yapıyor?
    Birincisi, bir politikası bile yok. Her kafadan bir ses çıkıyor.
    İkincisi herkes konuşuyor ama can alıcı sorunda konuşan yok.
    Selahattin Demirtaş, tarihsel haklılıklar üzerine, avcıların veya avların yazacağı tarihlerden söz ediyor.
    Ama şu somut olay ve gelişme karşısında tek bir söz etmiyor.
    Kimileri Diyarbakır’da AKP’nin er veya geç barış çizgisine geleceğinden söz ediyor. Bunun nasıl muhalefetin bir bölünmesi ve Kürt hareketinin tecridiyle sonuçlanacağını bile kavramaktan aciz Kürt ulusalcısı bir perspektiften konuşuyor.
    Ertuğrul Kürkçü, her şeyi, Demirel’in gerçekte ne dediğini bile söylüyor da, bu yürüyüşe katılmak konusunda bir tek söz etmiyor.
    Sırrı Süreyya, bizi davet etmezseniz yürüyüşte yokuz dışardan destekleriz diyor özünde.
    HDP’nin görülen ağırlıklı tavrının CHP’den davet beklediği oluyor.
    CHP’nin gözünün kendi sağında olduğu bilinmez bir şey midir?
    Yapılması gereken, CHP’nin davet etmesini beklemeden Adalet şiarıyla yürümeli. En geniş kesimleri birleştirebilecek bu bayrak yükseltilmeli. HDP’liler yürüyüşü fiilen organize etmeli. HDP’liler o yürüyüşe kitle halinde katılmalı.
    Bu günkü politikayla CHP eğer HDP’yi davet ederse, bu daha da kötü. Katıldığında onun davetiyle gelmiş olacak.
    Ama CHP davet etmezse, bu sefer de kitle hareketlenmesinin dışında kalacak, sahada olmayacak ve gelişmeleri etkileme gücü olmayacak. Ayrıca laikler ve Aleviler içindeki ön yargıları pekiştirmiş olacak.
    HDP’lilerin yapması gereken bir tek şey var. Tüm meclis grubu olarak yürüyüşe katılmak, Adalet şiarına sahip çıkıp bu bayrağı yükseltmek, bunun henüz demokrasi olmadığını vurgulamak; tüm yürüyüşü pratik işlerden hareketle örgütlemek, HDP’lilerin kitleler halinde yürüyüşe katılmaları ve mümkünse her yerde CHP’liler veya diğer tüm muhaliflerle birlikte yürüyüşler başlatmaları ve Adalet Meclisleri örgütlemeleri.
    HDP asgari olarak bunları yapmadığı takdirde bu hatasının altında ezilecek, demokratik muhalefeti bütünüyle CHP’nin ellerine teslim etmiş dolayısıyla onu ihanete ve yenilgiye mahkûm etmiş olacaktır.
    Demir Küçükaydın
    https://demirden-kapilar.blogspot.com/2017/06/sahada-olmak-ve-hdpnin-yanls.html

  32. Kucukaydin’in buraya (yukarida) alintilanan yazisi hakkinda birkac kelam..

    “Yani artı değer teorisinden çıkacak sonuç, sömürülmemek için işten kaçmak değil, tabiri caiz ise daha iyi ve çok sömürülmeyi göze almaktır denebilir.”

    Marksist jargondaki ‘artı değer teorisi’nin tarihsel karsiligi, demek ki, ‘memluk yazilmak’ oluyor.

    Yani, ‘bir ise gir, essek gibi calis, vazgecilmez ol; seni basa gecirsinler’..

    Bunun boyle de tercume edildigini bilmiyordum.

    “YPG Rojava’da ABD’den silah alıyor, en küçük çelişkilerden akıllıca yararlanıyor. ABD’nin kendisine karşılıksız bir silah vermeyeceğini de; günü geldiğinde tamamen ters bir tavır alacağını da, yarın öbür gün Türk devletiyle anlaşıp kendisine karşı saldıracağını da biliyor. Ama iffetini korumuş yaşlı bir bakire olarak ölmekten ise, ırzına geçilmesini de göze alarak sokağa çıkması gerektiğini de.”

    Birisi, bana, lutfen, “iffetini korumuş yaşlı bir bakire olarak ölmekten ise, ırzına geçilmesini de göze al”magin mantigini bir defa daha anlatsa cok iyi olacak..

    Cunku, ben, boyle planin “agam, biz bunca boku niye yedik” seklinde hitama erecegini neredeyse gorur gibi oluyorum.

    “Ama şunu da biliyor. Kendisi sahada, kitlenin içinde, bu arada o bölgedeki halkı örgütlüyor, silahlandırıyor, ilişkiler kuruyor. Araplardaki ön yargıları yıkmaya çalışıyor. Yani fiiliyatta sürekli pratik iş içinde yeni mevziler kazanıyor.
    Yarın öbür gün işler tersine döndüğünde, olayların gidişini değiştirmek için gerekli güçleri topluyor.”

    Evet, evet.. Buradaki akillica yaklasimi gorMEmek mumkun degil.

    Araplar, baska herkes gibi, baskalarinin verdigi silahlarla uzerlerine saldiranlara karsi butun onyargilarini yitirirler. Derhal ve sonsuza kadar onlarla ayni mevzilere gecerler.

    Degil mi?

    “Bizler yürüyorduk. Ankara’ya yaklaşınca CHP’li veya cuntacılarla ilişkili kimi tipler şık giysileri ve güzel çizmeleri ili yürüyüşe gelmişlerdi. Aslında o günkü kısmımızı yürümüştük. Bizleri paryalar gibi görüyorlardı. Bizler yürüyor ve işin hamallık kısmını yapıyorduk, onlar esas politik kısmıyla meşgul liderler pozlarındaydılar. Biz ne yaptık. O gün 40 kilometre kadar yürümüş olmamıza rağmen onlara iyi bir ders vermek için, yürüyüşe devam hedef Kırıkkale dedik. O gün yetmiş kilometre kadar yürüdük. Bizler bittik ama o havalı bayların da havasını indirdik ve ertesi gün hepsi yürüyüş kolundan bahaneler bulup kaçtılar. Onların esamisi okunmaz oldu. Bütün havaları ve hesapları bitti. DÖB ve Dev Genç aslında bu yürüyüşte oluştu bile denilebilir.”

    Burayi aci bir tebessumle okudum.

    ‘Basiniz goge erdi, degil mi?’ demeden edemedim.

    Yok, yok. Ettim.

    Onun yerine, ‘hamalliginiza doymayin, e mi’ demek sanki daha uygun geldi.

    “Lenin Alman Genelkurmayı ile bir uzlaşma yapıyordu kurşunlu vagon ile Rusya’ya varmak için. Kimin kazandığını tarih gösterdi.”

    Yahu, Kucukaydin hangi relaitede yasiyor?

    Yani, ben bakmazken, tarih yeniden filan mi yazildi?

    Kim kazandiydi, sahi?

    Lenin mi?

    Adamin dikili bir heykeli bile kalmadi neredeyse; SSCB ise, coktan, sizlere omur…

    Kazanmak bu mudur?

    “Modern toplumda insanlar birkaç hafta içinde bütün dengeleri değiştirecek örgütlenmeler yapabilir. İşte Fransa’da Macron bir örnek.”

    Evet. Derununa bakmazsaniz, Macron’un kendi basina isbasina geldigini sanabilirsiniz. Fransiz derin devletinin (burokrasisinin) Macron’un butun rakiplerini nasil ekarte ettigini bilmezseniz, yani..

    “CHP’nin gözünün kendi sağında olduğu bilinmez bir şey midir?
    Yapılması gereken, CHP’nin davet etmesini beklemeden Adalet şiarıyla yürümeli. En geniş kesimleri birleştirebilecek bu bayrak yükseltilmeli. HDP’liler yürüyüşü fiilen organize etmeli. HDP’liler o yürüyüşe kitle halinde katılmalı.”

    Ben buna itiraz etmem. Bu sayede, HDP –daha once soz verip de basarili olamadigi– ‘Turkiye partisi’ seysini gerceklestirmis sayilabilir.

    Iyi de, amac ne olacak?

    Yani, ortak hedef?

    “Bu günkü politikayla CHP eğer HDP’yi davet ederse, bu daha da kötü. Katıldığında onun davetiyle gelmiş olacak.
    Ama CHP davet etmezse, bu sefer de kitle hareketlenmesinin dışında kalacak, sahada olmayacak ve gelişmeleri etkileme gücü olmayacak. Ayrıca laikler ve Aleviler içindeki ön yargıları pekiştirmiş olacak.”

    Ben burayi pek de anlamadim: HDP’ye yonelik, “laikler ve Aleviler içindeki ön yargılar” nedir?

    “Laikler ve Aleviler” (neden ikisini beraber saydigi da izaha muhtac; ama, gecelim), HDP’yi yeterince ‘laikci’ ya da ‘Alevici’ mi bulmuyorlar?

    Bu ‘bosluk’u CHP mi dolduruyor?

    “HDP’lilerin yapması gereken bir tek şey var. Tüm meclis grubu olarak yürüyüşe katılmak, Adalet şiarına sahip çıkıp bu bayrağı yükseltmek, bunun henüz demokrasi olmadığını vurgulamak; tüm yürüyüşü pratik işlerden hareketle örgütlemek, HDP’lilerin kitleler halinde yürüyüşe katılmaları ve mümkünse her yerde CHP’liler veya diğer tüm muhaliflerle birlikte yürüyüşler başlatmaları ve Adalet Meclisleri örgütlemeleri.”

    Yine anlamis degilim.

    Burada sozu gecen ‘adalet’ hangi adalettir?

    Ekonomik ‘adalet’ ise, HDP’nin tabani ile CHP tabani arasinda cok ciddi ucurumlar oldugu kolayca gorulebiliyor.

    Siyasi ‘adalet’ten bahsediyorsak; yine ayni sey. HDP’nin tabani ile CHP tabani arasinda, yine, cok ciddi ucurumlar oldugu asikar.

    Bu iki baslikta, CHP’nin ‘adalet’e razi olacagina hic de emin degilim; cunku, olsaydilar son bilmem kac on yil bu konuda bazi adimlar atarlardi herhalde.

    Dolayisi ile, ‘hangi konuda adalet?’ sorusuna bir cevap vermek gerekiyor.

    Cevabin ‘hepsi’ olamayacagini dusundugumu eklemeliyim.

    Bu durumda, evet, ‘hangi konuda adalet?’.

    “HDP asgari olarak bunları yapmadığı takdirde bu hatasının altında ezilecek, demokratik muhalefeti bütünüyle CHP’nin ellerine teslim etmiş dolayısıyla onu ihanete ve yenilgiye mahkûm etmiş olacaktır.”

    Iste, burayi hic anlamadim.

    HDP, eger CHP’ye katilmazsa, CHP’yi ihanete mi mahkum etmis olacak?

    Nasil bir ‘ihanet’ten bahsediyor Kucukaydin?

    CHP, kime ya da neye ihanete mahkum edilmis olacak?

  33. Abdülhamid’in yaptığı yolları ve döşediği telgrafları kullanarak onu yeniden meşrutiyet ilan etmeye zorlayamayacağınız gibi, Menderes ve AK Parti’nin yaptığı yollarda da onlara muhalefet edemezsiniz!

    Aynı şekilde, Abdülhamid okullarında okuyanların Abdülhamid ideolojisine muhalefet etmeleri, Abdülhamid’in ekmeğini yiyenlerin Abdülhamid iktidarını devirmesi de çok ayıptır!

    Fakat, Kemalist Balkan oligarşisinin okullarında okuyup bu sayede bir yerlere gelenlerin onların ideolojisine muhalefet etmeleri, onların kadrolarını tasfiye ederek yerlerine kendi adamlarını doldurmaları çok yerindedir. Başımıza ne geldiyse bu oligarşiden geldi çünkü.

    Hamdolsun Balkan oligarşisi diktatörlüğünden kurtulduk. Demokrasiye kavuştuk. Sandıkta milli iradeden tokat yiyenler millete sopa gösteremeyecek artık!

  34. “Hamdolsun Balkan oligarşisi diktatörlüğünden kurtulduk.”

    Buna sizi kim inandirdiysa, fena isletmis.

    Baska bir suru gostergesi daha var; ama, en basta geleni, bilmem kac sayili –kisiye ozel cikartilmis tek yasa ornegi– koruma kanununu.. Bu kanun ortada aynen duruyor.

  35. Necip’in tezi:
    Kapitalizmi devirmek iyi güzel de, yerine ne koyacaksınız?

    Necip’in anti-tezi:
    Balkan oligarşisini devirmek iyi güzel de, yerine ne koyacaksınız?

  36. Guldugum Sey basima geldi…

    Necip beyden aldigim ilhamla, Erdogan in bati muzugune tavrini dusunmustum.
    Cevabi bugun Hamburg Tan geldi. Konserte gitmemis!nedeninide soz etmeden!!ileri insanlarin geri insanlari secmelerinide Gel anla…

  37. Gün Abi,

    1- TAK kentlerde bomba patlatır ve patlatma tehdidini sürdürürken kemalistlerin Kürt Hareketine dönük ”ön yargılarını” aşması mümkün mü? (Şehirde bomba patlatan bir zihniyete karşı olmanın nesi ön yargıdır, onu da anlamıyorum ya!)

    2- Dördüncü maddede saydığın o milliyetçi muhafazakar kesimle ve beşinci maddede saydığın burjuvazinin bir kanadıyla neyin ittifakı kurulacak, kuruldu diyelim hangi sonuç alınacak, bunlarla yan yana gelen bir sola sol denir mi? (Biz AKP’ye niye karşı çıkıyorduk? Milliyetçi, muhafazakar ve burjuva olduğu için tam da!)

    Kanımca Akşener’in tek işlevi AKP tabanını bölmesidir, başka bir hiçbir faydası dokunmaz. TÜSİAD burjuvazisi ise muhalif kanallara reklam bile vermiyor. Zaten toplumun %1’i bile değildirler. Bunların peşinde koşulması kişiliksiz bir tutum olur. Toplumsal Blok’un TÜSİAD’dan medet ummamayı, burjuvazinin üstünü çizebilmeyi öğrenmesi gerekiyor. Biz, sorunları burjuva sınıfsal egemenliğiyle ilişkilendirerek kitleye anlattığımız ölçüde solun ideolojik etkisi artar. Aksi halde bırakalım bu işleri.

    Sevgiler

  38. oldukça pürist bir tutum içinde olduğunu düşünüyorum. ayrıca ittifak yapmak o güce karşı mücadeleni ertelemek anlamına gelmez. O, sağcı bir ittifak ittifak anlayışının ürünüdür. benden de sevgiler.

Leave a reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir