Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Tartışma Özgürlüğü! Özgür Tartışma!

Siyasi Tahlil

(Yeni Harman’ın Aralık 2011 sayısında yayımlanmıştır)

Dersim tartışmasının açıldığı çok iyi oldu. “Nikita Tayyip” yazımda belirttiğim gibi, nasıl Kruşçev’in Stalin’in suçlarını 1956 yılında açıklaması, onun isteğinin ve iradesinin de ötesinde pandoranın kutusunu açtıysa, TC devletinin suçları da ortaya dökülmeye başladı. Bundan sonra, Ermeni katliamı başta olmak üzere, İstiklal Mahkemelerinin suçları dahil, devletin ve Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki tüm iktidarların suçları tek tek ortaya serilecektir. Koçgiri ayaklanmasında, Şeyh Sait ayaklanmasında devletin işlediği cinayetlerden, İskilipli Atıf Hoca’nın sırf şapka kanununa karşı çıktı diye İstiklal Mahkemesi tarafından asılmasına; Dersim katliamından, Sabahattin Ali cinayetine; Varlık vergisinden 6-7 olaylarına; 27 Mayıs darbesinin astığı DP yöneticilerinden, Deniz Gezmişlerin idamına; 1970’lerdeki Malatya, Çorum, Maraş alevi katliamlarından, Sivas’taki Madımak oteli katliamına; 12 Eylül darbecilerinin astığı Erdal Eren’den, 19 aralık “Hayata Dönüş” operasyonundan, 1990’ların faili meçhullerine; Diyarbakır Cezaevi zulmünden polis işkencesindeki ölümlere kadar her şey ama her şey ortaya dökülecek, devletin ve iktidarların suçları ayrım yapılmadan ve siyasi taktiklerden arındırılarak teker teker ortaya çıkarılacak, tüm kurbanların hesabı sorulacaktır.

Bu başlangıç, özgürlük mücadelesi açısından hayırlı olmuştur ve geçmişin hayaletlerini yeniden pandoranın kutusuna tıkmak artık mümkün değildir. Tartışma özgürlüğü, devletin ya da iktidarların hediye ettiği bir şey değildir. Toplum öyle bir kaynama noktasına gelir ki, en baskıcı bir rejim altında bile birdenbire insanlar konuşmaya başlar ve tartışma özgürlüğü defacto hayata geçer. Türkiye bugün bu noktadadır. Bir yandan baskı artar, KCK tutuklamaları avukatlara kadar yayılırken, bir yandan da toplum her şeyi tartışmaya başlamıştır. Gerçekten ilginç bir moment. Ne var ki, toplumun tartışma özgürlüğünü bilfiil gerçekleştirmiş ve her şeyin tartışmaya açılmış olması tam anlamıyla özgür bir tartışma yapılabildiği anlamına gelmiyor ne yazık ki. Bir kere, özgür tartışma olabilmesi için herkesin sesini aynı ölçüde duyurma şansına sahip olması gerekir. Oysa böyle bir durum yok. Tartışmada en çok sesini duyuranlar yazılı ve görüntülü medyadaki olanakları kullanabilenlerdir. Öte yandan, tartışan tarafların eşit konumda olmaları gerekir. Oysa bugün, Nuray Mert ve Nabi Yağcı’nın belirttikleri gibi, örneğin Kürt sorununda, Kürt tarafı baskı altında bulunmaktadır. Mecliste temsilcileri bulunmakla ve bazı yayın olanaklarına sahip olmakla birlikte, devletin ve AKP iktidarının tutuklama furyası ve Kürt tarafını savunmayı bizatihi bir suç haline getirmesi sonucunda özgür tartışma ortamı aşağı yukarı ortadan kaldırılmış bulunmaktadır. Böyle olunca da, tabii ki, dürüst insanlar, eğer varsa, örneğin PKK’ya ilişkin eleştirilerini yapmaktan imtina ediyorlar. Çünkü bu eşitsiz tartışmada yapacakları eleştirinin, baskın taraf tarafından kullanılacağından, sanki bu baskın tarafın yaygarasına katılıyormuş gibi bir izlenim yaratacağından çekiniyorlar. Çok da haklılar. Sanırım Nuray Mert Ergenekon davası dolayısıyla ilgili olarak da böyle bir tutum aldı ki ben de bu tutumu destekliyorum. Örneğin ben de, “ulusalcılık” hakkında ilk ideolojik eleştirileri yapan ve bu konuda ulusalcılık (Özgür Üniversite Kitaplığı, 2007) diye bir kitap yazan birisi olduğum halde, Ergenekon davası dolayısıyla epey bir süredir bu kesime olan eleştirilerimi önemli ölçüde ikinci plana almak zorunda kaldım. Düşene vurmamak ya da baskı altında olana saldırmamak etik bir seçimdir.

Bununla birlikte, bu söylediğim, özgür tartışma olanaklarından aynı ölçüde yararlanma şansı olmayanların hiçbir şekilde eleştirilmeyecekleri anlamına gelmemelidir. Her şey, öznelerin bulunduğu yere göre değişebilir. Örnek verecek olursam, ovada baskı altında olan PKK, dağda baskıcı güçtür. Tabii burada ova ve dağı sembolik olarak kullanıyorum. PKK ya da Kürt hareketi devletin baskısı altındayken onu savunuruz ve devletin saldırdığı noktada onu bir de biz eleştirilerimizle yıpratmamaya dikkat ederiz. Evet ama Kürt hareketi içindeki tartışmada roller değişir. Orada PKK yönetiminin monolitik baskıcılığı söz konusudur. Devlet karşısında mağdur olan PKK, böyle bir durumda devletten farksız, hatta daha da kötü bir biçimde baskıcı olabilir. Aytekin Yılmaz’ın Labirentin Sonu (İletişim Yayınları) kitabında anlattığı gibi, kendi hakim olduğu koğuşlarda muhalif üyelerini uygulamaya alır örneğin. İşte böyle koşullarda PKK’nın baskıcılığını eleştirmek devrimci bir görevdir. Aynı şeyleri ulusalcı hareket için de söyleyebiliriz. AKP onlara saldırır ve tutuklarken Fetullahçı koroya katılmam, hatta Türkan Saylan veya ODATV tutuklamalarında olduğu gibi, polisin faüllerini eleştiririm. Ama örneğin, Aydınlık gazetesinin vicdani red karşısındaki ulusalcı zırvalamalarını da bütün gücümle eleştiririm. Nuray Mert, tutumunu öteden beri doğru bulduğum bir köşe yazarı. Bilmem, bu son söylediğim noktada da anlaşıyor muyuz? 

25 Kasım 2011

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

15 Comments

  1. Gün Zileli

    Derksim hakkında bir yazı:Erdoğan’ın “Dersim Açılımı”
    Vesilesiyle Bir Kez Daha
    Dersim Jenosidi Üzerine

    Ve Erdoğan bir ilke daha imza attı. Erdoğan, 1938’de Dersim’de yapılanlar için devlet adına özür diledi. Etkili de oldu; zira Erdoğan’ın özründen sonra, “Özür yetmez ama anlamlıdır” sesleri yükselmeye başladı.
    Dersim meselesi üzerinde bir kez daha gördük ki, katilin mirasçısı ile kurbanın mirasçısı zamanla birbirlerine benzemişlerdir.
    At izi ile it izi birbirine karışmış, bu da asıl meselenin tartışılmasını daha da zora sokmuştur.
    Bundan dolayıdır ki Erdoğan’ın “Özür diliyorum” çıkışının ve bu çıkışına Dersim tarihinin mirasçısı olduğunu iddia eden çevrelerin verdiği tepkinin ne anlama geldiğini ve Erdoğan’ın devlet adına özür dileme hakkına sahip olup olmadığını ortaya koymak gerekiyor.
    Aksi taktirde ne Dersim jenosidinin, ne de AKP’nin örgütlemeye çalıştığı sürecin asıl anlamı doğru kavranabilir.

    Devlet Açısından Dersim’in Önemi Neydi?

    Dersim’i devlet açısından önemli kılan şey, ne Dersim’in Kızılbaş ve Kürt oluşu idi, ne de Dersim halkının bir kısmının devlete vergi ve asker vermeyi reddetmesi idi. Tabii ki bunlar da önemliydi ama Dersim meselesini tek başına bu nedenlerle açıklamak mümkün değildir.
    Dersim’i devlet açıcından önemli kılan nedenleri doğru anlayabilmek için İttihat ve Terakki’nin iktidarı kontrol etmeye başladığı sene olan 1908’e kadar uzanmak gerekiyor.
    Bilindiği gibi 1908 yılına gelindiğinde artık bir iktidar gücü olan İttihat ve Terakki hareketi, yalnızca bir iktidar gücü olmakla kalmamış, aynı zamanda Türk İslam sentezi zemininde ırka dayalı bir ulus ve ulus devlet inşa etmeye de girişmiştir.
    Irka dayalı bir ulus ve ulus devlet inşa etmek maksadı güden İttihat ve Terakki hareketinin ilk açık savaşı, 1914 yılında başlayan Birinci Emperyalist Savaşın da yaratmış olduğu muazzam imkânların gölgesinde, hiçbir biçimde Türkleştirilemeyecek olan topluluklara karşı olmuştur.
    Mayıs 1915’de çıkarılan Tehcir Kanunu’nun hemen ardından Ermenilere ve Süryanilere karşı soykırım başlatılmış, uygulamanın sonucu olarak bu topluluklar büyük ölçüde imha edilmiş, hayatta kalanları ise Tehcir edilmişlerdir.
    Bugünkü Türk Cumhuriyeti’nin öncülü olan İttihatçı hareket, Ermenileri ve Süryanileri etkisiz kılmaya muvaffak olmuştu ama bu, ırka dayanan bir ulus yaratmak için yeterli değildi.
    Türkleştirerek bir ulus yaratma projesinin önünde engel teşkil eden diğer bir topluluk da Rumlardı. Bu da “mübadele” adı ile uygulamaya konan Tehcir yoluyla gerçekleştirildi.
    Ve sıra Kürtlerdeydi.
    Kürtler en sona bırakılmıştı; çünkü Kürtlere rağmen bir Ulus Devlet kurulamazdı ve çünkü Kürtlerin önemli bir kısmı Türkler gibi Müslüman’dı.
    Bundan dolayıdır ki Ermenilere ve Süryanilere karşı uygulanan soykırım, Kürtlere karşı da uygulanamazdı.
    Devletin sahibi olan güç açısından Kürt jenosidi kaçınılmazdı ama bu bir anda değil, peyderpey olacaktı.
    Kürtler İslamiyet üzerinden büyük ölçüde asimile edilecek, asimile edilemeyenler zor yoluyla sindirilecek, buna rağmen ortaya çıkabilecek Kürt ayaklanmaları ise izole edilerek bastırılacak, en nihayetinde de, gerek fiziki imha, gerekse de asimilasyon yoluyla Kürt jenosidi peyderpey tamamlanmış olacaktı.
    Ankara Meclisi’nin açılış tarihi olan 1920 senesini esas alacak olursak, bu tarihten Dersim’e yönelik imha planının hayata geçirildiği tarih olan 1937’ye kadar 24 Kürt ayaklanması cereyan etmiş ve bu ayaklanmaların her biri, önce izole edilmiş, sonra da kanlı bir biçimde ezilmiştir. Ve her Kürt ayaklanması ile birlikte bir Kürt Jenosidi ve Tehciri hayata geçirilmiştir.
    1937 yılına gelindiğinde ise Kürt bölgeleri içinde diri bir güç olarak varlığını korumaya devam eden bir tek Dersim kalmıştı.
    Ve Dersim için emir kesindi: “Dersim haritadan silinecek!”
    Dersim yalnızca Kürt değil, aynı zamanda da Kızılbaş’tı; Kızılbaşlığın ise İslamiyet ile bir akrabalığı yoktu, dolayısıyla da İslam sosuna batırılmış Türklük, bu noktada bir işlev görmezdi.
    Devletin dini İslam, etnisitesi ise Türk idi. Dersim halkı ise hem Kızılbaş, hem de Kürt. Üstelik de devlet otoritesi Dersim’de bir bütün olarak tesis edilemiyordu. Ama dahası da vardı. Dersim halkı 1915 Ermeni Jenosidinde Dersim’de yaşayan ya da Dersim’e sığınan Ermenileri devlete teslim etmemiş, kimi kaynaklara göre 20 bin, kimi kaynaklara göre ise 40 bin Ermeni’yi saklamıştı. Yani bu rakamlara göre Dersim nüfusunun neredeyse yarısı Ermeni’ydi.
    Hal böyle olunca da, devlet otoritesini hiçbir vakit gönüllü kabul etmemiş, Türkleşmemiş, Müslümanlaşmamış, Ermenileri devlete teslim etmeyi reddetmiş ve de nüfusunun yarısı Ermenilerden oluşan bir Dersim resmi ortaya çıkmaktaydı.
    Üstüne üstlük Dersim, başarıya ulaşmamış Koçgiri Kürt Ayaklanması’nın ruhunu temsil ediyordu.
    Özetleyecek olursak:
    Bir; Dersim nüfusunun yarısına yakını Ermeniydi, daha doğrusu bunlar, yok edilmek istenen ama Dersim Kürtleri tarafından devlete teslim edilmeyen Ermenilerdi.
    İki; Dersim Kürtleri Müslüman olmadığı gibi, Bektaşilik üzerinden İslamiyet’e entegre edilemezdi ve bu yolla Türkleştirilemezdi.
    Üç; Dersim, Koçgiri İsyanı’nın ruhunu temsil ediyordu; bir bakıma Koçgiri’de bastırılan ayaklanmanın ruhu Dersim’de yeniden ayağa kalkmıştı ve sindirilmiş Kürt halkının yeniden ayağa kalkmasına yol açabilirdi.
    Dört; Devlet otoritesinin bir bütün olarak sağlanamadığı tek bölge Dersim’di.
    Ancak bu dört neden bir araya getirildiğinde Dersim’in devletin sahipleri açısından önemi ve Dersim Jenosidinin nedenleri doğru anlaşılabilir.
    Burada bir diğer önemli nokta ise, Dersim Jenosidi’nin tarihidir; zira 1938 yılı herhangi bir tarih değildir.
    1938 yılı da tıpkı 1915 yılı gibi tarihsel bakımdan özelliği olan bir yıldır. 1938 yılı, İkinci Emperyalist Savaş’ın arifesidir. İkinci Emperyalist Savaş henüz resmen ilan edilmemiş olsa da, fiilen başlamıştır. Japonya, Çin ve Moğolistan’ı işgale başlamış, Almanya, Avusturya’yı kendisine dahil etmiş, İspanya’da ise İç Savaş devam etmektedir. Yani tıpkı 1915’de olduğu gibi her egemen devlet kendi ayrık otlarını temizlemekle, dolayısıyla İkinci Emperyalist Paylaşım Savası arifesinde egemenlik kurma emellerini hayata geçirmek için kendi hazırlıklarıyla meşguldür. Türk devletinin 1938 yılında Dersim’e karşı harekete geçmesinde işte bu konjonktürün de önemli bir yeri olduğunu kayıt düşmek gerekir. Her ne kadar Osmanlı İmparatorluğu Birinci Emperyalist paylaşım savaşında hezimete uğramışsa da ve onun devamı olan Türk devletinin ufukta gözükmekte olan bu savaşa girip girmeyeceği konusunda bir tereddüdü olsa da, hem savaş için hazırlıklı olmak adına iç temizlik yapmayı ve böylelikle içerden gelebilecek bir direnci kırmayı, hem de uluslaşmak hedefi üzerinden engel olarak gördüğü Kürtleri bir kez de Dersim üzerinden imha ve tasfiye etmeyi böylesi bir konjonktürde fırsat bilmiştir.

    “Özür diliyorum” demek, “Dersim halkı haklıydı” anlamına gelir mi?

    Bir an için de olsa Türk devletinin maksadının Jenosid değil, Dersim’i kontrol (işgal) ve “ıslah” etmek olduğunu varsayarak tartışalım. Ve soralım: AKP’nin lideri, “Özür diliyorum” derken, “Dersim’in işgali ve “ıslah”ı fikri yanlıştı” mı demek istemiştir?
    Tabii ki “hayır!” Zira AKP ve onun lideri, Dersim’e yapılan devlet harekâtından dolayı değil, Dersim’de katliam yapılmasından dolayı” özür diliyor. Bir an için AKP’nin, Jenoside karşı olduğunu varsaysak bile, AKP Dersim’in ilhakına ve “ıslah”ına karşı değildir.
    Bu durumda sormak gerekiyor, katliamsız ve zulümsüz işgal ve “ıslah” mümkün müdür? Ya da o tarihlerde iktidarda olan güç AKP olsaydı ne yapardı? Dersim halkı kendi rızasıyla işgal ve “ıslah” siyasetini kabullenmeyeceğine göre, AKP ne yapardı? İşgal ve “ıslah” siyasetinden vazgeçip, Dersim’in muhtariyetine saygı mı gösterirdi?
    Eğer bu soruya ilişkin yanıt “Evet” ise, bu durumda sormak gerekir, Dersim, neden halen işgal altındadır? Dersim, neden halen Türkleştirilmek istenmektedir?
    Bir bütün olarak Kürdistan’da Türk işgal güçlerinin işi nedir?
    Hayır, AKP’nin savunmadığı Dersim’in işgal ve “ıslah” edilmesi değil, bunun yöntemi ve sonuçlarıdır.
    Bunun ise bir hükmü yoktur. Zira bütün egemen devletler geçmişte başvurdukları yöntemleri bugün savunmuyorlar. Örneğin Alman devleti de Nazi Almanyası döneminde başvurulan yöntemleri bugün kendince mahkûm ediyor ama ne o dönemde elde ettiği zenginliklerden, ne de yayılmacı zihniyetinden vazgeçiyor.
    Afganistan’dan Somali’ye kadar Alman askerleri kol gezmektedir. Günümüzde Alman devleti Nazilerin yöntemlerini kullanmıyor ama zihniyeti ve siyaseti aynıdır. Alman devletinin zihniyeti ve siyaseti 1933-45 arası ne idiyse, bugün de odur; yayılmacı ve sömürgecidir.
    Bu açıdan bakıldığında Türk devletinin zihniyetinde ve siyasetinde de bir değişiklik söz konusu değildir. Türk devleti, dün olduğu gibi bugün de ırkçıdır; fiziki olmasa da, “asimilasyon” adı altında kültürel jenoside ve işgalciliğe devam ediyor.
    1938’de Dersim işgalinin nedeni, işgal, “ıslah” ve jenosit idi. Bugün de Dersim’de işgal ve kuşatma devam ediyor. Jenosit ise başka bir kılık altında da olsa devam etmektedir.
    Eğer Dersim “Misak-i Milli”nin bir parçası olarak görülmeye devam ediliyor ise ve eğer Türk devleti Dersim’e müdahale etme hakkını kendinde görüyor ise, eğer Dersim halkı buna karşı koyduğunda devletin zulmüne maruz kalıyor ise, Dersim halkı “ıslah” ve asimile edilmeye çalışılıyor ise; Türk devletinin Dersim kuşatması devam ediyor demektir. Dün olup da bugün olmayan; kurulan darağaçları ve toplu katliamlardır.
    Zaten Erdoğan’ın “Yanlıştı” dediği de Dersim’in ilhakı değil, Dersim’de uygulanan soykırımdı. Yani, Dersim’de güdülen amaç değil, uygulanan yöntemdi.
    Zira Erdoğan’a göre, asimilasyon yoluyla soykırım, bir halkı toptan ortadan kaldırmaya dönük fiziki soykırımdan daha etkili ve daha az sorunludur.
    Erdoğan’ın “özür” açıklamasının özeti budur.

    Erdoğan Devlet Adına Özür Dileyebilir mi?

    Kişilerin devletler adına özür dilemesinin bir kıymeti harbiyesi yoktur. Kişiler devlet değildir ve kişiler her daim adına konuştukları devletler tarafından aforoz edilebilmiş ya da darağacına gönderilebilmişlerdir. Menderes’in, geçmişte Türk devleti adına söylediklerinin nasıl ki bugün bir hükmü yoksa, Erdoğan’ın bugün söylediklerinin de dün için olduğu gibi yarın için de bir hükmü yoktur.
    Devletin özrü ise, ancak ve ancak kendi varoluş nedenlerinin reddiyle mümkündür. Bu ise devletin devletliğine son vermesi anlamına gelir ki, devletin doğası bakımından bu olacak iş değildir.
    Erdoğan’ın yapması gereken özür dilemek değil, devlet tarafından işlenmiş suçların mirasçısı olup olmadığını ilan etmektir.
    Eğer devletin ve onun değerlerinin mirasçısı ise, bu durumda işlenen suçları da tıpkı MHP gibi savunmak zorundadır. Yok eğer bu devletin ve onun değerlerinin mirasçı değil ise, bu durumda da özür dilemek yerine, devlet güçlerini Dersim’den çekmek ve Dersim’in muhtariyetini tanımak zorundadır.
    Zira Dersim, Cumhuriyetin kanunlarına göre yönetilmek için işgal edilmişti; bugün de Dersim işgal altındadır ve Dersim’de geçerli olan nizam, 1938’de tanzim edilen nizamdır.
    O halde neyin özrü? Eğer AKP, kendi öncüllerinin mirasçısı değilse, o halde neden 1938’de gasp edilenlerin bekçiliğini yapıyor? Yok, eğer AKP, öncüllerinin mirasçısı ise, bu durumda ne diye özür diliyor?

    Dersim Adına Konuşan Kişi ve
    Çevreler Devletin Özrünü
    Kabul Etme Hakkına Sahip midir?

    Artık hayatta olmayan on binlerce Dersimli adına ne pazarlık yapmak ne de özür kabul etmek bugün hayatta olan hiç kimsenin işi olamaz.
    Aynı şey, Dersim’in ilhakı sürecinde katledilen Dersimliler’in “yakınları” olarak bu pazarlığın içinde olanlar için de geçerlidir.
    Dersim halkı adına konuşan çevreler, eğer bir rant peşinde değil iseler, devletin sahibi olan güçlerin iç hesaplaşmalarının, resmi tarihin temize çekilmesinin ve mevcut Kürt özgürlük hareketinin sabote edilmesinin değil, mirasçısı olduğunu iddia ettikleri Dersim tarihinin bir parçası olarak hareket etmelidirler.
    Her şey bir yana, bugün artık hayatta olmayan bir insan adına, yaşayan birinin, hangi sıfatla olursa olsun pazarlık yapması ya da helalleşmesi nasıl mümkün olabilir ki?
    Zulmün, katliamın ve acının bedeli nasıl ödenebilir ki?

    “Dersim’de İsyan Var mıydı, Yok muydu?”
    Tartışmaları Üzerine Bir Not:

    Ne vakit Dersim vukuatı tartışma konusu olsa, devlet tarafı, “Dersim’de bir isyan vardı ve devlet isyanı bastırmak için bu harekâtı yaptı” tezini ileri sürer ve bu tezin doğruluğunu ispat etmeye çalışır. Bu, işgale ve katliama meşruiyet kazandırma çabasıdır.
    Devletin bu tezine karşı çıkan çevreler ise, “Dersim’de bir isyan yoktu ve devlet buna rağmen katliam yaptı” tezini ileri sürer ve bu tezi ispat etmeye çalışır.
    Bu ise, istemeyerek de olsa, işgale ve katliama meşruiyet zemini oluşturma peşinde olan devletin çabasına hizmettir.
    Neticede ise her iki taraf, “Eğer Desim’de bir isyan var idiyse, bu durumda devletin de buraya müdahalesi anlaşılabilir” noktasında buluşmaktadır.
    Dersim meselesi bu zemin üzerinden tartışıldıkça, at iziyle it izini birbirinde ayırt edebilmek mümkün olmadığı gibi, meselenin doğru kavranabilmesi de mümkün değildir.
    At iziyle it izini birbirinden ayırt edebilmek ve Dersim meselesini doğru kavrayabilmek için, cevaplanması gereken soru şudur: Hangi gerekçeyle olursa olsun, devlet Dersim’e ve Dersim’deki yaşama müdahale etme hakkına sahip midir, değil midir?
    Bu soruyu cevaplamadan, ne 1938 Dersim Jenosidi’ni, ne de bugün devam eden işgali doğru tanımlayabilmek mümkün değildir.
    Bu zemin dışında yapılacak tüm tartışmalar, maksadı ne olursa olsun, Devletin meşruiyet arayışına hizmet etmekten başka bir işlev görmeyecektir.

    AKP’nin Yapmak İstediği Nedir?

    AKP’nin derdi Dersim’de yapılan soykırımın hesabını vermek değildir. Zira AKP, tabiatı gereği bunu yapmaya uygun değildir.
    AKP’nin de ötesinde, hiçbir egemen güç bunu yapamaz, yapmaz. Bu maksatla yapılanlar ise bir gösteriden ve geçmişte işlenen suçların bir sonucu olarak vücut bulan mevcut egemenliklerini meşrulaştırmaktan öte bir şey değildir.
    Meselenin özü şudur: AKP, temsil ettiği gelenek açısından Kemalizm’le bir tür kan davasına sahiptir. En nihayetinde Kemalist rejim din düşmanı değilse de, dini devlet denetimine almış bir rejimdir. Bunu yaparken de İslami hareketi hep devlet kontrolünde tutmuş ve bu kesim üzerinde de ciddi tahribatlara ve kıyımlara yol açmıştır. Zira İslami hareketin fikriyatı, devletin dini esaslara göre yönetilmesi iken, Kemalizm’in mutlak devlet olduğu koşullarda, dinin devlet tarafından yönetilmesi esas alınmıştır. Dolayısıyla da İslami hareketle Kemalist devlet sınıfı arasında bir çatışma ve ilan edilmemiş bir savaş hep varlığını korumuştur. İlan edilmemiş bu savaş bugün de devam etmektedir.
    Erdoğan’ın Kemalist dönemde işlenen devlet cinayetlerinden dolayı bu derece kolay özür dileyebilmesinin nedeni de budur.
    Zira Kemalist devlet sınıfının mutlak iktidar olduğu dönemlerde işlenen cinayetlerin teşhiri, İslami hareketin Kemalist devlet sınıfı ile olan tarihi hesaplaşmasında İslami harekete yeni bir mevzi daha kazandırmaktadır.
    Bir bakıma AKP, bir taşla iki kuş vurmaktadır. Bir yandan Kemalist devlet sınıfını biraz daha kuşatarak kendi iktidarını daha da pekiştirmekte, diğer yandan da bu hesaplaşmayı doğrudan kendisi yapmak yerine, olayların mağdurları üzerinden yapmaktadır. AKP, her konuda olduğu gibi, Dersim meselesinde de takiye yapmaktadır.
    Mesela bir yandan Cumhuriyete ve onun değerlerine sahip çıkıp, Mustafa Kemal’i kurucu lider olarak kabul ederken, Cumhuriyet dönemi uygulamalarını Mustafa Kemal dışında, özellikle de adı Cumhuriyet ile özdeş kabul edilen CHP’ye ve adı CHP ile özdeş kabul edilen İsmet İnönü gibi şahsiyetlere mal etmektedir.
    Böylece bir yandan Mustafa Kemal’i katliamların tarihi olan Cumhuriyet tarihinin dışında tutarak geniş kitlelerin tepkisini almaktan kurtulmakta, diğer yandan ise Cumhuriyet tarihinin ipliğinin pazara çıkarılmasına, en azından kendi hesabına hizmet ettiği sürece göz kırpmaktadır.
    Tıpkı 12 Eylül 2010 yılında yapılan Anayasa Referandumu’nda yaptığı gibi. Bilindiği gibi AKP ve temsil ettiği zihniyet, bu süreçte de kendi devlet içi iktidarını sağlamlaştırmak için 12 Eylül Askeri Darbesi’nin mağdurlarının mağduriyetlerini kullanmış, kendisini iktidar yapan 12 Eylül Rejimi’nden hesap soracağını vaat etmiş ama 12 Eylül Darbe Anayasası’nın bir parçası olan seçim yasasının sağladığı imkânları sonuna kadar kullanarak kendisini üçüncü dönem tek başına iktidar bu yapan seçim yasasını korumaya devam etmişti.
    Daha önce yayınladığımız yazılarda da belirttiğimiz gibi AKP, takiyeci bir zihniyetin ürünü ve Makyavelizm’in Türk ve İslam sosuna batırılmış halidir.

    Aralık 2011
    Komünist Zemin

  2. Anonim

    Vatandaşların kollektif psikolojisinin bir anda çok radikal bir değişiklik geçirerek mevcut politik rejimi ve ekonomik sistemi meşru bulmadıklarını varsayalım. Vatandaş psikolojisindeki bu gibi ani radikal değişiklik egemen politik ve ekonomik sistemin kendiliğinden sonu olmaz. Gerçek bir değişiklik için yurttaşların en azından ordu, polis ve bürokrasiyi yeniden organize etmeleri ve üretim, bölüşüm ve mülkiyet yasalarını ve bütün bu kurumlara denk düşen bir dizi pratiği ve normu değiştirmeleri gerekir.

    dersimsite.org/apimam.html

  3. Anonim

    Arınç: Kürtlerin tüm haklarını tanıyacağız
    Başbakan Yardımcısı Arınç, Kürt kimliğinin 30 sene önce çıkmadığını belirterek, ‘Kimliğini tanıdığımız insanların tüm haklarını vereceğiz’ dedi.

    ANKARA – TBMM Genel Kurulu’nda, 2012 Merkezi Yönetim Bütçe Yasa Tasarısı’nın tümü üzerine görüşmeler gerçekleştirildi. TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in yönettiği oturumda hükümet adına bir konuşma yapan Arınç, bugünkü bütçe görüşmelerinin üslup ve içerik açısından çok düzeyli olduğunu belirterek, tüm parti sözcülerine teşekkür etti.

    Bütçe görüşmelerinin Türkiye’de siyasetin toplam kalitesini göstermesi bakımından önemli olduğunu ifade eden Arınç, “Milletin kürsüsünde söylediğiniz her söz ve eylem milletimiz tarafından kaydediliyor. Bizler de milletimizin üslubuna, rızasına uygun siyaset yapmaya mecburuz” dedi. Arınç, şunları söyledi:
    “Hiçbirimiz doğuştan masum imtiyazlı değiliz hatadan yanlıştan münehhiz değiliz. Her sözümüzden sorumluyuz. Bu sorumlulukla siyaset yapmak durumundayız. Bu sorumluluk duygusuyla diyoruz ki siyaset şeklimiz ve üslubumuz de milletten bağımsız olamaz. Hepimiz bu milletin evlatlarıyız. 74 milyon vatandaşımızın emanetini taşıyoruz. Bizim kumaşımı, mayamız, özümüz bir. Farklılıklarımızı birlik içinde eriterek millet olduk. Bir arada aşama tecrübesi olmayan bir millet değiliz. Yüzyıllarca bu topraklarda birbirimizin hukukunu koruduk ve Allah’ın izniyle de korumaya devam edeceğiz”

    “KÜRTLERİN VARLIĞI GERÇEKTİR”
    Milletvekillerinin Hükümete yönelik eleştirilerini de yanıtlayan Arınç, MHP Grup Başkanvekili Mehmet Şandır’ın, “Kürt kimliğini tanımak, bu gaflet ötesi bir davranıştır” ifadesini anımsattı. “Yani gafletten öte davranışın herhalde ‘dalalet’ olduğunu söylemek istiyor” diyen Arınç, şunları söyledi:

    “Kürt kimliğinin tanınması çok önemli bir konudur. Bu bir insan hakları konusudur. Sanıyorum ki Sayın Genel Başkanınız da CHP’nin Sayın Genel Başkanı da bu konuda farklı düşünmüyorlar. Yani Türkiye’de yaşayan bir insan, ‘Ben Kürdüm ve bu kimliğimle iftihar ediyorum. Ben bu gerçeğimle tanınmamı istiyorum’ dediği zaman, bizim buna saygı göstermemiz, bunu kabul etmemiz gerekir.

    Geçmiş dönemlerde inkârcı ve asimilasyoncu bir inanç böyle yapmamış olabilir. Onların da Türkiye’nin bugün başına neler açtığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Bir insan kendi kimliğinden şeref duyar. Sayın Baykal da Sayın Kılıçdaroğlu da ‘etnik kimlik o insanın şerefidir’ diyor. Yani bu sözü söylerken şüphesiz sadece ‘Ben Kürdüm, ben Arabım’ demesi, ‘ben filanca etnik gruba mensubum’ demesini birbirinden ayırmayacağız. Hepsine saygı duymak, hepsinin doğuştan gelen insan haklarına sahip olduğunu bilmek zorundayız. Kürt meselesi veya Kürt kimliği, 3 sene önce, 30 sene önce, 20 sene önce ortaya çıkmış bir kimlik değildir. Kürtlerin varlığı en az bin seneden beri bir gerçektir. Bunu inkâr edemezsiniz. Bunu inkâr ederseniz 80 öncesine döneriz, 80 sonrasına döneriz.

    Sayın Elçi, Bakanlık yaptığı dönemde ‘Ben Kürdüm ve Türkiye’de yaşayan şu kadar Kürt var’ dediği için 2,5 yıl cezaevinde kalmıştır. O günlere dönmemizi mi istiyorsunuz? Bir insanın kimliğini inkâr etmek o insanı inkâr etmek demektir. Kendisini Kürt kimliği ile Arap kimliği ile Boşnak kimliği ile artık ne gelirse aklınıza… Hepsi, kim, ne varsa bu topraklar üzerinde kendi kimliğini rahatlıkla söyleyecektir. O kimliğe saygı duyacağız. O kimliğin bütün kültürel haklarını, Anayasal haklarını vereceğiz, tanıyacağız.”

    MHP’DEN JET TEPKİ
    Bahçeli, 2012 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı’nın TBMM Genel Kurulunda kabul edilmesinin ardından gazetecilerin sorularını yanıtladı.

    Bütçe görüşmelerinde, Hükümet adına söz alan kişilerin genellikle Hükümetin görüşünü yansıttığını belirten Bahçeli, “Dolayısıyla bugünkü Hükümet adına yapılan görüşmede, Sayın Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın görüşlerini bu Hükümet, benimsiyor mu benimsemiyor mu, bunun netleşmesi lazım” dedi.

    Bugün yapılan görüşmeyi, “çok büyük bir talihsiz görüşme” olarak değerlendiren Bahçeli, şunları kaydetti:

    “Bugünkü yapılan görüşme bir provokasyondur. Bugün yapılan görüşmeyle, görüşme sırasında BDP’den ve AKP sıralarından toplanan alkışlarla, Türkiye bir yere doğru, şuurlu şekilde sürükleniyor. Bir rol paylaşımı sezintim var. Eğer Başbakan Yardımcısı’nın bu konuşmaları Hükümetin görüşü ile bağdaşıyorsa, örtüşüyorsa, Hükümetin yapacağı bir tek şey var; KCK operasyonlarını durduracak, Güneydoğu Anadolu’daki PKK ile terörle mücadele eylemlerini durdurup, BDP, PKK ne diyorsa, Bülent Arınç aracılığıyla onu yerine getirmesi lazım.”

  4. Anonim

    Evet, tartışma özgürlüğü, ama neyi tartışacağız? tartışmanın kendisinin özgürlüğünü!..Aslında tüm bunları bir yana bırakıp şu Dersimin Seyit Rıza dönemindeki durumunu tahayyül edelim ve bir masal yazalım, (Bence) böyle bir çaba daha anlamlı olur.Neden olmasın bu malzemeden anarşizan bir öykü çıkarabiliriz!.. Ya tartişma özgürlüğü, Nuray Mert’in söyledikleri yeterli değil midir?Kimi zaman düşünme meydanımızda masal kuşları uçurtmak gerekli… Hem dinlenmiş oluruz hemde yaşamın başka bir boyutunun da olduğunun ayırdına varırız.Belki o yıllarda Dersimin büyüsüne kapılıp oraya gelen İspanyol anarşistleri vardır.Neden olmasın, Dersim’in doğal güzellikleri,aynı ölçüde doğal olan anti otoriter ilişkiler bir anarşist için büyüsünden kurtulamayacağı bir tablodur!.. İçinde bulunduğumuz yaşamın bize sunduğu hakikatlarla da bir biçim savaşmaktır aynı zamanda bu. HAKİKAT YENİLSE YENİLSE MASALLA YENİLİR ANCAK, ANARŞİSTLER ŞİMDİYE DEĞİN BÖYLE DÜŞÜNMEDİKLERİ İÇİN YENİLMİŞ DEĞİLLER MİDİR ? Hakikat burgacının için den çıkabilecek bir özgürlük var mıdır? Ben bugünlerde hakikat burgacının içinde düşünmemeye çalışıyorum, düşündüğüm andaysa hakikatın diliyle konuşmaya başlıyorum, o zamanda hakikat daha büyük bir sorun olarak önüme geliyor!En iyisi masalın büyüsünü bozmamak gerekli.

  5. meemur

    Sayın Zileli, “Bir bütün olarak Kürdistan’da Türk işgal güçlerinin işi nedir?” cümlenizi bilimsel açıdan hatalı buluyorum. Ordaki varlığı bilimsel ve teknik tanımlara göre işgal olarak nitelemek yanlıştır. Ama fiilen uzunca bir süre oradaki askeri varlık işgal havasında olmuştur. Bundaki etken de sığ, tekçi, etnikçi ulus-devlet anlayışıdır.

  6. Gün Zileli

    Bu makalede öyle bir cümleme rastlayamadım meemur arkadaş.

  7. meemur

    Pardon, yazınızın altındaki ilk yorumu ben size ait bir yazı sanmıştım. O cümle orda geçiyor. Komünist Zemin dergisindeki yazı size ait değilmiş galiba.

  8. özgürlükçü

    pkk ve kürt siyasi hareketi etnikçidir,bölücüdür,teröristtir,devletten daha baskıcıdır,hatta devlettir,belkide devletide o yönetiyordur?,eroinci,her türden bildiğimiz melaneti o yapıyordur,belkide pkk linin hiç olmadığı yerdeki olıp biten melanetinde nedenidir,yahudi metaforundaki gibi.biz bu filmi hala öğrenemediysek pes doğrusu.bu dil bize himi birşey hatırlatmaz?bütün ceberrut zalim devlet-düzen ve sistemlerin itiraz edip isyan edene yaptığının aynısını ben bu sisteme itiraz ediyorum bu düzen gayrımeşrudur diyenlerinde sistem egemenlerinin yaptığının aynısını yapması ne demektir?fazla değil 3-4 ay evvel ne tartıştınız tam müzakere barış olacaktıda öcü pkk masayı devirmişti hani?ne oldu şimdi anladınızmı masamıymış masal mıymış bütün yapılanlar sistem egemenlerinin imha siyasetinin parçası olduğu hayata dönüş gibi sonradan anlaşıldığına göre hala sistemin dilini kuranlar ama sende silahı bırak şiddet yapmayı öne sürenler şimdi daha iyi anladımı aylardır silah kullanmayıp kışlığına çekilenleri uçakla kimyasalla imha edenlerin asıl niyetine hizmet ettiğiniz hiç aklınıza gelmiyormu?şu anda bile kurduğunuz cümleler devlet-iktidar egemenlerinin imha ve terörüne katkı vermek olduğunu anlayıp utanmadan kendine özgürlükçü,devrimci anarşistim diyebilmek nasıl bir duygudur?

  9. "aylardır silah kullanmayıp kışlığına çekilenleri uçakla kimyasalla imha edenler"

    Bu sitede ne komik cümleler var yahu.

  10. özgürlükçü

    ne o casus cümleleri beğenemedin galiba stalinist,pol-pot,kim-il-sunj,terörist,cellat,katil diye bu sitede binlerce kurduğun cümleleri unuttunmu yoksa o saydığın cümlelerdeki asıl insan öldüren cellatlığı kimin isteyip yaptığı açığa çıkınca zorunamı gitti başka ne beğenmezsin bilsekte o cümleleri kurmasak istermisin?burdan zileliyede bir çift lafım olacak çok savunduğu eski arkadaşını teorisyen diye bize satmasın ondan kendi gibi milli duyguları zırvede şövenistten başka bir sonuç çıkmaz.geçmiş devrimci liderlerin biyografisini bilen zilleli hepsinin bakunin dahil milli duygulardan etkilendiğini bilir sizde geçmiş örneklerinden bir gram özgürleşemeyip aynı milli duyguların zihninizi zehirleyip özgürleşemediğiniz buram buram kokuyor yak aslında casusgillerden farkınız hepiniz millicisiniz

  11. murat

    Kusura bakma özgürlükçü ama cümlelerini biraz kısa tutmanı çok isterdim. bu uzun cümleler yazdıklarını okurken insanı biraz geriyor. anlamayı da zorlaştırıyor.

  12. Yalandan kim ölmüş

    AK Partili vekilden inanılmaz iddia

    AK Parti Kayseri Milletvekili Pelin Gündeş Bakır, “Eğer bir soykırım varsa bunun adı Türk soykırımıdır. Benim dedem, 1915’te Ermeniler tarafından zehirlenerek öldürülmüştür” dedi. Bakır, Rus ve Ermeniler tarafından 2.5 milyon Türk’ün katledildiğini iddia etti.

    (DHA) — Kayseri’de, merkez Melikgazi AK Parti ilçe kongresine katılan AK Parti Milletvekili Pelin Gündeş Bakır, yaptığı konuşmada, yoğun bir dönemden geçtiklerini, bütçe görüşmeleri nedeniyle grup kararıyla Ankara dışına çıkamadıklarını, bu nedenle bir süre Kayseri’den uzak kaldığını anlattı.

    Fransa parlamentosunun kabul ettiği sözde Ermeni soykırımı inkar yasasını da değerlendiren Bakır, şunları söyledi: “Geçtiğimiz günlerde sözde Ermeni soykırımını inkara hapis cezası getiren yasa tasarısı Fransa parlamentosunda kabul edildi. Bu kanunu şiddetle lanetliyoruz ve kabul etmiyoruz. Türkiye güçlendikçe, ‘meyve veren ağaç taşlanır’ misali, taş atılıyor. Güçlendikçe taş atanlar çoğalacak. Fransa güç kaybediyor. Bu Fransa’nın siyasi hamlesidir. Ermeni soykırımı olmuş olmamış Fransa’nın umrunda değil. Esas konu Türkiye’nin AB’ye girmemesidir. Çünkü Türkiye gibi güçlü bir ülke AB’ye girdiği takdirde İngiltere, İtayla ve İspanya’yla birleşerek büyük bir güç odağı oluşturacaktır ve Fransa’nın hegemonyasına son verecektir. Fransa da bunu çok iyi biliyor. Zaten saçma sapan oylamaya 40 kişi katıldı. Fransa’nın bu ucuz hamlesi, Sarkozy’nın ucuz siyaseti, tarihe kara leke olarak yazılacaktır.”

    2.5 milyon Türk öldürüldü iddiası

    Bölgede o dönem Rus ve Ermeniler tarafından 2.5 milyon Türk’ün katledildiğini söyleyen Gündeş Bakır konuşmasını şöyle sürdürdü: “Ermeni soykırımı diye bir şey yok. 1. Dünya Savaşı’nda bölgede 2.5 milyon Türk ölmüştür. Nasıl ölmüştür bu Türkler? Ermeniler, Rus ve Fransız üniforması giyerek Türk köylerini basmış; kadın, çoluk çocuk demeden yakarak katletmişlerdir. Türklere ait toplu mezarlar sık sık bulunuyor. Ermeniler tarafından öldürülen Türk sayısı 2.5 milyondur. 300 bin Ermeni’nin de teçhir sırasında öldüğü ifade ediliyor. Kim kimi öldürmüştür, soruyorum?

    Eğer bir soykırım varsa bunun adı Türk soykırımıdır. Doğu Anadolu’da Rus ve Ermeniler tarafından Türk soykırımı yapılmıştır. Fransa bizle uğraşacağına kendi tarihine baksın. 1915’e gitmeye gerek yok. 1990- 93 yılları arasında Ermenistan Azerbaycan’ın topraklarını işgal etmiştir. 2 milyon Müslüman Türk, mülteci durumuna düşmüş evlerini yurtlarını terk ederek Azerbaycan’ın içine kaçmak zorunda kalmıştır.

    Benim kendi dedem, 1915’te Ermeniler tarafından zehirlenerek öldürülmüştür. Babaannem 8 yaşında babasız kalmıştır. Bütün ailedeki 8 erkek kardeşin hepsini öldürmüşlerdir. Tarihe doğru bakmak gerekir. Tarihi doğru okumak icap eder. Eğer tarihse biz tarihlerimizi zaten açıyoruz. Buyursunlar gelsinler Osmanlı arşivlerinde herşey doğru biçimde yazmaktadır.”

  13. Anonim

    Ermeni Sorunu: Gerçekler Direngendir
    Deniz Moralı

    Türkiye’de egemen sınıfın yazdığı resmi tarih, onun kendi egemenliğini sürdürmesinin temel bir vasıtasıdır. Bu resmi tarihin en belli başlı unsurları olan Ermeni düşmanlığı, Rum düşmanlığı, Kürt düşmanlığı ve komünist düşmanlığı vasıtasıyla egemenler, daima hedef şaşırtarak işçileri ve diğer emekçi halk kitlelerini birbirine karşı kışkırtmış ve aralarında güvensizlik tohumları ekmeye çalışmıştır.
    Rejimde ne zaman bir sıkışma durumu belirse, egemenler resmi tarihin kokuşmuş kırkambarından beslenen gerici ideolojik kampanyaya hız verirler. Bugünlerde de özellikle burjuva düzenin statükocu güçleri eliyle pompalanan böyle bir kampanya yürütülmeye çalışılıyor ve bu çerçevede faşist it sürüsünün tasması çözülerek provokasyon girişimleri yapılıyor. O nedenle bu topraklarda Ermeni, Rum ve Kürt düşmanlığına karşı mücadele şovenizme ve faşizme karşı mücadelenin vazgeçilmez temel bir ayağı ve Türk işçi sınıfının temel enternasyonalist görevidir.
    Bu tür zehirleme operasyonlarının değişmez demirbaşı Ermeni düşmanlığıdır. Son Newroz gösterilerinin ardından Mersin’de sokak aralarında yaşanan çatışmalarda Kürt gençlerine taş atan polis onlara “Ermeni uşakları!” diye bağırıyordu. Kürt hareketine ve liderliğine dönük olarak yıllardır yapılan “Ermeni dölü!” nitelemesi olsun, Atatürk’ün manevi kızı olarak anılan Sabiha Gökçen’in “aslında Ermeni olduğuna” dair haberler üzerine durumdan vazife çıkaran Genelkurmay’ın bunu bir hakaret olarak gördüğünü ilân eden açıklaması olsun hep aynı gericiliğin tezahürleridir.
    Bugün yaşadığımız sorunlarla 90 yıl önceki Ermeni kırımı arasında bir bağlantı olduğunu anlamak için resmi tarihin ve ideolojinin göz bağlarından kurtulmak gerekiyor. İki halktan işçi ve emekçiler arasında gerçek kardeşlik bağını örebilmek için Ermeni halkına karşı işlenen büyük suçu mahkûm etmeyi bilmek ve bugün de sopasını bizim başımızda dalgalandıran faillere karşı mücadeleyi yükseltmek zorundayız.

    Kırımın Tarihsel Arka Planı ve Nedenleri

    Osmanlı da aynı Rus Çarlığı gibi bir halklar hapishanesiydi. Anadolu’nun binlerce yıllık yerli bir halkı olan Ermeni halkı da bu halklardan biri olarak yüzyıllar boyunca Osmanlı boyunduruğuna maruz kaldı. İslami esaslara dayalı bir imparatorluk olan Osmanlı’da gayrimüslim tebaa özel türden baskılara maruz kalıyordu. Zimmi olarak adlandırılan ve mahkemelerde Müslümanlara karşı şahitlikleri bile kabul edilmeyen Hıristiyanlar, “örneğin, ibadetlerini Müslümanları rahatsız etmeyecek şekilde yapmak zorundaydılar. … çan çalmaları, yeni kilise yapmaları yasaktı. Kilise tamiri için ise devletten izin almak zorundaydılar. Ayrıca ata binmeleri, silah taşımaları, bir Müslümanla karşılaştıkları zaman kaldırımda yürümeleri yasaktı. Elbiselerinin ve ayakkabılarının rengi, kumaşlarının kalitesi değişik olmak zorundaydı. … 16. yüzyılda bir fermanla, yakalı kaftan, kıymetli kumaştan özellikle ipekli elbise, ince tülbent, kürk ve sarık taşımaları yasaklanmıştı. Ayrıca … hangi renk elbise giyecekleri de bildiriliyordu. Örneğin, Ermenilerin şapka ve ayakkabıları kırmızı, Rumların siyah, Yahudilerin mavi idi. Evlerini de değişik renge boyamak zorundaydılar. Hamamlarda takunya giymeleri yasaktı, peştamallarına çıngırak takmaları gerekiyordu. … Müslümanların evlerinden daha yüksek ev yapmaları yasaktı. … Evlerin, Müslüman mahallelere bakan taraflarına pencere yapmaları da yasaktı. … tüm bu yasaklara uymayanlar para ve hapis cezasına, hatta sert bir padişaha denk gelirlerse ölüm cezasına dahi çarptırılırlardı.” (Taner Akçam, İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, s.55-6)
    Yüzyılların esareti nedeniyle tüm ezilen halklarda, uygun şartlar oluştuğunda özgürlüğe doğru özlemin mayalanması elbette doğaldı ve bu uygun şartlar Osmanlı için esas olarak 19. yüzyılda oluşmuştu. Esaret zincirlerinden kurtulmak ya da en azından bunu gevşetmek isteyen halklar bu dönemde egemen Osmanlı’ya karşı mücadeleye girişiyor ve talepler ileri sürüyordu. Osmanlı’yı paylaşma hırsında olan Batılı kapitalist güçler de kendi çıkarlarına uyduğu müddetçe bu ezilen halkların hamisi rolüne bürünerek devreye girmekteydi. Çöküş sürecindeki köhnemiş Osmanlı egemen sınıfı ise ezilen halkların taleplerini baskı, şiddet ve entrikayla bastırmaya çalışıyordu. Ancak tarihin akışı, miadı dolmuş Osmanlı’nın aleyhineydi. Osmanlı, Avrupa’da sürekli toprak kaybediyor, özellikle Hıristiyan Balkan halkları birbiri ardına bağımsızlıklarına kavuşuyorlardı.
    Diğer taraftan Balkanlar’daki Müslümanlar özellikle 19. yüzyılın son çeyreğinde buradaki bağımsızlıkçı hareketlerin eziyetlerine maruz kalarak Anadolu ve İstanbul’a kitleler halinde göç etmek zorunda kalıyorlardı. Bu göçmenler maruz kaldıkları eziyetlerin de etkisiyle intikamcı bir ruh haliyle dolu olarak göç etmişler ve yerleştikleri Ermeni bölgelerinde daha sonra gerçekleşen kırımda aktif rol almışlardır. 1878-1904 arası dönemde sadece Ermenilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelere yerleştirilen göçmen sayısının 850.000 olduğu belirtilmektedir.
    Osmanlı, Balkan halklarının bağımsızlığa kavuşması ve devletleşmesinin bedelini esas olarak Ermenilere, kısmen de Anadolu Rumlarına ödettirecektir. Dağılma korkusuna kapılmış olan Osmanlı, planlı bir devlet operasyonuyla, Anadolu’nun İslami tahkimatını gerçekleştirme çerçevesinde Ermenilerin ve Rumların tasfiyesi yoluna gidecektir.
    Bu arka plan üzerinde gelişen “Ermeni sorunu” resmi anlamda 1878 Berlin Anlaşması’yla başlasa da bu, meselenin yalnızca diplomatik veçhesinin milâdıdır. Bunun çok öncesinden beri Osmanlı Ermenileri çeşitli haksızlık ve baskılara maruz kalıyorlardı. Kürt ve Çerkezlerin köylere yaptıkları baskın, yağma ve öldürme gibi eylemler, vergilerin toplanmasında yapılan kanunsuzluklar, hükümet memurlarının yolsuzlukları, mahkemelerde Hıristiyanların hâlâ şahit olarak kabul edilmemeleri gibi hususlar, Ermenilerin başlıca şikâyet konularıdır.
    Ermenilerin Berlin Konferansı sırasındaki taleplerinin esasını özerklik talebi oluşturuyordu. Her ne kadar özerklik talebi Konferansta kabul edilmediyse de, Osmanlı, Ermeniler lehine birtakım reformlar yapmayı vaat etti. Ancak Abdülhamit, tüm sıkıştırmalara karşı oyalama taktiğine başvurarak reform vaadini yerine getirmedi.
    Çözümün Ermenilerin durumunu iyileştirmekten değil, onları ortadan kaldırmaktan geçtiğine inanan Abdülhamit, bu maksatla, 1890 yılında Kürtlerden oluşturulan Hamidiye Alaylarını kurdu. Günümüzdeki koruculuk sisteminin atası olan bu alaylar Ermenilere karşı kurulmuştu ve sonrasında birçok katliam gerçekleştirdiler. Ancak Ermenilere karşı büyük çaplı kıyımlar 1894-6’da yaşanmaya başladı. 1895’te İstanbul’da dahi bir Ermeni katliamı düzenlendi. Tüm bu dönem boyunca Anadolu’da Ermenilerin yaşadıkları bölgeler ateşler içindeydi. Bu iki yıl içinde 100.000 ilâ 300.000 kişinin katledildiği belirtilmektedir. Her ne kadar yabancı devletler kırımı engellemeye çalıştılarsa da, bu çaba kararlı ve samimi değildi. Onlar gerçekte kendi çıkarlarını düşünüyorlar ve bu temelde kendi aralarında da çekişiyorlardı.
    Ancak Abdülhamit’in imparatorluğun bekasını Panislamist bir stratejiye bağlaması ve Hıristiyan toplulukları tümüyle gözden çıkarması temelinde yürüyen bu ilk büyük kırım harekâtının o uluslararası konjonktürde Ermenileri bütünüyle silmesi mümkün olmadı. İmparatorluk emperyalistlerin çeşitli bakımlardan denetimi altındaydı ve Abdülhamit, işi olabildiğince az tepki çekecek şekilde, adım adım ve devletin resmi güçleri yerine, Hamidiye Alaylarında örgütlediği Kürtler ve çapulcular aracılığıyla yapıyordu. O süreçte “ayaklandılar bastırdık” mazereti yaratmak ve Ermenileri sindirmek için vergi artırımları, kişisel ve dinsel tacizler sıklıkla kullanılmış ve bu tacizler sık sık uluslararası sorun teşkil etmiştir.
    “Devleti kurtarma” sorunu 19. yüzyılda Osmanlı egemenlerinin temel takıntısı olmuştur. Daha sonra cumhuriyetin kurucusu olacak kadrolar da, önce Osmanlı kimliği altında, o olmayınca yeni bir kimlik (TC) altında bu takıntı doğrultusunda hareket etmişlerdir. Elbette “devleti kurtarma” bir sınıf olarak kendi egemenliklerini kurtarma anlamına geliyordu. O nedenle, sanılanın ve propaganda edilenin aksine Cumhuriyet ve Osmanlı arasında birçok önemli süreklilik noktası bulunmaktadır.
    Daha sonra İttihat-Terakki (İT) dönemine gelindiğinde Ermenilere yönelik kırımda önemli bir değişim gerçekleşecektir. Osmanlı, başlamış olan Emperyalist Savaşta Alman emperyalizminin fiili desteği ve yönlendiriciliği altında, diğer emperyalist odakların denetiminden kurtulacak ve dolayısıyla Ermenilere karşı kırımın çok daha radikal biçimde ve bir seferde gerçekleştirilebilmesinin koşullarına kavuşacaktır.
    İT de aynı Abdülhamit gibi her ne pahasına olursa olsun “devleti kurtarma” dürtüsüyle hareket ediyordu ve bu yolda en büyük engel olarak görülen Ermenilerin temizlenmesi fikrine daha baştan yatkındı. Abdülhamit’in devrilmesi ve 1908 sürecinde Ermeni devrimci örgütleriyle yapılan tüm ittifak ve işbirliğine rağmen gerçekte Ermeni düşmanlığı İT bünyesinde çok yaygındı. İT hem kendisine biçtiği misyon, hem devraldığı siyaset kültürü, hem de kendisini yoğuran ideolojik hamur açısından Ermeni kırımına elverişli bir yapı arz ediyordu ve şartlar oluştuğunda bunu gözünü kırpmadan gerçekleştirdi.
    Bu köklü Ermeni düşmanlığına rağmen İT daha başından beri bir Ermeni soykırımı programına sahip değildi. Onu tam olarak bu noktaya getiren esasen 1911 Trablusgarp ve 1912 Balkan Savaşı şokları olmuştur. Bu gelişmeler imparatorluğun dağılma ve çöküş sürecinin çok daha sarsıcı ve dramatik bir hız kazandığı anlamına geliyordu. Silsile halinde gelen bu kayıplar İT yönetiminin artık her şeyi göze almasının zeminini döşedi. O nedenle, 1914’te başlayan Emperyalist Savaş İT’ye bu darboğazdan kurtuluş için bir can simidi olarak göründü (Osmanlı’nın savaşa istemeyerek, zorla sokulduğu yolundaki resmi tez tam bir palavradır). Emperyalist Almanya’yla yapılacak ittifak sayesinde kötü gidişe bir dur denecek ve imparatorluk esasen Asya’daki Müslüman halklara doğru genişlemek suretiyle kurtarılacaktı. Bu strateji esasen Abdülhamit’in çizgisinin geliştirilmiş haliydi ve Ermenilerin kaderi açısından da aynı sonuca götürüyordu.
    İT bu yolda bilinçli ve planlı çalıştı. Her şeyin tamamen kaybedilebileceği ihtimali düşünülerek ayrıntılı hazırlık yapıldı. Ülkenin dört bir yanına, ileride topyekûn bir işgal olasılığına karşı silah, mühimmat ve çete-gerilla savaşı örgütçüsü yollanarak tahkimat yapıldı. Zaten komitacılıktan gelen İT liderleri için bu yatkın oldukları bir yöntemdi. Her yerde bu tür çete-gerilla birlikleri oluşturuldu. Kesin sayı bilinmemekle birlikte bir kaynağa göre bu çetelerde 30.000 kişi örgütlendi. Bunun için üç kaynaktan insan toplandı: Balkan hezimetini yaşayan göçmenler, mahkûmlar ve Kürt aşiretleri. Ancak tek amaç ilerideki işgal olasılığına hazırlanmak değildi. Hatta öncelikli amaç, böylesi bir olasılığın temel ayağı olacağı düşünülen Ermenileri ortadan kaldırmaktı. Zaten daha savaş başlamadan İT’nin birtakım temel kararları vardı, ki bunlardan birisi “içeride de imha edilecek eşhas”ın varlığı hakkındaydı.
    Bunun yanı sıra bu çetelerin bir bölümü de Asya’ya Müslüman halkların arasına ayaklanma çıkarmak üzere yollandı. Ayrıca bu örgütlenme, daha sonra önderliğine Mustafa Kemal’in yükseleceği Anadolu’daki işgale karşı direniş hareketinin de iskeletini oluşturacaktır.
    İT’nin gizli savaş örgütü Teşkilat-ı Mahsusa tarafından örgütlenen bu çeteler 1914’ten başlayarak ve asıl olarak 1915-17 arasındaki Ermeni kırımının yürütülmesinde sahnenin ön planında olacaklardır. Doğu cephesinde Ruslara karşı alınan ağır Sarıkamış yenilgisi ve bu yenilgide Rus ordusundaki Ermeni subay ve gönüllü birliklerinin önemli rolü olduğuna dair kanı, İT’nin, kesin ve ayrıntılı soykırım planının yapılmasını hızlandırdı. 1914 sonu ve 1915 başında, uzun ve ayrıntılı tartışmalar sonucunda bu karar alınarak planlar kesinleştirildi. Görüntüde resmi bir tehcir (zorla göç) kararı alınacak, gerçekte ise çeteler ve jandarma vasıtasıyla imha harekâtı yürütülecekti. Kırım noktasına böyle gelindi.
    Kırımın nedenlerini anlamak için son olarak işin iktisadi boyutuna da bir iki cümleyle değinmekte yarar var. Osmanlı’nın son döneminde iktisadi hayata daha ziyade egemen olanlar azınlıklardı. Ticaret ve zanaat büyük ölçüde bu kesimlerin elindeydi. Genel olarak denebilir ki, Ermeni, Rum ve Yahudi burjuvazisi Osmanlı’nın görece daha varlıklı kesimlerini oluşturuyordu. Çöküş ve dağılma sürecinde bu faktörün özel bir önem kazanması dolayısıyla daha Abdülhamit döneminde güçlerini kırmak maksadıyla Ermeni burjuvazisine yönelik tedbirler alınmaya başlanmıştı. Daha sonraki İT iktidarının, devleti kurtarmanın temel bir yönü olarak milli bir burjuvazi yaratmayı kendine hedef koyması, azınlıkların mülksüzleştirilmeleri yolunda önemli bir dönemeç noktasıydı. Yerel planda palazlanma eğilimindeki yeniyetme Müslüman-Türk burjuvazisi de Ermeni ve Rum zenginliklerine gözünü dikmiş durumdaydı. Nitekim bu zenginliklerin gaspı daha sonra bu kesimlerin ilk birikimlerinin önemli bir kaynağını oluşturacaktır.

    Kırım

    Ayaklanma diye gösterilen Van’daki olaylar bahane edilerek İstanbul’da Ermeni toplumunun önde gelenlerinden 235 kişinin tutuklandığı gün, kırımın resmi başlangıç tarihi (24 Nisan 1915) olarak kabul edilir. Tutuklamalar, işkenceler ve idamlar ülke çapında hızla yürürlüğe konur. Doğu vilayetlerindeki yüzbinlerce Ermeninin tehcir ve imhası ise Mayıs ayında başlar ve esas olarak Ağustos ayına kadar sürer. Kimi yerlerde sürgünden iki saat, kimi yerlerde 15 gün önceden haber verilmiş, ama genel olarak bu tarih beklenmeden sürgün başlatılmış, insanların hazırlık yapmasına fırsat verilmemeye çalışılmıştır. Kimi yerlerde insanların yanına eşya almalarına kısmen izin verilmiş, kimi yerlerde verilmemiştir. Bir emirle Müslümanlara da gözdağı verilerek, tek bir Ermeniyi dahi korumaya kalkışacak olanın kendi evi önünde asılacağı ve evinin yakılacağı ilân edilmiştir. Yollarda sorumlu oldukları gruplara sınırlı da olsa yiyecek verenler olduğu gibi tamamen ölüme terk edenler de olmuştur. Bazı bölgelerde Ermeniler din değiştirmeye zorlanmış, Müslümanlığı kabul edenler sürgüne yollanmamıştır. Ancak daha sonra bunu katliamdan kurtuluş olarak gören Ermeni sayısının artmaya başlaması üzerine bu politikadan vazgeçilmiştir. Yine de katliamdan sağ kurtulup Suriye veya Lübnan’a varmayı başaranlar da tekrar Müslümanlığa zorlanmıştır.
    Genellikle sürgün başlamadan önce bölge halkı erkek nüfustan arındırılmış, bunun yapılmadığı yerlerde ise tehcirin hemen başında veya yolda ilk iş olarak erkekler, kadın ve çocuklardan ayrılmış, ya kurşuna dizilmiş ya da değişik biçimlerde imha edilmişlerdir. Katliamlar esas olarak Teşkilat-ı Mahsusa ve jandarma birlikleri tarafından yapılmıştır. Müslüman halkın tutumu ise değişiklik göstermektedir. Kimi yerlerde Ermeniler korunmuş ve saklanmış, kimi yerlerde ise daha yola çıkmaları bile beklenmeden evleri yağmalanmış, konvoylara saldırılmış, katliamlar yapılmıştır. Yine de halkın Ermenileri koruma ve kurtarma girişimlerinin oldukça yaygın olduğuna dair birçok tanıklık ve rapor bulunmaktadır. Özellikle Dersim ve Mardin bölgelerinde 20-30 bin dolayında Ermeninin Kürtler tarafından kurtarıldığı tahmin edilmektedir. Ancak sivil halk içinde konvoylara saldırılara katılanlar da az değildir. Bu saldırılar ve öldürmeler sadece yağma amaçlı olmamış, genç kızlar ve kadınlar seçilerek kaçırılmış ya da jandarmadan satın alınmışlardır. Bazı yerlerde göçe çıkartılanların elleri de bağlanmıştır. Karadeniz bölgesinde ise Ermeniler kayıklara bindirilerek denize dökülmüştür.
    Görgü tanıkları sürgün yolu boyunca belli imha yerleri olduğunu, ama buralara götürülürken bile, her yerleşim yeri civarında, konvoyların saldırıya, yağmaya uğradığını, konvoyun ilerlemesini engelleyecek kadar bitkin ve hasta olanların öldürüldüğünü anlatmaktadırlar.
    Doğu vilayetlerinde Mayıs-Temmuz arasında tamamlanan tehcir eylemini, Batı Anadolu’dan ve Trakya’dan sürülenler izledi. Sürgünlerin ilk hedefi Halep idi. Buraya sağ ulaşanlar toplama kamplarına konuyorlardı. Bir ölüm kampı olan bu kamplardan sağ çıkmak mucizeydi. Sağlık, barınak, yiyecek konusunda hiçbir yardım yapılmıyor, hatta yabancı konsoloslukların yardım girişimleri de engelleniyordu. Buralarda insanların ölüme terk edildikleri, bazılarının, ölenlerin cesetlerini yiyerek yaşamaya çalıştıkları biliniyor. Buradan çıkanlar ise Suriye’nin güneyine ve Arabistan çöllerine ölmeye gönderiliyorlardı.
    Diğer taraftan boşalan Ermeni köylerine göçmenler yerleştiriliyordu. Bu nokta önemlidir, çünkü “tehcir” edilenlerin bir daha asla geri dönmeyeceklerinin bilindiğini gösterir. Tüm tehcir eylemi boyunca ne kadar insanın öldürüldüğü kesin olarak bilinmemektedir. Ancak bu sayının 800 binden az olmadığı anlaşılıyor.

    Tartışmalar ve Resmi Tezler

    Ermeni halkının uğradığı soykırım resmi tarih tarafından reddedilmekte, çarpıtma ve yalanlara dayalı tezler ileri sürülmektedir. Bu tezler birkaç esas prensibe dayanmaktadır. Kırımının boyutlarının küçük gösterilmesi, soykırım tezinin reddi, Ermenilere reva görülenin onlara müstahak olduğunun ve olduğu kadarıyla bunun sorumlusunun devlet güçleri olmadığının propagandası. Bu çerçevede ileri sürülen belli başlı iddiaları ele almamız gerekiyor.
    Soykırım değildir iddiası: Yaşananların bir soykırım olup olmadığına dair büyük ölçüde biçimsel ve hukuki bir tartışma yapılıyor. Doğrusu bu tartışma bütünüyle anlamsız olmasa da devrimci işçi sınıfı açısından bu tür hukuki tanımlamaların temel bir önemi yoktur. Yaşananlara hangi adı takarsanız takın önemli olan gerçeğin kendisidir. O acı gerçek de şudur: Doğu Anadolu’nun tarihsel yerlisi olan Ermeniler halk olarak eşine az rastlanır bir vahşetle yok edilmiş, yaşadığı topraklardan kazınmışlardır. Bu, tarihte bir halka karşı işlenebilecek en büyük suçlardan biridir ve tevil götürür yanı yoktur. Biz tarihte yaşanan başka birçok benzer kırım örnekleri temelinde bunun bir soykırım (jenosid) olduğunu savunuruz, ama BM hukuku çerçevesinde yürütülen ayrıntılı tartışmalar bizim işimiz değil. Osmanlı devleti kendi bekası için, düşman addettiği bir halkı bilerek ve isteyerek ortadan kaldırmaya azmetmiş ve bunu büyük oranda başarmıştır.
    Osmanlı yöneticileri ne yaptıklarının bilincindeydiler ve bunu itiraf edenler de olmuştur. Sadece tartışma konusu rakamlara bakmak bile ortada ne büyük bir katliamın olduğunu açıkça göstermektedir. Her ne kadar bugünkü resmi ideoloji savunucuları ölen Ermeni sayısını genelde 300 bin olarak veriyorlarsa da, daha erken döneme ait çeşitli Türk kaynaklarda bile bu sayının 800 bin olduğu belirtilmektedir. Bu rakamı başka birçokları gibi Mustafa Kemal bile telaffuz etmiştir. Yine Türk kaynaklarına göre o zamanki Osmanlı Ermeni nüfusunun 1,3 milyon olarak verildiğini hatırladığımızda, şimdiki inkârcıların bile bir halkın yüzde 25’inin “tehcir” yoluyla ortadan kaldırılmış olduğunu kabul ettikleri, yine Türk kaynaklara göre verilen 800 bin sayısını esas aldığımızda ise bir halkın yüzde 60’ından fazlasının ortadan kaldırılmış olduğu görülmektedir. Ermeni kaynaklarına göre ise Ermeni nüfusu 2,1 milyon, katledilenlerin sayısı ise 1,3-1,5 milyondur. Buradan da yüzde 60-70 gibi bir oran çıkmaktadır ki, bu, Ermeni halkının bütün hukuki tartışmaları anlamsız kılacak ölçüde vahşi bir kıyıma uğratıldığını göstermektedir.
    İnkârcıların, “soykırım değildir” iddiası, yaşananların bir “tehcir” ve Müslüman Türk-Kürt halkıyla Ermeni halkı arasında “karşılıklı kıyım” olduğu iddiasıyla tamamlanmaktadır. Ortada bir tehcir, yani zorla göç ettirme elbette vardır, ancak bu tehcir bir tehcirden ibaret değildir. Tehcir bir imha aracı olarak kullanılmıştır. Tehcir sırasında insanlar ya öldürülmüş ya öldürülmelerine göz yumulmuş, ya da aç ve susuz bırakılarak ölüme terk edilmiştir. İnsanlar hayatta kalmanın olanaksız olduğu yerlerde toplama kamplarına götürülmüş ve acımasız çöl koşullarına mahkûm edilmiştir.
    “Karşılıklı kıyım” tezi bir başka çarpıtmadır. Ermenilerin tehcir öncesinde uzun yıllar boyunca maruz kaldıkları zulüm ve haksızlıklar karşısında yer yer mukabelede bulundukları doğrudur, ancak bu tür saldırılar bir yandan esaret altındaki bir halkın kurtuluş mücadelesinin ifadesi, bir yandan da mağdurların kendini savunması ve karşılık vermesi niteliğinde olduğu gibi, bunlardan kaynaklanan ciddi ölçekli bir Müslüman Türk nüfus kaybı yoktur. Yakın zamana kadarki en tarafgir Türk kaynaklar bile bunu iddia edememektedirler. Onlar başka bir çarpıtmayla sadece dünya savaşı süresince Osmanlı cephelerinde genel olarak kaybedilen Müslüman Türk nüfusa dikkat çekmekte, meseleyi saptırmaktadırlar. Gerçekte savaşta kırılan çok sayıda Müslüman Türk nüfusun da sorumlusu, aynı Ermeni halkının kırımında olduğu gibi, kendi egemenliklerini sürdürmek ve büyütmek için savaşa giren Osmanlı egemen sınıfıdır.
    Bu “karşılıklı kıyım” tezinin önemli bir boyutu devleti temize çıkarmaktır. Bununla savaş koşulları altında halklar arasında bir etnik boğazlaşma yaşandığı ima edilerek devletin rolü karartılmaya çalışılmaktadır. Bu tür bir karşılıklı toplu kıyım yaşanmış olsaydı bile, bu, durumu eşitlemezdi, çünkü burada devlet açıkça bir taraf olarak sahnededir. Bu noktanın karartılmasına izin verilmemelidir.
    Ermeniler ihanet ettiler, bizi arkadan bıçakladılar iddiası: buna cevap vermeden önce bir noktaya dikkat çekelim: bu iddia kırıma ilişkin dolaylı bir itiraftır, zira bu, “evet kırım oldu, ama onlar da hak etmişlerdi!” anlamına gelmektedir. Bu iddiayı savunanlar yüzlerce yıllık esaret zincirini taşımış olan Ermeni halkının ulusal-demokratik taleplerini “ihanet” olarak görmektedirler. Ermeniler “ihanet” etmediler, ama “ihanet” etselerdi de bu onlar aleyhine bir sav olamazdı, çünkü esaret altındaki her halk gibi Ermeni halkının da kendi özgürlük ve bağımsızlığı için mücadele etme hakkı vardır. Gerçekte ihanet edenler başta İT yönetimi olmak üzere, reform beklentilerini karşılamayarak Ermeni halkını oyalayıp aldatan Osmanlı egemen sınıfı olmuştur. Ermeniler Abdülhamit döneminde maruz kaldıkları onca katliama rağmen imparatorluktan ayrılma eğilimine girmemiş, beklentilerinin yerine getirileceği umuduyla 1908 devrimi içinde şevkle yer alarak İT ile çalışmış, ona aktif destek vermişlerdir. Ancak devrim sonrasında bir kez daha hayal kırıklığına, hatta 1909 Adana katliamına uğradılar. Buna rağmen ta kırıma kadar umutların tümüyle söndüğü söylenemez. Ancak bu geç safhadan sonra bazı gönüllülerin bir çare umuduyla Rus ordusuna katılmaları başladı. Osmanlı ordusunun Rus ordusu karşısında aldığı yenilgilerde, Rus ordusundaki gönüllü Ermeni birliklerinin (bunlar Osmanlı Ermenileri değil Rusya Ermenileriydi) rolü olduğuna dair propaganda, Ermeni düşmanlığını daha da körükledi ve İT’nin karanlık mahfillerinde kırım kararının somut olarak alınmasında bir bakıma son nokta oldu.
    “İhanet” iddiasının bir ayağı da Ermenilerin ayaklanma çıkardıkları savıdır. Her ezilen ulus gibi Ermenilerin de elbette ezenlere karşı ayaklanmaya hakkı vardır. Ancak Ermeniler genel olarak bakıldığında, belki de ne yazık ki, ayaklanmamışlardır. Aslında ilginç bir nokta, bütün olarak alındığında Ermeni halkının, aynı daha sonra Yahudi halkında olduğu gibi kırıma karşı hiçbir direniş göstermemesi, emirlere uysalca boyun eğmesidir. Öyle ki, birçok durumda binlerce kişilik tehcir konvoyları sadece birkaç tane jandarma ile kontrol edilebiliyordu. Aslında bu nokta Ermeni halkının geneli açısından bırakalım devlete karşı ayaklanma hevesi içinde olmasını, aksine ona fazlasıyla güvendiğini göstermektedir.
    Bir diğer önemli nokta da bu sözde arkadan bıçaklanan “biz”in kim olduğudur. Bu söylem işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin değil ancak kendini Osmanlı egemen sınıfıyla özdeşleştirenlerin söylemi olabilir. Zira egemenler tarafından kışkırtılıp hedef saptırılmadıkça emekçi halk kitlelerinin genel olarak birbiriyle alıp veremediği yoktur. Tüm dünya işçi sınıfı ve emekçi kitleleri için tek bir “biz” vardır, o da sınıf kardeşliğini ifade eden “biz”dir. Oysa egemenler halkı kendi çıkarları doğrultusunda seferber edebilmek için sanki sömüren/ezen sınıfla, sömürülen/ezilen sınıf arasında ortak çıkarlar varmış gibi sınıflar arası bir “biz” söylemini kullanırlar. Yoktur böyle bir “biz”.
    Öte yandan burada Kemalizmin başka bir çelişkisi sırıtmaktadır. Bir yandan Osmanlı’ya ilişkin olarak bir reddi miras ideolojisi oluşturulurken, diğer yandan Osmanlı’nın günahlarına böylesi gayretkeşlikle sahip çıkılmaktadır. Burada Türk burjuva devriminin güdük ve tepeden inme karakterinin bir yansıması mevcuttur. Burjuva cumhuriyetle Osmanlı arasında gerçek anlamda köklü bir kopuş olmamış, çok önemli süreklilik noktaları var olmuştur.
    Bu “ihanet” iddiasını acımasızca mahkûm etmek son derece önemli, çünkü bu, düzenin hoşlanmadığı tüm muhaliflere karşı her an kullanılan bir maymuncuk gibidir. Tam da günümüzde benzer bir durum Kürt halkına ilişkin olarak yaşanmaktadır. Kürtler de “emperyalistlerin oyununa gelerek ihanet etmektedirler”. O zaman Ermenilerdi şimdi Kürtler… Gerçek düşmanın, dün de bugün de, aslında sömürücü egemenler olduğu anlaşılmadıkça bu sopayı yemek kader olmaya devam edecek.
    Yaşananların sorumlusu devlet güçleri değildir iddiasını uzun boylu tartışmaya gerek yoktur, zira yukarıdaki tarihi özet bunun ikiyüzlü bir yalan olduğunu göstermektedir. Gerçekte tüm tehcir Ermenileri imha etmek maksadıyla en yukarıdan merkezi olarak planlanmıştı. Görüntüdeki çetelerin Teşkilat-ı Mahsusa tarafından örgütlendiği yukarıda zaten anlatılmış bulunuyor.

    Barış ve Kardeşliğin Gerçek Yolu

    Ermeni halkının maruz kaldığı tarihsel vahşet son yıllarda daha çok gündeme gelmeye başladı. Birbiri ardına çeşitli ülkelerin parlamentolarında Ermeni soykırımına ilişkin kararlar alınıyor. Ancak bu ilgi Ermeni halkı adına olsun, onun uğradığı tarihsel haksızlığa gerçek anlamda duyarlı olan kesimler için olsun hayra yorulacak türden değildir. Ermeni halkının acıları ne yazık ki yeni emperyalist planların oyuncağı yapılmaya çalışılmaktadır. Özellikle Amerikan burjuvazisinin organik bir parçası konumundaki diaspora burjuvazisinin, koyu bir yoksulluk içinde kıvranan Ermenistan emekçi halkının acılarına duyarlı olduğunu düşünmemiz için hiçbir sebep yok.
    Ancak burada dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü işin içinde emperyalistlerin parmağı var diye gerek geçmişte Osmanlı egemenlerinin ve gerekse günümüzde onların mirasına sahip çıkan TC egemenlerinin başat sorumluluğunu gargaraya getirme şeklinde sinsi bir tutum mevcuttur. Bu tutuma karşı mücadele şovenizme karşı mücadelede temel önem taşımaktadır ve tutarlı enternasyonalistler açısından turnusol kâğıdı işlevi görür.
    Halklar arasındaki düşmanlıkların aşılması, barış ve kardeşliğin kurulması burjuva milliyetçiliğinin diplomasi ve güç oyunlarıyla asla sağlanamaz. Bu mecradan ancak, geçmişte olduğu gibi kan, şiddet ve daha fazla düşmanlık çıkar. Gerçek kardeşliğin önündeki en büyük engel, bu siyaset oyunlarının üzerinde yükseldiği kapitalizmin ta kendisidir. Kapitalizme son verilmedikçe kardeşliğin yolu döşenemez. Henüz kendi bağımsız ulus-devletini kuramamış ezilen halklar için milliyetçiliğin tarihsel bir meşruiyeti vardır. Ancak ulus-devlet bir kez kurulduktan ve oturduktan sonra yaşanan devletler arası it dalaşları artık işçi sınıfının taraf olacağı türden çatışmalar değildir. Ulus-devletler arasındaki çekişmeler hiçbir zaman bitmez. Sömürücü egemen sınıflar her zaman daha fazlasını isterler. Ezilen kitleleri ayartmak, halkları birbirine düşmanlaştırmak, asıl toplumsal sorundan dikkatleri uzaklaştırmak için bu tür sürtüşmeleri özellikle yaratırlar.
    Bu milliyetçi zehrin tek panzehiri enternasyonalizmdir. Ermeni halkının tarihsel acısını paylaşmanın ve teskin etmenin tek yolu buradan geçiyor. Türkiye işçi sınıfı Ermeni halkına karşı işlenen büyük suçun sorumlusu olarak geçmişin ve bugünün Türk egemen sınıfını acımasızca mahkûm etmeli ve emekçi Ermeni halkına enternasyonalist kardeşlik elini uzatmalıdır. En iyi teselli işçi sınıfının kendi devrimci iktidarını kurarak ellerinden masum kanı damlayan bu sınıfı tarihin çöplüğüne göndermesi ve halklar arasında sovyetik esaslara dayalı bir işçi federasyonunun oluşturulmasıdır.
    http://marksist.com/deniz_morali/ermeni_sorunu_gercekler_direngendir.htm

  14. Avanaklara masallar: Onlar ermis muradina, biz çikalim kerevetine

    “En iyi teselli işçi sınıfının kendi devrimci iktidarını kurarak ellerinden masum kanı damlayan bu sınıfı tarihin çöplüğüne göndermesi ve halklar arasında sovyetik esaslara dayalı bir işçi federasyonunun oluşturulmasıdır.”

  15. Anonim

    Muzaffer Türkler ve Mağlup Dersimliler

    Osmanlı İmparatorluğu döneminde statüsü vilayet ile sancak arasında sürekli değişip duran Dersim hep bir çıban başı olarak görüldü ve 1514’ten 1938’e kadar 108 cezalandırma hareketine ve 40 katliama maruz kaldı (Bkz: Seyfi Cengiz, Dersim’in Kısa Tarihi).

    Mısır’dan Avusturya sınırlarına kadar topraklarını genişletecek kadar kudretli olan Osmanlı Saltanatı hiçbir zaman Dersim’de tam bir hakimiyet kuramadı. Bu kuşaklar boyu Türklere dert oldu. 1930’lu yılların başında Dersim’i yok etmek üzere aleni hazırlıklar yaparak özel soykırım kanunu (Tunceli Kanunu) çıkardılar. Bir halkın, bir dini veya etnik grubun tümden yok edildiğine çok sık tanık olmakla birlikte, bir soykırım için bu denli aleni bir biçimde hazırlık yapıldığı pek görülmemiştir. Bir soykırıma aleni bir biçimde hazırlanmak, bunu ilan etmek ve yasalaştırmak Türklere özgüdür. TBMM bu soykırımı çok aleni bir biçimde desteklemiştir. Yani Türk milleti Dersimlilerin yer yüzünden silinmesini reva görmüştür. Doğrudan bu denli bir kitle desteğine sahip olmuş bir soykırıma az rastlanılır.
    Dönemin başbakanı Celal Bayar anılarında M. Kemal’in bakışlarında “Dersim soykırımını artık başlat” gibi bir emri gördüğünü söyler: “Atatürk’le göz göze geldik. Birbirimizi anlıyorduk. Atatürk benim yüzüme baktı. ‘Ne olacak?’ dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Ne olursa olsun bana hitap edecekler. Hükümet reisi benim. ‘Anlıyorum efendim, bana hitap edişinizin manasını’ dedim. Atatürk: ‘Sorumluluğu üzerime alıyorum, vuracağız Dersim’i’ dedi ve vurduk…” Dersim’in Hitler’i soykırımın bütün sorumluluğunun o “çakmak çakmak mavi gözler”indeki (Nazım Hikmet) doğal dışavurumuyla da kalmıyor, bunu sözlü olarak açıkça ilan ediyor. Helal olsun, harbi adammış!
    Peki M. Kemal Dersim’i nasıl vurdu? Dönemin Malatya emniyet müdürlüğünde görevli olan İhsan Sabri Çağlayangil Dersim’in Hitler’i M. Kemal’in Dersim’i vuruşunu şöyle anlatıyor: “Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi.”
    Türklerin yaptıkları yanlarına hep kâr kaldı. Ermenileri, Süryanileri ve Dersimlileri soykırımdan geçirdiler, Türklere “bütün bunları neden yaptınız” diye soran olmadı. Bu nedenle Türkler Anadolu halklarını soykırımdan geçirmeyi bugüne kadar doğal hakları olarak görüyorlar.
    Irkçılığı bu denli benimsemiş ve “normalleştirmiş” başka bir millet var mı? Bir soykırımcıyı “tanrı” ilan etmiş başka bir millet var mı? Hitler’in bir mezarı bile yok. Hitler’in cesedine bir kuduz köpek leşi muamelesi yapıldı. Hitler’in yüceliğini bir tarafa bırakınız, Almanlar Hitler’e haksızlık yapıldığını dahi bir kez olsun ağızlarına almadılar. M. Kemal’in ölüsü ise mozaleye konuldu ve mezarı Türklerin kabesi oldu. Dahası, Türkiye’ye resmi ziyarette bulunan bütün devlet başkanları M. Kemal’in mezarını ziyaret etmek, mozaleye çelenk koymak ve ziyaret defterine övücü sözler yazmak zorundadırlar. Türklerin ulu önderinin gördüğü muamele nerede, Almanların Führerinin gördüğü muamele nerede! Helal olsun Türklere!
    Almanlar bugün Hitlerin fikirlerini insanoğlunun nereye kadar düşebileceğinin bir göstergesi olarak görürlerken, Türkler hâlâ M.Kemal’in fikirleri aracılığıyla muassır medeniyet seviyesine ulaşmaya çalışıyorlar.
    En önemlisi de Almanlar Holocaust’tan kurtulan Yahudi çocuklarına “Hitler’e tapacaksınız! Sözlerini harfiyen ezberleyeceksiniz! Hitler’i atanız olarak benimseyeceksiniz. Ulu atam izindeyiz diyeceksiniz!” demediler. Türkler ise cesetlerin altında kalarak kurtulan Dersimli çocuklara M. Kemal’e hitaben “ulu atam daima kalbimizde yaşıyorsun, izindeyiz!” dedirttiler. Atalarını “fare gibi zehirleyen”, hamile kadınların karnını süngü ile deşen M. Kemal Dersimli çocukların ders kitaplarında, okul sıralarında ve devlet törenlerinde “ata”sı oldu. Helal olsun Türklere!
    Almanlar bir soykırım yaptılar ve büyük bir olasılıkla soykırımcı bir millet olmanın bütün utancını insanlık tarihinin son gününe kadar taşıyacaklardır. Türkler ise üç kere soykırım yaptılar ve yaptıklarından dolayı ne kimse Türkleri ayıplıyor, ne de Türkler herhangi bir utanç duygusu taşıyorlar. Nitekim M. Kemal’in büstünün olmadığı WC bile yoktur Türkiye’de! Bütün ünlü soykırımcılar ulusal kahraman ilan edilmiştir. Hakikaten helal olsun Türklere!

    Aleviler bile derneklerinde Hz. Ali ile M. Kemal’in resimlerini Siyam ikizlerinin resimleriymiş gibi hep yan yana asıyorlar. Cemevlerinde M. Kemal’in resimleri önünde ibadet ediyorlar. Ne diyelim, helal olsun demekten başka!

    http://desmalasure.de/09/copy_of_1225761131/index_html?dateiname=1227873384

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑