İki Perdelik Komedi!

Eski bir Stalinistim. 1960’lı yıllarda, yirmili yaşlarımda solcu bir radikaldim. Stalin’in, devrimin büyük lideri ve sosyalizmin kurucusu olduğuna inanmıştım. Sovyetler Birliği’nde, Stalin döneminde gerçekte ne olup bittiğine ilişkin bilgim son derece kısıtlıydı. 1970 yılında Maocu olunca Stalin’e olan inancım daha da pekişti. Çünkü Mao da Stalin’e sahip çıkıyordu.

1977 yılında, yani otuzlu yaşlarımın başlarında, TİİKP’yi temsilen, Arnavutluk’taki AEP kongresine katılmak üzere bulunduğum Almanya’dayken televizyonda seyrettiğim, Troçki’nin öldürülmesini konu alan, Josef Losey’in yönettiği, baş rollerini Richard Burton (Troçki), Alain Delon (Troçki’nin katili Mercader) ve Romy Schneider’in (Mercader’in sevgilisi Gita Samuels) oynadığı, 1972 yapımı, Troçki filmi kafamda Stalin konusundaki ilk soru işaretlerinin ve kuşku tohumlarının yeşermesine yol açtı. GPU ajanı Mercader, Troçkizme sempati duyan bir yazar pozunda ve bir Troçkist olan Gita Samuels’in sevgilisi görünümüne bürünerek, sürgündeki Troçki’nin, Meksika’daki, çok iyi korunan çiftlik evine sızıyor ve ucu sivri bir buz baltasını Troçki’nin kafasına indirerek öldürüyordu. Gerçekten şok olmuştum; “devrimin ve sosyalizmin büyük önderi Stalin” gerçekten böyle bir cinayeti işletmiş olabilir miydi? O şokla Arnavutluk’taki AEP kongresine gittim ve orada Stalinizmin pratikte ne olduğunu canlı olarak gördüm. Tüm kongre bir mizansen, traji-komik bir tiyatro oyunuydu. Ne gerçek bir tartışma vardı, ne de samimiyet. Tabii ki, en bol olan, Enver Hoca tapıncıydı. Delegelerin elleri patlarcasına, dakikalarca “parti-Enver, Enver-parti” diye tempo tuttuklarını gördükçe, devrim ve sosyalizm adına utançtan yerin dibine geçmiştim. Bunları Havariler (İletişim, 2002) adlı kitabımda ayrıntısıyla anlatıyorum.

1980’li yılların başlarında, 12 Eylül darbecileri tarafından arandığımdan, Sovyetler Birliği’nde, özellikle Stalin döneminde olup bitenler hakkında okumak için bol zamanım oldu. O zamana kadar dönüp yüzüne bile bakmadığımız, İsaac Deutscher’in üç ciltlik Troçki’lerini okuyunca kafamda her şey netleşti. Stalin devrimci falan değildi. Büyük Rus şovenisti bir zorbaydı. Yanılgıları ne olursa olsun, Bolşevik Partisi içindeki, 1930’lu yıllarda Stalin tarafından ölüme gönderilen muhalifler haklıydı. Kırk yaşlarıma doğru yol aldığım bu yıllarda, okumalarım derinleştikçe Stalin’in amansız bir devrimci ve komünist düşmanı olduğunu daha iyi kavradım.

Bu hayatta her şey zıddıyla birlikte var oluyor. Stalin meselesiyle uğraşmak, düşünsel gelişmem açısından büyük bir atılım yaratmıştı. Bu anlamda Stalin’e çok şey borçlu olduğumu belirtmeliyim.

Stalin’i irdelemek beni Leninizme, hatta Marksizme de eleştirel yaklaşmaya sevk etti. 1980’li yıllardaki sert tartışmalarımız sırasında, o zaman dahil olduğum partinin lideri Doğu Perinçek’in söylediği doğru bir şey vardı. “Stalin’i hedef tahtasına koyarsanız, ardından Lenin’i, onun ardından da Marx’ı reddedersiniz” demişti. Gerçi Lenin’le Marx’ı hiçbir zaman Stalin’le aynı şey olarak görmedim ama Stalin diktatörlüğünün taşlarının Lenin zamanında döşenmeye başladığını saptadım. Lenin’in diktatörce yönelimlerinin köklerinin de Marx’ta olduğunu. Ve böylece, 1990’lı yılların başlarında, 50’li yaşlarıma doğru ilerlerken anarşizme vardım.

Başta Doğu Perinçek olmak üzere, Stalinistlerle birçok tartışmalarım oldu, bu tartışmalar bugün de devam ediyor. Stalinistleri bilmem ama bu tartışmanın kendim açısından yararlı olduğunu düşünüyorum. Daha doğrusu, sol içi teorik ve tarihi tartışmaların bende bir düşünsel canlılık yarattığı kanısındayım. Bu konuları fazla dert etmeyen, fazlasıyla yerel solcuların ya da bu tür konulara burun kıvıran anarşistlerin, devrim ve gelecekteki yeni toplum üzerine de fazla fikir geliştiremediklerini, solcu nostaljiyle ya da ütopik fantezilerle zaman öldürmeyi tercih ettiklerini bilmem fark ettiniz mi? Siyasi alanda fazlasıyla sağa kaymış ve sosyalizm tartışmalarında liberalizme doğru dümen kırmış olmasına rağmen, Halil Berktay’ın bu konulara teorik olarak kafa yoran ve önemli saptamalarda bulunan yazılarını işte bu yüzden önemsiyorum.

Bugün Stalinist ideolojik temellerinin bir hayli yıprandığının kendileri de farkında olan ve bu yüzden, biraz da telaşlı (ve hatta beceriksiz) bir şekilde bu temelleri tahkim etmeye çalışan Stalinistleri yakından izlemeye devam ediyor ve itiraf edeyim ki, onlara biraz da acıyorum. Çok çaresizler, ideolojik bakımdan gittikçe sığlaşıyorlar; izahatları inandırıcı olmaktan gittikçe uzaklaşıyor ve büyük, çok büyük çelişkiler barındırıyor. Neredeyse kendime hakim olamayıp, raund arasında yüzü gözü şişmiş boksörüne havlu sallarken aceleyle kulağına yeni taktikler fısıldayan bir boksör koçu gibi, onlara, “bak, bu şekilde temellerini güçlendirmen mümkün değil, gittikçe daha fazla açık veriyorsun, sol tarafını kolla, akıl yürütmelerin iyice çelişkili bir hal alıyor, ayak oyunlarınla rakibinin sana çok yaklaşmasına neden oluyorsun, öyle yapma, böyle söyleme, şöyle söylersen daha mantıklı olur, son raunda kadar rakibini yormaya çalış” diyecek noktaya geliyorum. Açıkçası, onların iyice kötü duruma düşmesinden hiç memnun değilim. Tamamen yere serilirlerse ben ne yaparım; bir boksör, rakibini yenmek ister ama ağır bir yumruk darbesiyle yere serilip ölmesini, artık bir rakip olmaktan bile çıkmasını asla istemez.

Bu son söylediklerimi bana düşündüren, Stalin’i savunmaya çalışan iki kitap oldu: Doğu Perinçek, Bilimsel Sosyalizm ve Bilim (Kaynak Yayınları, 2011); Hasan Ozan, SSCB’de Kapitalizmin Restorasyonu-Sosyalizmin Sorunları-Tarihi Dersler, (Akademi Yayın, 2011)

Bu yazıda bu iki kitap üzerinde çok etraflı duracak değilim; zaten ikincisini daha bitirmedim de. Sadece bu iki kitabın ortak Stalinist tezinden (1956, Kruşçevci karşıdevrim tezi) hareketle vardıkları sonuçlara değineceğim. Önce Doğu Perinçek’in bu konuya ilişkin görüşlerini ele alayım.

“1956 sonrası süreçte bir devlet sınıfı oluştu ve Sovyetler Birliği dağıldı.” (s.129)

“Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov türünden kapitalizm yolcusu liderler, parti ve devlet yöneticileri arasında bir devlet burjuvazisinin başını çektiler ve bu sınıf, Sovyetler Birliği’ni kapitalizme sürükledi.” (s. 142)

“Bugün Sovyetler Birliği’nde kapitalizme geri dönüş sürecinin 1960’ların eşiğinde Kruşçev döneminde başladığı genel kabul görmektedir. Yönetimi ele geçiren devlet burjuvazisi, ülkeyi adım adım 1990 yılına taşıdı. Bu olayın teorisi, ne Marx’ta, ne Lenin’de, ne de Stalin’de bulunabilirdi.” (s. 142-143)

Buraya kadar çok net. Stalin döneminde Sovyetler Birliği sosyalistti, ancak onun ölümünden sonra Kruşçev, ardından Brejnev ve onun ardından da Gorbaçov kapitalist yola girdiler ve Sovyetler Birliği’nin yıkılmasına neden oldular.

Peki bugün? Doğu Perinçek, 1992 yılından itibaren açıkça kapitalizme geçen Rusya hakkında şöyle düşünüyor:

“Rusya, vatan savunmasına yan çizen, ülkeyi ABD emperyalizmine açan Gorbaçov-Yeltsin döneminde iki kez parçalanmıştır; ancak daha sonra Putin’in vatan savunması siyasetiyle toparlanmaya başlamıştır. (abç. G.Z) (s. 127)

Demek ki neymiş? Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov, kapitalist yolcuymuş ve bu yol ülkeyi ABD emperyalizmine açmış ama kapitalizm döneminde işbaşına gelen Putin durumu toparlayıp “vatan savunmasına” girişmiş. Yani bu durumda, Rus kapitalizminin zirvesindeki Putin, “kapitalist yolcu”ların zıddı yönde ilerleyen bir lider! Hatta biraz daha zorlarsak, yeniden sosyalizme dönüşü sağladığı bile söylenebilir.

Buradan, Doğu Perinçek’in bugünkü Çin’i değerlendirmesine geçelim.

“Ancak Çin’in yükselişi, bu geri çekilme döneminde, sosyalizmin insanlığa önderlik yeteneğini yansıtır.” (s. 98)

“Hatta sosyalizm, Çin örneğinde tek ülkede yaşamanın ötesinde 21. Yüzyılda dünya uygarlığına önderlik edecek bir başarı kazanıyor.” (s. 113)

“Eğer Çin kapitalizme yönelseydi veya yönelecek olursa, bölünmeyi seçmiş olur.” (s. 132)

Bu arada, Kore için de ilginç bir saptama var:

“O kadar ki, Kuzeyde sosyalizmin kazanımları ile Güneydeki kapitalizmin kazanımları arasında bir uyum arayışına girilmiştir.” (s. 133)

“Rusya, parçalanma ve Gorbaçov ile Yeltsin dönemindeki teslimiyetten sonra bağımsızlığını koruma çizgisine girince, Çin Halk Cumhuriyeti ile stratejik bir ittifak kurmuştur.” (s. 137)

“ABD de, Çin’e hazine bonosu satarak ve Çin’e borçlanarak ayakta kalmaktadır.” (s.140)

“Dünya ekonomisini kapitalizm değil, sosyalizm büyütüyor.” (s. 261)

Görüleceği gibi çelişkiler, hatta gaflar çok büyük. İnsanın bazen rakibinin büyük gafları karşısında da nutku tutulabilir. Şu anda ben de böyle bir ruh hali içindeyim. Gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum.

Şöyle özetleyebilir miyiz: Kruşçev-Brejnev-Gorbaçov kapitalist yolcuydular ve sonunda Sovyetler Birliği’ni yıkıp Rusya’yı tamamen kapitalizm yoluna soktular. Fakat kapitalist Rusya’nın lideri Putin durumu toparlayıp Rusya’yı yeniden ABD emperyalizminin karşısına dikti ve sosyalist Çin’le stratejik (anti-emperyalist) bir ittifaka girdi. Kuzey Kore sosyalizmde ve anti-emperyalizmde o kadar sebatkârdı ki, emperyalizmin güdümündeki Güney Kore kapitalizminin kazanımlarından bile yararlandı. Mao’nun Kültür devrimi çizgisini reddeden ve Mao’nun kapitalist yolculukla suçladığı Kruşçev’in çizgisini benimsemekle kalmayıp kapitalizm yolunda yüz misli daha dizginsiz bir şekilde ilerleyen ve hatta ABD emperyalizminin ayakta durmasını sağlayan Çin ise  bugün sosyalizm yolunda sebat eden bir ülkedir. Anlayacağınız, kendi kendisiyle tutarlı olmak gibi bir çaba bile yok. Stalinizme dönüşün temsilcisi ve devletçi sosyalizmden mümkün olduğu kadar taviz vermemek için en tutucu önlemlerin mimarı Brejnev kapitalist yolcu; öte yandan, “piyasa sosyalizmi” diyerek ülkenin sınırlarını kapitalizme sınırsızca açan ve Mao’nun girişimlerini neredeyse bütünüyle tasfiye eden bugünkü Çin yönetimi sosyalizmin sebatkâr savunucusu. Bırakın genelde solcu olmayı, eğer İP’li olsaydım kafam allak bullak olup gitmişti. Allah İP üye ve taraftarlarına yardımcı olsun!

Evet, böylece komedi oyununun birinci perdenin kapanışına gelmiş bulunuyoruz. Çıkartacağım ise sadece iki sonuç var: 1. İdeolojinin korku ve sefaleti; 2. Teoriyle taktik ittifak arayışlarının beceriksiz bir bulamacı.

Şimdi ikinci perdeye geçebiliriz.

Yüksekten ve talmutik bir dille konuşmaktan pek hoşlanan Hasan Ozan, Doğu Perinçek’e göre, teorik bakımdan tutarlı olmaya daha çok özen göstermiş. En azından kısa vadeli taktiklerle teorik temelleri birbirine karıştırma hatasına düşmemiş. Ama onun da teorik izahlarında büyük çelişkiler ve ikna etmekten uzak tutarsızlıklar var.

Hasan Ozan, Stalinizmin yıpranan teorik temellerini yamamaya çalışmış. Yani şu: Tamam, 1956’da kapitalist yolcu bir sınıf ortaya çıkmıştır ama bu sınıf aniden, gökten zembille inivermemiştir ya. Sanıyorum ki, kendi saflarına gelmiş en toy genç bile artık Hasan Ozan’a ve diğer talmutik şeflere bu soruyu sormaktadır. İşte Hasan Ozan da bu tür gençleri ikna etmek için yeni bir “kapitalizme geri dönüş” teorisi inşa etmeye çalışmaktadır. “Evet” demektedir, “elbette bu sınıf birdenbire oluşmadı, bunun eskilere giden kökleri var ama ah şu tarihi zorunluluklar, hep bu zorunluluklar yol açtı buna.” Okuyalım:

“NEP döneminde, eski tip bürokrasi ve kadroları, çalışma yöntemleri belirgin olarak öne çıkar. Bu dönemde Lenin ve Bolşevikler, proleter devleti, “bürokratik deformasyona uğramış bir işçi devleti’ olarak tanımlarlar.” (s. 53)

(Peki o zaman Troçki’nin günahı neydi, diye soracağım izninizle.)

“Hızlı sanayileşmenin de temel bir neden olarak, aynı yönde, bürokratik merkeziyetçiliğin güçlenmesi yönünde etki yarattığını saptamamız gerekiyor.” (s. 54)

(Bu saptamanın çok daha hafifini ifade etmeye cüret eden muhaliflerin, hatta Stalinistlerin ölüme gönderildiğinden ise söz etmemeyi yeğlemiş Hasan Ozan.)

“Hızlı kolektifleştirmenin aşırı merkezileşmeyi de besleyip güçlendirdiğini saptamalıyız.” (s. 54)

“Stalin, uzak bir görüşlülükle, kapitalist ülkelerin 50-100 yılda başardıkları sanayileşmeyi ya 5-10 yılda başarırız ya da oluruz açıklama ve vurgusunu yapar. Nitekim bu eksen ve temelde yüksek tempolu muazzam bir kitle seferberliği aşırı merkezileşmenin eşliğinde örgütlenir.” (s. 54)

(İki zıt şeyi birleştirme becerisi bu. Muazzam kitle “seferberliği” –ya da histerisi-  ile aşırı merkeziyetçilik sadece Hitler faşizmi altında görülen bir şeydir.)

Bir başka saptamayı, alıntı yapmadan kısaca özetleyeyim: Hasan Ozan’a göre savaş için askeri seferberlik de bürokratik merkeziyetçiliği körüklemiştir ama bu da bir zorunluluğun sonucudur. (s.54)

Savaştan sonra yıkıma uğrayan ülkenin yeniden toparlanması çabası da bürokratik merkeziyetçiliği körüklemiştir ama bu da bir zorunluluktu. (s.54)

“Bürokratikleşme süreci ve bu süreci tamamlayan faktörler, yeni tip bürokrasinin sırtını yasladığı, ardına gizlendiği  ve palazlanmak için kullandığı bir silah oldu.” (s. 55)

Ve sonuç:

“Evet, yeni tip ayrıcalıklı küçük burjuva tabakanın gelişimi asıl olarak 30’lu yılların gelişen bir olgusudur.” (s. 56)

(Stalinist Hasan Ozan’ın bu saptamayı 1930’lu yıllarda, Stalin rejimi altında yaptığını bir düşünün, GPU anında kapısına dayanırdı, bunun farkında mı acaba?)

Hayır, Hasan Ozan’ın şimdi söylediğinin onda birini söylemeye cesaret edenlerin akıbeti ortadadır ve Hasan Ozan bunu kutsamaktadır üstelik:

“Her bir kesitte anti-Marksist-Leninist karaktere sahip olan parti içi muhalefet, proleter demokrasi, eleştiri ve tartışma özgürlüğü temelinde açık bir başarıyla yenilgiye uğratılarak tasfiye edilmiştir.” (s. 57)

(“Eleştiri ve tartışma özgürlüğü” ve sonunda tasfiye!)

Ve sonuç:

“1953-56 geçiş sürecinin ardından 56’da politik iktidar tekelini gasp ederek zaferini ilan eden (tarihin tanık olduğu en sinsi) modern revizyonist karşı-devrim, SSCB’yi, Sosyalist Kamp’ı bir başka yola, kapitalist restorasyon yoluna sokmayı başarmıştır.” (s. 59)

Neden öyle olsun ki? Yani tepedeki üç adet Stalinist tasfiye edildi diye karşıdevrim mi olurmuş? Üstelik, Kruşçev de içlerinde olmak üzere, diğerlerinin hepsi, 1930’lardaki Büyük Temizlik dönemi de dahil Stalin’in yakın çalışma arkadaşlarıydı, onun yükselttiği kişilerdi.

Hem sonra, Hasan Ozan’ın baştan beri sürdürdüğü mantığı sürdürüp durumu yine zorunluluklarla açıklayamaz mıyız?

Örneğin, Hasan Ozan’ın ağzıyla, “1950’lerdeki soğuk savaş döneminin yarattığı gerilim bürokratik merkeziyetçiliğin bir adım daha ilerlemesine yol açmış (aslında tam tersi, 1956’da, Sovyetler Birliği’nde, bürokratik merkeziyetçilik ilk kez kısmi bir çözülmeye uğramış ve insanlar biraz olsun rahat nefes  alabilmişlerdir) ve bürokrat sınıf kırk yıldır bir türlü ele geçiremediği merkeze biraz daha yerleşmiştir” diyerek kapitalist restorasyonu biraz daha ileri bir tarihe atamaz mıyız? Nasıl olsa “teori” bizim, çocukların heykelcikler yaptığı hamurla oynadıkları gibi onunla istediğimiz gibi oynayabilir, istediğimiz şekli verebiliriz.

Daha fazla ıslık yemeden komedinin ikinci perdesini de burada kapatalım isterseniz.

 

Gün Zileli

20 Aralık 2011

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

What's your reaction?

Excited
0
Happy
0
In Love
0
Not Sure
0
Silly
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

60 Comments

  1. Elinize yüreğinize sağlık…

  2. Gün Bey
    Tarihsel materyalizm açısından gerilla mücadelelerini nasıl değerlendirmeliyiz? Üretici güçleri ve üretim ilişkilerini hesaba katmadan girişilen bu tür mücadele metotları hakkında ne düşünüyorsunuz?

  3. Bir sorumda şu olacak; Sosyalist toplumlarda ücretler nasıl belirlenir ve sınıflandırılır?

  4. Selçuk arkadaşım, bunun üretici güçler ve üretim ilişkileriyle ilişkisini kuramadım doğrusu. Zaten bu üretici güçler teorilerinin hiçbir hükmü yoktur. Bugün üretici güçlerin geliştirilmesinden en fazla yana olan muhafazârlar ve dincilerdir. Devrimciler ise, HES mücadelelerinde görüleceği gibi, üretici güçler denen insanı ezici modernleşmeye karşı direnmektedirler. Yani artık bugün yüz elli yıl önceki paradigmalar zıddına dönüşmüştür.

    Gerilla mücadelesi, belli tarihi dönemlerde büyük başarılar kazanmıştır, egemen düzenlere karşı. Çin ve Vietnam mücadeleleri bunun örneğidir. Hele Vietnam gerilla mücadelesi, ABD gibi büyük bir gücü dize getirmesiyle tarihe geçmiştir. Yani gerilla mücadelesini tarihi koşulları içinde ele almak gerekir.

    Ne var ki, bugün gerilla mücadelesinin pek bir geçerliliğinin kalmadığını düşünüyorum. Esasen de, böyle bir silahlı gücün bizatihi kendisinin geleceğin zorba gücünü oluşturması açısından böyledir bu. İllegal örgütlenme için de aynı şeyi söyleyeceğim. Bu tür örgütlenmeler, halka yardımcı olmak yerine, son tahlilde yeni bürokrasinin halkı baskı altına almasına yol açmaktadır. Bu tür örgütlenmeler yerine kitlelerin kendi özörgütlenmeleri onlara çok daha fazla inisiyatif vermektedir. Açık ve silahsız örgütlenmeler olmalıdır bunlar. ancak özsavunma anlamında silaha başvurulabilir. Yani doğrudan silahlı saldırılara karşı halk kendini savunmak üzere sivil-milis örgütlenmelere girişebilir.

  5. Yine bol bol günah çıkarma ve geçmişini aşağılama ve ardından Halil Berktay’a övgü ve ardında en sonuda Burjuvaziye teslimiyet çağrısı.
    Devrimci olan ne varsa aşağılanmış.

  6. Gün Bey
    Gerilla derken şehir ve kır gerillasını kastetmiştim. Üretici güçlerin gelişimini ve buna bağlı sınıf mücadelesini hesaba katmadan sadece iradi bağnazlıkla hareket eden bireyleri veya grupları vurgulamak istemiştim. İyi akşamlar.

  7. Star gazetesinde (durun hele! “Aa şu yandaş basın mı” demeyin lütfen.) Cemil Koçak’ı okudum. Güzel bir yazı yazmış. Linki: http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=5484&cemil_kocak-benim_kapitalizmim_sizin_sosyalizminizi_dover

  8. Kapitalizm, Anarşizm, Sosyalizm, Liberalizm, Kemalizm ve Faşizm; Cemil Koçak’ın eleştirilerinden nasibini almış.

  9. Eğer ücret söz konusuysa orada kapitalizm var demektir. ister özel, ister bürokratik olsun, bunun adı kapitalizmdir. Çünkü ücret sömürü demektir, artı-değer demektir.

  10. Said Bey
    Cemil Koçak’ın yazısını bizlerle paylaştığınız için sağ olun; lakin “düşünürün” konuları ele alış tarzı ve ironik bir dil yaratma uğraşı bana biraz güdük geldi. Şöyle ki, SSCB ve diğer ülkelerin sosyalizm uygulamalarının teorik sosyalizm ile ciddi uyuşmazlıklarını bile göre hala aynı cümleleri sarf etmek bana çok makbul gelmiyor; parti diktatörlüğü, lider kültü, fikir özgürlüğü kısıtlamaları ve insan hakları ihlalleri gibi… Bir de bahsedilen ülkelerin hepsinin sanayileşmesini tamamlamamış ülkeler olmaları ciddi anlamda zihinlerden uzak tutuluyor. Kapitalist blokun dışarıdan müdahaleleri ise azımsanmayacak bir gerçek olarak belgeler de hala sıcaklığını korurken… Tek bir örnek olarak Sovyetlerin ekonomisinin zora girmesi için yıldız savaşları paranoyası yaratarak Sovyetleri silahlanma yarışında içinde köşeye çalıştırmalarını sayabiliriz; ki Gorbaçov faktöründen hiç bahsetmiyorum, adam ayan beyan Sovyetlerin dağılmasının tek amacının olduğu her yerde dile getiriyor.
    HEPİNİZE İYİ GÜNLER DİLİYORUM…

  11. Gün Bey
    Ücret konusunda şunu ilave etmek istiyorum. Ücret eşittir kapitalizm demişsiniz. Emekçiye ödenen ücretten geriye kalan artı değer toplumsal hayatın yeniden yaratılmasında kullanılıyorsa (ulaşım,sağlık, eğitim, kültür.) bu gene de klasik manada kapitalizme mi denk düşer yoksa başka bir şey mi? İyi günler diliyorum.

  12. Nereye harcanırsa harcansın artı/değer varsa orada kapitalizm vardır. Bildiğimiz kapitalistler de artı-değerin bir kısmını o tür yerlere pharcamıyorlar mı? Ulaşım, sağlık, eğitim, kültür vb.

  13. Cemil Koçak yazısına küçük bir itiraz. Şimdiye kadar ki sosyalizm uygulamalarının yanlışlığını pratiğinde olduğu gibi teorisinde de aramak gerektiğini vurgulamış. Sovyetlerin dağılmasındaki ana etkeni bürokratik yozlaşma, sanayileşmesini tamamlamamış geri toplumlarda uygulanmasını, teorinin dondurulmasında, kapitalist blok ile girişilen yaşam standartları yarışında, çoğulculuğun ihlal edilmesinde diye sıralayabiliriz. Şimdi bunların hangisini Marks da okuruz. Şahsım adına ben hiç bir yazısında okumadım. Öyleyse teoriyi uygulanan yanlış politikaların arkasına takma uğraşı ne diye? Ayrıca kapitalizmin ideologlarının öne sürdükleri fikirler bugün yarattığı cehennemi ortamı hazırlamaya fazlasıyla müsait. Bakın adam ne demiş “bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler…” bu çağrıya kulak verenlerin insanlığa yaşatacakları ve yaşattıkları malumunuz. Malthus’tan hiç bahsetmiyorum.Keza Kemalizm de öyle ulus devlet projesi altında gerçekleştirilenlerin (HOMOJEN BİR ULUS YARATMA PROJESİ, MİLLİ BURJUVAZİ YARATMA SEVDASI, KAYNAŞMIŞ SINIF SAÇMALIĞI VE NİCELERİ.) sorunları bal gibi ortada. Demem o ki Kapitalizm de Kemalizm de Marksizm ile aynı sepete girmeyecek kadar teorisi ve pratikleri iç içe iki gerçek.Tekrar iyi günler diliyorum.

  14. GÜN BEY
    Yanlış anlamadıysam şöyle mi diyorsunuz; İşçinin yarattığı değerin ihtiyacı kadarının işçiye geri dönmesi ve geriye kalan artı değerin o işçinin hayatını kolaylaştırmak için toplumsal hayata yansıtılması kapitalizmin ta kendisidir. Sanırım bu görüşünüze katılamayacağım. Ki bu hususta verdiğiniz kapitalizm örneğinin ayaklarının yere bastığını sanmıyorum. Paran varsa oku, paran varsa iyileş, paran varsa gez… İkisi arasında epey mesafe var. iyi günler diliyorum.

  15. evet, öyle. “Sosyalist” ülkelerde de durum farklı değildir. Bürokratik sınıfa dahilseniz her olanak önünüzde açılır. Ayrıca o ülkelerde mahkûm-köle emeği kullanılır ki, bu daha da korkunçtur. artık artı-değer sömürüsü değil, doğrudan köle emeği sömüarüsü söz konusudur.

  16. Oda TV’den:

    Baba Doğu Perinçek Silivri 1 No’lu Cezaevinde “Bilimsel Sosyalizm ve Bilim” adlı kitap yazdı.

    Oğul: Mehmet Perinçek Silivri 2 Nolu cezaevinde bu kitabı eleştirdi.

    Mehmet Perinçek’in Aydınlık Gazetesi’nde yer alan makalesini yorumsuz aktarıyoruz:

    Doğu Perinçek’in Bilimsel Sosyalizmin Türkiye’de ve dünyada toplumsal pratikle/bilimle tarihsel bağının kurulmasına bir katkıda bulunmak amacıyla tartışmaya sunduğu kitabı “Bilimsel Sosyalizm ve Bilim” geçtiğimiz ay çıktı.

    Biz de bu haftaki yazımızda, bu amaca uygun olarak kitapta eksik ve yanlış bulduğumuz bazı noktalara, yerimiz ölçüsünde, dikkat çekmek istiyoruz. Ama ilk önce, ele alacağımız noktalarla doğrudan bağı olan kitabın ana fikirlerinden birini yazarın ifadelerine sadık kalarak özetleyelim:

    Toplumsal pratik ve bilim

    Bilimsel Sosyalizm, Ütopik Sosyalizmden farklı olarak, kaynağını her zaman tarihsel olan pratikte bulur ve kendisini pratikle kanıtlar. Tarihsel Materyalizm ise toplumların tarihsel gelişimlerini açıklamakta ve aynı zamanda insana, bu tarihsel sürece, sosyalizm ve sınıfsız toplum amacıyla müdahale kılavuzu vermektedir. Başka deyişle toplumun teori ve pratiğinin bütünlüğüdür. Bu bakımdan Marx ve Engels’in en önemli keşiflerinden biri felsefeyi, toplumsal pratikle birleştirmesidir.

    Bütün bunlardan hareketle Bilimsel Sosyalizmin bilimin doruğu olmasının en önemli nedenlerinden biri tarihin en ileri sınıfı olan ve kendisiyle birlikte bütün toplumu kurtaracak olan işçi sınıfının mücadele pratiğinde gelişmesidir.

    Bilimsel Sosyalizmin asıl büyük bilgi kaynağı, toplumsal pratiktir. 20. yüzyılda yaşandığı üzere milli demokratik devrimler, sosyalizmi kurma deneyimleri, toplam olarak uluslararası ve ulusal alandaki sınıf mücadelesi pratikleridir. Bu, Bilimsel Sosyalizmin, genel olarak burjuva bilimine üstünlüğüdür.

    Bilimsel Sosyalizmin devrimle kurduğu bağ, toplum pratiğiyle, dolayısıyla bilimle kurduğu bağdır. Bilimsel Sosyalizm, devrim pratiğinin kılavuzudur ve devrimle doğrulanır.

    Öncü parti teorisi

    Ancak yazar, Bilimsel Sosyalizm-toplumsal pratik/bilim bağını kitabın ana eksenine oturturken bu bağı kuran temel aygıtı eksik bırakıyor. Yani sınıf mücadelesi pratiğinin teorileşmesi ve tekrardan pratik içerisinde sınanması kendiliğinden olmuyor. Ya da Bilimsel Sosyalizmin teorisyenleri bu sürecin içinde tek başlarına (bağımsız) yer almıyor.

    Dolayısıyla toplumun teori ve pratiğinin bütünlüğünü sağlayan yani felsefeyi toplumsal pratikle birleştiren, Bilimsel Sosyalizmin devrimle, dolayısıyla bilimle bağını kuran bir aygıta ihtiyaç vardır.

    Bu aygıt da 19. yüzyıldan başlayarak bütün uluslararası ve ulusal alandaki sınıf mücadelelerinin kanıtladığı üzere öncü partidir. Bu nedenle Marx ve Engels temel eserine “Komünist Manifesto” değil, “Komünist Partisi Manifestosu” adını vermiştir. Bu nedenle Lenin’in SSCB’sinde “komünist”, algısal değil, resmi olarak parti üyesine verilen addır.

    Bu bakımdan parti olmadan, ne Bilimsel Sosyalizmden ne de toplumsal pratikten/bilimden bahsetmek mümkündür. Kendiliğindenci sınıf hareketlerinin de kitapta vurgulanan bağı kurması şimdiye kadarki pratiklerin gösterdiği üzere imkansızdır.

    Kitabın yeni baskısında öncü parti teorisi Bilimsel Sosyalizm ve bilim ilişkisi çerçevesinde işlenmelidir. Günümüzdeki sivil toplumculuk tartışmaları açısından da önemlidir.

    Eşitsiz gelişme yasası

    Kitapta Bilimsel Sosyalizme Lenin’in katkıları arasında “Tek Ülkede Sosyalizmi Kurma Olanağı” ele alınırken, bu olanağın temel bilimsel dayanağı eşitsiz gelişme yasasını anmamak, temel bir eser açısından, eksikliktir.

    Bilimsel Sosyalizmin önderleri, tek ülkede sosyalizm teorisini, kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasına dayandırmışlardır. Eşitsiz gelişmeden kaynaklanan emperyalistler arasındaki çelişmeler sonucunda işçi sınıfı, dünya kapitalist cephesinde gedikler açabilecek ve tek tek ülkelerde sosyalizmi kurabilecektir. (Örn. Bkz. J. Stalin, Trotskizm mi, Leninizm mi?, Sol Yayınları, Mayıs 1976, s. 275)

    Troçkizmin ‘Enternasyonalizmi’

    Bu noktada Troçki’yle yaşanan ideolojik mücadeleye de genel hatlarıyla değinmek doğru olacaktır. Kitapta ifade edildiği üzere, Bilimsel Sosyalizmin gelişmesi, doğru fikirlerin yanlış fikirlerle mücadelesi içinde kavranmakta ve o tarihin seçenekleri arasında karşılaştırma yoluyla saptanmaktadır. O dönemde Troçki ve ekibi “enternasyonalizm” bayrağını elden düşürmemiş ve Bolşevik iktidarı, “olduğu yerde çürümek ve soysuzlaşmakla”, bir ülkede sosyalizmin zaferi teorisini “ulusal sınırlama” teorisi olmakla, “ulusal reformculukla” ve “milli dar görüşlülükle” suçlamıştır. (Bkz. J. Stalin, age, s. 55, 157 vd., 284, 288; J. Stalin, Leninizm’in İlkeleri, Sol Yayınları, Aralık 1969, s. 173 vd., 167)

    Buna karşın Stalin, devrimin ulusal ve uluslararası görevlerinin asla bölünemeyeceğini ve bunların bir birlik oluşturduğunu savunmuştur. (J. V. Stalin, Eserler, c. 9, İnter Yayınları, Ağustos 1991, s. 32)

    Bu tartışmaların kitap açısından önemi, Troçkizmin vatan zemininden kopuk “enternasyonalizmi”nin bir tek ülkenin halkına bile iktidar yolu sağlayamamış olmasıdır. Kitaptaki “Bilimsel Sosyalizm, devrim pratiğinin kılavuzudur ve devrimle doğrulanır” vurgusunu, o tarihin seçenekleri arasında karşılaştırma yoluyla desteklemek açısından açık bir örnektir.

    Kendi gücüne dayanma

    Bu tartışmada bugün açısından dikkat çekilmesi gereken diğer bir nokta da Troçki’nin “enternasyonalizmi”nde yatan kendi halkına güvensizlik ve kendi ülkesinde temeli olmayan yurt dışındaki bazı çevrelerin çıkarlarını savunmasıdır. Oysa Lenin’e göre devrim, güçlerini her şeyden önce Rusya’nın işçileri ve köylüleri arasından sağlamalıdır. (Bkz. George Thomson, Marx’tan Mao Zedung’a, Kaynak Yayınları, Haziran 1997, s. 75; J. Stalin, Trotskizm mi, Leninizm mi?, s. 47, 54, 57; J. Stalin, Leninizm İlkeleri, s. 173)

    Aynı şekilde afyon bağımlısı bir ülkeden şu an dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden biri olan Çin’in hangi güce dayanılarak yaratıldığı sorusuna yanıtı Troçkizmde bulamazsınız. Fakat Mao’da vardır:

    “Siyasetimiz, kendi gücümüze dayanmalıdır ve bu da kendi çabamıza dayanarak yeniden doğmak anlamına gelir. Yalnız değiliz; dünyada emperyalizme karşı çıkan bütün ülkeler ve halklar bizim dostlarımızdır. Ama gene de yeniden doğuşu, kendi çabamıza dayanarak gerçekleştirmeye ağırlık veriyoruz. Kendi örgütlediğimiz güçlere dayanarak bütün Çinli ve yabancı gericileri yenebiliriz.” (Mao Zedung, Seçme Eserler, c. 4, Kaynak Yayınları, Şubat 1993, s. 28)

    1980 öncesi TKP’nin pratiği de bunlarla birlikte değerlendirildiğinde Bilimsel Sosyalizmin toplumsal pratikle/bilimle bağı ancak ve ancak kendi ülkenin gücüne dayanılarak doğru bir şekilde kurulabilir. Kitapta vurgulanmalıdır.

    SD eleştirisindeki hata

    Türkiye’de Milli Demokratik Devrim tezini reddeden Sosyalist Devrimciler eleştirilirken 152. sayfada “Bilimsel Sosyalizmin gelişeceği pratik zeminin dışında oldukları gibi, teorik kaynakların da çok uzağındadırlar” ifadesi kullanılırken, hemen bir sonraki sayfada “Demokratik devrimlerin bilimi ile Bilimsel Sosyalizm arasına duvar çekmelerinin nedeni, pratikten değil, teoriden hareket etmeleridir” denmektedir.

    Aslında iki ifade birbiriyle çelişmektedir. Hem teorik kaynaklardan uzak olup hem de teoriden hareket etmek olmaz. Sosyalist devrim tezini birinci ifade doğru tanımlamaktadır.

    Çünkü bu mesele teoride de çoktan aşılmıştır. Bugünün dünyasının devrimci pratiğine kalmış bir tartışma değildir. Kapitalizmin emperyalist aşamaya ulaşmasıyla birlikte Lenin’in katkılarıyla mesele çözülmüştür. Kendilerine Leninist deyip Sosyalist Devrim tezini savunanlar ne pratikten ne de teoriden hareket etmektedir. Olsa olsa 19. yüzyılın teorisinde kalmışlardır denebilir.

    Manifesto’da milli birlik

    Kitapta Komünist Partisi Manifesto’sunda Marx ve Engels’in “Vatan ve milli mücadele” konusuna ilişkin tezlerinden biri yazar tarafından “Tek tek ülkelerin bağımsızlığı, proletaryanın uluslararası işbirliği için şarttır” şeklinde ifade edilmektedir (s. 119). Bu ifade “Tek tek ülkelerin milli birliği ve bağımsızlığı” şeklinde düzeltilmelidir.

    Kitabın 117. sayfasında da dikkat çekildiği üzere Marx ve Engels, Manifesto basımlarına yazılan önsözlerde Polonya’nın, Almanya’nın, İtalya’nın, Macaristan’ın bağımsızlık ve vatanı birleştirme mücadelesini Avrupa devrimlerinin merkezine yerleştirmişlerdir.

    Son olarak da 72. sayfada yapılan alıntının dipnotunun unutulduğunu belirtelim.

  17. Gün,
    Janusz Bardach senin bahsettigin kamplarda yaşayan hesapta kolelerden bir tanesidir. Yirmili yaşlarında askerde iken bir sebebten içeri atılır ve Kolyma’ya gönderilir. Asıl olarak Kırım yahudilerindendir ama babası daha sonra Polonya’ya yerleşmiştir. Neyse Kolyma ( bu kamp gerek Soljenitsin gerekse de diğer anti-komünist yazarlar tarafından Gulag kamplarının en berbatı olarak adlandırılır. Sibırya’nın en doğusunda Alaska’ya yakın bir bölgesinde yer alır ve mahkumların oraya gönderilmesi bile bazan bir ayı bulmaktadır.) kampında beş sene geçirdikten sonra serbest bırakılır ama tüm ailesi naziler tarafından öldürülmüştür. Polonya da bir kaç yıl doktorluk yaptıktan sonra…… burası önemli ABD ye kaçar iltica eder ve alanında Dünya’nın en iyi plastik cerrahlarından birisi olarak (ABD ye vardığında zaten kendi alanında ünlü bir cerrahtır ve kendi adı verilen buluşları vardır) 1980 li yıllarda Kolyma anılarını yazar.

    Ama bu anılarda sırıtan bir nokta vardır, Bardach anılarında ne kadar eziyet yazdığını yazar ama, sıradan bir asker olarak tutuklanan Bardach kamptan bir doktor olarak çıkar. Hatta sıradan bir doktor olarak da kalmaz, Moskova ‘nın en iyi ihtisas kurumlarından birinde ihtisas yapıp estetik cerrah olur.

    Bardach kamp hastahanesinde de bir doktorun yardımcısı olarak çalışmaya başlar ve böylece doktorluğa adımını atar. Aslında Bardach yalnız değildir, Kolyma’da ve diğer kamplarda onbinlerce insan çalıştıkları alanlarda eğitilirler, kamp içinde üniversite eğitimini alırlar, Barnach gibi bazıları tıp ve mühendislik gibi değişik alanlarda oldukça ünlü bilim adamları olurlar.

    Sen pek okumayı sevmezsin ama ( bir film ve kitap ile troçkist olmuşşun, o yine iyi bana öyle geliyor ki hiç okumadan bir de anarşist olmuşsun gelmiş bu akla ziyan şeyleri tekrarlıyorsun.

    Ben okumazsın diyorum ama belki de yanılıyorumdur diye sana kitap isimlerini vereyim. Janusz Bardach, Man is wolf to man ve Surviving Freedom. Bu arada Bardach’ın önemli bir anti komünist olduğunu ve bu yüzden ABD ye iltica ettiğini bir kez daha tekrarlayayım.

    Not; Eğer Bardach’a itiraz edersen bu sefer de ABD Devlet Başkanı Roosvelt’in Başkan yardımcısı olarak çalışan H Wallace’in Kolyma anılarını yazacağım. Kolyma’ da Magadan’da o da bir kaç hafta kalmıştı. Senin köle kampları dediğin kamplar bir zamanlar turistik ziyaret yerleri gibi idi. 1960larda kapatılana kadar bu kampları sayısız sayıda komünist olmayan gazeteci diplomat, ceza uzmanı yargıç vb ziyaret etmişti. O yüzden Wallace hakkında bir şey bulursan merak etme o dönemler bu kampları ziyaret eden anti komünist bir sürü gözlemci bulabilirim.

  18. Gün Abi;

    Yazılarını ilgiyle takip ediyorum ve stalin yorumlarına da büyük oranda ve en azından mevcut bilgiler ışığında iştirak etmemek mümkün değil. Ama bir şeyler için mücadele eden insanlar nicelik yönünden bu kadar azalmış ve İktidar baskısından doğan o kadar çok uğraşacak yakıcı sorun varken bu ortamda stalinistleride eleştirirken belki biraz pozitif ayrımcılık yapılmalı diye düşünüyorum.

  19. Çağrı, sorunumuz Stalinistlerle değil, Stalinizmledir. Stalinistler de (eğer bilinçli kasaplar değillerse) bizim kardeşimizdir. Zaten Stalinist bir rejimde onların da çoğu kendini toplama kamplarında bulur.

  20. Gun, Stalin doneminde kamplara giden hangi Stalinist var?

  21. Ne tuhaf insanlar bu Stalinciler yahu.
    Önceleri çok iyiler, kardes gibi , sonra siyasal zafer kazanip iktidar oluyorlar, birden çok kötü insanlar oluyorlar. Bu mümkün mu? Saçmaligin ve sol muhafazakarlikla köprüleri atmama kurnazliginin bu kadari da fazla.
    Iktidarini sürdürmek için en zalim, en insanlik disi, en gaddar yöntemleri uygulayan Stalinciler, iktidara gelmek için de ayni sekilde en zalim, en insanlik disi, en gaddar yöntemleri uygularlar. Küçük bir örnek: içinde yolcular bulunan belediye otobüsüne molotof atmak gibi, 16 yasindaki genç kizin yüzünü yakmak, annesinin yanindaki iki bebegi havaya uçurmak gibi. Sen bunlarla mi kardessin? Pes dogrusu. Bu da komedinin üçüncü perdesi herhalde.

  22. Ahmet, sen çok okuduğunu sanıyorsun ama hiçbir şey okumuyorsun. Eğer okusaydın bana bu soruyu sormazdın. Hem de binlercesi toplama kamplarına yollanmıştır. E. Ginzburg’un anılarını okursan görürsün. İçerde bile, “Stalin, bizim güneşimiz” diye şiirler yazmaya devam ediyorlardı. önemli bir kısmı, “Stalin’in bunlardan haberi yok, bir yanlışlık var” diyorlardı. İçeri atılan NKVD mensupları zindan duvarlarına, “hiçbir şey imzalama” diye yazıyorlardı. Madem sordun, sana en üstlerdeki, politbürodaki stalinistlerden sadece bir isim vereyim (gerçi o kampa bile gönderilmedi, doğrudan infaz edildi): Rodzutak ismini bilir misin?

  23. Stalin tarafından öldürtülen SBKP Politbürosunun üyeleri (hepsi Stalinistti):

    Rudzutak 1938
    Uglanov 1937
    Orjonikidze 1937 (intihara zorlanarak)
    Chubar 1938
    Kosior 1939
    Bauman 1937
    Syrtsev 1938 (kayıp)
    Postyshev 1939
    Eikhe 1940 (toplama kampında öldü)
    Yezhov 1940

  24. “Ahmet” isimli yorumcuya;
    Anlattığınız olayla neyi anlatmaya çalışmışsınız tam olarak kavrayamadım. NE YANİ ŞU VEYA BU SEBEPTEN DOLAYI TOPLAMA KAMPINA GÖNDERİLMİŞ İNSANLAR MESLEKLERİNİ KALDIKLARI YERDEN İCRA EDİYORLAR DİYE BU O KAMPLARI VE O İNSANLARI ORAYA TIKAYANLARIN EYLEMLERİNİ MEŞRULAŞTIRIR MI? Bir bütün olarak toplama kamplarının gayri insaniliğinden ve sosyalizm mücadelesine verdiği zarardan bahsedeceğinize tutmuş bu kamplar da bulunup işini devam ettirmiş birinden örnek veriyorsunuz.
    Fikir özgürlüğü = Sosyalizm = Toplama kampları hakkındaki görüşlerinizi genele hitap edecek şekilde kısaca yazarsanız sanırım resim daha netleşecek.
    Gün Bey’den talep ettiğiniz isimler yukarı da bilgilerinize sunulmuş. Buyurun söz sırası siz de. İyi günler diliyorum.

  25. Gun,
    Senin yazdigin isimlerden Orjokonidze haric hic birisi stalinist degildi. Orjokonidzeyi de Stalinin’in arkadasi anlaminda Stalinist diyorum. Zaten kendisi tutuklanmamistir, hakkında soruşturma açılmamıştır, bir şekilde bunalıma girip intihar etmistir. SSCB de intihar eden her kisiden ne zamandan beri Stalin sorumlu tutuluyor?

    Diğerlerıne gelince hiç biri Stalinist değildi. Sen okumadığın için bilmezsin ben sana sırayla anlatayım. Yezhov Bukharın ekıbındendır. Yezhov üzerine Bukharın’ın karısı ( ki kendisi Yezhov dönemimde kocasının arkasından tutuklanmıştır ve idamla yüzyüze kalmıştır, idamını engelleyen ise Yezhov’un tutuklanıp Berıa’nın görev başına getirilmesi olmuştur, yani Lara Bukharin’in Yezhov’dan nefret etmek için her türlü kişisel sebebi vardı) anılarında bol bol yazar ve onun ne kadar iyi bir insan! olduğunu anlatır. Bu iyi insan! 1936 operasyonlarını sulandırmak için tüm cumhuriyetlere gönderdiği gizli kararnamelerle binlerce kişilik kotalar ilan etmiş ve bu kişilerin idam edilmesini emretmişti. Bu emrin tek sebebi Moskova duruşmalarını sulandırmaktı. Zaten bu emirden dolayı da tutuklandı. Sana okumazsın diyorum ama sanırım Guınzburg’u okumuştun, orada cezaevinde bir tatar milliyetçi lider Guınzburg’a soruşturmanın sulandırılması için suçlu suçsuz bir sürü insanın adını polise vermesini tavsıye eder. İşte Yezhov bu politikanın mimarlarından biridir ve binlerce insanın suçsuz yere tutuklanmasından ve bir çok kişinin idamından sorumludur. Zaten Guınzburg’da Yezhov’a laf etmez, halbuki onu tutuklayan da Yezhov’dur. hatta 30 000 kişiyi idam etmeye kalkan Potysev’de tutuklandığında çok üzülür. Bunların hepsi 1936-38 idamlarını durduran içişleri bakanı olan Beria’ya saldırırlar. Bak Beria iyi bir Stalincidir.Tutuklanmamıştır da.

    Mesela Potyshev’i ele alalım, sen bu isimleri yazmışsın ama bilmezsin. Tek yaptığın kes kopyala yöntemi ile CIA kaynaklarında verilen kaynakları buraya aktarmak. Ama ben sana anlatırım önemli değil. Potyshev Ukrayna Komunist partisinin liderlerindendir ve Kruşcev’in ekibindendir. Bu konuda Kruschev’in anılarına bak istersen. Bol bol anlatır. Kruscev bir dönem Troçkist örgüte üyedir ama bunu soruşturmalar başladığında gidip Stalin’a anlatır. Hatta Kaganoviç bu yüzden Kruscev’in MK dan atılmasını istediğinde Stalin Kruşçev’in dürüst davranması nedeni ile buna karşı çıkar.
    Gerek Kruşçev gerekse Potyshev Ukrayna’da 30 ile 60 bin civarinda insanın öldürülmesini talep ederler. Bu da açık, ülkede sürüp giden soruşturmaların sulandırılması için uygulanan bir yöntem. Anladığım kadarı ile tatar milliyetcisinin Yelena Guızburg’a önerdiği yöntem tüm muhalif güçler tarafından yoğun biçimde uygulanmış. O yüzden Guızburg korkunç vahşi birisi olan ve bir sürü insanın idamını emretmiş olan Potyshev’in tutuklanmasına üzülür. Zaten Kruşçev iktidara gelir gelmez ona hemen itibarını iade eder.

    Yukarıya yazdığın listedeki isimler nedir onu bile bilmezsin sadece yazmışsın. Ben konu dağılmasın diye cevabımı sadece iki kişi ile sınırlı tutuyorum Yezhov ve Potyshev.

    Not; Rudzutak hiç bir zaman stalinist olmadı, onun stalinist olduğunu iddia ediyorsan ispatlamak sana düşer. Rudzutak kendisi menşevik bir geçmişten gelir ve troçkisttir. Ama tutuklanma sebebi troçkistlikte değildi, öyle olsa idi Kruşçev’de tutuklanırdı. Niye tutuklandıklarını merak ediyorsan niye dönemim ABD elçisi Joseph Davıes’in anılarını okumuyorsun, mahkemeleri bizzat izleyen elçi anılarında onların beşinci kol olduklarına inandıklarını söylüyor. Ya da eğer ben yanılıyrsam ve sen gerçekten bol bol kitap okuyorsan sana doğrudan mahkemeleri bizzat izleyen ve daha sonra yazan hepsi de anti komünist bir sürü diplomat ve gazeteci önerebilirim. Bunların hepsi bu insanların üzerlerine atılı suçları işlediklerine inandıklarını ve mahkemelerin hepsinin adil olduğunu söylerler.

  26. Selçuk,
    Yazımı bir daha oku, sanırım algılayamamışsın, Janusz Bardach tutklandığında doktor filan değil, ilk sağlık eğitimini kamplarda alır. Yani bu adamın bir bilim adamı olma süreci kamplarda başlar. Kolyma bölgesinde mahkumların gidebildiği okullar vardı ve mahkumlar çalıştıkları alanlarda ( madencilik, mühendislik ormancılık, sağlık vb) ayrıca okula giderlerdi. O yüzden bir çok insan bu kamplara okuma yazma dahi bilmeden gider ama en azından bir meslek sahibi olarak çıkarlardı. Janusz Barack gibi bir çok insan ise bu kamplardan bilim insanı olarak çıktılar.

    Bu insanlar çalıştığı sürece normal işçiler gibi maaşlarını alırlardı. Bu maaşlardan kamp için bir miktar para kesilir, geri kalan paranın üçte ikisi mahkuma ödenir üçte biri ise tahliyesinde ödenmek üzere hesabına yatırılırdı. Bu yüzden Guınzburg Kolyma kampından ogluna ayda yüz ruble para gönderdiğini anlatır. O dönemde mesela Moskova’da tesktil işçisinin aylık ücreti 90 ruble filan. Kolyma’da daha fazla ücret ödemelerinin sebebi oradaki yaşam şartları.

    SSCB de toplama kampı yoktu. Toplama kampı mesela ABD de vardı 2. Dünya savaşında tüm japonlar bu kamplara dolduruldular. SSCB de çalışma kampları vardı. Mahkumlar eğer okula gidip meslek öğrenirlerse ve çalışırlarsa daha önce tahliye edilirlerdi. Bu tür konular birinci elden kaynaklardan öğrenilebilinir ancak.

    Mesela size tavsiyem Lenka Von Koerber, kendisi bir alman soylusudur ve Ceza enstitüleri uzmanıdır. 1933 te SSCB ceza ve kamplarını inceleme iznini kolayca alır. Aylarca en hafif suçluların kaldığı yerlerden en kötü üne sahip bir çok cezaevinde aylarca kalarak bir rapor hazırlar. Sovıet Russıa Fıghts Crıme
    Aslında o dönemde SSCB cezaevleri ve çalışma kampları turistik bölge gibidir. Niels Bohr’dan Bernard Show’a kadar bir çok batılı bilim adamı gazeteci bu kampları ziyaret etmiştir. Ölüm kampı ise mesela Autswıch’dir. Bir tane gezeteci bile ziyaret edememiştir. Hemen yanında Sıemens fabrıkasında yahudıler komunıstler cıngeneler vb zorla bedava köle olarak çalıştırılmakta ve çalışamayacak duruma geldiklerinde fırınlarda yakılmaktadırlar.
    Gün Zileli Autscwıtz kampının ve o kampı kuran zihniyetin mahkumların tıp eğitimi alabildiği SSCB deki kamplardan daha iyi olduğunu iddia ediyor. Peki ya sen ne düşünüyorsun?

  27. Ya Ahmet, sen ya gerçekten çok safsın ya da bizleri saf yerine koyuyorsun.

    1934 yılından itibaren Stalinist olmayan birinin politbüroya girebileceğini gerçekten düşünebiliyor musun? Yezhov’un, Stalin’in izni ve onayı olmadan (ölüm listelerini Stalin bizzat gözden geçirirdi) on binlerce kişiyi ölüme gönderebileceğine gerçekten inanabiliyor musun? Hem de öyle kısa bir süre değil, görevde bulunduğu 2 yıl boyunca. Kendisinden habersiz kuş uçmayan Stalin, hem de çok iyi tanıdığı parti kadroları binlerle öldürülürken bundan haberdar olmayacak ha.:)

    Eugenia Gizburg’u (Yeleni değil) okudun mu diye soruyorsun. Naçizane hatırlatmak zorundayım, E.Ginzburg’un kitaplarını ben çevirmiştim. Bu sitenin sol tarafındaki kitaplar bölümüne bakarsan göreceksin.

    Sagidullin’in, “mümkün olduğu kadar çok isim ver” önerisi Ginzburg tarafından reddedilmiştir. Sagidullin de mi Yezhov’un adamı olarak böyle bir görev yapıyordu acaba? Bu çocukça akıl yürütmeleri bir kenara bıraksan iyi edersin. Bu, içeri düşmüş parti üyelerinden bazılarının korku ve şaşkınlıkla, kurtulabilmek için düşündükleri bir çareydi ve elbette geçersizdi. Yezhov’un tasfiyesinin sebebi ise çok adam öldürtmüş olması değil, misyonunu bitirmiş olmasıydı. Stalin, kullandığı çarkları ve cinayet şebekelerini, kendisinin emriyle çok sayıda kirli işe giriştikleri, kirlendikleri için tasfiye etme gereğini duyardı dönem dönem. Böylece kendi kirli suçlarını da onlarla beraber mezara yolladığını düşünürdü. Örneğin Kirov cinayeti gibi. Yagoda’nın tasfiye nedenlerinden biri de buydu. Yagoda ve ekibi bu cinayetle ilgili çok şey biliyorlardı ve çok şey bilenlerin yeri mezardır bu tür işlerde.

    Batılıların tanıklığına başvurman ise iyice komik. Şimdi ben bir batılının tanıklığına başvursam hemen CIA kaynakları diye başlardın. Batılıların Stalin cinayetlerine o dönemde göz yummalarının, hatta yer yer yalancı tanıklık etmelerinin en önemli nedenlerinin başında, Stalin’in komünistleri yok etmekte olması gelir. ikinci olarak, Sovyet devleti ile arayı bozmama güdüsü. Bir de Amerikalı kadın gazeteci Amstrong’un anılarında görüldüğü gibi, batılı saflığı da rol oynar bunda. Amstrong, “en ön sıralarda oturuyordum ve sanıklar çıkıp kendi ağızlarıyla itirafta bulundular” der. Tabii ki, bir batılı, bu itirafların sanıklara ezberletildiğini ve ifadelerindeki en ufak bir sapmada mikrofonların kesileceğini aklının köşesinden bile geçirmez. Bu kadar komploya artık onların bile aklı ermez.

  28. gün bey güzel bir yazı olmuş gerçekten. teorinin krizi konusunda şunu belirtmek lazım. stalinistlere hakim olan stalin’den sonrasının restorasyona mahal verdiği iddiasına benzer şekilde (bazı) troçkistlerin bu çizgiyi lenin’den sonrasına kaydırarak aynı kolaycılığa kaçtıklarını düşünüyorum. örneğin deutscher bu tuzağa düşmemiştir. stalin’in ortaya çıkışının lenin’deki köklerini sergilemiştir. ancak o da teoriyi sorgulayan “sabık” komünistlere sessiz olmalarını (yani burjuvazinin işine gelebilecek itirafları kendilerine saklamalarını) öğütlemiştir.

    işin ilginç tarafı “teorinin krizi”ni sorgulayan ve stalinist ana akımla bağlantısı kesilen tayfa ya sol ya sağ “sapma”ya teslim olmuştur genelde. claudin’in “komintern’den kominform’a” adlı kitabını okuyorum şu an ve bu durum cidden açık ve seçik görünüyor orada da. davaya inancı (koşulsuz ajitasyon) kaybetme riskine rağmen bu tarz sorgulamalar zorunluluk devrimciler için. bütün görüşlerinize katılmasam da bıkmadan bu işi sürdürdüğünüz için teşekkür ediyorum size. türkiye’de bu işi bıkmadan yapan fazla insan yok çünkü. anarşisti de stalinisti de troçkisti de tartışmadan usanmış kendi kabuğunda yaşamayı tercih eden bir halde. pratiğin yanında teorinin de en ağır krizlerinden birini yaşıyoruz gibime geliyor.

  29. Ahmet, gittikçe gülünç oluyorsun gerçekten, şu “çalışma kampı” iddialarınla. Artık ses duvarını aşan bu tür görüşlerin cevap sınırını da aşmış bulunuyor. Yalnız bir nokta var: Ben Nazi kamplarının Stalin kamplarından daha iyi olduğunu nerede söylemişim. Buna ilişkin tek bir satırımı gösterirsen senin bütün dediklerini kabul edeceğim. Şimdi de çamur at izin kalsın, öyle mi? Bildik Stalinist yöntem.

  30. Selam Anton. Ne zamandır ortalıkta görünmüyordun. Hoş geldin diyeyim. Troçkistlerle ilgili söylediklerine tamamen katılıyorum. Diğerleriyle ilgili olarak da. Hele anarşistlerimiz bu konuda tamamen cahiller. Bu tartışmayı anlamsız buluyorlar, ermiş havalarında.

    Sana iyi yıllar diliyorum.

  31. Gestapo’da, eğer başarabilirseniz, küçük bir ihtimal de olsa suçsuz olduğunuzu kanıtlama olanağınız vardır. Yani kısacası, eğer Gestapo’da işkenceye rağmen susmayı başarabilirseniz belki (yüzde bir de olsa) kendinizi kurtarma şansınız bulunmaktadır. Ama GPU’da ne kadar susarsanız o kadar suçlu olduğunuzu kanıtlamış olursunuz.

    Bu durum mahkemelerde de böyledir. Her iki nasyonal sosyalist rejimde de yargı bağımsızlığı diye bir şey olmadığını biliyoruz. Yani mahkemeler rejimin dediğini yapar, onun istediği cezaları yağdırır. Buna rağmen, Alman Nazi rejiminde hâlâ eski burjuva hukukunun bazı kırıntılarının varlığı dikkat çekmektedir.

    Read more: http://www.gunzileli.com/2011/12/08/iki-tur-nasyonal-sosyalizm%e2%80%a6/#ixzz1het5FYdj

  32. Ahmet, sen geç ya da yanlış idrak kusurlu musun, bilmiyorum ama ben Gestapo-GPU ya da mahkemeler karşılaştırmasını sormamıştım. Toplama kamplarını sormuştum. Okuduklarını hep böyle anlıyorsan yandık. Nazi toplama kamplarının stalin kamplarından daha olduğunu söylediğimi yazmıştın. Senden buna ilişkin satırlarımı rica edeyim:)

  33. teşekkürler gün bey. stalinistinden, troçkistine ve hatta (!) anarşistine kadar bol tartışmalı, verimli yıllar dilerim size ve site ahalisine 🙂

  34. daha iyi olduğuna, olacaktı.

  35. Gun,
    Bir arkadas zaten yukarida alintiyi yapmis, sen bir cok kere Hitler rejiminin Stalin SSCB sinden bir cok kere iyi oldugunu ifade ettin. Buna calisma kamplari da girer. Senin yazidklarindan benim calisma kamplarina iliskin dediklerime cevap veremedigini goruyorum. O yuzden lafi dolastirip isi gargaraya getirmeye calisiyorsun.

    Tartisma senin SSCB deki kamplara kole kamplari demenle basladi. Bense birinci elden kisilerin tanikligi ile bu kamplarin kole kampi olmadigini, hem de anti komunist kisilerin tanikligi ile gosterdim. O yuzden lafi sulandirmak istiyorsun. Tanikliklarimin anti komunist olmasini bahane ediyorsun bu sefer.
    Benim anti komunistleri delil olarak sunmamin tek bir nedeni var, senin gercekleri soyleyen herkesi eger solcu ise Stalinist olarak damgalaman ve onlarin tanikligini reddetmen. Ben de o yuzden anti-komunistleri sahit olarak verdim. Ama istersen bir suru solcuyu da sahit olarak veririm. Maksim Gorki”den baslayalim mi ?
    Maksim Gorki 1931 de mahkumlar tarafindan yapilmis Baltik- Beyaz Deniz arasinda 200 km yi askin uzunlukta ki beyaz kanal calismasini yazar. Aslinda tek basina yazmaz, 120 yazarla beraber yazarlar. Bu yazarlarin bazilari Aleksei Tolstoy gibi beyaz rus ordusunda gorev yapmis subaylardir. Bazilari ise Gorki gibi bolseviklerdir. Ama hepsi de benzer seyleri yazarlar cunku kanal insaatinda gordukleri aynidir sonucta.
    Onlar Lenka Von Koerber”den daha fazla seyler soylerler. Mahkumlarin cezaevinde kendi kendilerini idare ettiklerini 100 000 den fazla mahkumun calistigi insaatta ancak bir kac yuz resmi gorevlinin oldugunu diger tum islerin mahkumlar tarafindan yapildigini soylerler.

    Istersen sosyal demokrat birini sahit gostereyim. Amerikali demokrat partili avukatlardan ( kendisi 1930 lu yillarda siyahlarin davalarini ucretsiz almakla unlenmis bir avukattir. Komunist degildir demokrat parti uyesidir) Samuel S. Leibowitz in 8 Haziran 1959 tarihli LIFE dergisinde yazdigi makaleye bak istersen. Sovyet adli sistemini elestirirken cezaevi sistemini ove ove bitiremez.

    Eger bunu da kabul etmez isen, bu sefer Ingiliz sosyal demokratlarindan birini ornek verebilirim.. Ya da bir baska amerikali ya da Almani, ama sakin yesillerden birini isteme, belki bilmezsin o zamanlar yesil hareketi daha yoktu, yesiller 1960 larin sonunda siyaset sahnesine bir politik guc olarak cikti.

    Su cumlene gelince “Batılıların tanıklığına başvurman ise iyice komik. Şimdi ben bir batılının tanıklığına başvursam hemen CIA kaynakları diye başlardın”

    Sen CIA kaynaklari kullandigin icin CIA kaynaklari diyorum, ben batili kaynaklar kullanilamaz diye bir sey hic bir zaman dusunmedim dusunmem de. Ama CIA kaynaklarini, desenformasyon cabalarini digerlerinden ayirmaya calismak gercege ulasmanin olmazsa olmaz kosuludur.

  36. Yezhov meselesine gelince,
    Yezhov meselesinin cevresinden dolanmaya calisiyorsun, ama bundan bu kadar kolay kacamazsin, neden tum bu insanlar mesela Guisburg vb Yezhov hakkinda bir sey soylemez iken hatta Lara Bukharin Yezhov”u kocasindan bile daha fazla savunurken herkes mesela Beria”aya saldiriyor? Halbuki Beria Yezhov donemi diye bilinen ve tum bu idam ve tutuklamalari bitiren donemin Icisleri Bakani? Bu insanlar Beria”yi yine sevmesinler onemli degil ama niye Yezhov aleyhinde bir sey yazmiyorlar? Cunki Yezhov onlardan birisi.

    Ya da Guizburg niye Potyshev tutuklandiginda uzuluyor? Potyshev sscb tarihinin en gaddar komunistlerinden birisi. Guinzburg uzuluyor cunki Potyshev ile ayni safta, o noktada Guinzburg Potyshev”in oldurdugu bir suru masuma aldirmadigi acik. Guinzburg”an asil uzuldugu parti liderligini kacirmasi, sonucta Avrupa”dan mucevher getirtip kullanan bir “komunist”

    O yuzden Guinzburg”un kitabi duzdur, hic bir sey bulamazsin, anlatmaz, ona gore herkes durduk yerde alinmaktadir. Ama tabii Stalin”in mesela nicin Kazan”da tanimadigi insanlari tutuklama emri versin buna bir aciklama getirmez. Aciklama basittir:Stalin manyakti onune geleni tutuklatiyordu. Tamam da Stalin niye manyak olsun?

    Guizburg sucsuz insanlarin adini verdimi vermedi mi bunun tartismamiz ile ilgisi yok, vermedigini soyluyor belki verdi belki de vermedi ama Guizburg muhalefetin boyle bir politikasi oldugunu soyluyor. Aslinda bu o donemin en can alici sorunlarindan birisi. Yezhov ve adamlarinin iceri attigi bir milyona yakin kisi 1939-40 arasi donemde cezaevlerinden salinir.
    Bu noktada ben yalnizca Guinzburg degil bir cok baska ornek verebilirim. Muhalefet ellerindeki devlet olanaklarini kullanarak ulkenin dort bir yaninda milyonlarca sucsuz insani tutuklamistir. 1936-39 arasi Stalin”in muhaliflerini tasfiye ettigi bir donem degil, burokrasi ici bir catismanin devletin ve partinin her alanina yayildigi bir donemin dorugu olmustur. Bu noktada tek tarafli bir tasfiye degil ama burokrasinin olanaklarinin kullanildigi bir cesit ic savas vardir. Bu savasi Stalin tarafi kazanir.

    Bu noktada senin Stalin”in stalinistleri bile tasfiye ettigi tezi sacmadir, sadece CIA acisindan desenformasyon degeri tasirlar. O kadar. Stalin kendi muhalefetini tasfiye etmistir. Nedenleri tartisilir ama bir cok gozlemciye gore en onemli neden muhalefette yer alan bir cok kisinin suikast ve sabotaj eylemlerinde yer almasidir. Ama bu ne kadar dogru ancak arsivler tamami ile acilirsa anlasilabilir. Ne yazik ki Rusya 1953 ten beri basta Kruscev tarafindan yonetilen anti stalinistlerden olussa da kimse arsivleri acmaya yanasmiyor

  37. çalışma ve sürgün kamplarının başlangıçtaki işlevinin aslında parti iktidarının her türden itiraz ve muhalefeti ve özellikle gelecek vadeden yetenekli partillileri yok etmek olduğunu giderek uzak ve üretim şartlarının zor bölgelerdeki maden ve diğer atıl meta üretimini 5 yıllık kalkınma hedeflerini 3-4 yılda gerçekleştirip maliyetsiz sanayileşme hedefinin ödüllendirici programlarına dönüşerek ‘halk düşmanları’iktidarın güvenemediği milliyetler dahil milyonlarca insanı üretimi askerileştirerek zorunlu hatta zaman zaman köle sisteminin özelliklerini taşıdığını anlamamak için kör olmak gerek.sadece üretimin askerileşmesi bile sosyalist,komünist üretim ilişkisiyle açıklanamayacağını bilirsek bu işin çok önceleri anlayış seviyesinde filizlendiğini bu alanda troçki faktörünüde anlamış olur ve zileliye hak verebiliriz.100 puanlık uzmanlık sorusu ne olabilir?bolşevik liderlerden ilk hangisi askeri üniforma giydi?tabiki beyaz denizci üniforması ile bütün iktidar sovyetlere diyerek devrimin öznesi kronştad denizcilerini aynı sloganı talep ederken katleden üniforması ile troçkiyi hatırlarız.30-38 terörüyle içerdeki iktidarını terörize edip kurumlaştıran stalinin imdadına hitler yetişmiş faşist alman işgalini beklemeyen stalin sovyet deneyinin dayanışması giderek faşizmin kendisini yok etmesindense kendi yurdunu ve sahip olduğu ailesi ve tüm değerlerini koruma gayretiyle işgali püskürtmesine rağmen rus halkları stalinist iktidara teslim olmuştur.işçilerin köle değil ücretli olmasını hatta sibiryadakilerin daha fazla ücret alıyor olması dönem dönem programlanıp kontrollu yapılan bir işlem olup ücreti ile birkaç ev alıp rantiye yaşayan parti üyesi şairler bile olabilmiştir

  38. Sevgili Anton,
    çoktandır göremiyordum. http://www.sonliberters.com da Gün hoca da dahil Örgüt/lenme üzerine bir çok isme sorular sorduk. aslında senden de aynı konuda görüş almak isterim ama sadece anton olarak bildiğimiz için olmadı. ama istersen, sitenin iletişim mailinden görüşelim sana soruları gönderirim. görüşlerini önemsiyoruz….o nedenle….

  39. zilelinin eli değmişken iç işleri bakanı idris naim şahin ve kurduğu cümleler hakkındada bir yorum ve yazı beklemek hakkımız oldu.şansızlığımız gündeme ilişkin yazı yazmaması yada hayatımızı etkileyen pratik yaşamın gündemi olamaması.yinede bir anarşistin yorumuyla bir bakanın itirazcı öğrenci konusundaki olumlu tutumunu fark edenin şahinin incilerini farkedim ne anlama geldiğini bizede yorumlaması öğretici olabilir

  40. Özgürlükçü, ben Gün’den daha beteri olmaz diye düşünüyordum ama sen ondan da kotu çıktın, tamam Gun’un gorusleri faullu bilgisi kıttır ama en azından Türkçe biliyor, sen de o da yok. Ne dediğini anlayabilsem cevap yazardım ama….. artık anlayanlar yazsın

  41. ODATV/nin Birgün’deki Stalin Tartışması üzerine yorumu:

    BİRGÜN GAZETESİNDE STALİN TARTIŞMASI

    ŞOK! TIKLAYIN İNGİLİZCE KONUŞMAYA BAŞLAYIN!

    27.12.2011 01:29

    Karakter boyutu :

    ——————————————————————————–

    BirGün gazetesinde Pazar günleri keyifle okunacak ve bakılacak bir yazı dizisi yayınlanıyor: “Pullarla Sosyalizm Tarihi.”

    Yazı dizisi Lenin ile başladı Stalin ile devam etti. Lenin gibi Stalin’in de fotoğrafı bulunan pullardan örnekler verildi.(18.12.2011/BirGün)

    Ve bu arada Stalin’in özgeçmişinden de kısaca bahsedildi.

    Bu değerli çalışmayı/ yazı dizisini yapan Hasan Gürelliler’e eleştiri aynı gazeteden geldi.

    Tarık Günersel aynen şöyle diyordu: “Stalin ile ilgili yazıyı okuyunca dehşete kapıldım. Milyonlarca insanın ölümünden birinci derece sorumlu oluşuna değinilmiyordu. Benim için şaşırtıcı bir aklama ve güzelleme yazısıydı. Stalin’in cinayetleri suskunlukla geçiştirilemez. O tür bir özetlemeyi vahim buluyor ve kınıyorum.”(21.12.2011/BirGün)

    Günersel herhalde “köşedaşı” Gürelliler’in ya da BirGün’ün özeleştiri yapmasını bekliyordur! Ortodoks kilise pratiğinden sosyalistlere de siyaret eden özeleştiri mekanizmasından çok mutlu oluyoruz. “Özeleştiri yapsın, özeleştiri yapsın…” Niye ise?

    Kuşkusuz Stalin bir dünyalıdır ve her dünyalı gibi hatasız değildir. Eleştirilmelidir de.

    Ve fakat bu her Stalin adı geçtiği bir olayda (örneğin pullarda Stalin) bile ayakları yere vurup zıplayarak “bu aklamadır, bu güzellemedir” demenin mantığı nedir? Ne yani, biz de mi soğuk savaş dönemindeki CIA ağzıyla yazıp-konuşmalıyız! Geçmişi tarih olarak yazabilmek için yazıcının anın tüm etkilerinden baskısından kurtulması şarttır.

    “Robespierre terörist; Stalin tarihin tanıdığı en acımasız cani” öyle mi? Kimin ağzı bu?

    Devrimlerin günah keçileri hep olur. Her başarısızlığı hata ya da mahkum görme eğilimi hep vardır!

    Kansız bir devrimi kim istemez; keşke. Ve sonra “şiddet” kavramını/olgusunu da tartışmamız gerekmez mi? Yoksa biri çıkıp, “Dev-Yol’un da elinde silah vardı” demez mi? O silah niye vardı, bunu analiz etmeyecek miyiz? Dev-Yol’cu “koybolculuk” için eline silah almadı herhalde. Böylesine kolaycılıklar insanı çok rahatlatıyor sanıyorum.

    Biz Stalin’i; Svetlana Alliluyeva’nın yazdıklarından öğrenecek değiliz, bu çok yüzeysel olmaz mı?

    Ya da S.Courtois, N.Werth, J. L. Panne, A. Paczkowski, K.Bartosek, J.L. Margolin gibi CIA güdümlü isimlerden öğrenecek değiliz. Hâlâ mı Soljenitsin demogojileri, “Gulag Takım Adaları” mı?

    Tamam anladık. Ama: her daim geçmişimizi yerin dibine sokan, insanın başını kaldıramayacak kadar onursuzlaştıran kabalıklardan bıktık. Nerede bir “devrim” adı geçse, hemen saldırıya uğramaktan yorulduk.

    “Pullarla Sosyalizm Tarihi” dizisinde minik bir Stalin portresine bile bu derece öfkeyi anlamak zor.

    Aslında anlıyoruz: Tarık Günersel aynı yazısında Vzclau Havel’e methiyeler düzüyor! Günersel “kadife devrim” taraftarı…

    Stalin cani, Soljenitsin, Kundera, Havel kahraman!!!

    Herhalde Ufuk Uras giderken arkasında bazı arkadaşlarını unutmuş görünüyor…

    Odatv.com

  42. Yaftalama… Peşin yargı… ODA TV bunu sık yapıyor…

  43. (ODA TV’nin bir başka “üstün gazetecilik icraatı” hakkında bir yazı…)

    http://www.red.web.tr/site/

    ODA TV’nin ahmaklığı! (Hakan Gülseven)

    10 Eylül 2011, 15:49

    ODA TV’de, Serdar Turgut’a dair bir eleştiriden yola çıkılarak, çok ‘derin’miş gibi görünen, lakin ahmakça ve cehalet kokan bir imzasız yazı yayımlandı. Yazı imzasız olduğuna göre, ‘editoryal makam’ belirtiyor. Eh, ODA TV, geçirdiği operasyondan sonra böyle bir editoryal vaziyete mahkum kaldıysa, vay o ODA TV’nin haline…

    Arkadaşlar özetle Serdar Turgut’un bugün ‘gevşek’ yazılar yazmak yerine, harcanan ‘entelektüel kapasitesi’ni konuşturması ve mesela İsrail analizlerine girişmesi gerektiğini söylüyorlar. ‘Entelektüel açlık’ları o seviyede ki, Şubat 2011’de Doğan Kitap’tan çıkan, Şloma Sand’ın Yahudi Halkı Nasıl İcad Edildi kitabını konuşmak istiyorlar. Kitabı tanıtırken, şöyle tuhaf bir pasaj yazıyorlar:

    “… Sand, İsrail ulusal ideolojisinin temelini sarsmıştı. ‘Yeni tarih’ yazımından bahsediyordu; İsrail toprağı (Eretz Israel), ülkeden çıkış (alyia), diaspora vb. kavramları yeniden ele alıyordu. Yani, Türkiye’deki (siz buna Fransa, Almanya vd. ülkeleri de katabilirsiniz) tartışmaların benzeri İsrail’de de yapılıyor; ‘ulusal devlet’ sorgulanıyor. Bu tartışmaların ‘fikir babası’ Max Shachtman, James Burnham, Robert Kagan, Allan Bloom, Sidney Hook gibi çoğunluğu Yahudi-Troçkist Newyork (Neo-Con) aydınlardı. Yani… 20’nci yüzyıl başlarındaki Stalin-Troçki arasındaki ‘ulusalcılık’ tartışmasının bugün başka saiklerle yeniden yapıldığını söyleyebiliriz…”

    Şimdi… Bu yazıyı yazan arkadaş, artık her kimse, hem cahil, hem de müthiş bir özgüveni var. Ne demek kardeşim ‘Yahudi Troçkist Newyork (Neo-Con) aydın’? Hayır, New York’u bile yanlış yazmış… Ya gerisine ne diyeceğiz? Saydıkları isimlerden sadece ikisi, Max Schachtman ve James Burnham, Troçki liderliğindeki Dördüncü Enternasyonal’in Amerikan seksiyonu SWP (Sosyalist İşçi Partisi) içinde yer aldılar, o da hizip liderleri olarak! Dördüncü Enternasyonal’in Sovyetler Birliği’ni emperyalist dünyaya karşı savunma politikasını reddeden ve giderek Marksizmden kopan bu hizbe karşı, Troçki, ömrünün son yıllarında büyük bir mücadele verdi ve –kaba bir tabirle- bu hizbi Dördüncü Enternasyonal’den attı! Bu büyük mücadele, Türkçeye Yavuz Alogan tarafından çevrilen ve Kardelen Yayınları tarafından ta 1992’de basılan Marksizmi Savunurken adlı kitapta tüm ayrıntılarıyla yer alıyor. Troçki’nin en önemli eserlerindendir kanımca. Şimdi, geçtim ‘Troçkist’likle uzaktan yakından alakası olmayan diğerlerini, Max Schachtman ve James Burnham’ı ‘Yahudi Troçkist Newyork (Neo-Con) aydın’ diye tanımlayıp, tüm bu kavramları aynı çuvala doldurmanın, Halil Berktay ve Oral Çalışlar’a bakıp Marx’ı mahkum etmekten hiç farkı yoktur. Bir zamanlar kendilerini ‘en hakiki Marksist’ olarak gören bu ikili Marx’ı ve Marksistleri ne kadar bağlarsa, Max Schachtman ve James Burnham da o kadar bağlar. Her ikisi de gençliklerinde devrimciliğe heves edip sıkıyı görünce düzene iltihak eden çapsız döneklerdir. Ha, bu arada, ODA TV editörlerine, çalıştıkları müessesenin sahibi Soner Yalçın’ın da Halil Berktay ve Oral Çalışlar’la bir dönem ‘yoldaş’ olduğunu hatırlatıp acı acı gülümseyebiliriz…

    Kardeşim, bakın, bir internet sitesi işletiyorsunuz; zibidilik edeceğinize, en azından Google kullanın!.. O zaman göreceksiniz ki, Robert Kagan ve Allan Bloom, tevellütleriyle, gelmişleriyle, geçmişleriyle, ‘Troçkist’liğin yanından geçmezler; Sidney Hook ise, Moskova’da Marksizm Leninizm Akademisi’ne devam etmiş, Amerikan Komünist Partisi’ni desteklemiş, daha sonra bu Stalinci partiden kopmuş bir adamdır. Troçki’nin, Stalincilerin kendisine yönelttiği suçlamaları yanıtladığı Dewey Komisyonu’nda asistanlık etmiştir. O kadar… Ve bu ODA TV, komple, kafayı Yahudi-Sabetaycı komplo teorileriyle öyle bozmuş ki, Roma Katolik kilisesi mensubu İngiliz göçmeni bir aileden gelen James Burnham’ı da Yahudi yapıvermiş! Yani elimizde bir topluluk var, bir kısmı New York’lu, bir kısmı Yahudi, hadi diyelim bir kısmı da eski ‘Troçkist’… İsimleri incelediğinizde, bunların bir kısmının eski-con, bir kısmının da ‘neo’-con olduğunu da görebiliriz. ODA TV bunları topluca ‘Yahudi Troçkist Newyork (Neo-Con) aydın’ diye tabir ediyor! Anlıyoruz, operasyonla birlikte ODA TV’nin editoryal kuvveti, takati epey gerilemiştir; yalnız bu durum eşekliği meşrulaştırmaz; kullandığınız dile sık sık sirayet eden Yahudi düşmanlığı da eşeklik seviyesine ulaşmıştır, bu vesileyle uyarmayı bir borç bilirim.

    Son olarak, 20’nci Yüzyıl başlarında Stalin ile Troçki arasında bir ‘ulusalcılık’ tartışması cereyan etmemiştir. 20’nci Yüzyıl’ın ilk çeyreğinden sonra, esasen 1927’den itibaren, Troçki , Sovyetler Birliği’nde iktidarı ele geçiren Stalin’in geliştirdiği ‘tek ülkede sosyalizm’ ‘teori’sine karşı mücadele etmiştir. Bunu şu şekilde özetlemek mümkündür: Stalinci bürokrasi, bütün dünya komünist hareketinin ‘sosyalist anavatan’ Sovyetler Birliği’nin çıkarlarına tabi olması gerektiğini öne sürerken; Troçki, Sovyetler Birliği’ni dünya devriminin bir karargahı olarak görmek gerektiğini, sosyalist devrim uluslararası ölçekte yayılamadığı takdirde, Sovyetler Birliği’nin de bürokratik olarak yozlaşıp çökeceğini savunmuştu. Neticede Stalinci bürokrasi sadece Sovyetler Birliği’ni değil, Komünist Enternasyonal’i de yozlaştırdı ve her ikisinin de sonunu getirdi. Bu ne bir Hacivat-Karagöz kapışmasıydı, ne de yarı-cahil ODA TV editörlerinin sandığı gibi bir ‘ulusalcılık’ tartışmasıydı.

    Unutmadan, yazının başlığı, SERDAR TURGUT’A FEHTULLAH GÜLEN DEĞİL ODATV YARDIM EDEBİLİR idi. Biraz kendinize yardımcı olmayı deneseniz?

    Diyeceğim o ki kardeşim, siz Serdar Turgut’la ‘entelektüel tartışma’ yapmak, onun çok kıymetli fikirlerinden faydalanmak isteyebilirsiniz. Lakin Rojin hakkında o cümleleri sarf edebilmiş elin terbiyesiziyle entelektüel entelektüel tartışırken, komplo teorileriyle dolu zihninizden, dünya komünist hareketinin liderlerine dair cümleler fışkırtırken dikkatli olunuz. Daha ölmedik biz!..

  44. ahmet arkadaş kusura bakma benim türkçem bu kadar bi zahmet tekrar yorumu okursan ne dendiğinide anlarsın tabiki anlamak istersen işine gelirse gelmesede gelmeyen yanını eleştirir ben de senden öğrenmiş olurdum

  45. ODATV.COM emir ve görüşlerinize hazırdır, paşam!

    “Paşam! Peki ne yapılmalıdır? Dişe diş savaşınız Paşam! ‘Onlar’ psikolojik harp yapıyorsa siz de onların bu oyunlarını tek tek ortaya çıkarınız. Evet Paşam! Bugün gayri nizami kuvvetlere karşı yiğitçe mücadele veren, dünyadaki saygınlığı tartışılmayacak bir orduya sahipsiniz. Bunu birçok bedeller ödeyerek, hatalar yaparak başardınız. Ama bu savaşın bir yönünü unuttunuz; psikolojik harp.”

    ODATV.COM Emir ve Görüşlerinize Hazırdır, Paşam!

    Odatv.com, Soner Yalçın’a ait bir sitedir. Yalçın, Ergenekon’dan dolayı tutuklu bulunan Doğu Perinçek’in klonu, yani birkaç numara genç kopyası. Daha doğrusu, Yalçın Küçük ile Doğu Perinçek karışımı bir şey de diyebiliriz. Yalçın Küçük Ergenekoncu, kendisinin soyadı da Yalçın… Yalçın’in “Efendi Metodu”na göre kendisi de Ergenekoncu olur haliyle (sadece ismi değil, yazıları, icraatları da bunu gösteriyor ama ben kullandığı saçma metoda göndermelerde bulunuyorum).

    Yalçın’in “Efendi Metodu”, isimlerden yola çıkarak herkesi Sabetayist ilan etmek için kullanılan, bilimsellikten uzak, “uydurukçu” bir yöntem. Bu yöntemle hem toplumda itibar gören insanları Sabetayist göstererek gözden düşürmeye çalışıyor (gizli faaliyetlerinden dolayı toplum onlara kuşkuyla bakıyor), hem de Sabetayistlerin ne kadar dokunulmaz ve güçlü oldukları, onlara teslim olmaktan başka seçenek olmadığı imajını yaymaya uğraşıyor. Yalçın’in Sabetayist olduğunu düşünürsek gayesi daha iyi anlaşılmış olur. Bütün Sabetayistleri tenzih ederiz (toptan suçlamak bana göre değil, her milletin iyisi olduğu gibi çürüğü de vardır, meselemiz çürüklerle) ama Ergenekon Terör örgütü’nün arkasındaki güç olan “Derin Cemaat” üyelerinin çoğunun Sabetayist olduğu söyleniyor. Yalçın’daki Ergenekon muhabbetinin ve Ergenekon şövalyeliğinin sırrı da böylece anlaşılmış oluyor.

    Odatv’ye girenler görünmez mürekkeple yazılmış “Ergenekon Davası’ni sulandırma, saptırma, yönlendirme, etkisizleştirme gibi görevler itina ile yapılır” yazısını farkedebilirler. Bir de “Sitemiz resmi hizmete mahsustur!” ibaresini… Yani Yalçın’ın Odatv.com sitesi haftanın 7 günü, günün 24 saati açık, Ergenekoncu paşaların emir ve görüşlerine daima hazır bekliyor!

    Odatv.com’un sahibi olan Soner Yalçın kimdir? Tam ismi Hüseyin Soner Yalçın’dır. Mehmet Ali Bey ile Cemile Hanım’dan olma, 1 Ocak 1966’da (1965 veya başka rakamlar da telafuz ediliyor) çorum’da dünyaya gelmiş. Hacettepe Tip’a başlamış ama bitiremeden atılmış. 1987’de, henüz 21 yaşındayken Doğu Perinçek’in 2000’e Doğru Dergisi’ne alınıp itina ile yetiştirildi (gazetecilik tahsilini Perinçek’in Fabrikasyon üniversitesi’nde yapmış yani). “Efendi” “Bay Pipo” gibi kitaplarında sergilediği “Fabrikatör”luk (uydurmasyonculuk) mesleğini Perinçek’ten kaptığı anlaşılıyor. Odatv.com sitesi, Perinçek’in tutuklanması ile etkisini yitiren Aydınlık Dergisi’nın yerini doldurmak üzere kurulmuş; site Genelkurmay İstihbaratı’ndan besleniyor. Bir nevi Genelkurmay’in internetteki psikolojik harp dairesi (sitesi) görevi yapıyor.

    Odatv.com sitesi için “psikolojik harp dairesi” demem temelsiz değil. Yalçın’ın kaleme aldığı 1 Temmuz 2009 tarih ve “Süreci analiz edemediniz” başlıklı yazısına bakmakta fayda var. “Paşam!” hitabıyla başlayan (Paşasının gazetecisi başka nasıl hitap edebilir?) yazıdan alacağım kısa alıntılar, Odatv.com sitesinin görevi hakkında malumat verecek mahiyettedir (http://www.odatv.com/Siyaset/sureci_analiz_edemediniz-16734.html).

    “1984 yılında PKK’nın Eruh saldırısı nasıl analiz edilememişse, Ergenekon süreci de ne yazık ki Genelkurmay karargahında doğru dürüst irdelenmedi. Eğer iyi bir değerlendirme yapılsaydı; bugün TSK bu hale düşürülmezdi.”

    “Paşam! Türk Ordusu’na karşı psikolojik bir savaşın açıldığını geç fark ettiniz. ‘üç-beş sorumsuz gazetecinin yazıları’ olarak değerlendirip küçümsediniz. Arkalarındaki dış gücü fark etmediniz. Bugün Türkiye’nin bulunduğu bölgedeki büyük mücadeleye dikkat çekip, Türkiye üzerinde büyük oyunlar oynandığını satır aralarında verip, TSK’nin hedef olduğunu söylüyorsunuz. Ama geciktiniz Paşam! TSK tarihinin hiçbir döneminde bu kadar büyük bir saldırıyla karşı karşıya kalmadı.”

    “Paşam! Gerçeği yazmak zorundayız: Kuşatılmış durumdasınız. ‘İşgal güçleri’ İzmir’e asker çıkarmış, İstanbul’u işgal etmiştir. önünüze Sevr Haritası’nı koymalarına çok vakit yoktur.”

    “Paşam! Peki ne yapılmalıdır? (…) Dişe diş savaşınız Paşam! ‘Onlar’ psikolojik harp yapıyorsa siz de onların bu oyunlarını tek tek ortaya çıkarınız. Evet Paşam! Bugün gayri nizami kuvvetlere karşı yiğitçe mücadele veren, dünyadaki saygınlığı tartışılmayacak bir orduya sahipsiniz. Bunu birçok bedeller ödeyerek, hatalar yaparak başardınız. Ama bu savaşın bir yönünü unuttunuz; psikolojik harp. Bu nedenle TSK’ya karşı bugün yürütülen psikolojik savaşın mağlubu gibi gözüküyorsunuz. Demek TSK bu konuda hiç iyi durumda değilmiş. Demek TSK psikolojik harbi bilmiyormuş. Paşam! Sizi zor günler bekliyor. Ya bu yeni konsepte uygun karşı adımlar atacaksınız ya da bu savaşta yenileceksiniz.”

    Evet, aynen öyle diyor Paşası’nın “embedded” araştırmacı(!) gazetecisi… “Ya psikolojik harp silahını kullanırsınız ya da bitersiniz!” diye akıl veriyor “psikolojik harbin babası” İlker Başbuğ’a. Oysa halkına karşı en ağır psikolojik harbi veren kurumun TSK olduğunu hepimiz biliyoruz. Yalçın da bunu biliyor ama anasının gözüdür o; amacı TSK’dan ihale kapmak. “TSK psikolojik harbi bilmiyormuş” derken “o görevi bize veriniz” demek istiyor. Perinçek gibi “fabrikator” bir ustanın tezgahında yontulmuş mübarek, psikolojik harbi çok iyi biliyor beyefendi! Sitenin genel gidişatına ve “30 Ağustos Zafer Bayramı Resepsiyonu”na davet edilen dört internet sitesinden biri olmasına bakılırsa ihaleyi kapmış, “psikolojik harp” görevine çoktan başlamış.

    Paraya olan muhabbeti bilinen Soner Yalçın, TSK adına psikolojik harp görevini ne karşılığında yapıyor acaba? TSK, bütçesinden Yalçın için birşeyler ayırıyor mu? Alacağı parade gözümüz yok, sadece merak ediyoruz işte… Tabii, ödemeler ille de para ile yapılacak diye birşey yok. Kitaplaştırılacak bilgi de neticede paraya çevrilebilen bir değerdir (Yalçın’ın “psikolojik harp” amaçlı yeni kitapları çıkarsa şaşırmamak gerekir!). Genelkurmay İstihbaratı’ndan beslenip kitap yazan Ergün Poyraz tutuklu olduğu için “psikolojik harp” içerikli yeni kitaplar yazma görevini birilerinin ifa etmesi gerekiyor; Yalçın, Poyraz’in yaptığına hem fazlasıyla layık hem de tecrübeli.

    Büyük bir “fabrikasyon” ürünü olan (bazı doğrulara ufak tefek yalanların katılarak kirletilmesi de “fabrikasyon”dur, malum) “Efendi 1” ve “Efendi 2”nin MİT tarafından yazılıp kendisine verildiği, kendisinden önce birkaç gazeteciye daha teklif edildiği, onların reddetmesi üzerine Yalçın’a teklif edildiği, onun da teklifi kabul ettiği söyleniyor. İstihbarat Birimleri’nde hazırlanan kitapların amacı bellidir. Nitekim gerek Yalçın’ın “Efendi 1 ve 2” gibi eserleri gerekse Poyraz’in “Musa’nin çocukları, Musa’nin Gülü, Musa’nin Mücahiti” gibi kitapları temelsiz iddialarla kişileri hedef almak, itibarlarını zedelemek mantığı üzere hazırlanmış (kaynak aynı çünkü)! Kitapların piyasaya sürülüş dönemi de ilginçtir; TSK’daki cuntacıların harıl hurul darbe planları yaptığı döneme rastgelir, ne tesadüf. Allah bin bereket versin, Soner Yalçın imzasıyla çıkan MİT ürünü kitaplar iyi para yaptı. Sermayesi Ergenekoncu istihbarattan, reklamı Ergenekoncu Hürriyet’ten!

    AK Parti’nin iktidara gelmesi, MİT’in yapısında yapılan ufak tefek değişiklikler ve özellikle de MİT eski Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay’in (Yalçın’in MİT’deki haber kaynağı) 2005’te emekliye ayrılması üzerine Soner Yalçın mecburen rotayı TSK’ya doğru kırdı; bunu yaparken TSK’daki “biraderleri”nın (ki aralarında Ahmet çörekçi gibi hem MGK Genel Sekreterliği hem de Hava Kuvvetleri Komutanlığı yapmış üst düzey görevli hemşehrileri de var) nüfuzunu kullandı. Ayrıca, “Derin Cemaat”in çekirdek kadrosundan olan Doğu Perinçek’in nüfuzunu da unutmamak lazım. Siz bakmayın Soner Yalçın ile Doğu Perinçek (ve tabi Aydınlık) arasındaki “yapmacık” muhalefete ve komik didişmeye; bütün bunlar birer oyun, her iki taraf da “Derin Cemaat”in kendisine verdiği rolü oynuyor.

    Soner Yalçın’ı ta başında “istihbarat” ın içine sokan da şimdi TSK ile irtibatını sağlamlaştıran da Perinçek’tir. 1990’in başlarında 2000’e Doğru Dergisi’nin Ankara İstihbarat Şefliği’ni yaptı. Perinçek’in tezgahında iyice yontulduktan sonra piyasaya salıverildi. Onun boşalttığı koltuğu başka bir “istihbarat” üyesi doldurdu, Tuncay Güney. Güney’i Perinçek’in organizasyonuna sokan MİT’tir. Malum, MİT’te farklı fraksiyonlar vardır (genelde birbiriyle çatışma halindedirler), Soner Yalçın’in bağlı olduğu fraksiyon daha çok “Derin Cemaat” güdümündedir, “yerli”ye muhalif bir yapısı vardır, kökü dışarıdadır; dışarıdan kontrol ediliyor. Güney’in arkasındaki fraksiyon ise şimdiki Ergenekon Davası’nın arkasındaki güçtür; yerlidir.

    Perinçek, yazdırdığı sahte MİT raporlarıyla (muhtemelen Soner Yalçın’in yardımını da almıştır) muhalif fraksiyonu tasfiyeye çalıştı ama beceremedi. Tuncay Güney’in, Perinçek’in parçası olduğu “derin” yapıyı deşifre etmesiyle Ergenekon Davası patlak verdi. Perinçek tutuklanıp Silivri’ye gönderilip, MİT’teki “derin yapı” da zayıflayınca Soner Yalçın TSK’daki “Ergenekoncu” cuntacılara sığındı, şimdi onların emrinde bir “embedded” gazeteci (“araştırmacı” tarafınını TSK istihbaratına borçlu) olarak Genelkurmay’daki cuntanın internet üzerindeki psikolojik harp operasyonlarından sorumlu olarak çalışıyor.

    Sitenin görevlerinin başında, cuntanın başına bela olan Ergenekon Davası’ni sulandırma ve Ergenekon aleyhtarı gazete (özellikle Taraf) ve şahısları itibarsızlaştırma vardır. Sitede bir “Taraf” taraması yapmak herşeyi gösterir aslında. Taraf veya Ergenekon Medyası dışında kalanlar hakkında hiçbir olumlu haber bulamazsınız Odatv’de. Aydın Doğan Medyası aleyhine bir yazı bulunmaz ama, mesela Ergenekon Davası lehindeki medyaya çamur atmak için en “kelalaka” haberleri yapmaktan çekinmiyorlar. Görevleri “psikilojik harp”, malum. Mesela 20 Ekim 2009 tarihli şu manşete ne dersiniz: “Şoförlükten özel istihbarat müdürlüğüne yükselen Sabah muhabiri kim?”

    Odatv’nin bahsettiği muhabir Abdurrahman Şimşek. Şimşek’in kabahatı(!), hem Ergenekon Davası konusunda ses getirici haberler yapması hem de Ergenekon Terör örgütü’ne muhalif bir gazete olan Sabah’ta yazması. Mesela Şimşek de çıkıp “Sünnetçilikten gazeteciliğe terfi eden Odatv.com mensubu kimdir?” diye sorsa, Soner Yalçın çıkıp “Benim” diyebilir mi? Kimse Yalçın’in sağlık meslek lisesini bitirdikten sonra belediyede kaç çocuk sünnet ettiğini diline dolamıyor; “Sünnetçiden gazeteci olur mu?’ diye sormuyor. Zaten sünnetçilikte ayıp birşey de yok; kapasite musaitse oradan gazeteciliğe atlamak da mümkün ve normaldir. Ama görüldüğü gibi kendileri Ergenekon hatırına, üstlendikleri “psikolojik harp” uğruna çamur atmak için her yolu mübah görüyorlar; bu yolda çamura yatmaktan bile çekinmiyorlar.

    Ergenekon Terör örgütü hakkında yazan yazarları hedef almanın yanında, Genelkurmay’la ilişkili olan zevatı temize çıkartmak da Odatv.com’a kalmış. Mesela, Sinan Sungur imzasıyla çıkan “Kemal Burkay o günleri ne çabuk unuttu” başlıklı yazı, “MİT, kuruluş aşamasında örgütü denetledi. öcalan PKK’yi MİT’in güdümünde kurdu” diyen Kemal Burkay’ı “Herkesi MİTçi ilan eden Burkay’ın sicili temiz mi?” diye sorguluyor. Oysa Burkay’ın iddialarını öcalan da doğruluyor. Mahir Sayın’a verdiği röportajda (daha sonra “Erkeği öldürmek” adıyla kitaplaştırıldı) şunları söylüyor öcalan:

    “MİT’in klasik yöntemlerle beni kontrole alma çabaları vardı. Bunun için parayı gözden çıkardı tabii. Biliyorsunuz örtülü ödenekten bunun için paralar sonuna kadar gözden çıkarılır. Bize de biraz neması kaldı (…) Adamların parasıyla, adamların elemanlarıyla yaptığım politikaya bak. Ben bu ilişkiye dayanarak Diyarbakır’a adım bastım. Ev tuttum. Kadın (Kesire Yıldırım), maaşlı bir öğretmen, maaşını alıyor. Biz o zaman işte Diyarbakır’da PKK’yı ilan ettik! 1978’in 27 Kasım’ında.”

    İlginçtir, öcalan’ın “MİT” ilişkisini (PKK’nin kuruluş sürecinde, MİT’in başındakilerin asker olduğu bilgisini hatırlamakta fayda vardır) örtbas için kan-ter içinde kalan Odatv.com, Duran Kalkan’ın MİT ilişkisini destekler mahiyette bilgi aktarıyor (Tutkun Akbaş’in 13 Ekim 2009 tarihli “Kemal Burkat ‘Duran Kalkan MİT elemani’ dedi, iste bu iddiayı doğrulayacak olay” başlıklı yazısı).

    Odatv’nin öcalan muhabbeti nereden kaynaklanıyor? Bir, öcalan’ın “Ergenekon’un Kürd ayağı” olduğu artık yüksek sesle telafuz ediliyor. İki, İmralı Adası’nda kontrol altında tuttukları öcalan, demokratikleşme sürecini sekteye uğratarak militarizmin devamını sağlamak için kullanabilecekleri en güçlü silahtır. Demokratikleşme sürecini sabote etmek için terörün tırmandırılması yetiyor. Bunu da, ihtiyaç duyduklarında öcalan’a yaptırıyorlar.

    Mesela, Ecevit Dönemi’nde yakalanmasına rağmen PKK’ya ateşkes kararı aldıran öcalan, AB süreci doğrultusunda önemli adımlar atan AK Parti zamanında, 2004’te ateşkesi bozdurarak demokratikleşme sürecini sekteye uğrattı. çatışmaların artmasıyla Kuzey Kürdistan’a 250 binden fazla asker sevkedilerek bölge adeta gayri resmi “OHAL”a dönüştürüldü. Savaşın revaçta olduğu yer ve dönemlerde askerin eli güçlenir; siviller, maalesef, geri plana çekilir. öyle de oldu. İlginçtir, 2004 yılı, Soner Yalçın’ın “biraderleri” olan Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Doğu Perinçek’in hararetle darbe planları yaptığı dönemdir. Aynı şekilde, PKK’nin Dağlıca ve Aktütün saldırıları da Ergenekoncuların “Cumhuriyet Mitingleri” denen toplum mühendisliği ile demokratikleşme sürecini baltalamaya çalıştığı bir döneme rast geliyor. Bütün bunlar rastlantı, tesadüf olamaz!

    Bütün önceki çıkışlar geri tepti. Şimdi “Eve Dönüş” ü kendi kirli amaçları için kullanmaya uğraşıyorlar. Daha önce “tarafmış” gibi yaptıkları “Kürd Açılımı”nın somut adımı olan “Eve Dönüş” hakkında mırıldanmaya başladıklarına şahit oluyoruz. Ergenekoncu Medya’daki köşe yazılarına ve haberlere bakılırsa, Ergenekoncuların yeni bir eyleme hazırlandıklarıni hissedebiliriz. Şimdiye kadar gelişmeleri sessiz takip eden Genelkurmay bürokratlarının da, hiçbir suça bulaşmadıklari halde yıllarca sürgün hayatı yaşayan insanların dönüşünden rahatsız olduklarını (oysa binlerce faili meçhul cinayet işleyen Ergenekon teröristlerine avukatlık yapıyorlar!) gelen haberlerden anlıyoruz.

    önümüzdeki günlerde yeni provokasyonlara, sokak gösterilerine hazırlıklı olmalıyız. “Teröristler affedildi, terörle mücadele edenler hapiste!” diye propaganda yapacaklar; insanların duygularını sömürerek sokak gösterileri yaptıracaklar. Hatta öcalan’i tekrar devreye sokarak “Elimden geleni yaptım, PKK kendisini savunsun” dedirterek PKK’yi tekrar çatışma sürecine sokabilirler (öcalan’in böyle bir adım atmasindan, “eve dönün” çağrısında samimi olmadığı anlamı çıkacaktir). çatışmaların artmasıyla çok sayıda asker öldürülecek. Sivil elbise giydirilmiş askerlerin de katıldığı yeni “Cumhuriyet Mitingleri” düzenleyecekler. “Türkiye Türklerindir!”, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez”, “PKK’ci hain hükümet istifa!” gibi sloganlarla kalabalıklar tahrik edilecek. Vergi kaçakçılığıyla başı dertte olan Aydın Doğan, hükümeti düşürmek için yangını körüklemekten çekinmeyecektir (kurtuluşu Deniz Baykal’ın iktidara gelip vergi davasını örtbas etmekte). Tabi dışarıdaki Neokon dostlarını da unutmamak gerek.

    Odatv.com’un 20 Ekim 2009 tarih ve “Ankara’da neler oluyor?” başlıklı haberine bakılırsa (http://www.odatv.com/Siyaset/ankarada_neler_oluyor-18109.html) Soner Yalçın ve arkadaşları “psikolojik harp” görevine çoktan başlamışlar. Haberi okuyalım: “Ankara bitmek bilmeyen MGK toplantısını konuşuyor. Her ayın son haftasında toplanmasına rağmen ayın 20’sinde apar topar toplanan MGK’nın olağanüstü bir gündemi var. Ankara’da herkes bu olağanüstü MGK toplantısını konuşuyor. Peki, toplantı neden olağanüstü bir şekilde rutin tarihinden önce yapıldı?”

    “Bilindiği gibi 34 PKK’lının Türkiye’ye gelmesinin ardından büyük gösteriler yapıldı, televizyonlar bu görüntüleri yayınladı… Halkta da askerde de (Paşasının gazetecileri, askerlere selam göndermeyi ihmal etmiyorlar; C. Akbay) bu gösterilere karşı büyük bir tepki oluştu. Adeta bir futbol takımı başarı kazanmış, yurtdışında derece almış da vatana dönmüş gibi yapılan abartılı kutlamalar, slogan atılmaları, örgüt bayraklarının açılması infial yarattı. Tüm bunların üzerine savcının Kandil’den gelen beş PKK’lı için tutuklama kararı istemesine rağmen mahkemeye baskı yapılıp serbest bırakıldığı iddiaları Ankara’da gergin saatlerin yaşanmasına neden oldu.”

    “Askerin de bu duruma tepkisiz kalmadığı ve bu yüzden MGK’nın olağanüstü toplandığı konuşuluyor. Toplantının çok uzaması da askerin rahatsızlığına yönelik iddiaları güçlendiriyor. Bu kadar uzun süren toplantı 28 Şubat’ta olmuştu, bir de bu yılın temmuz ayında ‘irticayla eylem planı’ konuşulmuştu… Bu MGK toplantısı da kuşkusuz çok kritik bir dönemecin işareti…”

    Soner Yalçın’ın “kritik bir dönemeç” dediği, yukarıda saydığım (ve benzeri) provokatif çıkışlar olmalı. Daha önce defalarca denedikleri halde her defasında çuvalladıkları girişimlerinde bu defa başarılı olabilirler mi? Hayır, kesinlikle hayır! Geriye dönüşü olmayan bir iyileşme sürecindeyiz… Bu süreci geri çevirmeye güçleri yetmez artık! Soner Yalçın da boşa uğraşmasın; oturup “istihbarat”tan topladığı asparagaslarla kitap yazıp cebini doldurmaya baksın!

    21 Ekim 2009

    http://www.nasname.com/Yazarlar/cakbay/5059.html

  46. İftiracılara sunulur:

    Margarete Buber-Neumann, diğer tutuklularla birlikte, uzun bir yolculuktan sonra, Nazi’lerin Ravensbrück kadın toplama kampına getirilir. Anılarının bundan sonraki bölümü burada geçirdiği beş yılı kapsar. Gaz odalarına gönderilenlerin dışında, hastalıktan ve kötü muameleden günde ortalama 80 kişinin öldüğü bu kamptaki anılar da son derece ilginçtir. Bir bölüm tamamen Yahova Şahitlerine ayrılmıştır. Buber-Neumann bir süre Yahova Şahitlerinin blok sorumluluğunu da yapar ve onların ceza hücrelerine gönderilmemesi için büyük çaba gösterir. Aslında bir Yahova Şahidi kadının tahliye edilmesi son derece “basit”tir. Tahliye edilmesi için “artık Yahova Şahidi değilim” diye yazan bir matbu kâğıdı imzalaması yeterlidir. Ne var ki, bu kâğıdı imzalayan tek bir Yahova Şahidi bile çıkmaz ve ağır baskıya uğrayarak adım adım ölüme yaklaşmayı tercih ederler.

    Bu sitede yer alan ve Birgün Kitap ekinde çıkmış, “Yayınevini Bekleyen Kitap- Margarete Buber-Neumann, İki Diktatörlük Altında” yazısından.

    Read more: http://www.gunzileli.com/2011/11/16/margarate-buber-neumann-iki-diktatorluk-altinda/#ixzz1hl3PsWpH

  47. Gün, tartışmaktan kaçmak için bu kadar ”yaratıcı” numaralar deneyeceğine, bir şey yazmadan önce biraz okumayı neden denemiyorsun? Bak yukarıdaki tartışmayı karambola getirmek için yeni yazı bile yazamıyor eskileri dayıyorsun. Biraz daha sıkışsan ne kadar sol dergi ve yazı varsa elinde geçmişte yazılan hepsini buraya taşıyacaksın.

    Ama ne yaparsan yap şu gerçeği değiştiremezsin, SSCB hakkında bildiklerin CIA kaynaklarına dayanıyor, yaptığın tek çey CIA desinfirmasyonunu sürekli olarak tekrarlamak, ama sana gerçek birinci el deliller sunulunca tartışmadan kaçmak için her türlü taklayı atmak;-) Neyse ben bahsi kazandım, arkadaşlar baklavayı alıyorlar, tartışmaya başlamadan önce bakın demiştim bu adam benle tartışamaz tartışmadan kaçar, ama bundan sonra senin üzerine bahse girmem, o kadar kolayki bana sanki arkadaşlarımı dolandırıyormuşum gibi geliyor

  48. “Ahmet” isimli yorumcuya;
    Öncelikle tartışma üslubunuzdan ötürü sizi kınıyorum. Asıl konumuza gelirsek. Yazınızı eksik okuduğumu kabul ediyorum. (Kİ BU GENE DE YAPTIĞIM YORUMUN ÖZÜNÜ DEĞİŞTİRMEZ. ÇÜNKÜ ORAYI ES GEÇMİŞSİNİZ) Lafı çok dolandırmadan bir kez daha sorayım. Ki bu soruma cevap vermemişsiniz. FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜ = ÇALIŞMA KAMPLARI = SOSYALİZM DENKLEMİNİ BİZE NASIL AÇIKLIYORSUNUZ? Dediğiniz gibi olsun ve toplama kampları konusunda yanlış bilgilen dirildiğimizi kabul edelim. Peki çalışma kampları nedir? Nerededir? İlk ne zaman faaliyete geçmiştir? Ne sebepten geçmiştir? Şimdiye kadar oraya konulmuş insanların ortak özellikleri nedir? Meşruluğunu neyle ispatlar? Bu kamplarda iç hukuk nasıl işler? Kimler oraya ne sebepten gönderilir ve gönderilenlerin içlerinde kaçı adli suçlu kaçı rejim aleyhtarıdır?
    MADEM ÇALIŞMA KAMPLARININ VARLIĞINI ONAYLARKEN TOPLAMA KAMPLARININ VARLIĞINI YADSIYORSUNUZ BU KONUDA BİZLERİ BİLGİLENDİRMELİSİNİZ. İYİ AKŞAMLAR DİLİYORUM.

  49. baklava mı?

  50. SONER YALÇIN NEZDİNDE KLİK ÇATIŞMALARI VE SINIFIN TARAFLILIĞI SORUNU

    Oda TV’nin imtiyaz sahibi, gazeteci, yazar Soner Yalçın’ın tutuklanması, binada arama yapılması ve Ergenekon davasına dahil edilmesi birçok bakımdan tartışma konusu olmaya devam ediyor. Kafaları karışmış olanlar, Kemalist devletçi gelenek, klasik orducu gelenek vs sözde demokrasi, özgürlükler, gazetecilik vs adına Soner Yalçın’ın ardında dururken; diğer yandan AKP-ABD kliği ise linç hareketinde sınır tanımadan, korku imparatorluğu sürecini pekiştirip toplam toplumsal bir terörizasyon yaratmaya devam ediyor.

    Bir kez tutuklanan, cezaevlerine konanın kim olduğuna, hareketin özüne bakmadan süreci analiz etmek olanaklı değildir. Peki, kimdir bu Soner Yalçın ve nedir bu Oda TV?

    Soner Yalçın gazetecilik stajını tescilli sınıf düşmanı, katıksız provokatör, sosyal faşist, sınıf içindeki sınıf düşmanı Doğu Perinçek’in yanında Aydınlık’ta yapmış olan ve her ne hikmetse birçok kontrgerilla elemanı ile iletişimi olan, onlarla görüşen, Genelkurmay ve kontrgerillanın sızdırmak istediği bilgileri ilk elden ulaştırdığı birisidir. Aynı zamanda o günlerden egemen olan kliğin sözcüsü gibi kitapları- kendisinin yazdığından bile kuşku duyulabilir- yayınlanan, kontrgerilla devletinin psikolojik harekâtının gazeteler, güncel basın, yazım dünyasındaki ayaklarından birisidir.

    Şimdilerde de gerek Hürriyet’teki köşesinde ve gerekse de aynı anda Oda TV’de her iki savaşan klikten tarafı kesinlikle geçmişten beri belli olan bir yerde duran klasik gelenekçi devlet kliği tarafında yer alan birisidir. Zaten tutuklanması ve cezaevine konmasının nedeni de yine klik çatışmasında aldığı açık roldendir.

    Zira son yıllarda yazdığı kitapların ezici çoğunluğu klasik devletçi kliğin sözcüsü olarak AKP-ABD’li BOP kliğini yermek, onunla yazın alanında psikolojik harekâtın yürütülmesi amacıyla yazılanlardır. Doğal olarak bu açık savaşın sonuçlarından birisi de tutuklanmak, yargılanmaktır. Balyoz operasyonu kapsamında içeri alınan muvazzaf subayların ardından alınması da tesadüfî değil; egemen klik açısından planlıdır.

    Ortada yürütülen bir egemenlik savaşı vardır. Her iki tarafta proletarya, emekçiler, yoksullar, Kürtler vs konusunda farklı bir yerde olmayıp; emperyalist kapitalist düzenin devamından yana olanlardır. Aralarındaki anlaşmazlığın temelinde yönetim organlarının ele geçirilmesi sorunu vardır. Gerici, faşist, sömürgeci, sömürücü düzenin devamından yana olanların demokrat, ilerici, yurtsever ve hatta sosyalist, devrimci, komünist olarak görülmesi olanaklı mıdır?

    Veli Küçüklerin, Çetin Doğanların, Arif Doğanların vs elleri kanlı katillerin dostları, arkadaşları, amaçları aynı olan yoldaşlarının yani Soner Yalçın gibilerinin sınıf dostu olması olanaksızdır. Aynen sınıf düşmanı AKP-ABD’li BOP kliği gibi. Bu anlamda her iki klik sınıfa aynı mesafededirler. Yıllardır sürüp gelen klik çatışmasında sınıf şimdiye kadara taraf olmadı, olamaz, olamamalıdır.

    Proletarya, emekçiler, sömürülenler, Kürtler ve diğer uluslardan sömürülenlerin tarafı vardır. O taraflılıkta bu aşağılık, adi, sömürücü, gerici, faşist düzenin ortadan kaldırılması ve yerine özgürlüklerin, eşitliğin, barışın, kardeşliğin adı olan sosyalizm ile komünizmin kurulmasındadır.

    Proletarya, emekçiler, tüm ezilen-sömürülen milyonlar kendisini daha çok ezeceklerin, yok edeceklerin içerisinden ehveni şer olanlarından birisini tercih etmek zorunda değildir ve asla olamaz. Tam tersine gerçek özgürlük, demokrasi, eşitlik, kardeşlik, barışın adresi olan sınıf savaşının tarafında, içinde, orta yerindedir.

    KAHROLSUN SINIF DÜŞMANI KLİKLER

    KAHROLSUN EMPERYALİST KAPİTALİZM YAŞASIN SOSYALİZM

    İT DALAŞI, KLİK SAVAŞINA KARÇI SINIF SAVAŞI

    YAŞASIN PROLETARYA ENTERNASYONALİZMİ

    YAŞASIN ÖZGÜRLÜK YAŞASIN SOSYALİZM

    20.02.2011

    Mahmut Halil CAN ( Sendiren )

    http://www.ateshirsizi.com/soner-yalcin-nezdinde-klik-catismalari-t15301.html?langid=2

  51. Gün Abi selam,

    merhum kuzey kore lideriyle ilgili bir yazı yazmayı da düşündün mü, merak ettim. ağlama seromonilerini görmüşsündür…

  52. ahmet arkadaş misket bulmuş çocuk gibi sevinip kazandım diyorsunda ne kazandığınıda bilmiyorsun.delil arıyorsan en değerli delil emma goldman ın anlattığı yaşadıklarını ve söylediklerinden gerçekçi ve değerli delil olabilirmi?ha sen emmadanda daha fazla bilip daha fazla devrimciyim diyorsan bilemem biz anarşistler özgürlükçü devrimciler için emmanın tanıklığı ve bolşevik devrimi konusundaki sosyalizm deneyi konusundaki görüşleri daha değerlidir hele hele parti bürokrasisinin diktatörlüğünü sosyalızim diye yutturmaya çalışan sizin gibi stalinistlerden öğrenecek bir şeyimiz olamaz sen tartışmada son ergenekon tutumunu beğenmediğim zileliye karşı tartışmada sadece bir şey kazanabilirsin o da zilelinin yanında tam stalinist duruşunla stalin nişanı ödülünün 2011.sini sana verdik güle güle kullan

  53. Birant, bunu düşünmüyorum. Bu biraz da o halkın gelenekleriyle ve kültürel yapısıyla ilgili bir olay. Stalin öldüğünde de insanlar ağlamıştı, cenaze töreninde izdihamdan yüzlerce kişi ezilip ölmüştü. Bu tür şeyler olayın gerçek içeriğini izah etmez. İşin gösteri ve korku yönü var elbette ama tamamen samimiyetsiz görmemek gerekir. Hitler de normal koşullarda ölseydi onun için de böyle kitlesel bir isteri söz konusu olacaktı.

  54. Ahmet kardeş, bir yanlışını düzelteyim. Gün Zileli nin bilgileri CİA kaynaklı değil, kendisi bizatihi CIA nın elemanı… Yoksa, yılların ajanı Gün ün, bu bilgilerin CIA dezinformasyonu olduğunu bilmeyecek kadar saf olduğunu mu sanıyorsun…. Gün, tüm varlığıyla emperyalizme hizmette kusur etmeyen bir CIA ajanıdır… Bu böyle bilinmeli…

  55. Gün Zileli bizatihi Cia elemanı 😉 Hatta Cia elemanlığı da kesmediği zamanlar da Moon tarikatına gider bi güzel kurtlarını döker 😉 Baktı o da kesmedi Ortadoğudaki istihbarat birimlerine takılır 😉
    Anlayacağınız baya renkli bir hayatı var.
    Allahınızı severseniz saçmalamayın. AMA DURUN DURUN BENCE SAÇMALAYIN BU DA SİZİN HAKKINIZ.
    BU ARADA “AHMET KARDEŞ” SON SORUDAN SONRA KAYIPLARA KARIŞTI… HEPİNİZE İYİ YILLAR DİLİYORUM…

  56. Bu yorum, hakaret ve sözlü şiddet içerdiği için kaldırılmıştır.

  57. Baklava sosyalisti Stalinist Ahmet arkadasin soyadini merak ettim.Yazdigi kitaplari okumak isterdim!! Iyi bir arastirmaciya benziyor..Sayin Baklava Stalinisti Ahmet…Dogru yada yanlis ,sosyalist mucadele icerisinde ,yillarini feda etmis;senin gibi bir kosede baklavasina iddialara girerek ,lumpen sosyalist tavirlar icerisinde yasamak dururken,bunu reddeden bir devrimci nefere ,yendim,kactin,korktun gibi ucuz laflarla fikir fahiseligi yapmak terbiyesizsiliktir.Bildigin birsey varsa,bilgini ve enerjini Turk iscisini ezen, Akp iktidarina karsi kullan eger yuregin ve miden baklavasiz bir hapis hayatina dayanabilirse..Bizlerde senin ne buyuk bir devrimci oldugunu ,kosemizde ,fistikli baklava yiyerek takdir ederiz…

  58. ŞAKA BİR YANA… BAM TELİ!

    S Can

    Geçenlerde siteye şöyle bir mesaj gelmiş:

    “Anladığım kadarıyla gittikçe troçkizan bir yöne evriliyorsunuz. antistalinizm kokan yazılar okudum sitenizde. …”

    Bu mesajı gönderen Mustafa Akal, iyi ki müstehzi diliyle uyardı bizi. Yoksa, az daha uçuruma gittiydik hani… Henüz Troçkist değilmişiz ama troçkizanmışız çünkü anti-stalinist “kokuyormuşuz”. Sağolsun! Bu kavrayış düzeyi, Türkiye solunda çok belirgin olan teorik kabızlığın en yalın örneklerinden birini sergilemektedir.

    Şaka gırgır bir yana, Marksizmin doğrularını yeniden ve sürekli gündeme getirmeye yönelmiş bir topluluğuz. Bunu gizlemiyor saklamıyoruz. (Yusuf Zamir’in çalışmaları bu konuda yeterince açıklayıcı olmalıdır.) Gerçeği ararken gözümüze ket vuracak değiliz. Bırakın Troçki’yi Stalin’i, en burjuva araştırmacıya da göz atar, Greenspan’den bile yararlanırız, kimden çekineceğiz. Kuştan korkan darı ekmesin.

    Marksizmin – komünist harekette çoktan unutulduğu ayan beyan olan – doğrularını yeniden günışığına çıkarmaya çalışırken, Marks’ı Troçki’den sormak, herhalde başvurulacak en doğru yöntem olmazdı. Görüşlerinin doğruluğu kendinden menkul olan Troçki esasen Stalin’in hem fikir anasıdır, hem de alteregosu! Doğrularımızı temele, Marks’a bakarak ortaya koymak daha akılcı bir yol olur. Bu, ayrıca zamandan da tasarruftur.

    Eğer bize ille de bir kulp takmak isteyen olursa, “Marks’a yönelmeciler” demek çok da yanlış olmazdı. Bugün ne geçmişteki kadrolara, olanaklara ne de güce, örgüte sahip değiliz. Ancak, kadrosu gücü örgütü olanların haline bakınca, insanın “ah ne gam” diyesi geliyor. O örgüt şöyle diyor bu örgütün şurası eğri gibi yorumlarla zaman yitirecek değiliz. Uluslararası komünist ve işçi hareketi bir bütün olarak bugün teorik (ve tabii ki siyasal) bir KRİZDEDİR. Meraklısı yazdıklarına göz atabilir (www.solidnet.org). Anti-Amerikan (pro-yerli burjuvazi, kimi yerde pro-Rus, ama nedense pro-Çin değil), her ne pahasına olursa olsun “devletçi” (pro-yerel burjuvazi) ve özelleştirme karşıtı, küreselleşme karşıtı, yerelci bir güruh halindeler…

    Bizim, her ne olursa olsun Marksist komünist teorinin geleceği pırıl pırıl aydınlattığına dair inancımız var ve bu yöndeki kanımız Marks’ı okudukça daha da kuvvetlenmektedir.

    Komünist ve işçi hareketinin siyasal söylemlerine değinmek şimdilik amacımıza hizmet etmeyecek. Teorik körlüğün bam teline ISRARLA dokunmak istiyoruz: Tek ülkede sosyalizm olmaz; sosyalizm komünizmden ayrı yaşanacak bir aşama vb. değildir; Ekim Devrimi sosyalist devrim değildi, Sovyetler Birliği de sosyalist (komünist) hiç olmadı. Yıkılan sosyalizm değildi, Marksizm hiç değildi.

    Tek ülkede sosyalizm olmayacağı görüşü, Troçki’nin, birçok konuda aynı anlayışı paylaştığı Stalin’den temel ayrılık noktasıdır. Öte yandan, biz “tek ülkede sosyalizmin olmayacağını” onyıllardır söyleriz. Ama bunun için Troçki’ye başvurma dangalaklığında hiç bulunmadık. Çünkü hem “dünya devrimi” hem de “tek ülkede sosyalizm (komünizm) olmayacağı” görüşünün kaynağı ve sahibi Karl Marks’tır.

    Marks’ın doğrularının yeniden öne çıkartılmasına ilişkin bir çaba içindeyiz. Bu alandaki teorik sığlıktan kurtulmadan komünist teoride ve pratikte zırnık ilerleme kaydedilmeyeceği düşündesindeyiz. Beğeneni olur, beğenmeyeni olur, kimseye görüşlerimizi zorla kabul ettirmeye niyetimiz yoktur, tek doğru bizim doğrumuzdur gibi psikopatlıklarda da bulunacak değiliz. Ancak, ısrarla üzerinde durduğumuz görüşlere pozitif bakan arkadaşlardan, yoldaşlardan beklentilerimiz vardır:

    Marks’ın felsefesine ve yöntemine ilişkin önce Marks’ı (ve mümkünse Almanca aslından, ya da İngilizce, Fransızca çevirilerinden) okumalarını ve tartışmaya açtığımız konularda Marks’tan yola çıkarak yazmalarını bekleriz. Unutulmasın, kafada oluşan soruların dillendirilmesi bile yardımcı olur.

    Neden Türkçe çevirileri okuyun diye ısrar etmiyoruz? Çünkü teorik gerilik Türkiye Solu’nda o denli derindir ki, çevirilerde inanılmaz fahiş (hatta bilinçli) yanlışlar, atlamalar, eklemeler vardır. Bir örnek verelim: Komünist Manifesto’nun bir zamanlar yapılan bir çevirisinde Marks’ın çok önem verdiği bir kavram olan “çağ” yerine “dönem” denilmiştir. Kitap hâlâ ortalıkta dolaşmaktadır. Bir başka örnek: Marks-Engels’in 1850’de yazdıkları “Merkez Komite’nin Komünist Birlik’e Çağrısı” başlıklı ajitatif yazının son satırındaki “Sürekli Devrim” çağrısı, bilinçli denilebilecek bir müdahaleyle “Devrimin Sürekliliği” olarak değiştirilmiştir. Herhalde Menşevik çevirmen Ahmet Kardam, Marks’la Engels’in Troçkizm propagandası yaptığını düşünmüştü!

    Marks’ı Marks’ın kendisinden okumak, anlamak! Günün ana halkası budur. Karl Marks’ın Emek Değer Teorisi üzerine yazdıklarını okumak, özellikle Ekonomi Politik’in Eleştirisine Katkı’ya Önsöz’ünü dikkatle değerlendirmek, Komünist Manifesto’nun teorik önermelerine ağırlık vermek, ulaşılabiliyorsa Grundrisse, Alman İdeolojisi, Felsefenin Sefaleti, Gotha Programı’nın Eleştirisi gibi metinlere yoğunlaşmak… Bu birikimin inanılmaz olumlu sonuçlar doğuracağını biliyoruz.

    Bugün komünist ve işçi harekete hakim olan aymazlığın üstesinden gelebilmek için ona dayatılan paradigmayı kırmak gereklidir. Bu ise ancak Marksizmi kaynağından, yani Marks’tan (ve Engels’ten) yeniden öğrenmekle başlayabilir. Devrimci siyasetçi Lenin’in tuttuğu yeri ve önemi böyle daha doğru kavrayabiliriz. Günümüzün nasyonal “komünistleri”nin neden sırtlarını Stalin’e dayadıkları da, Marks’ın teorik gözüyle bakınca, anlaşılır bir şeydir.

    Son olarak bir sorumuz olacak: Günümüzün Nasyonal Komünistleri Marks’tan acaba neden kaçıyorlar?

    06 Şubat 2006

  59. Ökkeş İmzasını kullanan kişinin ağır küfür ve hakaret taşıyan mesajı kaldırılmıştır.

Comments are closed.