Nicholaus Wachsmann, Margarete Buber Neumann’a İlişkin Çarpıtmaları Yanıtlıyor

Margarete Buber-Numan’ın İki Diktatörlük Altında (Çev: Gün Zileli, İmge, 2012) kitabının Nicholaus Wachsmann tarafından yazılmış “Giriş” yazısını, Sendika.Org’da çıkan Ahmet Kaplan tarafından yazılmış “İki Diktatörlük Altında”: Bir Soğuk Savaş propaganda klasiği” başlıklı yazıdaki (ilgilenenler yazıyı şu bağlantıdan okuyabilirler: https://sendika.org/2013/03/iki-diktatorluk-altinda-bir-soguk-savas-propaganda-klasigi-ahmet-kaplan-94895/) iftira niteliğindeki çarpıtmalara (ki, yazar bizzat Wachsmann’ı ve Gulagların bir diğer tanığı olan Eugenia Ginzburg’u bile kendi yalancı tanığı haline getirmeye çalışmıştır) cevap niteliğinde olduğu için burada yeniden yayınlıyorum. (Yazının dipnotları, okura ağırlık yaratmaması için çıkarılmıştır. Yazı eski formatta dizili olduğundan buraya aktarırken biraz tuhaf bir görünüm aldı. Özür dilerim).

Gün Zileli

Giriş

Nicholaus Wchsmann

Margarete Buber-Neumann, 1947 yazında, Oslo’nun güneyindeki

uzak bir Norveç adasında, sıcak ve güneşli birkaç hafta geçirdi.

Muhteşem fiyord manzarası olan bir arkadaş evinde kaldı.

Fakat bu sevimli resmin ardında bir trajedi yatmaktaydı. Buber-

Neumann, daha iki yıl öncesine kadar, Ravensbrück’teki SS

kampında bir mahkûm olarak bulunuyordu. Kamplarda verdiği

ölüm kalım savaşının ilki değildi bu. Gulag’da da kalmış, böylece

Nazi ve Sovyet kamplarının ikisinden de sağ çıkan birkaç kişiden

biri olmuştu.

1947’de o adada kaldığı sırada, Margarete Buber-Neumann,

kendini kampları düşünmeye zorluyordu. 1938 ilâ 1945 yılları

arasında Sovyetler Birliği ve Nazi Almanya’sındaki mahpusluk

anılarını yazmak üzere zorlu bir çalışmaya girişmişti. Bu dönem

için, hayattan koparılıp alınmış yedi yıl diye yazmıştı. Daha sonra

hatırladığına göre, böyle bir kitap yazma fikri ilk olarak

Ravensbrück’teyken, yakın arkadaşı olan ve daha sonra kampta

ölen Çek gazeteci Milena Jesenska ile bir sohbet sırasında doğmuştu.

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden hemen sonra

Buber-Neumann, yaşadıklarını kâğıda geçirmeye başlamış, fakat

kitabı ancak 1947 yılında şekillenmişti. 1947 Ağustos ayı başlarında

yazmayı bırakıp Stockholm’e döndüğünde – önceki yıl, yeni

bir hayata başlama umuduyla taşınmıştı bu şehre – 250 sayfalık

bir taslak metin yazmış bulunmaktaydı. Sonraki aylarda, “elyazmalarını

zamanında bitirmek gibi zorlu bir görevi yerine getirmek

üzere” tüm enerjisini ortaya koymuştu. 1948’de kitabın

İsveçce çevirisi ve daha sonra da Almancası Stalin ve Hitler’in

Mahkûmu gibi gerçekçi bir başlıkla yayınlandı.

Kitap, dramatik bir olayla, Buber-Neumann’ın kocası Heinz

Neumann’ın 1937 yılında tutuklanmasıyla başlamaktadır. Kısa

süre sonra kendisi de içeri alınacaktır. Aslında kendi politik hayatı,

Alman tarihinin en fırtınalı dönemlerinden birinde, yirmi

yıl önce başlamıştı. 1918 yılı sonbaharında, Margarete henüz on

yedi yaşındayken, Almanya alt üst olmuştu. Birinci Dünya Savaşı’nın

korkunç yıkımından ve kan kaybından bitkin düşmüş Alman

İmparatorluğu, kabaran devrimden kaçınmak için ve cephedeki

askerlerle işçilerin acilen silah bırakma taleplerinin zoruyla,

sonunda barışa razı oldu. Kitle protestoları direnilmesi

mümkün olmayan bir güçle, hızla yayıldı ve İmparatoru alaşağı

etti. Almanya neredeyse bir gecede cumhuriyete dönüştü. Fakat

bu hızlı dönüşüm yanıltıcıydı. Kargaşalığa son vermedi, tam tersine:

Bundan sonraki on beş yıl, genç demokrasi sürekli olarak

bir iç savaşın kıyılarına sürüklendi durdu. O nefret edilen Versay

antlaşmasını imzalamak zorunda kalan ve içinden çıkılmaz bir

ekonomik krizin yükselişiyle yüz yüze kalan Cumhuriyet, başından

itibaren halk desteğini gittikçe kaybetti, çünkü ulusal krizin

yükünü demokratik hükümetin zayıf omuzlarına yıkmayı adet

edinmiş sağ ve sol radikal partilerin bütün yaptığı, Almanya’nın

yaşadığı zorluklar karşısında önemsiz şeylerle uğraşmak ve şiddet

içeren çözümler üretmekti.

Böylesine gergin bir ortamda yaşayan birisinin politikaya

karşı ilgisiz kalması oldukça zordu. Almanya’nın başkenti Berlin

ise politikanın merkezi durumundaydı. Prusya krallığının

hareketli yerleşim merkezi Potsdam’ın yakınlarında büyüyen

Grete Thüring (o zaman adı buydu), devrimin patlak vermesinden

kısa süre sonra, babasının temsil ettiği ve her şeyini adadığı

eski dünyayı, Prusya’yı geride bırakarak Berlin’e taşındı. Berlin’de

yeni devletin zor yoluyla doğumuna tanıklık etti. Şehir

kargaşalık içindeydi, grevlerle, gösterilerle, ayaklanmalarla ve suikastlarla

sarsılıyordu. Kısa süre sonra o da Almanya’nın politik

dramasında bir aktör oldu. Burjuva kökenlerinden – babası yerel

bir bira fabrikasının menajeriydi – uzaklaşıp yavaş yavaş Alman

Komünist Partisi’ne (KDP) doğru sürüklendi, 1921 baharında bu

örgütün gençlik hareketine katıldı. Yıllar sonra, onu partiye çekenin,

fazla bilgi sahibi olmadığı Marksist teori değil, hareketin

duygusal yönü olduğunu hatırlayacaktı: Bir devrim, yeryüzüne

cenneti getirecek, sefalete, sömürüye ve adaletsizliğe son verecekti.

1921’de katıldığı ilk gösteride, kızıl bayraklardan oluşan bir

denizde ilerlerken kitlesel bir fanatizme sürüklenip gitmişti; işçi

sınıfının yaklaşan zaferine tutkuyla inanmış insanlar marşlar ve

şarkılar söylüyor, mücadelede ölen martirler için yas tutuyorlardı.

Henüz politik alana tam olarak girmiş değildi. Bir hemşire

okulunda eğitim gördü ve kısa süre sonra evlendi; bir Yahudi din

filozofu olan Martin Buber’in oğlu Rafael Buber’den iki kızı oldu.

Kısa evliliği başarısızlıkla sonuçlanınca her şeyiyle kendisini politikaya

adadı (1928’de, acılı bir ayrılık davasının ardından çocuklarının

velayetini kaybetti ve çocuklar, büyükbabaları ve babaanneleriyle

birlikte Filistin’e göç ettiler). 1920’lerin sonlarından

itibaren bütün zamanını komünizm davasına adadı. KDP’nin

Berlin’deki merkezinde, Komünist Enternasyonal’in (Komintern)

gazetelerinden birinin yazıhanesinde çalışmaya başladı. Boş zamanlarında,

1926 yılında üyesi olduğu KDP’nin yerel ajitasyon

çalışmalarına katıldı. Artık “daha iyi bir dünyanın gerçekleşmesi

için model” olarak gördüğü Sovyetler Birliği’ne sarsılmaz bir

inançla bağlı, gerçek bir inanmıştı. Sosyal hayatı da parti çevresiyle

sınırlıydı. Kız kardeşi sıkı bir eylemciydi ve başına buyruk

bir komünist yayıncı ve propagandacı olan Willi Münzenberg’le

yaşıyordu. Davaya bağlılığı göz önüne alındığında, hayatının aşkına

hareketin içinde rastlaması hiç de şaşırtıcı değildir. Onun

gibi Alman komünistleri için özel olan fazlasıyla politikti.

Heinz Neumann, bir politik şöhret, Alman komünistlerinin

parlayan yıldızıydı. Genç, zeki ve karizmatikti, ideal ve eylem

adamı olarak yaptığı şöhret – keskin bir teorisyen ve yazar olduğu

kadar ateşli bir konuşmacı ve ajitatör olarak da tanınıyordu –

ona hareket çapında ve Alman eylemcilerin saflarından dostlar

(ve düşmanlar) kazandırmış, 1922’de uçakla gittiği SSCB’de ilk

kez karşılaştığı Stalin’le de dost olmuştu. Neumann, hayatını çok

erken yaşlardan itibaren komünizme adamıştı. 1902’de, Berlin’de,

bir burjuva ailede doğan Heinz, harekette çok hızlı yükselmişti.

Henüz küçük, çelimsiz bir parti olan KDP’ye, 1920 yılında bir

delikanlıyken katılmış, 1922’de bütün zamanını parti çalışmalarına

veren bir parti görevlisi olmuş; 1920’lerin ortalarında, Komintern

Yürütme Kurulu üyesi olarak Moskova’da KDP’yi temsil

etmişti. Vahşice ezilen ve binlerce Çinli komünistin hayatına mal

olan, 1927 Aralık’ındaki Kanton ayaklanmasına bir Komintern

görevlisi olarak katılmıştı. Fakat bu başarısızlık Neumann’ın

yükselişini kesintiye uğratmadı. 1928’de, hırslı genç adam, KDP’

nin liderlerinden biri olacağı Almanya’ya geri çağrılmıştı. Henüz

yirmilerindeyken önemli görevlere getirildi ve hem Nazi hareketine

hem de Cumhuriyete karşı şiddetli bir savaş çağrısı yapan,

fazlasıyla ateşli komünist günlük gazete Rote Fahne’nin editörü oldu.

1930’ların başlarında Alman Cumhuriyeti bir diğer yıkıcı krizle

çöküşe doğru ilerlerken partisinin her zamankinden daha fazla

oyu kendisine çektiği bir dönemde profesyonel bir devrimci olarak

Neumann parlak kariyerini sürdürüyordu.

1929 yılında Heinz Neumann’la karşılaşması, Margarete

Buber’in hayatında bir dönüm noktası oldu. Kısa sürede birbirlerine

âşık ve birkaç hafta sonra da ayrılmaz oldular (ancak hiçbir

zaman resmen evlenmediler). O andan itibaren kaderleri ayrılmaz

bir şekilde birbirine bağlandı ve Neumann’ın çöken dünyası

(sürgüne gitmek zorunda kalması, tecrit ve sefalet) onun da

dünyası oldu. Heinz Neumann’ın düşüşü de yükselişi kadar şaşırtıcı

oldu. KDP, politik entrikalar bakımından her zaman verimli

bir toprak olmuştu ve 1932 baharında Heinz Neumann, ardı

arkası kesilmeyen iç çekişmede yenik düştü; başlıca rakibi,

parti şefi Ernst Thälmann’la olan mücadelesini kaybetti. Yetkilerini

kaybeden ve Sovyet Birliği’nin desteğinden yoksun kalan

Heinz Neumann, Alman Cumhuriyetinin bütünüyle çökmeye

başlamasını, sonunda 1933 başlarında, komünist hareket tarafından

değil, Nazi hareketi ve milliyetçi müttefikleri tarafından

tamamen yıkılmasını uzaktan seyretmek zorunda kaldı. Bu çöküşü,

Heinz Neumann ve yoldaşları çok önceden ve kesinlikle

öngörmüşlerdi. Daha kötüsü, Neumann’ın daha sonra, parti

içinde suçlanmasıydı: Parti liderliği uygulanan taktikler konusunda büyük ölçüde görüş birliği içinde oldukları halde, parti şefleri kolektif başarısızlıkları için bir günah keçisi aradılar ve partiden daha yeni atılmış olan Neumann onlara uygun bir hedef olarak göründü. Usule uygun olarak, partiyi, hayali “doğru” çizgiden

“saptırmak”la suçlandı. Fakat 1932 yazında Neumann henüz

bütünüyle dışlanmış değildi. Hâlâ affedilebileceğini umuyor

ve Karadeniz sahillerinde tatilde bulunan Stalin’le sürekli görüşüyordu.

Neumann, esaslı bir şekilde “denenmek” üzere, Komintern

görevlisi olarak İspanya’ya gönderildi.

Fakat, 1933 yılında, bir kez daha komünist ideolojinin denetçileriyle

karşı karşıya geldi. Almanya’daki politik işlerden uzak durması emredildiği halde, kendini, eski bir partili arkadaşına yazmaktan alıkoyamadı. Bu ona pahalıya patladı: Partiyi bölmeye çalışmakla itham edilip eski arkadaşlarının törensel suçlamalarına maruz kaldı. Georgi Dimitrov – kısa süre sonra Komintern

başkanı olacaktı – ona “politik bakımdan yozlaşmış bir unsur” diye saldırırken, Alman parti yönetimi de onu, tasfiye edilmesi gereken bir “baş belası” olarak tanımladı. Ağır biçimde aşağılanan Heinz Neumann İsviçre’ye geçip 1933 yılı sonlarında Zürih’e geldi. Kocası gözden düştüğü sırada onunla birlikte olan

Margarete Buber-Neumann, genellikle kaçak olarak, sahte pasaportla,

hayatını komünist dava çizgisinde sürdürerek bir Avrupa

kentinden diğerine – Berlin, Moskova, Madrit, Paris – taşınıp

durdu. Tarafsız İsviçre’de illegal olarak kalan çift, burada da huzura

kavuşamadı. Komünist hareketle bağları kesilmiş olan

Neumann huzursuzdu, bir politika bağımlısı olarak partisiz bir

hayatın acılarını çekiyordu. Karısına tek başına yaşamanın kendisi

için hiçbir önemi olmadığını söyledi. Olaylar kısa sürede daha

da kötüye gitti. 1934 Aralık’ında İsviçre polisi tarafından tutuklandı.

Margarete Buber-Neumann, Fransız sınırından tek başına

kaçmayı başardı. Sonunda Moskova imdada yetişti – ya da

görünüşte yetişti -, İsviçre yetkilileriyle görüştü ve Heinz

Neumann’ın kendisine verilmesini önerdi. Heinz, tahliye edildi

ve karısıyla yeniden buluştuğu Fransa’ya sınır dışı edildi. Le

Havre limanında, kendilerini Sovyetler Birliği’ne götürecek bir şilebe

bindiler ve belirsiz bir geleceğe doğru yola çıktılar.

Moskova’ya 1935 yazı başlarında vardılar, dünyanın her tarafından

öncü komünistlerin kaldığı Komintern misafirhanesi

Lux Otel’e yerleştiler. Daha önce defalarca kaldıklarından, buranın

yabancısı değillerdi. Gerçi bu sefer atmosfer farklıydı: Bütün

Sovyet toplumunu büyük ölçüde kaplamış olan korku bu otelin

koridorlarında da kol geziyordu. Parti üyeleri arasında bir cadı

avı başlamış, Parti Merkez Komitesi eski üyelerinin idamıyla sonuçlanan

1936 yazındaki ilk gösteri mahkemesinden sonra devlet

terörü iyice yoğunlaşmıştı. Heinz Neumann ve karısı, bu gösteri

mahkemesi sırasında uygulanan acımasız metodlara da aşinaydılar:

Bir Komintern yayını için mahkeme tutanaklarını Almancaya

çevirmişlerdi. Bu boğucu ve Sovyet devletinin tepesinden

körüklenen kuşku ortamı içinde neredeyse herkes potansiyel

bir düşman olarak düşünülebilirdi. Heinz Neumann gibi, zaten

dışlanmış önde gelen kıdemli bir şahsın durumunda, komünist

korku diyalektiğinin hem suçlamayı hem de itirafı kaçınılmaz

kıldığı görülüyordu.

Böylece Neumann, politik “günahlarından” “nadim” oldu

(karısı ise tersine inanmaktadır, anılarında bunu yapmadığını

söylemektedir) ve başlangıcı İsviçre’ye kadar uzanan “hataları”

için politik olarak kendini kırbaçlamayı sürdürdü. Bu arada, birkaçı

Lux Otel’deki misafirler arasında olan bazı yoldaşlarının

“sapma”larını yetkililere ihbar etti. Elbette Neumann’ın kendisi

de suçlama altındaydı ve adı, Eylül 1936’da, Komintern’in,

“Moskova’da KDP eylemcileri arasında faaliyet gösteren kötü unsurlar”

gizli listesinde yer alıyordu. Boynundaki ilmik gün geçtikçe

daha da sıkılaştırılıyordu. Bu kolektif korku ve endişe ortamı

içinde Neumann odasından nadiren çıkıyor, neredeyse tüm

zamanını karısıyla geçiriyordu. Margarete Buber-Neumann, yıllar

sonra, birlikte geçirdikleri bu son aylarda aşklarının her zamankinden

daha güçlü olduğunu hatırlamaktadır. Fakat evlilikler

bile Sovyet engizisyonundan kurtulamıyordu. İlk gösteri

mahkemesinden kısa süre sonra yazılan ve Sovyet yetkilileri tarafından

istenen bir belge dikkate alındığında, Margarete Buber-

Neumann kocasından politik bakımdan uzak durmaktan başka

bir seçeneğe sahip değildi. Nitekim kendisi de bunu kabul etmiş,

kocasının bazı “hatalı görüşleri” olduğunu onaylamış, bir takım

alanlarda onunla aynı fikirde olmadığını ileri sürmüş, partinin

“doğru” görüşlerini izleyeceğini belirtmiştir. “Yoldaş Heinz

Neumann’la 1933 baharında tartıştığını, onu sapmasından vazgeçirmeye

ve parti hattına tamamen dönmesi için ikna etmeye

çalıştığını” da eklemiştir.

Takip eden aylarda Sovyet terörü iyice tırmandı ve Lux

Otel’de ikamet eden gittikçe daha fazla insan, polis bodrumlarında

yok olup gitti, bir daha onları gören olmadı. Ülke ve toplum

üzerindeki bu dizginlerinden boşanmış saldırı, öncelikle

Komintern’i ve yabancı komünistleri yuttu – Stalin’in, casus ve

sabotörlerin önayak olduğu farzedilen ülke dışından gelen tehdit

takıntısı bunu iyice körükledi. Sürgündeki Alman komünistleri

özellikle ağır darbe yedi, 1937 Şubat ayı ortasında, polis ve terör

aygıtlarının (NKVD) fanatik başı Nikolay Yejov tarafından verilen

gizli bir emri takiben, Alman “Troçkistlerine” ve “karşıdevrimcilerine”

yönelik bir av başlatıldı. 1937-38’de binlerce Alman

komünisti tutuklandı. Nazi Almanya’sından kaçan komünistler

şimdi Sovyet rejiminin kurbanları olmuşlardı. Partinin önde gelen

unsurları özellikle savunmasız bir durumdaydı. KDP politbürosunun

temsilcileri, Stalin rejiminde, Hitler rejimi altında olduğundan daha fazla kurban vermişlerdir.

Eski bir parti lideri ve kendi itirafıyla bir “sapma” olan

Heinz Neumann’ın hiç şansı yoktu. 1937 Nisan’ında tutuklanarak,

merkezi Moskova hapishanesi Lubyanka’da, yüzün üzerinde

diğer tutukluyla birlikte tıka basa bir koğuşa kondu. Elbette hakkındaki

suçlama yalan ve uydurmalardan oluşan korkunç bir tertipten

ibaretti. Komplo teorileri ortalığı kasıp kavuruyordu ve

Sovyet liderleri kendilerini, teröristlerin Komintern’e sızdıklarına

inandırmışlardı; Neumann, şüphelilerden biriydi. Aylarca süren

baskı ve işkenceden sonra – sorgucular “itiraf” alabilmek için aşırı

şiddet uygulayabiliyorlardı – Heinz Neumann teslim oldu. 1

Kasım 1937’de, hayatını kurtarabilmek için son bir umutsuz girişimde

bulundu. NKVD’ye yazdığı el yazısı bir notta, Stalin’in,

“tüm karşıdevrimci suçlulara ve hainlere” karşı giriştiği “temizlik

operasyonu” konusunda duyduğu coşkuyu ifade etti. Fakat kaderi

çok önceden belirlenmişti. O sırada Büyük Terör bütün hızıyla

devam etmekteydi – 1937-38’de tahminen bir milyondan

fazla kişinin öldürüldüğü iddia edilmektedir – ve Neumann’ın

kurtulma umudu yoktu. 26 Kasım 1937’de bir askeri mahkemeye

çıkarıldığında hakkındaki saçma suçlamalar karşısında

“suçlu” olduğunu kabul etti ve yalnızca on beş dakika süren

bir yargılamanın ardından ölüm cezasına çarptırıldı. Aynı gün

kurşuna dizildi. Margarete Buber Neumann’a, birkaç ay önce

yaptığı gibi, Aralık 1937’de kocası için para yatırmaya geldiğinde,

“burada yok” denmesinin sebebi buydu. Ona kocasının

öldürüldüğü söylenmemiştir. Ancak 1961 yılında, Rus Kızıl

Haç’ı, kocasının artık hayatta olmadığını kendisine bildirmiştir.

Margarete, Heinz Neumann’ın nasıl ve ne zaman öldürüldüğünü

hiçbir zaman öğrenememiştir.

Buber-Neumann da, kocasının öldürülmesinden aylar sonra

19 Haziran 1938’de tutuklandı. Sovyet gizli polisi için açık bir

hedefti. Komünist harekette yalnızca bir sıra neferi olsa bile,

Heinz Neumann’la evliliği onu da bir şüpheli haline getiriyordu:

NKVD’nin emirleri gereği, “hainlerin” karıları da tutuklanıp

kamplara gönderiliyordu. Ocak 1939’da, beş yıl cezaya çarptırılarak

Sovyet çalışma kampları sistemine verilen adla Gulag’a

gönderildi. Bu sırada Gulag, Sovyetler Birliği’nin her yanına yayılmış,

muazzam büyüklükte, açık arazide inşa edilmiş tutuklama

yerleriydi. Kamplar, başından itibaren Bolşevik yönetimin bir

parçasıydı, fakat ancak 1930’larda – endüstrileşme ve kolektifleştirmenin

çılgınca itkisi ve devlet terörünün patlamasıyla – Gulag

baskıcı potansiyelini tam olarak geliştirme olanağı bulmuştu.

Muazzam sayıda erkek ve kadın tutuklandı, yerleşimlerde,

kamplarda ve hapishanelerde tecrit edildi. En kötüleri arasında

bulunan elli ya da daha fazla kolektif çalışma kampı, 1939 başlarında,

büyük çoğunluğu erkek olan 1.3 milyon civarında mahkûmu

barındırıyordu. En büyüklerinden biri, Margarete Buber-

Neumann’ın 1939 başında geldiği – Moskova’nın yüzlerce mil

güneydoğusunda bulunan, Kazak steplerinin göbeğindeki – Karaganda

kompleksiydi (Karlag). Margarete bu kampta tecrit edilmiş

35.000 mahkûmdan biriydi. Kamp sakinleri, politik mahkûmlar

ve adli mahkûmlar olarak bölünmüş olsalar da bu tanımlama

bize çok az şey anlatır. Birçok politik mahkûm, yanlış bir

şekilde muhalefet etmekle suçlanan sıradan vatandaşlardı: Bir

toplumu paranoya yönetiyorsa, her davranış politik sapma olarak

damgalanabilir. Aynı şekilde, bu sınıflandırmada adi suçluları

tanımlamak da oldukça zordur, çünkü bunlar genellikle

önemsiz suçlardan ya da çalışma disiplinini ihlalden dolayı terör

ağına yakalanmış insanlardı.

Gulag hayatının merkezinde zorla çalıştırma yer alır. Maden

ve inşaat işlerine yoğunlaşan diğer Sovyet çalışma kamplarının

tersine, Karlag, büyük ölçüde tarımsal bir kamptı. Eylül 1931’de,

Stalin’in canice kolektifleştirme kampanyası sırasında kurulan bu

kampın, gerçekleştirilmesi imkânsız görevi, çorak bozkırı, verimli

mısır tarlalarına ve otlaklara dönüştürmekti. Bunun sonucunda,

alt kamp bölgeleri, birbirinden çok uzak yerlere yayıldıkça

yayılmıştı. Buber-Neumann, çeşitli farklı yerleşimlere gitmiş

olmasına rağmen, bu kampın gerçek büyüklüğü hakkında hiçbir

zaman net bir bilgiye sahip olamamıştır: Arazi, orta büyüklükte

bir Avrupa ülkesi kadardır; esasen Danimarka’dan ya da Hollanda’dan

daha büyüktür. Bu muazzam büyüklükteki alanın her yerinde

mahkûmlar korkunç koşullarla yüz yüzeydiler. Pislik, açlık

ve salgın hastalık Karlag’da almış başını gidiyordu ve burada

yokluğu çekilmeyen şey yoktu. Kamp yetkililerinde bol bulunan

tek şey, mahkûmlara karşı gösterdikleri duygusuzluk ve ilgisizlikti.

Fakat Margarete Buber-Neumann hayatta kalmayı başardı.

Zamanlama kurtulmasını sağlayan bir faktör olabilir. O Gulag’a

Büyük Terör’den hemen sonra gelmişti. Önceki aylarda kampları

niteleyen kitlesel kurşuna dizmeler durmuş ve mahkûmların

ölümüne ilişkin rakamlar keskin bir düşüş göstermişti. Ölüm

oranları birkaç yıl sonra, Nazi Almanya’sına karşı savaş sırasında

(1941-45) yeniden yükselmiş, görülmemiş sayıda mahkûm

ölümleri Gulag’ı devasa bir toplu mezarlığa dönüştürmüştür. Fakat

bu sırada Margarete Buber-Neumann artık Sovyet esaretinde

değildi. Bu kez Ravensbrück’teki Nazi toplama kampında hayatta

kalma mücadelesi veriyordu.

Margarete Buber-Neumann’ın Sovyetler tarafından SS’lere

teslim edildiği sahne, anılarının en dokunaklı bölümüdür. Bir

zamanlar yücelttiği Sovyet yetkilileri, onu doğrudan doğruya

Nazilerin ellerine teslim etmişlerdir. 1940 yılının Şubat ayında,

soğuk bir kış günü, Kasım 1939’la Mayıs 1941 arasında Alman

yetkililerine teslim edilen 350 civarındaki mahkûmdan biri olarak, Sovyetler Birliği’nden Alman tarafına doğru, Brest-Litovsk’ta bulunan Bug nehrinin üstündeki köprüde yürümekteydi. Bazı tarihçiler

(aslında Buber-Neumann’ın kendisi de), bu mahkûm teslimatının,

kısa süreli Faşist-komünist ittifakına dönüşen, Ağustos

1939’daki Hitler-Stalin paktının doğrudan sonucu olduğunu ileri

sürmüşlerdir. Stalin’in, SSCB’deki kararlı anti-faşistleri, bir iyi

niyet jesti olarak Nazilere teslim ettiği söylenir.

Bu bağlamda, Buber-Neumann’ın kaderi, Nazi Almanyası ile

Sovyetler Birliği’nin entrika çevirmek ve suç işlemekteki benzerliklerinin

sembolü olmuştur. Gerçi tarihi arkaplan daha karmaşıktır.

Başlangıçta mahkûm teslimatının inisiyatifi Sovyet değil,

Alman yetkililerinden gelmiş ve sağlam örnekler üzerine inşa

edilmiştir (Sovyetler Birliği’ndeki Alman tutukluların iadesi Hitler-

Stalin paktından önce gerçekleşmişti). Keza Sovyetler Birliği,

III. Reich’la entrikalar çevirmekte yalnız değildi. Diğer ülkeler de

– Almanya’yla dostça ilişkiler veya ona bağlılık anlamında – aynısını

yapmışlardır. Örneğin 1940’da, Vichy otoriteleri, işgal dışı

Fransız bölgesinde kendi denetimlerindeki bazı mahkûmları Almanların

isteği üzerine teslim etmişlerdir (iki yıl sonra bu işbirliği,

Vichy Fransa’sının, Yahudileri Nazi ölüm kamplarına göndermesiyle

dramatik boyutlara vardı). Sonuç olarak, SSCB’nin

tutukluları iade etmesi, Nazizmle uzun vadede düşman olanların

özel hedefi değildi. Sovyetlerin, Gulag’daki anti-faşistler ve politik

muhalifler arasından toplayıp teslim etmek üzere Moskova’daki

hücrelere yolladığı mahkûmlarla ilgili seçimi başlangıçta

son derece keyfiydi. Alman otoritelerine gelince, onlar gerçekte

Nazi rejiminin bazı istenmeyen eleştirmenlerinin girişini engellediler.

Örneğin onlar, Buber-Neumann’ın da hapishanede tanıştığı

ünlü aktrist Carola Neher’in dönüşünü, sürgüne gittikten

sonra Almanya’ya kamuoyu önünde saldırdığı gerekçesiyle veto

etmişlerdi (Neher, SSCB’de kaldı ve Gulag’da yok olup gitti). Ayrıca

Almanya’ya gönderilen bütün mahkûmlar Naziler için tehdit

oluşturmuyordu. Birçoğu, Sovyetlerin ekonomik ve askeri kapasitesi

hakkında kendilerinden istihbarat alındıktan kısa süre sonra

serbest bırakıldı.

Margarete Buber-Neumann ise tersine, Alman otoriteleri tarafından

serbest bırakılmadı. 24 Temmuz 1940’ da, Berlin’de aylarca

hapis kaldıktan sonra Gestapo onu “ihtiyati tutuklama” altına

aldı – genellikle yargılanma ya da temyiz olmaksızın toplama

kampında son derece kötü koşullarda sınırsız hapsedilme anlamına

gelen, Nazi lügatındaki tipik üstü örtülü terimlerden biriydi

bu. Gestapo’daki dosyasında onun hapiste tutulmasının resmî

gerekçeleri, daha önce Sovyet yetkilileri tarafından kullanılanlardan

daha az düzmece değildir: Onun “vatana ihanete teşebbüs

etme şüphesi” altında olduğu farzediliyordu. 2 Ağustos 1940’da

polis hücresinden alınıp trenle, Berlin’in yaklaşık elli mil kuzeyinde

bulunan Ravensbrück’teki SS toplama kampına götürüldü.

Margarete Buber-Neumann, daha ilk bakışta Gulag ile aradaki

farkları görebildi. Ravensbrück, yeni bir amaca uygun inşa

edilmiş bir kamptı (açılışı, Mayıs 1939) ve kampın işleyişindeki

zahiri düzen Margarete’i şaşırttı. Keza Ravensbrück, kadınlara

mahsus bir Nazi kampıydı – o sırada tekti – ve burada da SS

kamp sistemindeki sıkı cinsiyet ayrımı söz konusuydu. Ve

Ravensbrück, Karlag’dan çok daha küçüktü: 1940 yazında,

Buber-Neumann, çevresindeki yüksek duvarların elektrikli dikenli

tellerle çevrili olduğu arazide iki düzineyi bile bulmayan

barakalarda kalan 3.200 mahkûmdan biriydi. Ravensbrück, o sırada

faaliyette olan sekiz SS toplama kampının en küçüğüydü.

Bu Nazi kamplarından ilki, Hitler 1933’te iktidarı ele geçirdiği sırada,

politik muhalifleri (gerçek ya da şüphelenilen) terörize etmek

amacıyla kurulmuştu. Fakat Buber-Neumann’ın kampa geldiği

zamandan itibaren Ravensbrück’ün nüfusunda değişiklikler

meydana gelmeye başladı. Almanya’nın içindeki politik direniş

büyük ölçüde kırıldıktan sonra polis – başında SS şefi

Heinrich Himmler vardı – dikkatini toplumdışı unsurlara yöneltti,

gittikçe daha fazla sayıda dilenciyi, başıboş gezeni ve diğer

dışlanmışları kamplara gönderdi. Ravensbrück’te, çoğunluğu fahişelikten

tutuklanmış, “toplumdışı” olarak sınıflandırılan kadınlar,

1940 yazında en büyük grubu oluşturuyordu.

Margarete Buber-Neumann kitabında, diğer birçok politik

mahkûmun da olumsuz duygularını ifade ederek, zaman zaman

“toplumdışıların” portresini oldukça kaba biçimde resmetmektedir.

Anıların, daima yazarının kendi değerleriyle şekillendiğini

akıldan çıkarmamamız gerekir. Buber-Neumann da istisna değildir.

Her şeyden önce o, kampın sistematik bir tarihini değil,

kendi hikâyesini kaleme almıştır. Bu aynı zamanda, onun deneyiminin

tüm mahkûmları temsil edemeyeceği anlamına gelir. En

ağır çalışma gruplarına katılmaktan kurtuldu, çoğunlukla, daha

az cezalandırılan ve biraz daha iyi tayın almak gibi belli ayrıcalıklardan

yararlanan hapishane görevlilerinden biri olarak çalışma

olanaklarını değerlendirdi. Görevlerinden biri, Ravensbrück

toplam nüfusunun sadece küçük bir kısmını oluştursalar da

(yüzde birden az) anlatımında çok önemli bir yer tutan Yahova

Şahitlerinin Blok sorumluluğuydu. Öte yandan, süreç içinde Ravensbrück’e

gönderilen tahminen 120.000 kadın mahkûmun yaklaşık

üçte birini oluşturmalarına rağmen Polonyalı kadınlarla

çok az doğrudan bağlantı kurmuştur. Bu yüzden kaçınılmaz olarak,

daha doğuda gerçekleşen Avrupa Yahudilerinin kitle halinde

öldürüldüğü Holokost’un ayrıntıları hakkında çok az bilgiye sahipti

– Auschwitz’deki cinayetler hakkında bir şeyler duymasına

rağmen.

Bununla birlikte, Margarete Buber-Neumann, kısa tarihinde

birçok değişiklik geçiren Ravensbrück’ten sağ çıkabilmiş en

önemli tanıklardan biri olarak kaldı. Kamp, bütün SS kamp sisteminde

olduğu gibi, İkinci Dünya Savaşı sırasında muazzam bir

şekilde yayılıp fabrikalarla, atölyelerle ve alt kamp bölgeleriyle

(Nisan 1941’de ayrı bir erkekler kampı da eklenmişti) büyük bir

komplekse dönüşmüştü. En önemlisi, Almanya çapında uydu

kampların yayılmasıydı; Ağustos 1944’de Ravensbrück’e bağlı

böyle otuz yedi merkez vardı. Bu yayılma, özellikle savaşın sonuna

doğru mahkûm sayısındaki devasa artışla bağlantılıydı.

Ağustos 1943’de, Ravensbrück ve uydu kamplarında 14.000 kadın

mahkûm bulunmaktaydı. Bu rakam 1944 yazında iki mislinden

daha fazla arttı ve 1945 başlarında, 45.000’den fazla kadının

(ve 7.800 kadar erkek) Ravensbrück mahkûmu olarak kaydedilmesiyle

zirve noktasına ulaştı. Kamp, diğer bütün SS kampları

gibi (bazıları Müttefiklerin ilerlemesi üzerine boşaltılmıştı) korkunç

bir şekilde kalabalıklaşmıştı. Ocak 1945’te, SS toplama

kamplarında toplam 700.000’in üzerinde mahkûm bulunmaktaydı.

Bu sırada Ravensbrück içindeki hayat iyice cehennemî bir

hal almıştı. Önceki yıllarda Buber-Neumann gibi mahkûmlar,

SS’lerin idam ve cinayetlerinin düzenli bir şekilde artmasıyla olduğu

kadar, gittikçe daha fazla can alan ağır koşullar altında da

büyük acı çekmişlerdi. Fakat İkinci Dünya Savaşı’nın son aşamaları

çok daha kötüydü: Kampın son dört ayında, Ravensbrück’te

kayıtlı 25.000 kadın mahkûmun yarısı ya da daha fazlası öldü.

Birçoğu, kitlesel açlık ve hastalıklardan dolayı hayatını kaybetti.

Diğerleri, iğne yapılarak ve kurşuna dizilerek ya da 1945 başlarında

acilen kurulan gaz odalarında can verdi.

Savaşın sona ermek üzere olduğu günlerde, 25 Nisan

1945’te, Neumann bu cehennemden kurtuldu. Yaklaşık altmış

civarında, diğer uzun süreli politik mahkûmla birlikte aniden

serbest bırakıldı. Durum henüz tam bir berraklığa kavuşmamış

olsa da, diğer mahkûmlar da Üçüncü Reich’ın o kaotik son günlerinde

tahliye edildiler (Kızıl Haç görevlilerinin müdahalesiyle,

Nisan 1945’te, başka ülkelerden 7.800 ya da fazla kadın mahkûmun

Ravensbrück’ten ayrılmasına izin verildi). Buber-Neumann

serbest kaldığı için talihliydi. Onun salıverilmesinden hemen

sonraki günlerde, Ravensbrück’te kalan mahkûmların çoğu –

20.000 kadar kadın ve erkek – SS’ler tarafından, daha da fazla cana

malolan çok çetin bir yürüyüşle kamptan zorla boşaltıldılar.

Arkalarında 2.000 kadar hasta ve ölü bırakarak 30 Nisan 1945’te

Müttefik kuvvetlere ulaştılar. Tarihin acı bir cilvesidir ki kampı

kurtaran Kızıl Ordu’ydu – yani beş yıl önce Margarete Buber

Neumann’ı Nazilere teslim eden aynı askerler. Fakat o, Sovyet

güçleriyle bir kere daha karşılaşmaktan kaçındı. Hayatını yeniden

kurmak için çıktığı uzun yolculuğun ilk durağı olan

Bavyera’daki büyükannesinin ve büyükbabasının evlerine doğru,

enkaz halindeki Almanya’nın içlerindeki o zahmetli yürüyüşüne

başlamıştı bile.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk yıl, Buber-Neumann için

özellikle zordu. Almanya’da özgür bir kadın olarak yaşadığı dönemin

üzerinden on üç yıl geçmişti. O zamandan beri hemen

hemen her şeyini kaybetmişti. Sosyal ve mesleki hayatının büyük

kısmı artık korktuğu ve hor gördüğü Komünist hareketin içinde

geçmişti. On yıldır görmediği kızı Judith’e 1946 yazında yazdığı

bir mektupta, “Hayatım çok ıssız. 1933’e kadar ve göçmenlik yıllarımda

tanıdığım insanlar öldü, kayboldu ya da hâlâ ülke dışındalar,”

diyordu. Ve Ravensbrück’teki yeni arkadaşları ve yoldaşları

ya kampta ölmüş ya da kurtuluştan sonra Avrupa’yı baştan

başa katederek evlerine dönmüşlerdi. Yıllar sonra dönüp bu döneme

baktığında, “hayatım anlamını kaybetti” diye yazdı. Duyguları,

ancak bir yazar olarak yeni bir hayata doğru ilk deneme

adımlarını attığı İsveç’e taşındığında değişmeye başladı.

1949 başında onu bir anda kamuoyunun ilgi odağı haline

getiren tayin edici an gelip çattı. Orta rütbeli bir Sovyet görevlisi

olan Viktor Kravçenko üç yıl önce ABD’ye iltica etmiş ve Özgürlüğü

Seçtim adlı, SSCB’deki hayatını sert bir biçimde açığa vuran

bir kitap yayınlamış, bu kitap yirminin üzerinde dile çevrilerek

uluslararası bir best-seller olmuştu. Ilımlı eleştirmenler, onun

Sovyet terörüne saldırılarından, aynı zamanda bu ülkedeki bazı

yokluklara dikkat çekmesinden etkilenmekle birlikte, böylesi incelikli

yargılar Soğuk Savaş’ın dondurucu atmosferinde genellikle

etkisini kaybedebiliyordu: Okurların bir kısmı Kravçenko’dan

yanaydı, bir kısmı da ona karşıydı. Kitap, Sovyet taraftarlarının

yazara saldırıya geçmesiyle büyük olay oldu. Fransa’da komünist

haftalık dergi Les Lettres Françaises’in başını çektiği basın kampanyası

özellikle sertti; bu dergi, Kravçenko’yu müflis bir alkolik

ve ABD gizli servisinin yalancı bir yardakçısı olmakla damgalamıştı.

Kravçenko hakaretler nedeniyle dava açtı ve Ocak 1949’da

Paris’te başlayıp on hafta süren mahkeme, çabucak Sovyetler Birliği’nin

yargılanmasına dönüşüp büyük bir politik sansasyona

neden oldu. Bahis büyüdü, Sovyet ve Birleşik Devletler yetkililerinin

sahnenin arkasında yer almalarıyla, Doğu’yla Batı arasında

bir muharebeye dönüştü. Ulusal ve yabancı basın mensuplarının

önünde cereyan eden günlük mahkeme oturumları, sürekli çamur

atmalar, karşılıklı soru yağmuru ve çekişmelerle gerçekten

görülmeye değerdi. Bir seferinde sözlü saldırılar fiziki saldırı

noktasına geldi ve polis, Kravçenko ile savunma avukatlarından

biri arasındaki kavgaya müdahale etmek zorunda kaldı.

Margarete Buber-Neumann, bu kaynayan kazana, Kravçenko’nun

çağrısı üzerine tanık olarak 23 Şubat 1949’da adım attı.

Onun arkadaşı değildi – onunla ilk kez Paris’te karşılaşmış ve

otoriter tavırlarından hoşlanmamıştı -, fakat Buber-Neumann’ın

gelişi mahkemede muazzam bir etki yaptı. Sovyet terörü altında

çektiklerini net ve soğukkanlı bir şekilde anlattı; ifadesi, mahkemeler

sırasındaki alışılmış maskaralıklarla keskin bir karşıtlık

içindeydi. Savunma avukatlarının hileli sorularla bezenmiş saçma

saldırıları – Heinz Neumann’ı Hitler rejimi için çalışmakla

suçlamak gibi – ve çaresizlikten kaynaklanan kelime oyunları –

Karaganda’ya bir “kamp” denilemeyeceği, çünkü yüksek duvarlarla

sarılı olmadığı gibi – karşısında bile gerilemedi. Onun bulunduğu

o günkü duruşma haberlerde manşet oldu. Kravçenko’nun

sonunda kazandığı davayı yorumlayan haftalık Alman

dergisi Der Spiegel, diğer tüm tanıkları gölgede bırakan Buber-

Neumann’ın mahkemedeki ifadesinin tayin edici olduğuna kuşku

olmadığını yazıyordu: “Açıkçası, Mrs. Buber-Neumann’ın ifadesi,

mahkeme sırasında, Bolşevik rejim hakkındaki en yıkıcı

yargıyı oluşturmuştur.”[1]

Mahkeme, Buber-Neumann’ı bir toplumsal şahsiyet haline

getirdi ve 1949’da Büyük Britanya’da (İki Diktatörlük Altında

adıyla) ve Fransa’da kısmen, keza Le Figaro’da tefrika olarak basılan

anılarına dikkat çekti. Kısa süre sonra kitap ABD’de basıldı.

Bu ani şöhret, 1950’lerin başlarındaki politik kampanyada yazara

bir platform sağladı. Buber-Neumann Almanya’ya döndü ve

çeşitli projelere girişti. Onun görüşüne göre, Sovyet terörüne

karşı mücadele en önemli şeydi. Kurtulduğu diğer totaliter rejim

olan Üçüncü Reich çoktan tarihe gömülmüş, SS kamplarının önde

gelen görevlileri (diğer birçok Nazi failin tersine) suçlarından

dolayı cezalandırılmış; Buber-Neumann’ın anılarında sözü geçen

birçok Ravensbrück görevlisi – Komutan Suhren, Doktor

Schidlausky, polis ve SS görevlisi Ramdohr, başgözetçi Binz –

ölüme mahkûm olup idam edilmişti. Oysa Gulag hâlâ varlığını

koruyordu – Gulag’da, 1950’lerin başlarındaki kadar mahkûm

hiçbir zaman olmamıştı – ve Sovyet etkisi, bu kez Avrupa’nın büyük

bölümünde ve daha ötesinde yayılmaya devam ediyordu.

Tarafını belirlemekte tereddüt etmediği Soğuk Savaş, Margarete

Buber-Neumann’ın politik bağlantıları için alan açmıştı. Örneğin,

Avrupa’nın entelektüellerini ve politikacılarını bir araya getiren

etkili bir anti-komünist baskı grubu olan Kültürel Özerklik

Kongresi’nde yer almıştı (doğrudan Birleşik Devletler tarafından

kontrol edilmese de CIA’dan örtülü fonları vardı ve bu durum

politik müdahaleden uzak durması gereken özgür düşüncenin

mesajlarını etkiliyordu). Buber-Neumann’ın katıldığı projelerden

sadece biriydi bu. Ayrıca, kısa süreli olarak (keza Birleşik

Devletler tarafından finanse edilen) Politik Eğitim Enstitüsü’nü

ve Doğu Almanya’daki komünist baskının kurbanlarıyla ilgili

ulusal çaptaki kampanyayı yönetti. En önemlisi de, bağımsız

demokratik solun sesi olarak kurduğu aylık dergiyi (Aktion)

çıkarmasıydı (Alman Muhafazârlarına ancak uzun yıllar sonra

yönelerek, 1970’lerin ortalarında Helmut Kohl’un CDU’suna katılacaktı).

Ne var ki ön saflarda yer alan bir eylemci olarak Margarete

Buber-Neumann’ın hayatı kısaydı: Parasal imkânlar ve destek

bakımından yetersiz de olsa ele aldığı çeşitli projeler hızla çoğaldı.

Fakat bu durum onun bir yazar olarak kariyerini gölgelemedi.

İki Diktatörlük Altında, yalnız 1950’lerde altı dile daha çevrilerek

uluslararası bir başarı kazandı. Buber-Neumann başka kitaplar

da yayınladı. Bazıları, ilk çalışmasını tamamlayan otobiyografik

kitaplardı. Diğerleri, Ravensbrück’teki yakın arkadaşı, mahkûm

Milena Jesenska’nın sevecen biyografisi (İngilizceye çevrilen

diğer kitabıdır) gibi[2], daha geniş tarihi yansımalarla ve araştırmalarla

kişisel anılarının karışımından oluşan kitaplardır.

Margarete Buber-Neumann’ın Sovyetler Birliği’ne ve takipçilerine

karşı giriştiği yorulmak bilmez saldırılar onu komünistlerin

hedefi haline getirdi; onu en büyük düşmanları için kullandıkları

adla, “dönek” olarak nitelendirdiler. Ravensbrück’e dönecek

olursak, Gulag hakkındaki gerçekleri duymaya tahammül

edemeyen kararlı komünist mahkûmlarla daha o zamandan çatışmıştı.

Bu sert çatışmalar savaştan sonra da devam etti. Kamuoyunda

yaptığı konuşmalara müdahale edilmiş ve yoldaşlarının

Stalin tarafından Hitler’e teslim edildiğini kesinlikle inkâr eden

komünist basın tarafından karalanmıştı. Emil Carlebach adlı bir

kiralık kalem, 1950’de, yabancı komünistlerin her zaman “SSCB’

nin misafirperverliğinden yararlandıklarını” yazmış, fakat Buber-

Neumann’ın, “gerçek bir sığınmacı” olmadığını ve SSCB’den,

1949 yılında, bir “Troçkist” ve Nazi sempatizanı olduğu için

haklı olarak atıldığını eklemişti. Buber-Neumann, bu iftirayı dava

etti (Carlabach, aynı zamanda onun ABD ajanı olduğunu da

iddia etmişti) ve kazandı. Ancak bunun için davanın Yüksek

Mahkemeye (Bundesgerichtshof) kadar Alman yargılama sisteminin

bütün kademelerinden geçmesi gerekti.

En üzücü ihanetleri yakın arkadaşlarından ve kamplardan

kurtulanlardan gördü. Kravçenko davası sırasında, Margarete

Buber-Neumann’ın Raversbrück’te hayatını kurtardığı bir mahkûm

olan Inka Katranova, ifadesini gözden düşürmeye çalışan

orkestraya katılarak onu SS işbirlikçisi olmakla suçladığında

(Katranova komünist Çekoslovakya’da yaşıyordu ve yalan söylemesi

için kendisine baskı yapılmıştı; hayatının geri kalan kısmında

bu yüzden pişmanlık duydu) donup kaldı. Bu, sırtından

yediği bıçakların ilkiydi. Ravensbrück’ten bir diğer arkadaşı olan

Lotte Henschel, Stasi’ye (Doğu Alman gizli polisi) katılmıştı ve

Buber-Neumann’ı gözetim altında tutan beş gizli muhbirden biriydi.

Bu muhbirlerden biri de Kurt Rittwagen’di – kod adı

“Fritz” – Buber-Neumann gibi o da Karaganda’dan bir mahkûmdu

ve Nazilere teslim edilmiş, bu yüzden savaştan sonra onun

güvenini kazanmıştı. Fakat göründüğü gibi biri değildi. Tehlikeli

ve vicdansız bir adamdı; onun hayatını izleyerek ne yapıp ettiğini

bildiriyordu ve 1955’te, Stasi’deki yöneticilerine, Buber-Neumann’ın

“tehlikeli bir ajan” olarak “ortadan kaldırılmasını”

önerdi. Fakat Buber-Neumann korkmadı. Hayatının sonuna

kadar, geçmişteki ve şimdiki komünizme karşı konuşmaya devam

etti.

Margarete Buber-Neumann, “Kısa Yirminci Yüzyıl”ın (Eric

Hobsbawm) sonunda komünizmin çöktüğünü görseydi, haklı

çıktığını düşünürdü. Ama bunu görecek kadar yaşamadı. Onu

kamuoyunda sessiz kalmaya zorlayan uzun süren bir hastalıktan

sonra, 6 Kasım 1989’da, Frankfurt’ta öldü – Demir Perde’yle bölünen

Almanya’nın somut sembolü olan Berlin duvarının yıkılmasından

sadece birkaç gün önce. Geride, hâlâ okunan ve tartışılan

etkili eserler bıraktı. Onun yüreği, hapisliğinin insanca bir

anlatımı olan ve önemli bir perspektif sunan İki Diktatörlük Altında’da

atmaktadır. Tarihçiler, bu kitabı Avrupa’nın en yıkıcı iki

modern diktatörlüğü olan Sovyetler Birliği’ndeki ve Üçüncü

Reich’taki baskı üzerine çok nadir rastlanan bir perspektifle kaleme

alınmış, Nazi ve Gulag kamplarını anlatan standart bir çalışma olarak uzun süredir tanımaktadırlar. Fakat, elli yılı aşkın bir zamandır basılmamış olduğundan İngilizce konuşulan dünyanın okurları arasında bu kitap çok iyi tanınmamaktadır. Bu baskı, bir modern klasiğin, totaliter terörden kurtulmuş en

önemli anılardan birinin keşfedilip yeni okurlar bulmasını sağlayacaktır.

1947 yazına geri dönelim, elyazmalarını tamamlamak

için coşkuyla çalışmakta olan Margarete Buber- Neumann, kendini

bu kitabı neden yazmak zorunda hissettiğini kızına şu sözlerle

açıklamıştır: “Benim kuşağımın trajedisini anlatıyor”.


[1] Aynı olay benim Sartre İkilemi (Fol, 2021) kitabında da ele alınmaktadır. S. 42-46. GZ.

[2] Margarete Buber-Neumann, Milena, çev: Sıdıka Orhon, Afa, 1991.

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

3 Comments

  1. Beyit sistemiyle aruz ölçülü bir yazı. Yeni bir edebi tür sanırım.

  2. eski format nedeniyle böyle oldu. Özür dilerim.

  3. Şwyhoğlu Mustafa’nın Hurşid ü Ferahşad’ı gibi bir eser olmuş. Mesnevi.

Leave a reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir