Ülkücü hareketten Mümtaz’er Türköne gibi bir siyasi ve toplumsal tahlilcinin çıktığını görmek, son zamanlarda beni en çok şaşırtan olaylardan biridir. Hayatın, hiç akla gelmeyecek sürprizlere gebe olduğunu kendi uzun deneyimlerimle bilmeme rağmen yine de şaşırmaktan kendimi alamadım. Bu şaşırmada, elbette içinden geldiğim sol geleneğin, toplumsal hasımlarını, özellikle de “aşırı sağ”dan ve “Ülkücü hareket”ten gelen düşünürleri izlemeye son derece kapalı olmasının benim üzerimdeki etkilerinin rol oynadığını belirtmeliyim.
Bu girişten sonra, Mümtaz’er Türköne’yi uzun süredir ülkücü hareketten gelen biri olarak tanıdığım halde, düşünsel cesaretiyle ve fikirlerini derli toplu ortaya koyuşuyla, Ruşen Çakır’ın programlarıyla ve Cansu Çamlıbel’e T24’te verdiği uzun röportajla çok daha derinlemesine tanıdığımı ve takdir ettiğimi belirteyim.
Tahmin edileceği gibi, bu yazıda, Türköne’nin, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye atfettiği “devletin, Kürtlerin de katılmasıyla yeniden inşa edilmesi” projesi üzerinde durmak istiyorum.
Altını çizerek “atfettiği” dedim, çünkü D. Bahçeli’nin, son aylarda başlattığı “barış projesine” ilişkin son derece kısıtlı beyanlarından başka bir açıklaması yok ortada. Dolayısıyla, Türköne’nin yaptığı gibi, D. Bahçeli’nin “projesine” ilişkin ancak tahminlerde bulunulabilir. Dahası, bu tahminler, yine Türköne’nin belirtiği gibi, son derece “ketum” bir insan olan D. Bahçeli’nin beyanlarından çok, “onun ne yapmak istediğine” ilişkin yorumlar yapan Türköne’nin söylediklerinden hareketle ileri sürülebilir.
Türköne’den hareketle kısaca özetleyecek olursam; D. Bahçeli, “devletin bekası için” devlete “Kürt unsurunu da katmak” ve “Türk ve Kürtlerden oluşan yeni bir devletin inşasına girişmek” istemektedir. “Türkleri temsilen” Milliyetçi D. Bahçeli ile “Kürtlerin lideri” ve Türköne’nin nitelemesiyle “devrimci” Abdullah Öcalan gibi iki “etkili” liderin bu amaçla el ele vermesi böyle bir “devletin yeniden inşası”nda son derece belirleyicidir. Türköne’nin tahliliyle, Türkiye’nin, Ortadoğu’da içinde bulunduğu durum, komşularıyla ilişkileri, özellikle Suriye’de son zamanlarda meydana gelen önemli değişiklikler bu projenin hayata geçmesini zorunlu kılmaktadır. Türkiye’nin, bırakın içteki durumu, örneğin Suriye’deki Kürtlerle (YPG) ile çatışmayı sürdürmesinden elde edebileceği hiçbir şey yoktur. Oysa “Öcalan’ın önderliğiyle” Kürtler devlet yapısına katılırsa zaten federal bir yapıya evrilen Suriye’deki Kürtler Türk devletinin düşmanı değil, dayanacağı bir güç haline gelebilecektir. Amiyane tabirle bu, “bir koy, üç kazan”ın formülüdür.
Elbette çok daha kapsamlı ele alınması gereken bu projenin özetin de özeti açıklaması benim anlayışım çerçevesinde böyledir.
Peki, daha dar alırsam, bir anarşist, daha geniş alırsam bir solcu olarak ben ne diyorum bu projeye?
Lafı dolandırmadan belirteyim ki, temelinde “halkların kardeşliği” inancı olan ve bunu her fırsatta haykıran hiçbir toplumsal düşüncenin, Türklerle Kürtleri bir araya getirecek, Kürtlerin toplumsal alanda tamamen kabulünü sağlayacak, “kardeşleşmeyi” teşvik edecek hiçbir proje, tasarı ya da düşünceye karşı çıkması mümkün değildir. Belki böyle bir projenin “samimiyet” derecesi sorgulanabilir, elbette sorgulanmalıdır da ama yekten karşı çıkmak düşünülemez bile. Bu yüzden, Türköne’nin bu projeyi D. Bahçeli’ye atfetmesi ne kadar gerçekçidir (bunu zaman gösterecek) bilmiyorum ama Kürtleri toplumsal kabulün önemli, hatta tayin edici unsuru haline getiren bir projeye karşı çıkmayı bir anarşist ve solcu olarak aklımdan bile geçiremem.
Bununla birlikte, Türköne’nin tahayyülünde belirleyici rol oynadıkları çok açık olan iki liderin, yani D. Bahçeli ve A. Öcalan’ın tahlil edilmesinin tayin edici önemde olduğunu belirtmeliyim.
Aşırı sağcı MHP’nin tek ve tekçi lideri D. Bahçeli, Meclis’te gidip aniden DEM Partililerin elini sıkıncaya kadar DEM Parti’nin kapatılmasını savunan esaslı bir Kürt düşmanı olarak biliniyordu. A. Öcalan için “bebek katili” türü iç gıcıklayıcı nitelemeleri, mucidi olduğundan emin değilim ama çok yakın zamana kadar en sık ve kışkırtıcı şekilde kullanan siyasi şahsiyetlerin başında geldiğini söyleyebilirim. Bunun ötesinde, MHP bünyesinde işlenen Sinan Ateş cinayeti konusundaki suskunluğunu ya da “ketumiyetini” halen korumakta olduğu da kaydedilmelidir. Herkesin bildiklerini uzatmama gerek yok.
PKK’nin kurucusu ve lideri, hatta bunun da ötesinde “Kürt halkının manevi lideri” kabul edilen, neredeyse çeyrek yüzyıldır hapiste olan bir müebbet hapis mahkûmu olması nedeniyle özgürlükçülük gereği savunmak durumunda olduğumuz Abdullah Öcalan’ın, tutuklanmadan önceki yine bir çeyrek yüzyıl tutan PKK liderliği boyunca ne yazık ki Kürt gerilla hareketi içindeki çok sayıda militanın infazından sorumlu olduğuna ilişkin anlatımlar ve tanıklıklar, her şeyi bir yana bırakalım bu insanların yakınları tarafından ileri sürülmektedir. Bunun ötesinde, A. Öcalan’ın, Türkiye’nin kritik dönemlerinde, AKP iktidarı ile muhalefetin en çetin çatışma anlarında, son derece tayin edici seçim öncesi dönemlerde kendisine yollanan “özel” aracılar yoluyla hep iktidardan yana tavır koyduğu da malumdur. Buradan baktığımız zaman, Türköne’nin Öcalan’a “devrimcilik” atfetmesi, açıkça belirteyim ki, benim nazarımda D. Bahçeli’ye atıflarını da kuşkulu hale getirmiş bulunuyor.
Böyle bir kardeşleşmeyi ve dayanışmayı, ortak bir toplumsal oluşumu ne kadar desteklersem destekleyeyim, Türköne’nin, Türklerin ve Kürtlerin ortak bir zeminde buluşmasını ve hatta kardeşleşmesini öngören projesinin, biri milliyetçi, diğeri “devrimci” sağcı iki liderinin hiç güven verici olmadığını belirtmek zorundayım.
Gün Zileli
24 Nisan 2025
Öcalan da sizin gibi bir anarşist değil mi? Neden Türköne’nin Öcalan’a “devrimcilik” atfetmesinde tırnak işaretleri kullandınız? Öcalan’ın Bookchin ile yazışmalarını ve devrimcilikte sizin fikirlerinize benzeyen düşüncelerini https://theanarchistlibrary.org/special/index ve özellikle https://theanarchistlibrary.org/category/topic/kurdistan sitesinde okuyabilirsiniz.
Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz. Ziya Paşa
Siz de TikTakTokçular gibi kısa, öz ve yoğun bir cevap vermişsiniz.
Ben de sizi taklit edeceğim ama sizler kadar kısa, öz ve yoğun yanıtlar vermede usta değilim.
– Ziya Paşa yaşasaydı belki de “Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz.” lafının artık geçerli olmadığını kabul ederdi. Örneğin iç yüzünü işlediğiniz ve sizin de uzun bir süre katıldığınız Bolşevik/Sovyet devrim tarihi. Binlerce daha örnek verebilirim. Diğer örnek Mao’nun Çin’i. İnşallah, “Elhamdülillah Marksist-Leninistiz” lafınızın hala bu göz boyamayla geçinenlerle bir alay olduğunu yanlış anlamamışım.
– Benden de bir atasözü: Fikirler yanlış olmasa da, zamanla yanlış olurlar. Sanırım bir eski Marksist olarak Marks’ın üstadı Hegel’den aldığı diyalektik mantığın statik klasik mantığa zaman unsuru katma amacı olduğunu bilirsiniz. (Tez-Anti-tez-Sentez ve sentez = yeni tez).
– Dünyanın gözünü Sovyet Rusya’ya ilk açanlardan biri olan Gulag Takım Adaları ilk defa 1973’de yayınlandı ve 1974’te Türkçeye çevrildi. Ve siz hala Marksist-Leninist-Maocu idiniz.
Kitaptan bir alıntı:
“ Berdyayev çevresinden bazı kişileri bir yargılama için kuklaya dönüştürmeyi başardılar, ancak Berdyayev’de başarılı olamadılar. Onu açık bir yargılamaya sürüklemek istediler; onu iki kez tutukladılar ve (1922’de) kendisi Dzerzhinsky tarafından bir gece sorgusuna tabi tutuldu. Kamenev de oradaydı (bu da onun da ideolojik bir çatışmada Çeka’yı kullanmaya karşı olmadığı anlamına gelir). Ancak Berdyayev kendini küçük düşürmedi. Yalvarmadı veya yakarmadı. Rusya’da kurulan siyasi otoriteyi kabul etmeyi reddetmesine yol açan dini ve ahlaki ilkeleri kesin bir şekilde ortaya koydu. Ve sadece onun bir yargılama için işe yaramayacağı sonucuna varmakla kalmadılar, aynı zamanda onu serbest bıraktılar.”
Ben çok eminim ki, fiziksel işkenceye dayanabilme sınırları hariç, siz de Berdyayev gibi ilkelerinize sadık kalıp kukla olmazdınız. Bu da bence ayine ile laf arasındaki ilişkinin, en azından, zamanın akışına bağlı olduğunu akla getirir.
Not: LÜTFEN 1922 TARİHİNE DİKKAT EDİNİZ. Bence dünyayı başka türlü görenler yalanları kolay kolay yutmazlar. Şu an bile en büyük alçaklıklar, ayinesi ve lafları aynı olan Trump-Netanyahu-Starmer-AB başkanları… Ve diğer sayısız ülkeler (Çin, Hindistan, Rusya… Siyasi cambazlıklarla işi yürütüyorlar. Hele çok beğendiğiniz büyük beyinliler ile yukarıdakilere karşı konuşanlar! İçi çoktan çürümüş, pis kokan DEMOKRASİ’DEN başka bir dayanak bulamıyorlar. Belki de “Allah’ın işine akıl ermez” diyenler çoktan bu dolandırıcılıkların farkına varıp işi benim gibi basitleştirdiler.
Stalin nasıl Hitler’den fazla sayıda komünisti öldürtmüşse, söz konusu kimse de, lider olduğu dönemde çok ama çok sayıda gerillayı ve gerilla liderini öldürtmüştür. Olgular bunu söylüyor.
Yazdıklarımla yaptığınız ölüm olguları saymanlığı arasındaki bağı göremedim. Olgularla ideolojiler-teoriler arasındaki bağı bile bilmiyorsunuz. Ben Öcalan olgularınızı düşündüğümde ilk aklıma gelen Amerikalıların Kızılderililer hakkında söyledikleri: “Şef çok, Kızılderili yok”. Üstelik tarihte ölüm saçanlar hakkında bilginizin affedilmez kıtlığını da gösterir. Ve nasıl üretim teknolojiyle arttıysa soy kırımı ve devasa katliamlar da öyle.
Ben dediği ile yaptığı aynı olanlardan söz ettim ve Hitler ile Stalin bunlar arasında. Stalin 1953’de öldü ve siz çok daha sonra Marksist-Leninist-Maoist olup doğru-yalanlara inandınız. Hala emek, emek, emek nakaratı dilinizde. Kendinizi aynada görmek isterseniz Frantz Fanon iyi bir başlangıç. Tabii, kolonilerdeki büyük beyinlileri zamanımıza uyum içine sokmak şartıyla.
Hadi biraz gülelim: Kapitalistler sizden çok emekçileri sever. Bakın mesela daha çok emeğe neden olduğundan yırtık pantolonlar daha pahalı.
Siz Lenin’in ve hatta Marks’ın bile emekçeler hakkında dediklerinden habersizsiniz. Büyük beyinli Lenin emekçilerin kulaklarından tutup yol gösterdi.
Hala bana göre 10 bin yıllık, Sahlin’e göre 2 bin yıllık doğru-yalanlarla dünyayı harabeye çevirenlere inanıyorsunuz. Başka bir görüşten tamamıyla yoksunsunuz. Ölenler saymanlığı yapıyor, sizleri kapana alanların iyi/kötü taraflarını ayıklayıp kara cahillere siyasi görüşler olarak sunmanız yetiyor.
“Marksist-Leninist-Maoist”likten anarşistliğe, daha sonra da sosyal medyacılık-youtubistliğe, şimdi de kısa-öz-yoğun Tik- Tak-Tokistliğe terfi ettiniz. Genel ve toplumsal İLERLEME bir mitse de, KİŞİSEL İLERLEME çok gerçek.
Bakın aşağıdaki listeye, Öcalan anarşistlikte ünlü olmakta sizi çok daha aşmış. Bence bu bir “tesadüf” değil, fırsatlardan yararlanmalarda antenleri güçlü olmak. Anarşist-Bookchin, Anarşist-Öcalan, Rojava… bağlantısının çok kısa bir listesi:
1. https://trise.org/2021/01/04/the-evolution-of-the-kurdish-paradigm/
2. https://theanarchistlibrary.org/library/joris-leverink-murray-bookchin-and-the-kurdish-resistance
3. https://www.currentaffairs.org/news/2023/06/how-the-kurds-of-rojava-embraced-revolutionary-new-ideas-of-social-organization
4. https://lefteast.org/power-to-the-people-rojava-anarchism-and-murray-bookchin/
5. https://www.voanews.com/a/writings-of-obscure-american-leftist-drive-kurdish-forces-to-syria/3678233.html
6. https://www.rudaw.net/english/middleeast/syria/21042016
7. https://social-ecology.org/wp/2015/08/interview-with-a-young-kurdish-revolutionary/
Sayısız çok daha var!
Sayın Zileli olguların tek yorumları olduğunu sanıyor. Ben onun kadar büyük beyinli değilsem de bunun da bir doğru-yalan olduğunu biliyorum.
Şu an bile İsrail’in Filistin hakkında uydurduğu doğru-yalanı İsrailli eşsiz tarihçi Ian Pappé çok güzel dile getirir: “İsrailliler Yehva’ya inanmazlar ama Filistin’i kendilerine verdiğine inanırlar”
Not: Beyinleri büyük ama bilgileri küçük olanlara; Siyonistler Amerika’da bir yer istediler ama Amerika vermedi.
Franz Fanon’un “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabında Siyonistler şimdiki İsrailliler ve kolonileri de Filistin.
“Görece yakın bir zaman önce dünya nüfusu 2 milyardı, 500 milyon insan ve 1,5 milyar “yerli”. İlki Söz’e sahipti, diğerleri ödünç aldı. Arada, bir dizi yozlaşmış küçük kral, feodal lord ve sahte, uydurulmuş bir burjuvazi aracı olarak hizmet ediyordu. Kolonilerde, gerçek çıplaklığını sergiliyor; metropoller onu giyinik tercih ediyordu; “yerlilerin” kendilerini sevmesini sağlamak zorundaydılar. Bir nevi anneler gibi. Avrupalı seçkinler yerli bir seçkin yaratmaya karar verdiler; büyük beyinlileri seçtiler, alınlarına kızgın bir demirle Batı kültürünün ilkelerini damgaladılar ve ağızlarını seslerle, dillerini büken gösterişli, garip kelimelerle tıkadılar. Metropolde kısa bir süre kaldıktan sonra tamamen içeriği ile oynanmış bir şekilde evlerine gönderildiler. Bu yürüyen yalanların kardeşlerine söyleyecek başka hiçbir şeyi yoktu; Paris, Londra ve Amsterdam’dan “Parthenon! Kardeşlik!” diye bağırdık. Afrika ve Asya ağızları yankıladı: “. . . thenon! . . . nity!” Bu Avrupa’nın altın çağıydı.”
Frantz Fanon “Yeryüzünün Lanetlileri”
Türkiye tarihinden bir örnek. Önce, daha iyi anlamak için olmuş bir olay.
İran şahı halkının “gerçek” Müslüman olmasını ister. Üniversiteler açar. Büyük beyinlileri yetiştirir, köylere gönderir. Bir süre sona hapsi geri döner. Fakirlerin derdi “gerçek”/sahte Müslümanlık değil. Yiyecek, barınak, sağlık, çocuk yapmak. Dönen büyük beyinliler Tahran’da halihazırda zengin ama ruhanilikte fakir olanlara akıl koçluğu yapmada bol bol iş bulurlar. Son 40-50 yıl Türkiye’de parası bol, ruhları ölü olanlar arttı. Hatta koyu dincilikle para peşinden koşmak arasında çok sıkı bir bağ var. İslam’ı tüccarlarla sufiler yayıldı. Erdoğan’ı bu ruhaniliğe susamış zenginler destekledi.
Şimdi de aynı amacın, zamana uymalardan dolayı, değişik tezahürüne; doğru-yalan uyduran Atatürk. Protestanlığın zenginlere, yani kapitalistlere, ruhanilik verdiğini bilirsiniz İNŞALLAH! Protestanlığa göre Allah evreni yaratmadan önce kimin cennete kimin cehenneme gideceğine kesin kara vermiş. İslam’da buna alın yazısı denir. Protestanlık kapitalizmde insanı çalışkanlığa dürter; çünkü eğer çalışkan olur da kapital biriktirirsen bu senin cennete gitmene delalet olur. Atatürk kapitalizm ister ama İslam’ı istemez. Atatürk, Franz Fanon’un, laiklik modasına uyan bir büyük beyinlisi. Alın yazısının tembelliğe neden olduğu doğru-yalanını uydurur.