MHP Takozu! (ve Artı-Gerçek’teki yazılarımın Sona Erişine İlişkin Kısa bir Açıklama)
Bu yazı, her zamanki gibi cumartesi gecesi Artıgerçek’te yayınlanmak üzere yazılmıştı. Dün, (yani 10 Mayıs, Cuma günü) twitterda Murad Mıhçı’nın, kendisinin ve Eser Karakaş’ın yazılarına son verildiğini bildiren mesajını okuyunca mesajın altına yazar arkadaşlarıma destek veren ve Artıgerçek yönetimini (tek kişi yönetimini) eleştiren bir tweet attım. Aradan 12 saat bile geçmeden benim de yazılarıma son verildiğini öğrendim (bildirimi bana yapma nezaketini bile göstermediler).
Bu nedenle “MHP Takozu” yazımı burada yayınlıyorum.
GZ
***
Toplumların gelişmesinde en uçta, en radikal toplumsal kesimler yer aldığı gibi toplumların ilerlemesine karşı en tutucu, en reaksiyoner güçler de rollerini oynar. Örneğin, 1917 Devrimi’nden önceki en reaksiyoner ve ilerlemeye karşı saldırgan güçlere “Kara Yüzler” adı verilmiştir. 1930’lar İspanya’sında bu rolü Falanjistler ve Karlosçular oynamıştı; iç savaş sırasında Franko’nun güçleri olarak epeyce can aldılar. İtalya’da Mussolinici Kara Gömleklilerin ya da Almanya’da Hitlerci SS’lerin de aynı işlevi yerine getirdiği malumdur. Her toplumda böylesi aşırı reaksiyoner güçler, toplumların gelişmesinin önünde “takoz” rolünü oynarlar. Son derece kıyıcıdırlar.
1940’LARDA MİLLİYETÇİ-TOPLUMCU AKIM
Türkiye’de benzeri bir rolü 1940’larda, Nasyonal Sosyalistlerden esinlenen “milliyetçi-toplumcu” akım oynamaya aday oldu. II. Dünya Savaşı sırasında, Alman Nazi orduları tüm Avrupa’yı işgal ettiği ve Sovyetler Birliği’nin içlerinde ilerlediği sırada bu aşırı reaksiyoner akım TC devletinin himayesine mazhar oldu. Nazilerin savaştan muzaffer çıkma ihtimalini göz önüne alan TC devleti, bu himayeyle Almanlara yaranmaya çalışıyor, “bakın sizin benzerleriniz bizde de var ve biz onlara hoşgörü gösteriyoruz” demek istiyordu. Bu dönemde “milliyetçi-toplumcu” akımın önde gelen isimleri, Reha Oğuz Türkkan, Zeki Sofuoğlu, Nihal Atsız vb. idi.
Fakat savaş 1943’ten sonra Almanya’nın aleyhine seyretmeye başlayınca Türkiye devleti “milliyetçi-toplumcu”ların tepesine bindi ve onların önde gelenlerini ve üyelerini işkenceli sorgulardan geçirdi. 1960’lı yıllarda önce CKMP’nin, daha sonra da Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) lideri olacak olan Alpaslan Türkeş de o yıllarda genç bir subay olarak bu kötü muameleden “payını” alanlardan biriydi.
1960’LARDA ÜLKÜCÜ HAREKET
Aşırı sağcı A. Türkeş ve arkadaşları 1960’lı yıllarda, “Ülkücü” adını alacak olan reaksiyoner hareketi (o zamanlar “komandolar” da denirdi) örgütlediler ve bu örgütlenme 1969’da Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak şekillendi. Partinin gençlik kolları “Ülkü Ocakları” adıyla örgütlendi.
MHP’li ülkücüler, o dönemde gelişmekte ve yükselmekte olan anti-emperyalist gençlik hareketine karşı “takoz” rolü oynadı. Nerede bir özgürlükçü gelişme varsa ülkücüler orada bitiyor ve gençlik hareketini sokakta silahlı çatışma yoluyla bastırmaya çalışıyordu.
12 Mart’tan sonraki reaksiyon döneminde “MHP’li komandolar”, artık sokakta “avlayacakları” gençler zaten devletin güvenlik güçlerinin hedefi haline geldiğinden fonksiyonlarını bu kez, örneğin Dev-Gençlilerin yargılandığı davalarda “tanıklık” yapıp sıkıyönetim mahkemelerinin yardımcısı rolünü oynayarak yerine getirdiler.
1970’LERDE ÜLKÜCÜLER SOKAKTA
1974’ten sonra ortam değişti. 12 Martçılar geri çekildi ve Ecevit’in CHP’sinden de güç alan bir özgürlükçü dalga yükseldi.
Devlet güçleri bu özgürlükçü dalgayla başa çıkamayınca MHP’li ülkücüler yine “takoz” rolü oynamak üzere sokağa davet edildiler. Ülkücüler, reaksiyoner işlevlerini yerine getirdiler ve devrimci gençleri fakültelerde, sokaklarda vurmaya başladılar. Sol örgütler bu silahlı saldırılara silahla yanıt verdi. Reaksiyoner “takoz”un başlattığı kıyım, sonuçta iki taraftan da çok sayıda genç insanın ölümünde belirleyici oldu. Unutulmamalıdır ki, bu kan deryasının esas sorumlusu aşırı sağcı ülkücü hareketti. Eğer onların yaygın silahlı saldırıları olmasaydı, solcu gençler de bu ölçüde bir silahlı savunma hareketine girişmeyeceklerdi.
Bunun ötesinde, ülkücü hareket, devletin planları çerçevesinde alevi kıyımlarında da başrolü oynadı. 1979 yılı sonundaki Maraş katliamı, Çarlık Rusya’sında Kara Yüzler’in Yahudilere karşı giriştiği “pogrom”lardan farksızdır, hatta daha da zalimcedir.
12 EYLÜL’DEN SONRA ÜLKÜCÜLER
12 Eylül 1980 darbesiyle iktidara el koyan ordu, ülkücülerin devrimci güçleri sindirme fonksiyonunu devraldı. Bunun anlamı, ülkücülerin işlevinin bir dönem için devlet güçlerine havale edilmesiydi. O kadar ki, ordu, “tarafsız” bir görüntü vermek için yer yer ülkücüleri de hedef alan tutuklamalara girişti. 1980’li yıllarda bazı reaksiyoner ülkücü unsurlar da hapse atıldı ve yargılandı ama hiçbir zaman sol hareket ve Kürt hareketi kadar ağır baskı ve işkence görmedi.
1990’LARIN FAİLİ MEÇHULLER DÖNEMİ
Tansu Çiller’in 1990’lardaki başbakanlığı döneminde, devletin gizli örgütleri (Jitem, kontrgerilla vb) aydınlara ve Kürt işadamlarına karşı suikastlara girişti. Bu cinayetlerde bazı ülkücülerin rol aldığı bilinmektedir. Bunların en ünlüsü, 1978 yılında 9 TİP’li gencin boğularak öldürülmesinden aranan ve 1996 Kasım’ındaki Susurluk kazasında ölen, Ülkü Ocakları eski Ankara il başkanı Abdullah Çatlı’dır. Bu tür olaylara karışan bir diğer ünlü ülkücü ise Haluk Kırcı’dır.
BAHÇELİ İŞ BAŞINDA
MHP Başkanı Alpaslan Türkeş’in 1997 Nisan’ındaki ölümünden sonra, Temmuz 1997’de yapılan, sandalyelerin havada uçuştuğu kavgalı kongrenin sonunda Devlet Bahçeli MHP’nin yeni başkanı seçildi. Bahçeli’nin ilk işi, ülkü ocaklarını partinin sıkı disiplini altına alarak sokak çatışmalarından bir ölçüde çekmek oldu. Devlet Bahçeli, bizatihi aşırı reaksiyoner biri olmasına rağmen ülkücülerin sokak gücü olarak rol oynamasına taraftar değildi. Ülkücüler elbette sokaktan ve fakülte kantinlerindeki reaksiyoner saldırılardan bütünüyle çekilmemişti ama bu rolleri parti tarafından önemli ölçüde dizginlendi.
Bu, elbette MHP’nin reaksiyoner “takoz” rolünden vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. Tam tersine, Bahçeli, reaksiyoner söylemleriyle Türkeş’i bile geride bırakmıştı. Toplumdaki en ufak özgürlükçü ve ilerici kıpırdanışın üzerine bile ağzından ateşler saçarak saldırıyordu ama fiili saldırılarda ülkücülerin partinin denetim ve disiplininin dışına çıkmamasına özen gösteriyordu.
Bahçeli, aşırı sağcı reaksiyonun şu ya da bu sağcı gücün yedek saldırgan gücü olmak yerine, bizatihi parlamenter alanda da güç toplayan “kendi başına” bir güç olmasının gereğini kavramıştı. Bunu hiçbir zaman bu açıklıkla ifade etmemiştir ama aslında geçen yüzyılın sonundan beri izlediği çizginin anlamı budur: “Yedek güç” değil, “asli güç” olmak!
2000’LERDEKİ HRANT DİNK CİNAYETİ
2007 yılında Hrant Dink’i öldüren Ogün Samast’ın ülkücü hareketten olduğu her ne kadar somut olarak kanıtlanamasa da Samast’ın açıktan açığa ülkücü sembollere sempatisini belli etmesi, ülkücülerin ise ona olan yakınlıklarını saklamaya bile gerek görmemeleri, MHP’li ülkücülerle Ogün Samast’ın arasında en azından bir “ülkü birliği” olduğu izlenimini vermiştir.
AKP İLE İTTİFAK DÖNEMİ
“Parlamentoda güç toplama” çizgisinin ürünü olarak Bahçeli, ülkücü reaksiyonu, “parlamenter” MHP’nin arkasında konuşlandırdı ve parlamenter kadrolarını da oradan devşirdi. Keza Bahçeli, özellikle Cemaatçilerin tasfiyesinden sonra onlardan doğan boşluğu doldurarak MHP’yi AKP iktidarının başat müttefiki konumuna getirdi. Yaklaşık on yıldan beri de bu politikayı sürdürüyor.
MHP reaksiyonu, topluma karşı olduğu kadar, kendi içinde de mutlak bir “hizip tanımaz” monolitik yönetim tarzı uyguladı. Ülkü Ocakları eski Başkanı Sinan Ateş cinayetinin, son günlerde açıklanan cinayete ilişkin iddianamenin bütün gölgeleme çabalarına rağmen bu tarzın ürünü olduğunu düşündüren çok sayıda işaret var.
MHP “TAKOZ”U AKP ARABASININ ÖNÜNDE
AKP iktidarı, özellikle son yerel seçim yenilgisinden sonra, kendisini dibe çeken ağırlıklardan bir ölçüde kurtulmaya çalışmakta, fakat MHP bunun önüne “takoz” olmaktadır. AKP cephesinden gelen ve kuşkusuz Tayyip Erdoğan’dan da onay alan Tuğrul Türkeş ve Abdülkadir Selvi gibi politikacı ve gazetecilerin, Kavala ve diğer Gezi tutuklularına, hatta üstü örtülü de olsa Selahattin Demirtaş ve diğer tutuklulara karşı yumuşama sinyallerine ve beyanlarına karşı MHP cephesinin yaylım ateşe girişmesinin anlamı budur. Aşırı sağcı reaksiyonun cisimleşmiş hali olan Bahçeli ve MHP, böylesi bir yumuşamanın önünde başlıca engeldir, yani tarihi boyunca oynadığı reaksiyoner “takoz” rolüne sıkı sıkı sarılmış bulunmaktadır. Bu “takoz” çekilip atılmadan ne toplumun özgürlük yönünde bir gıdım ilerlemesi, ne siyasi ortamın yumuşaması ne de AKP’nin sıkıştığı dar aralıktan biraz olsun sıyrılması mümkündür.
Toplumun bugünkü acil sorunu, reaksiyoner MHP ve Bahçeli “takozu”nun özgürlükçü toplumsal gelişmenin önünden çekilip atılmasıdır.
Gün Zileli
11 Mayıs 2024