Masumlar Üzerine Söyleşi:
Burhan Sönmez – Gün Zileli
Mesele dergisinin Ağustos sayısında yayınlanmıştır.
Gün Zileli: Masumlar’da anılarla anlatılanların dışında iki temel karakter var. Biri, babasıyla İran’ı özdeşleştiren ve her ikisi de artık sadece belleğinde yaşayan Feruzeh, diğeri ise, çocukluğuyla vatanı özdeşleştiren ve büyüdükçe çocukluğu gibi vatanından da uzaklaşan Türkiyeli Brani Tawo’dur. Bu iki insanı, yabancısı oldukları ülkenin küçük bir kentinin cafelerinde, publarında, antika dükkânlarında bir araya getiren ortak duygu nedir?
Burhan Sönmez: “Kendini bil!” denir ilk çağlardan beri. Bu dilekle birlikte şunu düşünürüz: İnsan kendini nasıl bilebilir? Bunun yolu nedir? Masumlar’daki Brani Tawo ile Feruzeh, gurbete, daha doğrusu sürgüne düştüklerinde, kendilerini bulundukları yerde ve anda var etmeye çalışırlar. Bunun dayanaklarından biri hafıza ve anılar ise, diğeri de yeni mekân ve yerdir. Yeni yurtlarına dönüşen Cambridge’te cafeler, evler, mezarlıklar ve tren istasyonları, onların geçmiş zamanını bugünkü zamana bağlamanın araçlarıdır. Senin de yaşadığın bir duygu ve dünyaydı bu. Her şeyi yabancılar insan. Kendisini o yeni mekânın içinde bulurken, mekânı kendisinin dışında yani kültürünün ve alışkanlıklarının dışında hisseder. Bunu aşmak için geçmişi bugüne ve gurbeti sılaya bağlamak ister. Yaşamı sürdürmenin yolu bu: Arayış ve kendini yeni anda var etmek.
G.Z.: Evet, tren istasyonları… Roman da bir tren istasyonunda son buluyor zaten. Brani Tawo ile Feruzeh’in istasyondaki bu son sahnesini, birbirlerini bulmanın da ötesinde yurtlarına kavuşma umuduna açılan kapı olarak da okuyabilir miyiz?
B.S.: İki kişinin tren istasyonunda buluşması, hem onların yabancılığını anımsatır, çünkü yol gelmişlerdir, hem de onların yeni bir yaşamın durağına varmalarını gösterir. Bunun bir yanı onların geçmişi, yani geride bıraktıkları yurtları iken, diğer yanı onların geleceği, yani birlikte inşa etmeye çalıştıkları yaşamlarıdır. Bir tren istasyonu, tren istasyonundan daha fazla bir şeydir. Belki konumuzla ilgisi yok, ama söylemek istiyorum, bugünlerde bütün tren garları bana Haydarpaşa Garı’nı anımsatıyor. Haydarpaşa Garı, tasarlandığı anlaşılan bir yangınla kullanılmaz hale getirildi ve demir raylarından koparıldı. İstanbul’un bir parçası daha tarihinden, hafızasından, kentinden ve insanlarından koparılıp öldürülmeye çalışılıyor.
G.Z.: Doğru,kapitalizm tarihi garlarla, sinemalarla birlikte geçmişi de yok etmeye çalışıyor. Ama direnen, var olmaya ısrarla devam eden bir geçmiş var yanıbaşımızda. Örneğin Masumlar’ın önemli karakterlerinden Kewê. Sayısız çocuğunu kaybeden ve kocası da ölen Kewê, sonunda sırtındaki erkek ceketini çıkarıp yeniden evlenmeye karar verir. Artık çocuk doğuramayacak durumda olduğundan genç kumasını kendisi seçip yaşlı kocasından çocuk doğurtur. Kocası ona “neyin oldu?” diye sorar çocuk doğduğunda. Yani doğan çocuk aslında ne yaşlı kocanın ne de genç kumanındır; Kewê’nindir. Bugünkü kent kültürüne yüzyıllarca uzakta görünen bir kır kültürünü zaman ve mekân olarak çok uzakta değil, yanıbaşımızda görmek, hem de İngiltere’nin Cambridge gibi bir kentinin buzlu donuk camlarının ardından beliriveren bir hayalet gibi seyretmek sarsıcı gerçekten. Yazar, dünyanın farklı zaman ve mekânlarının birliğini ve farklılığını laboratuarda deneyler yapan bir simyacı gibi karıştırıp ortaya değişik alaşımlar çıkarmaktadır. Yaşam ve ölümün oluşturduğu alaşımdan acı ve hüzünle yoğrulmuş bir aşk mı doğmaktadır?
B.S.: Gurbet, simyaya yataklık eder. Orada, bilmediğimiz insanlar, nesneler ve duygularla karşılaşırız. Geçmişte bildiğimiz “eskiler” ile şimdide karşılaştığımız “yeniler” arasında kalmış hissederiz kendimizi. Geçmiş bizden uzaktadır, biz de şimdiye uzağız. Bu gerilimi aşmak, yani hayata devam edebilmek için, var olan şeylerden, var olmayan şeyler yaratmaya çalışırız. Masumlar’da Brani Tawo ile Feruzeh, günlük Cambridge hayatına, kendi eski hikâyelerini katarlar. Var olan dünyaya o dünyanın sözleriyle değil, kendi sözleriyle katılırlar, o dünyayı bu yolla benimser, şefkat gösterirler. Ölülere bakışları veya şiiri anımsamaları onlara özgüdür. Simya yöntemidir. Geçmiş ile şimdinin birliği kadar, kır ile kentin birliği de bu yolla gerçekleşir. Kewê neden aynı yola başvurmasın? Geç yaşında başka bir köye gidip evlendiği yaşlı kocasına genç bir eş alarak, onların çocuk yapmasını sağlar ve böylece kendisinin yapamayacağı yolla bir çocuk edinir, simyayla. Aşk da öyledir. Olmazları oldurur, düşenleri kaldırır, yenilenleri kurtarır. Ya da tersi: Korkusuzları korkutur, bilgeleri bilgisiz kılar. Weber’in deyişiyle, büyüsünü yitiren bir çağda, insanlar aşka öyle bir değer biçer ki, onu yeni bir büyüye ve yeni çağın simyasına dönüştürür. Edebiyat, o büyüden gerçek bir dünya yaratmaya çalışır.
G.Z.: O zaman edebiyatın kurduğu ve bizlere ilettiği o gerçek ama bir o kadar da hazin dünyaya çevirelim yüzümüzü. Masumlar’daki Küçük Mehmet’in öyküsünde bana çok hazin gelen bir şey var. Okula kendisini görmeye gelen annesinin şalvarından, eşarbından ve Türkçe bilmemesinden utanan Mehmet, biri şikâyet eder korkusuyla annesiyle Kürtçe konuşmaz. Ve genç yaşta ölen Mehmet, annesinin Kürtçe ağıtlarıyla uğurlanır. Sanırım bu tür yasakların pek geçerliliği yok artık. Evet ama anadilde eğitim yasağı hâlâ geçerli değil mi ve küçük Mehmet’ler hâlâ analarının dilini bir suç gibi omuzlarında taşımıyorlar mı? Kürtçeye sadece ağıtlarda izin verenler böyle yaparak aslında kadim bir kültürü bile bile mezara sürüklemiş olmuyorlar mı?
B.S.: Kürtçe hâlâ normal dil statüsünden uzak. Bugün de okullarda okutulmuyor. Bir devlet bakanı “Kürtçenin ilkelliğinden”, bir cumhurbaşkanı adayı “Kürtçenin bilim dili olmamasından” söz eder. Kendi zihinlerindeki dünyayı, Kürtçeye atfederler. O dilde yazılmış şiirleri, romanları bilmezler. Kölenin zihniyetinin efendinin zihniyetine benzemesini isterler. Onların hayalinde Cuma hep Robinson’a özenir. Kürt çocuğun, annesiyle Türkçe konuşmasının iki nedeni vardır: Birincisi, o dilin uğradığı baskıdan korkması ise; ikincisi, o dili daha aşağı hissetmesi ve diğer “makbul” dile, Türkçeye özenmesidir. Romanın o bölümünde, çocuk, annesinin dilinden olduğu kadar şalvarından, eşarbından da utanır. Daha kentli, beyaz, modern bir dünyaya özenir. İktidar kendi dünyasını yurttaşlarına sunarken önce zor araçlarıyla başlar, sonra özenti yaratmaya çalışır. İnsanlar zamanla, korktuklarından değil kendileri istediklerinden o “yolu” seçerler. Orwell’in 1984 romanındaki korku ve baskının yerini, Huxley’in Cesur Yeni Dünya romanındaki “iktidarın sunduğu mutluluğa özenme” duygusu alır. Masumlar’ın bir yerinde söylendiği gibi “köleler, efendilerine benzeyerek özgürleşme” yolunu seçer. Bunu aşmanın yolu ise, bilgi değil, bilinçtir. Kürtçenin veya başka bir dilin tarihini, kültürünü, birikimini bu bilinç sayesinde koruyabilir, insanlığın ortak geleceğine aktarabiliriz.
G.Z.: Roman, süzülmüş, inceltilmiş, çok rafine anlatımlar içeriyor. Örneğin şu satırlar: “Kapının önünden bir adam geçti. ‘Bu kim?’ dedim. Dayım, ‘jandarma’ dedi. Sonra fötr şapkalı bir adam geçti. ‘Bu kim?’ dedim. Dayım, ‘vergi memuru’ dedi. Radyoda birkaç kişi aynı anda konuşuyordu. ‘Bunlar kim?’ dedim. Dayım, “Ankaradakiler’ dedi. Radyodaki sesler azaldı, dayım ve annem sessizleşti. ‘Peki biz kimiz?’ diye sordum. İkisi birden bana baktı.” (s. 110) Ve sadece sessiz bakışlarda yanıtını bulan o “biz”in çocukları, Deniz adlı bir asiyi denizci sanıp aynanın içinde gizlice saklarken, bir gün onu devletin öldürdüğünü öğrenirler ve hemen ardından bir soru daha gelir: “Devlet kim?” Romanda açık bir yanıt verilmeyen ama bütün roman boyunca tanımlanan bir duruma ilişkin bir sorudur bu. O zaman bir soru da benden: Kim olduğunun yanıtı olmayan “biz”, hayat denen aynanın içinde, hakkında ne zaman soru sorulsa yerin yarıldığı, göğün gürlediği devletten hep saklanmak zorunda mıdır?
B.S.: Belki, devletin olduğu yerde “biz” diye bir şeyin var olması imkansızdır. “Biz” ancak özgürlüğün gerçekleştiği yani devletin, otoritenin ve sömürünün tükendiği yerde kendisini açık ve bütünlüklü ifade edebilir. Çocuklar bunu sezer, ama bilmez. Yetişkinler bilir, ama bilince çıkaramaz. “Biz” bilincinin başladığı yerde, özgürlük başlar. Bunu saklamak yerine açığa çıkarmayı dileriz. Ama hayat her zaman bize göre işlemez. İnsanlar korkar. Korktukları için “biz” yanlarını gizlerler. Bu toprakların tarihine baktığımızda, neden azınlık kimliklerin uzun yıllar kendilerini gizlemek zorunda kaldıklarını anlarız. “Biz” dedikleri için katledilen insanların coğrafyasında, “biz” kolay ifade edilemeyebilir. Edebiyatın işi, bunun duygusunu kavramak, “biz”i sormak, ve onu yeni bir boyutta var etmektir.
G.Z.: Romandaki, özellikle Haymana’yla ilgili tekrarlanan güçlü imajlardan biri de “kırmızı rüzgâr”. İmaj güzel de, ayrıca Haymana’ya ilişkin somut bir anlamı da var mı, merak ettim. Kırmızı rüzgâr, aynalar, siyah atlar, boz ayılar… artık batıp gitmekte olan bir dünyanın sembolleri olarak mı yer alıyor romanda?
B.S.: Cevaplamakta zorlandığım bir soru bu.
G.Z.: Cevap vermekte zorlandığın başka soru var mı?
B.S.: Evet. İki soruya ne cevap vereceğimi bilemem. Birisi, “yazdığınız şey, yaşanmış bir olay mı, yoksa sizin kurgunuz mu?” diye sorulur. “Gerçeğe” dair bu soruya vereceğim hiçbir cevap, benim zihnimdeki cevap değildir. Bu soru, Masumlar romanı hakkında dile getiriliyor. Bir Dersim Hikâyesi kitabına yazdığım “Tarih Öncesi Köpekler” hikâyesinin gerçek olup olmadığı da çok soruluyor. Zorlandığım diğer soru ise, “yeni romanınız ne zaman bitecek?”
G.Z.: Peki, ben bu soruları değil, romanının çevirisiyle ilgili sorayım o zaman. Masumlar birkaç dile çevrildi. İngiltere’de, İtalya’da, Sırbistan’da yayımlandı. Oralarda etkinliklere katıldın. Senin dilini ve kültürünü bildiğin Türkiye’deki okur ile yurtdışındaki okurun bakışı farklı mı? Ne dikkatini çekti?
B.S.: Genel, ortak duyarlılıkların yanı sıra farklılıklar da var. Aynı şey, buradaki okurlar için de geçerli. Masumlar Türkçe yayımlandıktan sonra en çok ilgimi çeken şey, okurların, kitaba dair yargılarının farklılıklar taşıması. Biliyorsun, roman iki katmandan oluşuyor, yarısı Haymana Ovası’nda, yarısı Cambridge’te geçiyor. İki bölümün dilleri de birbirinden farklı. Kimi okurlar, Haymana Ovası’nda geçen masalsı bölümleri severken, kimisi de, Cambridge’te geçen dolayımsız, düz anlatımı sevdi. Bu ikisi arasındaki anlatım farkı, diğer ülkelerdeki okurların da vurguladığı bir yan. Ortak yargılar oldukça fazla. Masumlar Türkçe çıktığında pek çok eleştiri yazısında, kullandığım dil Marquez’e benzetilmişti. Birkaç ay önce İtalya’da katıldığım bir fuarda benzer şeyler söylendi. Roma’daki bir radyo programında, sunucu kitabımı tanıtırken, Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanında yarattığı Macondo köyüne benzer bir Haymana yarattığımı belirtti.
G.Z.: Çeviri konusunda ne düşünüyorsun? Çeviri, metnin özünden bir şey eksiltmiyor mu?
B.S.: Doğru, ama bu yalnızca çeviride karşılaşılan bir sorun değil. Her okur, bir çevirmendir. Metin artık yazarın dilinden çıkar, okurun algı ve yorum alanına girer. Okur, metni kendi birikimiyle yorumlar. Onun yorumladığı metin ile yazarın aklında kurduğu metin aynı mıdır? Tartışılır. Yazarın dilindeki roman, okurun diline çevrilir.
G.Z.: Biraz da genel olarak roman üzerinde konuşalım diyorum. Türkçe romanda son yıllarda bir patlama olduğu biliniyor. Bu patlama, görüldüğü kadarıyla, niteliksel olmaktan çok niceliksel bir özellik taşır gibi. Ne demek istersin bu konuda?
B.S.: Bu Türkiye’den ziyade romanın dünya genelindeki durumuyla ilgili. Her yerde roman yazımında ve yayımlanmasında bir tür patlama yaşanıyor. Tiyatronun yerini sinema, şiirin yerini roman alıyor. Nicel patlamada, “popülerlik” “edebiliğin” önüne geçiyor. Piyasa “çok-satanların” peşinden koşarken, edebiyat dünyası “uzun-satanların” arayışındadır. Yani bir yıl çok satanlardan ziyade, on yıl, yirmi yıl sonra da okunan eserler arar. Bu kalabalık pazarda, bugün, iyi pek çok yazarın adı bilinmez hale gelebilir. Ahmet Hamdi Tanpınar “suskunluk suikastına” uğradığını söylemişti. “Kitap piyasası” edebiyat piyasasının yerini almaya çalışırken, pek çok yazar zamanın insafına terk edilir.
G.Z.: Son günlerde Taylan Kara’nın açtığı, anaakım medyada olmasa da daha marjinal sosyal medya çevrelerinde yankılanan bir tartışma var: Edebiyat ödülleri meselesi. Taylan Kara, bütün jürilerde hep aynı kişilerin yer aldığından, bu kişilerin bütün eserleri hakkıyla incelemesinin zaman olarak imkânsız olduğundan, hatta ödüllerin piyasaya ayarlı olduğundan ve torpil mekanizmalarından da azade olmadığından söz ediyor. Sen ne düşünürsün?
B.S.: Her işin iyisinin olduğu yerde kötüsü de var. Ben avukatlık mesleğinden geliyorum. Çok kısa süre icra ettiğim bu meslek, kamuoyunda genelde olumsuz yargılarla anılır oldu. Avukatların yalancı olduğu, suçluları koruduğu, masum insanları sıkıştırdığı söylenir. Bir Amerikan filminde gördüm: Adama cehennemi dolaştırıyorlar. Her bölümde cezanın dozu artıyor. En ağır cezanın olduğu yere gelince, “burası avukatların bölümü” diyorlar. Oysa biliyoruz ki bu mesleği hakkıyla yerine getiren, hukukun ve adaletin şanını koruyan çok sayıda avukat var. Aynı yargıyı gazetecilik veya başka pek çok alan için de söyleyebiliriz. Edebiyat da bundan azade değil. Edebiyat jürileri konusunda benim sorunlu gördüğüm yanlardan biri, ön elemelerin yapılmaması, jürilerin önüne, bütün başvuruların yığılması. Zaten başka yoğunluklara da sahip bir jüri üyesinin, birkaç hafta içinde bazen yüzden fazla dosyayı hakkıyla okuması mümkün mü? Oysa, ödül kurumlarında bir ön-jüri olsa ve ilk okumaları yaparak, genel bir ortalamayı geçen eserleri seçse, jürilerin işi de kolaylaşır. Bundan sonra, artık Batı ülkelerinde oturmuş bir usulle, iki aşamalı seçim yapılsa. İlk aşamada, jürinin beğenisini kazanan on veya yirmi kitaplık bir uzun liste açıklansa; ikinci aşamada ise bu liste içinden beş veya on kitaplık bir kısa liste belirlense. Ardından gelecek ödül seçimi, böylece birkaç aşamadan geçerek sadeleşecek ve edebiyat kamuoyunun da ilgisini çekecektir.
G.Z.: Zor bir soru sorayım: son zamanlarda beğendiğin birkaç romandan söz edebilir misin?
B.S.: Leyla Erbil’den Kalan, Tayep Salih’ten Kuzeye Göç Mevsimi ilk aklıma gelenler. Sorunun zorluğu şu: Bu soruya karşılık verebileceğim pek çok kitap adı biraz sonra aklıma gelecek ve ben onları bu söyleşiye katma imkânından uzak olacağım.
G.Z.: Piyasa ilişkilerinin, tanınmamış iyi romancıların önünde önemli bir engel olduğu düşünülüyor. Bu konuda bir şeyler söylemek ister misin?
B.S.: Piyasa neyin önünde engel değil ki? Postmodern çağın piyasasından nasibini alan edebiyatta da yeni varoluş biçimleri gözleniyor. Umberto Eco’nun “çifte kodlama” diye adlandırdığı, benim şahsen pek hazetmediğim veya alışamadığım yeni roman yazımları gelişiyor. Romanda, genel sınıflandırmalar yapılır: “Edebi romanlar ve popüler romanlar” ayrımı bunun en yaygın olanı. Sinemada da vardır, “sanat filmleri ve ticari filmler” gibi. “Çifte kodlama” tarzını kullananlar, hem nitelikli/edebi roman yazıyor, hem de bunu en geniş kesimin zevkle okuyabileceği bir şekle sokuyor. Yani “edebi” ve “popüler” yanları birleştiren bir tarz geliştiriyor.
G.Z: Reçelli turşu gibi bir şey olsa gerek! Çok sağol Burhan
B.S:. Sen de…
31 Temmuz 2017
***