Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Kürt Hareketi Yeni Bir Yarılmanın Eşiğinde…

Kürt Sorunu

images (3)indir (4)

Şimdi İngiliz yönetmen Ken Loach’un, Türkçeye “Özgürlük Rüzgârı” adıyla çevrilen, 2006 yapımı, İrlanda kurtuluş mücadelesinin 1920’lerdeki bir kesitini anlatan Wind That Shakes the Barley filmini seyretmenin tam zamanıdır. Filmde, Britanya Krallığı ile IRA arasında imzalanan “barış anlaşması”ndan hemen öncesi ve sonrası anlatılır. Kısaca söyleyecek olursak, barış anlaşmasını imzalayan İrlanda Cumhuriyetçileri, İrlanda’da nizamı sağlamaya girişen resmi devlet gücüne dönüşür ve anlaşmayı kabul etmeyen direnişçi İrlandalıları silah yoluyla bastırmaya girişirler. Filmin bundan sonraki son derece dramatik sahnelerini anlatmamak en iyisi.

AKP hükümeti, “barış süreci”ni “yasal güvence” altına alan bir tasarıyı meclise sevk etmiş. Burada ayrıntılara girecek değilim. Bana öyle geldi ki bu tasarı, “barış süreci”nden çok, görüşmeleri yürütecek devlet görevlilerine yasal koruma sağlamayı amaçlıyor. Tabii bir de, silah bırakacak olanlara bazı “güvenceler” söz konusu. Geçmişteki pişmanlık yasalarında da buna benzer güvenceler tanınıyordu. Bu seferkinin farkı, silah bırakacaklardan bir “pişmanlık” beyanı talep edilmemesidir.

Öte yandan, ben yasada Kürtlerin temel talepleriyle, örneğin en temel taleplerden olan “ana dilde eğitim”le ilgili herhangi bir şey göremedim. Bilmiyorum, belki bunlar daha sonraki süreçte gündeme gelecektir. Fakat ne olursa olsun, bana kalırsa, Kürt halkını bazı hoş olmayan sürprizler beklemektedir.  Kısacası, bu devlet, Kürt direnişini kırdığını düşündüğü an, temel haklardan hiçbirini kabul etmeyecek, Kürtlerin üst tabakasını kendi tarafına çektikten ya da en azından tarafsızlaştırdıktan sonra orta vadede hareketin plebyen kesimini bilfiil ezmeye girişecektir.

Olacakları şöyle bir senaryo üzerinden izleyebiliriz gibi geliyor bana: Çok uzak olmayan bir gelecekte PKK, lideri Abdullah Öcalan’ın yönlendirmesiyle silah bırakımına gidecek ve dağdan inecektir. Abdullah Öcalan, belki yine çok uzun olmayan bir ev hapsi aşamasından sonra serbest bırakılacak ve bilfiil siyasete girecektir. PKK, legal bir siyasi parti olarak örgütlenecek, bugünkü legal yapıları da içine katarak seçimlere girecektir. Aynı zamanda Kürt siyasal hareketi (yasal PKK), Kürt burjuvazisinin temsilcisi olarak Kürdistan’da gelişmekte olan yeni elitlerle kaynaşacak ve devletin buralardaki güvenliğini güvence altına alan fiili bir kolluk kuvveti olarak da görev yapacaktır.

En önemlisi, Kürt burjuvazisiyle bağlarını iyice güçlendirmiş ve yerel yönetimlere de hâkim olmuş Kürt siyasal hareketiyle, bugüne kadar bu hareketin esas yükünü çekmiş tabandaki plebyen Kürt hareketi (yoksul Kürt gençlerinin ve Kürt yoksul köylülerinin oluşturduğu hareket) arasında fiili bir yarılma ve kopuş yaşanacaktır. Devletin ikbal kapılarından pay alan ya da yeni yatırım olanaklarını değerlendiren elit kesim, plebyen hareketin muhalefetini uyuşturmaya, olmadı fiilen bastırmaya çalışacaktır.

Son derece ilginçtir ki, “geri” denen Kürdistan’da, bugüne kadar Türkiye’nin bütününde görülmemiş ölçüde gelişkin ve keskin bir sınıf mücadelesi yaşanacaktır. Öcalan’da bugün kendi devrimci idollerini ve sınıf özlemlerini gören yoksul Kürt gençleri ve yoksul Kürt köylüleri, karşılarında devletin polisiyle o güne kadar inandıkları liderlerini kol kola gördüklerinde elbette sarsılacaklardır. Wind That Shakes the Barley. Sınıf mücadelesi rüzgârı yeni boy veren buğday başaklarını sarsacaktır. Ama belki de bu sarsıntı onlarda yeni bir bilinç sıçramasına yol açacaktır.

Nasıl? Ulusal özlem ve taleplerin bile gerçekten hayata geçmesinin, esasında ulusal bir sorundan çok, bir sınıf sorunu olduğunu görmelerine yol açarak.

 

Gün Zileli

26 Haziran 2014

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

152 Comments

  1. Anonim

    Hayatini sevmedigin surekli kotuledigin kurt hareketinin ustune yorum yapmakla gecti tuturamadin simdide kurt hareketiyle bu hareketin tabanin arasi gelecekte nasil acilir diye dusunmekle gecir boyle boyle bu bekoluktan vazgecme olunce aramiza çalı olarak girer ayirirsin surada uc bes çocugu ikna edemiyon yemedin zilgit kalmadi bu hareketi elestirmek neyine beyaz turklugu birak biz kurtler kendimizi dusunuruz senin ufuksuz ongorememelerine kalmadik sen yine tkp perincekfalan yaz bildin sevdin alan nede olsa yaslı kurt

  2. Anonim

    Ha ayrica kurtlerin beceriksiz olduna o kadar inamissinki sana tavsiyem koylu maho aga filmleri fazla izleme onlarinda yaptigi ortada kurtleri asagilamaktan vazgec onlardaki ufuk sende tınne aklini fikrini tayyiple bozmusun bu sekilde kurtlerin beyni yok tek senin ve senin gibilerin var yasli kurt komiksin

  3. Anonim

    Bu konudaki görüşlerinizi gelişmelere bağlı olarak sık sık paylaşırsanız çok sevinirim. Hatta genel olarak Kürt hareketinin geçmişi, bugünü ve geleceğini özetleyen bir yazı yazarsanız daha da sevinirim.

  4. O.Gürsel

    Tespitlerinize katılıyorum… Süreç en azından Dünyadaki ve bölgedeki sosyalist güçlerin zayıflığı da göz önüne alındığında, kaçınılmaz olarak ve Klasiğe uygun, Ulusallık, sonunda burjuva karakter kazanacak…
    Dört parçanın, İran hariç 3 parçasının bir araya gelme hikayesi de ayrı bir “analiz” konusu…
    Yine de… Bu Kürt Halkının binlerce yıllık kaderinin sürüklediği süreç…. Er ya da geç olmalıydı; olsun bakalım… Belki de birleşmek için önce ayrılmak gerekiyor…
    Oldukça karmaşık “ince analizler” bir yana ama sanırım bu “hikayenin” sonunda burada “egemen halkın”, “ezilen ulus” meselesinde ve “insani” olarak “sınıfta kaldığını” söylemek gerekecek…
    Aslında Türkiye’li” Burjuvazi sonuç olarak “karlı” çıkacak; Kürt burjuvazisi ile birlikte “iyi para ” kazanacaklar… “Kürt Memet” yine nöbete dikilecek…
    Başka nasıl olabilirdi ki…
    Hadi çekinmeden söyleyelim… Uygun konjonktürde A. Öcalan’dan iyi bir Stalin olurdu değil mi?
    Böylesi daha iyi! Biz aldatılmış insanlarız!
    Bizim “insan” olarak “toz konduramadıklarımız” neolitik dönemin varlıkları! Tinsel, insani gerçeklikleri ile bir değer veriyoruz onlara; ama onlar kendi tarihsel-kültürel varlık oluşlarına ait bir değeri taşıyorlar… Seçimlere ait hayal kırıklıklarımız da aynı tarihsel olgudan kaynaklanıyor….
    Dediğiniz gibi, Kürt Uluslaşma süreci de sonunda Kürt Burjuvazisinin eline olgunlaşmış, dalından kopartılarak, “buzlu bir tabakta” meyve olarak sunulacak… Daha da berbatı, korkarım bu “meyve” yanında rakı değil, Viski olacak…

  5. Anonim

    eyide kuyrukçu sol a ne deyecez…adamlarda hiç yarilma marilma olmuyo…

  6. Sezin

    Doğru gözlemler, önemli bir analiz.. Siyasal elitler açısından akp’nin gelişme sürecine benzemiyor mu?

  7. Anonim

    dogru tespitler yanlis öngörüler. kürt halki ve kuyrukçu sol da yarilma felan olmaz. biat kültürü sinif çeliskisinin önüne geçmistir. bu politik kültür sinif çeliskilerinin bilinçli politik pratik tavir olmasina engeldir. Alt yapinin üst yapiyi belirledigi tezini kabaca kavrayip bu kaba kavrayisin bir dogru cikarsamasi olarak red eden zileli, bu yazisinda elestirdigi kaba marxist metodla yarilma bekliyor. son cümle dogru. ama plebyen kesimlerde bir bilinc fqrklilasmasi kendiliginden olmayacaktir. bir politik özne olmadan bu mümkün degil. böyle bir politik özneyi devletten önce apo pkk ve kuyrukçu sol ideolojik fiziki olarak ezer. apo birakin pkk ve kürt halkinin radikal mücadele hattini düzen içine tasimayi, türk solunun radikal kesimlerini bile adam etme görevini üstlenmis durumda. HDP HDK nin gercek kurulus gerekcesi budur. ödp ye savrulan tehdit, diger radikal sola atilan dayaklar hep bu gercege isaret eder. bir yandan zorbalik, bir yandan en liberal söylem. ve beyinsizlesmis bir iki liberal slogani geveleyen kuyrukcu sol. her türden elestriye kurt dusmanligi vs ile yanit veren bir beyisnsizlikte yarilma olmuyorsa halk kesimlerinde nasil olsunki???

  8. Anonim

    haine hain diyemeyenler esyayi adi ile cagiramayanlar ihanetin girdabina cekilirler.

  9. Anonim

    kürt hareketi bir örgüt tarafindan pkk tarafindan kürt halkinin çeliskilerinin özlemlerinin yukaridan asagiya örgütlenmesi ile olustu kendiliginden degil. kendiliginden bir yarilma bu yuzden beklenmemelidir..

  10. Anonim

    PKK silah birakimina gitmesinden daha beter isler olacak. Teslim Töre gibilerinin öngördügü ve utanmadan savundugu gibi, kuzeyde(yani turkiye kürdistani) PKK nin silahli faaliyeti sonlandirilacak, diger bölgelerde (güney ve bati) da büyük türkiye yeni osmanli söylencesi icinde turkiye emperyalizm baglaminda kullanilabilecek (bunu pkk ve kuyrukcu sol demokratik ortadogu yalani ile destekleyecek) bir askeri politik güç olarak boy gösterecektir PKK..Bu baglamda elestrilerde bulunanlar sovenizm ile suclanacak, ama türk egemenlerinin oyuncagi olmak gibi asil sovenizm demagojik olarak gözden kacirilacaktir vs vs..

  11. haydi hayirlisi

    Kurtler; CHP&MHP ikilisinin kurtler icin dost oldugunu bilmiyorlar.

    Her zamanki gibi cikarci bakiyorlar. CHP milletvekileri, tabani, MHP ( Devlet Bahceli ) kurtlerin dostudur. Parti icinde bircok kurt vatandas var. Nedir bu AKP nin pesinden gitmeler. Aptullah Ocalan ihanet potansiyeli. Geldi kurt mucadelesinin ustune oturdu. Hazircanak. Kurt halki aslinda bu adami sevmiyor. Kimdir bu Apo nereden geldi kurtlerin basina, ne yapmista bu mevkiye cikmis?
    1968 de basliyan devrimci kurt orgutleri bu gune kadar mucadeleyi getirdi. Devlet bunu ortbas edip gorevi Apo ya verdi. ihtirazim var.

  12. haydi hayirlisi

    Bir yarilsa hemen hepbirlikte kina yapariz. yasasin.

  13. soruYorum

    daha o zamanda değiliz bence…öncelikle türkiye-kürdistan (bakur-kuzeyin başur-güney ve rojava ile bütünleşmesi anlamında) federasyonu, ardından rojhilatın (doğu-iran kürdistanı) kopuş-koparılma süreci var…bu süreç boyunca yarılma olmasını beklemiyorum.

    bu olmaktayken, burjuva kürt sınıfı barzanici kdplişerek kürdistan akpsi olacak. bir kısım islami kesimler ise “islami birlik-yekgıtu içine dahil edilecek ki zaten bunların alt yapıları hazırlanmakta (tkdp ve hüdapar). ama pkk bu süreç boyunca (bu ayrılan küçük gruplar hariç), bütünlüğünü koruyacak.
    talabanici ynk ve goran-değişim hareketi sosyal demokrat hareketleri oluşturacak

    ancak bu safralarını attıktan sonradır ki, pkk bir emek sınıfı partisine dönüşecek…

    birilerini ise kınalarıyla kalakalmış görmeye devam edeceğiz.

  14. hortlak

    Kürt sorununda gelismeler oldugunda hep Gz liye kötü kötü rüya görmesine neden oluyor..

    Eski dostlarida öfke,panik icinde..

  15. Akın Evren

    Kürt toplumunda sınıflar yok mu ki, çatışması olmasın! Gün sadece malumu ilam ediyor. Ah bu eski Maocular yok mu?

  16. Mülayim Sert

    6 maddelik tasarının düşündürdükleri:

    1) Pakette içerik yok, sadece yönteme dair. Bugüne kadar pratikte açıktan ama kağıt üzerinde gizli işleyen süreci meclisin hükümete yetki vermesi yoluyla yasallaştırma amacı var. Bu gerekliydi ve PKK’nin de talebiydi.

    2) Cezai bağışıklık maddesi ile örneğin Kandil’de PKK ile görüşen MİT’çilerin, İmralı’ya gidip gelen HDP MV’lerinin hatta Erdoğan’ın ileride vatana ihanet gibi bir suçlama ile karşı karşıya kalması önlenecek (bkz. Cemaat ve Oslo krizi). En azından ilk görüşte bunu düşündürtüyor ancak,

    2a) Bu kanun, ileride süreçten vazgeçecek örneğin MHP karakterli bir iktidarın “vatan hainlerini” geriye dönük kovuşturmasını gerçekten engelleyebilir mi? Bilemiyorum. Öyleyse bu ancak zaten yenilmiş olan Cemaat’in operasyonlarını engellemek için kullanılabilecektir, yani pratikteki durumu teyittir yeni bir aşama değildir.

    2b) Cezai bağışıklık diyince müzakereleri düşünüyoruz ama “güvenlik için” yapılacak bir takım karanlık işlere de kalkan olarak kullanılmasın bu yetkiler? Aklıma gelmişti, Kılıçdaroğlu da “yeni faili meçhullere kapı açar” diyerek buna dikkat çekiyor. Yersiz bir kaygı mı ve Kılıçdaroğlu mızıkmak için mi bunu söylüyor yoksa gerçek bir tehlike mi, mesela Paris’teki 3 PKK’li yöneticinin infazı (unutmuştuk değil mi) MİT tarafından yapılmış ve Öcalan ile yürütülen süreç ile alakalı ise vay ki vay bundan sonra atış serbest mi başka “uyumsuz” PKK’lilere.. Bu konuya bir açıklık çok iyi olurdu, paranoya mı yapıyorum..

    3) Kanunun “zamanlaması manidar”. Sürecin muazzam içerik ihtiyaçları karşısında (karakollar, ana dil, yerel yönetimler, KCK tutukluları, tarihsel özür, ekonomik önlemler vb.) yönteme dair bu “açılım” AKP’nin ittifak karşılığı gıdım gıdım verme politikasının devamı. Tamamen CB seçimlerinde Kürt ve barış oylarını toplamaya dönük. Bu oyalama hiç bir zaman bitmeyecek, ve hep RTE’nin kendi iktidarını betonlaştırması koşuluyla işlemeye devam edecek. Hep aynı hikaye.

    4) Bu sürecin devamı için RTE’nin iktidarına daha da destekler talep edilecek. Bunlar nedir, anayasayı değiştirmek için gereken 2/3 MV oyu, başkanlık veya benzeri sistem için gereken oylar vs. AKP’yi Kürtlere mahkum eden şu bir türlü aşamadıkları %50 oy sayısı. %45’lerde takıldılar ve HDP’nin o %5’ini destek olarak çok istiyorlar. Yoksa öteki %50’nin bloklaşıp iktidar alternatifi olacağından korkuyorlar. RTE’nin derdi kendi islami dikta rejimini tam olarak kurmak ve başka da hiç bir şeyi gerçekten önemsediği yok. Dolayısıyla eğer ki bir gün AKP oylarını %55’e filan ulaştırırsa HDP’yi bir güzel satacaktır hiç kuşkunuz olmasın. Zaten oyalamaktan başka birşey yapmıyor. Oylarını da bu kutuplaşmadan sonra ancak “demografik mücadele” ile arttırır ki buna çok önem veriyorlar, sürekli okullarla oynamaları, kültür savaşları, 3 çocuk vs. çabaları bundandır. Bu yöntem 3-5 yılda sonuç vermez ama AKP gibi 10-15 yıldır başta olan, “hedef 2023” bir 10 yıl daha başta kalmayı düşünen bir parti için sonuç verir. İktidarın, devletin, yandaş medyanın, hayır kurumlarının bütün olanaklarıyla kendilerine uygun özneleri yetiştirmek için sabırla uğraşıyorlar. Zaman bu açıdan lehimize işlemiyor.

    5) Tüm bunlar düşünüldüğünde GZ’yi fazla “iyimser” buldum. Kürt hareketinin sistemle entegre olup burjuvalaşarak Kürt emekçileri satacağı senaryosu bile fazla iyimser. AKP’nin Kürtler’i satma ve “milli” statükoya dönmemiz ihtimali bu senaryoya kıyasla bence %90. Ben hala Öcalan’ın dışarı çıkartılmasının toplumca sindirilebileceğini de düşünmüyorum. Oyalamaca üzerinden giden sürece, katil ve hırsıza güven olur mu hiç..

  17. acı var mı acı

    ilk yorum canını acıttı mı gün zileli? niye cevap yazmıyorsun?

  18. Anonim

    Milletime yok izmihlal

    “Milli benliği bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar mı? Bunun örneği var mı? Yoksa safsatadan ibaret mi?” diye sormuş Uğur Sevi.

    Milli benliği bilmeyen milletler zaten millet olmazlar. Ya da o millet olmazlar, başka millet olurlar. Millet subjektif bir varlıktır; millet olma şuuru yoksa millet olmaz. Falan değil filan millete mensup olmaktan ötürü kimsenin mutsuz olduğunu duymadım.

    Dedesi Ahmet olduğu halde adı Yorgo olanların, ya da dedesi Yorgo olup kendi Ahmet olanların, bu durumundan ötürü karalar bağlaması nadirattandır. Aksine, “şaraptan dönme sirke keskin olur” ilkesi uyarınca, çoğu zaman, milliyetlerini daha beter bir gururla taşırlar.

    “Yem olmak” nedir, bilmiyorum. Ama başka bir milletin altında ya da yanında, bir tür üvey kardeş gibi yaşayanlar, milli benliğini bilmeyenler değil, bazen hastalıklı bir inatla bilmeye devam edenlerdir. Bkz. İskoçlar, Basklar, Fransız Quebec’liler, Kürtler, Osmanlı Ermenileri. Bugün “Fransız” olmuş Normanları veya Burgonları, yahut “Türk” leşmiş Türkmenleri kimselere yem olmakla suçlayan mı var?

    http://nisanyan1.blogspot.com/2014/06/milletime-yok-izmihlal.html

  19. Anonim

    Bağımsızlık Heyecanı

    Burası Ortadoğu. Yıkılan bazı dikta yönetimlerle beraber haritaların değişmeye başladığı ve yeni yeni devletlerin görünmeye başladığı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu yeni durum egemen devletlerin huzurunu kaşırırken, devletsiz Kürdlerin de umutlarını tazeledi ve fazlasıyla heyecanlandırdı.

    Kürdler, yeni durumda sadece ve sadece ulusal çıkarlarına göre pozisyon almalıdır. Çünkü dünyadaki tüm ilişkiler çıkar üzerinedir ve tüm ilişkilerde taraflar kendi ulusal çıkarlarını düşünüyorlar. Bu gerçekliğe rağmen her zaman Kürdlere ideolojiler ve inançlar vasıtasıyla kendi çıkarlarında uzaklaşmaları sağlandı. Ama artık Kürdler bu oyunları boşa çıkarmalı ve kendi Ulusal çıkarlarını her şeyin önüne koymalıdır. İdeolojilerle ve inançlarla Kürdleri bu ulusal davadan uzaklaştırmaya çalışan kimseye itibar etmemelidirler…

    1923 te lozan ile şekillenen Kürdistan’ın işgal ve acı tarihi, artık değiştirilmelidir. Bu gün bunun koşulları vardır. Yeter ki ne istediğimizi bilelim ve haklı davamızda kararlı olalım…

    Güney kazanımı, uluslar arası güçlerin kavgası sonucu elde edilen bir kazanımdır. Uluslar arası güçlerin çıkar çatışmalarına alet olmadan bu çelişkilerden yararlanmalıyız ve Güney’deki fiili devlet durumunu hukuki temellere oturtmalıyız. Yani bağımsız devlet olmalıyız.

    Güney’deki kazanım diğer parçaları da direkt etkilemiştir. Şayet Güney2de bağımsızlık ilan edilirse, diğer parçalara yansıması çok hızlı olur ve bağımsız birleşik Kürdistan hayal olmaktan çıkar, gerçek olur…

    Birileri hala işgalcileri demokratikleştirmek hikayeleriyle Kürdleri oyalamaya çalışırken, bağımsızlığın sembolü olmuş Başkan Barzanî’nin ulusal duruşu bağımsızlıkçıların ortak duruşu olmalıdır.

    Her namuslu Kürdün ve Kürdistanlının görevi, yaşanan bu tarihi süreçte bağımsız Kürdistan için canla ve başla çalışmaktır. Bu amaçla mücadele eden herkes ortak hareket etmeli ve bir an önce tavrını net olarak ortaya koymalıdr. Ve hemen bu amacının gereği olarak paratik adımlar atmalıdır…

    Özgür Amed

    27.06.2014

    http://www.nasname.com/a/bagimsizlik-heyecani

  20. Anonim

    HDP ve Aleviler

    Hasan Ali KIZILTOPRAK
    Güncellenme : 27.06.2014 02:04
    Pir Sultan Abdal’ım ey Hızır Paşa
    Yazılan gelirmiş her daim başa
    Beni hasret koydun kavim kardaşa
    Katip arzuhalim yaz yare böyle

    Sivas katliamının 21. yıldönümü. Acının ateşle eşleştiği 2 Temmuz’un arifesindeyiz. Alevi kurumları Madımak Oteli’nin önünde toplanacaklar. Her yıl olduğu gibi bu yıl da katliamın asıl sorumlularının ortaya çıkarılması, Madımak Oteli’nin (Kamulaştırıldıktan sonra Sivas il Özel İdaresi’ne devredilip, şimdilerde Bilim ve Kültür Merkezi olarak adlandırılan yer) utanç müzesine dönüştürmesi talebini dile getirecekler.

    Cumhurbaşkanı seçimleri vesilesiyle siyasal tercihleri iyice deşifre olan siyasi partiler başta CHP, Alevililerin yalnızlığını bir kez daha ortaya koyarken, HDP Alevilerin beklentilerinin tek temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır. Bu durum yıllardır Kürt siyasetine karşı barajlama misyonu üstlenmiş, böyle bir misyon içinde tutulan kesimleri bile alternatifsiz bırakmıştır. Devlet, devletin siyasal partileri iki adayla siyasal İslam’da karar kılmıştır. Ve Ortadoğu’daki gericiliğe IŞİD şahsında esen rüzgara teslim olmuştur. Bu durum HDP’yi tüm umutların birleştiği parti yaparken, ezilen halkların inançların ve emeğin birleştiği bir merkez olma fırsatı vermiştir. Önümüzdeki en önemli soru bunun pratik temsili ve örgütlenmesinin nasıl olacağıydı ki; HDP aynı zamanda nasıl olunması gerektiğini de kongresinde ortaya koymuştur. Tüm farklılıkların zenginlik olduğu bir ülke…

    Bu zenginlik içinde tabii ki büyük bir kitle ile Aleviler durmaktadır. HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş bir gazeteye verdiği demeçte “Alevilerin partimizde güçlü temsilcileri var. Aleviler adına konuşmayı bile kendimizde bir hak olarak görmüyoruz. Talepleri neyse aracısı olacağız.” diyerek tam da Alevilerin beklentilerine cevap oldu. Alevilerin duymak istediği mesajı birinci ağızdan dillendirdi. Katıldığı bir televizyon programında da bu yıl da Alevilerle birlikte Sivas’ta, Madımak Oteli’nin önünde olacaklarını söyleyerek, Alevilerin yalnız bırakılamayacağının resmini çizdi. Önümüzdeki dönemde kendisini daha net olarak gösterecek olan Alevilerin HDP şahsında, Kürt siyasal hareketiyle kaderini ortaklaştırması süreci kendi içinde tehlikeleri de barındırmaktadır. Özellikle Kürt siyasetini Alevi Kurumlarıyla çatıştırmak suretiyle, Kürt siyasetini kendisine mahkum etmeye çalışan HDP içi yaklaşımlar görülmelidir. Buna karşı durulmalı ve Alevi hareketinin yönü iyi okunmalıdır. Kürt siyasal hareketine doğru yol alan Alevilerin önünü açılmalıdır.

    Alevileri, Kürtlerle çatıştırmak suretiyle bugüne kadar Aleviler üzerinden siyaset yapan, devlet merkezli siyasal yaklaşımlar ve asimilasyon temelli örgütlenmeler iyi görülerek bunun artık zeminin kalmadığı bilinmelidir. Aleviler içinde artık kendi kendisini teşhir eder bir duruma düşen, itibarsızlaşmaya başlamış olan bu yaklaşımlar üzerinden Alevilerin okunmasına son verilmelidir.

    Diğer önemli bilinmesi gereken nokta Alevi Hareketi olarak adlandırdığımız Alevi örgütlenmesi, AABF, ABF, ADF, PSAKD, ÖDAD, AVF, FEDA, CEM Vakfı vs… Tümü Kürtlerden oluşmaktadır. Kısacası bir Kürt hareketidir. Kürt Alevilerinin Alevilik etrafında var olma mücadelesidir. Bu kurumların yöneticileri ve üyelerinin %90’dan fazlası Kürtlerden oluşmaktadır. Bu anlamda Alevi hareketini Kürt hareketinden ayrı düşünmek ve onu “dostlar” pozisyonunda tutmak isteyen yaklaşımlar yanlıştır.

    Bu niyete bağlı bir durumdur. Alevileri nasıl görmek istediğimiz, nerede görmek istediğimizle ilgilidir. Türk ve Türkmen Alevileri bu hareket içinde çok küçük bir kesimi oluşturmaktadırlar. Çepniler, Tahtacılar, Türkmenler diye adlandırabileceğimiz Türk kökenli Aleviler bu örgütlenme içinde yokturlar. Kendi örgütleri vardır ve siyasal tercihleri itibari ile CHP’nin bile gerisindedirler. Milliyetçi, ırkçı bir kuşatma içindedirler.

    Bu anlamda Aleviliği ve Alevileri doğru okumak şarttır. Önemlidir. Büyük ve ağır sorunları olan bir toplumun bu statüde durması artık mümkün değildir. Alevilerin yüzü Kürt siyasetine dönmüştür. HDP’ye ve bileşenlerine buna doğru yaklaşmak düşer.

  21. Gün Zileli

    bence apo’nun dışarı çıkması ile Kürtlerin satılması çelişmiyor.

  22. Gün Zileli

    hangi yorum? Bu mahlasla daha önce herhangi bir yorum gelmemişti. Hatırlatır mısın?

  23. Anonim

    gün zileli ve o.gürsel ne kadar ezbere konuşuyorsunuz.tutumunuz negatif.bunlardan bir bok olmaz der gibisiniz,egemen ulusun sömürgeci bakışının rafine bir tınısıyla ahkam kesiyorsunuz.kürtler sizin için bir tabu,gözeneklerinizden usulca sızmış bu yaklaşım.
    bunlar gerçekler değil, sizin kaygılarınız sadece.önümüzdeki dönem çok değişik gelişmelere gebe.kürtler artık yukardan ulus inşası yapımını yaklaşık 15 yıldır terketmişlerdir.aşagıdan ulus inşasına başlamışlardır.bu başlıbaşına demokratik bir muhatevadır.hangi tür sınıf buna dahil olursa olsun.ikincisi alt sınıflar bu hareketin anakarasıdır.

  24. Anonim

    http://www.tr.boell.org/web/103-1534.html

    Türklük sözleşmesi” ve Türk solu

    Barış Ünlü

  25. acı var mı acı

    “Hayatin sevmedigin surekli kotuledigin kurt hareketinin ustune yorum yapmakla gecti tuturamadin simdide kurt hareketiyle bu hareketin tabanin arasi gelecekte nasil acilir diye dusunmekle gecir…” diye başlayan 1 numaralı yorum var ya canım, o işte. senin hakkında böyle düşünen epey geniş bir kesim var. çoğu da senin torunun yaşındadır. onları işittikçe kafandan ne geçiyor gün zileli, merak ediyorum.

  26. Gün Zileli

    belki de haklıdırlar.

  27. özgürlükçü

    acı ne kelime fesatlanmaktan zilelinin zilleri tavan yaptı????bir türlü yaramadığı kürt özgürlük hareketi ve bereketli toprakların özgürlükçü devrimci toplumsal muhalefetini bu yıl kömünizm gelecek misali sürekli ha yarıldı,parçalandı,bölündü,bölünecek diye efendilerine hizmet etme mesajı veren zileli gene çuvalladın.iyi bak senin analizine göre kürtlerin asıl plebyen yoksulları sana kalır daha ne istiyorsun utanmaz adam hadi hayırlısının yorumunda inşallah yarılırda hep birlikte kına yakarsınız yalnız kınayı (çıkarıldı. admin)yaksanız iyi olur hizmet ettiğiniz efendileriniz sizde ne akıl ne de fikir bırakmış her tarafınızı dağıtmış devam et sonra 1 yıl sonra geri dön ben ne demiştim diye yazdığın zırvalara bak anlayacaksın bir türlü bitiremediğin kendin gibi milli zilli türkleştiremediklerin bölgede insanlığın yeni ufuklarda özgürleşmesinin meşalesini taşıdığını bilmene rağmen bu seviyede kürt kürt özgürlük siyaseti düşmanlığı neden????adam gibi cevap ver??????

  28. k

    bazı yorum bırakanların, gün zileli’nin geriye dönük yazılarını hiç okumadığı anlaşılıyor. – partilere, oligarşiye, güce, liderlere, kısacası devletlere ve sınırlara karşı olan dürüst bir anarşistin ne yazmasını bekliyordunuz? öngörülerini, kendi argümanlarıyla beslenmesi Zileli’nin tutarlılığıdır. bazı konularda ayrı düşünsem de
    olabilirliği ile son derece nesnel bir yazı.
    osman

  29. devrim kara

    ilk yorumu yapan elaman ,kanımca ya polissin ya da apolitik bir serseri. yazdıgın yorumda fikir yok fikre hakaret var.

  30. Anonim

    PKK Güney için savaşırmı?

    Geçen haftanın en önemli gelişmesi PKK tarafindan yapılan açıklamaydı.
    PKK nin güneyi birlikte savunalım önerisi birçok Kürt tarafından olumlu bulunurken, bu öneriye temkinli yaklaşanlarla birlikte büyük bir çoğunluğun kaygı ile yaklaştığını, bunun PKK nin ve bölge sömürgeci güçlerinin bir oyunu olduğunu söylüyorlar

    Peşmerge ile birlikte omuz omuza verip Güneyi savunuruz diyen PKK yöneticileri, çok geçmeden yayın organlarında çıkan farklı açıklamalarla asıl niyetlerinin hiçte Güneyi savunmak olmadığını dışavurdular bile.

    Aşağıdaki alıntı özgür gündem adlı ülkede çıkan PKK nin yayın organından alınmıştır.

    “Irak’ta tüm Kürtlere düşen görev demokratik ulus ekseninde Şia-Sünni-Kürt-Türkmen-Êzidi tüm etnik ve inanç topluluklarının demokratik ulus temelinde demokratik Irak yaratma politikasını savunmak olmalıdır”

    Bunun dışında her yaklaşım demokrasi ve özgürlük güçlerinin boğulması ile sonuçlanır. Bundan da en fazla Kürtler zarar görür.
    Hüseyin Ali/Özgür gündem

    Herkesin ibretle izlediği Iran,Türkiye,Suriye ve Irakta insanlık dışı uygulamalar, bize bu halkların hiçte demokratik bir kültüre sahip olmadıkları, aksine bunu düşünen kürt hareketininde uygulamalarının bu devletleri aratmadığı yönündedir.
    Başka halkları ve devletleri demokratikleştireceğinize demokrasiyi önce kendiniz özümsemelisiniz.
    Kendi içinde demokratik isleyişi olmayan bir hareketin başkasını demokratikleştirdiği nerede görülmüştür?

    Kuzeyde türklerle ortak vatandan ve türklere demokrasi kurmaktan bahseden, ayrılmak isteyenlere haddini bildiren PKK, Güney’de hem de otonom bir yönetimin varlığına rağmen Musul’un kürt toprağı olmasından dem vuruyor?

    Suriye’nin birliğinden yana Esad katiliyle işbirliği yapıp Rojava’yı nazi artığı BAAS’a adeta hibe eden, Suriye’nin “toprak bütünlüğüne” savaş derecesinde destek sunan PKK, Musul’da birden yurtsever kesiliyor?
    Dünya alem biliyor ki ne Suriyede,ne Irakta nede kuzeyde statü talebiniz yoktur.
    Türkiye ,Suriye ve Irak’ın toprak bütünlüğünü savunacaksın,utanmadan Güney Kürdistan için peşmerge ile birlikte savaşırız diyeceksin.
    “Bu ne turşu bu ne perhiz”

    AKP yöneticileri bile Kürtler kendı kaderlerini tayin hakkına sahiptirler dediği bir dönemde bile PKK hala incik boncuk diyor.
    AKP Parti Genel Başkan Yardımcısı Çelik, Hewlêr merkezli Kürt haber sitesi Rudaw’a verdiği mülakatta Irak’ın pratikte üç bölgeye bölündüğünü belirterek, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip olduğunu kaydetti.

    http://www.lekolin.net/972-Emin-Zerban-Asiret–Reisliginden–Cete–Liderligine.html

    Yukaridaki link size ait değil midir?
    Bu Emin Zerban isimli zırzop’a ne demeli?
    Hem Güneyi birlikte savunalım diyeceksin hemde ağza alınmayacak küfür ve iftiralarda bulunacaksınız.
    Yemezler beyler!
    Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye

    Ayrıca şiddetle karşı olduğunuz devlet olma fikrine karşın, nasıl oluyorda bağımsızlığı düşünen Güney Kürdistan yönetimi ile birlikte savunuruz diyebiliyorsunuz?
    Güney oluşumuna karşı geçmişte ve yakın zamanda başkanınız dahil üst düzey kadrolarınızın güneye yönelik açıklamaları ne olacak, bundan dolayı özür dilemeniz gerekmez mi?

    Yukarıda da belirtildığı gibi sakın ha! bağımsızlık istemeyin yoksa sonuç kürtler için kötü olur diyebilecek kadar samimiyetsiz bir duruş sahibisiniz. Hala Suriye,Türkiye ve Irak halklarının demokratikçe bir arada yaşaması en dogru olandır diyebilecek kadar “Kürdistan ana”‘ya saygısızsınız.

    Kürdün düşmanı sömürgeci halklara gelince, geniş zamanda içlerindeki bütün kini nefreti kusarlar.
    Dara düşünce hemen kardeşlik edebiyatının arkasına sığınırlar.
    Maliki’de bir dönem Güney Kürdistana sığınmış orada yaşamıştır. Yine Haşimi’de Maliki’de kaçınca soluğu Kürdistanda aldılar.
    Sonra ne oldu?
    İlk fırsatta Kürtlere kinlerini kusmaya başladılar.
    Güney Kürdistan’a hakları olan petrol gelirleri payını bile vermemeye başladılar.
    140. madde adeta rafa kaldırılmış durumda.
    Yetmezmiş gibi Güney kürdistan yönetimini müteakip defalar tehdit ettiler.
    Güçleri olsa bu oluşumu bir saat bile yaşatmak istemezler.

    Diyeceğim bu ki!
    Durduğunuz yerde oturun daha fazla etrafı kirletmeyin. Güney kendini savunabilecek güce sahiptir.

    İrfan Kaya

    http://www.kurdistan-aktuel.org/kurdistan/pkk-guney-icin-savasirmi-h708.html

  31. devrim kara

    özgürlükçü iyice dişli sıyırdın sen.eskiden baya efendi adamdin. kimmis gün zileli nin efendileri? bıkmadınız zart diye hakaret etmeye.birine hain demek için bir ton kanıt gerekir. zileli yazilarinda tek kaygi var. katledilmis gerillalarin kanlarinin pazarlanmamasi kaygisi. kritik illerde hdp ile oy calma tezgahina sigorta attiniz sirf bu oyuna comak sokmak icin chp ye oy verilebilir dedi zileli.ama nerde sende bu zarif bilge tavri kavrayacak kapasite?

  32. O.Gürsel

    Hayal kuralım. Kürtler hem de 4 parçası ile bütünleşmiş, hem de sosyalist filan değil -keşke olsa- yine de adaletli, o “salkım saçak” çocukların iyi beslenebildiği, pırıl, pırıl giysilerle “kendi” ve yine pırıl, pırıl okullarına giderek, kendi dillerinde şarkılar söyleseler… Delikanlıları dağlarda değil, sevgilileriyle parklarda gezerken, işçileri iyi bir ücret, işsizlerin bile yoksul olmadığı bir Kürdistan olsun…

    Buna üzüleceğimizi mi sanıyor kimileri? Bu insanların olsa olsa “kendileriyle” sorunları vardır…
    ***
    Az önce “Sapak’ı” okuyordum… Gün Z. Çin’e gönderiliyor… Gözlemlerde bulunmak için, çağrılı olarak… Soruyor kendine, “biz neden Çin’ciydik”… “Ni-Çin”
    “Çin’in kapitalist revizyonist kuşatmasına karşı ‘kahramanca’ direnişinin, devrimci değil, milliyetçi yönelişlerden kaynaklandığını keşfedecek teorik bilgiden ve deneyimden yoksunduk elbette. .. Sorun Komünist olmak ya da olmamak değildi. Ulusal sınırlarla belirlenen herhangi bir toprak parçasında hükmeden bütün devletler ve devlet bürokrasileri, kaçınılmaz olarak o toprak parçasının bekçisi misyonunu üstleniyor, her şey bir yana en azından kendi iktidarlarını korumakve sürdürmek için milliyetçi yönelime girmek zorunda kalıyorlardı…” sf 127-128 — 4. baskı
    **
    Stalin “çok kötü” olduğu için mi, Rusya “toplumsal yapısı” çok geri olduğu için mi Devrim yozlaştı?… Kürt meselesinde de kimi arkadaşların elbette kendi yüreklerinin iyicilliğinden kaynaklanan hayallerine saygı duyulabilir… Ama burada bir çok eleştiri aslında dolaylı olarak bu hayalleri önleyebilecek olası gelişmeleri dile getiriyor… Kızacak bir şey yok; dileklerimiz aynı; ama tarihsel-bölgesel-insani-kültürel gerçeklik bu hayallerle uyumlu değil! Yarılmalar kaçınılmaz! İşte bu “kaçınılmaz” olduğu görülen olguya karşı teoride ve eylemde önlem almak, ara çözümlerin üretilmesini sağlayabilir… Hazırlıksız yakalanılmış “yarılma” bir uçurum haline gelip, çok insanı yutabilir!
    Kendi adıma tüm insanlığın ve “komşum” Kürt halkının da daha az acı çekerek “özgür ve mutlu” yaşamasını dilerim… Hepsi bu…

  33. Anonim

    biy biy biy, zileli öcalanin hain olabiliretisene pararalel laflar etmis korkakca,….. mahiri dusundum ..vakti zamaninda herhalde mihri belli ye savas acmak cesaretini göstermek… neyse….hani su öldürüldügü icin baaaagzi sorunlara yeteri kadar teorik yazi yazmayan adam, mahirler in kizilderesi olmasaydi, sizin ibo perincegin etegindeydi:))))

  34. Anonim

    kahrolsun aydinlanmaci fasizm…imza tkp ml … yasasin maocu cehalet tapiniciligi, zaten bizim etnikci dersimciligimize tam oturuyo, kahrolsun aydinlanmaci elitizim yasasin cehalet tapiniciligi,herkese sloganci de, kemalizme fasizm dedigigi ve altini resmen intihalle karisik carpitmaktan baska hic bisey soyleyemeyen, sadece pratik direnisci devrimci olan adama teorik sempozyum duz, ibrahimin toplu yazilarini okuyan varmi aranizda:)? neydi zilelinin taptigi hoca paradigmanin iflasi, nin iflasinin yazarinin adi????, yasasin engizisyonnnnnnnnnnnnn. tarih bilincimi ?? oda ne????(topluca muro nun filmini izleyin) unutmadan, devrimin asamasi alt yapidan cikarsanamaz diyen adamlar oldugunu kendini yeniledigini sanan mkp ye biri soylesin ustelik adam bunu otuz yil once soylemis:))) ah mahir ahhh:))))carlik rusyasinda hakim uretim tarzi kapitalizmdi ona ragmen devrimin asmasi ust yapi baglaminda demokratikti:)))) amaaaan kim anlaycak, zaten mahir ilkel bi teorisyendi:)))

  35. kutlu gun

    Sizler kim oluyorsunuz ahkam kesmek icin. Yazar dogru soyluyor. Apo hain olacak. PKK duzen partisi olacak.
    Turk ulkucu milliyetcileriyle, Sosyal Demokratlar dogru cizgide kalacaklar.
    MHP li ulkudaslar PKK den daha demokratir.
    Baskan Bahceli apodan daha ozverili olup, diktator RTE karsi savasiyor.
    PKK,Apo,BDP ne yapiyor. AKP ile flortlesiyor.
    Gelecegimiz MHP ve CHP nin cizdigi yoldur.

  36. Anonim

    Yaşanan Kaos Bağımsız Kürdistan’ı Doğuracaktır!

    Hem Şİİ hem de Sünni (gerici/ırkçı) örgütler askeri olarak Güney’e saldırıyor.

    Hem İran, hem Suriye hem de Irak devletleri siyasal açıdan direkt;

    Askeri açıdan dolaylı olarak Güney’e saldırıyor.

    Türkiye, Türkmenler içindeki bazı ajanlarını kullanarak Güney’e kısmi operasyonlar yapıyor.

    Amerika, Kürdlerin bağımsızlık ilanını engellemek için her türlü diplomatik girişimde bulunurken, ‘aba altında kirli sobasını’ gösteriyor.

    PKK ve türevleri, Qandil’den sonra Şengal dağlarına da yerleşerek Güney’i (sömürgeci devletler adına) ablukaya almaya çalışıyor.

    Güney Batı’da arada bir karşı karşıya gelen PYD ve Işid, birlikte Güney’e yönelmiş durumdalar. Anlaşılan Güney Batı Kürdistan’da istenilen sonuç (Esad lehine) elde edildiği için şimdi de bu karanlık güçler Güney’e yönlendiriliyorlar.

    PKK/PYD, Güney’in bağımsızlık ilanına destek olabilecek ulusal güçlere yönelik sindirme amaçlı saldırılarına kesintisiz devam ediyor.

    Kuzey Kürdistanlı politik yapılar/aktörler bu keskin çelişkilere rağmen hala PKK ile “Ulusal Kongre” derdindedirler ve dolaylı olarak PKK’nin kirli duruşunu alkışlıyorlar/destekliyorlar.

    Güney’de bazı politik yapılar İran ve Irak’ın politikalarının sözcülüğüne soyunarak Kürdistani bir duruştan uzaklaşmış durumdalar.

    Sadece Mesûd Berzanî Ulusal duruşu sıkça dillendiriyor ve bağımsızlık umutlarını tazeliyor. (KDP içindeki eski politikacılardan bazıları da tutrasızlıklarıyla bağımsızlık çizgisinden uzaklaşmış durumdadırlar)

    Her ne kadar bağımsızlık için duyarlı insanlar “neden ilan etmiyorsunuz” diye Berzanî’ye sitemde bulunsalar da, bağımsızlık için gereken duruşu ve desteği sunmaktan uzaktırlar.

    Yukarıda sıralanan olumsuzluklara bakılırsa, ‘bağımsızlık hayaldir’ sonucu çıkarılabilir. Ancak tüm olumsuzluklara rağmen azımsanmayacak avantajlar da vardır.

    Örneğin;

    a-IŞİD gibi gerici/vahşi bir örgütün Kürdistan duvarına çarpmasıya Pêşmerge’nin direncinin test edilmiş ve güven vermiş olması çok önemlidir. Bu dürenç, bağımsızlık amaı olanlara moral vermiştir.

    b-Irak merkezi Hükümetinin geri adım atmak zorunda kalması ve Kürdlerin, ‘Pêşmerge denetimi sağladığı yerlerden çıkmayacak’ kararını kabul etmek zorunda kalması ciddi bir kazanımdır.

    c- Daha önce Irak Hükümetinin sert tepkisiyle karşılaşan ‘Kürdistan’dan petrol satışı’na Irak Federal Mahkamesinin Kürdler lehinde karar almak zorunda kalması yine çok ciddi bir kazanımdır.

    d- Başkan Berzanî’nin, Kerkük’e gitmesi ve ‘gerekirse silahımı alıp savaşırım’ kararlılığı hem Pêşmerge güçlerine hem de bağımsızlık talebi olanlara müthiş bir moral motivasyon oldu.

    e- Başkan Berzanî’nin, fiili olarak hayata geçmiş olan 140. Maddedin artık yaşam bulduğunu ve bundan dolayı da gündemden kalktığını açıklaması da çok önemli bir kararlılık göstergesidir ve de ciddi bir kazanımdır.

    f-İsrail’in ‘bağımsız Kürdistan’ı tanıyacağız’ açıklaması ve bu konuda ABD’ye de tanıması için tavsiyede bulunması çok önemlidir. Çünkü İsrail sadece küçük bir devlet değil, Ortadoğu politikalarında Batı’nın tavrını etkileyebilecek bir lobiye sahiptir aynı zamanda.

    g- Güney Kürdistan’ın tüm olumsuzluklara rağmen, İRAN-IRAK ve SURİYE devletlerinden çok daha fazla güven vermesi ve hem istikrar açısından hem de farklılıklara tahammül konusunda özellikli bir yere sahip olduğunun bir kez daha görülmesi dış destek konusunda çok öenmlidir.

    Avantajlar ve dezavantajlar kıyaslandığında özellikle manevi açıdan çok ciddi bir avantaj söz konusudur.

    Bu aşamada, hem Güney Kürdistan yönetiminin hem de bağımsızlıktan yana olan tüm kişi/kurumun yapması gereken en önemli şey, PKK/PYD ve uyduları ile ilgili çok net bir tavır almaktır. Güney Kürdistan ve diğer politik yapılar ne kadar yapıcı davranırsa davransın, misyonu gereği PKK/PYD sömürgecilerin taşeronu olarak Güney’e karşı tutum almaya devam edecektir. PKK’nin taşeron rolü deşifre edilerek mahkum edilmeli ve düşman saflarında yer alan Cehçler oldukları halka açıklanmalıdır. Bu net tavırla birlikte, PKK tabanına ve gerillaya çağrı yapılarak ihanet saflarını terk etmeleri ve bağımsızlık savaşı için Ulusal saflara (bireysel yurtsever kimlikleriyle) davet edilmelidirler. Gelen gelir gelmeyen de en azından düşman askeri olmaktan çıkar. Kalanlar ise ihanetçi kimlikleriyle mahkum edilirler…

    Bağımsızlık noktasında samimi olanlar da, direkt cepheye gitmek dahil her türlü mücadeleye hazır olduklarını göstermeliler. Koordineli bir şakilde bağımsızlık mücadelesi için atılması gereken adımları hemen atmalıdırlar.

    Bağımsızlıkçılar ile karşıtları, namuslular ile namussuzlar çok net çizgilerle birbirinden ayrıldığında halkın kafa karışıklığı sona erer ve herkes tutumunu belirlemek zorunda kalır.

    Ulusal haklara/devletleşmeye aç olan Kürdler, hem moralmen çok daha avantajlılar hem de haklı amaç için çok daha kararlılar. Bu nedenle Bağımsızlık hayal değil, sadece bir adım ötemizdedir.

    Bu tarihi adımı atanlar Kürdistan ve dünya tarihinde onurlu yerlerini alacaklardır. Bu tarihi adıma karşı çıkanlar da hiçbir zaman aklanmayacak şekilde ihanet çukuruna gömüleceklerdir…

    Haber/Yorum

    28.06.2014

    http://www.nasname.com/a/yasanan-kaos-bagimsiz-kurdistani-doguracaktir

  37. özgürlükçü

    chp ye devlete sisteme oy verilebilir zarif bilge tavrı kavrayacak kapasitenin bende olmadığını iyi kavradın karşı-devrim karada sendeki bu zileli yazıları savunusunu anlayamadık?zilelinin sana ihtiyacı yok isterse siler adminler sansürler istemedimi görmemezliğe gelip unutturmaya çalışıp cevap bile vermediği özgürlükçü yorumunu gündeme taşıyıp baltayı taşa vurduğundan zileli seni uyarmasın ???hiç anlamamışsın ne yazdığımı hala parçalayıp bitiremediğiniz kürt özgürlük hareketinin geldiği yeri bile anlamana imkan yok o kısır kafan basmadığı işlere limon sıkma?????

  38. Yusuf Cemal

    Hic bir ulusal kimlik, istedigi kadar dehset politikalara sahip olsun sinifsal celiskiden kurtulamaz. Burada ancak gelecekteki sinifal bolunmede mevcut Kurt ulusal guclerinin ezilenlerden, calisan siniftan yana tavir alacagi iddia edilebilir. Bunun disindaki her iddia -asla bolunmeyecek, yeni ve mucizevi ozel bir politika sayesinde bu gibi dertleri olmayacak vs.- milyon kere tekrarlanmis, tarihe azicik bakanlarin bin kere gordukleri, her seferinde ayni cukura yuvarlanmis ulusal hareketlerin ideallestirilmesidir. Dolayisiyla masaldir. Istediginiz kadar bagirin, istediginiz kadar kufredin. Bin kez oldu, yine boyle olacak.

    Bundan tek kurtulus yolu, oyle burjuva politik olarak, parlamentoyla, karizma partilerle ya da “kurtaricilar” yoluyla degil, gercekten calisan sinifin oz orgutlenmesiyle ilerlenebilecek yoldur. Ve bu yola kimsenin girme niyeti de yok. Bunu andiran politikalar, Bookchin’den receteler varmis gibi gorunuyor. Oysa o tip oz orgutlenmelerin modernizmin karsisinda un ufak olacagi coktan acik olmaliydi. Isterse feristah anlatsin. Modernizm adami yer bitirir, yer bitirir, dirhem dirhem azalirsiniz. Ideal olanin bitisi yalnizca bir zaman sorunudur. Tik tak tik tak tik tak… Yalnizca modernizmi teknolojik ve catir catir proleter kilan kazanir. Geri kalan tum hikayeler, tum kurgular, tum dehset teoriler, tum komunler, tum “komunist” gelenekler gerceklikle temasinda toza donusen heybetli meydan okumalardir. Golge ve toz…

  39. Anonim

    En usttekki iki yazi benimdir iki cocuk annesi bir egitimci.serseri polis degil.sizin yazdiklarinizda teori degil sadece kanser gibi vucudunuza kirmis olan millliyetciliginiz.insanlar duygu tasir geride yasadiklari ve hala gordukleri vardir.size tavsiyem gidin kurtlerin kendileriyle konusun.doguya kadar gitmeyin gun sende dahil istanbulda sizin yasadiniza benzemez yasantilari.ekmele oy vermiyorsun zileli mhp li olsaydi verecektin senin ve senin gibiler icin sadece dindar olmasin yoksa kurtun kanini icen veya icmek isteyene oy verirsin mhp ve chp kurtleri seviyomus bu kadarda beyinsiz algisiz ilgisiz yabanci olunurmu olunmus.zileli senin derdin senin yapamadini senin kolenin yapmis olmasi.sen daha goruneni ve duygulari okuyamiyoorsun anarsizm senin neyine.kurtlerden nefret ettiginin farkinda bile degilsin.ama ben goruyorum .yazilacak cok sey var artik beynine fomat at zileli yeniden yapilandir beynini beyaz turk

  40. Gün Zileli

    Bu sitedeki Kürt sorunu kategorisinde yer alan 80 kadar yazıya bir göz atmanızı öneririm.

  41. hortlak

    Gecmisteki1000 tane dogru yazi yukardaki yaziyi dogrulamaz..

    Ezilen halkin,ezilen ulusun bagimsizliga,özgürlüge kavusmasi kadar ne önemli olabilirki suan?
    Isterse iktidara gelecekler iyi yönetemezsin..isterse diktatörlük olsun..
    Olursa olsun! o ozamanin onlarin sorunu..

    Kürt ulusunun kurtulusu devrim,sinif mücadelesi gibi hele hele sizlerin uyduruk teorilerinizden cok daha ivedi önemdedir..
    Bu konuda laf koymadiginiz ( liberal )solculardan ne kadar geri kaldiginizi görmek tam aci-komedi..

  42. Gün Zileli

    senden mi geri kaldık demek istiyorsun 🙂

  43. devrim kara

    özgürlükçü ,dilin bir özgürlükçüden çok gömleginin önünü açıp kaburgalı gögsü ile kızlara hava atmaya calisan liseli gibi. sana gunde 3 kez öcalan ın ” sen taseronlugu iyi bilirsin” videosunu izlemeni tavsiye ediyorum. o lafi yiyen bir adam her seyi yapar kanimca.bu arada teyzecigim polis olmadigin belli. ama yorumun su sayfadaki ozgurluk atmosferine yalismayacak kadar kaba. biraz saygili olmaniz gerekir butun hayatini halk icin severek heba etmis insanlara karsi. kaldiki bu insan sen taseronsun lafini yemiyor. 50 yilda bir kez cikmasina izin verildigi tv de politik olarak onaylamadigi dhkpc lilere terorist diyen adamlarin agzinin payini veriyor. gun agabeyi tanimam. kolesi de degilim.bi kez bir panelde izledim,ulusalcilik kitabini okudum begendim.bu tarz konusmaya devam edersen daha siddetli bir sekilde sana karsilik veririm. bu arada kurtlere yakin olmama gerek yok zira ailemin kurt yarisi turk…

  44. hortlak

    AAA.. Beni ne karistiriyorsunuz??!! Ben baska dünya baska..
    Hersey herkesin cani cehenneme…

  45. O.Gürsel

    Bir “Yarılma” hikayesi………………….

    “…
    ANC 1994 yılında iktidara Güney Afrika Komünist Partisinin, işçi sendikalarının ittifakıyla geldi. Irkçı rejime sonu anlamına gelen bu değişim ezilen sömürülen tüm dünya halkları için model olarak görüldü. Büyük bir zafer çileli mücadeleler sonucunda elde edilmişti.
    Madalyonun öteki yüzüne gelince, ırkçı rejimin siyahlara uyguladığı ayrımcılık kalktı ama beyaz burjuvazinin ekonomik egemenliği devam etti. Yoksul alt sınıfların uygulanan neo-liberal politikalarla yıkımı daha da şiddetlendi. Irkçı ayrımcılık son bulurken, sınıfsal ayrımcılık daha da şiddetlendi. ANC iktidarında toplumsal eşitsizliğin en fazla arttığı ülkelerden bir oldu Güney Afrika. Burjuvazinin gücü arttı karları yükseldi. Devletle bütünleşen ANC kadrolarının yöneticileri beyaz burjuvazinin partnerleri olarak siyah burjuvaziyi oluşturdular. ANC ile ittifak olan Güney Afrika Komünist Partisi yöneticileri de zenginleşerek ülkenin elitleri arasına katıldılar.
    Kitle desteğini arkasına alan ANC iktidarı önceki ırkçı rejimin uygulayamadığı vahşi neo-liberal politikaları pervasızca uyguladı. Madalyonun öteki yüzü, 2012′ de Marikana’da grevdeki platin madeni işçilerine yapılan polis saldırısı sonucu 34 maden işçisinin katledilmesiyle su yüzüne çıktı.
    Irkçı ayrımcılığı ortadan kaldıran ANC gerillası, sosyal ayrımcılığın temelini oluşturan kapitalizmin varlığına son vermeyip, sistemin bir parçası ve onun savunucusu olunca mağdurluktan kahredesi mağrurluğa geçiş yaptı.
    34 İşçinin katledilmesi üzerine daha önce yayınladığımız Bill Van Vauken’in yazısını tekrar yayınlıyoruz.
    Ferhan Umruk
    Güney Afrika’nın Madenci Katliamı
    Bill Van Auken
    28 Ağustos 2012
    İngilizce’den çeviri (18 Ağustos 2012)
    Güney Afrika’da grevdeki platin madencilerinin Salı günü katledilmesi, işçi sınıfı ile bir yandan yönetimdeki Afrika Ulusal Kongresi (ANC) öte yandan da ona bağlı sendikalar arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi açığa çıkardı.

    Görevliler barbarca polis saldırısında ölenlerin sayısını 34 olarak belirledi ama diğer kaynaklar gerçek ölü sayısının 50’ye yaklaştığını ileri sürdüler. Palalar ve sopalar taşıyan madencilere otomatik silahlarla açılan yaylım ateşinde, kimileri ağır, çok daha fazla insan yaralandı. Polis 259 madenciyi tutukladı. Aileler hastanelerde, morglarda ve polis karakollarında kayıp babalarını, kardeşlerini ve çocuklarını aramayı sürdürüyor.
    Gerçekte savunmasız işçilere suikast silahlarıyla ateş açan, ardından kan içindeki cesetlerin ve inleyen yaralıların saçılmış olduğu tozlu bir alana giren polis birliklerinin yer aldığı sahne, Güney Afrika’nın bilincini şok etti ve ırkçı rejim altında 1960’ta Sharpeville’de ve 1976’da Soweto’da gerçekleşen kitlesel kıyımlarda uygulanan dehşet verici baskıyı hatırlattı.
    En açık farklılık, bu kez, katliamın uluslararası toplumdan dışlanmış bir beyaz azınlık rejimi tarafından değil ama onun eski düşmanı, ülkeyi 18 yıldır yöneten ve özgürlük mücadelesinin cisimleşmesi ve eşitliğin koruyucusu olduğunu iddia eden Afrika Ulusal Kongresi (ANC) hükümeti tarafından örgütlenmiş olmasıdır.
    Gerçekte, ırk ayrımı yasal olarak kaldırılmışken, ekonomik eşitsizlik, beyaz azınlık yönetimi altında olduğundan bile daha kötüleşmiştir. Güney Afrika’nın, safları şimdi siyah multimilyarder eski ANC görevlilerini, sendika önderlerini ve siyasetle bağlantılı iş adamlarını kapsayan varlıklı yönetici seçkinleri ile işçiler ve yoksul kitleler arasındaki uçurum, Namibya hariç, dünyadaki bütün diğer ülkelerden daha büyüktür.

    Lonmin’in platin madeninde bir hafta önce iş bırakanlar; çok derinlerde inanılmaz derecede ağır ve tehlikeli koşullarda ayda kabaca 500 dolara çalışan kaya matkabı kullanıcıları gezegeninin en fazla sömürülen işçileri arasındalar. Onların çoğu Mozambik, Swaziland gibi ülkelerden gelen, büyük ailelerini desteklemek için maaşlarının büyük bölümünü evlerine gönderen ve elektriğin ve şebeke suyunun olmadığı barakalarda yaşayan göçmen işçiler.

    Bu sendikaların önderleri, ANC’nin üçlü ittifakı içindeki diğer ortağı Stalinist Güney Afrika Komünist Partisi ile birlikte, en aşağılık rollerini oynadılar. Onlar polis katilleri savundular ve “suçlu” olarak hitap ettikleri grevci maden işçilerinin durdurulmasını; onların “çete önderleri”nin tutuklanıp cezalandırılmasını talep ettiler.
    Marikana madenindeki katliam Güney Afrika tarihinde bir dönüm noktasına işaret etmektedir. O, kesinlikle yalıtılmış bir olay değil; bugün yüzde 25 oranında resmi işsizlikle karşı karşıya olan ve yoksul kasabalardaki yaşam koşulları ırkçı rejim altındaki sefaletten pek farklı olmayan Güney Afrikalı işçilerin ve ezilenlerin mücadelesindeki patlamanın bir parçasıdır.

    Dünya Sosyalist Web Sitesi’nden aktarılmadır

  46. tolga

    size ‘beyaz türk” diyen ilk 2 yorum sahibi hanımın aşağıdaki yazınızı okumasını salık veririm abi.(bunun gibi onlarca var,ilk bulduğumu verdim.)

    http://www.gunzileli.com/2013/03/24/tam-bagimsiz-gercekten-demokratik%E2%80%A6/

  47. Yusuf Cemal

    Puhaaa… Sinif mucadelesi uydurulmus kavram, ama “ulus” gercek kavram ha? 200 yillik gecmisi olan uluslar ve ezilen uluslara baski binlerce yillik sinif mucadelelerinden daha gercek ha? Siz baya dusunsel foseptik cukuruna batmissiniz arkadaslar. Devlet baba ne derse, isterse devlete muhalif olun, aynisini ya da simetrigini uretiveriyorsunuz. Devlet ya da babaniz size uluslar hep vardi diyor, lakkakdanak inaniveriyorsunuz. Bilalcikler sizi…

  48. hortlak

    G.Afrika örneginde oldugu gibi ilerde durumunuz simdikinden daha kötü olacak deseydiniz.o aparthaytin yaninda yer alirdiniz.

    Bugünde kürtlere yarin durumunz daha kötü olacak bizden ayrildiginizda derseniz erdoganin yaninda degil zirdoganin yaninda olursunuz.Yada mhp,ip lilerin..

    Genede hayir! Güney afrikada insanligin ayipbi olan irkci rejimin gitmesi iyi olmustur!
    Onlardan hicte durumlari iyi olmayan kürtlerin bagimsizlik,özgürlük hareketi bugünden kötü olmayacaktir..

    Isterseniz sizlerin agziyla söyleyelim; Kürtlerin bagimsizligi icin kürt burjuvazisine selammm.. Sizlerden cook ama cooook iyidir..

  49. Anonim

    Devrim kara senin ailenin yarisinin kurt olmasi birsey degistirmiyor mesele senin aidiyet bilincin ve sen turksun yazilarinda buram buram milliyetcilik turkluk kokuyor .ayrica nekurtler gordum ben yaptiklarini anlatmaya kitap yetmez ve bunu kurt olarak yapmadilar derinlerin usakligini yaptilar.zileli senin 80 kadar yazininin benim icin onemi yok ben senin bugununu goruyorum.senin gibiler ofkemi artiriyor sizler mutsuz oldukca ben keyif aliyorum senin karsitin islamiyet benim milliyetcilik sen beni anlamqdikca kazanamiycaksin.sen benim karsitima oy verirsen bende senin karsitina veririm olay bu kadar basit.o yuzden kurtleri anlamala sevmekle baslayin.

  50. hortlak

    Yusuf bey, Istediginiz kadar laf atip durun..
    Kürt ulusal hareketi tarihi olumlu gelismedir..Lafla durdurulamaz..

    Amirakanolardan örnek alin.. Bagimsizlik icin gerektiginde istenilmeyen grublar desteklemislerdir..
    Siyasetde hala maocu,stalinci kaliyorsunuz..

  51. Yusuf Cemal

    Ister Amerikan, ister Kurt, ister Turk burjuvazisi olsun, her zengin layigini bulacaktir.

  52. hortlak

    Biraz das Kapitali okuda kapitalist ol..

  53. özgürlükçü

    dişliyi sıyırınca efendilik sana kalıyor.daha sert cevap ne olabilirdi?sayenizde sitedede boy gösteren CHP-MHP yolu yolumuzdur diyen faşistlerin cevabınımı verirdin anlamadım?ailen kürtmüş ne yapalım?benim laz olduğumu biliyorsun yukardaki yazının nesini olumlu bulabildin???bir türlü yarılmayan bölünmeyen bitirilemeyen millileştirilemeyip hatta türkleştiremediğiniz kürt özgürlük hareketi ve birlikte mücadele edn özgürlükçü toplumsal muhalefete fesatlanıp aşağılayan yazıların nesini bunu yazan zilelinin nesi olumludur???geldiği yere bak MHP-chp yolu yolumdur diyenlerden gurur duyan zileli??olumlayan devrim kara????hiç aklınıza siz bitti bitiyor bölündü bölünecek dedikçe bu hareketler daha kitleselleşip alternatif haline gelmesi neden gelmez???Yusuf efendininde modernizmin insanı bitireceği aklına gelip hiç aklına savunduğu ideolojinin modernizmin asi çocuğu olduğu gelmemesi enteresan?bookchin den esinlenen hareketin özgürlükçü devrimci geleneklere daha yakın olacağı hiçte millici devletçi ulusçu olamayacağı neden aklınıza gelmez???bi kendinize bakın sizmi??millici zillicisiniz ulusçusunuz hatta milliyetçisiniz eleştirdiğiniz hareketmi milliyetçi??utanın bir lazın bile dikatini çekecek seviyede kürt özgürlük hareketinde olan milliciliğin bin katı daha millici ve milliyetçi olmanız siteyi pis kokutmuştur??32.yorum kutlu gün türk milliyetçisi olduğu gibi 33.nasname yorumu benzer kürt milliyetçisi yorumudur ikişsininde sizin gibi asıl düşmanının kürt özgürlük hareketininde içinde olduğu özgürlükçü devrimci toplumsal muhalefet HDP olması nedendir???hiç dikkatinizi çekmezmi???hepinizi eleştirdiğiniz modernizmin hegemonik ideolojisi zehirlemiştirde ondan kafanız aynı çalışır??sistem efendiler başarmış hepiniz onun hizmertinde asıl özgürlükçü devrimci alternatifi HDP itibarsızlaştırma işlevine soyundunuz devam edin yakında efendileriniz size mükafatınızı verecek ama bir sorun var bereketli toprakların özgürlükçü devrimci kadim halklarının tokatınada hazır olun????

  54. Anonim

    http://t24.com.tr/haber/emniyet-burak-canin-elinde-ve-elbisesinde-barut-izleri-bulundu,262694 Burakcan in ölümünü cinayet olarak niteleyip onu direnis sehidi sayanlara duyurulur. burakcan eli silahli bir fasist dir..

  55. Anonim

    Sosyalistler ve Sol Neden “Ofsayt”ta?

    Bu gün dünyadaki her hangi bir soruna, insanlığın kurtuluşu, hatta varoluşunu sürdürmek için önündeki en büyük engelin uluslar olduğunu görmeyen ve ulusların varlığının fiili bir ırkçılık anlamına geldiğini kavramayan her politik parti veya hareket, birden bire kendini en kötü gericiliğin destekçisi olarak bulur.
    Dünyaya böyle yaklaşmadığınız sürece, dünyayı ve ondaki politik gelişmeleri anlama ve onlara karşı bir politik tavır ve program geliştirme şansınız olmaz.
    Soruna böyle yaklaşmadığınız sürece, bu gün dünyaya egemen olan ulus devletlerin ırkçı bir sistemin araçları olduğunu göremezsiniz. Yani ırkçılığı bir tehlike olarak görürsünüz, yeryüzü ölçüsünde var olan bir sistem, gerçek olarak değil.
    Böyle yaklaşmadığınız sürece siz bir ulusçulusunuzdur; insanların değil ulusların eşit olduğu insanların ancak uluslar aracılığıyla eşit olabileceği gibi bir yaklaşıma sahipsiniz demektir.

    Sosyalistler insanların her hangi bir ulus dolayımıyla değil, doğrudan eşit hakları olduğu bir dünya düzeni için mücadele etmeyi bayraklarının en başına yazmak zorundadırlar. Yani, Türkleri, Almanları, Amerikalıları, Türk, Alman, Amerikan uluslarına karşı savaşmaya; Türk, Alman, Amerikan olmaktan çıkıp İnsan olmaya çağırmalıdırlar.
    Biyolojik olarak elbette herkes insandır. Bu anlamıyla insan küçük yazılır. Ama bir de büyük harfle yazılan İnsan vardır. Bu anlamıyla İnsan, politik olanın ulusal olanla çakışması ilkesini reddeden; ulusların ve onların devletlerini yıkmak için mücadele eden demektir. Ulusların değil insanların eşit olduğu bir dünya için savaşandır.
    İnsanlar (Küçük harfler insanlar) ancak, politik olanı ulusal olanla tanımlamayı reddetmiş bir dünya cumhuriyetinde İnsan (Büyük harflerle İnsan) olabilirler. Hem büyük harfle İnsan, ham de Türk, Alman, Amerikan vs. olunamaz. Ama Türk, Alman veya Amerikalılar küçük harfle elbette insandırlar. Yani insan denen canlı türüne dâhildirler. Bu anlamıyla insan biyolojik bir kavramdır, büyük harfla yazılan İnsan ise sosyolojik bir kavramdır.
    Bu günkü sistem Türklerin, Almanların, Amerikalıların, İnsanlar üzerindeki diktatörlüğüdür. Sosyalistlerin görevi, İnsanların Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki diktatörlüğünü kurmaktır.
    Sorun şudur: politik olan neye göre tanımlanacaktır? Şu veya bu biçimde tanımlanmış bir ulusa göre mi, İnsan’a göre mi? Biri ulusal devletler, dünyanın sınırlar ve devletlerle bölünmesidir; diğeri dünya cumhuriyetidir; sınırların ilgasıdır.
    Demokratik bir Cumhuriyet ancak, İnsanların, Türkler, Almanlar, Amerikalılar üzerindeki bir diktatörlüğü olarak var olabilir.
    Ki bu aynı zamanda “Proletarya Dikatörlüğü”nün ta kendisidir.
    “Proletarya diktatörlüğü” ancak İnsanların uluslar üzerindeki bir diktatörlüğü olarak var olabilir. Ulusal bir devlet formu içinde var olamaz bir “proletarya diktatörlüğü”.
    O halde, Sosyalist bir devrim, her şeyden önce İnsanların uluslara karşı bir savaşı olmak zorundadır.
    Dünyanın sorunlarına böyle bakmadıkça, dünyadaki hiçbir soruna karşı bir politika ve program geliştirilemez. Ve bir anda politik olarak “ofsayt”a düşülür.
    *
    Örneğin, Avrupa Birliği, ulusçu bir bakış açısından, gerici ulusçuluktan kurtulma, onu aşma gibi görülebilir. Türkiye’de bol bol görülebilecek, “Avrupa Birliği, ulus devleti aşıyor” övgüleri hatırlanabilir.
    Ama Ulusun ne olduğunu kavramış ve ulusların, NASIL TANIMLANIRSA TANIMLANSIN (yani demokratik veya gerici ulusçuluğa göre tanımlanmış olsunlar fark etmez), insanlığın kurtuluşunun önündeki en büyük engel, bütün sorunların başı olduğunu düşünen biri açısından, yani bir Devrimci Marksist açısından, yani İnsan açısından, Avrupa Birliği, en gelişmiş biçimiyle bile (Yani Amerika Birleşik Devletleri gibi bir Avrupa Birleşik Devletleri olması durumunda ve Avrupalılığı sırf teritoryal olarak tanımlaması hiçbir kültürel ve tarihsel gönderme yapmaması durumunda bile), ulus devletin aşılması değil; kendini Avrupa denen toprak parçasıyla sınırlamış; ulusu yere göre tanımlayan ve bu topraklar dışında kalan insanları her türlü haktan yoksun kılan, yeni bir ulus devletin kurulmasıdır. Yani ilerici değil, gericidir. Çünkü insanlığın büyük bölümünü dışlamakta; ömrünü doldurmuş ulusları ve ulusal sınırları yaşatmaya çalışmaktadır.
    O halde sosyalistler ya da İnsanlar için sorun: tıpkı Türklüğü yok etmek olduğu gibi, Avrupalılığı da yok etmektir.
    Yani Avrupa’ya girip girmemenin doğru veya yanlış olduğunu Türkler veya Avrupalılar tartışır veya tartışabilir.
    Ama sosyalistler ya da İnsanlar için tartışma Türklüğün ve Avrupalılığın nasıl yok edileceği noktasındadır ve öyle olmak zorundadır.
    Sosyalistlik ya da İnsanlık, Türklük ve Avrupalılık ile bir arada bulunamaz ve uzlaşmaz. Birinin olduğu yerde diğeri var olamaz. İnsanlar Türk veya Avrupalı olamaz, Avrupalı veya Türkler de İnsan olamaz. Tıpkı hem Allah’a hem de Putlara inanılamayacağı gibi. Birinin olduğu yerde diğeri olamaz.
    Aynı şekilde bir Sosyalist de ancak İnsan olabildiğinde Sosyalist olabileceğinden, bir sosyalist bir Türk, bir Alman veya Avrupalı olamaz. Tersinden bir Türk, bir Alman veya bir Avrupalı da bir Sosyalist (veya İnsan) olamaz.
    Ancak uluslara karşı mücadeleyi gündeminin başına koymuş, tüm insanları ulusları, ulusal devletleri ve ulusal sınırları yıkmaya çağıran bir hareket, bu gericiliği görebilir, teşhir edebilir ve ona karşı mücadele edebilir.
    Avrupa Birliği karşısında, solun temel açmazı tam da budur. Bütün dünyada, ulus perspektifinin ötesine gidememiş sol, örneğin Avrupa Birliği sorununa hiçbir çözüm önerememektedir.
    Ama eğer bu günkü en demokratik biçimiyle bile ulusal devletin artık yeryüzü çapında ırkçılığın bir aracı olduğu gerçeğinden yola çıkıyor ve insanlara uluslara ve ulusal devletlere karşı bir savaş çağrısı yapıyorsanız; Türkleri, Almanları, Fransızları, Rusları, Amerikalıları ya da Avrupalıları, Türklüğe, Fransızlığa, Amerikalılığa, Rusluğa, Amerikalılığa, Avrupalılığa karşı savaşa, Türklüğü, Almanlığı, Avrupalılığı, Amerikalılığı bırakıp İnsan olmaya çağırıyorsanız, hiç de yukarıdaki gibi açmazlar içinde kalmazsınız.
    Aksi takdirde bu ırkçı sistemi yaşatma ve pekiştirme yönündeki yaklaşımları bir ilerleme ve demokratikleşme olarak görürsünüz.
    *
    Uluslar ve ulusçuluk artık ırkçılığın bir aracıdır. Bu özellikle zengin ülkelerde açıkça görülebilir.
    Örneğin onlar kendi hudutları dışındaki yoksul ülkelerin insanlarının kendi sınırlarından “içeri” girmemesi için duvarlar örüyorlar; her türlü engeli koyuyorlar. Ama yoksulların bu “akınını” durduramıyorlar.
    Ama bu “içeri” ve “Akın” kavramını ancak bir ulusçu, dolayısıyla bir ırkçı kullanabilir.
    “İçeri” denilen yer, “Üçüncü dünya” denilen hapishanenin dışıdır. “Akın”, yani saldırı, hücüm anlamında kullanılan muazzam göç hareketi; bu hapishaneden bir kaçış, bir firardır.
    Yani içeri ve akın kavramlarında gizlidir ırkçılık. Ama bu ırkçılığı, bir Alman, bir Türk, bir Avrupalı’nın görmesi mümkün olmadığı gibi, bizzat onlar bunu yaratırlar ve savunurlar.
    Bir Alman; bir Türk, Bir Avrupalı, bir “Yeni uluslar göçü”nden, yoksulların bir “akın”ından söz edebilir ve edecektir.
    Ama tüm insanların eşitliğini, bırakalım gerçek ekonomik eşitliğini, yani kapitalizmin ilgasını bir yana, formel, hukuki eşitliğini, savunan bir İnsan için, bu ulusların “akın”ı, yoksulların kapatıldıkları bantustandan, hapishaneden firarı; o hapishanenin ve duvarların dışına kaçma, o duvarları bilinçsiz bir yıkma; İnsan olabilmek için ayaklarıyla oy verme çabası olarak görülür.
    Ulusçuya, yani bir Türk, Alman veya bir Avrupalıya, bir saldırı, bir “akın” olarak görülen, İnsan’a bir öz savunma olarak görülür.
    Ulusçu bu akını durdurmaya çalışır. Yumuşak ya da “liberal” ulusçular, üçüncü dünyaya daha fazla yatırım yaparak ve yardım ederek bu akını azaltalım der; sert ulusçular, yeni ve daha sağlam engeller çıkaralım duvarlar örelim der. Farklı yöntemlere rağmen ikisinin de muradı aynıdır: “Akın”ı durdurmak!
    İnsan’ın sorunu, bunu engellemek değil, bunun bütün duvarları yıkan bir sele dönüşmesini sağlamaktır. İnsanlar veya sosyalistler, hapishanenin veya duvarın dışına bireysel ya da toplu kapağı atma girişimlerini, duvara ya da hapishaneye karşı, onları yıkmak için bir sosyal harekete çevirmeye çalışır ve bu hareketlerde böyle bir sosyal devrimci hareketin tohumunu görür.
    İşte soruna böyle bakmayan; İnsan değil; Türk, Alman, Fransız, Avrupalı veya Amerikan olan sol, kendini “ofsayt”ta bulmaktadır.
    Irkçılığın bir tehlike değil gerçek olduğunu görmeden bu günkü dünyada bir politika üretmenin olanağı yoktur.
    Ama ırkçılığın bir tehlike değil de bir gerçek olduğunu ise ancak İnsanlar görebilir; Türkler, Avrupalılar, Almanlar veya Amerikalılar değil.
    Bu günkü dünyada, artık klasik ırkçılık bir tehlike değildir. Elbet bu ırkçılık vardır. Hele savaş sonrasını ve 68’i yaşamamış doğu Avrupa ülkelerinde bu ırkçılık oldukça da güçlüdür, ama artık dünyadaki gelişmelere damgasını vuran bu değildir. Bu ırkçılığa karşı mücadele içinde hiçbir program ve perspektif geliştirilemez. Bu günün ırkçılığı, çok kültürlü biçimiyle bile ulusal devletleri ve sınırları savunmanın ta kendisidir.
    Globalleşme, tüm malların ve paranın serbest dolaşımına dayanmaktadır. Bu günün dünyasında, bir tek mal vardır bu serbest dolaşımdan yararlanamayan: İşgücü.
    İşgücünün serbest dolaşımı, gittiği yerde eşti haklara sahip olması demek, ulusların, ulusal sınırların ve devletlerin ortadan kalkması demektir.
    Kar oranlarını yüksek tutmak ve işçi sınıfını uluslara göre bölebilmek ve her ülkede burjuvaziyle ittifaka çekebilmek ancak ulusal sınırlar ve devletler sayesinde mümkün olmaktadır.
    Globalleşmenin böylesine geliştiği bir çağda, klasik ırkçılık, ne burjuvazinin yayılma hayalleri ne de kapitalizm için hiçbir avantaj sağlamamakta, aksine bir yük oluşturmaktadır. Bu nedenle, ulusal devletleri savunma, bir bakıma, burjuvaziyi klasik ırkçılığa karşı duruşa ve çok kültürlülüğe dayanan bir milliyetçiliği teşvik etmeye zorlamaktadır.
    Burjuvazinin böyle bir sisteme doğru geçişi hem ülke içinde, hem dünyada ona daha geniş bir temel ve daha geniş bir hareket alanı sağlamaktadır.
    Elbette burjuvazinin bir milliyetçilikten diğer milliyetçiliğe geçişi; kaz adımlı Hitler selamlı milliyetçilikten; renkli ve karnaval havalı milliyetçiliğe geçişi, düz bir yol izlememektedir ve bizzat burjuvazinin içinde aynı zamanda bu iki milliyetçilik arasında bir çatışma da gerçekleşmektedir. Bu düz bir süreç değil, çatışmalı, gel gitleri olan bir süreçtir.
    Türkiye’deki dönüşüm çabaları da, en radikal biçimleriyle bile, klasik ırkçı milliyetçiliğin, “çok kültürlü” milliyetçilik karşısında ciddi biçimde geri adım atmak zorunda kaldığı bir çatışmadır
    Spor karşılaşmalarında görülen, “karnaval milliyetçiliği” denen, “ulusal” renklerle yüzünü boyamalar veya onları her türlü politik ve ciddi biçimin dışında kullanmalar, sadece klasik ırkçılıktan çok kültürlü ve renkli bir ulusçuluğa geçiş anlamına gelmez. O aynı zamanda insanların herhangi bir “ulustan” olmanın hiçbir politik anlamının olmadığı bir dünya cumhuriyeti özlemlerinin bilinçsiz bir ifadesi olarak da görülebilir. Çünkü onların hepsi tüm yeryüzünde aynı oyunları seyretmektedirler; renklere politik bir anlam vermemektedirler.
    Ulusların ve ulusçuluğun kendisini yeriden üretişinin içinde, yani ancak ulusal takımlar olarak katılabilinen bir şampiyona içinde; “ulusal” renklerin apolitikleştirilmesi, onu yok edecek tohumların yeşermesidir. Türklerin, Brezilyalıların, Almanların, Türk, Brezilyalı, Alman olmaktan çıkıp İnsan olma özlemlerini bilinçsizce ve imgelerle dile getirişidir.
    Ama nasıl yeni dinler, başlangıçta eski dinlerin içinde bir tarikat, bir parti olarak ortaya çıkarlarsa; İnsanlar da ulus Dini içinde ulusal bayrakları apolitikleştirerek ortaya çıkmaktadırlar.
    Ama partiler ve tarikatler nasıl ancak eski dinin içinde bir bölünme olmaktan çıkıp o dinle bir bölünmeye dönüşteklerinde yeni bir din olabilirlerse, bu bilinçsiz hareket de “ulusal” renkleri apolitikleştirmeyi bırakıp, tüm insanları aynı renkte, hiçbir ulusa, dile, dine, kültüre vs. bir gönderme içermeyen bir bayrak altında birleştirebildiğinde, İnsan olmayı politikleştirdiğinde yeni bir dine dönüşebilir.
    29 Haziran 2014 Pazar
    Demir Küçükaydın

    http://demirden-kapilar.blogspot.com/2014/06/sosyalistler-ve-sol-neden-ofsaytta.html

  56. Anonim

    Demir Küçükaydın sırf Türkiye’de değil dünya çapında bir teorisyen ve kuramcıdır. O kadar güzeldir ki yazdıklarından sonra yahu biz bunları niye düşünemedik dersiniz. Reel politika ile ilgili fikirlerine katılmayabilirsiniz ama ulus ve din teorileri dünyaya yeni bir açılım sunuyor. Gün Abi, Stalin ile ilgili kitapları ingilizceden türkçeye çeviriyorsun, eyvallah.Ama Demir abi’nin yazdıklarını türkçeden ingilizceye çevir dünyaya bir katkın olur.

  57. "müfettiş"

    aynı fikri daha farklı bir biçimde ifade edebilirsiniz (admin)

  58. soruYorum

    1-SERMAYELERİN ENTEGRASYONU OLMADAN, SİYASAL BİRLİKTELİKLER KALICI OLABİLİR Mİ?

    AB bugünkü haliyle pek çok kusurlar barındırmakta, örneğin KATILIMCI KENT DEMOKTASİLERİ oluşturmak yerine, hala yarı ulusal yapılar (örneğin milli orduların ve maliyelerin varlığı vb) olarak devam etmektedir ki bu durum sıkıntısının asıl nedenlerinin başta gelenidir. Ve ırkçılık-milliyetçilik de bu aşılası yapılardan beslenmektedir.

    2-ANCAK BU HALİYLE SINIRLI KALAMAZ. SERMAYELERİN ENTEGRASYONU ORANINDA GENİŞLEMEK, TÜRKİYE VE RUSYA DA DAHİL EDİLEREK, AVRASYA BİRLİĞİNE DÖNÜŞMEK ZORUNDA KALACAĞI ZAMANLAR DA GELECEKTİR.bilahare iran, hindistan ve çin de karlarını arttırmak ve bu birliğin ekonomik rekabetine dayanamaz hale gelip, çökmemek için, bu avrasya birliğine dahil olmak zorunda kalır…

    lakin bu süreç kentlerin tedrici otonomlaşması yönünde gelişmezse, bahse konu ulusal-milliyetçilikten kurtulamaz; ciddi tehlike olmaya devam eder.

  59. devrim kara

    elbette nıhaı amacımız devletlerın,sınırların,sınıfların olmadıgı ,dınlerın sosyal hayata karısamadıgı ,sosyalıst ,ekolojık bır dunya… ama gunumuz koşullarında “ulus devlete karsıyım”, “mıllıyetcılıge karsıyım” demesı gereken son halk kürtlerdir. çunku kurtlerın tek bır ulus olarak bır arada yasayabıleceklerı bır toprakları yoktur. demır çelıkle kesılır. maddıguc daha buyuk bır maddı güç ile yok edılır . dusman ordularını yok etmek ıcın dusman ordusu kadar guclu bır kurmak gerekır.

  60. devrim kara

    https://www.youtube.com/watch?v=EtyJM–v_gs ısmalı besıkcı ıle öcalan arasındakı ıdeolojık tartısmayı besıkcı kazanmıstır. kucukaydın ( öcalan la paralel tezler üreterek) yanlıs ata oynamıstır.

  61. devrim kara

    yukarıdakı lınk ve yazdıklarım ; sanırım bana ” aslolan kurt olman degıl bılınc durumun” dıye elestırıde bulunan teyze ıcın yeterlıdır. ırk vurgusu yapmak koken sorgulamak kanımca polıtıkacıların degıl bılım ınsanlarının veya burokrasıye bogulmus devlet memurlarının işidir. ha ılla koken ıse derdı teyzenın baba tarafım kurt .anne tarafım turkmen. ıngılız olsaydım ve ıngılızler mogolları ezseydı onları savunurdum. (bundan sonraki iki cümle çıkarıldı. Devrim Kara arkadaş, aynı fikri bir başka biçimde yazarsa iyi olur. admin)

  62. devrim kara

    kafan basmadığı işlere limon sıkma,fesatlanma, kürt hareketıne yaranamadın,efendılerıne hızmet etme sesajı verme,cuvalladın, utanmaz adam, k..çına kına yak, zırvalama, adam gıbı cevap ver…

    bu laflar benım ” dıslı sıyordın sen ” lafıma kızan “özgurlukcu” nun lafları…

    bunlarda “egıtımcı” teyzenın lafları:
    bekoluktan vazgeçme,aramıza çalı olarak gırme, uc bes cocugu ıkna edemıyorsun (bız on cocuguz bu sıtede yazan yazılardan ıkna oluyoruz teyze) ,yemedıgın zılgıt kalmadı,yaslı kurt,ufuksuz,maho aga fılmlerını fazla ızleme,ufuk sende tınne (yok)

  63. Gün Zileli

    Türkçeden İngilizceye çeviremiyorum. Bu bir hayli zordur.

  64. O.Gürsel

    Hortlak, korkutucudur! Ölmüş ve dirilmiş ve “kötülük” yapmak üzere gelmiştir. Bu yüzden korkutulur…
    Emin değilim ama büyük olasılıkla “kapitalist, emperyalist, yabancılaşma” çağında ölüler bu denli korkutucu oldu. Bir zamanlar yaşarken sistem ve yabancılaşmış toplumdan “kötülük” görmüş olan, öldükten sonra dirilirse, yaşadığı dönemde biriktirdiği ve ifade edemediği nefreti, “hortlak” olarak, dokunulmazlık elde ederek kusabilir. (Bu sistem insanlara yaptığı kötülüğü bildiği içindir ki, “sistemin insanları” ölülerden korkar! Yarattığı Hortlak da intikamcıdır…)
    Hiç bir sözü anlamak için çaba harcamasına gerek yoktur; ne demek isteniliyor, “uyarının”, “analizin” arkasında amaç nedir; onu bağlamaz! “Hortlak” ya; düşünme faaliyeti değil, biriktirdiği nefretin kusulması temel işlevidir…. Canlıları sevmez; bir an önce kendilerini öldürtmek-harcatmak isteyenleri daha çok sempatik bulabilir… Onların tarafını seçer!
    Karmaşık analizler onu ilgilendirmez; Hortlak, süreç-neden-sonuç, diyalektik bağlantılardan habersizdir;umuru da değildir; ölümseverdir o…

  65. Anonim

    Küçükaydın’ın, ulusçuluk konusunda Öcalan/PKK ve (özellikle Muhammed ve Dört Halife ile Emevi saltanatı arasındaki devamlılığı görmezden gelen) İslam hakkındaki abartılı görüşleri (eğer bir analoji değilse) ondan beklenmeyecek bir kusur.

  66. Mülayim Sert

    http://www.ntvmsnbc.com/id/25523656

    Paylaştığım son üç habere bakarak: Kuzey Irak’ta Barzani’nin bağımsız Kürdistan devleti ilan etmesine Türkiye ve İsrail sıcak bakıyor. Türkiye’nin derdi Barzani petrollerinin Türkiye üzerinden piyasalara ulaşması. İsrail’in ise derdi İran ve özellikle yakın gelecekteki nükleer bir İran. İran’ın Irak üzerindeki nüfuzu son IŞİD kalkışmasından önceki statükoda çok yüksekti (Maliki’nin Şiileri kayıran bir yönetim olduğu anlaşıldı). Bağdat (Maliki) bağımsız Kürdistan’a baştan karşı ancak IŞİD nedeniyle Barzani’nin Maliki’ye karşı pazarlık gücü arttı. ABD şimdilik Maliki’yi destekliyor ve bağımsız Kürdistan’ı frenlemeye çalışıyor (bkz. Kerry’nin “yapmayın etmeyin” temalı ziyareti). Türkiye’nin İran’la arası son RTE ve Ruhani’li toplantıda gördüğümüze göre limoni. Rıza Sarraf’lı ambargolu İran’a altın ihracatı kisvesi altında enerji alımı işinin de sonuna geldik 25 Aralık skandalı ile. Dolayısıyla ilginç bir kurgu var: Kürdistan ihtimali Türkiye ile İsrail’in destekte ortaklaştığı bir durumken, ABD ile İran’ı bağımsız Kürdistan’a karşı çıkma ve IŞİD’le baş etme üzerinden muhabbeti düzeltmeye itiyor. Bazıları Nixon’ın tarihi Çin ziyareti gibi Obama’dan tarihi bir İran ziyareti bekliyor. “One minute” ve Mavi Marmara ile gerilen Türkiye-İsrail ilişkilerinin bir süredir onarımda olduğu (Mavi Marmara tazminatı) da malum. “Enteresan zamanlar”da yaşadığımız kesin. Burjuva devletlerin bu bitmez hesaplarının yarattığı kaosa son verecek bir proleter enternasyonalizmi acil olarak kurmamız gerekiyor bu bölgede ama bu kadar enerji rantı ve şiddete göre belirlenen bir ortamda bu nasıl olacak, bulmamız gerekiyor bir yol..

  67. hortlak

    61.nin yorumuna katiliyorum..
    Anladigim kadariyla dini siyasetde mesrulastiriyor..
    Dinin elini,parmagini politikadan cektirmek degilde..

  68. hortlak

    Umrumda degil.. Ölü laflar..

    Kurt ulusal hareketinin ve benzerlerinin ruhunu anlamamak sol düsüncenin tipik ölmüs düsüncesidir..

    Pkkli falanda degilim.Büyük ihtimallede basa gectiklerindede tüm sosyalist devrimlerdede oldugu gibi ekonomik-sosyal yönden batacaklardirda..

    Tüm bunlar bizi Kendi kendini yönetemeyen kürtlerin ulusal özgürlügünü savunmaktan alikoyamaz..
    Acikcasi bugün Pkk ,ocalanda bunun hakli olarak simgesi haline gelmistir.
    Mandellanin özgürlügü Siyahlarinda özgürlügü yaratigi gibi aponunda özgürlügü kürtlerinde özgür,bagimsizligini beraberinde getirecektir.. Ve bunun cok önemli tarihi önemini bilmek gerek..

    Burada tamda olumlu gelismeler sirasinda karin agrisi elestirmelerde bulunmak tamda ezenlerin yanina götürür..

    Acikcasi , Bugün Kürlerin esas düsmani Mhp ve Kemalist milliyetciliktir.. Akp degildir.. Akpyle masa basinda politik savasimini vermektedir.. Karsilikli uzlasmalar,zigzaglar karmasik sürecin kacinilmaz dogasinda yatmaktadir..
    Buda kafanizi agritiyor..Isterdinizki akp ye karsi silahli mücadele yapsin.. Aptal degiller iste..Bosuna beklemeyin..

    Konu analiz,teori degil pratik siyasetdir..Düstügünüz hata sizleri kendinizin bile istemedigi saflara götürür..
    Bizimde uyarimiz bu..

    En iyisi bu durumun -örnek vermekte zorya bu dünyada-Baska ülkede olsaydi nasil düsünürdünüz?
    Eminim Kayitsiz sartsiz ezilen ulusun yaninda olurdunuz.Burjuva,murjuva demeden.. Ön planda tutulmasi gerekende bu olmalidir tabi..
    Yok sinif,minif hikayesini sart koymadan.

  69. hortlak

    ek.. Burada fikirler tartisiliyor.

    Hortlak ismi bazilarini huylandiyorsa,onoda sinifsal acidan bakiliyorsa diyecegim sadece su; Istediginiz kadar gezin,dolasi,ucun konacaginiz yer gene stalinin heykeli olacak..
    Stalin meseliside kisisel mesele degil.Düsünce seklidir..
    Hor,horun aciklamsi nasil? yogurtun,fasulyenin?

  70. Mülayim Sert

    http://mustafasonmez.net/?p=4418

  71. Anonim

    Siyasi tecrübesizlik

    Dostu düşmanı hep birbirine karıştırdık. Kim dost kim düşman, kiminle dostluk kurulabilir, bir türlü bilemedik. Bu da siyasi tecrübesizlikten kaynaklanıyor.
    Orta-Doğu’da bize dost olabilecek tek ülke İsrail devletiydi ve hala da odur. Türkiye, hem kendisi ve hem de hizmetkarı PKK aracılığı ile, Kürdleri İsrail’den uzak tutmak için, sürekli Filistin-Israil sorununu taraflı olarak gündemde tuttular. Sorunun tek kaynağı olarak sürekli İsrail’i gösterdiler, ve Filistinlileri ise sürekli suçsuz, günahsız, tertemiz zavallı insanlar olarak lanse ettiler. Buradaki tek amaç, Kürdlerin İsrail devletiyle olası ilişkilere girmelerini önlemekti ve önlemektir.

    http://www.acikmeydan.com/kurd-tarihi/2046-bir-kurd-olarak-abd-ye-kirli-savas-son-verdigi-icin.html

  72. O.Gürsel

    “Tüm bunlar bizi Kendi kendini yönetemeyen kürtlerin ulusal özgürlügünü savunmaktan alıkoyamaz..”

    Elbette… Kürtlerin ulusal özgürlüğü veya ulusal özgürlüklerin sağlayabileceği tüm kazanımlar o halkın (ve tüm halkların) hakkıdır; bir kusurumuz varsa bu daha fazlasını istemek olabilir..
    ***
    “Açıkçası bugün Pkk ,Öcalan da bunun haklı olarak simgesi haline gelmiştir…”

    Sonunda bu, M. Kemal’in hikayesinin aynı olacaksa da! Buna da itiraz yok! Bu da bir gelişmedir’
    *
    “Bugün Kürtlerin esas düsmanı Mhp ve Kemalist milliyetçiliktir… Akp degildir.. ”
    Sadece onlar değil… Kürtlerin ve tüm çalışanların düşmanı kapitalizm, kapitalist emperyalizmdir. AKP en az onlar kadar düşmandır; ipleri eline alsın da o zaman görülsün… ki, o gün de çok geç olacak…
    Kürtlerin dostlarını düşünelim! Daha doğrusu emekçi, sıradan, işsiz veya kürt kadınlarının… Kişisel, grupsal hiç bir çıkar kaygısı gütmeyen anarşistler, özgürlükçü sosyalistler değil mi?
    *
    En iyisi bu durumun -örnek vermekte zor ya bu dünyada-Baska ülkede olsaydi nasil düsünürdünüz?
    Eminim Kayitsiz sartsiz ezilen ulusun yaninda olurdunuz.Burjuva,murjuva demeden.. ”

    Yine öyle… Değişen bir şey yok… Ben oyumu son seçimde BDP ye verdim ki, Cumhurbaşkanı olarak RTE’yi değil, S. Demirtaş’ı tercih ederim!
    Velhasıl…. Burada Kürt Hareketine yapılan eleştiriler, özünde “dışardan” değil, “içerdendir.”

    “Plebyenlerin” tarafındayız… “Ulusal hakları” yeterli bulmamaktayız… Fazlasını istiyoruz ve “Plebyenleri” uyarıyoruz… Suçumuz bu mu?

  73. soruYorum

    Kürtler kadirşinastır. ve aslında ne geldiyse başlarına, bu yüzden geldi. dostlarına “aşırı güven ve dostluğa aşırı-kör bağlılık, çektiklerinin asıl sebebidir.

    bu kör-güven, kürtlerde “dost” kavramının anlamını bulandırmış, anlaşılan. dost, gereğinde acı söyleyebilendir…hep “tatlı” söylemek bir zehirlenme belirtisidir. “kardeşlik” teraneleri altında dilin, kültürün, kimliğin kaybı bunun kanıtı…

    şaşırtıcı olan, bunu en çok, “zerdüştün iki çocuğu ermeniler ve kürtlerin bilmesi gerekirken, en erken onların unutmuş olmasıdır…

    ama artık uyandı sabahlar. zerdüştü hatırladı dünya…dostluğu da…

    şimdi “dostça eleştirilere en çok da kürtler ve ermeniler muhtaç. zira tarih onlara yepyeni bir sayfa açıyor. kadim mezopotamya-sümer değil miydi, “devletin” doğuş beşiği… şimdi de küreselleşmenin getirisi olarak, gene doğduğu yerde batmalı bu yaşlı “devlet aydınlığı”…

    kaderleri devletlerle hiç barışık olmayan bu iki halkın kaderi burada devreye giriyor, bence…dünya “ulus devletler çağının sonuna hızla yaklaşıyor”ken…bu iki halk, bu süreçte olumlu bir rol oynayabilir. bunun için ise, dostların eleştirisi bence yaşamsal önemdedir.

    bilmeyenlerin kusuruna bakmayın siz…

  74. hortlak

    Yazilarini izliyorum. Temelde farkli düsünmüyoruz zaten.

    GZ liyede öldürücü elestiride bulunulmadi. Bizim de uyarimiz
    Kürtleri elestirmenin ne zamani ne sirasi yönündedir..

    Yazinin ruhunudan su hortuyor; Kürt hareketinin simgesi haline gelmis Pkk güvenilmesin apo ya hele hic..

    Elbette GZ linin görüsleri Pkk le ayni olamaz.Olmamasida iyidirde.. Buna ragmen Oyunbozuculugada gerek yok..

    O mizmizliyor,miyavliyor bizde hirliyoruz iste..

  75. Yasar Kahraman

    Kendisine solcuyum sosyalistim deyip sürekli Kürtlere akil veren tipler acaba hic kendi görevlerinin ne oldugunu neden bunlari yerine getirmediklerini acaba salakliktanmi yoksa baska nedenlerdenmi düsünüyorlarmi

  76. emre

    abi filmde çok vurucu bir diyalog vardı.
    anlaşmayı imzalayıp yönetim kuran irlanda mercilerine yoksul bir irlandalı gidip yardım istediğinde geri çevriliyordu. adam bunun üzerine “demek ki henüz özgür olmamışız” diyordu…

    bir de eski bir yapım olan, amerika kıtasındaki ispanyol sömürgeciliğini anlatan “isyan” adlı film var. o da yardımcı olabilir kürt hareketine…orada da ingilizlerin yardımıyla ispanyollara karşı ayaklanıp başarı kazanan yerliler yeni sahiplerinin ingilizler olduğunu çok geçmeden anlıyorlardı.
    ispanyollara karşı isyanın liderlerinden olan bir yerli şöyle diyordu: “özgürlük başkaları tarafından veriliyorsa, özgür değilsin demektir.”

  77. Anonim

    Kürdistan Politik Yaşamının Özeti: Kral-Soytarı Ve Çimdikçileri…

    Gerçekler dillendirildiğinde siyasetin ara halkaları devreye girip “yapıcılıktan/düzeyden” ve “Kürdlerin birliğinden” dem vurarak gerçekleri gölgeliyorlar. Bu bir görevdir onlar için. Çünkü efendilerine yaranmak ve pastadan bir pay kapmak için yaratılan yanılsamanın devam etmesi için gerçekliği gölgelemeleri isteniyor onlardan. Kürdistan politik aktörleri/yapıları (istisnalar dışında) bir bütün olarak bu kirli oyunun bir parçası oldu/olmaya devam ediyorlar.

    PKK; Bu gün Güney Kürdistan’ın bağımsızlığı önündeki en büyük engel ise; Güney Batı Kürdistan’da de facto devletleşmeyi veya asgari federasyonu engelleyip Esad’ın paralı askerliğini yapıyorsa; Kuzey Kürdistan’da ulusal dinamikleri yok edip 2. Lozan’ı hayata geçiriyorsa; Doğu Kürdistan’da da piyonluk rolünü oynamaya devam ediyorsa bu ihaneti ve yedek güçlerini lanetlemek tek seçenektir…

    Abdullah Efendinin farklı tarihlerde dillendirdiği tüm görüşleri tutarsızlık içeriyor ve çelişkiler yumağı gibidir. Ama her koşulda direkt/dolaylı destek gördü bu saçmalıkları.

    Kaynaklar PKK’nin ve söylemler de Abdullah efendinin. Yani somut ve itiraz edilmesi olanaklı olmayan yazılı belgeler…

    Birincisi; “Kürt yurdu, kurumlaşmış olduğunu söylediğimiz faşizme ve özel savaşa karşı birazcık direndi, egemen politikada ve Kemalizm’de gedik açtı.

    SHP’nin çöküşü demek, genelde Kemalizm’in kuyrukçusu olan Türkiye solunun ve demokratçılığın çöküşü demektir. Bu çok önemlidir. İcazetli olan böyle bir sol Kemalizm’den kopuşu tam sağlayamamıştır.

    Kemalist milliyetçiliğin faşizmi de içerdiği göz önüne getirildiğinde, bunun daha da tehlikeli bir gericilik olduğu görülecektir. Mustafa Kemal deneyiminin, o dönemde önemli ölçüde yükselen faşizmi esas aldığını biliyoruz. Şoven milliyetçiliğin o dönemde faşizmin esas aldığı bir silah olmuştur.

    Kemalizm daha 1920’lerin başında Kürtlerdeki ulusal kurtuluş güçlerine karşı savaşmış, Koçgiri’den başlayıp Dersim’de bitirmişti. Kemalizm Ulusal kurtuluş hareketine karşıdır ve bu temelde gericidir.” (özgür Halk Dergisinden (Yıl:2 Sayı:14 Aralık 1991 Sayfa: 5, 6, 7)

    İkincisi; ” Mustafa Kemal bazılarının söylediği gibi Kürt düşmanı değildir. Mustafa Kemal, İngilizlerin adamı değildir. O daha çok Lenin’le mektuplaşıyordu, Lenin’e dayanarak ayakta kalmak istiyordu. Daha çok Sovyetlere dayanarak bu mücadeleyi yürütmek istiyordu” (Kaynak ANF, 23 Eylül 2009 tarihli Av. Görüşmesinden)…

    Bu tutarsızlığa ne diyelim şimdi?

    Abdullah efendi bu iki görüşten birinde kesin yalan söylüyor; kendi kendini yalanlıyor. O zaman bu adama yalancı demek haksızlık olur mu?

    Abdullah efendi bu iki görüşten birinde bilerek sahtekarlık/ahlaksızlık yaparak Kürdleri kandırıyor.

    Abdullah’a ahlaksız ve sahtekar demek yanlış mı?

    Abdullah efendinin bu tutarsızlıklarına ve sahtekarlıklarına dün de bu gün de ses çıkarmayanlara tutarsız, yaranmacı, aklayıcı ve korkak demek haksızlık olur mu?

    Kürdistan’ı tahrip eden Apoculuğa karşı sessiz kalan ve zor zamanlarda aklayan tüm politik kişi ve kurum yaşanan olumsuzluklardan dolayı suçlu değil midir?

    Suçlu olduklarına göre bunlarla neden “birlikten” dem vuruluyor.

    PKK ile birlikte tüm bu yedek güçleri kirli bir çukura gömmek gerekmiyor mu?

    Devletin Kral, Abdullah’ın baş soytarı olduğu gerçeği artık gizlenemeyecek durumdayken; Kürdistan politik aktörelerini/yapılarını da soytarının çimdikçisi demek haksızlık olur mu?

    Bu doğru tespit “Kürdlerin birliğini” bozar mı?

    Bu doğruları dillendirmek “düzeysizlik” olur mu?

    Bu kadar rezalete ortak olanların “biz yeni bir parti/örgüt kurup Kürdlerin ulusal haklarını savunacağız” girişimlerine, “sahtekarsınız, siyaset tüccarısınız ve kirlisiniz” karşılığını verip, canınız cehenneme demek gerekmiyor mu?

    Ben kendi adıma “hepinizin canı cehenneme” diyorum; isteyen “birlik” masalları okumaya ve düzeysizlik bataklığından bağırarak “düzey dersi” vermeye devam etsin…

    Berzan BOTÎ

    02.07.2014

    https://www.facebook.com/berzan.boti.50/posts/264064150463668:0

    http://www.nasname.com/a/kurdistan-politik-yasaminin-ozeti-kral-soytari-ve-cimdikcileri

  78. Anonim

    Bu bakış açısı çokta garipsenicek birşey değil kropotkinde ekmeğin fethinde bahsediyo halk hareketi devletle buluşunca sonucunu biliyoruz – o devrimden bahsediyordu ama çok bişey değişeceğini zannetmiyorum zaten PKK devrimden çok Kürt milliyetçiliği yapıyor

  79. .......

    Kürt meselesinde siyasi aktörlerin (akp-chp-hdp) gerçekten samimi olduğunu düşünüyor musunuz? Çünkü ortaya atılan bir sorun ne zaman politikacıların insiyatifine kalıyorsa sorun iyice büyümüyor mu? Çünkü taraflar bu konuda hep birbirine atıyor topu. Ben diyorum ki bugün çözsek sorunu arkasından üzüleceğimiz nice yitip giden canlar var. Ancak halk olarak çözümü para içinde yüzen işadamlarından, aşiret reislerinden beklememiz ne derece doğru? Dağdayken ne kadar asker vurduğunu ballandıra ballandıra anlatanların veya en iyi kürt ölü kürt deyip ortada manevi anlamda etnik soykırım yapanların,öldürülen kürtlerden en ufak vicdan azabı çekmeyenlerin sorumlusu bizler miyiz? Yoksa sıcak koltuklarında sorun olmaktan başka işe yaramayan siyasiler mi? İsmimi yazmaktan dolayı da tereddüt ettiğimden yazmadım.

  80. Anonim

    Bağımsız Kürdistan Bir Adım Ötede

    Doğal, evrensel bir hakkın ‘hak olup olmadığını’ tartışmaya açmak, hak sahibi halka ve insanlığın ortak değerlerine hakarettir. Tartışılabilir olan, bu hakkın nasıl ve ne zaman kullanılacağıdır sadece.

    Bağımsız Kürdistan doğal/evrensel bir haktır. Bunun bir hak olup olmadığını tartışanlar insani tüm değerlerini yitirmişlerdir. Aynı şekilde bu haktan ebediyen vazgeçmek gerektiğini dillendirenler de hem kişiliklerinden hem de tüm insani değerlerden feragat etmişler demektir.

    Bir asırdan fazladır ertelenen bağımsızlık hakkı, Güney parçasında hayata geçirilme aşamasındadır. Kuşkusuz ki tarihi bir adım olmakla beraber, Güney’de bağımsız Kürdistan sadece devletleşme hakkının dörtte birinin gerçekleşmesidir. Unutulmamalıdır ki Kürdistan, Kuzey-Güney- Doğu ve Güney Batı parçalarının özgürleşmesi ve birleşerek bağımsız Kürdistan’ın kurulması ile bu evrensel hak tam olarak yerine getirilmiş olur.

    Nihai amacın ilk adımı olan Güney Kürdistan’ın bağımsızlığı kuşkusuz ki çok önemlidir ve diğer parçaları da tetikleyerek entegrasyoncuları etkisiz kılacaktır.

    Bu gün Güney Kürdistan parlamentosunun toplanması ve referandum ile bağımsızlık için komisyonların kurulması kararı tarihidir. Bu adım artık geri dönülemez bir yola girildiğini gösterir. Başkan Berzanî’nin öncülük ve sözcülük ettiği Güney Bağımsızlığı, tüm onurlu Kürdlerin koşulsuz desteğiyle olanaklı olabilecektir.

    Duyarlı Kürdistanlılara düşen görev, parlamento üzerinde baskı yapmak;

    bağımsızlığı ısrarla gündemde tutmak;

    Entegrasyoncu politikacıları teşhir ederek etkisiz kılmak;

    Hiçbir parti ayırımı yapmadan bağımsızlıkçılar olarak her düşünce ve inançta insanların ortak adresi olmak;

    Bağımsızlığı savunan politikacıların geri adım atma koşullarını ortadan kaldırmak ve mitinglerle- gösterilerle bağımsızlık türkülerini haykırarak halkın tümünü harekete geçirmektir…

    Bağımsızlık için geri sayım başlarken, tüm ittifaklar yeniden gözden geçirilerek eski ezberler bozulmalıdır.

    İyi ve kötünün tek kriteri bağımsızlıktan yana olanlar ile karşı duranlar olmalıdır. Bu kritere göre bu günkü duruşuyla bağımsızlıktan yana tutum alan Ali Babir’in dost, karşı tutum alan bazı YNK’lilerin ve Salih Müslim gibilerinin de düşman olduğu gerçeği görülmelidir.

    Bu aşamada, YNK içindeki bazı entegrasyoncu kesimler sivil inisiyatifler tarafından mutlak şekilde kontrol edilmeli ve gerekirse zor kullanılarak devre dışı bırakılmaları gerekmektedir. Aynı şekilde PKK/PYD ve benzeri entegrasyonculara karşı çok net tavır alınarak engelleme çabalarına prim verilmemelidir. Bu entegrasyonculara karşı her türlü tedbir meşrudur. Çünkü doğal ve evrensel bir hakka karşı durarak insanlık suçu işliyorlar ve ihanetlerini belgelemiş oluyorlar. Dünyanın her yarinde olduğu gibi Kürdistan’da da ihanetin bedeli bellidir. Bu tarihi süreçte duygusal davranmamalı ve “kardeşlik” edebiyatına asla prim verilmemelidir. Ne pahasına olursa olsun engeller ortadan kaldırılmalıdır. Şayet ihanet çetelerine karşı net bir tutum alınmayıp bağımsızlık ilanı engellenirse, Kürdler arası kanlı iç hesaplaşmalar kaçınılmaz our. Bu nedenle “kardeş kavgası” gibi gerekçelerle ihanete hoş görü gösterilmemelidir.

    Kürdler ve Kürdistanlılar bu tarihi kazanımın coşkusunu tüm Kürdistan’a yayarken, zafer sarhoşluğuna kapılıp Kuzey ve Güney Batı’da hayata geçirilmek istenen mutlak entegrasyon projesine karşı kayıtsız kalmamalıdır.

    Güney’in bağımsızlığından hemen sonra diğer parçalarda uluşacak ulusal uyanış harekete geçirilerek entegrasyon mahkum edilmeli ve entegrasyoncular etkisiz kılınmalıdır.

    Güney Kürdistan devrimi bağımsızlıkla taçlandığında, tarihin gördüğü/göreceği en büyük devrimlerden biri yaşanmış olacaktır.

    Bu devrim;

    Bütün emperyaslit devletlerin, bölgesel sömürgeci devletlerin; yerel işbirlikçilerle birlikte faşist/gerici taşeronların ve kendisine “sosyalist” diyen SSCB’nin ortak kararıyla hayata geçirilmiş bir köleliği ortadan kaldırmanın ilk adımıdır.

    Bu devrim;

    Emperyalizme, sömürgeciliğe ve her türlü gerici/faşist çetenin ortak ittifakına karşı kazanılmış ezilenlerin haklı bir devrimi olacaktır.

    Bu devrim;

    Dünyanın en büyük güçlerine karşı ezilenlerin başarabileceğine dair umutları yeşertecek olan bir umut devrimi olacaktır.

    Hiçbir komplekse kapılmadan Bağımsız Kürdistan için zafer türküleri söylenmelidir; Kürdistan’da yaşayan tüm halklar ve inançlar bu coşkuya ortak edilmeli ve onların da en az Kürdler kadar bu devrimden yararlanacağı güvencesi verilmelidir. Egemen devletlere karşı olan haklı öfke söz konusu devletlerin halklarına yansıtılmamalıdır. Çünkü Kürdlerin hiçbir halkla bir sorunu yoktur; sadece egemen sömürgeci sistemlerle/devletlerle sorunları vardır…

    Unutulmamalıdır ki hiçbir şey bağımsızlık ve onunla bağlantılı olan özgürlükten daha değerli olamaz. Bu değere sahip çıkmak her onurlu insanın görevidir…

    Geri dönüşü olmayan bağımsızlık yolunda emek sarf eden/sarf edecek olan herkese teşekkürler…

    Berzan BOTÎ

    04.07.2014

    http://www.nasname.com/a/bagimsiz-kurdistan-bir-adim-otede

  81. hortlak

    Berzan Botti arkadas söylediklerine tümüyle katiliyorum. Bir önemli görüsten haric..

    Ulusal özgürlük icinde insanlarin özgürlügünü kaldirilamaz.

    Kürt özgürlük hareketine en büyük elestiride,sorunda tam burda yatiyor. Kürtler birbirini yer..
    Eger bagimsizliktan yana olmayan kürtlere hain,vede onlara güc kullanildiginda tamda onlarin görüslerini destekliyorsun..
    Sonundada bu durum kimsenin destek olmayacagi yalnizliga sürükler..
    Demek istedigim su; kardesim,arkadasim ölecekse o ülkeninde, dünyaninda cani cehenneme!..

  82. soruYorum

    BREZ BERZAN BOTİ, brayé min-i delal; ez ji tera tıştek bejim bi kurtasi..

    Çok geç kalmış bir bağımsızlık manifestosu…yanlış zamanlama çünkü ulus devletlerin anlamsızlaştığı bir dönem…
    Artık kimse bu “davalar” için mücadele etmez, edemez…zira anlamsız kaçar, cazip gelmez…

    devlet tapıcısı bir avuç sol ve sağ otorite manyağı, takıntılı bir avuç şaşkın dışında…

    gene de koşullar, kürtlere “bağımsız” bir devlet getirebilir. daha doğrusu, küresel entegrasyon sürecinde böyle “ikramlar” olabilir…

    ancak bu, sadece bir avuç devletlu dışında kimseyi tatmin etmez.

    en güzeli, bütün devletlere karşı mücadeleyi aksatmadan sürdürürken, rojava örneğinde olduğu gibi, “katılımcı kent demokrasileri” inşa etmek ve korumak olmalı…ve bu kanton-kentlerin federatif birlikteliği için çabalamalıyız…

    gerisi laf salatası…

  83. Anonim

    Hatip Dicle etnik aidiyetine açıklık getirsin..

    Büyük emektar Edip Karahan’ı eskilerin hemen hepsi tanır. Şimdi aramızda olmayan bu değerli dava adamı çok çileler çekmiş, ağır haksızlıklara uğramıştır. Hayatı tutuklamalar ve takibatla geçmiştir demek abartı olmaz. Bir gün Amed’de yurtseverlerin kurduğu bir dernekte seminer vermektedir. Siyasi polisin sıkı kontrolu olan derneğe Karahan’ın polis ispiyonu olduğunu bildiği biri de gelir ve semineri izlemeye koyulur. Seminer sonrası mutad olduğu üzre dinleyenlerin sorularını cevaplama safhasına geçilir. Muhbir zat dinleyenlerde tereddüt yaratmak için hiç ilgisi yokken Edip Karahan’a;

    – İnsanın maymundan geldiği solcular tarafından iddia ediliyor, bu konuda ne düşünüyorsunuz şeklinde bir soru yöneltir.

    Karahan bir an duraklayıp tüm dinleyenleri gözden geçirdikten sonra;

    – Vallahi insanların tümünü bilmiyorum ama kürtler eşek neslinden gelmiş olmalı, zira hemcinsinin acılarına duyarsızlar kürtler arasında bolca var diyerek cevaplar.

    Muhbir bozulur ve çıkıp gider.

    *

    Hemcinsinin acısına duyarsız olmayı aşarak ülkesinin bağımsızlığını çöpe atan, işgalcilere peşkeş çeken, işgalci devletlerin silahını kuşanan, işgalci istihbarat servislerinin dezenformasyon ve propaganda aracına dönüşen kürtler binlerce olmasının dışında böyleleri kürtler adına politika yapar, mevkileri işgal eder durumdalar. Kürt siyaseti ve kürt belleği işgal altındadır. Düşkünlüğün bu ileri türüne diğer milletlerde şimdiye kadar bu ölçekte rastlanmadı. Kürtlerin direnişçi kadar ihanetçi peydahlayan sosyal bünyeleri var. Bu düşkün takımına eşek demek eşeğe haksızlık olur ve de sorunu çözmez. Olgunun nedenlerine inildiğinde görülecektirki tutuk sol ve islami söylem bu cerahatın başlıca üreticisidir. PKK deyip geçmeyin, Hizbullah da var. Bu ikisi kürtlerin bir türlü akıl edip sorgulayamadıkları ideolojik saplantıların ürünüdürler ve kim ne derse desin sürecin baskın unsurları olmak durumundadırlar. Herşeyi devlete atmak kolaycılıktır. Esas sorulması gereken devletin kendi virüsünü kürtlerin hangi zayıflığı üzerinde ürettiği ve yaygınlaştırdığıdır, uygun olmayan yada aşılı bünyede üremeyeceğine göre kürtlerde uygun ortam işlevi gören bir çanak tutmuşluk söz konusu. Bu durum istisnasız Kürdistan’ın diğer parçalarında da aynen mevcut. Eski ezberde inat edenlerin eşeklikte bunlardan fazlaca bir farkı yok, nihayette aynı kapıya varacak bir yürüyüşün sahibidirler.

    *

    Axi Tevfik Efendi geceleyin kahvehaneden eve döner. Eşi yatmamıştır. Axi’ye;

    – Efendi bizim eşek eve gelmedi kayıptır, der.

    Axi tekrar dışarı çıkar, eşeği aramaya koyulur. Çolig’in futbol sahası civarında otlayan bir eşek görür ve önüne katarak eve getirir, ahıra kapatır. Kendini bekleyen hanımına da eşeği bulduğunu söyleyerek yatar.

    Axi’nin hanımı sabahleyin erkenden kalkarak ahıra iner ve hayvanlara yem vermek isterken görürki Axi’nin gece vakti getirdiği eşek onların eşeği değildir. Hemen üst kata çıkar ve uyumakta olan Axi’yi uyandırarak;

    – Efendi sen başkasının eşeğini getirmişsin, bizim eşek boz eşekti, sen kara bir eşek getirip ahıra koymuşsun der.

    Axi sabah mahmurluğuyla;

    – Hanım sen de, eşek eşektir, der.

    *

    Kürtlerin ahırına tıkılan eşekler gerçekten bizim eşeklerimiz değil. Arabın, türkün, farsın eşekleridir. Eşek eşektir deyip geçmek de var ama siyaseten özümsenmiş olmak etnik özümsemenin fevkinde olarak çok daha büyük düşkünlüğe yol açıp millet adına daha hasarlı bir eşek tipi çıkarmıştır ortaya. Dilinden, tarihinden, kültüründen, toprağından koparılanlarda hiç değilse insanlık kalmıştır geriye. Siyaseten çelmelenenlerde ise insanlık da kalmamıştır. İşgalcisinin devletine, milletinin soykırımcısına sadık kalacağına namusu ve şerefi üzerine yemin edene insanlık atfedecek birileri çıkarsa ayrı mesele. Aksi halde bunlar bizim ahıra kapatılmış ama yularları başkalarının elinde eşekler olarak anılacaklardır. Debelendikleri çöplük ortada, eşekler eşekliğini böyle sergiliyor işte.

    Son söz yerine;

    Kürtler her eşeğin beyanında negatif yada pozitif hikmet arayacaklarına, beklentilerini ıskat eden eşekliklere teessüf yada hiddet yönelteceklerine bu eşeklerin nasıl ve niçin kürtlere politikacı tayin edildiklerini düşünmeye ve anlamaya muhtaç hatta mecburdurlar.

    http://cebaxcor.blogspot.com.tr/2014/07/hatip-dicle-etnik-aidiyetine-acklk_6.html

  84. Anonim

    PKK ve YNK sömürgeci kamp adına bozgunculuğu bırakmalı.

    Piyasaya ilk çıktıkları günden itibaren kürt öldürmekle, kürtlere saldırmakla, kürtleri terörize etmekle işe koyuldu ve bu kötülükleriyle ünlendiler.

    Biri jandarma kamplarında subaylardan eğitim aldı, diğeri Şam büyükelçiliği istihbarat görevlisiyle aynı apartmanda İran ve Suriye istihbaratlarıyla da al takke ver külah bugünlere gelindi. Buna bir devlet oyunu dememek için neden yok.

    Dikkat ederseniz kürtlerin en bilgili, siyaseten en becerikli, kitleye etkide bulunabilen, mücadeleci ve fedakar aydınlarını-siyasetçilerini planlı bir şekilde katlettiler. Kürt milletinin ulusal hafızasına indirilmiş çok ağır bir darbedir bu. Yeryüzündeki bütün milletler için geçerlidir, milletleri yüzbin kişilik siyasetçi ordusu yönlendirmez, her milleti yönlediren etkin siyasetçilerin sayısı bini geçmez. 1970’li yılların ortalarından itibaren 1980 yılına kadar paramiliter türk örgütleri 5 bin kürt öldürdü. Öcalan 17 bin kürt öldürdüklerini itiraf etti. Hizbullah da 5 bine yakın kürt öldürdü. Öldürülenler ezici çoğunlukla seçkin kürt yurtseverleriydi. Kuzey kürtlerinin bugün siyaseten grogy durumda olmalarının en büyük nedeni budur. Kürtler siyasi manada başı koparılmış beden gibi. Bu nedenle kürt kitleleri taleplerini siyasete yansıtamıyor, uğradığı zulümden kurtuluş yolunu bulamıyor.

    Bu öldürülen kürt siyasetçilerinin yerine örgütlere kimler yerleştirildi, kürtlüğüne sadık siyasetçilerin siyasete yapacağı etki ve yönlendirmenin yerini hagi söylem aldı ve kürtler nereye çekiliyor?

    Bu sorunun cevabı fazla zor değil. Siyaset sahnesine bakınız, aynen bugün izlediğiniz sonuç amaçlanıyordu ve şimdilik kotarılmış görünüyor. Sayelerinde..

    Hatip Dicle’nin çarpıtma ve inkar yollu ifadelerinden kürtlerin tarihi geçmişi, gasp edilen hakları ve toprakları, bunların geriye istirdadı ile ilgili olmadığı, daha çok sömürgeci devletlerin beklentileri ile ilgili olduğu ve bu beklentileri temsil etmeye çalıştığı anlaşılıyor. MHP’nin yada AKP’nin Kerkuk’ta tarih boyunca ezici ekseriyetle var olduklarını görmeyip bazı ilçelerinde kürtlerle birlikte varolan türkmen azınlık üzerinden kürt inkarı yürütmesinin ve kürtleri zikretmemeye programlı bir ifade tarzının Dicle’ye egemen olması kimler adına konuştuğunu ve konuştuklarının kimlerin inkarcı iddialarıyla örtüştüğünü açıkça ortaya koymuş durumda.

    Tıpkı Türkeş gibi “kendileri zindanda ama ideolojieri iktidarda hatta devlet.” Her zamanki türk klasiklerinden birinde Dicle’nin figüranlığı yüz karasıdır.

    *

    YNK bugün KDP ile hükümet ortağı olmasının dışında Güney’in kurumlarını fifti-fifti elinde bulundurmaktadır ve YNK’nin bu fifti-fifti durumu genel seçimlerde aldığı oy oranıyla doğru orantılı değildir. Buna rağmen YNK bir siyasi parti olarak farklı düşünme ve düşündüklerini ifade etme hatta gerçekleştirme hak ve hürriyetine sahiptir. Ancak YNK’nin karşı çıktığı hükümetin nasıl tanzim edileceği, nereye kimin atanacağı, Hewler’e okulmu yada yolmu yapılacağı, hangi köprünün hangi köye yapılacağı değil, tüm kürtlerin ortak ve tarihi özlemi olan bağımsız devlet olma girişimlerine karşı taş döşüyor, geciktirmeye, ertelemeye ve bu yolla ipin üstünde kalmaya heves gösteriyor. Siyasi nezaket; ahde vefa, mutabakata vefa, müteffikini boşa çıkarmamaya özenli olmakta ifadesini bulur ve hele işgalcisine karşı milletinin fertleriyle tereddütsüz dayanışmayı zorunlu kılar. Dayanışma yerine bağımsızlığa köstekcilik ve engellemecilik haksız, yanlış olduğu kadar lanetli bir tavırdır. YNK mevzilenmesinin siyasi nezaketle ilgisi olmaması bir yana muhataplarından önce millete nezaketsizliktir. Hakettiği cevabı alır.

    Hatip Dicle’nin beyanatları, PKK’nin bağımsızlığa karşı tavrı, İran’dan aldığı güçle bağımsızlık girişimlerini ters istikametten yani Suriye alanından menfi şekilde yönlendirmeye kalkışması ile YNK’nin Güney’de sergilediği ikircikli ve karnından konuşan tevilciliği arasında pratik olarak fark yoktur.

    Dikkat edilmesi gereken bir husus daha var;

    Selahattin Demirtaş’ın tam da kürtlerin bağımsızlık ilanı döneminde işgalci Türkiye çatısını meşrulaştıracak anlam taşıyan cumhurbaşkanlığına adaylığıdır. Türk devlet çatısını meşrulaştırmak pratikte soykırımı, tehciri, köy yakmaları, işkenceyi, haksız mahkumiyetleri, tecavüzü meşrulaştırmaktır. İşgal ve ilhak eylemi bu yöntemlerle tamamlanmıştır. Unutulmasınki Kuzey’in 5 milyon insanı hala tehcir koşullarında yaşamaktadır.

    Irak’ta sömürgeci çatıyı kürtlere kanıksatmak ise Irak cumhurbaşkanlığı koltuğunu muhafazaya yönelik diretmede kendini gösteriyor ve Demirtaş’ın eylemiyle özdeşleşiyor. Irak devletinin Türkiye kadar soykırımcı, ilhakçı ve inkarcı olmadığını söyleyebilecek durumda değiliz. Hergün Enfal kurbanlarının yeni bir toplu mezarı bulunuyor. Şii İran ve Suriye’nin de rüzgarını arkasına alarak Irak şii iktidarının ve onun şahsında Irak devletinin Kürdistan’da egemenliğine meşruiyet temini anlamına gelen cumhurbaşkanlığı kürtlerin bağımsızlık girişimiyle ıskat olunur, bu gelinen aşamada sırf bu koltuğu muhafaza için bağımsızlığı engelleyici söyleme ve tavra sığınmak kürtlerin yolunu kesmekle eşanlamlıdır. YNK bu işgüzarlığı PKK’den devşirmekte yada PKK’nin lanetli tavrına YNK ilham kaynağı olmaktadır.

    Kürtlerin bağımsızlık konusundaki hassasiyetlerini mevcut statükonun boşa çıkarılması için olmazsa olmaz hassasiyetler olarak göremeyip YNK’ye saldırı olarak algıladığımızda işbirlikçinin koltuk sevdası için bağımsızlık ilanına karşıtlığı konumuna düşeriz. Oysa kürt vatanperverliğinin sivri ucu bağımsızlık konusunda ikircikli davrananlara ve destekten kaçınanlara yönelik olmalıdır. Bir milletin varolmasına yada yokolmasına yol açacak bir tercih kapıya dayandığında bu tercihe karşıt tutum takınan, çelmeleyen, geciktirmeye kalkışan herkes işgalcilerin sepetinde hesaplanır. Soruna partiler açısından bakmak yerine kürtlerin statüko karşısındaki hareketlenmeleri ve bunun millete getirileri açısından bakmak doğru olanıdır.

    http://cebaxcor.blogspot.com/2014/07/pkk-ve-ynk-somurgeci-kamp-adna.html

  85. Anonim

    Devletleşmek, sadece Kürtler için mi kötü? – Mustafa Acar

    “Devlet kötüdür, devlet istemeyiz, Kürtlerin devleti olmamalıdır, başka bir alternatife ihtiyacımız var!”demeyi, yurtseverlik veya “Kürt halkına dostluk” sananlara birkaç kısa sorum var:

    Kürt devletini/federasyonunu “veba” ilan edenler, Güneybatı Kürdistan’ın 3 kantona bölünüp “özerklik” ilan etmesini neden kutluyorlar?

    Elbette ki Güneybatı Kürdistan’daki Kürtlerin dün nüfus cüzdanından mahrum olarak yaşadıkları, adeta insan yerine konmadıkları dönemden sonra, herhangi bir siyasi statüye kavuşacak olma ihtimali bile adalet duygusuna sahip her insan evladını mutlu eder; bu tartışmasız bir gerçek.
    Fakat Suriye’nin bütünlüğünü savunup “bağımsız devlet veya federasyon istemiyoruz” dedikten sonra özerkliği zafer olarak ilan etmenin anlamı nedir?

    Kürt yurtseverleri şu soruyu kendilerine sormalı ve cevabı başkalarında değil; kendi vicdanlarında bulmalılar: Rojava’da bağımsızlık yanında çok çok daha geri bir siyasi statü olan özerkliği talep etmenin anlamı nedir? Üstelik daha fazlasını da edinebileceğimiz tarihi bir fırsat yakalamışken.

    Peki ya Kürt halkını bağımsızlık/devlet taleplerinden soğutma kampanyasına destek olan “uzman”lara ne demeli? Bu çevrelerin sürekli tekrarladıkları slogan şu: “Kürtler bağımsız devlet istemesin, milliyetçilik devri bitti!”
    Eğer bağımsızlık için ulusal/uluslar arası şartlar henüz hazır değilse, elbette ki başka alternatifler (federasyon gibi) düşünülebilir ve savunulabilir. Burada önemli olan, Kürtleri bir ülkeye sahip olma fikrinden soğutmamak, o umudu öldürmemektir.

    Bir ulus için bağımsızlık istemenin en büyük gerekçesi, o ulusu işgalci ve sömürgecilerden korumaktır. Ki bu ulus, senelerdir işgalcilerin her türlü zulmüne tanık olmuş Kürtlerse, bu bir gerekçeden de öte; bir insanlık görevidir.

    Sadece hak ve hürriyetlerini istedikleri için o kadar çok Kürt katledildi ki sömürgecilerin tek bir Kürd’ü bile elimizden almasına tahammül edemeyiz artık.

    O yüzden bağımsızlık için şartlar henüz gelişmemişse, zamana ve uluslar arası desteğe hala ihtiyacımız varsa eğer; yapılması gereken, bağımsızlık talebinin ertelenmesidir; sözünü ettiğimiz çevrelerin yaptığı gibi yok edilmesi değil.

    Yani nedir bu sürekli Kürtlere bağımsızlığı ve devleti öcü gösteren, onları bu idealden, bu umuttan uzaklaştıranların derdi?

    Neden Kürtlerin bir ülkesi olsun istemiyorlar?

    Eğer devlet bu kadar kötüyse – ki Orta Doğu’da Kürtlere hükmeden devletler kötüden de öte, canavardır – neden gidip yıllardır Kürtleri katleden Türk, İran, Suriye ve Irak devletlerine karşı diklenmiyorlar?

    Orta Doğu’nun tüm bu totaliter, teokratik, despot devletlerinin yanında, Kürtlerin özgür ve demokratik bir ülkeye sahip olmaları neden kötü olsun?

    Kürtlerin devlet sahibi olmamasını kendilerine amaç edinmiş çevreler, Büyük Kürdistan’ın özgürleşmiş tek parçası olan Güney Kürdistan’ı ısrarla ve inatla itibarsızlaştırmaya çalışırken, Irak hükümetini neden hiç eleştirmezler?

    Devletin ne denli kötü olduğunu, neden sadece henüz ortada bile olmayan Kürt devleti söz konusu olduğunda hatırlarlar?

    Dünyanın tüm devletsiz, ezilen ulusları bağımsız bir devlete sahip olmak için ellerinden geleni yaparken, neden Kürtleri bir ülke sahibi olma idealinden yabancılaştırmaya çalışırlar?

    O pek dâhiyane “devletsiz” çözümlerini neden Filistinliler, Basklar, Katalanlar, Uygurlar, Çeçenler, Kırımlılar gibi başka halklara da önermezler? Neden?

    Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından Filistin’e “gözlemci devlet statüsü” verildiğinde ve Filistin ilk kez BM’de oy kullandığında bayram edenler, aynı şeyi neden Kürtler için istemezler?

    Mazlum ulusların özgürleşmesi için yakaladıkları fırsatlar nadirdir, tarihidir; kesinlikle kaçırılmamalıdır.

    Ayrıca milliyetçiliğin veya ulus devletlerin sonunun geldiği gibi bir durum da söz konusu değildir.

    İskoçya, geçen yıl İngiltere’den bağımsızlık yoluna doğru bir adım daha attı; ülkenin geleceği için ‘hedef tanımı’ bildirisinde bağımsızlık planını ilan etti.
    Yine Katalonya, 9 Kasım 2014’te bağımsızlık yanlısı bir referandum yapma kararı aldı.

    Bu iki bölgenin bağımsızlık için ihtiyaç duyduğu altyapı, Kürdistan’a göre elbette daha gelişmiştir. Ama Kürtler için devlete ve federasyona karşı olanlar yüzünden, Kürdistan’ın o kadar gelişememe, fikirsel ve altyapısal anlamda bağımsızlığa hazır olamama riski vardır.

    İskoçya ve Katalonya eğer bugün bağımsızlığın eşiğine gelmişse, bunu “devlet istemiyoruz, devlet kötüdür, biz işgalcilerimizle kardeş kardeş yaşarız” diyerek elde etmediler.

    Kürtler, dünyada daha fazla itibar ve onay kazanmak istiyorlarsa, daha tutarlı olmak ve kendi kaderini tayin hakkını talep etmek zorundalar.

    Her yıl fikir değiştirerek, “ekolojik toplum”, “sınırların anlamsızlaştığı konferedal yapı” gibi muğlak ve soyut taleplerle değil; ayakları yere basan, güçlü, gerçekçi taleplerle dünyanın karşısına çıkmalılar.

    Sürekli fikir değiştirdiğimiz ve mitolojik, romantik talepler dile getirdiğimiz sürece, dünyanın onayını ve desteğini yeterince kazanamayız; İskoçya ve Katalonya’nın geldiği seviyeye de gelemeyiz.

    Kürt halkı, devrimci ve direnişçi bir halktır. Güçlü ve kararlı bir halktır. Bunun çok iyi farkında olan Türk devleti, Kürtlerin devrimci potansiyelini; gerçekdışı, hayalî ve dünyada henüz uygulanmamış projelerle yok etmeye çalışıyor.

    Orta Doğu’da en büyük devrim, kuşkusuz ki Kürdistan’ın özgürleşmesiyle olacaktır. Kürtler için ve vicdan sahibi tüm insanlık ailesi için günümüzde bundan daha büyük bir devrim olamaz.

    Bu devrimin gerçekleşmesini önlemek için devlet, Kürtlerin dikkatini ulusal özgürlük ve bağımsızlıktan alıp, “ekolojik-cinsiyet özgürlükçü-konfederal” vs. projelere, “sınırların gereksizleşmesi-anlamsızlaşması”, “tüm Orta Doğu’nun demokratikleşmesi” gibi belirsiz, onlarca yıldır devlet sahibi olan toplumların bile henüz gerçekleştiremediği planlara yoğunlaştırıyor.
    Çünkü somut talepler dile getirmeyen, dünya gerçeklerinden kopuk bir Kürt devrimci, devlet için ne kadar tehdit olabilir ki?

    Yukarıda saydığım projeler elbette ki değerli, insani yönü yüksek projelerdir. Çevrenin korunduğu, kadın haklarının kollandığı, çocukların güvende olduğu bir düzeni istemek, elbette kişinin büyük yürekliliğinin, duyarlılığının de göstergesidir.

    Ama bunu isterken ve düşlerken, tüm bunları kendi yönetimimize yani federasyon ya da devlet gibi yüksek bir siyasi statüye sahip olmadan nasıl başarabileceğimizi de düşünmeliyiz.

    Kendi ülkesini ya da federal yönetimini istemeyen bir toplum, hala Türk, Arap ve Fars yönetimlerine bağlıyken bu projeleri nasıl gerçekleştirebilir?

    Daha geçtiğimiz aylarda Ankara Sincan Cezaevi’nde Kürt çocuk mahkûmlara uygulanan işkenceyi basından okuduk. İnsan hakları örgütleri, bu haber karşısında ayağa kalktılar; yürüyüşler ve basın açıklamaları yaptılar. Ama sonuç ne? Çocuklarımız hala cezaevlerindeler; hala işkence ya da işkence tehdidi altındalar.

    Çocuk mahkumlara bile işkence ve tecavüz etmekten yılmayan, utanmayan, verilen tüm tepkilere aldırmaksızın işkenceyi adeta bir hobiye dönüştürmüş devletlere bağlı kalarak “ekolojik-cinsiyet özgürlükçü-konfederal yapı” yı kurabileceğimiz görüşünü destekleyenlere, tekrar ve tekrar, Türkiye, İran, Irak ve Suriye cezaevlerine bakmalarını öneriyorum.

    Dostoyevski, “Bir toplumun uygarlık seviyesi, hapishanelerine girince anlaşılabilir” demişti.

    Kürtlere hükmeden devletlerin cezaevleri, bize bu devletlerin medeniyet seviyeleri hakkında ne söylüyor? Kürtler, sonsuza dek, bu seviyeye mi mahkûm olmak istiyorlar?

    Kürtler, dünyanın en çok işkence ve katliama uğramış halklarındandır. Ve bu halkın çocukları, özgür ve güvenli ülkelerine bir gün elbette kavuşacaktır. Tüm bu oyun ve hilelere inat…

    http://rojevakurdistan.org/medyadan/14335-devletlesmek-sadece-kuertler-icin-mi-koetue-mustafa-acar

  86. Gün Zileli

    Devletleşmek herkes için kötüdür. Cezaevi olmayan devlet olmaz. Cezaevleriniz de olacak mı?

  87. Anonim

    Devletsiz toplum düzeni tarihöncesi veya ilkel, göçebe, bedevi toplumlar hariç gerçekleşmesi imkansız bir ütopyadır ve günümüzde ulus devlet olmayan bir devlet yoktur. Bu nedenle ya Türk devletinden ya Kürt devletinden yanasınızdır, üçüncü bir seçeneğiniz yoktur.

  88. Gün Zileli

    üçüncü seçenek özgür komünler federasyonudur. önümüzde bu yol var. ulus devlet ve siyasi partiler çağı kapandı.

  89. Anonim

    Özgür komünler geçmişte kalmış, günümüzde uygulanamayacak bir aşamadır. Bu, dallanıp budaklanmış bir ağacı tohum haline döndürmek, veya lehçelere ve farklı dillere ayrılmış, yabancı kelimeler girmiş dilleri ya da yayılarak mezhep ve tarikatlere ayrılmış, bid’at ve hurafeler girmiş dinleri saf haline döndürmek kadar mantıksızdır bence.
    Ulusların ve ulus devletlerin zayıflaması ve giderek ortadan kalkması, nüfusun etnik, dilsel, dini ve mezhebi olarak karışması ve dünyanın bütünleşmesiyle mümkün olabilir. Türkiyedeki Suriyeli mülteciler kalıcı gibi görünüyor. Zaten mevcut etnik, dini, mezhebi azınlıkları ve dilleri de düşünürsek ulussuzlaşmaya giden yolda iyi bir fırsat.

  90. Gün Zileli

    ulus-devlet, uluslar boğazlaşması demektir.

  91. Anonim

    Bazı birey ve gruplar devletten bağımsız yaşayabilir ancak bütün toplumun devletsiz olması bana pek mümkün görünmüyor.
    Bu şuna benzer, insanların bir kısmı çocuk yapmayabilir (bence bu aşırı nüfusun artışının durması hatta nüfusun azalması için yaygınlaşmalı bile) ama neslin tükenerek toplumun yok olmaması için diğerlerinin bunu yapması gerekir.

  92. hortlak

    Türk ulusunun kurtulusunu sadece türklerin müslüman olmayanlara karsi izledigi yok etme amaci tasidigina indirgemek inanilmaz tarihi hata.
    Ayni sekilde Kürtlerin bagimsizlik hareketi onlari milliyetcilige,devlet kuruculuguna,baska uluslara,özelliklede türklerle bogazlasmaga yol acacagida en az okadar igrenc bir hatali görüstür..

    Türk devleti kuranlarlari Hemde böyle dini nedenlere dayandiranida herhalde hizbullak ,muzbumak örgütlerinde denilebilecek laflar..Yoruma gerek yok..

    Ulusal Kurtulus hareketi türk milletinin kendi kendini yönetmesi nedeniyle desteklenir. Kendi dilinde,kültüründe olusmasi,gelismesi nedeniyle haklidir,desteklenir. Sultanciliktan cumhurriyete gecisyle desteklenir. Cagdas olma nedeniylede desteklenir..

    Kürt ulusuda bunu hak ediyor. Kendi kendilerini yönetmesi,kültürlerini gelistirmesi nedeniylede desteklenir..
    Ekonomik nedenleri bir tarafa..

    Pasifistler katliamlar,kötülüklerde bile tarafsiz yada iki tarafada uzak durmasiylada bilinir..
    Simdide buna anarsistlerde baska sekilde katiliyorlar.

    Uluslari yok etmek degil yasatmak gerek.. Devletleri yok etmek vizyonu na ulasmak isteniyorsa uluslarin esit,özgür oldugu sinirlarin anlamini yitirdigi DÜNYA DEVLETi kurularak gerceklesir..

    Kapitalisler bu yönde adimlarini atiyorlar siz hayali engeller yaratirken..

    Sizi gidi yaramazlar.. Her seyin bir sirasi var.mizmizlik Edip bozgunculuk yapmayin .. Uslu durun..

  93. Anonim

    (çıkarıldı. admin) hortlak

  94. hortlak

    Herkes herseyi biliyorda..Oynamasini bilmiyor..Zavalli cocuklar..

  95. Anonim

    “Zapatizm toplumsal bir harekettir ve silahlı isyan hareketleri örneğinde, kazanan ya da kaybeden değil, ayak direyen olmak gerekir. Bugün önemli olan şey, çatışmaya bir çözüm bulmaktır ve biz herkesten şunu istiyoruz: Kaybetmemize yardım edin.

    Biz bu ülkeye yeni bir istiklal marşı vermek istemiyoruz, ezbere bildiğimiz bozgunlar listesine eklenecek yeni bir kahraman daha vermek istemiyoruz. Bu anlamda artık ölüme eğilim duymuyoruz. Bir asker (kesinlikle ben de onlardan biriyim) kesinlikle saçma ve irrasyonel biridir; çünkü ikna etmek için silaha sarılma imkânı vardır. Sonuçta bir asker emir verdiğinde bunu yapar: Silahların gücüyle ikna eder. Bu nedenle bizce, biz de dâhil, askerler asla yönetmemelidir; çünkü kendi fikirlerine değer kazandırmak için silaha başvuranların fikri kıttır. Bizce silahlı hareketler, her ne kadar devrimci olsalar da esasen keyfi hareketlerdir. Her koşulda, silahlı hareketlerin yapması gereken şey sorunu ortaya koymak, sonra da bir kenara çekilmektir”.

    Bir de bu alıntılara mutlaka eklemem gereken bir vecizesi :

    “Kavga bir çember gibi her bir noktasında başlar ama asla bitmez”

    Bana Ken Loach‘ın Özgürlük Rüzgarı adlı filmini anımsatan bir vecizesi var:

    “Düşmanla her temas, eğer onu teslim almak için değilse, teslim olmak içindir.”
    (Sözümüz Silahımızdır…)

  96. Anonim

    Kürt Meselesi üzerinde “ulusal” alınganlıklar” gösteren arkadaşlar
    88 no’lu yorum üzerine bir şey yazmayı düşünmezler mi?

  97. Anonim

    İhanet Çetesinin Kürdistan Alerjisi…

    Selahattin Demirtaş, “Bağımsız İsrail ve Filistin devleti birlikte yaşamaya alışmalıdır.” Dedi…

    Güney Kürdistan’da bağımsızlık ilanının yoğun olarak tartışıldığı bir dönemde PKK ve türevleri koro halinde “Irak’ın birliği” hikâyeleriyle Kürdleri kandırmaya ve olası bağımsızlık ilanını hem teorik hem de pratikleriyle engellemeye çalışmaktadırlar.

    Ve her zamanki gibi “ulus devlet dönemi bitmiştir, halklar demokratik birliklerini kurmalı ve birlikte yaşamalıdır” söylemlerini pazarlamaktadırlar.

    PKK’nin, “Ulus devlet dönemi bitmiştir” söyleminin altında yatan gerçek düşüncenin sömürgeci devletlere ait olduğunu; bu söylemin “Kürdler devlet olmamalıdır” faşizan anlayışın örtük hali olduğunu ve PKK/BDP’nin de bu faşizan anlayışın sözcüleri olduklarını ısrarla yazdık ve işledik.

    Bu güne kadar dünyanın hiçbir yerinde hiçbir bağımsızlık hareketine (devletleşmeye) karşı çıkmayan PKK, “Ulus devlet dönemi bitmiştir” anlayışını sadece ve sadece Kürdlerin devletleş(me)mesi için kullandı.

    “Bağımsız İsrail ve Filistin devletleri birlikte yaşamalıdır” diyen Demirtaş ve temsil ettiği anlayış, ‘Bağımsız Kürdistan ve Irak devletleri de birlikte yaşamaya alışmalıdır’ demiyorsa/diyemiyorsa ve ısrarla “Demokratik Irak-Demokratik İran-Demokratik Suriye ve Demokratik Türkiye” söylemleriyle Kürdlerin devletleşme hakkını açıkça sömürgecilere satıyorlarsa bunun bir tek açıklaması vardır: “PKK sadece ve sadece Kürd/Kürdistan düşmanlığı misyonuyla kurulmuş taşeron bir yapıdır ve sömürgecilerin politikalarını hayata geçiren bir ihanet çetesidir”…

    “Ulus devlet dönemi bitti” ise bu ilke düzeyinde savunulmalıydı ve dünyadaki tüm halkları kapsamalıydı. Dahası mevcut ulus devletlerin tümünün ortadan kaldırılması için çaba sarf edilmeliydi. Mevcut hiçbir devletin varlığından rahatsız olmayan PKK, yakın zamanda kurulan hiçbir devletin varlığına da itiraz etmedi. Dahası kurulma aşamasındaki tüm devletleşmeleri de destekliyor. Sadece Kürdlerin devletleşmesine karşı geliştirilen “Ulus devlet dönemi bitmiştir” söylemi, sömürgeci teorisyenler tarafından demokratik bir sos ile Kürdleri kandırmak için geliştirilmiş koca bir yalandır/oyundur. Bu kirli oyunun hayata geçirilmesi ve inandırıcı olması için “Kürdler” vasıtasıyla savunulması gerekiyordu.

    Bu nedenle “bir Kürd hareketi” süsü verilen PKK ve legal yansımaları hararetle “ulus devlet dönemi bitmiştir” oyununda sözcülüğe getirildiler. Kürdlere çok çok pahalıya mal olan bu kirli oyunda sona doğru gelinirken, bu kirli oyuna “dur demek” ve oyuna karşı cesurca durmak onurlu olmanın zorunlu şartıdır.

    Onurlu Kürdlerin yapacağı tek şey ‘Ulus devlet dönemi bitmiştir’ diyen ihanet çetelerine kırmızı kart gösterip saha (Kürdistan) dışına atmaları ve “taşeron örgütlerin halkı kandırma dönemi bitmiştir” söylemini haykırarak bağımsız Kürdistan türkülerini söylemeleridir…

    Haber/Yorum

    22.07.2014

    http://www.nasname.com/a/ihanet-cetesinin-kurdistan-alerjisi

  98. soruYorum

    arkadaşlara türkçe anlatamadık; bir de kürtçe deneyelim…

    “dema netew-devleté qediya…” ulus devletin miyadı doldu…

  99. Anonim

    Dünyadaki bütün devletleri neden yok etmiyorsunuz o zaman?

  100. Anonim

    Okuduğunuzu anlamıyor musunuz?

    Ne diyor;

    “Ulus devlet dönemi bitti” ise bu ilke düzeyinde savunulmalıydı ve dünyadaki tüm halkları kapsamalıydı. Dahası mevcut ulus devletlerin tümünün ortadan kaldırılması için çaba sarf edilmeliydi. Mevcut hiçbir devletin varlığından rahatsız olmayan PKK, yakın zamanda kurulan hiçbir devletin varlığına da itiraz etmedi. Dahası kurulma aşamasındaki tüm devletleşmeleri de destekliyor.

  101. Anonim

    “Kürtlere akıl vermek…”
    Yine bir yerlerden öğrenilmiş bir “kalıp” itiraz… Ortaklaşmış bir terim.. İçeriksiz, kişiliksiz, bayağı… Sokak külhanbeyinin beyin kabuğunun çok altından çıkan tepkisel bir kaç sözcük…
    Genelde burada söylem “insanlara” söylenmektedir. Etnik köken gibi kendisinin hiç bir emek vermediği “ucuz” aidiyetler üzerinden övgüleyici yazılar bir şekilde ırkçılığın kapısını açar ki, dünün mazlum yahudileri nasıl bugünün zalimleri oldularsa aynı şekilde geleceğin zalimleri de bu felsefe üzerinden besleniverir; niyet bu olmasa da kapı açılmıştır.
    Bilindiği üzre bu siteyi 15-20 milyon Kürt okumadığına göre kürtlere akıl verilmemektedir; bu konuda kafa yoran insanlara “farklı” görüşlerin de olabileceğini, X, Y veya Z politikalarının yakın veya uzun gelecekte içerdiği riskler üzerine analizler yazılmaktadır; isteyen istediği kadarını alır…
    Akıllı insan başkalarının aklından, deneyimlerinden ders, düşünce almayı bilir…
    Kürtler insanlığın öylesine “dahi” bir ulusu ki, hiç bir başka ulusal deneyimden, Kürt olmayan hiç kimseden de akıl almasına ihtiyacı yoktur! “Kürtlere akıl vermeyin!” Bu mu yani…
    Tam da bu… Tipik Kürt milliyetçisinin, Tipik Türk milliyetçisinden fakı var mı? Bilen varsa lütfen yazsın; öğrenmek istiyorum…
    Yoksa eğer bu sitede bildiğim kadarıyla “MHP’liler” vb. Türk milliyetçileri yazı yazmıyor…
    Özür dilerim! Her tür milliyetçilik bana tiksindirici geliyor; Alman, Türk, Sırp, Rus, Fransız, Arap veya Kürt… (Kürt kültürü için “milliyetçiliği” gerekli bulabilirim! Ama siyasal veya insani değil…)
    Hiç bir ulusu aşağılamayan, tam bir insani eşitlik gözeten, “bizim mahallenin çocukları” tarzında bir “milliyetçilikten” henüz çok uzağız…. Belki Ortak Dil’in getirdiği bir “duygusallık” olarak bir “mahalle duygudaşlığı” düzeyinde; diğer ulusları da “kardeş” görebilen bir milliyetçilik…. Belki yüz yıllar sonra; elbette Kapitalizm koşullarında bu olamaz!

  102. Anonim

    Kürt milliyetçiliğinde Türkiye mandacılığı

    Seyfi Cengiz

    Birinci ve İkinci paylaşım savaşlarının devamı diyebileceğimiz bir Üçüncü paylaşım savaşı yaşanıyor.
    Zengin enerji kaynaklarına sahip Ortadoğu coğrafyası bu savaşın odaklarından biri.
    Irak ve Suriye bu yeni paylaşım savaşı içinde fiilen bölündüler.
    ABD’nin Irak işgali Irak Kürtlerini, Suriye iç savaşı Suriye Kürtlerini iyi kötü devletleştirdi.
    Fiili durum bu.
    İŞİD’in Musul işgali sonrasında Kerkük’te kontrolü eline geçirmiş bulunan “Irak Kürt Yönetimi“ bağımsızlıktan sözetmeye başladı.
    Barzani yönetiminin açıklamasına ilk yeşil ışığı Türkiye’nin yakması şaşırtıcı değildi.
    Çünkü bu açıklama sadece Bağdat’tan bağımsızlaşmayı hedeflemekte ve bu konuda büyük ölçüde Türkiye’nin desteğine güvenmektedir.
    Başından beri hep dış güçlere ve dış müdahalelere bel bağlamış olan Kürt milliyetçiliği bugün umut olarak Türkiye’yi görüyor.
    Türkiye’nin vesayeti altında bir Kürdistan tasarlıyor.
    Kısacası Türkiye mandacılığını savunuyor.
    AKP iktidarının emperyal milliyetçiliğiyle uyumlu bir siyasettir bu.
    Durum bu olsa da son gelişmelerle birlikte Kürt bağımsızlığı konusu bölgenin ve dünyanın gündemine oturmuş bulunuyor.
    Kürtlerin birlik ve bağımsızlık özlemlerinin gerçekleşme şansı son yüz yılda hiçbir zaman bu kadar yüksek olmamıştı.
    Bir “Kürd’ün (Demirtaş) tam da böyle bir dönemde TC cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesi sebepsiz değil.
    Onu aday gösterenler de, adayın kendisi de bu girişimin ne anlama geldiğini iyi biliyor, bu bilinçle hareket ediyorlar.
    Bu oyunun bilincinde olmayanlar kitlelerdir; seçmenlerdir.
    Seçmen kitlesinin ezici çoğunluğu TC Anayasasını okumamıştır bile.
    Bir “Kürt“ için, dahası bağımsızlık iddiasıyla ortaya çıkmış bir geleneğe mensup bir “Kürt“ için, üstelik Kürtlerin bu taleplerinin gerçekleşme şansının en yüksek olduğu bir dönemeçte TC cumhurbaşkanlığına aday olmanın ne anlama geldiğini bilenlerin ve bu adaylığı bunu bilerek destekleyenlerin sayısı oldukça azdır.
    Ortalık neye destek verdiğini bilmeden Demirtaş’a destek çağrıları yapanlarla dolu.
    Bari neye destek verdiklerini bilseler.
    Bu linkte

    http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye_cumhurba%C5%9Fkan%C4%B1

    TC devletinde cumhurbaşkanlığı makamının neyi simgelediğinin, görev ve yetkilerinin ne olduğunun kısa bir açıklaması var.

    Hiç değilse okuyup üzerinde bir düşünseler derim.

    http://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/k%C3%BCrt-milliyet%C3%A7ili%C4%9Finde-t%C3%BCrkiye-mandac%C4%B1l%C4%B1%C4%9F%C4%B1/769617873089244

  103. Anonim

    Sırrı Öztürk
    KÜRD/KÜRDİSTAN ULUSAL HAREKETİ ÜZERİNE HAYATÎ SORULAR VE CEVAPLARI (∗) – I –

    Soru – 1: Kürd Ulusal Hareketi’nin yeni bir arayış ve yöneliş içinde olduğu gözlemleniyor. Kürdistanlı politikacılar arasında da çeşitli ideolojik ve politik tartışmalarla örgütsel ayrışmalar yaşamaktadır. PKK-KCK-BDP örgütleri, 30 Mart 2014 Mahalli Seçimlerinden sonra HDP türünden bir örgütlenmeyi gündeme getiriyor.

    Kolektifiniz Çalışanları’nın “sol cenah örgüt/partileri” olarak adlandırdığı devrimci, demokrat, sosyalist, komünist iddialı örgütlerle çeşitli gruplar HDP örgütlenmesine olumlu yaklaşmakta ve katılmaktadır.

    Kolektifiniz Çalışanları başından beri Kürd Ulusal Hareketi’ne bu türden “olumlu” yaklaşımları gerek sosyalist solun yeni nitelikler kazanabilmesi açısından gerekse siyaset sahnesindeki eksikliği hissedilen İşçi Sınıfı Partisi (İSP) ya da Komünist Partisi (KP)’nin oluşturulması mücadelesine zarar vermesi açısından eleştirmektedir.

    PKK-KCK-BDP örgütlenmeleri beğenelim ya da beğenmeyelim Yakın ve Orta Doğu’da olduğu gibi yaşadığımız coğrafyada da politika yapmaktadır.

    Devrimci, demokrat, sosyalist, komünist iddialı örgütler de artıları ve eksileriyle politika yapmaktadır. Fakat henüz yan yana şekilsiz duran bu türden örgütler ne yüzleşip hesaplaşabilmiş ne de ayrışabilmiştir. İdeolojik, politik ve örgütsel açıdan da çok parçalı, dağınık ve işlevsiz bir konumdadırlar.

    Kolektifiniz Çalışanları bu türden iddiası bulunan örgütleri de “şık” bir biçimde “sisteme kalp ilacı olmakla” ya da Lenin gibi; izledikleri politikalarıyla “nehrin öte yakasına düşmekte” nitelemesiyle karşıya almaktadır.

    Kolektifiniz Çalışanları gene başından beri burjuva ve küçükburjuva sosyalist akımları ve de onların örgütsel duruşlarını karşıya alarak eleştirmekte ve Komünistlerin Siyasî Birliği sorunu/sorunsalını gündemde sıcak tutmakta, aynı zamanda İSP ya da KP’nin kolektif çabalarla oluşturulmasını bilince çıkaran çalışmalarıyla tanınmaktadır.

    Kolektifiniz Çalışanları’nın bazı tez ve tahlillerinde de Kürdistan Komünist Partisi Kadrolarıyla yaşadığımız coğrafyadaki Komünist Kadroların Komünistlerin Siyasî Birliği sorunu/sorunsalına çözüm yöntemi üretmelerini ve aralarında Enternasyonal Birlik ve dayanışmanın böylelikle gerçekleşebileceğini savunmaktadır. Kolektifiniz Çalışanları ayrıca Devrimci politikada Ulusallık-Sınıfsallık diyalektik birliği konusunda da farklı bir konumda olduğu gözlemleniyor.

    Marx-Engels-Lenin’in temellerini attığı Bilimsel-Komünizm Öğretisi’nin günümüzdeki uzantıları ya da ardılları, bu durumda ne yapmalıdır?

    Kolektifiniz Çalışanları’nın ileri sürdüğü ve gündemde sıcak tutmaya çalıştığı tez ve tahlillerinizin altında tarih ve imza olduğu hâlde sizlere hiçbir eleştiri yöneltilmemektedir. Eleştiri, öneri ve uyarılarınızın böylesine “suskunlukla” karşılanması hangi anlama geliyor?

    Cevap – 1: Çok kapsamlı, çok yönlü ve dersine iyi çalışmış bir insanımızın sorularıdır, sorduklarınız.

    Öncelikle belirtmeliyiz: Kolektifimiz Çalışanları eleştirel katkıya açık ve muhtaç hâliyle bazı tez ve tahlillerimizi dışımızdaki bizim insanlarımıza sunmaktadır. Kimileri gibi tartışılmayan, kesin ve Kelam-ı Kadim misali yazıları kaleme almıyoruz. Bağımsız sınıf tavrıyla, sınıflar mücadelesi tarih ve devrimci geleneklerimizin bizlere/hepimize öğrettiğini sandığımız kimi konu ve sorunlarımızı, deneyimlerimizi ve bunlardan çıkardığımız çok yönlü ders ve sonuçlara ilişkin çözüm yöntemlerimizi bizim insanlarımızla paylaşıyoruz.

    Kimilerinin aksine “Marksizm’in yorumu ve pratikte yeniden üretimi” yönteminin iyi öğrencileri olmaya çalışıyoruz.

    “Marx-Engels-Lenin’in temellerini attığı Bilimsel-Komünizm Öğretisi’nin günümüzdeki uzantıları ya da ardılları” iddiasında bulunanların teori ve pratikleri tüm altüst oluşlarda ve bunalım dönemlerinde sınanıp denenmektedir. Kolektifimiz Çalışanları elbette bu sürece saygılı ve bağlıdır. Fakat yapmaya çalıştıklarımız bu sürecin “uzantısı” ya da “ardılı” şeklindeki benzetmeyi hak ediyor mu? Bu konuda da sınıfsal tevazuumuzu koruyarak kelam etmeliyiz. Yapmaya çalıştıklarımız sıradan ve basit temrinlerdir ancak. Asıl Devrimci görevimiz: “Emek-Sermaye” ve “Proletarya-Burjuvazi” uzlaşmaz temel çelişkisini “Laikçi-Şeriatçı” diye gündemleştirilen sahte ve suni gündemin karşısına sınıfsal bir ağırlığı koymak, sınıflı kapitalist toplumun tek alternatifi, sınıfsız komünist topluma yürüyüşü gündemleştirmektir. Kolektif çabalarımızla birleşik, ciddî, güçlü, güvenilir ve donanımlı İSP ya da KP’yi oluşturulması görevini de ortak çabalarla başaracağız demektir.

    Politika sahnesinde eksikliği hissedilen de budur.

    Kolektifiniz Çalışanları’nın öne çıkarıp arkasında dik ve onurla durduğu tez, tahlil, eleştiri, öneri ve uyarıların kimilerince “suskunlukla” karşılanması dolaylı da olsa ikrar ya da kabulü anlamına geliyor. Kendilerini birer “siyaset” yerine koyanların, bu türden teori ve pratikleri dışındaki teori ve pratikleri görmemezlikten gelmeleri onların ideolojik-sınıfsal konumları gereği doğaldır. Kaldı ki Kolektifimiz Çalışanları’nın gündeme taşıdığı konu ve sorunlara çözüm yöntemi arayışlarında bizler asla yalnız değiliz. Yaşadığımız coğrafyada -hayat ve mücadele henüz onları buluşturup bütünleştiremese de- Hakikî Komünist Kadrolar da bulunmaktadır.

    Daha gerilere gitmeye gerek var mı? 2013 – Haziran Gezi Parkı Eylemleri, 30 Mart 2014 Mahalli “Seçim” Hesaplaşması, 1 Mayıs 2014 Eylemleri, 13 Mayıs 2014 Soma İşçi Katliamları ve günümüzdeki can alıcı ve yakıcı sorunlar hepimize devrimci mücadelede tutulacak Sınıf Ana Halkası’nı göstermedi mi?

    AKP iktidarının ve birinci elemanının kimliği, kişiliği, ideolojik ve ruhsal sağlığı ve de faşist söylemlerini öne çıkaran ajitasyonlar kimilerine yeterli ve “sevimli” gelebilir. Hâlbuki devlet tekelci kapitalizmini ve onun sınıfsal konumunu-gündemini bilince çıkarmalıyız.

    Bir kez daha tekrarında yarar görüyoruz: “Misak-ı Millî” denilen coğrafyanın hudutlarını Komünist Kadrolar çizmedi. İngiliz-Fransız-Alman emperyalistleri Yakın ve Orta Doğu’daki emperyalist-kapitalist sömürülerine göre Kürdistan halkının coğrafyasını dört parçaya bilinçle böldü.

    Gerek “Kürd Sorunu” ve gerekse “Kürdistan Sorunu” Dünyanın günümüzdeki sahipleri olan hegemonların, Yakın ve Orta Doğu’daki “yüksek” çıkarlarına göre; ABD+AB+İsrail siyonizm’inin sömürücü, yeni-sömürgeci projelerine göre çözümlenmesi istenmektedir.

    “Kürdistan Komünist Partisi Kadrolarıyla yaşadığımız coğrafyadaki Komünist Kadroların Komünistlerin Siyasî Ve Enternasyonal Birliği sorunu/sorunsalına çözüm yöntemi üretmelerini ve aralarında Enternasyonal Birlik ve dayanışmanın böylelikle gerçekleşebileceğini savunmamız…” ya da bu konuyu bilince taşıyışımız hayat ve mücadelenin öğrettiği bir şeydir. Yeni bir şey söylemiyoruz.

    Kürdistan’ın dört ayrı coğrafyasında “Kürdistan Komünist Partisi” (KKP) iddialı örgütlerin varlığından da haberliyiz. Fakat Kapitalist TC, İran, Irak, Suriye coğrafyalarındaki KKP’leri Kürd Ulusal Hareketleri üzerinde anlamlı ve ileri bir basınç uygulayamamışlardır.

    Kuzey Afrika emekçi halklarının haklı talepleriyle isyan ve ayaklanmalarında -varlıklarından haberli olduğumuz- Komünist Öznelerin önderliklerinin de yeterli olmadığını görüyoruz.

    Komünistler: “Ulusların kendi sosyal kaderlerini özgürce tayin-tespit ve ayrılma hakkını” âmâsız ve fakatsız olarak savunmuşlardır. Ayrıca, ezen ulus ile ezilen ulus milliyetçiliği konusunda da bütün ezilen-sömürülen emekçi halklarımızın yanındaki yerlerini de gene âmâsız ve fakatsız olarak almışlardır.

    Komünistler: Yakın ve Orta Doğu’da inkâr-imha-asimilasyon politikalarıyla sömürülen, sömürgeleştirilen bütün emekçi halkların haklı talep ve ihtiyaçlarının karşılanması için savaşmıştır. Kara gerici, ırkçı, mezhepçi, tarikatçı, cemaatçi, ümmetçi, ulusalcı, nasyonal solcu, şoven ve sosyalşoven görüşlerin ideolojik, politik konum ve mevzilerine karşı en tutarlı savaşı Komünist Kadrolar veregelmiştir.

    “Devrimci politikada Ulusallık-Sınıfsallık diyalektik birliği” konusunda yapmaya çalıştıklarımız da aynıdır. Yaşadığımız coğrafyadaki sosyal muhalefet dinamiklerinin en anlamlıları Ulusallık-Sınıfsallık diyalektik birliğini işaretliyor çünkü.

    PKK-KCK-BDP, evet, politika yapıyor. Onlar politikada kendilerini vareden üretim-mülkiyet-paylaşım ilişkileri ile ideolojik-sınıfsal konumlarına göre hareket etmektedir. Bütün ulusal hareketler bağrında büyük, orta ve kır-kent küçükburjuva unsurlarını taşır. PKK-KCK-BDP’de bu durumdadır. Komünistler: Kürdistan proletaryasının, emekçilerinin, yoksul köylülüğünün, ilerici/devrimci kadın, aydın ve gençliğinin sınıfsal ve ideolojik kavgalarının yanındadır. Onlar ise aksine ve âdeta “Kürd olsun da çamurdan olsun” diyerek Kürd burjuvazisi, Kürd toprak ağası, mütegallibesi, aşireti, din kurumları vbg. sosyal sınıf ayrımından yana değildir. Oysa Kürdistan toplumu da sınıflı toplumdur. Homojenleşmiş bir Kürdistan toplumunu tarih yazmıyor.

    PKK-KCK-BDP’nin gerek ulusal kurtuluş yolundaki çok yönlü mücadelesinde, gerekse din, cemaat, tarikat, ümmet konularındaki tavrında Kolombiya Marksist-Leninist Gerilla Hareketi FARC-EP ile karıştırmamak durumundayız. FARC-EP Kolombiya’nın üçte birinde fiilen hâkim bir konumdadır. Devrimci ve Marksist çizgisini dost-düşmana kanıtlamıştır. FARC-EP gerici Kolombiya hükümetiyle eşit, yasal ve meşru bir zeminde, gerici BM’nin de gözetiminde, Küba’da, Küba Komünist Partisi’nin ev sahipliği ve dayanışmasını yanına alarak masaya/müzakereye oturmuştur. Yapılan müzakerelerde öncelikle FARC-EP’nin Marksist olduğunu kabul ettirmiştir. Ardından Kolombiya’da toprak reformu taleplerini dikte ettirmiştir. PKK ise, denetimindeki bölgede ne bir grev yapmış ne toprak işgali/reformu gerçekleştirmiştir. PKK ne hazin, bunca bedel ödedikten sonra, Kürd burjuvazisinin, ABD+AB+İsrail siyonizmi’nin Yakın ve Orta Doğu’daki “yüksek” çıkarları uzantısında bir “çözüm” arayışı içindeki, Öcalan+MİT’in İmralı görüşmeleri sürecine bel bağlamıştır.

    PKK-KCK-BDP’nin yöneticilerinin burjuva ve küçükburjuva sosyalistleriyle ilişkisi, BDP yerine HDP’nin örgütlenmesi her iki cenahın yeni ve ileri nitelikler kazanabilmesinin önünü kestiği gibi, Komünistlerin Siyasî Ve Enternasyonal Birliği sorunu/sorunsalına çözüm yöntemi üretilmesine de, politikada eksikliği hissedilen İSP ya da KP’nin yerini alması mücadelesine de darbe anlamına geliyor.

    AKP iktidarı hiçbir inandırıcılığı, güvencesi ve işlerliği bulunmayan “barış süreci”, “çözüm süreci”, “yol haritası” vbg. uyutmalarıyla “mış” gibi bir politika izleyerek “Üç K” geleneğimizi devlet tekelci kapitalizminin kirli ve sömürücü gündemine uydurmak istiyor.

    AKP’nin “Üç K” geleneğimize olan sınıfsal düşmanlığı Selçuklu, Osmanlı ve ardından kapitalist TC devletinin uygulayageldiği bilinçli ve sınıfsal bir kin, ayrımcılık ve düşmanlık politikasıdır. Süregelen inkâr-imha-asimilasyon politikaları kolektif çabalarımızla mutlaka geri tepecektir.

    Kapitalist TC devleti kurulduğu tarihten bu yana devlet eliyle burjuva yetiştirerek; emekçi halklarımızı birbirine karşı konuşlandırarak; zengin-fakir bölünmesini sağlayarak; Alevi-Sünni düşmanlık ve bölünmesini yaratarak; Türk-Kürd karşıtlık ve düşmanlığını bilinçle yaratmıştır.

    Fakat kapitalist TC’nin bütün burjuva iktidarları gibi AKP’de devlet tekelci kapitalizminin her bunalım dönemlerinde bunun “suçunu” büyük bir utanmazlıkla “Üç K” geleneğimizin üzerine yıkmaya çalışmaktadır.

    AKP emperyalist-kapitalist sistemlerinin sömürücü-sömürgeci yöntemlerine göre; “Üç K” geleneğimizi TCK’nın, TMK’nın gerici maddelerine sokmaya yeltenerek, “bölücü”, “anarşist”, “terörist”, “marjinal” olarak suçlamaya cüret etmiştir! Mevcut anayasa ve yasaların gerici maddelerine göre değil, ama “Diyalektik tarihsel, felsefî materyalizm yöntemine göre Eyvallah Bölücüyüz!..” denilecektir sağlı “sol”lu burjuva partisi sözcülerine…

    “Üç K” geleneğimizin ulusal/sosyal/sınıfsal/evrensel kurtuluşu öncelikle bünyesindeki kendi burjuvalarından koparak; İSP ya da KP ile bağlarını güçlendirerek; sınıfsal temelde birlik, güç birliği ve ittifaklar sağlama yeteneklerine bağlıdır.

    Ne hazin “Üç K” geleneğimizin birincisi olan Komünist Kadrolar bir türlü Komünistlerin Siyasî Ve Enternasyonal Birliği sorunu/sorunsalına çözüm yöntemi üretememiş, politika sahnesinde eksikliği hissedilen İSP ya da KP’nin oluşturulmasını henüz gerçekleştirememiştir. Sahte işçi, sosyalist ve komünist iddialı örgütlenmeler üzerinde anlamlı bir basınç uygulayamamıştır. Komünist Kadrolar ne burjuvaziden ne de burjuva ideolojisi ve revizyonizmden hesaplaşıp koparak ayrışamamıştır.

    “Üç K” geleneğimizin ikincisi olan Kızılbaş-Alevi cenahımız da kendi burjuvazisinden henüz bir türlü kopup ayrışamamıştır. Gerek yurtdışındaki gerekse ülkedeki Alevi kurum ve kuruluşları genellikle burjuva ve küçükburjuva solcu akımların elindedir. Diğer yandan gerici burjuva AKP iktidarı Kızılbaş-Alevi cenahımıza savaş açmıştır. Kızılbaş-Alevi hareketini ehlileştirmek, asimile etmek için terör yöntemleri ve bin bir çeşit baskılarla onları kuşatmaya çalışmaktadır.

    “Üç K” geleneğimizin üçüncüsü olan Kürd Ulusal Hareketi, hemen her alanda örgütlüdür. Yer yer Marksizm’den esinlenerek “Kürdistan İşçi Partisi” ismini alarak mücadelenin bütün biçimlerini uygulayan PKK’nin, ilerici iddialarından vazgeçerek; günümüzde ABD+AB+İsrail siyonizminin Yakın ve Orta Doğu’daki “yüksek” çıkarları doğrultusundaki uzlaşmacı bir çizgiye fit olduğunu görüyoruz.

    PKK-KCK’nin desteğini arkasına alan BDP’nin günümüzde HDP olarak politika sahnesine çıkması sosyal muhalefet dinamiklerinin anlamlı ve ileri bir adım atmasını önlemeyi amaçlayan bir devlet projesidir.

    “Marx’ı aştığını(!) iddia eden Öcalan’ın hiçbir ilerici bilimsel disipline dayanmayan, ideolojik ve sınıfsal içeriği tartışmalı olan “Demokratik Cumhuriyet”, “Toplumsal Barış”, “Radikal Demokrasi”, “Demokratik Özerklik”, “Demokratik Komünalizm”, “Ekolojik Toplum”, “Demokratik Konfederalizm” vb. söylemleriyle ne Kürd Ulusal Hareketi’nin talepleri gerçekleşebilir ne de sokağın hareketlenmesi gerçek amacına ulaşabilir.

    Burjuvazinin işini kolaylaştıran demokratizm ve reformizm hastalığına karşı yalnızca ideolojik savaş açılması yöntemiyle yetinilmemeli, pratik örgütçü çabalarla çeşitli inisiyatifler örgütlenmeli, devrimci müdahaleler gerçekleştirilmelidir.

    Kürdistan’da ve yaşadığımız coğrafyada K. Marx, F. Engels, V. İ. Lenin tarafından temelleri atılan Bilimsel-Komünizm Öğretisi hazmedilerek öğrenildiğinde ve ayrıca, “Marksizm’in yorumu ve pratikte yeniden üretimi” yöntemi kavrandıkça bu türden bilim ve akıldışı tez ve tahlilleri ileri sürerek kitleleri yanıltmaya ve emperyalist-kapitalizmin gerici projelerine razı olmaya çalışanlar bir gün mutlaka yargılanacaklardır!..

    Sistemi ve AKP iktidarını sınıfsallık açısından korkutan sokak eylemleri aracılığıyla CHP ve BDP-HDP’den “burjuva demokratik” bir adım atmalarını bekleyenler daima hüsranla karşılaşacaklardır.

    1 Mayıs 2014

    (∗) Kolektifimize ve Sırrı Öztürk’e yöneltilen sözlü ve yazılı sorulara bu türden bir yöntemle cevap verilmesini uygun buluyoruz.(Yayın Kurulu)

    http://sorunpolemik.com/SP/624/kurd-kurdistan_ulusal_hareketi_uzerine_hayat%C3%AE_sorular_ve_cevaplari-i-/

  104. Anonim

    Deccal

    Bir çoğu ateist olan kardeşlerimiz sırf kanlı Esad rejimini desteklemek adına aleviliklerini ön plana çıkararak kürtlerin çoğunluğunun sünni olduğunu bilmiyormuşcasına “Yezid dölü, Muaviye dölü” yaftasını sünni inacının mensuplarına teşmil ederek işlediler.

    Sünni ve dindar olanlarımızın bazıları kürtlerin bünyelerinde önemli oranda alevi, ezdi, yarasani ve ateist olduğunu unutarak her biri Allah’ın vekili ve islamın temsilcisi olmaya soyundu, insanları kendilerine münhasır bir islamla ölçümlemeye kalkıştılar. Oysa gerçek islami ölçü kendilerine yöneltildiğinde islamın çok uzağında seyrettiklerinin açıkça görüleceği dinden haberi olan her kürdün malumudur. Sanki her birimiz müslüman anadan ve babadan doğmadık ve müslümanlığı bugün tarikat yordamıyla öğreniyormuşuz kanısı pekiştirilmek istendi. Son yıllarda Kuzey Küdistan’da kaç tane katı dindar olmayan hatta ateist toprağa düşmüştür haddi var hesabı yok.

    Ateistlerimizden ve sosyalistlerimizden bazılarının da fanatiklikte bu iki grup insandan farkları yok. İnsanları inançlarıyla ölçümlemekte aynı hevesi taşımalarına ilaveten yöntemleri de özdeşlik arzediyor. Yaftalamak, inancın altındaki insanı göremeyip kabuğuyla ilgilenmek konusunda çok benzeşiyorlar.

    Tüm bu tutarsızlıklara ben tahammül gösterdim, onları farklılıklarıyla kabule, hoşgörüyle dinlemeye, anlamaya çalıştım. Zaman zaman ikaz ederek din ile arap milliyetçiliğinin, din ile türk ırkçılığının, din ile ayetullah caniliğinin farklı olduğunu, anlatmaya çalıştım. Bizimkiler arapla hilafetçi, türkle yahudi karşıtı, farsla batı karşıtı oldular. İslami algıları bundan ibaret. Oysa karşıtlıklar başka türlü de dile getirilebilirdi. Din ideoloji değilki. Dinin niteliği, toplumsal rolü ve misyonu farklı. Çoğu kez de inançların ideoloji düzeyine indirgenmesinden ve hele barbar düşüncelere mesned edilmesinden bir müslüman olarak rahatsızlık duyup inancımı kurtarmaya çalıştım. Salt mesafe koymakla kalmadım, kendi farklı algımı ve düşüncelerimi açıklayarak ikazda bulundum. Her birine kardeşim diye hitap ettim. Benim gösterdiğim içtenliğin ve hoşgörünün kenarından geçmemiş modern görünümlü, buna karşılık pörsümüş ve ilkel idrakli bu beyler burunlarından kıl aldırmaz bir kibirle kendilerini bir şey sandılar. Biz umran dedikçe onlar hadariyette inat gösterdiler, biz medeniyet rica ettikçe onlar bedaveti dayattılar. Sanki kürtler uygarlığı ve insanlığı çölden toplamış gibi ve sanki arap ananelerini izlemek dinmiş, imanmış gibi. Öcalan’ı katillerine sevdalı olmakla suçlayanlar kendilerinin yedi ceddini fasılasız yediyüz yıl katletmişleri yüklenirken cellatlarını sırtlamış olmuyor ve sevdalanmıyormuş gibi.

    Ötekiler de arapla baasçı, kemalistle sapına kadar milliyetçidirler ama sıra kürde gelince milliyetçilik karşıtı kesilirler. Devletin nimetlerinden tıksırıncaya kadar otlanırken kürdün ulusal devletini “modası geçmiş” mavalıyla yasaklamaya güdümlüdürler. Ümmetçiler ise tam bu noktada ümmet derken enternasyonalizm demiş oluyorlar. Enternasyonalizmin egemen uluslarca tefsiri nasıl mazlum miletlerin kendi kaderini tayin hakkını bir şekilde okus-pokus etmekten ibaretse, aynı şekilde hakim milletlerin ümmetçiliği de mazlum olana ulusal haklarını unutturmaya mütealliktir. Bizimkiler bu tefsirlerin ateşli savunucuları ve propagandistleri olarak her iki cenahta da egemen ulus ve devletlerin hizmetkarı/ayaktakımı olmanın ötesinde hiçbir şey değildirler. Müslüman yada sosyalist görünmelerine rağmen ezilen ulus ve ülkesi sorununa bakışta Kemal’den daha jakoben, Esed’den daha şovendirler. Hakim ulusa mensup olanların bu türde düşünceler taşımasının kabul edilmese bile anlaşılır bir yanı vardır, gelgelelim bizim bu ibretlikler kürttürler ve kürtlüğü de dillerinden düşürmezler.

    Hani islamiyet nerede, sosyalizm nerede kaldı?

    Türkün bazı dindarları Kürdistan sorununda bizim sosyalistlerimizden daha sosyalist, bazı sosyalistleri dindarlarımızdan daha müslümandırlar, çünkü sorunu ele alışları ve hakkaniyeti kabul noktasında çok daha adil ve insandırlar. Bizim ibretliklerse benliğinden ve kimliğinden ayrık tipler olarak geleceğin Atatürk heykelleri bekçiliğine namzettirler, türk halkı için de bela olacağa benzerler.

    Kimileri ateistlikle suçladı, kimileri olduğum gibi görünmemekle. Kemalist desisecilik, önce birine olmayan bir suç isnad eder sonra suçlamalarını bu asılsız isnad üzerine inşa eder. Egemen ideolojinin etkilerini kıracak birikimi edinemeyenler kendilerini hangi ayete, sosyalistliğin hangi umdesine sarmalarlarsa sarmalasınlar, ya kemalist ya ayetullahçı yada arap kavmiyetçisidirler. Bu milletlerin itiyadıyla, gelenek ve görenekleri ile dini ayırdedemeyenlerin, araya çizgi çekemeyenlerin elinde peygamber beratı olsa ne yazar? Hakim ulus sözcülüğünden yakasını kurtaramayan Marx’ın havarisi olsa kaça gider?

    Milyonla buluşu gerçekleştiren insan evladı sıra kendini düzenlemeye geldiğinde bunlara göre acizdir, dolayısıyla kendini her biri kerameti kendinden menkul bu zevatın “güvenilir” ellerine teslim edip onların ahlak tornasıyla düzeltilmelidir. Kısaca insanı insan yapan kalıp sadece bunlarda vardır, düzeltme, ıslah etme işi salt bunlara özgüdür. Kendi muhtaç bir dede, nerde kaldı gayriye himmet ede? Fikri ve siyasi rehberliğimize talip olanlar bu halk tekerlemesindeki kıssa ile ifade edilen düzeyde.

    Bir dönün geriye bakın. Elinde ahlak kitabıyla kaç peygamber geldi geçti. Her birinin arkası sıra bıraktığı kan gölüne ve bugün de tüm yeryüzünde sürmekte olan canhıraş kavgaya bakın.

    Musa’dan 3500, İsa’dan 2000, Muhammed’den 1400 yıl sonra hala kitleler halinde kanlı hesaplaşmanızı bitirebilmiş değilsiniz. O halde Allah’ın emirleri sizlerin yanınızdan bile geçmemiştir. Tıpkı insanlığın semtinize uğramadığı gibi. Hala cadı avındasınız. Hala nalıncı keseriyle düzeltebileceğinizi sanıyorsunuz. Hala insanı kalıplama sevdasındasınız. Kendi zavallılığınızdan haberiniz yok, kendinizin kalıp mumyasına dönüştüğünüzü göremiyorsunuz, insanın değerini ve itibarını ideolojiye indirgediğiniz dinin miyopluğuyla ölçmeye kalkışıyorsunuz. Siz, dine de dini bütün inananlara da en büyük kötülüğü yapıyorsunuz. İdeolojik cığızlığınıza dini görünüm vermekte mahir cambazlarsınız. Gerçekten sizin en büyük kötülüğünüz sizin yakınınızda duran gerçek inananlaradır.

    Stalin en iyimser hesaplara göre 35 milyon Sovyet insanını iç tasfiyede katletti. Ulusal bayrağı geminin bordasından aşağı atarak yerine proletarya bayrağını diken Stalin yani. Sizin de milliyetçiliğe köhnemiş düşünceler yordamıyla karşıt olmaklığınız her birinizin içinde küçük Stalin’lerin yaşamakta olduğunu düşündürüyor. Stalincilik yalnızca solcularımıza özgü değil, el hak sözde müslümanlarımız daha kavi stalinisttirler, kana, diktaya, söyleminde karşı gözükmesine rağmen nerede bir kanlı rejim varsa kerhen aklayıcısı, destekleyicisidirler. Üstelik bunu binbir ayetten alıntı yaparak işlemeye çalışırlar. Solcularımız da sağolsunlar alıntıdan çok hazzeder ve çokça başvururlar. Kemale söverek kemalistlik yapmak, Staline söverek iç dünyasında stalinist kalmak, dini yüceltir görünürüken dini ayaklar altına alıp zındıklık merhalesinde seyretmek bizim insanımıza özgü bir riyakarlık türüdür. Tavırları itibarıyla irdelendiklerinde başka türlü değerlendirme olanağı maalesef yok.

    Adam gibi rabıta kurmanızı, tartışırken adam gibi tartışmanızı beklerdim. Bunu da beceremiyorsunuz. Kaçak güreşiyorsunuz. Muhaliflik görüntüsü altında her biriniz devletin kollarıyla ilintili kişilersiniz. Benimle tutturamayınca ürktünüz, sonra defolup gittiniz. İyi ettiniz. Çünkü ben sizleri kovmazdım, sizlere nezaketimi bozmadım ve bozmazdım. Milletimin tüm fertleri hangi inançta, hangi görüşte olursa olsun yanımda değeri aynıdır, hiçbirine inancı zaviyesinden bakmam. İnsan olarak bakarım ve kendimden çok değer veririm. Ancak niyetleri açığa vurduğunda hiç kayıtsız kalmam ve kalmayacağım. Yarın gelseniz kapımı yine açarım. Bu yaptıklarınızı yüzünüze vurmam, şantaja, içten pazarlıklılığa, sinsiliğe tevessül etmem. Ben Yunus Emre değilimki dergaha eğri odun girmez diyeyim. Her yanı eğri, her ferdi bir şekilde eğri sömürge bir toplumun ferdiyim, bizde eğri odun gani ve işimiz eğrilerle, eğriliklerle. Kendim de eğrilikten azade değilim, kendi dertleriyle, eğrilikleriyle hesaplaşan biriyim. Doğruyla, doğru olanla cebelleşmemiz yok, teşrikimiz yok sevgiden ve saygıdan gayrı.

    *

    Müfid Yüksel nam ile maruf Yeni Şafak kalemşörü, AKP’nin musevi ve hristiyan karşıtlığını siyasi ranta dönüştürme hevesine su taşımak için; Kürtler hatta müslüman kürtler arasında “musevi ve isevi kökenli kriptolar” olduğu yalanını utanmadan yazabilmiş. Kendisi sürgün bir Bitlis’li ailenin çocuğu aynı zamanda Siirt’li Şeyh Masum’un torunu, hiç değilse kürtlerin hiç bir dönem hristiyanlığı ve museviliği kabul etmediklerini bilir.

    Eğer dönme arıyorsa türklerin içinde arasın bakalım, hatta nimetlendiği devletin kurucusu Kemal’in ve milli şef İnönü’nün şecerelerini araştırarak işe başlasın. Nimetlendiği devletin temelini bile “kriptolar” atmıştır. Türkiye türkleri arasında yaklaşık beş milyon insan, fazla değil, bundan yüzelli yıl önce hristiyandı. Ayrıca bunlar türk de değil, rumen, bulgar, sırp, alban, hırvat, sloven v.s. Bunların dışında yahudi inancını benimsemiş Karaim, Karay ve Hazar türkleri var. Hristiyan inancında Gagavuz yani Oğuz türkleri var. Kürtler arsında böyle musevi ve hristiyan inancına meyleden topluluklar tarihin hiçbir döneminde olmadı. Hem olsa ne çıkar, bu her iki din de diğer dinler gibi inançtır ve insanlar istediği inancı seçmekte serbesttir. İnanç düşmanlığı kadar insanları inançlarına göre tasnif etmek ilkel bir davranıştır. Bu ilkellik türk islamına özgüdür, diğer dinleri ve milletleri acımasızca yeren, düşmanlık besleyen angutluk türk islamcılığına özgü bir vahşiliktir.

    El altından İsrail ile stratejik ortaktırlar, diğer yandan hristiyan topluluğu olan AB’ye girmek için bürünmedikleri kılık kalmaz, devletleri bile Lozan aktiyle ingilizin lütfudur, en büyük sığınakları ABD aynı zamanda türk devletinin ve AKP’nin veliinimetidir. Şeyhi şahanaleri olan Fetoş bile ABD’yi mekan tutmuş olup FBI’nin kanatları altında icrai faaliyet etmektedir. Bizim bunlara hiçbir diyeceğimiz yok ve karşıtlığımız da yok. Hiçbir devletin yada milletin batı dünyasıyla, hristiyanlıkla, yahudilikle iyi ilişkiler içinde olmasını yadırgamaz, aksine destekleriz. Ancak resmi düzeydeki ilişkileri bu mecraı izleyen türk devletinin ve siyasi partilerinin arkasını her döndüğünde yahudi ve hristiyan karşıtlığı ve küçümsemesi propaganda etmesi, halka düşmanlık tohumları ekmesi hem nankörlüktür hem riyakarlık. Kendi veballerini kürtlere yamayaraktan arap gericiliğine şirin gözükme isteği ise ekstradan bir sahtekarlıktır. Araplar dahi Osmanlı’nın musevi ve hristiyan kriptosu hatta tüfek eti olmasına başkaldırarak türklere karşı batılıların müttefiki olmadılarmı ve hala öyle değillermi?

    Sünni müslümanların devletleri istisnasız İsrail dostu değilmi?

    Kürtlerin sahneye çıkmasına gocunmalarının nedenini anlamıyor değiliz. Müfid Yüksel angutu kripto arıyorsa önce Fetoşa baksın, sonra dönüp AKP kurmaylarına baksın. Vereceği bir beyanat için bile Obama’dan telefon talimatı bekleyen patronu “kripto başbakana” baksın. Yoldaşı Cüneyd Zapsu’yu da unutmasın, nerede kimlerin himayesinde olduğunu bir anımsasın.

    Kürtlerin alevilik, yarasani, ve ezdi inançları çok eski tapım şekillerini içerdiği gibi zerdüştiliğin de önemli ölçüde etkisinde olan inançlardır. Kürtler tarih boyunca böyleydiler, “musevi ve isevi kriptoların” kürtlere zerdüştilik zerketmesine gerek yokki, Zerdüştilik milyonların inancı olarak toplumumuzda zaten var. Bunun yerine kendi kriptolarının islamiyet yerine topluma hangi zehri enjekte etmekte olduklarına ve bu zehrin kimlerin tezgahında üretildiğine baksın. Tabi bu arada kuyruğuna bakmayı unutmasın, kuyruğunu kıstırdığı kapı bu konuda anguta bir fikir verebilir.

    *

    Kuranda Deccal’ın geleceği, kalabalık bir taraftar kitlesi toplayacağı ve ortalığa fitne fesat salarak müslümanları biribirine düşüreceği yazılıdır. Deccal gelmiştir, her tarafta kalabalık bir taraftar kitlesi oluşturmuştur, müslümanların gazabına karşılık uzakta bir korunağa çekilmiş olup fitne ve fesadını oradan icra etmektedir.

    http://www.serbesti.net/forum/showentry.php?sNo=28205

  105. Anonim

    Bu kacinci deccal yavru?o kadar deccal geldi.hala kopmadi kiyametiniz.bitsede gitsek.

  106. Anonim

    Aşiretler ve Hâkkari..

    PKK ve yandaşlarının kemalizmden beslenen feodalizm yaftaları sömürgeci otoriteyi hakim kılmak dışında hiçbir amaç taşımıyor.

    Önce feodalizmin bir üretim biçimi olduğunu görmeden feodalizmi bir sosyal kategoriye indirgemek ve sınıfsal karşıtlık teranesiyle açıklamaya kalkışmak sosyoloji açısından başlıbaşına bir cehalettir.

    Feodal sınıfların varlığı üretim biçimiyle üretim güçleri arasındaki zorunlu ilişkinin bir sonucudur. Üretim araçlarını elinde bulunduran hakim sınıf olarak feodaller üretim sürecini kontrol etme imkanına da sahiptirler. Feodal üretim biçiminde üretim aracı topraktır. Toprakla birlikte çalışanlar hakim sınıf yararına toplam üretim gücünü oluştururlar.

    Hakkari gibi ekilebilir topraklarının oranı tüm arazinin yüzölçümüne oranla % 2’yi bulmayan bir yörede (Bingöl’de bu oran % 4’tür) hangi büyük toprak sahipliğinden ve hangi serf/senyör ilişkisinden bahsedebiliriz?

    Dolayısıyla hangi feodal üretim biçiminin varlığı sözkonusu edilebilir?

    Hakkari’de yaygın ve yerleşik aşiret örgütlenmesi en yoksul köylünün bile köleleştirilmesine engel teşkil eder durumdadır. Feodalizm diye dillerine doladıkları aşiret yapısını ve resiliğini yanlış bir tanımlamayla (aslında sömürgecilerin kasıtla yaygınlaştırdıkları bir yanlıştır) feodal üretim ilişkisinde toprağı elinde bulunduran ve üretimi denetleyen sınıfa verilen ağa sıfatıyla karıştırıyor ve eşitliyorlar. PKK, cahilane olduğu kadar kasıtlı istismarını bu bilinçli çarpıtma üzerine inşa ediyor. Gerçeğinde ise aşiret kurumları kürtlerin geleneksel yerel yönetimleridir ve bu yönetimlerin reisleri ilkel demokrasi denebilecek bir yöntemle yönetime getirilirken aşiretlerin izledikleri demokratik teamül Türkiye’nin bugün sahip olduğu demokrasiden on kez daha ileri bir demokrasiyi ve özgür iradeyi esas alır. Soruna bir de reislik intihabının hangi normları ve hangi gönüllülük esaslarını izlediği zaviyesinden bakınız, yabancı hakimiyetinden ve işgal edilen ülke halkının rızasına gasp metoduyla ipotek koyan yönetim tarzından binlerce kez daha özgürlükçüdür.

    Cahiller güruhundan sömürgeciliğin ne olduğunu öğrenmeleri esirgeniyor ve buna mahal bırakılmıyor diyelim. Peki bu cahiller ekonomi-politik hakkında hiçmi bir şeyler okumadı yada duymadılar?

    Gerçek şuki türkler, farslar, araplar müştereken ve tarih boyunca kürt aşiretlerini işgale ve ilhaka engel görüp hedefe oturttular ve çeşitli bahanelerle soykırım düzeyinde katliamlar uyguladılar. Ne aşiretler bitti ne de aşiret çocukları. Buna bakarak sömürgeciliğin geri dönmemecesine defedilip tarihten silineceğini söylemek ne kehanettir ne de rüya tabiridir.

    Sorunun esas canalıcı noktası en ilkelinden bile olsa ait olduğu toplumun ihtiyaçlarına cevap vermek üzere örgütlenmiş bir yapıya sömürgeci yönetimlerin alternatif olamayacağıdır. Sömürgeci yönetimler mazlum milletin kendine yeterliliğini ortadan kaldırmak amacıyla hakim kılınmak istenir, bu nedenle üretim araçları el değiştirir üretim güçlerinin gelişme seyri sekteye uğrar, mazlum millet kendi dinamikleriyle gelişme ve değişme şansını kaybetmiş olur. Kendi haline bırakıldığında en geri toplum dahi ilerleme şansına sahiptir, bir toplumun gelişme dinamiklerini felç etme derecesinde ilerlemeyi ve kendine yeterliliği engelleyen sömürgeci idare ise en ilkel yönetimden daha geri ve ilkeldir.

    Menfi etki sadece kendini altyapı düzeyinde ve üretim güçlerini tasfiye tahtında hissettirmez. Bu altyapıya göre şekillenen ve toplumun ihtiyaçlarına cevap vermeye müteallik eğitim, hukuk, temsil, sanat, hatta din gibi artistik yapılar felce uğrar ve toplumun ilerlemesine katkılarını sunma, şekillendirme işlevinden yoksun kalır. Bunun yerine toplum başkalarının ihtiyaçları için ve yabancıların tarihini yaşamaya başlar. Bu kategorilere dahil edilmeyecek dil de bundan zarar görür. Giderek sömürge halkın kendine özgü felsefi algısı, buna bağlı olarak düşünme yetisi hatta belleği körelir, köreltilir.

    *

    Denize düşen yılana sarılırmış derler. Kanemici İran’a endekslenenler İran ve Suriye gerilediğinde döner ve yeniden çevrede benzeri kanemicilerin desteğini ararlar. Filistin örgütlerinin durumunu böyle izah etmek gerekiyor. PKK, Suriye ve İran ile ittifak ederken kaybetmeye mahkum ata oynadı. Soykırımcıların hizmetine girmek hiç bir zaman unutulmayacak ağır bir suçtur. Bu ikisi kaybederken PKK’nin daha kanlı ve soykırımcı Türkiye’ye sığınmak dışında çaresi kalmadı ve tabii bunu Güney karşıtlığı, yani kürt karşıtlığı ve kürtlerin devlet hakkını inkar temelinde yapmak, TC’ye ancak böyle sığınabilmek dışında şansı yoktu. Aynı durum PKK ile özdeş bir hat izleyen Hamas için de zorunlu hale geldi. Arap ırkçılığının hizmetine girmek dışında seçenek bulamadılar.

    Oysa PKK açısından kürdün kürde sığınmak, güçlerini soydaşlarıyla ve hatırı sayılır derecede gücü olan kürt yönetimiyle birleştirmek yolu sonuna kadar açıktı ama PKK bunun yerine işgalcilerin ileri karakolu olmayı seçti. Legal örgütleri kemalist aksiyonun bileşeni haline geldi. Hamas ise mazlum hareketleriyle birleşmek yerine onlara düşmanlık ve saldırganlık temelinde bölge gericiliğinin hizmetine girmeyi yeğledi. Bu hareketlerin yokolup gitmesinin start aldığı görülüyor. Bunları erimeye sürükleyen çaresizlik olmayıp bu örgütlerin yöneticileri tarafından ideolojik at gözlüğünün icbar ettiği perspektife sadık kalmak adına aldıkları iradi kararlardır. Kendi kirli ve ilkel avuntularını varolan gerçek yerine koyacaklarına gerçeğin ne olduğunu kavramaya birazcık olsun çalışsalardı sonuç böyle olmazdı. Bu tecrübeler körlerin kafileye, siyasi körlerin milletlere öncülük etme yeteneğinden yoksun olduklarını kanıtlıyor.

    Hamas körlüğünün Filistin halkına faturası devletleşmesinin yıllardır askıda ve tehdit altında tutulmasıdır. PKK, Kürdistan’ın büyük parçasını kemalin eniklerine “kemalistan” olarak sunmasının dışında Rojava şahsında bir parçanın köleliğine su taşıdı ve kürtlerin deniz bağlantısını arap gericiliğinin kontroluna bıraktı, yani kürtlerin gırtlağının sıkılmasına yardım etti.

    Azerbaycan’a bakınız, kürtlere ayna tutan bir bölge devletidir. Azerilerin küçük bir bölümü bağımsız devlet, eski egemenlerinin kuşatması ve tehdidi altında, büyük ekseriyeti ise soykırımcılarına ve ilhakçılarına endeksli, tabii din ve sosyalizm muhabbeti üzerinden..

    Yarın birileri ruslara yaranmak, bir başkaları İran’ın din maskeli soytarılarına yaranmak, arap ve türk sünnilerine yaranmak için yada azerilerin işgalci devletlere yamanmış köle ruhlularına yaranmak için azeri düşmanı kesilebilir, tıpkı yahudi düşmanı kesildikleri gibi. Biz yüzyıldır bu eşekliği takip ettiğimiz için yüzyılda on kez yenildik. Güreşe doymayan varsa devam etsin.

    Bölgede herkese yarayıp bir kürtlere yaramayan pehlivanlığı bilinçli bir tercihle yıllardır reddedegeldik ve kararlıca reddetmeye devam edeceğiz. Bizler milletimizin mukadderatını müşterek bahise yatırmayacak kadar sorumluluk sahibiyiz, ancak bu idrakte olanları kaale alır, birlikte yürürüz.

    Berberi değişmediğiniz sürece traşınız sırıtacak.

    *

    Aşiretler, aşireti tasfiyeye güdümlü kemalistlerin cenahı ve her dönemde kürtlük sevdasıyla Güney’e akan Kürdistan cenahı olarak ikiye bölündüğünde Hakkari’nin kadim ve yerleşik yurtseverliği ikiye bölünmüş olur. Önce kürdün kürde yardımı, ülkesini savunmaya kalkışması güç olarak yarıya iner, Güney’in kuşatıldığı dönemde muhtemel saldırılara karşı destek verecek kürt sayısı yarıya iner. Arta kalan diğer yarım ise gidenleri engellemeye, propaganda ile caydırmaya kalkışmanın dışında içtenlikli yurtseverlerin listelerini devlete ulaştırır. Size sizden olmayan adaylar dayatılarak, dayatmanın üzerinde aşiret aforozu geliştirilerek adım adım inşa edilmeye çalışılan tuzak budur. Bölgenin durumu, aşiretlerin tutmundan tek tek bireylerin durumuna kadar bu sizden olmayanlarca parti kademelerine rapor edilir, alenileştirilir, deşifre edilir, sonrasında İmralı tarafından üstlerine rapor olarak takdim olunur.

    Hakkari’de aşiretlerin kontrolundaki sınır üçgeni sadece Türkiye için stratejik önem taşımakla kalmaz, kürtlerin güneye ve kuzeye geçişlerinin bu güzergahtan olması nedeniyle İran ve Irak’ın da hayati derecede önem verdikleri bir güzergahtır. Bu güzergahı kontrol eden kürtlerin geçişlerini, güç artırmasını, malzeme ve yiyecek ikmalini engellemiş olur. Bu üç devlet için stratejik değeri olan bu coğrafya kürtler için de stratejik öneme sahiptir. Hasta ve yaralılar bu güzergahtan taşınır. “Firari” kürtler bu güzergahı kullanarak geçiş yaparlar, aşiretler aşiret çocuklarının havarına, yardımına bu güzergahtan koşarlar. Hakkari, coğrafik konumu ve üzerinde yaşayan insanların yurtsever özellikleri nedeniyle bir nevi kürtlerin nefes borusudur. Rojavada kürtlerin nefes boruları tıkandığı gibi burada da tıkanmak isteniyor. Tabii burada radikal arap örgütleri olmadığından kürtler karşı karşıya getirilecek. Birilerine aşiret karşıtlığı kisvesiyle yöneltilen saldırı buna ortam hazırlar hesabı yapılıyor. “Denize açılamazsınız, dağlarınız kapalı” kuşatmasıdır bunun adı ve bir avuç özgürlük gördüğümüz Güney devletimize kuşatmanın öteki adıdır. Tüm bunların ötesinde Hakkari her insanıyla bir ülke sevgisi ve millete bağlılık deposudur. Demokratik özerklik, barış mavalıyla yörenin aşiretleri siyaseten bloke edildiğinde artık zamanı gelmiştir diyerekten fiili barikatlar kurulmaya ve Hakkari’den Güney’e akacak kürtlük iç çatışmalarla, silahlı badirelerle, düşmanlık ekmekle engellenmeye çalışılıyor.

    Hakkari üzerine siyaseten çok şey yazılabilir, aşiretlerin sosyolojik incelenmesi farklı yazmayı gerektirebilir. Ancak bugün sorun bu değil, oynanan oyun yukarda açıklamaya çalıştığım içeriktedir ve böyle bir hinliği hedeflemiş durumdadır.

    Kurbanım size, türkün minderinde türkün kurallarıyla güreşmeyiniz, hakem pozunda ve göğsüne sarı-kırmızı-yeşil kart takmış atanmışları da kürt sanmayınız, bunlar sizi kontrol ve yönlendirmek için bölgeye dışardan ekilmiş türklerdir, biyolojik olarak kürttürler ama objektif olarak türklüğün hizmetine koşumludurlar ve türklüğe yatmışlardır. Bunların nezaretinde güreşmeyiniz.

    Ben şu kısacık ömrümde Güney’in her yükselişinde sömürgeci devletlerin kıskaca almak için Hakkari üzerine yoğunlaştıklarına ve büyük parçanın imkanlarını Güney için seferber etmesini zorlu kıstak denen Hakkari üzerinden bloke etmeye çalıştıklarına en az on sefer tanık oldum.

    İşin ilginci sömürgeci devlet eskiden buraya baskı ve tehdit için savcısı ve jandarmaları ile geliyordu, şimdi resmi sıfatları ve giysileri değişmiş birileri aynı baskı ve tehdit metodlarını yine aynı amaca yönelik olarak tatbik ediyorlar ama değişik giyislerinin içindeki savcı ve jandarmalar aynı.

    Hakkari aşiretlerinin şahsında boğulmaya çalışılan Kürdistan’dır, kimin savcı ve jandarma edildiğinin resmidir Hakkari..

    http://serbesti.net/forum/showentry.php?sNo=36156

  107. Anonim

    MİT – PKK Ve Kürdistan Politik Yapıları…

    Politik tartışmalar genel olarak toplumsal olayları/olguları farklı değerlendirmekten ve bu farklı değerlendirmelere bağlı olarak farklı çözüm önerileri sunmaktan kaynaklanır. Ancak Kuzey Kürdistan politik çevrelerinde yaşanan tartışmalar bu genel kuralın dışındadır; özellikle de 1999 yılından beri. Kuzey Kürdistan’daki politik ayrışmalar olayları/olguları farklı değerlendirmekten değil, görünen ve bilinen aynı doğruya karşı farklı kişilik sergilemekten kaynaklıdır.

    1980 öncesinde “PKK’nin bir devlet projesi” olduğu gerçeğinin yeteri kadar bilinmemesi anlaşılırdır. Ancak Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye geri gelmesiyle birlikte PKK’nin bir devlet projesi olduğu ve Kürd/Kürdistan düşmanlığı üzerine inşa edildiği herkesçe görülmeye başlandı.

    PKK’nin MİT parasıyla kurulduğunu bizzat Öcalan dillendirdi ama Kuzey Kürdistanlı politik yapılar ısrarla ‘hayır! PKK ulusal bir harekettir ve onunla birlik yapmalıyız’ diyerek çıplak gerçekliğin görülmesine engel olmaya çalıştılar.

    PKK’nin Güney’deki kazanıma faşistçe saldırması;

    Güney Batı’da Esad emrine girerek Ulusal talepleri faşizan yöntemlerle bastırması;

    “Ulus devlet ilkelliktir” sözcülüğünü yapması;

    TC faşizmiyle özdeşleşmiş olan “tek bayrak-tek vatan-tek devlet” tekçiliğini açıkça savunması;

    Kürdistan’ın bölünmüşlüğünü ve işgalini meşru gören Misak-ı Milli’yi dillendirecek kadar devletçileşmesi v.s. birçok somut veri PKK’nin bir devlet projesi olduğu gerçeğini haykırıyordu. Tüm bu açık göstergelere rağmen “birlik” hikayeleriyle PKK’yi aklamaya çalışan politik çevreler son günlere yaşanan bazı gelişmeler üzerine PKK’yi eleştirme(!) gereği duymaya başladılar.

    Beşir Atalay’ın ‘HDP’yi MİT kurdu’ açıklaması ve MHP Milletvekili Sinan Oğan’ın, “Bu seçim, Demirtaş’ın kişiliğiyle HDP’yi Türkiyelileştirdi. Etnik temele dayalı rijit yapıdan, sistemle uyumlu partiye dönüştürdü. Bu Türkiye için kazanımdır” demesi politik çevrelerce eleştiri konusu yapılıyor.

    Oysa bu yeni söylemler, ‘devletleşme isteği ilkelliktir- devlet istemiyoruz Ortadoğu’yu demokratikleştireceğiz’ gibi abuk subuk ve açıkça Kürd/Kürdistan düşmanlığı kokan söylemlerin yanında deveden kulak kalıyor.

    HDP’nin MİT tarafından kurulduğunu bilmek için bir devlet yetkilisinin açıklama yapmasını beklemek gerekmiyordu.

    İmralı Avukat görüşmelerini takip edenler HDP’nin İmralı’da kurulduğunu bilir. İmralı’da kurulan bir partinin direkt devlet istihbaratlarının ürünü olacağını bilmek için ise zeki olmaya gerek yok; görecek kadar kişilikli olmak yeterlidir.

    Benzer şekilde İmralı’da MİT tarafından kurulan KCK için de aynı değerlendirme geçerlidir.

    İstediğinde “kuş uçurtmayan” devlet, bir örgütün İmralı’dan gönderilen direktiflerle kurulmasını ve yönetilmesini sağlıyorsa, bunun bir tek açıklaması olur ancak. O da, direkt devletin bu işin başında olduğu ve örgütü yönettiğidir.

    PKK taşeron rolünü en iyi şekilde yerine getirdi bu güne kadar. Bundan sonra “PKK’nin bir devlet projesi olduğu” gerçeğini görmenin veya dillendirmenin pek bir anlamı yoktur. Çünkü yapabileceği tahribatı yaptı ve rolünü devlet lehine oynadı PKK.

    PKK’nin gerçek rolünü görmeyenler, öngörüden yoksun ve yalın gerçekliği göremeyecek kadar cahil/kör oldukları için siyaset sahnesine veda etmelidirler;

    PKK’nin gerçek rolünü gördükleri halde ses çıkarmayanlar korkak ve kişiliksiz oldukları için siyaset sahnesinden çekilmelidirler.

    Kuzey Kürdistan politik yapıları ve aktörleri arasında başından beri PKK’nin rolünü görenler ve görüp dillendirenler bir elin parmağı kadar bile değildir. Bu nedenle sadece PKK değil, onu aklayanlar, misyonunu görmeyenler veya görüp dillendiremeyenlerin hepsi en az PKK kadar suçludurlar. Bu da Kuzey’de tüm politik yapıların/aktörlerin kirli olduklarını ve tükendiklerini gösteriyor.

    Bu nedenle bu yapı ve aktörlerle hiçbir koşulda bir araya gelmeden, devletleşmeyi tek amaç olarak belirlemek ve kirlenmeden pay almayan yeni bir anlayışla Ulusal Kurtuluş Mücadelesi başlamalı. Bu temel amacı (devletleşme) olan ve PKK kirine bulaşmayan Kürdler/Kürdistanlılar arasında kurulacak ittifak gerçek anlamda Kürdlerin Ulusal birliği olur. Bu gerçek birlik içinde yer alamanın ilk kriteri, ‘PKK’ye bulaşmamış ve hiçbir koşulda PKK politikalarına boyun eğmemiş olmak’ olmalıdır.

    Diğerlerinin dillendirdikleri “birlik” PKK’ye itaat edilen birliktir ve Kürdlükle uzak yakın ilişkili değildir. Dahası, PKK ile yapılan ve yapılacak olan tüm birlikler öz olarak Devlet/MİT ile yapılmış/yapılacak birliklerdir.

    PKK ile birlikte kişiliğini yitirenlerin “yeni parti/örgüt” girişimleri sadece bir aldatmacadır ve PKK’nin devletçi misyonunu sürdürmek anlamına geliyor.

    Kürdler çok net çizgilerle iki kampa bölünmüş durumdalar:

    Birincisi; MİT-PKK ve aklayıcıları, kuyrukçuları, yalakaları olarak entegrasyoncu cephe,

    İkincisi; Devletleşmeyi koşulsuz savunan ve hiçbir zaman PKK ile aynı sofradan (MİT sofrasından) beslenmemiş olan yurtsever cephe…

    Politik arena bu iki cephenin düşünsel ve pratik hesaplaşmasına gebedir. Çünkü Ulusal Kurtuluş mücadelesi önündeki en büyük engel PKK ve aklayıcılarıdır; Bunlarla hesaplaşmadan sömürgecilere karşı bir mücadeleden söz edilemez…

    Haber/Yorum

    30.07.2014

    http://www.nasname.com/a/mit-pkk-ve-kurdistan-politik-yapilari

  108. Anonim

    Üç ayrı konuda kürtlere kanıksatılmak istenen üç ayrı çarpıklık..

    Kendine her sorulduğunda, hemen her mülakatında Güney’imizin başbakanı Neçirvan Barzani Kuzey’de sürdürülen “barış” sürecini desteklediğini beyan eder. Öyleki bu klişeleşmiş yaklaşım Güney’in hemen her politikacısına egemen hale gelmiş, ufkunu, belleğini sarmalamış durumdadır.

    Buna karşılık Kuzey’in yurtseverleri Güney’i korumak, sahiplenmek, savunmak, kendilerinin ayrılmaz bir parçası saymak konusunda Güney’de ilk direniş kıvılcımlarının ortaya çıktığı günden beri büyük bir kararlılık ve son derece idrakli yurtseverlik örnekleri sergilemişlerdir. Kürdistan’ın tümüne örnek alınması gereken bu yurtsever tutumlarını bugün daha da geliştirerek sürdürmektedirler.

    Kuzey’de adına barış projesi denen projenin sömürgeci siyasetin amaçladığı ilhak ve işgali mutlaklaştırma amacına yönelik olarak sömürgeci devlet projesi şeklinde yaşama geçirilmek istendiği son derece açıktır ve yurtsever her kürdün malumudur.

    Biz bu noktada soruna karşılıklı vefa bağlamında bakmayız. Güney’e egemen kılınmış bu tutumu salt ahlaki düzeyde tartışmayız. Önce bizim ufkumuzun tüm Kürdistan’ı esas alan geniş ve o ölçekte yurtsever bir yaklaşım olduğunu, dolayısıyla sömürgecilik karşıtı özgürlükçü bir tutum olduğunu belirtmek gerekecektir. Hiç bir parçayı bir diğer parçaya, hiçbir Kürdistan vilayetini bir diğer vilayete, hiçbir kürt köyünü diğer bir kürt köyüne, hiçbir kürt ferdini bir diğer ferde kurban etmez, sömürgecilere peşkeş çekme tahtında her hangi birinden feragat etmeyiz. Bizim gemimiz Kürdistan’dır, faresini bile safraya sayıp denize atmaz, atamayız. Kendimizin su üstünde kalabilmemiz için hiçbir soydaşımızı bastırıp boğmaz, onun cesedi üzerinde yükselmeyi sınamayız, sınanmasını kabul etmeyiz.

    Bizim mücadelemiz ülke mücadelesi olmazdan önce herkesin varolma, varlığını sürdürme amacını esas alan, kürtlerin bir millet olarak özgürlüğüne kavuşmasını hedefleyen insani bir mücadeledir. Biz bunun için kürtlerin vatanını sahiplenmesinin ve yönetmesinin hizmetkarlarıyız.

    Bu algı ve anlayışla Güney’in özgürleşmesine, bağımsızlaşmasına olduğu kadar, kendi yerel kararlarını kendisinin alabilmesine olanak sunan kürdistani muhtariyetine sonuna kadar destek, karşılıksız destek, hayatımız pahasına destek oluruz. Kuzey’i pazarlamak, kuzeyin işgalcisi tarafından kürtlere tehcir koşullarında dayatılmış ve kısmen yaşama geçirilmiş kirli projelere ssesiz kalmanın da ötesine geçilerek işgalciye destek verir pozisyonu seçmiş siyasi tavra ise sonuna kadar karşı çıkar, her alanda mahkum ederiz. Kuzey’de Güney’in bu ikircikli tutumunu kitlelerden adeta kaçırmacasına, saklamacasına Güney yandaşlığına soyunanları ve bunu saf/berrak bir yurtseverlik olarak takdim edenleri de millete karşı sorumluluklarının idrakinde olmayan fert yada gruplar olarak görür, güdük yurtseverliklerini siyasi duruş olarak ittihaz etmekten özenle kaçınırız.

    *

    Eğer İsrail kararlılık gösterip Hamas’ı durdurmasaydı ayda yüz dolar için Maliki rejiminin hizmetine girecek filistinli sergerde sürüleri binlerce kürdün kanına gireceklerdi. Suriye kendi başının derdinde, Ürdün ise kürt karşıtı poziyon almaktan kaçınıyor. Maliki rejimi kontrol edemez durumda olduğu Irak’ın çöle açılan batısını filistinlilerle kontrol altına alarak kürtleri kuşatmanın ve Kerkuk ile Musul’a yığdığı Irak kuvvetlerini yine filistinli sergerdelerle takviye edip kürtlere saldırtmanın hazırlığı içindeydi. Mahmut Abbas’ın, Hamas lideri şebeğin ortada fol yok yumurta yokken, filistinlilerin kürtlerle hiçbir sorunu yokken ve olması da mümkün değilken kürtleri “sırtta hançer” saymaya kalkışmasının nedeni buydu. Tüm araplar adına tetikçilik yapmaya soyunduklarını beyan ederek sempati toplayacak, böylece sergerdeliklerine kılıf yaratacaklardı. Bunun anlaşması önceden İran’ın yol göstericiliği ve para desteğiyle sağlanmıştı. Bu anlaşmayı Kürdistan yönetimi biliyordu, PKK biliyordu, IŞİD biliyordu, Irak sünni arapları içinde örgütlü eski BAAS yapılanması biliyordu, İsrail biliyordu. Hatta ihtimaldirki PKK güçleri Maliki ve Filistin güçlerinden yana tavır alacaktı, PKK bunun hazırlıklarını yapıyordu. İsrail Hamas’ı olduğu yere zaptederken plan suya düştü. Zor oyunu bozar derler, öyle oldu.

    Sünni araplar, İran ve Maliki yönetimine karşı gardını aldı, güçlerini Suriye alanından kendi bölgelerine kaydırdılar. Güney yönetimi zaten teyakkuzdaydı, savaş düzenine geçti. Kürtler belki tarihlerinde ilk defa bir başka halkın ve devletin silahlı güçleriyle kendilerine destek verdiklerine tanık oluyorlar. İsrail bunu kürtlerden önce kendi güvenliği için yapıyor, İsrail, Güney Kürdistan’ın jeo-stratejik ve jeo-politik önemini görüyor ama bir tek kuzey kürtleri görmemekte inat ediyor. Oysa gözünü kapayan kendine gece eder, göz yummakla hakikat değişmez.

    Eskiden Saddam da aynısını yapmıştı. Kürtlere ve şiilere karşı filisitinlilerin onbinlercesini paralı asker olarak hizmetine almıştı. Öyleki filistin örgütleri bu birlikleri sevk ve idare etmek için karargahlarını Bağdat’a taşımışlardı. 1975 yılından itibaren filistinlilerin BAAS ordusuyla birlikte kürtlere ve şiilere karşı katıldığı katliamlar 1980’li yılların ortalarında Enfal’le doruğa vurdu. Şiilerin bu nedenle küskün olduğu filistinlileri İran şiilerle barıştırdı, Irak ve İran filistinlileri adeta parayla satın aldılar. FKÖ’ye bağlı irili ufaklı bir çok örgütün, Hamas’ın bu arada El Fetih’in birçok devlet tarafından satın alındığı ve Arafat’ın şahsi hesabına bu sayede milyarlar yığdığı bir sır değildi. Buna bir de Hamas’ın tıpkı PKK gibi kendi halkı dışında herkesin hizmetine girmeye amade özelliği de eklenince anlaşma sağlandı. Bu kez eskiden olanın tam tersine filistinliler sünni araplara karşı kullanılacaktı. Sünni araplar bir yandan kendi bölgelerinde Maliki rejiminin otoritesini boşa çıkarmaktaydı, öte yandan Suriye’de ciddi bir direniş gösteriyorlardı ki bu aynı zamanda Irak ve İran karşıtlığı anlamına da geliyordu, zira Irak ve İran şii paktının mensubu ve baş finansörleri durmundaydılar. Irak sünni bölgeleri ise o günlerde Suriye muhaliflerinin hem sığınağıydı hem de lojistik destek üssü görevini üstlenmişti. Maliki rejiminin kotardığı anlaşmanın açığa çıkması sonucu kürtlere ve sünni araplara yönelik planları deşifre olunca sünni araplar kendi bölgelerinde yoğunlaştılar. İran’ın IŞİD liderini yahudi ve İsrail işbirlikçisi, sünni arapların ise hep bir ağızdan FKÖ ve Hamas’ı mürted ilan etmesinin altındaki neden buydu, sıkı bir propaganda savaşı söz düellosu şeklinde sürüyordu.

    Türkiye’ye gelince, keskin Filistin yanlılığı sahteydi ve iç politikaya yönelik propagandif düzeyde bir hareketlilik olarak anlaşılmalıydı. Gerçeğinde ise Türkiye çok açık bir biçimde İsrail yandaşıydı ve İsrail’i destekliyordu, desteklemek dışında seçeneği yoktu. Maliki rejiminin filistinliler aracılığıyla sünni araplara ve kürtlere baskın gelmesi Türkiye açısından stratejik sayılabilecek iki türlü gerilemeye neden olacaktı. Birincisi ve en önemlisi, kürtlerin Türkiye’ye ucuz petrol ihracı engellendiğinde türkler kâr kaybına uğramakla kalmayacak Türkiye ekonomisi petrol sıkıntısından menfi şekilde etkilenecekti. İkinci olarak, şii paktının eli güçlenecek Türkiye’nin bölgedeki rolü ve ihracat imkanları sınırlanacaktı. Türkiye bu nedenle IŞİD ve BAAS artıklarıyla olduğu gibi İsrail ile de müttefik kalmaya mahkumdur. Kimse Türkiye’nin gazına gelerek ondan fazla filistinciliğe kalkışmasın, çocuklar ölüyor çığırtkanlığına da fazlaca yaslanmasın. Bunun yerine filistinlilerin dengeyi değiştirmek için davet olundukları ve evet dedikleri Maliki rejiminin hizmetine girmeleri halinde ebabil kuşlarının kaç kürt çocuğunun başını yiyeceğini ve kaç kürdün musalla taşına yatırılacağını hesaplamaya çalışsın. Bölge hesapları bazılarının dar ufkuyla yapılmıyor.

    Bu konuya dair söylenecek söz budur;

    Sen bana ihanet etsen de ben sevgime ve sana ihanet etmeyeceğim noktasına gelen insan aşıktır. Ülkesinin insanlarına, siyasetçilerine, partilerine sen bana ihanet etsen de ben sana ihanet etmeyeceğim noktasına gelen insansa yurtseverdir, vatan aşığıdır.

    Vatan aşkı da bir insan aşkıdır ve herhangi bir aşktan farklı olmayıp hepsinin fevkindedir.

    Aşık olmayı öğrenmeyen kendini aşık zanneder ve ömründe bir kere aşık olma hakkı varken bunu sürekli sakatlar.

    Eşek olmak yerine aşık olun. Eşek olduğunuzda başkalarının, aşık olduğunuzda kendinizin yükünü taşır ve hiç yorulmazsınız.

    *

    ABD’nin kürt petrolü yüklü tankere hukuki yaptırım uygulaması karşısında kürtlerin hukuki ve diplomatik girişimde yeteresiz kaldığını söylememiz yanlış olur kanısındayım. Aksine Güney devletimiz diplomasi de çok başarılı, ancak diplomatik girişimlerinizin önünü kapamaya elveren bir hükümranlık anlayışı izlemenin mağduru olduğumuzu söylememiz daha doğru olacaktır. Mağduriyetimiz nihayette bizim şimdiki tercihimizin yarattığı bir sonuçtur. Bir çok ülke kendi hukukunda tutarlılık gösterdiğinde hukuk karşısında diplomasinin kendisinin yetersiz kalacağını görebilmeli, kendi hükümranlığımızı onanacak ve uluslararası hukukun gereklerini yerine getirebilecek şekilde düzenlemeliyizki diplomatik girişimlerimizin hem siyasi bir ağırlığı olsun hem de hukuken sonuç alıcı olabilsin.

    Siz isteseniz de diplomatik bağlaşık yaratarak bu türk sorunları aşamazsınız. Petrol tankerine uygulanan yaptırım zaviyesinden bakalım. Amerika’da mahkemeler yönetimden bağımsız çalışır. Kendinizi bir devletin çatısıyla ifade ettiğinizde ilgili devletin hükümranlığını da kabul etmiş olursunuz. Hükümranlık sadece siyasi erk anlamına gelmez bahse konu devletin sınırları içindeki yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin sahipliği anlamına da gelir. Zaten erk bu sahiplik üzerine kurulmuştur. Sadece ABD hukukunda değil hemen her ülkenin hukukunda tanınmış bir devleti temsil ettiği ülkeye ait malvarlığının meşru sahibi olarak tescil edip onayan hükümler vardır. Bugün hükümetler gevşeklik gösterip kürtlere yaptırım uygulamıyorlar ama her hangi bir ferdin bile mahkemeye müracaatı halinde ilgili devletin yasaları ne ise o uygulanır, hükümetler buna müdahale edemezler.

    Her madalyonun olduğu gibi bu olayın da iki yüzü var. Çokları bunu ABD’nin hasmane tavrı olarak algılayabilirse de durum farklıdır. Mahkemeye müracaat eden Irak yönetimidir ve ABD hukukunu bildiği için yasal dayanakları da vardır, nitekim mahkeme bu müracaat lehine karar vermiştir. Ancak verilen kararı uygulamada mahkemenin gevşek davrandığı, muvazaa imkanlarını sonuna kadar kullandığı görülüyor. Yargıcın yasayla bağlı olduğu mahkeme sürecinde kendi kişisel insiyatifini sonuna kadar kürtler lehine kullandığının açık emareleri var. ABD yönetimi ise tamamen pasif bir konumu seçerek müdahaleden kaçınmıştır.

    ABD mahkemesi ve yönetimi “bizim hukukumuz budur, diğer ülkelerde de benzer yasalar var ve her zaman bu tür engellemelere maruz kalacaksınız, çünkü hükümran değilsiniz. Bu sorunları ilelebet aşmak için başkasının hükümranlığına icabet yerine kendi hükümranlığınızı ilan edin ve tanının, hiçbir şikayet, hiçbir işgalcinin bu yollu müracaatı vaki olmaz ve kimse sizi engelleyemez” diyor, bir şekilde bu mahzuru izale etmenin yolunu gösteriyor. Aksi durumda ABD yönetimi tankeri limana çekmeye, boşalttığı petrolü müsadere edip mahkeme kararı doğrultusunda karşılığını Irak hükümetinin hesabına yatırmaya muktedirdir, bunu yapmaya kalkıştığında hiç kimse ABD’yi engelleyemez ve iç hukuk girişimlerinden de sonuç alamaz.

    Kürtler uluslararası meşruiyet sağlayacak bir tanınmışlık yaratmadıklarında her zaman el etek öpmek zorunda kalacak, çokça da kullanılacak ve istismar edileceklerdir. Kürtlere sempatiyle bakan birçok hükümet yardım etmek istese bile kendi yasaları nedeniyle yardımcı olamayacaktır. Kaldıki diplomasi ve siyaset yaparken her devlet uluslararası hukuku arkasına alır. Pazarlıklar, antlaşmalar her ülkenin iç hukukunun olduğu kadar uluslararası hukukun müsaade ettiği ölçüler içerisinde yürütülür. Kürtler hukuken ve statüko anlamında bağımsız olmadıklarında bağımsız devlet gibi davranmaya ve kabul görmeye kalkıştıkları her girişimlerinde çelmelenir ve küçük düşürülürler. Diğer bir husus yönetimlerin geçici, devletlerin kalıcı olduğudur. Batı demokrasilerinde Türkiye’de olduğu gibi her on yılda bir anayasa değişmez. Her ülkenin anayasal nizamı ve buna göre şekillenen yasaları kalıcıdır. Yarın her hangi bir yönetim bu yasaları bihakken uygulamaya kalktığında diplomasi bu yasalara işlemez, ilgili kurumlar kürt temsilcilerini kabul edip dinlemekten bile kaçınırlar. Oysa bu ülkelere petrol ihracının yolu sonuna kadar açıktır, kürtler herkesin kullandığı yolu kullanıp kendi mallarının satıcısı olarak dünya pazarında yer almalıdır. Bunun yolu hükümran olmaktan geçer. Zaten devlet kurmak kendi pazarını sahiplenmek değilmidir? Kürtler, nikahı benim boynuma bacakları senin omzuna yollu evlilik akdi pişirmeyi bırakmalıdır. Tabir biraz seksisttir ama kürt tevekkülü bunu söylemeyi zorunlu kılıyor. İstismarımıza daha fazla müsamaha gösteremeyecek noktaya geldik.

    http://serbesti.net/forum/showentry.php?sNo=36240

  109. Anonim

    Çarmıhını İsa’ya taşıtmadılarmı?

    Kürtler aynı anda iki vahim hata yapıyor, ilki Güney Kürdistan’da süren çatışmaları türk medyasının çarpıtma haberleri üzerinden tartışıyorlar. İkincisi, hem KDP’nin hem PKK’nin koşulsuz Türkiye müttefiki olmasını sorgulayamıyorlar.

    IŞİD örgütünün Türkiye’nin vaftiz çocuğu olduğunu, Almanya’nın istihbarat kayıtlarına dayandırarak açıkladığı gibi terör örgütü olmaktan başka bir hususiyeti olmayan bu psikopatlar topluluğunun % 20’ye yakın mensubunun türk olduğunu, ilaveten çeçen, alban, boşnak ve daha bir çok ülkeden ilkellerin türk istihbaratınca temin edildiğini üç maymunları oynayarak geçiştiriyorlar.

    Hiçbir kürt kalkıp her beyanında türklerle ittifakını göklere çıkaran kürt partilerine bu nasıl bir kazık türüdür diyemiyor. Bunu söyleyemeyen hiçbir kürdün kürtlerin geleceğiyle ciddi bir şekilde ilgilenmediğini söylemek için oldukça fazla nedenimiz var.

    *

    Kardeş kazığı sadece Türkiye cenahından yöneltilen dost yüzlü düşmanlık şeklinde yürürlüğe konmuş olmaktan ibaret değil. Kürdün kendi içinden, kendi soydaşlarından yediği kazık da var. Biri KDP tarafından “büyük ağabeyimiz” nakaratı şeklinde kürtlere kanıksatılan kazıktır. Diğeri, türk devlet çatısını Atatürk’üne ve Misak-ı Milli’sine varıncaya kadar kutsamakla kalmayıp, ayakları üzerinde duramayan Şam devletini kürtlerin devlet olma hakkının önüne geçiren PKK kazığıdır.

    Bu her iki kürt partisi de türk devletini kardeş ilan etmiş durumda. Şengal, Musul, Celawla, Rojava’da “kardeş” türk devletinin yaptıkları ise herkesin malumudur.

    Kardeşle soydaşı ayıramayan sonuçta kürtleri topyekun işgalcilerine kardeş etme noktasına varır. Zaten kürtlerin tarihi acısı ve kurtulmak için çırpındığı da bu kardeşlik değilmidir?

    Her sakallıya baba denmeyeceğini biliyorsunuz, o halde kardeş sıfatını kullanırken de seçici olunuz derim. Her doğru söyleyeni kardeşlikten inhiraf etmekle suçlayacağınıza kardeş kazığının kimlerin omuzunda taşınarak kürtlere dayatıldığını görmenizi ister ve beklerim. Akıl hiçbirimizden uzak değil.

    *

    Her iki büyük kürt partisi soykırımcı türk devletini kardeş edindiği sürece kürtlerin iki yakası bir araya gelmez, soydaş olan bu iki parti asla kardeşlik ilişkileri geliştiremezler. Yılanı koynunuza aldığınız sürece düşman kamplara düşmeniz kaçınılmazdır. Çocuksu bir beklenti ile kürtlerin kardeşçe ilişkiler geliştirmesini bekleyenler önce bu beklentilerini yöneltikleri kürt partilerinin kimlere kardeş olduklarını esaslıca sogulasınlar. İşte o zaman kürtlerin nasıl kardeş olacağına ve bugün niçin olamadıklarına da cevap bulmuş olurlar. Koynunuza aldığınız işgalciniz sizin birleşmenize izin verir sanıyorsanız siz bu kadar isyanı boşuna yaptınız, bu kadar milyon insanı boşuna kayıp verdiniz derim. Katillerini göremeyene, görmek istemeyene başka ne denirki?

    Her önemli kararınız öncesi ya Erbil’den kalkarak Ankara’dasınız yada koster tamir edilerek İmralı trafiği sıklaşmıştır. Siz bu aklıdaneliğin izindemi önce güçlerinizi, daha sonrasında ülkenizi birleştireceksiniz?

    *

    Türkiye IŞİD’i Güney Kürdistan’a sürerken PKK’yi de birlikte sürüyor. Niçin sürdüğünü ve ne olacağını bilmek için kahin olmaya gerek gerek yok. Çok açıktırki Suriye gibi adı var cismi harabeden müteşekkil bir Güney isteniyor ve bu istek ilhakçı devletlerin üzerinde mutabakat ettikleri müşterek bir istektir. IŞİD ve PKK pratiği Güney’de de aynen uygulanarak hakim kılınacak. Suriye bağımsız ve de toprak bütünlüğü dünyanın çoğunluğunca garanti edilmiş bir devlet.

    Ya Kürdistan?

    Ne kalır geriye?

    Güney yanlısı olan, kürtlerin bir yönetimi olmasından öte kansız, huzurlu ve özgür bir yaşamı olmasını isteyen her kürt PKK’ye karşı tavır almak zorundadır. Oynanan oyunu göremeyenler için beis yok, istedikleri davulun önüde govende dururlar.

    *

    Türkiye, ekonomisine yılda 20 milyar dolarlık girdisi nedeniyle Güney’in bağımsızlığına açıktan tavır alamıyor ve sırt sıvazlar görünüyor, ancak bu sıvazlama herhangi bir Kürdistan parçasının bağımsız devlet olmasına şiddetle karşı çıkmayacağı ve engellemek için açık/kapalı her yola başvurmayacağı anlamına gelmiyor.

    Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak kürtlere özgüdür. Bağımsızlık için 20 yıl savaş yürüten kürt partisinin bir kaç görüşmeyle Misak-ı Millici olduğunu görmedikmi?

    Beş parçanın işgalcileri bir araya gelmeye görsünler, birinin bilmediğini öteki öğretir ve müşterek akılda birleşirler. Kaldıki Türkiye hem yüzölçümü ve hem diğer parçaların toplam nüfusundan fazla nüfusuyla en büyük Kürdistan parçasını işgalinde bulunduruyor. Parçalardan birinin devlet olması diğer parçaların ve hasseten Kuzey’in bağımsızlık tutkusuna olumlu etkide bulunacağından Türkiye hıyar gibi ortadan bölünme riskine maruz ve bu korkusu nedeniyle soykırım dahil her suçtan sabıkalı. PKK’nin işgüzarlığı buna delildir. İki ucu Ankara’ya bağlı bir IŞİD ve PKK senaryosu izliyoruz, tıpkı daha önce Rojava’nın tasfiyesinde izlediğimiz gibi.

    Kardeşlik edebiyatını dilinize dolayacağınıza aklınızı başınıza toplayın.

    Kürt bahsinde su uyur, TC uyumaz.. İran, Irak, Ermenistan ve Suriye de öyle.

    *

    IŞİD’in bünyesinde sadece türklermi var?

    Elbette hayır. Bu terör örgütünün bileşiminde önemli oranda kürt selefiler var. Kürtleri jandarma karakollarının denetimindeki kamplarda eğiten, sonra eğittiği sergerdelerden sözümona kürt dindar örgütü yaratan türk devleti değilmidir?

    Biz bu örgüt sayesinde maktüllerin üzerine soğan ekilmesi tecrübesini yaşamadıkmı?

    Kürtleri selefilik üzerinden bölgedeki egemenik mücadelesine tüfek eti eden de türk devletidir, İmralı üzerinden statüko jandarması yapan da.

    Tavşanın kaçıp tazının kovalaması için aynı nitelikte olanların halkına ve birbirine yabancılaştırılması gerekir. Türk devletinin asimilasyon tecrübesi aşırı dincilik ve ekstrem sol üzerinden bu işlevi görmekte. Uçlarda yer almanın zıddına dönüşmek sonucunu yaratacağını ve tazının sonunda kendi kuyruğunu ısırmak zorunda kalacağını türk istihbaratı yerden mantar biter gibi türettiği ve sahiplik ettiği aşırı sol yayınlar satan kitabevleri ve de onlarca tarikat kurma tecrübesi dolayısıyla 40 yıldır biliyor. Biz de 40 yıldır izliyoruz.

    Aksini düşünen İmralı’nın kendi kuyruğunu ısırmakta oluşuna akılcı ve kabul edilebilir gerekçeler bulmak zorundadır, tarikat ehli geçinen aşırı dinci, yobaz ve çarpık kürtlerin de. Kısaca söylenecek olan şudur, Türkiye’nin aktörleri olduğuna kuşku bulunmayanlar çeşitli karakterleri canlandırmacasına aynı sahneye çıkmış durumdalar. Bu sahne Güney’dir ve Güney’in şahsında boğulmak istenen Kürdistan’ın kısmen özgür ve stabil bir parçasıdır.

    Çarmıhını İsa’ya taşıtmadılarmı?

    http://serbesti.net/forum/showentry.php?sNo=36276

  110. Anonim

    Kürt devletsizliğinin nedeni siyasi ihtiras ve çokbaşlılıktır..

    IŞİD’in Şengal vahşeti ile ermeni fanatiklerinin Kelbajar ve Mirov Dağı vahşeti arasında fark görenler buraya yazsın.

    Hristiyanlık ve müslümanlık farklı dinler olmalarına rağmen fanatizmi esas aldıklarında vahşette birleşebiliyorlar, sonuçta ne fanatizmleri ne de vahşetleri arasında fark kalmıyor. Siz görünümden ziyade uğratıldığınız kanlı zulmün özdeşliği üzerine düşünmekle mükellefsiniz.

    Hala müslümanlığınızın ulviyeti, hala ermeni muhipliği sularındasınız. Kasap çırağı olmaktan öte sıfat yakıştırılmazlığınız sizin tercihinizin eseridir.

    Kürtlüğün mukadimmesi ezdilik ve ezdi kardeşlerimiz öylemi?

    Kürtlerin akıl hocalığına ve sahipliğine soyunmuş liderler, yoksa size Kurdistan’a Sor tecrübesini anlatmamışlarmıydı?

    Bizim vadedilmiş topraklarımız yok, ata toprağı gailesinde de değiliz. Kürtlerin bugün üzerinde yaşadıkları toprakları var, yani türklere ve araplara vadettikleri toprakları var. Adını kardeşe çıkardığımız soykırımcı devletlere vadedilmiş toprak yaratmakla meşgulüz.

    Kürtler bağımsızlık sözcüğünü telaffuza ve Irak’ın bünyesinden çekilmeyi dillendirmeye başladıkları andan itibaren IŞİD Güney’de ortaya çıktı. Buna başlangıç diyelim.

    Kürtlerin Irak’tan ayrılmayı ilan etmesine karşılık ABD’nin verdiği cevap kürtlerin araplarla ortak hükümet kurması teklifi oldu. IŞİD’e karşı çarpışmalar Irak ordusuyla ortaklaşa sürdürülmeye başlandığında ise ABD’nin ilk beyanatı “peşmergenin IŞİD’e karşı savaşmasını destekliyoruz” şeklindeydi.

    Bunlar kürtlere çok şey anlatıyor.

    Tayyip Erdoğan hükümeti ABD ile arasını kürtlerin kanı üzerinden düzeltiyor.

    Obama hükümeti İran’la arasını kürt bağımsızlığını tehdit altına almak ve kürt kanı üzerinden düzeltiyor.

    Ortadoğu devletleri kanemici ve entrikacıdır. ABD’nin bu entrikacılar tarafından yönlendirilmesi bir skandaldır, Obama hükümetinin IŞİD gibi örgütlere ancakki kürtler istediği çizgiye geldiğinde karşıtlık beyanı ise ABD için yüz karasıdır.

    *

    Bizim söylemekten dilimiz yanarken vicdanınızın kımıldamasını beklemiyorduk, sadece akli melekelerinizi işleteceğinizi umuyor ve istiyorduk.

    Hakikati söyle ve bulunduğun yeri terketme. Hakikatten kaçtığında hakikatten korkana yem olursun.

    *

    İşgale en zayıf yanınızdan kalkışır, en korunmasız olduğunuz cepheden saldırıya başlarlar. Ezdiliği kürtlüğün zayıf ve korunmasız yanı haline getiren ve öylece seyreden işgalciler değil kürtlerin ta kendisidir. Önce bu vurdumduymazlık türüne, sonra buna dirayet ve yetenek atfeden sığ kafalılara lanet olsun.

    İkincisi, türk devletinin yedek güçleri ve arap yayılmacılığının kafakesici mihmandarları birlikte nereye yerleşmek, nerede kalıcılaşmak istiyorlar buna bakınız. Ezberiniz ölçü yada rehber olmamalı, neye maruz kaldığınız size nasıl davranmanız gerektiğini öğretmelidir.

    Bizimkiler ideolojiyle ülke kuratarcaklarını sanıyorlar ama reel tedbirler yerine egemen ezberinin gereklerini izliyor bu nedenle her kımıldayışlarında gömülüyorlar. Kürtler, ülkelerinin kurtuluşu için gerekli ideolojiyi üretme acizliği yaşayan bir halktır ve bunun için milletimizin 45 milyonluk esamesi insanlık arenasında okunmadan hasbi geçilmektedir.

    *

    Nuzi’nin Waşuganni’den yayan kaç günlük mesafede olduğunu bilen Aleppo’yu bilmesine bilir, Musul’un yarı mesafede olduğunu da bilir.

    Hikayemi diyelim?

    Viranşehir’e niçin viran dendiğini ve bu şehrin eski adını araştırınız, sizlere işgal karşısında sınırları kuzeye doğru daralan bir kürt krallığının ve başkentinin hikayesini anlatır.

    Tarih ve hikayenin birçok avrupalı dilde tek ve aynı sözcükle, historia sözcüğüyle ifade edilmesinin bir nedeni vardır.

    Bizim ülkemizin de bir hikayesi ve elbette bir tarihi vardır. Yer ve zaman kaydı konduğunda hikaye tarih olur.

    Musul’un jeostratejik önemi günümüzden yaklaşık 4 bin yıl önce kanıtlanmıştır. Musul’u elinde bulunduran iki büyük nehrin arasındaki toprakları kontrol etme şansına sahip olur, Mezopotamya’yı kontroluna alan ise “Yeşil Hilal”in Suriye’nin kuzeyine denk düşen kısmını, Transkafkasya’yı, Zagros silsilesinin doğusundaki düzlükleri kontrol etme imkanına kavuşur. Kaldıki biz bu coğrafyada işgalci değil yerliyiz ve bu sayılan coğrafi bölgeler Kürdistan ülkesine denk düşüyor. Kürdistan’ın başkenti Amed, Mehabad, yada Hewler değil Musul’dur.

    Başlangıçta Asur, giderek Süryan adını alan Amorriler M.Ö. 2200’lü yıllarda Suriye çölünden hareketlenerek Mezoptamya kıstağını işgal etti ve Asur adını verdikleri (şimdiki Tikrit) ilk başkentlerini burada kurarak devletleştiler. Daha sonra kuzeydeki düzlükleri Hurri-Mitannilerden alarak burada iki nehir arasında Ninova adını verdikleri imparatorluk başkentini inşa ettiler. Bu kentin sağladığı stratejik üstünlükle Tuşpa, Urmiye, Saqqiz, Milidia, Amida şehirlerini ya direkt olarak kendilerine bağladılar yada peykleştirdiler. Kaniş, Kizzuvatna dolayları Asur’un ticari etkinliği dolayısıyla koloniye dönüştü.

    Kassitlerin daha önce Babil’i ellerinde bulundurmaları bölgedeki varlıklarını özgürce devam ettirmelerine yetmedi. Ancakki Ninova ve civarını geri aldıktan sonra kürtler kadim topraklarında yeniden tutunabilme şansına kavuştular ve bu günümüze kadar sürdü. Bu tecrübeyi iyi okuyan araplar bölgede güçlendikleri her dönemde saldırılarını Musul ve civarına yönelttiler, ancak bu yörede ekseriyet ve yekparelik oluşturan kürt nüfusu nedeniyle kürtleri buradan kazıyamadılar. En son Saddam kürtleri soykırıma ve tehcire uğrattı, Musul’a zoraki arap göçü sağladı. Bunu sünni arapların bilmemesine imkan yok çünkü bu kanlı eylemlerin bizzat uygulayıcısı ve suçlusudurlar. Bu tarihi olguyu Türkiye’nin dikkatinden kaçırmasının imkanı yok, çünkü Türkiye Saddam’ı soykrıma teşvik eden ve soykırımlarını destekleyen devlettir. Bu gerçeği Avrupa’nın bilmemesine imkan yok, çünkü İsrail misali ilk jandarma devlet için Musul toprakları düşünülmüştür ve yörede kürtler ezici ekseriyette oldukları için dışlanmışlar, devlet hakları gaspedilmekle kalınmamış üstelik parçalanmışlardır.

    Musul’u dikkatinden kaçırmakla kalmayıp adeta peşkeş çeken bir aymazlık ise sadece bize özgüdür ve kürtlere hala egemendir.

    Musul’u veren Hewler’i de, Amed’i de, Qamışlo’yu da, Mehabad’ı da üstüne koyar.

    Size niçin saldırıldığını bilmediğiniz sürece en zayıf saldırgandan da gelse saldırıyı savamazsınız.

    *

    Peşmerge kuvvetleri teyakkuzda, kalaşnikovlu-cesetli videolar dolaşımda. Bunlar işin propaganda boyutu.

    Gerçekte olan ne?

    Musul’dan önce hristiyanlar sürüldü. Benim şahsen görüştüğüm yakınları var, taziyelerine gittim. Yüzlercesi katledildi, evlerine, paralarına, kadınların takılarına el kondu. Binlercesi kaçıp canlarını kurtarmak için Hewler’e sığındılar. Bunun adı tehcirdir. İnsanların evlerini, dükkanlarını, doğal ortamlarını, zenginliklerini bırakıp sırtlarında bir yorganı olmadan sefalete yürümelerini tahayyül etmeye çalışınız. Bundan büyük zulüm yoktur.

    Hani Kürdistan farklı dinlerin ve kültürlerin yaşam alanıydı ve kürt devleti bunun teminatıydı?

    Hristiyanların maruz bırakıldığı insanlık dışı saldırılar diğer bir yandan öbür dini azınlıklara saldırılacağının işaretiydi ve bundan daha berrak işaret olamazdı. Şengal Musul’a uzak değildi ve bölgeyi faaliyet alanı olarak seçen islami gericilik arası çok geçmeden Şengal’e saldırdı. Yüzlerce insan öldürüldü, kadınlar köleleştirildi. Ezdilerin ekseriyeti Dersim katliamıda tanık olduğumuz haliyle dağlara, mağaralara sığınmış durumdalar.

    Tüm bunlar olurken kahraman peşmerge, milli lider yada yurtseverlik timsali olarak lanse edilen komutanları, Kürdistan’ın başkanı, başbakanı, iki başlı devletin ikinci erki ve önde gelen isimleri ne yapmakla meşguldu dersiniz?

    İnsanlar kendi toprağında, kendi yaşam alanında katliama ve tehcire maruz bırakılıyor. Çok büyük bir ihmal ve güvenlik aczi ortaya çıkmış durumda. Kürdistan hükümetinin görevi kendi sınırları içinde katledilen, evinden barkından çıkarılan, malları yağmalanan insanlara mülteci çadırı kurmak değil, gerektiğinde tek tek her hanenin kapısını beklemek, güvenliklerini ve yörenin huzurunu sağlamaktır.

    Kürdistan’da iki başlılığın atıl olduğu kadar işlevsiz halidir izlediğimiz. Hiçbir şekilde mazur görülemeyecek ve aklanmayacak bu sorumsuzluğun nedeni iradesizlik, öngörüsüzlük, hala kendi sultalarının devamına yönelik iç çekişme ve ittifaksızlıktır.

    Bir tek kürt partisi bile sahip olduğu silahlı güçlerle yöreyi kontrol altına alıp emniyeti sağlamaya yetecekken kürtlerin devlet düzeyindeki vurdumduymazlığı birkaç bin çapulcudan müteşekkil sürünün gerektiğinde kürt devletini boşa çıkarabileceğini kanıtlamış durumda. Bundan da önemlisi dini azınlıkların hedef seçilerek katliama ve yağmaya uğratılmış olmasıdır.

    Kürdistan’da işlenen insanlık suçları islam gericiliğinin eseridir, bu konuda yeterli önlem almayan kürt devleti de en az saldırganlar kadar suçludur. İhmalin sonuçları ortada ve teviline imkan yok.

    Propaganda ile devlet ve yurtsever olunmuyor, propaganda ile dini hoşgörünün gerekleri olan koruma ve güvence sağlanmıyor, propaganda ile kürtler kaynaşmıyor, kucaklaşmıyor. Birilerine tarafgirlik ifade etmekle Kürdistan yönetiminin farklı uzuvları arasında birliktelik sağlanmıyor.

    Celal Talabani’nin cumhurbaşkanlığını bırakıp Süleymaniye’ye dönüşünde Mesdud Barzani’nin kendisini karşılama isteğine bir malülün vasisi edasıyla red cevabı veren Xero Talabani’nin nezaketsizliğine tanık olduğumda işlerin bu safhaya varacağını anlamıştım. Güney devletimizin Suriye, Irak ve İran paktına endekslenmesini Irak’ın bütünlüğü içinde kotarmaya çalışan Iraki afaklı-kürt görünümlü parti ve liderler Kürdistan yönetimini boşa çıkarırken saldırılara davetiye çıkarmışlardır.

    Kürt siyasetçileri, yazarları, siteleri hala bunlara övgü diziyor ve dizmeye devam edeceklerdir. Gerçekler saklandığı, kürtlerin soluğu kendi yöneticilerinin ensesine yönelmediği sürece bu ihmalkarlıklar ve sinsi ihanet kürtlerin yaşam hakkını kemirmeye devam edecektir. Bunların sulta kavgaları bir milletin varolma kavgasını önemsemeyen ve gerektiğinde dışlayan bir çizgide sürdürülmektedir. İşlerine gelmediği zaman partilerin gücü olarak silahı nümayiş yapan Goran ve YNK’nin hristiyanlar ve ezdiler katledilirken bölgede görünmeyişinin nedeni budur. Bu anlayış önce insan hak ve hürriyetleri bakımından mahzurludur, ilaveten yurtseverlikten başka her şeydir. KDP’nin Türkiye ve sünni cenahtaki ısrarı da kürtlerin zorlukları karşısında Goran ve YNK malüliyetinden farklı bir içeriğe sahip değildir.

    Kürdistan yönetiminin bileşenleri hükümran olmanın, yurttaşları adına ülke sahipliğinin ya idrakinde değiller yada umursamıyorlar. Kürt yönetimi önce kendi içinde devlet olmayı ve gereklerini ifayı başarmalıdır, içerde hükümran olunduktan sonra devletin dışarıya ilanı kolaydır.

    Dini azınlıklara yöneltilen saldırılar bu azınlıkların korunmasız bırakıldığı gerçeğini ortaya çıkarmakla, hatta Kürdistan yönetiminin suratına çarpmakla kalmıyor. Bu saldırılar daha önemli olarak yönetimin fiilen iki başlılığını, kürtlerin hükümranlık alanında ikiye bölündüğünü gösteriyor. Yönetimin kendisi bile iki farklı paktın yandaşlığını esas alarak kendi içinde bölündüğünde ortada ne etkin bir yönetme gücü ne de hükümranlık kalır. Bizatihi hükümran olmayanı ise başkaları hükümran sayıp hükümranlık kavramı adına onamaz ve tanımaz.

    Kürtler işgalci başkentlerle flörtten ve onların bağlaşığı olmaktan devlet haklarını heba ederek çıkarlar. PKK, YNK, KDP ile öne çıkan kürt siyasasının ortak özelliği, stratejik hareket yeteneği, ittifaklar perspektifi bundan ibarettir ve birbirinin kopyasıdır. Kürtlerin en temel insan haklarından neden mahrum kaldıklarının cevabı bu kopyada saklıdır.

    Kürt devletsizliğinin görünen nedeni siyasi ihtiras ve çokbaşlılıktır, ancak dipte yatan gerçek neden ise kürdün temel haklarını sömürgeci başkentlere ikram eden dini ve siyasi saplantıların yolaçtığı körlüktür. Erk anlamında çokbaşlı olduğunuzda gücünüz erimiş, güç olmaktan çıkmışsınız demektir. Milletlerin uluslararası hukuktan güçleri oranında yararlanabildikleri bir gerçekse 45 milyonluk bir milletin hak ve hukukunu istirdat edemeyişi gücünün siyasi alana ters orantılı yansımasının sonucudur. Kürtler, kürt partilerinin tekbenci güçler olmalarına alkış tutmak yerine millet olarak güç olmayı seçmek zorundadırlar. Kürtlerin bugünkü siyasi yetkinliği, dünyayı doğru değerlendirme yeteneği, yurtseverliklerinin büründüğü nitelik, hoşgörüleri, modern ve demokratik anlayışları kabülü ve gereklerine uyma becerisi buna müsait değildir. Kürt partilerinin ortaklaşa malüliyetidir, devletleşmeye katkı sunmak yerine gerilere itecek özelliklerle donatılmışlardır. Kendi ulusal kurtuluşları orta yerde dururken, müstemleke olmanın bedelini her gün katledilmekle öderken, kürt partilerinin Kürdistan’a taraf olmayıp bölge devletlerinin mezhep kavgalarına ve din çatışması üzerinden sürdürülen yayılmacı rekabetine savaşa iştirak derecesinde taraf kesilmelerini başka türlü izaha imkan yoktur.

    http://serbesti.net/forum/showentry.php?sNo=36295

  111. Anonim

    Demir Küçükaydın

    Kediler Kendi Kuyruğunu Neden Yakalayamaz?
    Ulusçular Ulusun Ne Olduğunu Neden Anlayamaz?
    Veya
    Ulusçuluk, Murray Bookchin ve Abdullah Öcalan Üzerine

    Frankenstein ve Vampir gibi korku imgelerine daha derinden bakıldığında, onların, tıpkı eski çağların Greklerinin doğayı kavrayışı gibi, tarihsel ve toplumsal gerçeğin, çocuksu bir kavranışını yansıttığı söylenebilir.

    Sonradan yanlış olarak romandaki yaratıcısının adıyla (Doktor Frankenstein) anılan ve aslında adı bile bulunmayan Frankenstein, Proletaryayı anlatan bir metafor olarak görülebilir. Tıpkı proletaryanın eski toplumunu tüm parçalarından, mülksüzleşenlerinden oluşması gibi, çeşitli ceset parçalarından oluşmuş, yumuşak yürekli, müşfik bir yaratıktır ve Proletarya gibi dışlanır. Ve tıpkı proletarya gibi kendisini yaratmış ve dışlamış burjuvaziye ve burjuva topluma karşı harekete geçer, onu yok etmeye çalışır.

    Buna karşılık, Vampir ya da Drakula imgesinin, burjuvaziyi, ama burjuvaziden de çok gerici burjuvazinin milliyetçiliğini sembolize ettiği düşürülebilir. Milletler de tıpkı o vampirler gibi aslında tarihsizdirler. Ve yine tıpkı milliyetçilerin tasavvurundaki milletler gibi, çok uzun bir zamandan beri karanlık bir yerde uyumaktadırlar ve milliyetçiler tarafından uyandırılmayı beklemektedirler. Milletler de tıpkı vampirler gibi, bir kere kurbanlarını ısırdılar, kanın içtiler mi, onları da kendileri gibi bir vampir yaparlar. Bir ulus başka insanları dışlayıp, onların kanını akıttığında, onları baskı altına aldığında, o dışladığı veya kanın akıttığı da bir vampir (Ulus) olur. Bundan sonra o da kendi kurbanlarını arayacaktır. Ta ki yer yüzünü Vampirler (Uluslar) kaplayana kadar.

    Yer yüzünü vampirlerin kapladığı bir dünyada, vampirlerin vampirliğin ne olduğunu anlama şansları yoktur. Onlar vampirlik dışında başka bir var oluşu tasavvur bile edemezler.

    Bu nedenle, tıpkı kedilerin kendi kuyruklarını yakalayamamaları gibi, ulusçular da ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlayamazlar.

    Bu mekanizmanın nasıl işlediğini anlayabilmek için, vampirliğin ya da ulusçuluğun ne olduğu sorusundan yola çıkalım.

    *

    Ulusçuluk, gerek ulusçularca, gerek enternasyonalistlerce bir ulusun çıkarlarını öne almak, her şeyi ona tabi kılmak olarak tanımlanmaktadır.

    (Ulusçular ve enternasyonalistlerin aynı tanımda anlaşması ve öne alınacak şeyin ne olduğunda ayrılmaları, onların ulusun ne olduğu konusunda aynı ortak varsayımları paylaştıklarını gösterir ve bu ortaklığın derin anlamıdır aslında bu yazının konusu, ama bu yazının gidişi içinde görüleceğinden, şimdilik bunu sorun etmiyoruz.)

    Ama biraz dikkatli düşününce bu tanımın hiçbir şeyi açıklamadığı ve aslında bir totoloji olduğu görülür. Ama bu görülmesi zor bir totolojidir. Onun için şu soruyu soralım:

    Peki o çıkarı öne alınan şey, yani ulus nedir?

    Ulusu da, yine aynı şekilde, ulusçular da enternasyonalistler de hep tarih, dil, etni, kültür, kader, yaşantı ortaklığı veya bunların bir kısmının çeşitli kombinasyonları olarak tanımlamaktadırlar.

    Ama ulusu bu türden ortaklıklar olarak tanımlamak tam da ulusçuların ulus tanımları değil midir?

    Yani her hangi bir ulusu yaratanlar o ulusu böyle tanımlarla tanımlayarak yaratırlar.

    Bütün bu farklı tanımlar, farklı ulusların veya ulusçulukların ne olduğu hakkında bize belki bir fikir verirler ama ulusun ne olduğu hakkında bir fikir vermezler.

    Yani kimi ulus belli bir toprak parçasında yaşayan insanlarla; kimi ulus bir tarih ortaklığıyla; kimi ulus amaç ortaklığıyla vs. tanımlanabilir. Ama bu tanımlar, normatif tanımlardır bizlere ulus denen şeyin ne olduğunu değil; farklı ulusların veya ulusçulukların ulustan ne anladığını ve onu nasıl tanımladığını gösterirler.

    O halde, örneğin, Stalin’in meşhur tanımı veya Otto Bauer’inki kabul edildiğinde, yapılan şey, normatif veya hukuki tanımlara, sosyolojik bir tanım payesi vermekten başka bir şey değildir.

    Bu tanımlar ulusçuların tanımları olduğundan, bu tanımlar kabul edildiğinde, ulusun ne olduğu hakkında şöyle demiş oluruz: ulus, ulusçuların ulus dediğidir.

    Ulusçuluk ne? Ulusun çıkarını öne almak.

    Ulus ne? Ulusçunun ulus dediği.

    Görüldüğü gibi, şimdiye kadarki ulus ve ulusçuluk kavramlarıyla hiçbir şeyi anlamak mümkün değildir. Karşımıza çıkan bir totolojidir. Ve işin ilginci yüz elli yıldır, modern toplum, ulus ve ulusçuluk üzerine bütün literatür bu totolojiden ibarettir.

    Burada tıpkı küçük çocukların sonsuz tekerlemelerinin bir benzeri karşısındayız:

    Damdan düştü kurbağa

    Onu gören yolcular aldılar

    Mezarını kazdılar

    Ve Mezarına şöyle yazdılar:

    Damdan düştü kurbağa

    (…)

    Ne yazık ki bu tekerleme çocuklar için değildir ve aslında yüz elli yıldır bütün toplum bilimlerin ve sosyal hareketlerin içinden çıkamadığı, insanlığa korkunç acılar getirmiş ve getirmekte olan bir sonsuz tekerlemedir bu.

    Ama bu uluslar ve ulusçuluk ilişkisini; bu sonsuz çıkmazı anlamayı sağlayacak en güzel metaforları Esher’in resimleri sunar. Kim bilir belki Esher’in resimleri, ulus ve ulusçuluk yanılsamasının bir sanatçı sezişiyle, imgeler aracılığıyla açıklanışı olarak da görülebilir.

    *

    1980’li yıllara gelinceye kadar bütün ulusçuluk ve ulus üzerine literatür aslında modern toplumun bu sonsuz tekerlemesinin bir tekrarından başka bir şey değildir. İster Stalin’in, İster Bauer’in, ister Löwy’nin ulus ve ulusçuluk tanımlarını ele alın, bunların hepsinin yukarıda açıklanan sonsuz tekerlemenin dışına çıkamadıkları; tıpkı kedilerin kendi kuyruğunu yakalayamaması gibi, bir türlü kendi kuyruklarını yakalayamadıkları görülür. Ulus böyle ulusçuların tanımıyla tanımlanıp da ulusçuluğun ne olduğun sorulduğunda, yine başlangıç noktasına gelinmektedir.

    Marks, Engels ve Lenin’den yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar, ulusal sorun üzerine yazan herkes son duruşmada hep bu fasit dairenin içinde kalmıştır.

    Sorun enternasyonalistler açısından da farksızdır. Onlar da ulusçuluğun ulusal çıkarı öne almak olduğunu, kendilerinin ulusun değil sınıfın çıkarını öne aldıklarını söylerken, ulusçularla aynı ulusçuluk ve ulus kavramını paylaşırlar. Dolayısıyla ulusun ne olduğuna ilişkin kavrayışları, özünde ulusçuların ulus kavrayışlarıdır. Enternasyonalistlerle ulusçuların ayrılığı; ulusun veya ulusçuluğun ne olduğunda değildir.

    Peki bu çıkmazın dışına nasıl çıkılabilir?

    Ulus ulusçuların ulus dediği şey olarak tanımlandığına göre, bu fasit dairenin dışına çıkabilmek için; ulustan değil; ulusçuluktan yola çıkmak gerekmektedir.

    Ulusçuluğun ne olduğunu anlarsak ulusun ne olduğunu anlayabiliriz. Ulusçu, ise ulusun ne olduğunu anlayarak ulusçuluğun ne olduğunu anlayabiliriz der. Ulus ise, bizzat kendisinin ulus dediğidir. Ulusçu, ulusun tıpkı sınıf gibi, ulusçunun dışında ve ondan bağımsız olarak var olduğunu söyler. Ulusçuya göre, uluslar olduğu için ulusçular vardır. Halbuki, gerçekte, ulusçular olduğu için uluslar vardır. Bütün incelik buradadır. O halde ulusun ne olduğunu anlamak için ulusçuluğun ne olduğunu anlamak gerekmektedir.

    Ulusun çıkarını öne almanın ulusçuluk olduğunu söylemenin totoloji olduğu ortadadır. Çünkü Ulusu tanımlayan ulusçudur. Ulusçuluğu ulusa göre tanımlamaya kalkmak ulusçuluğu ulusçulukla tanımlamaktır.

    Ulusçuluk ulusa göre değil, çünkü ulusu yaratan odur, ancak kendi dışındaki bir duruma göre tanımlanabilir.

    Bunun için bütün ulusçulukların ortak varsayımını ortaya çıkarmak gerekir.

    Ulusçuların temel ortak var sayımı nedir?

    Herkesin bir ulusu olduğu ve her ulusun bir devlet kurma hakkı olduğu.

    Kimin ulus olduğu veya ulus kimlere deneceği ayrı bir sorundur ve şimdilik bizim çözümlememiz bakımından bin önemi yoktur. Ama bütün ulusçular, eğer ulus iseniz, her ulus gibi bir devletiniz, bir ülkeniz olmasına hakkınız olduğunu düşünürler.

    Yani bir devlet ve Ülke ile bir ulus arasında bir çakışma olması gerektiği, bütün ulusçuların ortak var sayımıdır. Böyle bir durum yoksa bu giderilmesi gereken bir arızadır.

    O halde, sorununu şöyle de koyabiliriz. Kendinizi ulusçu kabul edip etmemeniz bir yana, eğer devlet ve ülke ile ulus arasında bir çakışma olması gerektiği anlayışına sahipseniz bir ulusçusunuz demektir. Ulusçular ulusu nasıl tanımlarsa tanımlasınlar; kimin ulus olup olmadığı hakkında aralarında ne gibi ayrılıklar olursa olsun, onların hepsinde ortak olan, devlet ve ülke ile ulus arasında bir çakışma olması gerektiği prensibidir.

    Ama bu tanım da yeterince net değildir ve yanlış anlamalara uygundur. Örneğin, devlet hakkında bu gün var olan devletlerin bir benzerini düşündürür bu. Ama devlet, pekala, örneğin liberterlerin dediği gibi, bir federasyon veya konfederasyon veya tamamen devletsiz bir ülke veya toplum da olabilir.

    Politik olanın biçiminin ne olacağı farklı ideolojik akımlar arasında değişebilir. Yani bürokratik bir devlet mi? Demokratik bir devlet mi? Merkezi mi? Merkezi olmayan federatif veya konfederatif bir devlet mi? Veya devlet gibi bir örgütlenmeye tekabül etmeyen bir devlet mi?

    O halde, devletin biçimi sorununu bir kenara atıp onu soyutlamak, analizimizi saf olarak işin özüne doğru götürebilmek için, ülke ve devlet yerine politik demek daha doğru olacaktır. Çünkü günümüzde ülke ve devlet politik kavramı içinde ifade edilmektedir.

    O halde, devlet yerine daha geniş bir anlamı olan politik kavramını kullanırsak; her ulusa bir devlet veya her ulusun kendi kaderini tayın hakkı gibi bütün ulusçuların kabul ettiği formülasyonlar yerine, aynı anlama gelen ama daha kapsayıcı ve öze inen, şöyle bir tanıma ulaşırız:

    Bunu Ernest Gellner şöyle ifade eder:

    Ulusçuluk, temelde siyasi birim ile ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal bir ilkedir.

    Ulusun nasıl tanımlanacağı, farklı uluslar ve ulusçuluklarda değişebilir. Ama hepsinde değişmeyen şey, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, o ulus denen şeyin, politik olanla, daha somut olarak devlet ve ülke ile (siyasal birim ile) çakışması gerektiği anlayışıdır.

    Dünyanın bütün ulusçularında ortak olan budur. Bu tanım çerçevesinde, ulusun nasıl tanımlanacağı veya politik olanın nasıl bir devlete veya devletsizliğe tekabül edeceği; bu hakkın kullanılıp kullanılmayacağı, genel ve soyut olarak ulusçuluğun doğrudan bir sorunu ve belirleyicisi değildir. Bunlar somut ulusçuların sorunları olabilir ama ulusçuluğun özüne ilişkin sorunlar değildirler.

    Görüldüğü gibi, şimdi ilk tanımımızdan çok başka artık totolojik sayılmayabilecek bir tanıma ulaşmış bulunuyoruz. En azından ulusçuluğu, siyasal birim ile ulusal birimin çakışması gerektiğine dair bir ilkeyi kabul etmeyenlere göre kıyaslıyoruz. Örneğin, eskiden imparatorluklar böyle bir ilkeye dayanmıyorlardı. Onlarda siyasal birim başka bir şeye dayanıyordu. Örneğin onlarda, siyasal birimin asil bir soydan gelenlere göre belirleneceği gibi bir anlayış bulunuyordu.

    Ayrıca bu tanım çok karıştırılan bazı şeyleri ayırmamızı da mümkün kılmaktadır. Örneğin ulus sözcüğünün çoğu kez bir kavim anlamında kullanılmasının yol açtığı karışıklıklardan kurtulmayı sağlar. Bunu biraz açalım.

    Böyle bir tanım bizi tarihteki diğer uluslardan ayırır.

    Var sayalım ki, eskiden de insanlar kendilerini Arap, Gürcü, Ermeni, Türk vs. olarak tanımlıyorlardı. Ama onlar hiçbir zaman, örneğin Araplığın politik olanla çakışması gibi bir anlayışa sahip değildiler. Politik olanı hiçbir zaman bu belirlemiyordu. İnsanlarda Arapların bir ulus olduğu ve bu ulusun bir devleti, politik bir birliği ve biçimi olması gerektiği yönünde bir tasavvur yoktu. Olmadığı için de bu, o insanların hiçbir davranışını belirlemiyordu.

    Yani tarihte ulusçular olmadığı için uluslar da yoktu. Bu gün ulusçular onların bu günkü ulusların tarihteki öncülleri olduğunu iddia etmektedirler ama o yaşanmış tarihte böyle bir şey söz konusu değildi.

    Eskiden insanlar kendilerine Arap veya Türk veya Ermeni derken başka bir şeyi kast ediyorlar ve bundan başka bir şey anlıyorlardı bu gün başka bir şeyi kastediyorlar ve başka bir şey anlıyorlar.

    Bunun nasıl bir şey olduğun anlamak için söyle bir örnek verelim.

    Diyelim ki belli bir aşiretten, belli bir şehirden veya belli bir dinden, belli bir yaş grubundan, belli bir ailedensiniz.

    Bu gün bunlardan olduğunuzu belirttiğinizde, ben İstanbulluyum dediğinizde, ben Kureyşan aşiretindenim dediğinizde, ben bilmem ne giller sülalesindenim dediğinizde veya ben şu dindenim dediğinizde, bunu söylerken, siz ve sizi dinleyenlerin hepsi ulusçu olduklarından, bunu söylemenizin bir politik anlamı olduğunu düşünmezler. Yani bir İstanbul devleti; bir Kureyşan devleti veya politik birimi; bir bilmem ne giller politik birimi kurmayı hedeflediğiniz veya hedeflemeye hakkınız olduğu anlamına gelmez böyle bir ifade. Bunların politik bir anlamı olmadığı yönünde bir konsensüs vardır. Dolayısıyla bunlar politik bir mücadelenin konusunu oluşturmazlar.

    Halbuki eskiden böyle değildi. Bir Atinalı veya Ispartalı için, bir şehrin adı, bugün bir ulusçu için ulusun adı gibi bir anlama sahipti. Ancak bir kentten olan, hatta o kenti kuran soylardan olan bir yurttaş olabilirdi. Yani gerekli değişiklikler yapıldığında, politik olan ile kentsel olanın çakışması gibi bir anlayış vardı bir zamanlar, tıpkı bu günkü ulusal olan ile politik olanın çakışması anlayışında olduğu gibi. Hasılı durum bu günkünün tam tersineydi. Siz bu gün bir İstanbulluyum, bir Kureyşanlıyım dediğinizde kimse sizi bölücülükle suçlamayı aklından geçirmez. Kentin ya da soyun politik olanla çakışması gerektiği yönünde bir anlayış yoktur bu gün. Halbuki bir zamanlar tam tersineydi. O zamanlar da Kürt veya Türk olduğunuzu söylediğinizde, şimdi bir İstanbullu veya Kureyşanlı olduğunuzu söylemenizden daha farklı bir şey söylemiş olmazdınız.

    Hasılı, biz bu gün ben Müslüman’ım, İstanbulluyum, bilmem ne aşiretindenim dediğimizde nasıl bunlar bizler için hiçbir politik anlama sahip değilse, bir zamanlar Türk, Arap, Ermeni vs. olmak da benzer şekilde hiçbir politik anlama sahip değildi ve bu gün aynı şehirden, sülaleden, aşiretten veya inançtan olmaktan daha farklı bir anlama gelmezdi. Bu nedenle hiçbir davranışın özünü belirlemiyordu.

    Atina kentindeki Atinalı ile Bu günkü Atina’daki Atinalı kendine Atinalıyım derken ne kadar birbirine benziyorsa bu günkü Kürt, Türk, Arap, Yunan veya Ermeni ile tarihte kendine Türk, Kürt, Arap, Yunan, Ermeni vs. demiş olan da o kadar benzemektedir. Yani hiçbir benzerlik ve ortaklık yoktur. (Bu ortaklık sonradan gerici ulusçular tarafından uydurulmuştur ve ayrı bir hikayedir.)

    Bu ulaştığımız yeni ulusçuluk tanımı, örneğin bizim bu farkı anlamamızı sağlıyor öncelikle. Özellikle 80!li yıllardan sonra ortaya çıkan ve gerçekten ulus ve ulusçuluğun kavranmasında çığır açan kitapların başardığı ve üzerinde durduğu budur ve bunlar bu tanımdan yola çıkmaktadırlar. Bu bağlamda Gellner, Hobsbawm, Anderson’u özellikle belirtelim.

    *

    Ama bu tanım üzerine de biraz düşünülünce, bu tanımın da bir takım gizli varsayımlara dayandığı görülür. Bu gizli varsayımları açıklığa kavuşturmadan ulusçuluğun ne olduğunu anlayamayacağımız ortaya çıkar.

    Nedir bu gizli varsayımlar?

    Şimdi bunu görmek için çözümlememizi daha derine götürelim.

    Nasıl önce maddenin atomlardan; sonra o atomların proton, nötron ve elektronlardan; sonra proton ve nötronların da kuarklardan oluştuğu görüldüyse, şimdi ulusçuluğun bu ulaştığımız noktada nelerden oluştuğunu görmeye çalışalım. Bunun için elimizde fizikteki gibi labaratuarlar veya metamatik modeller yoktur. Soyutlama ile gitmek gerekir sosyal bilimlerde.

    Sadece politik olanın neye göre belirlendiğini incelediğimizde, yani bir soya, bir ulusa, bir dine göre vs. belirlenebilir dediğimizde, belli bir açıklığa ulaşmış oluruz ama hala gizli bir varsayımımız daha vardır. Politik olan diye ayrı bir şeyin varlığı.

    Politik olandan, politik birimden söz ettiğimize göre, politik olmayan diye bir şey olsa gerektir.

    Politik olandan söz edebilmek için ve politik olan ve olmayan diye bir ayrıma dayanan daha derinde daha başka bir gizli varsayım olması gerekmektedir. Böyle bir varsayım olmadan politik olandan söz edilemez ve dolayısıyla politik olanın ulusal olanla veya her hangi bir şeyle çakışması gibi bir tanıma ulaşılamaz. Tıpkı fizikçilerin, böyle bir fenomen veya parçacık olması için onun da şunlardan oluşması, şöyle parçacıklar olması gerekir demesi gibidir bu yaptığımız.

    Evet böyle gizli bir varsayım vardır. Gerçekten de modern toplum öncesinde politik olan ve olmayan diye bir ayrım yoktu. Eski toplumlar sadece politik olanı farklı tanımlamıyorlardı; yani örneğin bir kente göre tanımlamıyordu; onlarda politik olan ve olmayan ayrımı diye bir ayrım da yoktu. Her şey politikti. Veya politik olan her şeydi

    Yani biz, ulusçuluk ulusal birimle politik birimin çakışmasına dayanan siyasal ilkedir” dediğimizde de hala tarihe ulusçuların açısından bakıyoruz ve onda da politik olan ve politik olmayan ayrımın diye bir ayrımın var olduğunu düşünüyoruz; onun bu günkü modern toplumdan tek farkının politik olanı başka bir ilkeye göre tanımlamakta toplandığını söylüyoruz demektir.

    Yani hala ulusçuların kabul edebileceği bir alandayız demektir. Zaten bu tanımı ortaya atan Gellner de bir ulusçudur. Burada demokratik ulusçuluğun kabul edebileceği, aydınlanmaya uygun bir tanım alanındayız demektir hala.

    Ancak modern toplumun eski toplumla ayrımı; politik olanı farklı bir ilkeye göre tanımlamasında değildir; politik ve politik olmayan, yani özel ayrımındadır. Eski toplumlar politik olanı başka bir ilkeye göre, örneğin dine veya soya göre tanımlıyorlardı demek, ortaçağda çocukların büyük bir insanın küçük bir biçimi olduğunu düşünmeleri; hatta erkeğin sperminin küçük bir insan olduğunu sanmalarından farksızdır. Kapitalizm öncesi; ulusçuluk öncesi tarihte politik olanın başka bir şeye göre tanımlandığını söylemek, onlara bu günkü toplumun; ulusçuluğun gözünden bakmaktır. Onların esas farkı, politik ve politik olmayan (özel) ayrımının onlarda olmamasındadır.

    O halde ulusçuluğun daha derinine , özüne inen bir tanıma ulaşıyoruz:

    Ulusçuluk, politik ve özel ayrımına dayanan bir toplumsal örgütlenmeyi savunmaktır. Çünkü bu ayrım olmadan, politik olanın neye göre tanımlanacağı gibi bir sorun ortaya çıkamaz.

    Yani özel kavrayışı ile politik kavrayışı birbirinden ayrı düşünülemez. Özel diye bir ayrım veya kavram olmasaydı politik olmazdı. Özel, bir şeyleri politik alanın dışına atmanın aracıdır.

    Ama dikkat edelim, ki burası en kritik noktadır, bu atmanın kendisi politik, hukuki veya ideolojik bir eylemdir, ayırımdır.

    Öte yandan bu politik ve ideolojik ayırmanın kendisi sosyolojik olarak bunların ayrılamayacağını gösterir. Yani özel, politik diyerek hukuki, ideolojik veya politik olarak ayrılanlar, aslında sosyolojik olarak birbirinden ayrılamadığı için bu ayrımı yapmaktadır modern toplumun örgütlenmesi. Özel diye ayırmanın kendisi politiktir. Eğer sosyolojik olarak böyle bir ayrım olsaydı, özel ve politiği ayırmak diye politik veya ideolojik bir sorun olmazdı. Tıpkı katılarla sıvıların ayrılması diye ideolojik, politik veya hukuki bir sorun olmadığı gibi.

    Bu ayrımın sosyolojik değil, ideolojik, politik bir ayrım olduğunu kavramak metodolojik bakımdan hayati önemdedir. Çünkü bu politik ayrımı sosyolojik bir ayrım gibi aldığınız andan itibaren, siz de bu hukuk ve ideoloji çerçevesinde düşünmeye başlamış olursunuz. Yani bir burjuva olarak; bir milliyetçi olarak düşünmeye başlamış; burjuva uygarlığının kategorileriyle düşünüp davranmış olursunuz. O andan itibaren de bilim değil; ideolojidir artık sizin yaptığınız.

    Son yüz elli yılın bütün sosyal biliminin yaptığı tam da budur. Burjuva uygarlığının ve ideolojisinin gücü buradan gelmektedir; onun en keskin muhalifleri bile onun yayıcıları ve kullanıcıları olmaktan kurtulamamaktadır. Esher’in resminin içirdekiler onun dışına çıkamamaktadırlar.

    Hemen sezileceği gibi burada da, daha üst ve daha derin bir düzeyde, metodolojik düzeyde, kedilerin kuyruğunu yakalayamamasının bir benzeriyle karşı karşıya olduğumuz görülür.

    Modern toplum özel ve politiği ayırır, ama bu ayrımın kendisi ideolojktir ve modern toplumun dayandığı hukuki bir ilkedir. Siz bu ayrımı bilinçli veya bilinçsiz bir sekilde sosyolojik bir analiz, sosyolojik bir ayrımmış gibi ele aldığınız andan itibaren, farkına varmadan modern toplumun ideolojisiyle, yani burjuvazinin ideolojisiyle düşünmeye başlamış olursunuz. Onun dışına çıkmanız mümkün olmaz.

    İşte Marks’tan bu güne kadar işçi hareketini ve sosyalist hareketi kakırdatan son derece tehlikeli yanlış anlama budur. Bunun sonucu olarak örneğin dinler özel olarak tanımlanmaktadır ve öyle ele alınmaktadır. Ama dini özel olarak ele almanın kendisi, özel diye bir şeyin varlığına dayanan burjuva ideolojisinin bir kabulüdür. Bu noktada marksizm ve sosyalizm de kuyruğunu yakalayamayan kedi durumuna düşer.

    Görüldüğü gibi ulusçuluğun ilk baştakinden çok farklı bir tanımına ulaştık. Yola ilk çıktığımızda; ulusçuluk ulusal olanı öne çıkarmaktır demiştik. Sonra ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmaktır demiştik. Şimdi politik olana ve olmayan diye bir ayrım yapmanın kendisidir tanımına vardık.

    Gerçekten bu tanım bize bütün modern toplum ve modern olmayan toplum arasındaki temel farkı vermektedir. Dolayısıyla şimdi artık ulusçuluğu kendi dışındaki bir şeyle tanımlamış olmaktayız.

    Ve bu tanım sadece mantıki olarak ulaşılmış bir tanım değildir, tarihi olarak da ulusçuluk tam böyle ortaya çıkmıştır. Gerçekten de ulusçuluk ilk çıktığında tam da bu ayrımdan yola çıkmıştır. Bu da zaten bizim mantıki analizimizin çarpılmalardan soyutlanmış tarihsel süreci ifade ettiğini gösterir.

    Yani bizim analitik olarak ulaştığımız öz, aynı zamanda tarihsel olarak ulusun ortaya çıkışında da görülür. Ulusun ve ulusçuluğun ne olduğu, onun en saf ve mükemmel biçiminde görülüp anlaşılabilir. Bu özel ve politik ayrımının kendisidir.

    Gerçekten de, modern aydınlanma düşünürlerini ve Amerikan, İngiliz ve Fransız devrimlerini göz önüne getirdiğimizde, bütün bu devrimlerde, ulus kavramının bu bağlamda tanımlandığı; insan ve yurttaş’ın özdeş kullanıldığı, bu günkü dile, dine göre tanımlanrmış uluslarla bu ulusçuluğun çok farklı olduğu, ulusçuluğun bu otantik ve en gelişmiş biçiminin özünün tam da bu ayrım olduğu görülür.

    İnsan hakları evrensel beyannamesinde bütün insanlar dili, dini, soyu vs. eşittir denir. Bu bunların politik bir anlamı yoktur demektir. Ve bu beyannamelerde insan ve yurttaş eşit idi farklı bir şey kastedilmiyordu. Yani kökeninde ulusçuluk, insanlar arasında dilin, dinin politik bir anlamı olmaması, bunların özel denilen politik olmayan bir alana itilmesidir. Eşitlik, aslında bunların politik anlamı yoktur, bunlar özele aittir demenin diğer ifadesidir. Uluslar ilk önce bu ayrım temelinde ortaya çıkmışlardır ve bu gün anladığımız anlamda uluslarla bir ilişkisi yoktu bu anlayışın. O zamanlar politik olan, yurttaşlıkla, insan haklarıyla tanımlanıyordu, ulusun bir dile, dine, etniye, ortak tarihe, keder birliğine vs. göre tanımlanması çok sonra ortaya çıkmıştır ve aslında gerici bir ulusçuluk anlayışını ifade eder. Bu gün, genel kullanımda ulusçuluk denen şey işte bu ulusçuluğun gerici biçimidir. Aslında ulusçuluğa karşı çıktığını söyleyenler; ulus devletin aşılması gerektiğiniden söz edenler hep, bu gerici biçimine karşı çıkmaktadırlar ulusçuluğun. Çünkü bunların hiç biri, bu ayrımın kendisini tartışma konusu bile yapmamaktadırlar. Politik olan diye bir şeyin ayrılmasına değil; politik olanın ulusal olana göre tanımlanmasına değil; politik olanın yani ulusun dile, dine göre tanımlanmasına karşıdırlar. Onu insan veya yurttaşlık haklarıyla tanımlamak ulusçuluğun aşılması değil, tam da kendisi ve özüdür.

    Politik olan da başlangıçta hiç de bu günkü anlamda bir dile dine dayanan ulus ile değil, tüm insanlar ile tanımlanıyordu. Amerikan veya Fransız devrimlerinde Yurttaş ve İnsan özdeş kavramlardı. İnsan hakları beyannameleri aynı zamanda anayasalar ve yurttaşlık beyannameleriydi. Bu bile bize modern toplumun var oluş biçimi olan ulusçuluğun özünün bizzat bu ayrım olduğunu gösterir.

    Hemen görülür ki, en saf, en gelişmiş ve en otantik devrimci biçimiyle ulusçuluk tüm insanların kardeşliği fikriyle çelişmez. Bu çelişmezlik sadece mantıki ve analitik bir çelişmezlik de değldir. Tarihsel olarak da böyledir. Burjuva devrimcileri ve aydınlanma filozoflarının çeşitli biçimlerde ifade ettiği, Vatanım yeryüzü, milletim İnsanlık ideali, bu devrimci ve demokratik ulusçuluğun programını ve anlayışını temsil eder. Tam da bu nedenledir ki, bizzat burjuva devrimcileri tarafından ifade edilmişlerdir. Osmanlı’nın burjuva devrimci fikirleri savunan tek şairi Tevfik Fikret Vatanım ruyi zemin, milletim beşeriyet dediğinde tam da bu ulusçu ilkeyi ifade etmiş olur.

    Ama bu ulusçuluk ile bu günkü ulusçuluk birbirine galaksiler kadar uzaktır. Bu günkü ulusçuluk aslında bu devrimci ulusçuluğun en temel ilkesinin inkarına ve sınırlandırılmasına dayanır. Bu inkar ve sınırlama, bir ülke toprakları, bir din, bir soy, bir dil, bir kader ortaklığı ile belirlenir. Başlangıçta tüm insanlar için geçerli olduğu düşünülen eşitlik ve insan hakları artık sadece o ulustan olanlar için geçerli olur. Bu gün ulusçuluk denen şey, işte bu gerici ulusçuluktur. Bu günkü yaygın kullanımıyla ulusçuluk, aslında ulusçuların gerici ulusçuları tanımlamakta kullandığı bir kavramdır.

    Ama bu kullanımın kendisinin bizzat ulusçuluk olduğunu; ulusçuluğun özünün politik ve özel ayrımı olduğunu kavradığımızda, Bu ayrımı sorgulamayan, evrensel tarih ve toplum üstü bir ayrım olarak gören, sosyolojik bir ayrım olarak gören her kavrayışın aslında ulusçulukla malul olduğu ortaya çıkar. Burada hemen, marksizm ve anarşizm gibi eşitlikçi ve burjuvaziyşe karşı çıkan öğretilerin aslında bu gerçek ulusçuluktan ötesine gidemediği ve onu hiç sorgulamadığı da ortaya çıkar.

    Böylece ulusçuluğun neden anlaşılamadığı, ulusun neden açıklanamadığı, buradaki sonsuz tekerleme, bu sefer gerçek ulusçuluk tanımında da ortaya çıkar.

    Onlar, özel politik ayrımının hukuki ve ideolojik bir ayrım olduğunu görmedikleri, bunu sorgulamadıkları, bir sosyolojik ayrım gibi ele aldıkları için ulusçudurlar; ulusçu oldukları için bunu sorgulamadıklarından ulusçu olduklarını anlayamazlar; Ulusçu olduklarını; yani bu ayrıma dayandıklarını anlayamadıkları için; bu ayrımı sorgulayamazlar. Ve bu böyle gider. Damdan düştü kurbağa…

    Bunun fasit dairenin dışına ancak, tüm insanlık tarihinin sosyolojik bir ele alınışıyla çıkılabilir. Ancak o zaman, dinlerin birer inanç olmadığı; ulusçuluğun, yani bizzat bu ayrımın kendisinin de modern toplumun dini olduğu ortaya çıkar. O zaman bu dine karşı alternatif bir dinin; başka bir uygarlığın dayanması gereken ilke, bizzat bu ayrımın kendisini sorgulamanın kendisi olarak açıkça ortaya çıkar.

    O halde, burjuva uygarlığına karşı bir program geliştirmek; sadece politik olanın ulusal olana göre tanımlanmasını sorgulamaktan değil; bizzat bu ayrımın kendisini sorgulamaktan geçer.

    Ne var ki, bu gün tarih öyle gerici bir noktaya kaymıştır ki, işçi hareketinin yeniden canlanabilmek için, tamamlanmamış projeyi tamamlamayı bir görev olarak önüne koyması; politik olanın gerici ulusçuluklarca tanımlanan biçimlerine karşı bir savaş başlatması gerekmektedir. Bu günkü koşullar, ilerleyebilmek için gerilemeyi ve hız almayı; bırakalım bu ayrımı sorgulamayı; bırakalım politik olanın ulusal olanla çakışması ilkesine son vermeyi; ulusal olanın dile, dine, etniye, soya, coğrafyaya vs. dayanan biçimlerine karşı geniş bir cephe oluşturmayı; devrimci ulusçuluğun ilkesini savunanlarla; gerici ulusçuluğun ilkesini savunanların cephelerini ayırmayı gerektirmektedir. Ancak bu yoldan tekrar tarih tüm bu ayrımın kendisini sorgulayacak dev adımları atmak için hız alabilir. İnsanlık sıçrayabilmek için, burjuva devrimlerinin ideallerine gerilemek, oradan aldığı hızla ileri fırlamak zorundadır.

    *

    İşçilerin marşının son sözü olan Enternasyonalle kurtulur insanlık sözleri bile burjuva devrimlerinin Vatanım yer yüzü milletim insanlık anlayışından daha geri bir ulusçuluk anlayışını yansıtır.

    Enternasyonal, bir çok ulusun var olduğu bir dünyayı var sayar, bu uluslar arasındaki kardeşliği. Ama bu uluslar neye göre şekillenecektir? En demokratiklerinde bile belli bir toprak parçasına, ya da Almanlarda olduğu gibi, Almanlığa, yani kültürel veya biyolojik bir ortaklığa. Yani gerici bir ulusçuluğa göre oluşmuş ulusların varlığını veri kabul edip onlar arasında bir kardeşliğe ulaşmayı amaçlamaktadır İşçilerin marşı. İşçilerin marşı, ulusların dile veya dine göre tanımlanmışlığını sorgulamaz.

    Halbuki, vatanım yeryüzü, milletim insanlık sözleri, insanlık temelinde bir tek ulusu var sayar ve bu anlamda, enternasyonaldan çok daha devrimcidir; yurttaş ve insanın özdeşliği fikrine dayanır; gerci ulusçuluğu; ulusların dile, dine göre tanımlanmasını sorgular. Marsseyyes’in yurttaşı Fransız değildir, potansiyel olarak tüm insanları kapsar. Ama Enternasyonal’i söyleyen işçi, dile, dine, etniye göre tanımlanmış bir ulustandır; ulus derken de bunu anlar ve ulusun böyle tanımlanmasında bir sorun görmez. Bu nedenle gerici bir ulusçuluğu içinde barındırır; onun ters yüz olmuş biçimidir. Bütün herkesi şaşırta, komünistlerin birinci sınıf gerici ulusçular olarak ortaya çıkmasının ardındaki sır budur.

    Enternasyonalizm, politik ve politik olmayan ayrımını sorgulamadığı için sadece milliyetçi değil; tüm ulusların gerici milliyetçilik temelinde oluştuğu bir çağda ulusların böyle tanımlanmasını ve oluşturulmasını, bu biçimini sorgulamadığı için potansiyel olarak gerici bir milliyetçilik anlayışını barındırır içinde. Ulusların neye göre tanımlandığı konusunu sorun etmez ve etmeyerek gerici milleyetçiliğe kurulmuş uluslara meşruiyet kazandırdır. Bu nedenle, aydınlanmanın, özeli politikten ayırmaya dayanan; vatanım yeryüzü milletim insanlık diyen saf milliyetçiliğine göre aynı zamanda bir gerilemeyi ifade eder.

    Ama tarihsel olarak bakıldığında, bu aynı zamanda işçi hareketinin henüz çocukluk çağının; burjuvazinrin dini içinde ona bir heretik muhalefet olmaktan öteye gidememesinin; başka bir uygarlık projesi geliştirecek bir olgunluğa ulaşamamasının ifadesi olarak da görülebilir. Tıpkı burjuvazinin ilk muhalefetini dini biçimler altında ifade etmesi gibi.

    Bu anlamda, devrimci dönemin ulusçuluğuna dönüşün belli bir gerekliliği anlamında Aydınlanma tamamlanmamış bir projedir. İşçi hareketi ona dönerek onun görevlerini tamamlayarak onu aşabilir. Bu tamamlanmamış projeyi bir yan ürün olarak tamamlamak gerekmektedir.

    *

    Ulusçuluk özünde özel ve politik ayrımı ise, ulusçuluğun açıklaması özel ve politik ayrımının niçin ve nasıl gerekli ve mümkün olduğu noktasından yapılabilir.

    Marksizm bu ayrımların, yani bu bilincin, maddi üretim ilişkilerindeki değişmelere bağlı olarak ortaya çıktığı hipotezine dayanır. Bu ise şimdiye kadar ulus ve ulusçuluk adına yapılmış tanımların yanlışlığını da gösterir.

    Şimdiye kadarki İç Pazar; hayali cemaatler gibi açıklamalar, bize hep ulusun ve ulusçuluğun farklı biçimlerini anlatır ama onun kendisini sorgulamaz, yani bu ayrımın kendisini sorgulamaz ve açıklamaz.

    Bir ulus ve ulusçuluk teorisi, ulusçuluk bu ayrımın kendisi olduğuna göre, özel ve politik ayrımının niçin ve nasıl mümkün ve gerekli olduğunu açıklayan bir teori olabilir. Hangi tarihsel ve toplumsal koşullar; üretim ilişkilerindeki hangi değişmeler bu ayrımı mümkün ve gerekli kılmıştır?

    Sorun böyle koyulduğunda, bir ulus ve ulusçuluk teorisinin dayanması gereken bütün kavramsal araçların Marks’ın temel eserinde, Das Kapital’de hazır olarak kullanılmayı beklediği görülür.

    Birkaç fırça darbesiyle şöyle özetlenebilir.

    Bizzat Marks’ın belirttiği gibi, Kapitalizm öncesinde sömürünün kaynağı ekonomi dışı zordur. Esas olarak vergiler ve yağmadır. (Tefeci bezirgan sermayenin karının kaynağı ise, değer transferidir. Sonunda toplum zenginleşmez; bir taraf fakirlerken değeri zenginleşir.) Kapitalizmde ise, sömürü üretimin kendisinde gerçekleşir. Kapitalizmin işlemesi için, soyut olarak, hiçbir ekonomi dışı zor gerekli değildir. Nasıl Lenin’in Devlet ve İhtilal adlı kitabında, proletarya diktatörlüğü anlatılırkan parti diye bir tek kavram geçmez ve böyle bir kavrama ihtiyaç duyulmaz ise; Marks’ın kapitalist sömünürünün özünü işlediği Kapital’de devlet yoktur ve kapitalist sömürüyü analiz aracı olarak devlet diye bir kavrama ihtiyaç duyulmaz. O sınıf ilişkilerini açıklamanın bir aracıdır ama soyut ve saf haliyle kapitalist sömürünün gerçekleşmesi için öyle bir kavrama gerek yoktur. İşgücü, sermaye, ücret, artı değer, değer, emek gibi kategoriler yetmiştir bu üretim biçiminin özünü ve sümürünün işleyişini ortaya çıkarak için. Halbuki kapitalizm öncesinde sömürüyü açıklamak için devlet ve ekonomi dışı zor, olmazsa olmaz bir kavramdır.

    Kapitalizmde sömürü için devlete, yani politik olana dair bir zorunluluk bulunmaması; ideolojik ve politik olarak politiğin örneğin ekonomiden ayrı olarak tasavvurunu mümkün kılar. Yani kendisi bir ideoloji olan bu ayrımın kökleri bizzat sömürüde bir politiğe (devlete) ihtiyaç duyulmamasıyla bağlantılıdır. Yani kapitalist sömürünün özündedir modern toplumun dininin; politik ve politik olmayan ayrımının ortaya çıkışının açıklaması; ekonomi dışı zora dayanmayan sömürüdedir.

    Kapitalizmde artı değer üretimi için ekonomi dışı zora bir gerek olmaması bize bize bu ayrımın mümkün olmasının koşulunu gösterir ama niye özel diye; politika dışı diye bir kategorinin yaratıldığını açıklamaz henüz. Bunun anahtarı da yine Marks’ın eserindeki İşgücü kavramındadır. Modern toplumun anahtarı , Marks’ın bu kapitalist toplumu açıklamak için geliştirdiği anahtar ve en büyük keşfi olan anahtar kavramdadır.

    İş gücünün kullanım değeri somut işçinin fiziksel ve manevi özelliklerinden bağımsızdır. Yani artı değeri yaratan metaın killenim değeri bakımındanr; artı değerin oluşması; kapitalist sömürünün gerçekleşmesi için, kapitalizm önçcesi toplumun örgütlenmesinin temelini oluşturan din ve soy (ki soy da bir dindir, komünün dinidir) hiçbir öneme sahip değildir. Yani Allaha inana veya inanmayan, bir siyah; beyaz veya homoseksuel veya kadın veya erkek işçiler, aynı işi yaptıkları takdirde aynı miktarda artı değer üretirler.

    Özel diye niye bir kategori gerekmiştir? Kapitalizm öncesinde tüm toplumsal örgütlenmenin özünü belirleyen soy ve dinlerin modern artı değer üretiminde, iş gücünün kullanım değeri bakımından bir farkı olmaması nedeniyle bunların iktidardan uzaklaştırılmasının ve işlevsizleştirilmesinin bir aracıdır bu ayrım ve özel kavramı (bugün kültür kavramı da bu işlevi görmektedir).

    Böyece kapitalizm öncesinde toplumsal örgütlenmenin özünü ve temelini oluşturan soy ve din toplumun ve insanın yaşamasıyla ilgili tüm işlevini yitirir. Bunların özel denerek, politik alanın dışına atılması olanağı ortaya çıkar. Kapitalizm kendisi soya ve inançlara dayanan bir dünya içinde doğduğundan, o toplum böyle örgütlendiğinden, kapitalist ekonominin işleyişi için ekonomiye uygun olarak, onların toplumsal örgütlenmedeki anlamlarının iptal edilmesi gerekmektedir. Yani modern toplumun dinininin kendinden öncekiler üzerindeki diktatörlüğünün ifadesidir bu ayrımın kendisi. Özel ve politik ayrımının kendisi bir diktatörlüktür. Bu nedenledir ki bütün demokrasiler aynı zamanda diktatörlüktür. İş gücünün kullanım değeri ile onun fiziki ve manevi nitelikleri arasında bir ilişki bulunmaması bunu mümlkün ve gerekli kılmıştır.

    *

    Böylece ulusçuluğun, yani politik ve politik olmayan ayrımının, niçin modern toplumun üst yapısı olduğunu da görmüş bulunuyoruz: sömürünün ekonomi dışı zor olmadan gerçekleşebilmesi ve artı değeri yaratan iş gücünün fiziki veya nanevi özelliklerinin onun kullanım değerinde bir farklılığa yol açmaması.

    Bu saf, ideal, özdeki biçimiyle ulusçuluk saf ve ideal bir kapitalizm için ideal koşulları yaratır. Ulusçuluk kendini soyun veya inancın tüm toplumsal örgütlenmeyi yarattığı bir dünyaya göre tanımlamıştır ve oyle ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, ulusçuluğun bu gün anladığımız anlamda uluslarla ilgisi yoktur. Onun özelliği, inanç veya soyun hukuken politik alanın dışına atılmasındadır. Burjuvazinin devrimci dönemi veya aydınlanma dediğimiz budur.

    Ama bu bir kez ortaya çıkınca, burjuvazi egemen bir sınıf olduğu için, derhal gericileşmiş ve ulusu, kapitalizm öncesine karşı, o zamanlar özdeş olan insan ve yurttaş haklarıyla değil, dille, dinle, soyla tanımlamaya başlamıştır. Ulusçuluğun bu gerici biçimi, ulusçuluğun kendisinin bu olduğu yaygın yanılgısının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Ama ulusçuluğun kendisinin bu gerici ulusçuluk olduğunu sanmak, tam da ulusçuluğun kategorileriyle düşünmek, yani ulusçu olmak anlamına gelir. Bu nedenledir ki ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlar.

    Hemen anlaşılacağı gibi, biz burada ulusçu derken ulusçuların dediği anlamda değil, Marksist anlamda, Tarihsel anlamda bir ulusçulukktan söz ediloruz. Yani vatanım veryüzü, milletim insanlık demenin tam da ulusculuk olduğunu söyleyen bir ulusçuluktan, onun özünden söz ediyoruz. Böylece politik birim ile ulusal birimin çakışması veya ulusun çıkarını öne almak gibi tanımların aslında ulusçuluğun ulusçuluk tanımları olduğunu da daha açık görüyor ve kedilerin kuyruklarını niye yakalayamadıkları daha açık olarak anlıyoruz.

    Böylece, çok kültürlü, çok renkli toplum veya ulus devletin ömrünü doldurduğu gibi son zamanlarda moda olmuş sözlerin hiçbir bilimsel değeri olmadığı, bunların bizzat ulusçuların kavramları olduğu; ulusun belli bir etni veya dile göre tanımlanmasının yerine, örneğin belli bir toprak parçasında yaşayan insanlara göre ulusun tanımlanmasının, ulusçulara ulusal devletin yok olması olarak göründüğü de açıkça ortaya çıkmaktadır.

    Ve bu bize şunu da gösterir: aslında bu gün ulusçuluğa karşı olduğunu söyleyenlerin hepsi ulusçudurlar. Onlar sadece, ulusçuluğun gerici biçimlerine karşıdırlar. Bu gerici biçimler iş gücünün bugünkü hareketlilik koşullarında sermayenin isteklerine ve ihtiyaçlarına uygun düşmemektedir. Yani yine bizzat bu günkü söylemlerin temeli de yine bizzat üretim ilişkilerindeki değişmelerdedir.

    Ne var ki, sermaye dünyanın yoksul ülkelerini sömürebilmek onlar üzerindeki egemenliğini sürdürebilmek için, kendi ulusçuluğunda dil, din, etniyi bütünüyle politik alanın dışına atar, otantik ulusçuluğa bir ölçüde yaklaşırken, geri ülkelerde, ulusları etniye göre, dine göre tanımlamaktadır. Bunun adı da Nation bildung olmaktadır.

    Yani biçimsel olarak örneğin Irak veya Afganistan diye bir ülke ortada kalmaktadır ama artık aslında bu ülke, dine veya etniye göre tanımlanmış bir çok ulustan oluşmaktadır. Yeni yaratılan, her türlü din, dil etninin hiçbir politik anlamının olmadığı; dinsiz, dilsiz, etnisiz, bir zamanların devrimci ulusçuluğunun Afganistan veya Irak ulusu değil; demokratik bir cumhuriyet değil; her biri dile, dine etniye göre tanımlanmış, devetçiklerin daha doğrusu politik birimlerin (ki bunların bağımsızlığını ilan etmemesi bütünüyle güç dengeleri ile ilgili bir sorundur) birliğidir. Yani politik olan etniye ya da dine göre tanımlanmakta, ilişkiler bunlar üzerinden yürütülmektedir. Her ülke aslında küçük bir dünyadır, meclisler birleşmiş milletler gibidir. Nasılm dünyada ancak uluslar aracılığıyla temsilmümkünse, ülkelerde de dinler, etniler aracılığıyla mümkün olabilmektedir. Bunun tüm insanları eşit gören ve dili, dini, etniyi politik alanın dışına atan demokratik ve devrimci ulusçulukla hiçbir ilgisi yoktur. Örneğin, bir Kürt, Kürt oluşu dolayısıyla Irak’ın yönetiminde paya sahiptir. Ama Kürtlüğü veya Araplığı reddedip, bunların bir politik anlamının olmasına karşı çıkanların, insan veya orta doğulu veya ıraklı olarak temsil edilme olanağı yoktur. Bir Şii, bir Kürt, bir Arap, bir Sünni olarak bunlara karşı çıkabilir. Demokratik bir cumhuriyette aslında bir hak olması gereken şimdi mücadele edilip ulaşılması gerekendir.

    ABD ulusların ve devletlerin dillere ve dinlere göre tanımlandığı bir dünyada, ulusların buna göre tanımlanmasına karşı çıkmamaktadır. Kendi devrimci doğuşunun ilkelerine, kendi dayandığı ilkelere bağlı olsa böyle yapması gerekir. Kendi ulus ilkelerini oralarda da geçerli kılması gerekir. Güney’e karşı savaşırken böyle yapıyordu.

    Hayır bugün bunu yapmamaktadır, bunun yerine, o dile, dine, etniye göre oluşmuş ulusların ezdiği halkları yine diyle, dine etniye göre tanımlanmış uluslar olarak şekillendirmekte, desteğini bu gerici ulusçuluğa vermekte ve bunlar aracılığıyla gericiliğini ilericilik gibi gösterip, o ezilen halkları yedeğine alabilmekte ve ilerde birbirine karşı kullanabilme ve onların birleşmesinin bütün yollarını kapamanın yolunu açmaktadır. Bu ona aynı zamanda bu günkü gerici rejimlere karşı bu rejimlerin ezdiği bütün dil, din ve etnilerden insanları seferber edebilme ve yedeğine alma olanağı vermektedir. Bu belki o dil ve dinden insanlar için baskının bir biçiminden kurtuluş anlamaına gelmekte, ama gerici ulusçuluğu güçlendirmekte ve halkların birleşmesini engelleyip onları birbirine karşı kullanmanın yolunu açmaktadır.

    İşte bu nedenle, ulus ve ulusçuluk konusu, güncel politikayla, dünyanın izleyeceği seyirle çok yakından ilgilidir. Orta doğunun kaderini hangi ulus ve ulusçuluk anlayışının bölge halklarınca benimseneceği ya da onlara dayatılan gerici ulusçuluğa karşı durup duramayacakları belirleyecektir. ABD ve Bölge rejimlerinin gerici, ulusu dille, dinle, etniyle tanımlayan ulusçuluğu mu; aydınlanmanın vatanım yeryüzü milletim insanlık diyen; insan ve yurttaş haklarını özdeş gören; ulusun tanımından tüm dilsel, dinsel, etnik, kültürel, tarihsel göndermeleri atan devrimci ulusçuluğu mu?

    İşçi hareketi ve Sosyalizm, uluscuların ulusçuluk olmadığını söyledikleri, Vatanım yeryüzü, milletim insanlık diyen aydınlanmanın ulusçuluğunu desteklemeli ve onunla politik ittifak yapmalı; Ama bunun ulusçuluğun aşılması olduğunu söyleyenlere karşı da; bunun tam da ulusçuluk olduğunu söyleyerek ideolojik mücadele etmelidir.

    *

    Ortadoğu’nun ve hatta dünyanın kaderi ile hangi ulusçuluğun üstün geleceği arasındaki bağdan söz ettik. Bu bağ, teorik ve ideolojik düzeyde bizzat Murray Bookchin ve Abdullah Öcalan’ın tezlerinde ortaya çıkmaktadır.

    İlk bakışta son derece soyut tartışmalar gibi görünen, Anarşistler ve Marksistler arasındaki tartışmaların, nasıl somut ve pratik politikanın konusu oldukları bu bağlamda açıkça görülebilir.

    Bu bağ Orta Doğu’daki, bir kitle temeli olan en demokratik hareketin önderinin Murray Bookchin ile ilişkisi ve ondan esinlenmesiyle daha somut olarak da ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle önce Murray Bookchin’den başlayalım.

    Bilindiği gibi Bookchin’in kitapları ve konfederalizm konusunda yazdıkları Öcalan’ın Demokratik Konfederalizm projesine ilham vermekte veya en azından isim babalığı yapmaktadır. Bunlar Görüşme Notları’nda çok açık olarak görülebilir.

    Örneğin 16 Mart 2005 tarihli Görüşme Notları’nda görüşmeye elinde Bookchin’in kitabıyla geldiği belirtiliyor:

    (Elinde M. Bookchin’in Ekolojik Topluma Doğru kitabıyla gelerek)

    Bu elde taşınan kitabın aynı zamanda tavsiye olduğu herkes tarafından bilinmektedir.

    Ayrıca görüşmelerde Boockin’e ilişkin oarak şu sözler geçiyor:

    Marx’ın değer teorileri bir fecaat. Bu değer teorisi hakkında benim kuşkularım var. Yeni sol buna yeni yaklaşıyor. Çokluk’un yazarları, Wallerstein, Bookchin bunları yazıyorlar. Ama sistematize etmede biz daha ileriyiz, daha pratiğiz. Değer teorisinin kapitalizme karşı bir karşı koyuşu yok….

    Biraz aşağıda yine şu sözler:

    Özgürlüğün Ekolojisini yine okuyorum. Çokluk’un yazarları, yine Wallerstein , Bookchin, analiz okulundan Braudel, bunların düşüncelerini önemsiyorum.

    Bookchin’in görüşleri ve bu bağlamda da Liberter teori, Ortadoğudaki belli bir örgütsel gücü ve kitle desteğini hala temsil eden en önemli demokratik hareketin önderinin görüşlerini dolayısıyla ortadoğunun geleceğini bir şekilde etkilemektedir. Sadece bu aktüel ve politik öneminden dolayı bile ele alınıp tartışılması gerekir.

    Ancak sadece bu görüşlerin etkisi değil; fikirlein kendisi de ilgiyi hak etmektedir.

    Bookchin ekolojik paradigmanın öneminin ilk kavrayanlardandır. Bu bağlamda son yıllarda ekolojik paradigmaya ilginin artmasıyla birlikte okunan bir yazardır. Son yıllarda birkaç kitabı Türkçe’de yayınlanmış bulunmaktadır. Ayrıca bir çok makaleleri de yayınlanmıştır ve yayınlanmaktadır.

    Kendisinin Marksist bir geçmişi bulunmaktadır. Ve Marksist gelenek içinde de, bir zamanlar onun en otantik savunucularıyla (Troçkist akımla) ilişki içinde olduğu için, en azında olgular hakkında ve bilgi düzeyende Stalinist veya merkezci bir çok Marksist’ten bile daha sağlam olgusal bilgilere sahiptir. Bu da konunun ayrıntı ve olgu düzeyinde bir tartışmaya kaymasını engellemek için iyi bir olanak sunmaktadır.

    *

    Stalinist bir bürokratik diktatörlüğün ve onun ideolojisinin Marksizm olarak bilinmesi nedeniyle, Marksizm yanlış olarak devletçilik olarak anlaşılmaktadır. Marksistler ve Anarşistler arasındaki daha önceki tartışmalar hakkında yüzeysel bilgiler de böyle bir kanıyı güçlendirmiş bulunmaktadır.

    Ne var ki, bu baştan aşağı yanlış bir görüştür, Marksistlerle anarşistler arasındaki fark marksistlerin devletçi veya hiyerarşik sistemlerden yana, anarşitlerin devlete ve hiyerarşik sistemlere karşı olmalarında değildir. Bu stalinizmin yarattığı bir yanılgıdır. Otantik biçimiyle marksizm, anarşizmden daha az devlet ve hiyerarşi düşmanı değildir.

    Aksine, Marksistler, Anarşistlerin artık devlet olmadığını söyledikleri şeyin tam da devlet olduğunu söylerler. Örneğin Paris Komünü’nde bir tek marksist yoktu. O tamamen Anarşistlerin artık devlet olmadığını söyledikleri modele göre oluşmuştu. İşte Marksizm, bizzat anarşistlerin oluşturduğu bu aracın bu aracın devlet, proletarya diktatörlüğü olduğunu söyler. Bu nedenle Engels, Proletarya Diktatörlüğü ne midir? Paris Komününe bakın o Proletarya diktatörlüğüdür der. Ve Paris Komününde bir tek Marksist yoktu.

    Yani gerçekte devlete karşı olan ve onun yok oluşunun tarihsel ve toplumsal koşulları için mücadele eden marksistlerdir. Bu ilişki tıpkı, milliyetçilik karşısında, devrimci demokrasi ve marksizmin ilişkisi gibidir. Onlar milliyetçiliğin dile, dine, etniye dayanan gerici biçimini milliyetçilik olarak tanımlamakta, bunun aşılmasını milliyetçiliğin aşılması olarak görmektedirler. Aynı şekilde anarşistler de, devletin geçici ve bürokratik biçimlerini devlet olarak tanımlamakta, bunun aşılmasını devletin ortadan kalkması olarak tanımlamaktadırlar.

    Marksizm ise, milliyetçiliğin aşılması denenin tam da milliyetçiliğin özü; devletin ve hiyerarşinin aşılması denenin tam da devletin özü olduğunu söyler ve gerçekten onların aşılmasının koşullarını oluşturmaya çalışır.

    Devrimci dönemin milliyetçiliği ile anarşizm arasındaki bu yakınlık rastlantısal değildir. Anarşistlerin aslında nasıl da özünde devrimci demokratik milliyetçiler olduğunu Murray Bookchin örneğinde şimdi görelim.

    (Ama burada şunu not edelim. Yiğidi öldür hakkını yeme derler. Ulus konusunda Marksizm de Anarşizm de aynı kavrayışsızlığa sahip olmuştur. Marksistler ulus konusuna, önce bütünüyle işçi hareketinin stratejisinin bir unsuru olarak baktıklarından; sonradan ise bizzat kendileri bilinçsizce de olsa gerici ulusçuluğun meşrulaştırıcısı durumuna düştüklerinden; burjuva devrimlerinin humanist ideallerine bağlılığını sürdüren anarşistler, devlet karşısındaki tavırlarıyla birlikte, milliyetçiliğe karşı daha bağışıklı ve daha turarlı bir konumdaymış gibi göründüler.

    Ne var ki bugörünüş aldatıcıdır.

    Anarşiszmin milliyetçilik anlayışı, devrimci burjivazinin milliyetçilik anlayışından başka bir şey değildir; elbette bu milliyetçili, Marksistlerin, gerici milliyetçiliğe kadar evrim geçiren ve ulusları artık dil; din, etni vs. ile tanımlayan milliyetçiliğine göre çok ileri bir noktadır. Ama bu ileri nokta, aslında Marksizmin içinde potansiyel olarak bulunan ama geliştirilememiş milliyetçilik açıklaması ve alternatif programa göre burjuva dünyasının ufku içindedir ve en demokratik biçimiyle de olsa milliyetçiliktir. Bu Bookchin örneğinde de somut olarak görülür.)

    *

    Bookchin de bütün Anarşistler (buna rahatlıkla şimdiye kadarki bütün Marksistler de eklenebilir) gibi, milliyetçiliği, onun gerici biçimleriyle özdeşleştirmekte; onun devrimci biçiminin milliyetçilik olmadığını söylemektedir.

    Son derece açık olarak şunu diyor yazısının son cümlesinde:

    Milliyetçilik Aydınlanma’nın ve toplumsal ve kültürel tinselliklerinde açık bir şekilde evrenselci olan onsekizinci yüzyılın büyük devrimlerinin yörüngesi dışında var oldu. Kültürel çeşitlilik ve onun daha hümanist özelliklerini asla görmezlikten gelmeyen, kendi toplumsal aktivitelerinin entellektüel temellerini hazırlayan Aydınlanmacılar gibi zamanın devrimcileri, kendilerini herşeyden önce hiçbir entellektüel, politik ve coğrafi sınır tanımayan laik bir insan topluluğunun yurttaşları olarak gördüler.

    Görüldüğü gibi, aydınlanmanın vatanım yeryüzü milletim insanlık idealinin, milliyetçilik olmadığını söylemekte, sonraki dile, dine dayanan milliyetçiliği milliyetçilik olarak tanımlamakta ve aydınlanmanın bu ideallerine sahip çıkmaktadır. Yani bizzat kendi ifadesiyle tam anlamıyla demokratik ve devrimci bir milliyetçidir.

    Bu aynı bölümdeki şu satırlarda çok daha iyi görülebilir: (Bunlar ayrıca yukarda söylediklerimizn olgusal olarak doğruluğunun bir Anarşist tarafından onaylanması olarak da okunabilir.)

    Karakteristik olarak, bir Ulus ve onun daha önceki yöneticileri arasındaki bağların radikal bir değişimini ortaya seren tarihsel dökümanlar yalnızca bir kısım insana değil bir bütün olarak insanlığa yönelik olarak yazılmışlardı. Thomas Jefferson’un Bağımsızlık Bildirgesi “insanın fikirlerine gerçek bir saygının [Amerikalıların] İngiliz monarşisi ile olan bağlarını koparmaya zorlayan şeylerin ne olduğunu bildirmesini gerektirir” diyen dikkat çekici ölçüde radikal sözlerle açılır. Bu iddiayı, Fransız devrimi dökümanlarında olduğu gibi, bunu zorunlu olarak takip eden tüm insanların eşit yaratıldığı ve Hükümetin tüm güçlerini yönetilenlerin kabul eden insanlar arasında kurulduğu” inancına dayandırıyordu.

    4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bildirgesi, Fransız devrimcilerine benzer bildirgeler için teorik bir model oluşturacaktı. Milliyetçi ifadelerin çok uzağında, hararetli bir şekilde kozmopolitan ve hedefi tüm dünyaya yönelikti. Thomas Paine’nin ünlü vecizesi, Benim ülkem tüm dünyadır., yalnız Amerika’nın devrimci liderlerine özgü değildi. George Washington insanlığın büyük bir cumhuriyetinin bir yurttaşı olduğunu bildirmekte hiç tereddüt etmemişti ve Benjamin Rush devrimin cumhuriyetin kanunlarına uymayı sağladığını söyledi. Hararetli bir Aydınlanma ruhuyla ifade edilen bir ifadesinde, John Adams söyle demişti: sömürgelerdeki savaşlara rağmen, Bilim ve edebiyat hiçbir ulusa ait değildir. Milliyetçilik ve dar görüşlülükten özgürleşmeleri büyük bir övgü kazanan Fransızlara Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik deyiminin Benjamin Franklin tarafından söylendiği belgelenmiştir. Özgürlük nerede tehlike altındaysa diye bildiriyordu 1783′ te orası benim ülkemdir.

    Fransız Aydınlanmasının düşünürleri ve propagandacıları ruhen daha farklı değillerdi ve bu ruhu tamamen 1789 devrimine taşıdılar. Montesquieu, Norman Hampson tarafından Fransız Aydınlanması’nın ilk büyük yapıtı olarak söylediği Pers Mektupları (1721) nda defterine şöyle not almaktaydı. Eylemde bulunduğumda ben bir yurttaşım; fakat yazdığım zaman ben bir insanım ve Avrupa’nın tüm halkları ile Madagaskar’da yaşayan birinin olabileceği kadar tarafsız olarak ilgilenmekteyim. Bu evrenselcilik karakteristik olarak gerçekte, Rousseau haricinde, tüm Ansiklopedistlerde mevcuttu. Rousseau’nun İsviçre kökenliliğini mistikleştirmesi, demokratik fakat sıklıkla gerçek yaşamında asla içinde olmadığı hayali bir kırsallığın şiddetli bir duygusallığını taşıyordu. Fransızca’nın eğitimli Avrupalının dili olması tesadüfi değildir: Aydınlanma entellektüellerinin evrensel bakışı, gerçekte, zamanla romantikler, mistikler ve sonunda ırk ve etnik üstünlük iddiasındaki bir ulusculuk kimliği tarafından törpülenecek olan laik bir cumhuriyetin ilkelerini [letters] yarattılar.

    Milliyetçilerin milliyetçiliğin ne olduğnu anlamamalarının tipik bir örneği karşısındayız. Aynı şekilde bu nedenle de yine milletlere ve milliyetçiliğe karşi, burjuva uygarlığının ufku dışında bir program geliştirememekte; Yeni bir enternasyonalizm’den başka bir şey önerememektedir.

    Bu yeni enternasyonalizm ise, aydınlanmanın idealinin bu günkü dünyaya uyarlanmış biçiminden başyka bir şey değildir. Aydınlanma döneminin korkunç dil farklarıyla dolu dünyasında, halkın gücü elinde tutmasının aracı olarak, onun aydınlanmasının aracı olanak görülen okuma yazma ve standart bir dile sahip olma vurgusu, bu günün elektronik çağında, iş gücü göçlerinin tüm dünyaya yayıldığı çağda, yerini çok kültürlülüğe terk etmiştir. Yani tıpkı aydınlanmadaki gibi dilin, dinin, etninin, politik olmayan olarak tanımlanması söz konusudur; çok kültürlülük bir bakınam laisizm gibi bunların özel ve kişisel olarak tanımlanmasından başka bir şey değildir. Kültür de politik olmayanın diğer adıdır. Çok kültürlülüğü savunmak; tıpkı laisizmi savunmak gibidir. Dilin kütürel ögelerin, etninin politik olmayan olarak tanımlanmasıdır. Polit olanın ayrılığını, yani milliyetçiliği var sayar: çok kültürlülük milliyetçiliktir.

    Yine milliyetçiliğe alternatif olarak yeni bir enternasyonalizm namı altında önerilen şu satırlar en saf bir milliyetçilikten başka bir şey değildir:

    Kültürel özgürlük ve çeşitlilik, vurgulamama izin verin, milliyetçilik ile karıştırılmamalıdır. Farklı halkların kendi kültürel kapasitelerini tamamen geliştirmek için özgür olmalarının gerekmesi yalnızca bir hak değil desideratumdur. Eğer farklı kültürlerin muhteşem bir mozayiği, modern kapitalizmin yarattığı, büyük ölçüde kültürsüzleştirilmiş ve homojenleştirilmiş bir dünyanın yerini almazsa, dünya şüphesiz kasvetli bir yer olacaktır. Fakat aynı şekilde ele alırsak, eğer kültürel farklılıklar dar görüşlü hale getirilir ve görünürdeki “kültürel farklılıklar”, cinsiyetin, ırkın ve fiziksel üstünlüğün biyolojik düşüncelerinde temellendirilirlerse, dünya tamamen bölünecek ve insanlar kronik bir şekilde birbirleriyle karşıtlık halinde bulunacaktır. Tarihsel olarak, şehirlerin kabilelerden daha geniş insani ilişkiler beslemesine benzer şekilde, ulusal sınırlar içinde yaşayan insanların aşikar olarak yabancılara karşı daha açık olmaları nedeniyle akrabalık toplumlarındaki dar akrabalık temelinden daha geniş bir toplumsal alan üretmelerinden kaynaklanan bir anlayış vardır. Fakat ne kabilesel ilişkiler ne de ulusal sınırlar, zengin fakat harmonize olmuş kültürel farklılılarla tam bir bütünleşme duygusu yaratacak bir insanlık potansiyeli gerçekleştiremezler.

    Aslında aydınlanmaya sahip çıktığını bu bağlamda da tekrarlamakta ve burjuva uygarlığının ötesinde bir programı olmadığını itiraf etmektedir:

    Daha açıkça konuşacak olursak, milliyetçilikler Aydınlanma’nın uzun zaman önce üstesinden gelmeye çalıştığı gerici atacılıklardır. Bunlar, baskı altındaki insanların silkinerek kurtulmaya çalıştıkları impartorlukların en kötü özelliklerini taşırlar.

    *

    Bu alıntılar, anarşistlerin niçin milleyetçiliğin ne olduğunu anlayamadıklarını ve anlayamayacaklarını yeterince kanıtlar; çünkü kendileri milleytçidirler; milliyetçilik olmadığını söyledikleri şey milliyetçiliktir; tıpkı artık devlet olmadığını söyledikleri şeyin devlet, hem de proletarya diktatörlüğü olması gibi.

    Anarşizm, son duruşmada, eski toplumun kapitalizme tepkisidir, küçük üretmenin tepkisidir, bu nedenle, kapitalizmin pisliğine tepkili bir duyarlığı temsil eder. Ama aynı zamanda onun ufkunu aşamamayı; aşma yeteneğinde olmayışı da.

    Devlet ve ulus karşısındaki anarşist öğreti, ki son duruşmada, devrimci demokratik ideallerin ifadesidir, bunları aşamayarak burjuva uygarlığını aşma yeteneğinde olmadığını göstermektedir. Kapitalist uygarlığı aşma yeteneğinde bir uygarlığı hala modern işçi sınıfı programlaştırabilir. Somut tarihte Marksist öğretinin yaşadığı geri gidiş ve ulusçuluk tarafından teslim alınma şeklinde yaşadığı geri gidiş; somut tarihteki çarpılmalarından soyutlanmış biçimiyle Marksizm’in ve dolayısıyla İşçi Sınıfı’nın buna yeteneksiz olduğunun kanıtı olarak gösterilemez. Aksine, yine kendini eleştirerek ve aşarak burjuva uygarlığını aşmaya ve karşı bir program geliştirmeye yetenekli biricik sınıf olduğunu kanıtlamaktadır işçi sınıfı marksizmin şahsında. Ancak marksizm ulusçuluğun yüzündeki peçeyi atıp, bu vampirin yüreğine tahta kamasını sokup onu yok edebilir. Milliyetçilik vampirler gibi ancak karanlıklarda yaşayabilir. Marksist teorik aydınlık gücünü arttırdığında, milliyetçiliğin gün görmüş vampirler gibi yanıp kül olduğu görülecektir.

    İşçi sınıfının onlarca yıl sürmüş olan yenilgisi ve dağınıklığı kimseyi yanıltmamalıdır. Dünya tarihine on ve yüz yılların perspektifinden bakıldığında, işçi sınıfının bu gerileyişinin, Marks’ın dediği, kendi hataları karşısında bir gerilemeden başka bir şey olmadığı da görülür.

    Anarşizm veya küçük burjuva sosyalizmleri, ki bunların pek ala merkezcilik denen biçimleri de bulunmaktadır, antik çağların göçebe veya orta barbarlarına benzerler; yıktıkları veya yıkmak istedikleri medeniyeti kapsayacak bir üretim ve kültür temelleri yoktur; ona sadece bir canlılık verirler. Orijinal ve başka uygarlıkları ise, tarımı kaşfetmiş, kentten çıkan, bir uygarlığı örgütlemeyi sağlayabilecek manevi ve maddi araçlara sahip yukarı barbarlar kurabilir. İşçi sınıfı Marksizm aracılığıyla milliyetçiliğin, yani burjuva uygarlığının yüzündeki peçeyi atarak, modern çağın orijinal uygarlık kurabilme yeteneğinde kentlileri olduğunu kanıtlamaktadır.

    *

    Peki Bookchin’in söylediklerinin Öcalan’da bir yankı bulmasının somut anlamı nedir?

    İlk bakışka Öcalan’ın Bookchin demesi, Marksizm’den bir gerileme gibi görülmektedir. Bir çok Stalinist ve Merkezci de bunu böyle algılamaktadır. Ama yukarıdaki açıklamalar ışığında bakıldığında öyle olmadığı görülür.

    Öcalan’ın Marksizm diye bildiği millyetçilik ve devletçilik tarafından kirletilmiş, Marksizmle ilgisi olmayanr bir Marksizm, daha doğrusu bir Stalinizmdir.

    Öcalan’ın Bookchin’e sahip çıkmasından demokrasi vurgusuna kadar bütün son yıllardaki teorik ve politik evrimi; aslında gerici milliyetçiliğe göre kendini tanımlamış bir ulusal hareketin; vampir ısırışıyla (Türk milliyetçiliğinin örneği ve baskısıyla) ortaya çıkmış bir hareketin; kökenindeki altmış sekizin demokratik ve devrimci geleneklerine; Kürdisten yoksullarının toplumsal eğilimlerine dayanarak, kendini bir vampir olmaktan kurtarma çabasıdır. Bütün bunlar kendini aşma denemelerinden ve çabalarından başka bir şey değildir.

    Marksizm diye bildiğinin kat ettiği yolu tersine kat etmeye çalışmaktadır Öcalan. Marksizm aydınlanmanın devrimci ulusçuluğundan gerici ulusçuluğa, demokratik cumhuriyetten gerici ulusçuluğu olumlayan ulusların kadereni tayın hakkına doğru evrim geçirirken; devlet düşmanlığından devletçiliğe doğru evrim geçirirken; Öcalan, o gerici ulusçuluğa göre oluşmuş bir ulusal hareketin önderi olarak, gerici ulusçuluğun sınırlarını zorlayıp; devrimci ve demokratik ulusçuluğa; demokratik cumhuriyete doğru; merkezi devletçilikten konfederalizme doğru evrim geçirmekte, ama bir türlü, tam anlamıyla bu sınırları da aşamamaktadır.

    Bu nedenle, Öcalan’ın Marksizmden uzaklaşması, değer teorilerinde yanlışlar bulması; Kurttan kuştan özün dilemisi, devletsizliği; konfederalizmi savunması vs. burjuva uygarlığının ideallerine el yordamışla bir dönüş olarak görülmelidir. Bu dönüş kaynağını, orta doğunun ezilenleri korumaya yönelik peygamber geleneklerinde; 68’lerin devrimci demokratik özlemlerinin geleneklerinde; toplumun mesanelerinde yaşamış, komünün kadınlarca binlerce yıl korunmuş ve aktarılmış geleneklerinde; kürdistanın ezilen emekçi kadin ve azınlıklarının demokratik özlem ve eğilimlerinde bulmaktadır.

  112. Anonim

    Kürdistanı kurmak mesele değil iç çelişkileri aşarak üst algıya ulaşmak mesele. PKK yı da aşan basamaklar var. Sermaye salvoları her gün BDP ve PKK nın önüne aşamayacakları siyasal tablolar sunuyor. İŞID i iyi okumalı Kürtler.Türkiye devleti ile mücadelede bu kesimin tezlerine eyvallah diyelim de, kendi içlerindeki uzlaşmaz karşıtlıklara ne diyelim. Bu zevat Türkiyeden özgürleşmeye odaklanırken sermaye içeriden ve dışarıdan kendi düzenini dayatıyor onlara farkında değiller. Partnerleri AKP içinde sermaye içinde başkalaşmış kendilerinden daha fazla güce ve nüfuza sahip kürt var ve onun dayattığı ekonomik süreci yaşıyorlar farkında değiller. İki karakol basmayla bundan sonra elde edilecek bir şey yok. Zira bu hükümete bir baskı olmadığı gibi ancak fanatik kürt gruplara yalancı öz tatmin sağlar. Eğer kürdü İstanbul’daki inşaatın tepesinden Erbildeki inşaatın tepesine atmaksa özgürleştirme vay halinize vay halinize…

  113. Anonim

    maksat bir devlet kurmak mı yoksa sınıfsal çelişkileri aşarak özgür insanın önünü açmak mı ? sınıfsal çelişkilerin yumağı olmuş kürdistan hayaline koşuyorsanız -ki koşulan yol budur- pkk yı tasfiye etmeyin derim çünkü yeni yapılanmayla mücadele etmek zorunda kalacaksınız, buna emin olun. Türk devletinin üzerine sövme hürriyetinden sonra gevşemiş siyasi kafayla tıpış tıpış sermaye köleliğine koşacaksınız. Çözüm Türk emekçileriyle sınıfsal sorunları aşmaktır. Parlamento deneyimi edinmiş Emekçi Türklerle mi yoksa despotik kabile zihniyetinde olduğu hale sermaye nüfuz ettikçe değişmek zorunda olduğunu hisseden ama buna ayak direyen Barzani ile mi yüksek toplumu kuracaksınız. Sermaye zor yollarını size denedi farkında değil misiniz?! PKK nin bir primitif akümülasyon yolu olduğunu ne zaman göreceksiniz?!

  114. Anonim

    1925 ve 1937 tecrübeleri bir sonuçtur..

    Rus ırkçılığını ve Sovyetler’de yaşam bulmuş dünya tarihinin belki de en kanlı diktatörlüğünü kınayamayan solculuk BAAS’la temsil olunan arap ırkçılığına bile arka çıkar hallere düşmüştü. Kürtlerin BAAS’a karşı mücadele edenleri ise bu akımlara göre emperyalizmin uşağıydı.

    Bugünkü kürt islamcıları işin farkına varmış istisnai sayıdaki bir kaç kürt yürekli aydın dışında akım ve teşkilatlar olarak solun bir nevi yansısıdır. İşgalci devletlere eteklenme, aynı devlet çatısını kardeşlerle müşterek devlet olarak görüp kürtlerin devlet hakkını görmezlikten gelme, Filistin için yırtınırken kendi uluslarının uğradığı zulmü küçümseme tavırları solun tavrı ve söylemiyle özdeştir.

    Bir diğer özdeşlik ise sol gibi islamcılığın da sürekli bölünerek temel olandan marjinale, mutedil olandan ekstremist olana doğru üremesidir.

    Tüm bunlara bakarak islamist akımların solun yansısı olduğunu söylemek mümkündür ve böyle bir belirlemede gerçek payı vardır. Özünde ise durum farklıdır.

    Kürtler Part dönemini müteakiben farklı inanç akımlarıyla karşılaştı ve bu inançları benimsedikleri ölçüde bölündüler. Mitracılık, şemsilik, zerdüştilik kürtler arasında giderek gelenekselleşen aşiret çekişmelerini beraberinde getirdi. Öyleki bir kaç asır sonra kürt aşiretleri başlangıçta neden zıtlaştıklarını unutarak birbirlerine tavırlı olmayı sürdürdüler. Kürtlerin birleşme yeteneğinin alabildiğine sekteye uğradığı dönemde arap istilası başladı, islamiyet dönemine gelindiğinde üç büyük akım yarsanilik, ezdilik, şabekilik, dürzilik gibi türevlerini de yaratmış olarak daha çok bölünmüş durumdaydı. İstila hareketi her saldırısında bu gruplardan birini hedefleyip diğerlerini dışarda bırakırken kürtleri küçük lokmalar şeklinde yutmak taktiğini esas aldı ve sonuca ulaştı. Şeref Han’ın tanıklık ettiği dönemde ezdilerin sayısı hala müslüman olanların sayısından fazladır. Müslümanlık da başlangıçta alevilikle ikiye bölündü. Kürtler inanç bakımından heterojen bir topluma dönüştüler. Kürtler çoğunlukla hangi dinde yer aldılarsa güçlerini birleştirmelerinin engellenmesi için baskın inanç sömürgecilerin bölme girişimlerine sürekli maruz kaldı ve etkilendi. Başlangıçta kadirilik, sonra nakşilik, günümüzde nurculuk, aczimendilik, Hizbullah’ta ifadesini bulan haricilik, etkin bir güç olması işgalcilerce desteklenen selefilik kürtlerin islamda birleşmesinin, diğer bir deyişle çoğunluk inancında olan kürtlerin güçlerini bir araya getirmesinin önüne dikilmiş engellerdir. Başlangıçta alevilik-sünnilik tahtında ikiye bölünen müslümanlık bunlardan herhangi birinin başkaldırısında bile tehlikeli olabiliyordu. Celali isyanları Osmanlı’ya karşı kürtlere bağımsızlık getirmedi ama Osmanlı’nın zayıflatarak yarı sömürge olmasına yolaçtı. Baskın durumdaki sünni inanç mensubu aşiretlerin ender de olsa birleşmesi dahi sömürgeci devletleri ürkütür sonuçlar yarattı. Kürtlerde tüm inanç akımlarından birinin ötekilere baskın hale gelmesi istendi ama sonuçta bu baskın akım dönüp dolaşıp devletin ileri karakolu oldu. Bunu tesadüfle açıklamak zordur. İslamın farklı versiyonlarının devletçe pompalanmasını bu tecrübelerin ışığında okumak gerekir.

    Şimdi tekrar sola dönelim. Sol düşünce ilk çıkışından sonra tıpkı islam gibi birçok akıma bölündü ama baskın çıkanı tartışmasız devletin yedeğinde olarak. Burada sol tecrübenin islam tecrübesini izlediği söylenebilir ama kürtlerin kendiliğinden tercihi olarak değil. Üstelik oynanan oyun yeni değil, Roma’dan beri hatta hellenlerden beri oynanan oyunun aynısı. Kürtler hellen inançlarının etkisinde kalıp parto-hellensitik dönem yaşamamışlarmıydı? Nemrut dağındaki heykeller buna tanık değilmiydi? Kommogenelerin hemen yanıbaşında yer alan Mithridat’ın devletlerini birleştirip imparatorluk olmalarının yolu açıkken önce Roma, bilahare Bizans’ın sömürgesi olmamışlarmıydı?

    Türk devletinin yüzyıllardır izlediği taktik güncellenmiş bir söyleme iltifat ediyor. Aradaki tek fark budur.

    Bunun kadar önemli bir olgu daha var. Kürt islamcılarındaki baskın filistincilik kürt solunun büyük partisine de egemendir. Daha önemlisi kürtler filistinciliği ne zaman ayyuka çıkarmışlarsa ardından Enfal kampanaysı boyunca tanık olunan türde bir arap katliamı başlatılmıştır. Kürtlerin işgalcileri türklerden ibaret değil, araplar ve farslar da var ve hiç dikkatten kaçırılmayacak şekilde bunlar arasında bir müşavere ve ittifak her zaman var oldu, bugün de var. Dolayısıyla kürtlerde islamcılık yada solculuktan hangisi aynaya baksa ötekinin suretini görür ama asıl oğlan islamcılıktır ve solu islamcılığın bir türevi olarak kabullenmek doğru olanıdır. Gericilikte olduğu kadar düşkünlükte de yarışır haldeler.

    Şengal katliamını arap kıçı sıvazlamanın niçin kürtlere vazife olarak yüklendiği eşliğinde okuduğumuzda tecrübelerimize daha geniş şekilde bakma imkanımız olur.

    Aksini düşünenler 1925 ve 1937 tecrübelerini hatırlasın. Birimiz öldürülürken ötekimiz seyrici kalan bir milletiz. Buna neden arayan bulur ve kürtleri anlamakta zorlanmaz.

    *

    Kürt siyasetçilerine tedavisi imkansız şekilde yerleşmiş bir hastalıktır; varolanı söylemeye ve var olan üzerinden siyaset geliştirmeye çalışmaz, bunun yerine yalan-yanlış bir ezberi tekrarlar durur, halkı da bu halisünasyon etrafında toplamaya çalışırlar.

    Kürtlerin ideolojik anlamda kök bilgileri ve tercihleri hatalı. Sol düşünce deseniz, kemalist türk solundan ve bugün çok açık görüldüğü gibi devletin görevlilerinden aktarıldı, islami takdimin kaynakları ve islamın kürtler karşısındaki zulmü ise yüzlerce yılın tecrübeleriyle ortada.

    Nihayetinde sömürgeci devlet çizgisi sayılabilecek bu akımların izleyicilerine ulusal kurtuluşçuluk aşılamakta, sömürge katipliğinden vatanperverliğe evrilmelerini sağlamakta yetersiz kalmış bir milletiz. Sadece örgütlere değil milletin idrakine etkide bulunacak aydınlarımız hasta, aşı yapmasını beklediğimiz doktorumuz hasta. Kürtler kendi kökü üzerinde gelişmek isterken milletin tarih yürüyüşüne öncülük etmesi beklenen aydınlarımız belki tek-tek değil ama kategori olarak sömürgeci köke tutunmuş vaziyetteler ve sömürgeci söylemden besleniyorlar.

    Kürtlerde Che, Çayan, Kemal, Hitler, Stalin, Lenin, Ali Şeriati, Abdulvahhab, Seyyid Kutub, Mevlana, İbni Rüşd, Gazali, İmam Şafi, Humeyni müsveddeleri bolca.

    Kürtlerin Kwame Nkrumah’ı, Cabral’ı, Simon Bolivar’ı, Mandela’sı, Cromwell’i, Thomas Paine’si yok… Daha kötüsü, varolanlarını ya öldürdük yada öldürttük.

    http://serbesti.net/forum/showentry.php?sNo=36440

  115. Anonim

    TSK, DERSİM, SOSYAL GERÇEKLER VE SOSYAL BİLİMLER

    MEHMET YILDIZ

    1. GİRİŞ

    Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt, Harp Akademileri 2006 -2007 eğitim öğretim yılının açılışında yaptığı konuşmada, Türkiye Sosyal ve Ekonomik Etüdler Vakfı’nın (TESEV) İsviçre merkezli ‘Silahlı Kuvvetleri Denetleme Merkezi’ adlı kuruluşla ortaklaşa hazırladığı ‘Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim’ almanağını hedef aldı (3 Ekim 2006 tarihli Radikal gazetesi).
    Türk generallerinin otoritelerini sorgulayan herkesi düşman ilan etmeleri yeni bir şey olmamasına karşın, bir araştırma kuruluşunun cepheden düşman ilan edilmesi ve ülke için çok tehlikeli görülmesi bir ilktir. Anti-militarist propaganda yapmakla militarist devletin işleyiş mekanizmasını tüm çıplaklığıyla açığa çıkarmak çok farklı şeylerdir. Baskı altındaki insanların iyi bir vizyona sahip olmaları yeterli değildir. Sosyal gerçekler hakkında epistemik (bilgi veya bilginin geçerlilik derecesi ile ilgili olan) olarak objektif olan bilgiye sahip olmak da önemlidir.
    Türkiye’de sosyal bilimlerin tarihi neredeyse cumhuriyetin tarihi kadar eskidir. Ancak sosyal bilimler bugüne kadar devlet ve ordu yöneticilerini bu kadar rahatsız etmemişlerdi. Sosyal bilimciler arasında devlet yöneticilerini bir hayli rahatsız eden tek tek eğitim görevlileri oldu. Ancak bu gibi kişisel yayınlar veya çıkışlar Türkiye’de sosyal bilimler alanında kurumlaşmış ciddi bir çalışmanın yapıldığının kanıtları sayılmazdı. Sosyal bilimlerin Türkiye’de ciddiye alınır akademik bir başarısı yoktur. Eğitim programlarının genel olarak çok kalitesiz olmasının yanı sıra, ciddi bir araştırma da yapılmıyordu. Çünkü bir ülkede fikir özgürlüğü ve dolayısıyla üniversite özgürlüğü olmadan ciddi bir sosyal araştırma yapılamaz. AB sayesinde bir ölçüde fikir özgürlüğü elde edilince ve yine AB’nin doğrudan desteği ile ciddi araştırma kurumları oluşturulunca sosyal araştırma yapmak mümkün hale geldi.
    TESEV’in araştırmaları, araştırılan konular hakkında toplumun objektif bir bilgi sahibi olmasını sağlamaktadır. Ne varki devlet yöneticileri bu araştırmalardan azami derecede yararlanmak yerine araştırmayı yapanlara saldırmayı tercih ediyorlar.
    Objektif bilgi bir toplumun ekonomik, sosyal, ahlaki, kültürel, teknik vb. ilerlemesi için çok önemlidir. Objektif bilgi olmadan bu alanlarda ilerleme sağlanamaz. Nitekim Türkiye’de ciddi bir ilerleme sağlanamıyor. Türkiye demokratik bir ülke değildir. Türkiye’nin ekonomisi giderek kötüye gidiyor. Türk toplumu kültürel ve ahlaki bir bunalım yaşıyor. Türkiye diplomatik arenada soykırımcı olduğu halde bu gerçeği inkar etmekte ısrar eden bir ülke olarak tanınıyor. Türkiye doğumlu insanların Avrupa’da politika yapabilmek için Ermeni soykırımını inkar etmediklerini beyan eden bir açıklama yapmaları gerekiyor. İnkarcı konuşmalar yapanlar insanlığa karşı suç işlemiş şahıslar olarak kabul edilerek tutuklanacaklardır. Türkiye’de çok sık bir biçimde politik bunalımlar da yaşanıyor. Bütün bu olumsuz gelişmelerin yaşanmasında objektif bilgiye sahip olmamanın veya olamamanın payı büyüktür.
    Dersimlilerin düşünce oluşturmakta sosyal bilimlerden azami ölçüde yararlanmaları gerektiğini her zaman savundum. Politik arzularımızda realist olup olmamak ayrı bir konu olmasına rağmen, politik düşüncelerimizin (inançlarımızın) epistemik olarak objektif olmaları kesinlikle zaruridir. İlerlemeyi ancak epistemik olarak objektif olan düşüncelere sahip olmakla sağlayabiliriz.
    Dersimlilerin genç kuşakları daha düne kadar sol düşüncelerin epistemik olarak objektif olduğuna inanıyorlardı. Dersimliler özellikle Marksizm-Leninizmi sosyal bilimlerin yerine koydular. Politik düşüncelerin bilimselliği iddiası, vaat edilen cennet kadar çekici oldu. Bu düşüncelerin bilimsel olduğuna inanılmasaydı belki de vaat edilen cennete de inanılmazdı.
    “Biz her türlü baskı ve sömürüye karşıyız ve özgürlük istiyoruz” diyen bütün partilerin gerçekte özgürlük yanlısı olmadıklarını biliyoruz. Dahası, özgürlük yanlısı olmak politik düşüncelerinize otomatik olarak epistemik bir sağlamlık sağlamıyor. İlerici ve özgürlükçü olduğunuza inandığınız halde, politik düşünceleriniz epistemik açıdan generallerin düşünceleri kadar temelsiz yahut zayıf olabilir.
    Radikal solculuk veya rejim muhalifliği Dersim toplumuna çok büyük zarar verdi. Marksizm-Leninizmin bilimsel olduğuna inanan Dersimli genç kuşaklar Dersim toplumunun ana/temel değerlerine saldırdılar. Dersim itikatı, hukuku, kültürel değerleri ve normları büyük bir saldırıya uğradı. Toplumun kültürel değerleri, ilişkileri ve statüleri fonksiyonsuz hale gelince her türlü irrasyonel politik aktivist Dersim’de başarılı oldu.
    Bu kuşaktan politik aktivistler Dersim toplumunun naifliğini fikirlerindeki universal ikna kuvveti ile birbirine karıştırdıkları için hâlâ medeni ülkelerde bile o “muzaffer” günlerin hayaliyle yaşıyorlar. 2006 yılında ve özgür koşullarda bile Marksizm-Leninizmi savunuyorlar ve Dersimlileri bu inançlarını paylaşmaya çağırıyorlar.
    Dersimlilere Marksizm-Leninizm veya ulus-devlet kuruculuğu propagandasının yapılıyor olması bir felaket sayılmayacağı gibi normal koşullar altında bu bir problem de değildir. Ancak Dersim kültürel kimliğini savunmayı bütünüyle bu gibi grup ve kişilere bırakmak yanlıştır. Bu kimliği Birleşmiş Milletler’in (BM) tanımları çerçevesinde savunan insanların mainstream bir hareket oluşturmaları gerekiyor. Bu gibi mainstream bir hareket oluşmazsa sosyalist, ulus-devlet kurucusu vb. gibi Dersimli gruplar kendi aralarında kavga edip dururlar. Dersim toplumunun bütünüyle yok edilebileceği tehlikesi bize çok büyük bir acı veriyor. Bu acının motive ettiği insanların öne çıkması ve hareketin asıl yükünü omuzlamaları gerekiyor.
    Politik veya ideolojik tercihlerini Dersim kültürel kimliğine özgürlük isteme talebinin önüne koymayan grubun ana grubu oluşturması gerekir. Hiç kuşkusuz rasyonalizm, hümanizm, insan hakları savunuculuğu ve demokratizm de sonuçta politik bir tercihi gösterir. Ancak bu ögeler otantik Dersim kültürü içinde olan ögelerdir. Dahası ve en önemlisi, bu gibi politik tercihler mainstream bir etnik-kültürel kimlik mücadelesinin önünde herhangi bir engel teşkil etmezler. Bizim asıl ihtiyaç duyduğumuz mainstream bir kültürel özgürlük savunuculuğudur.
    Dersim etnik-kültürel kimliğine özgürlük isteyen insanların düşünce oluşturma metodu TSK’nın değil TESEV’in metodu olmalıdır. TSK’nın yöntemi yalnızca faşistlerin, ırkçıların, gericilerin yöntemi olmayıp aynı zamanda rejim muhaliflerinin büyük çoğunluğunun da yöntemidir. Dolayısıyla bilimsel olmayan yöntemlerle oluşturulan politik düşünceler renklerine bakılmaksızın akıl, mantık, deney ve kanıtın yardımıyla epistemik bir teste tabi tutulmaları gerekiyor. Düşünce oluşturma alanında gerçek ilerleme ancak bu yöntemle sağlanır.
    Sosyal bilimlerin temel iddiası toplum hakkında epistemik olarak objektif olan bilgi üretmektir. Sosyal bilimlerin genel olarak bunda çok başarılı olmadıkları ve bugüne kadar üretilen genel bilginin çok da abartılmaması gerektiği konusundaki düşüncelerimi okur daha önceki makalelerimden biliyor. Bu makalede sosyal araştırmanın kurallarına uygun bir biçimde yapılması kaydıyla toplumun ilerlemesine hatırı sayılır bir katkı yapılabileceğini göstermeye çalışacağım.
    Sosyolojinin genel teorik ve metodolojik sorunlarını ana hatlarıyla ele aldıktan sonra, TESEV’in adı geçen araştırmasını inceleyerek objektif bilgi ile subjektif bilgi arasındaki büyük farkı göstemek bu makalenin amacını oluşturmaktadır. Pratik amaç ise, yukarıda da belirtildiği gibi, Dersimlilerin toplumla ilgili düşünce oluştururken TSK’nın değil, TESEV’in yöntemini kullanmayı tercih etmelerini sağlamaktır.

    2. MODERN SOSYOLOJİNİN TEORİK VE METODOLOJİK SORUNLARI

    2.1 Gelenekler Arasındaki Uyumsuzluklar

    Sosyolojinin teorik ve metodolojik sorunlarının ele alındığı pek çok yerde, adı geçen disiplinin uyumlu bir teorik külliyatı olmadığı için, “teorik sosyoloji” yerine bu perspektifler “sosyal teori” olarak tanımlanırlar. Şüphesiz “teorik fizik” yerine “fiziksel teori” vb. demek de mümkündür, ancak sosyolojideki zorluk bu teoriler arasında bir uyumun olmaması ve her teorinin kendine özgü bir araştırma sahası yaratmamasıdır. Fizikteki mainstream teoriler fizikteki branşları temsil ederler. Sosyologlara göre sosyolojik perspektiflerin tümünün “insan davranışını anlamak” gibi ortak bir hedefi vardır (Wallace § Wolf, 1999), ancak bu perspektiflerin sunduğu açıklamalar birbiriyle çelişmektedirler. Dolayısıyla teorik sosyoloji yerine kullanılan “sosyal teori” veya “sosyolojik perspektif” gibi kavramlar bu teorilerin çelişir olmak şeklindeki temel bir zayıflığını gizliyor. Nitekim bu teoriler yahut perspektifler arasında yapacağınız bir gezinti epistemik bir travma ile sonuçlanır. Soruna yakından bakıldığında “perspektif” kavramının kendisi epistemik bir relativizmi, yani birden fazla olan konseptüel şemayı (conceptual scheme) yahut referans çerçevesini (frame of reference) öngörür.
    Örneğin, Wallace ve Wolf’a göre sosyal [sosyolojik M.Y] teoriler en azından dört ana konuda birbirlerinden ayrılırlar. Bunlar, metodoloji, araştırma konusu (subject matter), insan davranışıyla ilgili temel savlar ve sosyal teorinin yanıt vermesi gereken temel sorular’dır (Wallace § Wolf, 1999:11). Sosyal teorilerdeki bu gibi bir ayrılık adı geçen teorilerin sosyal yaşamın farklı yönleriyle ilgili olmalarının yarattığı bir uyumsuzluktan kaynaklanmıyor. Diğer bir deyişle, bu farklılık kuantum mekaniğin parçacık hareketleriyle ilgili yaptığı probabilistik açıklamalarla relativite teorisinin deterministik açıklamaları arasındaki uyuşmazlık nevinden bir şey değildir. Bu teorilerin açıklamaya çalıştığı fenomen aynıdır. Ancak aynı fenomenin açıklanışıyla ilgili birbiriyle uyum içinde olmayan bir dizi teori vardır. Bu teoriler empirik veriler tarafından desteklenmedikleri ve birbirleriyle çeliştikleri halde teorik sosyolojiyi yahut “sosyal teori”yi oluştururlar.
    Sorunu şu biçimde ifade etmek de mümkündür: 20. yüzyıl epistemolojisinin doğal va sosyal bilimler arasında bir ayrım yapmadan ve daha çok doğal bilimleri hedefleyerek dile getirdiği ve bana göre haksız olan üç temel eleştirisi sosyal bilimler için hiç de yersiz sayılmaz. Bu eleştiriler sunlardır:1) Teorileri kanıtlayan empirik veriler yoktur.2) Paradigmalar uyuşmazlık içindedir.3) A priori teorilerden tümüyle arındırılmış çıkarsamalar (induction) imkansızdır. Çünkü sosyal gerçekler çıplak gözle görülemeyecek kavramlardır ve a priori bir sistem teorisine sahip olmadan sosyal değişkenleri veya objeleri gözlem yapmak suretiyle tek başına anlamak mümkün değildir.
    Tabiat bilimlerinin deduktivist modelinin kabulü veya reddinin sosyolojide metodoloji konusundaki temel ayrılığı ifade ettiği söylenir. Makrososyoloji ile mikrososyoloji, sosyolojideki teorik perspektiflerin araştırma konusunun ne olması gerektiği hususundaki ayrılığı sergiler. Makrososyoloji sosyal yapıların geniş çaplı karakteristiklerini incelemeyi esas alırken, mikrososyoloji şahıslar düzeyindeki iletişim ve karşılıklı etkilerle ilgilenir. İnsan davranışı önceden belirlenmiş (determined) ve dolayısıyla somut olarak ortaya çıkmadan önce bilinebilir şey mi, yoksa burada bahis konusu olan önceden belirlenmemiş ve bilinemeyecek olan insan yaratıcılığı mıdır? Bu soruya verilen değişik cevaplar insan davranışı konusundaki tezler bakımından sosyolojide var olan bir diğer temel ayrılığa işaret ederler. Sosyal teorilerin nihai amacı nedir? Bu teorilerin hedefi şeyleri tarif etmek mi, açıklamak mı, yahut ortaya çıkışlarını ve hayat seyirlerini önceden görmek mi? Bu soruya verilen cevaplar adı geçen yazarlara göre sosyolojideki son ayrılık noktasını oluştururlar.
    Wallace ve Wolf sosyolojideki bu kaosu yahut başarısızlık durumunu çok büyük bir sorun olarak görmezler. Zira onlara göre en azından tüm sosyolojik perspektiflerin ortak bir hedefi vardır ve bu hedef “insan davranışını anlamak”tır (Wallace § Wolf, 1999: 4). Oysa bu gibi bir açıklama sosyolojideki başarısızlığın açıkça itiraf edilmesi sayılır. Bir bilimin tüm teorik ve pratik başarısı o bilimin anlamaya çalıştığı fenomenin ne olması gerektiği konusunda disiplin içinde sağlanmış olan konsensüsle açıklanmış olması inandırıcı olamaz. Gerçekten de sosyolojik perspektifler arasındaki ortak noktanın bundan ibaret olduğunu söyleyenler sosyolog olmasaydılar, bu gibi bir açıklamanın sosyal bilimleri küçümsemek isteyen insanlar tarafından yapıldığını sanabilirdik. Örneğin, modern fizik kara deliklerin sırlarını çözmekle uğraşırken, insanlar sosyolojinin bu gibi bir “başarısı” ile neden tatmin olsunlar? İnsanların iki asırdır süren çabalar neticesinde daha kayda değer bir başarı görmek istemeleri doğal sayılmaz mı?
    Adı geçen yazarlar, sosyolojideki bu kargaşa ve başarısızlık durumundan çok rahatsız olmuş gözükmüyorlar ve bunu aşağıdaki gibi şematize ediyorlar:

    Tablo 2.1 Sosyolojik perspektifler arasında bir kıyaslama

    Analiz seviyesi Makro Mikro

    Fonksiyonalizm
    Çelişki Teorisi (Marks, Weber)
    Sembolik İnteraksiyonizm
    Fenomenoloji
    Rasyonel Tercih Teorisi

    İnsanoğluna bakış Önceden bilinebilir Yaratıcı

    Fonksiyonalizm
    Çelişki Teorisi
    Rasyonel Tercih Teorisi
    Sembolik İnteraksiyonizm
    Fenomenoloji

    İnsanın sosyal eylemini doğuran motivasyon Değerler Çıkarlar

    Fonksiyonalizm
    Fenomenoloji
    Sembolik İnteraksiyonizm

    Çelişki Teorisi
    Rasyonel Tercih Teorisi

    Bilimsel Yaklaşım Deductive Inductive

    Fonksiyonalizm
    Çelişki Teorisi
    Rasyonel Tercih Teorisi
    Sembolik İnteraksiyonizm
    Fenomenoloji

    Kaynak: Wallace § Wolf, 1999

    Bir bilimi normal olarak ilgilendiren hemen hemen tüm konularda bir anlaşmazlığın var olması, belki de bir tek sosyoloji yerine birden fazla sosyolojiden bahsetmeyi daha doğru kılacaktır. Gerçekten de bugün söz konusu olan yalnızca sosyolojik geleneklerin birbirlerinden çok farklı olmaları değil, fakat aynı zamanda sosyolojinin ülkeden ülkeye ve hatta üniversiteden üniversiteye değiştiğidir.
    Adı geçen yazarlar tarafından yukarıda dile getirilen sosyolojideki bu dört ayrım noktası kendi başına çok önemli sorunları yansıtır. Fakat bence bu tablo ciddi eksiklikleri ve yanlışlıkları içermektedir.
    En başta sosyolojideki önemli ayrılıklar tabloda ifade edilenlerden ibaret değildir. Bu ayrılık noktalarına eklememiz gereken en azından üç önemli sorun daha vardır. Birinci olarak, sosyolojinin mainstream hiçbir teorisi yoktur. İkinci olarak, metodolojik ayrılık sorununun yalnızca deduktivizm-induktivizm tartışmasından ibaret değildir, bu çerçevede quantitative-qualitative (kantitatif-kalitatif) tartışması da önemli bir sorundur. Üçüncü olarak, sosyolojideki empirik veriler intrinsik bir özellik taşımazlar.
    Sosyolojinin mainstream teorilere sahip olmadan bir bilim olma iddiasını taşıması en azından çok ciddi bir açıklamayı gerektirir. Keza sosyolojide kantitatif değişkenlerin çok nadir olması, kantitatif tekniklerin ve formüllerin gücünü kendi başına çok sınırlamaktadır. Sosyal verilerin intrinsik bir karakter taşımaması, “empirik araştırma” veya “empirik test” ile kastedilen şeyin fizikteki deney yahut testlere hiç benzemediğini gösterir.
    Ayrıca sosyolojinin pek çok ders kitabında (Turner et al, 1998; Collins, 1994; Wallace § Wolf, 1999) “çelişki teorisi” adı altında birleştirilen Marks ve Weber sosyolojisi, gerçekte birbiriyle pek bir ilgisi olmayan ve karşıt sosyolojik tezleri içerir. Örneğin Marks materyalisttir ve insan düşüncesinin, ahlakın, normların, hukukun, felsefenin, ideolojinin vb. bağımsız olmadığını ve bunların genel olarak gerçek yaşam koşulları olarak tanımladığı ekonomik yaşam koşulları tarafından belirlendiğini öne sürer (Marks, 1968[1932]). Buna karşın, Weber kapitalizmin Batı Avrupa’da ortaya çıkışını öncelikle Protestant etikle açıklar (Weber, 2000[1958]). Marks bir pozitivist iken, Weber tabiat bilimlerinin kullandıkları metodla sosyal fenomenin açıklanamayacağını öne sürer ve insan hareketinin subjektif manasını anlamaya çalışan “interpretative” sosyolojinin kuruculuğunu üstlenir. Dolayısıyla bu iki perspektif arasında ne insan portresi (view of human beings), ne metodoloji, ne de insan davranışını şekillendiren temel motivasyon açısından bir benzerlik vardır. Bu durum, diğer şeylerin yanı sıra, yukarıdaki tabloda yapılan sınıflandırmanın aşırı bir basitleştirmeyi ve tek yanlılığı içerdiğini göstermektedir. (Devam edecek)

    2.2 Belli Başlı Metodolojik Sorunlar

    Bir önceki bölümde sosyolojide uyumlu teorik bir birikimin söz konusu olmadığını ileri sürdüm. Dolayısıyla sosyolojideki teoriler incelenen konuyla ilgili olarak yalnızca belli bir perspektif sunarlar. Örneğin Durkheim’in intihar teorisi, intihar olayının evrensel bir tarzda açıklanışı değil, yalnızca belli bir perspektiftir. Bu teoriden yararlanmak suretiyle tüm intihar olaylarını çözemeyiz. Bu teori bütün olaylar, zamanlar ve ülkeler için geçerli değildir. Aynı şekilde Marks’ın sınıf teorisi kapitalist toplumdaki sınıf çelişkilerini incelemekte en fazlasından belli bir perspektif sunar. Bu teori bütün olaylar, zamanlar ve ülkeler için geçerli değildir. Özetle sosyal teorilerin belli bir pespektif sunma iddiasını geçen bir `bilimsellik` iddiası olamaz.
    Teori yoksunluğunun yanı sıra, sosyal araştırmalar aracılığıyla yapılan ölçümlerin ölçüm olarak da çok sayıda problemleri vardır. Sosyal kavramlar veya değişkenler çoğu kez doğrudan gözlemlenebilen nesneleri ifade etmekten ziyade, insanların kollektif olarak var olduğuna inandıkları sembolik fonksiyonları yansıtırlar. Örneğin, demokrasi, itaat kültürü, aile içi şiddet, hoşgörüsüzlük, milliyeçilik, ayrımcılık vb. kavramların doğrudan gözle görülebilir bir objesi yoktur. Böyle bir nesnellikten yoksun olunca bu kavramları fiziğin ölçüm birimlerini (uzunluk, ağırlık, yoğunluk, hacim vb.) kullanarak ölçemeyiz. Bu gibi değişkenlerin ölçümü çerçevesinde bir dizi dolaylı veriyi bir araya getirerek ancak doğrudan olmayan ve yaklaşık olan bir ölçüm yapabilirsiniz.
    Ölçüm zorluğu araştırma sonuçlarının reddedilmesini kolaylaştırıyor. Örneğin Büyükanıt güvenlik örgütlerindeki “itaat kültürü”nün abartıldığını söyledi. Aynı itirazı ordunun kullandığı toplam arazi miktarı konusunda aynı kolaylıkla yapamazdı.
    Ölçümlerin bu gibi zorluklarının olması onların suistimal edilmelerini de kolaylaştırıyor. Birkaç yıl önce bir İlahiyat Fakültesi mezunu, kültür bakanlığı adına Çingenelerle ilgili bir “araştırma” yaparak sonuçlarını bir kitap halinde yayınladı. Bu “araştırma”da varılan temel sonuçlardan biri Çingenelerin ahlaksız olduğuydu. Çingeneler bunu protesto edince, söz konusu araştırmacı kendisini bir televizyon kanalında şöyle savundu: “Efendim bu bir hakaret değil, bilimsel bir saptamadır. Ben bizzat Adana’ya giderek Çingenelerle konuştum.” (Araştırmacının bu savunması bana başka “sosyolojik” tahlilleri de hatırlattı). Bundan çıkarılması gereken sonuç, sosyal araştırmanın çok gülünç bir tarzda yapılabileceği ve çok kolay suistimal edilebileceğidir.
    Daha önce de belirttiğim gibi, araştırma konusunu seçmek kendi başına çok büyük bir önem taşımaktadır. Tıp bilimcilerinin veya fizikçilerin araştırma konularını seçmekte de yüzde yüz bağımsız oldukları söylenemez. Araştırma projelerinin finansmanı sağlanmadan araştırma yapılamayacağına göre, para kaynaklarını elinde tutan güçlerle belli bir anlaşma içinde olmak şarttır. Ancak sosyal araştırmacıların bağımsız proje oluşturma şansları daha azdır. Bu nedenle sosyal araştırma adına bütünüyle iktidara hizmet eden sözde bilimciler pozisyonuna da düşülebilir. Araştırma konusunun ne olacağına karar vermek onun için çok önemlidir. Örneğin TESEV ‘Güvenlik Sektörü ve Demokratik Gözetim Almanağı’ yerine irtica olayını araştırsaydı TSK bundan çok memnun kalırdı. Keza çok uluslu sermaye şirketlerinin öncelikleri BM’nin önceliklerinden farklıdır. Bu şirketler için çalışan araştırmacılar bu öncelikleri dikkate almak zorundadırlar. Bu araştırmacılar BM’nin araştırmacılarıyla aynı öncelikler sırasına sahip değildirler.
    İkinci olarak, iyi sosyal araştırmalar yapmak için araştırmacıların önceden belli ahlaki/manevi tercihler yapmaları gerekiyor. Örneğin BM’nin İnsani Gelişme Raporunu hazırlayan bürosunun önceden yaptığı normatif tercihler araştırma konularının neler olması gerektiğinde tayin edici oluyor ve bu nedenle insanoğlunun en önemli sorunları olan açlık, temiz içme suyu kaynaklarından yoksunluk, yoksulluk, eşitsizlik, Aids salgını, temel sağlık ve eğitim hizmetlerinden yoksunluk gibi sorunları inceleniyor. Bu büronun yıllık araştırma raporlarında demokrasi, insan hakları, çok kültürlülük, uluslararası ve cinsiyetler arası eşitlik vb. değerler savunuluyor. Bunlar normatif tercihlerdir. Ancak bu gibi normatif tercihler örneğin faşist ülkelere ait insani gelişme istatistiklerini olduğundan da düşük göstermeyi asla doğurmuyor. Bu büronun araştırmacıları verilerle asla oynamazlar. Ancak bu büro uluslararası büyük şirketlerin denetiminde olsaydı, araştırma konuları büyük olasılıkla bunlar olmazdı. Normatif tercihlerin etkili olması verilerin çarpıtılma olasılığı anlamında yorumlanmamalıdır. Uluslararası sermaye şirketlerinin araştırmacıları BM araştırmacıları kadar dürüst ve profesyonel davranabilirler. Fakat araştırma konusu farklı olunca araştırmanın pratik yararı da ister istemez farklı olur.
    Üçüncü olarak, sosyal gerçekler var oluş tarzları (ontoloji) bakımından subjektif olmaları, araştırmaların çok büyük bir titizlikle yapılmaları durumunda bile ölçüm sonuçlarını her zaman tartışmalı kılıyor. Örneğin bir ülkedeki demokrasi düzeyini o ülkenin toplam yıllık otomobil üretimi gibi ölçemeyiz. Otomobiller sayılabilir (kantitatif) bir özelliğe sahip oldukları halde, demokrasi sayılmayan (kalitatif) bir değişkendir. Araştırmacılar burada bir dizi dolaylı veriyi bir araya getirmek ve son derece ekonomik ve rasyonel bir dil kullanmak suretiyle bir saptamada bulunabilirler. Özel bir araştırma cihazı veya teknolojisi kullanamadığına göre bilimsellik iddiası sağduyulu olma iddiasını çok geçmez.
    Bütün bu zorluklara rağmen iyi yapılan sosyal araştırmaların sonuçları epistemik olarak objektif olan bir bilgi sağlarlar ve bu bilgi kullanılarak toplumsal ilerlemeye bir katkı sağlanabilir. Bunu TESEV’in adı geçen araştırmasını inceleyerek göstermeye çalışacağım.

    3. ALMANAK

    Politik rejimlerin özelliklerini objektif bir biçimde sergilemek mümkündür. Objektif tanımlamaların eleştiri gibi normatif veya politik tercihleri hiç yansıtmayan nötr açıklamalar olmaları şart değildir. Örneğin TESEV Türk devletinin militarist değil, şeffaf ve demokratik bir hukuk devlet olmasını istiyor. Fakat bu durum onun generallere iftira atabileceği veya köy korucuları ile ilgili verileri çarpıtabileceği anlamına gelmiyor. TESEV demokrasi ve militarizm konusunda bir tercih yapmayabilirdi veya bu tercihini araştırma raporuna hiç yansıtmayabilirdi. Bu durumda araştırmanın sonuçlarından nasıl yaralanılabileceği daha belirsiz olurdu.
    Sosyal araştırmalar aracılığıyla çığır açan büyük nedensellik açıklamaları yapmak mümkün olmadığına göre, sosyal araştırmaları toplumsal iyileştirmelerin bir aracı olarak kullanmak tek doğru alternatiftir. Nötr nedensellik açıklamaları peşinde koşanlar bugüne kadar ciddi bir şey açıklayamadıkları gibi, toplumsal sorunların çözümüne ciddi bir katkı da sağlayamadılar. BM’nin İnsani Gelişme Raporu Bürosu (HDRO) en iyi sosyolojik araştırma yapan kuruluşların başında gelir. Keza TESEV sosyal bilimcilerin tarafsızlık adına sergiledikleri tutumu benimseyerek yararı tartışmalı olan “akademik” araştırmalar yapmak yerine demokrasi, insan hakları ve hümanizm cephesini seçerek toplumsal iyileştirmeler için kullanılabilecek son derece yararlı araştırmalar yapıyor. Generalleri öfkelendiren budur. Ancak TESEV’in araştırmalarının kalitesi onun demokrasi yanlısı olmasında değil, veri toplama metodunda, analiz tekniklerinde ve kullandığı argümantatif, açık ve mantıklı dilde yatmaktadır. Düşüncelerinizin geçerli olup olmadıkları tartışılırken tartışılan şey ahlaki tercihleriniz değil, düşünce oluşturma metodunuzdur.
    TESEV’in araştırma raporu 17 bölümden oluşmaktadır:TBMM, Hükümet, MGK, Askeri Yargı, TSK, Polis, Jandarma, Sahil Güvenlik, Özel Harekât, Özel Güvenlik, Geçici Köy korucuları, Polis İstihbarat, MİT, Jandarma İstihbarat, Sivil Toplum, Medya, Güvenlik Gelişmeleri ve Basın Yansımaları: 2005’e Genel Bir Bakış. ‘İtaat’ Kültürü Yerine ‘İtiraf’ ve ‘İtiraz’ başlıklı ‘Giriş’ bölümü de kendi başına incelemeye değer bölümdür. Dolayısıyla araştırma aslında 18 bölümden oluşmaktadır.
    Bu bölümleri tek tek inceleyerek yazılanları özellikle metodolojik yanlarıyla değerlendirmeye çalışacağım.

    3.1 GİRİŞ YA DA ‘İTAAT’ KÜLTÜRÜ YERİNE BİLİMSEL ‘İTİRAF’ VE ‘İTİRAZ’

    Sosyal bir araştırmayı ihtiyaç haline getiren şey bir problemin varlığıdır. Problemin ne olduğunu bilmiyorsanız araştırma aracılığıyla ne tür sorulara yanıt aramanız gerektiğini ve araştırmanın ne tür bir amaca sahip olduğunu da bilemezsiniz. Nitekim TESEV problem tanımı çerçevesinde şunları dile getirmektedir:1) Türkiye’de devlet bürokrasisinin kullandığı “güvenlik” kavramı Soğuk Savaş döneminin tek yanlı askeri kavramıdır (Almanak, sayfa: 8). Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) kullandığı güvenlik kavramı “yalnızca askeri nitelikte ve üniforma, silah ve askeri araç-gereç taşıyan birimlerce karşılanan bir ihtiyaç” değildir ve bu kavram daha geniş bir anlam taşımaktadır. İnsani güvenlik aynı zamanda “azınlıklar” olarak ifade edilen insan toplulukları da dâhil vatandaşlarının tümünün yaşam kalitesini, özgürlüğünü, yoksulluk, yoksunluk ve şiddetten korunmasını öngörür.2) 1990’lı yıllarını iç tehditlere karşı giderek askerleşen bir mantıkla savaşarak geçiren ve güvenlik politikalarına “seçilmiş”leri dâhil etmeyen Türkiye bu yeni sürecin dışında kaldı. Bu durum Soğuk Savaş dönemi güvenlik anlayışını sistematik bir biçimde yeniden üretiyor ve silahlı kuvvetlerin rejimin muhafızlığı rolünü meşrulaştırmasına katkı sağlıyor.3) Güvenlik teşkilatı bir yandan askeri gücün ve mantığın egemenliğinde kalırken, bir yandan da yeni tehditleri kavramakta ve cevap vermekte güçlük çekiyor. Güvenlik ortamımızı sarmalayan bir “itaat” kültürü vardır. Oysa doğru olan “itiraf” ve “itiraz” kültürüdür.4) Güvenlik örgütleri uyumlu çalışmıyorlar. Kurumlar arasında rekabet vardır ve iletişim sorunları yaşanıyor.5) Güvenlik hizmetinde modernleşmeye gitmekten yalnızca teknik, fiziki modernleştirme anlaşılıyor. Halbuki demokratikleşmeyi ve şeffaflığı içeren zihinsel bir modernleşme daha önemlidir.6) Vatandaşın güvenlik belleğini diri tutan objektif bilgilere ihtiyaç vardır. Tek yönlü yönlendirmeler yerine “ampirik dünya ile analitik düşünceyi birleştiren” bilgi kaynaklarını oluşturma ihtiyacı vardır.7) Güvenlik sorunu bütünüyle görevlilere bırakılamaz. Sivil toplumun sorunu tam bir özgürlük içinde bilmesi ve tartışması gerekiyor. Bu konu bir tabu veya endişe kaynağı olmaktan çıkmalıdır. Sıradan yurttaşların konuya ilgisi uzmanlar tarafından küçümsenmemelidir.8) Güvenlik sektörü demokratik bir sivil denetim altına alınmalıdır. Bu gibi bir denetim mekanizmasının yokluğu büyük bir problemdir.9) AB, NATO, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar ülkelerin üyelik ve kredi taleplerini değerlendirirken güvenlik sektöründe demokratik bir yapılanmayı bir koşul olarak ileri sürüyorlar. Silahlı kuvvetlerimizin siyasette işgal ettiği belirleyici konumu biz kabul etsek bile bunu AB kabul etmez. Bu durum AB üyeliğini engeller. 10) “Zayıf sivil siyaset” militarist yapıyı besleyen bir kaynaktır. 11) Güvenlik kurumları üzerinde bir gölge ve sır perdesi vardır. Bu perdeyi aralayarak bilgiyi güvenilir bir biçimde herkese sunmak gerekir. (Almanak, shf: 8-11)

    3.1.1 SONUÇ

    Yukarıdaki özetlemeye çalıştığım problem tanımı gibi bir tanımın Türkiye’de yapılması daha düne kadar olanaksızdı. TESEV’in çok yerinde söylediği gibi, bu gibi bir araştırma Türkiye’de ilk kez yapılmaktadır. Problem tanımında bir dizi faktörün rol oynayabileceğini ve bu faktörler arasında en etkili olanın güç faktörü olduğunu söyleyebiliriz. AB’nin Türkiye’ye ilgisi güç dengelerinde belli bir değişikliğe yol açtı. TSK’nın AB üzerinde hiç ya da çok az bir etkisi vardır. Onun için AB koruması altında olan TESEV engellenemiyor. Böylece rasyonel aktörlerin militarist aktörleri eşit tartışmaya çağırma imkanı doğuyor.
    Sosyal araştırmacıların ülkenin demokratikleşmesi sürecinde doğrudan bir rol almak istemeleri çok önemli bir gelişmedir. Bu gibi aktörlerle sürekli biçimde karşılaşmak zorunda kalan generaller irrasyonel konuşmalarında giderek artan bir biçimde güçlük çekeceklerdir. Örneğin Büyükanıt’ın son konuşması inandırıcılıktan uzak bir konuşma olmasına rağmen, bu konuşmada generaller tarafından geleneksel olarak ileri sürülen “Türk Ordusu Türk Milletinin gözbebeğidir” şeklindeki sav bir argüman olarak kullanılmadı.
    TESEV’in handikapı demokrasi, şeffaflık, azınlık haklarının korunması, silahlı kuvvetlerin hesap vermeleri ve demokratik sivil otoritenin denetimine girmelerini isteyen bir iç kuvvetin yahut bir halkın olmamasıdır. Bu gibi bir iç kuvvet olmayınca demokratik talepleri daha çok dış gelişmelerle ilişkilendirmek zorunda kalırsınız. Avrupa tarzı bir demokrasi kavramına sahip olmayan Türk seçmeni demokrasi isteyen Türk kuruluşlarını yabancı güçlerin teşvikiyle ülkeyi karıştırmaya çalışan kuruluşlar olarak sunulmasını kolaylaştırıyor.
    TESEV’in arkasında güçlü bir halk desteği olsaydı Türkiye’nin geleceğinden yana daha iyimser olurduk.
    Dersimlilerin Dersim sorununu tartışırken, işe bir problem tanımıyla başlamaları yerinde olacaktır. Bunun çıkarmamız gereken birinci ders olduğuna inanıyorum. İkinci olarak, problem tanımı içine girmeyen sorunları buraya taşımamak gerekir. Üçüncü olarak, savlarımızı akıl, mantık, deney ve kanıtın yardımıyla teste tabi tutmamız gerekir. Dördüncü olarak, konuşmacının nereye kadar konuşmaya ehil olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Baytarlar beyin cerrahları değildirler. Dilimizde masal yazanlar tarihci sayılmazlar. Zazaca yazabilenlerin etnik-kültürel kimliğimizle ilgili her şeyi söyleme hakları yoktur. Bizim farklı bir etnik grup veya “ulus” olduğumuzu herkesten önce dile getirdiklerini söyleyenler bizim mutlak hükümranlarımız olmak zorunda değildirler. “Giriş” bölümünü yazan Prof. Dr. Ümit Cizre bir Türk olarak bir çok Dersimli “önder”den bize daha çok faydalı olabilir ve bize karşı daha dostça davranabilir. Prof. Dr. Ümit Cizre ile daha dürüst ve medeni ilişkiler kurabiliriz. . Prof. Dr. Ümit Cizre bize bir konuda yardımcı olursa bunun karşılığında bizden sonsuz bir sadakat beklemez. Prof. Dr. Ümit Cizre’den Dersim sorununu incelemesini rica etsek, iyi bir inceleme yaparak bizi bilgilendirir. Üstelik bu araştırmasının sonuçlarıyla büyük Zazaistan projesi veya sosyalist devrim arasında zorunlu, mantiki bir bağ olduğunu ileri sürmez.

    ÖZET

    Birinci ve ikinci bölümlerde sosyolojideki temel teorik ve metodolojik sorunlara çok kısa bir biçimde de olsa değinmeye çalıştım. Bunu bir zorunluluk gördüm. TESEV’in araştırmasının özellikle objektif düşünce oluşturma bakımından öğretici olduğunu söyledim. TESEV’in bu araştırmasının “giriş” bölümünü inceleyerek “problem tanımının” nasıl yapıldığını göstermeye çalıştım. Keza ikinci bölümün “sonuç” kısmında buraya kadar söylenenlerden çıkarmamız gereken metodolojik ve ahlaki sonuçların neler olması gerektiğini belirttim.
    Dersim sorununu çözmekte “öncü” bir rol oynamak isteyen insanlar çoğunlukla çok otoriter düşüncelere sahiptirler. Kendi politik tercihleriyle Dersim’in etnik kimliğinin objektif tanımı arasında doğrudan bir bağ olduğunu söylüyorlar. Herkes kendisini hemen her konuda uzman ilan etmiş ve Dersim’i adeta esir almışlardır. Halbuki bu insanlar hiçbir konuda uzman değildirler ve yaptıkları suistimalden ibarettir. Bu sahte uzmanlar konuşmalarıyla hem Dersimlileri hakir görüyorlar, hem de onları cahil yerine koyuyorlar. Sahte uzmanların yazıları medeni dünyada yayınlanmaz. Çünkü bu yazılar entellektüel bir değer taşımadıkları gibi, ahlaki bakımdan da kabul edilebilecek gibi değildirler.
    Suistimalci ilkel filozoflardan kurtulmanın en iyi yolu bahse konu problemlerin rasyonel olarak nasıl tartışılabildiğini öğrenmektir. TESEV’in araştırmasını bunun için seçtim. Sorunların profesyonel incelenişi ile Zübükvari incelenişi arasında çok büyük bir fark vardır. İkinci bölümde gösterdiğim gibi, bu araştırmadan Dersim için kullanabileceğimiz pek çok metodolojik ve ahlaki sonuç çıkarabiliriz. Pratik amaç budur.

  116. Anonim

    PKK En Az IŞİD Kadar Tehlikelidir!

    Uzun zamandır “Kürdistan’ın bağımsızlığı önündeki en büyük engelin PKK olduğunu” ısrarla yazıyor ve bunu gerekçeleriyle birlikte ortaya koyarak Kürd politik çevrelerini uyarıyoruz.

    Bu gerçekçi tespitimizi “ayrıştırıcılık” ve “birlik karşıtlığı” olarak yansıtmaya çalışan çevreler bile acı gerçeği görmeye başladılar.

    Bağımsızlık ilanını gündemin en sıcak ve en heyecanlı konusuyken IŞİD’in (sömürgeci devletlerin direkt-dolaylı desteğiyle) tüm gücüyle Güney Kürdistan’a saldırması tabii ki tesadüf değildi.

    Savaşın birçok aktörü vardı ve her aktörün farklı farklı rolleri vardı bu savaşta. Savaşın en tehlikeli ve en yıpratıcı yanı, sömürgecilerin özel birimlerince hazırlanan ve PKK tarafından icra edilen psikolojik savaştı.

    PKK Medyası tarafından hayata geçirilen psikolojik savaşta, ‘Güney Kürdistan Yönetimi’nin halkı koruyamadığı; devletleşmenin yeni felaketler getireceği ve tek çözümün sömürgecilerin onayını alan ve PKK tarafından hayata geçirilen yeni sömürgeci statüler olarak “Kanton” ve “Demokratik Özerklik” gibi entegrasyoncu çözümlerdir’ gibi bir algı yaratılmaya çalışıldı.

    İşin psikolojik savaş yönünü üstlenen PKK, halkı paniğe sevk ederek adeta Güney Kürdistan’ı tümden göç etmeye teşvik etti. Panik yaratarak Pêşmerge’nin yetersizliğini aşılamaya çalışan PKK, panik yarattığı alanlara girerek/taşınarak “kurtarıcı” rolünü üstlenmeye çalıştı. Trajedilerden siyasi rant sağlama konusunda uzmanlaşan PKK, Şengal’e yerleşerek/yerleştirilerek sömürgeci devletlerin hayali olan “Tampon Bölge” düşüncesini somutlaştırmaya çalışıyor.

    Devlet istemeyen (daha doğrusu yalnız Kürdlerin devletleşmesini istemeyen) PKK, Güneybatı Kürdistan’da olduğu gibi sömürgeci devletlerin bekası için açıkça Kürdistan’ı bölüyor ve parçalar arasına setler (Kanton gibi) çekerek bağımsızlık hayallerini sonsuza dek yok etmeye çalışıyor.

    PKK’nin Şengal’e yerleşmesi/yerleştirilmesi nasıl ki sömürgeci devletlerin politikasının gereği ise, IŞİD’in Güney Kürdistan’a saldırması da yine aynı güçlerin politikasıdır. Son olaylar PKK ile IŞİD’in aynı amaca hizmet eden iki farklı görünümlü taşeron yapılar olduklarını çok net olarak ortaya koydu.

    PKK’nin Şengal’e yerleşip kalıcılaşması demek Güney Kürdistan’ın bağımsızlık hayallerinin “hayal” olarak kalması demektir. Dahası Güney Kürdistan’ın mevcut statüsünün de riske girmesi ve zamanla ortadan kaldırılması demektir.

    PKK’nin Şengal’e taşınmasında YNK’nin başrol oynaması; YNK’nin bilinen entegrasyoncu, bağımsızlık karşıtı ve İran sevdası anlayışı bu planda İran devletinin rolünü de çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır…

    Bu gerçeklik dikkate alındığında ne pahasına olursa olsun PKK’nin Şengal’den çıkarılması gerektiği açıktır. IŞİD’in Şengal’en çıkarılması ne kadar önemliyse, uzun vadede PKK’nin Şengal’den çıkarılması çok daha önemlidir. Çünkü PKK’nin Şengal’de varlığını koruması IŞİD’ten daha vahim sonuçlara neden olacaktır.

    IŞİD gerici ve taşeron olmak yanında Ortaçağ vahşetinin temsilcisi olmakla da dünya kamuoyunda çabuk teşhir edilebilir. Bu taşeron gerici örgütün askeri olarak yok edilmesi yeterlidir. Ama PKK sadece askeri olarak tehlike arz etmekle kalmıyor aynı zamanda “Kürd örgütü” görünümüyle düşünsel olarak ta Kürdlerin ulusal düşüncelerine zarar veriyor. Şengal’e yerleşip kalacak olan PKK, Kürdistan’da kalıcı tahribatlar yaparak 2. Lozan’ı hayata geçirerek Kürdleri Ulusal düzeyde statüsüzlüğe sevk edecektir.

    Sonuç olarak; başta Güney Kürdistan yönetimi olmak üzere tüm ulusalcı Kürdlerin PKK’ye karşı çok net tavır alması ve onları etkisiz kılması bir zorunluluktur.

    Bu tarihsel zorunluluğu “yapıcılık- kardeş kavgasına karşı olmak” gibi duygusal ve realitede yeri olmayan hikâyelerle yerine getirmeyenler, 40-50 milyonluk bir halkın yeni yeni trajediler yaşamasından sorumlu olacaklardır. Taşeron bir örgüte karşı tavır almamanız, Kürdistan’a ve Kürdlere karşı tavır almanız anlamına geliyor. Yarın çok geç olmadan herkes gerçekçi davranmalı ve PKK belasından kurtulmak için gerekeni yapmalıdır.

    PKK var olduğu sürece Kürdler tarih sahnesinde hak ettikleri ulusal kurumsallaşmayı sağlayamayacaklardır. Ya dürüst olup PKK’ye karşı tavır alın ya da halkın umutlarıyla oynamayın!

    Haber/Yorum

    20.04.2014

    http://www.nasname.com/a/pkk-en-az-isid-kadar-tehlikelidir

  117. Anonim

    Kendi düşen ağlamaz..

    Kürtlerin her zaman için sömürgeci işgalden kurtulmak ve sömürgecilerini kutsamak şeklinde biri ötekiyle çelişkili iki hattı olmuştur. İşin kötüsü kürtler her zaman sömürgeci devlet aygıtının bir parçası olmaktan memnuniyet duyduklarını ve işgalcilerini olumladıklarını öne çıkarmış, dış dünyaya verdikleri mesajlarda bu eğilimin baskın olduğu kanısını uyandırmışlardır. Tarih boyunca süreklilik gösteren bu zaaf 20. yüzyın ilk çeyreğinde kürtlerin felaketine yol açmış, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde ise felaketi daha da koyulaştırmaya namzettir.

    Batı ülkeleri Osmanlı’yı ittifakla bertaraf ederken kürtlerin de devlet sahibi olmasını planlamışlardır. Kürtlerin o gün yegane örgütünün başkanı ve en güçlü ruhani lider konumundaki şahsiyeti “dar gününde müslüman kardeşimize kılıç çekmeyiz” gafletine düşmüş, kürtlerin devlet olması gerekirken sergilenen bu tavır yüzünden üçe bölünmüş olan ülkeleri bu kez beş parçaya bölünmüştür. Kürtlere komşu diğer sömürge milletler Osmanlı karşıtı pozisyon seçmeleri nedeniyle bugün devlettirler.

    Birileri sizi 8 yüzyıl idare etmekle kalmayacak üsüne üstlük köle durumuna düşürecek, kurtuluş için umut ışığı belirdiğinde siz Çanakkale’ye asker gönderecek, Rus cephesinde savaşacak, Maraş, Antep, Urfa’da sizi köleleştiren soykırımcınız adına milis mukavemetine girişecek, sonra da ülkemizi böldüler, arapları, türkleri bize tercih ettiler diyeceksiniz?

    Önce sizin kurtuluş beklediğiniz ve sitemde bulunduğunuz devletlere kaşı kendinizin ne yaptığınıza, hangi pozisyonu seçtiğinize bakmanız gerekmezmi?

    Bir yandan adama kurşun sıkacaksınız, öte yandan dostluğunu, merhametini esirgemesinden şikayetçi olacaksınız?

    Günümüzde de de kürtlerin aynı basiretsiz ve o ölçekte cahilane bir duruş sergiledikleri söylenebilir. Kürt siyasi kurumlarının yurtseverlikten önce insan hak ve hukukuna tamamen aykırı tutumu felaketin koyulaşacağını gösteriyor.

    Bugün yine bizi kurtarmak için niyetleri olan devletere karşıt bir pozisyonda ve işgalci devletleri tasfiyenin eşiğine gelmiş olan soykırımcılarımızın safındayız .

    Buna bir isim bulmak gerekiyor.

    Kendi kendini inatla zindana hapseden sonra beni niye kurtarmıyorlar diyen bir millete ne denirse kürtler odur.

    Siyaset bilmezsiniz, anladık.

    Allah aşkına bu denli açık bir mantık hatasını idrak etmeyecek kadar akıl yoksunumusunuz?

    *

    Obama’dan, Merkel’den, Putin’den, İngiltere’den, Almanya’dan, Rusya’dan, ABD’den, Avrupa’dan şikayet edersiniz. Bağımsızlığımızı tanımıyor yada istemiyor diye.

    Siz bağımsızlığı öne çıkardınız da onlar mı tanımadı?

    Aynaya bakın hele kime benziyorsunuz?

    İşinize gelmiyorsa aynayı ben tutayım, yansınızı da okuyayım. Siluet sizin değise itiraz edin.

    Önce bu devletlerin ve liderlerin aklı başında. İkincisi yanlız sizinle münasebetdar ve alakalı değiller. Sizin dışınızda ilişkili oldukları milletler ve devletler var. Bunlar kadar önemlisi ne devletler ne de liderler başka halkın kalbi beklentilerini değil siyasi kurumlarını ve temsilcileri aracılığıyla öne çıkardıkları taleplerini dikkate alırlar, talebe ve temsil kurumuna muhatap olurlar.

    Şimdi bunlardan biri teamül dışı olarak kalkıp Kürdistan bağımsız olmalı dese, bu talebi kendi devletinin parçalanması olarak anlayacak işgalci devletlerden birinin başbakanı yada başkanı bu lidere “kürtlerin tümünü bırakalım, hangi partisi bağımsızlık istedi yada işgalci devletlerin çatısını ortak çatı kabul etmediğini beyan ettiyse onun şahsında kürtlere bağımsızlık verin” dediğinde bunun altından kalkabilecek batılı bir politikacı tanıyormusunuz?

    Yada kürtlerin liderleri ve partileriyle müşterek kararı ve siyasi duruşu bu değilmidir?

    Milletler bağımsızlıkla yada bağımsızlık talebi ölçeğinde sayılır, milletlere bağımsızlığa tutkunluğu ölçüsünde şeref atfedilir.

    Bundan önemlisi var, milletler ancak bağımsızlıkla yaşar.

    Siz milletçe ölmeyi temel hat haline getirirken, varolmak yerine yokolmayı tercih ederken kimin sizi yaşatmasını bekliyor ve istiyorsunuz?

    Önünüze koyacak şapkanız yok, cemedanınızın rengine bakıp düşünün. Hepinizin önce düşünmeye ihtiyacınız var, sonra dönüp aynaya bakmaya.

    Baktınız…

    Kürt partileri ve liderleri kürtlere şerefli bir yaşam tarzını ve varolmayı salık vermek, bu insani haslete rehberlik etmek yerine size neyi öğretiyor ve tenbih ediyorlar?

    Bir de dönün siyasetçilerinize ve partilerinize bakın.

    Şerefsiz nitelemesi hakaret olmaktan çıkıp bir olguyu ifade kavramına dönüşmüşse o millet bitmiş demektir.

    Yüreğinizin yandığını ben görebiliyorum.

    Dünya milletleri önünde yüzünüzün kızardığını da siz görebiliyormusunuz?

    *

    Bir milletin öncüleri o milleti köle kalmak için savaştırıyorsa suçludur, millet bu savaşa katılıyor ve destek veriyorsa o da en az öncüsü kadar suçludur.

    Köle kalma suçuna ve inadına kürtler ölçüsünde itibar eden bir başka millet yoktur. Kürtler kendi ettiğini buluyor ve kendi kendilerini cezalandırıyorlar.

    Kendi düşen ağlamaz. Oturun yerinize.

    http://cebaxcor.blogspot.ch/2014/08/kendi-dusen-aglamaz.html

  118. soruYorum

    ÖCALANIN DTK KONGRESİNE GÖNDERDİĞİ SON MESAJI NEDEN BU SİTEDE TARTIŞMA OLANAĞI BULAMIYORUZ?

    ÖCALAN KÜRDİSTANI DEĞİL SADECE, TÜRKİYEYİ VE TÜM BÖLGEYİ HATTA DÜNYAYI ROJAVALAŞTIRMAYI ÖNERİRKEN, BUNA EN ÇNCE ANARŞİSTLERİN BİR DİYECEĞİ OLMASI GEREKMEZ Mİ?

  119. Anonim

    Tevger: İşgal Ordusuna Askerlik Yapmayacağız!

    Tevger, Kuzey Kürdistan siyasetçilerinin İçinde Çırpındığı Onursuzluk Bataklığında Ulusal Onurun Simgesidir!

    Kürdistan Gençlik Hareketi Tevger, sömürgeciliğe karşı duruşun ne olduğunu ve anti sömürgeci ilkenin nasıl hayata geçirilmesi gerektiğini, Kuzey Kürdistanlı politik yapılara (eskilere/eskimşlere) tez konusu olacak şekilde sistemli bir şekilde göstermeye devam ediyor.

    Kuzey Kürdistan’da ilk kez Kürdistan bayrağıyla etkinlik düzenleyen; seçimlerde Kürdistan bayrağını zarflara koyup Kürdistan dışında bir seçim yapmayacaklarını duyuran ve İlk kez Kürdistan ismini derneklerinde kullanıp sömürgeci devlete kabul ettiren tevger, işgal ordusuna askerlik yapmayacağını açıklayarak sistemli, bilinçli ve kararlı ulusal yürüyüşüne devam etmektedir….

    Eski politik aktörler/yapılar hala sömürgecilere yamanmak için çırpınırken; entegrasyonun açık adresi olan PKK/HDP gibi devletçi yapıların paçasına yapışarak “birlik hikayeleri” okurken; kişiliklerinde kalan son onur/şeref zerrelerini de PKK vasıtasıyla devlete satarken, Tevger sömürgeci devlete askerlik yapmayacağız” kararını Amed’te işgalci devletin askerlik şubesi önünde açıklayarak eskilerin yerinin sömürgecilerin ve yerel ayağı PKK’nin çöplüğü olduğunu göstermiş oldu.

    Özgür Bireyler Topluluğu olarak, Tevger’in bu tarihi adımını kutlarken,

    “Kürd Diyalog Grubu” adı altında PKK/HDP ihanetini meşrulaştırmak ve sömürgecilerin kapısında bir kemik elde etmek için Kürdlerin Ulusal haklarını peşkeş çekmeye çalışan siyaset tüccarlarını da lanetliyoruz.

    Bu onursuz duruşa imza atan “Nûbihar, ÖSP, DTK, DDKD, DBP, Özedönüş Platformu, Azadî İnisiyatifi, Kürdistani Parti Girişimi, KDP-PDK, KADEP ve Med-Zehra” adlı pazarlamacı ve aklayıcı kesimleri teşhir ederken, içlerinde yer alan yurtsever ve onurlu gençleri de Ulusal saflara davet ediyoruz. Siyaset yapacaksanız Kürdistani bir çizgide yer alın; askerlik yapacaksanız Pêşmerge saflarında yer alın…

    Nasname

    31.08.2014

    *****

    Tevger’in Konuya Dair Basın Açıklamasını okuyucularımızla paylaşıyoruz:

    Basına ve Kamuoyuna

    İşgal edilmiş ülkeler, pek çok açıdan işgalci ülkelerin etkisinde kalırlar ve işgalci güçler sömürge halkı her anlamda kendi sistemlerine entegre etmek isterler. Bu yüzden sömürge ulusların her anlamda işgalci sistemlerden kopmaları gerekir.

    Mücadelenin pek çok farklı yöntemi vardır. Çünkü ulusal mücadele, yaşamın her alanındadır. Eğer bir ulus bağımsızlığını elde etmek istiyorsa, bütün alanlarda işgalci sistemden kopması gereklidir.

    Kurdistan’da, bu anlamda önemli konulardan biri de askerliktir. Bu konu hem çok önemli hem de Kurd gençleri üzerindeki büyük bir utançtır. Bu utançtan biran önce kurtulmamız gerekiyor.

    Biz Kurdistan Gençlik Hareketi olarak hem bu utancı üzerimizden atmak hem de bu anlamda işgalci sitemden kopuşu sağlamak adına açıkça belirtiyoruz ki, ülkemizde işgalci konumda olan Türk ordusuna askerlik yapmayacağız.

    İşgalci sistemlerden kopuşun sağlanabilmesi için net bir tutumun olması gereklidir. Bu yüzden bizim tutumumuzun iyi anlaşılması için nedenlerimizi de belirteceğiz.

    Biz askerliğe karşı değiliz. Eğer ülkemiz bağımsız olsaydı, Kurdistan’ı korumak için seve seve Kurdistan ordusunda askerlik yapardık.

    Aynı zamanda işgalcilere askerlik yapmamak için pek çok yol da bulabiliriz. Çürük raporu alarak askerlikten muaf tutulabiliriz. Başka bir ülkede yıllarca çalışarak yine askerlikten muaf olabiliriz. 29 yaşına kadar tecil edip daha sonra bedelli askerlikle de askere gitmekten kurtulabiliriz. Daha pek çok yol bulabiliriz; ama bunlardan hiçbirini yapmayacağız.

    Biz sadece ve sadece, Türk ordusu ülkemiz Kurdistan’da işgalci konumda olduğu için ona askerlik yapmayı ret ediyoruz. Yukarıda da belirttiğimiz gibi farklı farklı nedenler bularak askerlikten kurtulup vicdanımızı rahatlatmaya gerek yok. Bu kendini kandırmaktır. Bu yüzden biz ne kendimizi ne de başkasını kandırmıyoruz. Açıkça belirtiyoruz ki sonucu ne olursa olsun, işgalci orduya askerlik yapmayacağız.

    Tüm Kurd gençlerine çağrımızdır;

    Hiçbir Kurd genci askere gitmesin. Eğer savaşmayı çok istiyorlarsa, kahraman pêşmergelerin saflarına katılıp ülkemizi terörist çetelere karşı korusunlar.

    Nedenlerimizi dile getirdik ve şimdi askerlik kâğıtlarımızı yakacağız.

    Yaşasın Bağımsız Kurdistan!

    Kahrolsun Sömürgecilik!

    Kurdistan Gençlik Hareketi

    http://www.nasname.com/a/tevger-isgal-ordusuna-askerlik-yapmayacagiz

  120. Anonim

    ​Hêvî – Tevger Bağlantısı İşgalcileri Korkuttu!

    İşgal ordusunda Albay rütbesiyle görev yapmış ve Kürdistan’da birçok kirli işe karışmış olan Erdal Sarızeybek, emekli olduktan sonra faşist/işgalci zihniyetini yazılarında/kitaplarında ve TV programlarında kusmaya başladı. İşgal politikalarını en faşizan tarzda savunan Sarızeybek, “Askeri stratejist” olarak Türk medyasından ilgi gördü ve sık sık (özellikle de kritik dönemlerde) görsel/yazılı medyada boy gösterdi. Kürd/Kürdistan düşmanlığını en ilkel tarzda dışa vuran Sarızeybek, özellikle ulusal talepli Kürdlere karşı kiniyle, nefretiyle dikkat çekti/çekmeye devam ediyor.

    Kürd/Kürdistan düşmanlığıyla biçimlenmiş kontrolsüz ve barbar sokak faşistlerini etkileme gücüne sahip olan Sarızeybek, çok bilinçl bir şekilde Kürdlere (özellikle de ulusal talepli Kürdlere) karşı kışkırtıcılık/provokatörlük yapıyor.

    Sarızeybek, faşist ve propvokatör yüzünü bu kez de Tevgera Ciwanên Kurdistanê’yi (Kürdistan Gençlik Hareketi) hedef yaparak gösterdi.

    Entegrasyonculuğun büyük ölçüde hakim kılındığı Kuzey Kürdistan politik yaşamında, ulusal duruşuyla/ulusal talepleriyle kararlı, farklı ve özgün Kürdistani bir duruş sergileyen Tevger’in işgalciler için “esas tehlike” olması şaşırtıcı değildir.

    İşgalcilerin tam da ‘entegrasyoncular vasıtasıyla Kürdistan belasından kurtulduk’ dedikleri bir dönemde; ‘Kürdistan sorunu bir ulusal sorundur ve tek çözümü de Kürdlerin devletleşmesidir’ şiarıyla ortaya çıkan Tevger sömürgecilerin kalıcı işgal hayallerini suya düşürdü.

    Tevger’in genç/dinamik ve kararlı oluşu tek başına bir tehlike arz etmiyor sömürgeciler için; Tevger’in tarihsel gelişimden haberdar olması, geçmişle düşünsel bağlar içinde olması ve tarihsel/ulusal birikimden yararlanması sömürgecileri tedirgin ediyor. Bu günün dinamizmi ile geçmişin ulusal kültürel birikimini bünyesinde barındıran Tevger, kadrolar açısından geneç/dinamik, düşünsel arka plan olarak oldukça tecrübeli ve eskidir. İşte bu özelliklerinden dolayı Tevger işgalci devletin teorisyenleri tarafından esas tehlike olarak gösteriliyor.

    Özgür Bireyler Topluluğu olarak, “Her şey bitti” sanıldığı bir dönemde, her şey yeniden başlıyor ve devletleşinceye kadar da asla bitmeyecek diyen Tevger’i kutlarken, Kuzey Kürdistanlı yurtsever/demokrat/devrimci gençlerini de bu onurlu çatı altında buluşmaya davet ediyoruz. İşgalcileri sevindirmek isteyenler entegrasyoncu yapılara, İşgalcilerin uykusunu kaçırmak isteyenler ise Tevger saflarında yer alarak amacını gerçekleştirebilir…

    Erdal Sarızeybek’in Tevger’i hedef alan ve aynı zamanda işgalcilerin korkularını da yansıtan yazısının linkini aşağıda okuyucularımızla paylaşırken, söz konusu değerlendirmede tarihi çarpıtmalar ve yanlış bilgiler olduğunu da hatırlatma gereği duyuyoruz.

    http://www.sarizeybekhaber.com/m/?id=728

    Haber/Yorum

    07.09.2014

    http://www.nasname.com/a/hevi-tevger-baglantisi-isgalcileri-korkuttu

  121. Anonim

    PDK-PKK çatışmasının neden(ler)i
    Cemil Gündoğan

    Merhabalar,

    Kürdistan Post sayfası yöneticilerinden Hejarê Şamil’in 100 dolayında şahsiyete yönelttiği iki soruya tarafımdan verilmiş cevaplar..

    Konu PKK-KDP çatışması

    SORU 1: PDK-PKK çatışmasının neden(ler)i nedir?

    CEVAP: Tek paragraflık bir cevap istemişsiniz, fakat benim bunu tek paragrafa sığdırabilmem imkânsız. Bunda benim kişisel beceriksizliğimin rolü olabilir, ama esas neden KDP-PKK çatışmasının çok boyutlu karakteridir. KDP-PKK çatışmasını doğru anlayabilmek için bu çatışmanın hiç olmazsa en önemli boyutlarını bilmek veya hatırlamak gerekir. Bu çatışmanın:

    -Ekonomik boyutu vardır (örneğin bazı gümrüklerin, vergilerin ve insan kaynaklarının kontrolüyle ilgili çekişmeler),

    -Siyasal boyutu vardır (örneğin, siyasal alanda birçok yönden birbirleriyle çelişen pozisyonlarda konumlanmış durumdadırlar),

    -Sosyal boyutu vardır (örneğin, birinde kadınlar önemli bir yönetici güç iken, diğerinde kadının erkeği yönetmesini dünyanın sonu olarak gören erkeklerin sesleri partide hayli baskındır),

    -İdeolojik boyutu vardır (çatışmanın esas olarak buradaki ayrılıktan çıktığı düşüncesi yaygındır, fakat gerçeği yansıtmaz),

    -Kültürel boyutu vardır (örneğin biri muhafazakar, diğeri radikal bir modernizmin taşıyıcılığını yapar),

    -Kürdistan’ın bölünmüş olmasıyla ilgili boyutları vardır (KDP, Arap kontekstinde; PKK, Türk kontekstinde şekillenmiş partilerdir. Bu durum, başta örgütlenme ve siyaset yapma tarzı olmak üzere çok geniş alanlarda farklılıklar ve gerilimler yaratmaktadır),

    -Kürdistan’ı işgal eden devletlerin Kürt hareketi içindeki istihbarat faaliyetleriyle ilgili boyutları vardır (komplo teorilerine göre çatışmanın esas kaynağı),

    -Küresel ve bölgesel güçlerin Kürdistan’a ve onu paylaşmış olan devletlere ilişkin politikalarıyla ilgili boyutları vardır (örneğin Türkiye, genellikle KDP’yi PKK’ye karşı; İran ve Irak ise genellikle PKK’yi KDP’ye karşı kışkırtırlar),

    -Her bir partinin kendi iç dengeleriyle ilgili boyutları vardır (istihbarat örgütlerinin müdahale etmek için kullandığı alanlardan biri),

    -Her bir partinin kendi parçasındaki rakip parti ve güçlerle olan ilişkileriyle ilgili boyutları vardır (örneğin KDP ile YNK’nin ilişkileri veya PKK ile AKP’nin ilişkileri, KDP ile PKK arasındaki çatışmaların doğrudan girdileri arasındadır),

    Kısacası, sorunuzun cevabını tek bir paragrafta vermek zordur. Ama illaki tek bir cümleyle ifade et derseniz, bu kavganın nedeni, Kürdistan’daki iktidar mücadelesidir, demeyi tercih ederim. Çünkü iktidar, bildiğim kadarıyla, yukarıda sıralanan faktörlere tekabül eden alanların ezici çoğunluğunu birbirine bağlama kabiliyetine sahip yegâne alandır.

    SORU 2: “Örgütsel çıkarlara hayır” deyip Ebedi Kurdistan’a varmanın yolu yok mudur?

    CEVAP: Önce sorudaki “ebedi” sıfatıyla ilgili bir noktaya değinmek istiyorum. Gerçek yaşamda ebedi devlet, ebedi ulus veya ebedi ülke olmaz. Bu tür ifadeler, güçlü bir ulusalcı isteğin belagatiyle ilgili şeylerdir, gerçeklikle değil. Bugün adına Kürdistan dediğimiz ülke, dün Merwan, Bekir, Medya, Urartu, Tuşba, Hurri, veya Mittan gibi çok değişik adlarla tanımlanıyordu, yarın da büyük ihtimalle başka adlarla tanımlanacaktır. Etnisite veya ulus, uzun insanlık tarihinin küçücük bir dilimine tekabül eden formasyonlardır. Bunların günümüz koşullarında sunduğu çerçevelerin ebediyete kadar baskın formatlar olarak kalacağını düşünmek için bilimsel bir sebep bulunmuyor.

    Belagatle ilgili bu nottan sonra sorunun kendisine gelirsek, cevap, böyle bir şeyin çok zor olduğudur. Çünkü “örgütsel çıkar”, bir ucuyla da içerideki iktidarla ilgili bir tanımdır ve bütün ulusal mücadeleler, aynı zamanda birer iç iktidar mücadelesi olarak doğarlar. Böyle olması, bizzat ulusal mücadeleye götüren itirazın karakteriyle ilgilidir. Kabaca tasvir edersek, bir ulusal mücadele, o mücadeleyi yürüten topluluğa ait geleneksel egemen sınıflar ile söz konusu topluluğu boyunduruk altında tutan yapı (ki genellikle işgalci bir devlettir) arasındaki geleneksel mutabakata sığmayan bir toplumsal grubun mevcut mutabakata itiraz etmesiyle başlar. Her şeyin başı olan bu itiraz, bir söylem olarak her zaman dışa yönelik biçimde kurulur (“sömürgecilik”, “yabancı boyunduruğu”, “işgal”, “ilhak” vs. gibi). Ama bu, sadece kâğıt üzerinde böyledir. Gerçekte ise oyuna dahil olmak isteyen yeni elit, eski mutabakatın hem dışarıdaki hem de içerideki ayaklarını aynı anda karşısına almak zorunda kalır. Bu mecburiyetin söyleme yansıyışı ise genellikle “sömürgeciler ve işbirlikçileri” ifadesiyle olur. Kısacası, alanda kendine yer açmak isteyen yeni bir elitin, dış güçlerin yanı sıra içerideki bazı güçlere de yönelmesi bir zorunluluktur.

    Bu zorunluluğun ortadan kalkması için, eski mutabakatın kurucularının kendi mutabakatlarını feshederek toplumsal yapının önlerine koyduğu yeni güç dengelerine uygun yeni bir mutabakat inşa etmeleri gerekir. Buna, “ulusal sorunun barışçı yollarla çözümü” diyoruz ve İsveç, İsviçre ve Çekoslovakya gibi genellikle zengin dünyaya ait birkaç istisna dışında örneklerine fazla rastlanmış değildir. Kalan bütün örneklerde eski mutabakatın tarafları, itirazcı eliti daha bebekken boğmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Aynı şey Kürt örneği bakımından da geçerlidir. 1970’ler dünyasını hatırlayınız, bazı yerlerde, Kürt devrimcilerine, polis ve jandarmadan çok ağalar, beyler, şeyhler, pirler, dedeler, aşiret reisleri, komprador burjuvalar vb. saldırırdı. O tarihlerde “Kürtçü”lerin, Kürtçülükten çok “gomonist” veya “anarşit” gibi sıfatlarla tanımlanmalarının bir nedeni de buydu. Tersinden ele alırsak, dönemin aydınlarının sosyalizm ve komünizm söylemlerini bu kadar kolay benimsemelerinin bir nedenide yine sözü edilen zorunlulukla ilgiliydi.

    Buradaki zorunluluk ilişkisini doğru değerlendiremeyen bazı yorumcular veya bu ilişkiyi çarpıtarak kendilerine yeni bir ideolojik veya siyasi zemin yaratmak isteyen bazı siyasal güçler, bu çatışmaları, itirazı yapan elitin ideolojisiyle izah ederler. Fakat bu yorum, gerçeği yansıtmıyor. Çünkü ideoloji, kural olarak, burada belirleyici bir role sahip değildir. İdeoloji, bu çatışmayı şu veya bu biçimde veya yönde etkileyebilir; yani çatışmayı uzatabilir veya kısaltabilir, sıklaştırabilir veya seyreltebilir, daha kanlı biçimlere büründürebilir veya görece yumuşak tarzda yürümesine katkıda bulunabilir vs. ama kural olarak çatışmanın varlık koşullarını belirlemez. Bu nedenledir ki birbirine karşıt ideolojilere sahip değişik ulusal hareketler, özellikle çıkışta birbirlerine benzer işler yapmak zorunda kalmışlardır. Örneğin, Mustafa Barzani, güney Kürtlerinin yarısını oluşturan caş aşiretlere ve ağalara karşı savaşmak zorunda kalmıştır. PKK de aynı şeyi kuzeyde yapmıştır (korucu aşiretlere yönelik kıyımları hatırlayınız). Barzaniler, başta Talabani grubu olmak üzere kendi dışındaki Kürt ulusalcısı güçlere karşı kanlı kıyımlar yapmıştır (KDP’nin son altmış yılda dört parçada öldürdüğü Kürt hareketine mensup insanların sayısı, muhtemelen PKK’nin öldürdüklerinden daha fazladır). PKK de aynı şeyi dört parçada yapmıştır. Oysa Mustafa Barzani hareketi ile PKK, neredeyse birbirine karşıt ideolojilere sahip iki harekettir. Buradan da anlıyoruz ki, zaman zaman “örgütsel çıkar” tanımıyla da ilişkilendirilen çatışmaların varlık koşullarını belirleyen şey ideoloji değildir.

    Aynı şekilde bu çatışmaların esas nedeni, egemen devletlerin Kürt hareketi içindeki istihbarat faaliyetleri de değildir. Bu faaliyetlerin de çatışmalarda belli bir rolü vardır, ama çatışmaların varlık koşullarını belirlemezler. Bu koşulları manipüle ederek sonuç almaya çalışırlar.

    O halde gerçek nedenler nelerdir?

    Bunlar, başlıcaları birinci soruda sıralanan alanlarla ilgili faktörlerdir. Bu faktörleri, kolaylık olsun diye, tarafların alanda tuttukları pozisyon ve tarafların pratik ihtiyaçları diye iki grup halinde toparlarsak, PKK ile KDP’nin çatışmaması için, öncelikle bu iki partinin pratik ihtiyaçları ile politik alanda tutmuş oldukları pozisyonlarının çelişik olmaması gerekir diyebiliriz. Bu olmadan, iki parti arasındaki bütün ideolojik farkları tasfiye etseniz de, iki partinin içindeki bütün ajanları temizleseniz de çatışma riskini ortadan kaldıramazsınız. Nitekim, daha düne kadar çatışacaklarmış havasında konuşan KDP ile PKK’nin, IŞİD saldırılarıyla birlikte birden ortak siperlere girmeleri, bu işin asli dinamiklerinin ideoloji veya egemen devletlerin istihbarat faaliyetleri olmadığını gösterir. Kürt hareketiyle ilgili analizlerdeki en ciddi yanlışlardan biri, analizcilerin sadece tarafların söylemlerinden hareket etmeleridir. Oysa aktörlerin söylemlerinden önce, onların alanda tuttukları yer ile pratik ihtiyaçlarına bakmak gerekiyor. Kürt partileri arasındaki çatışmaların gerçek dinamikleri burada yatıyor. Söylemler ancak bu çerçevede bir anlam kazanabilir veya kazanamaz.

    Böylece sorunuzun cevabı da ortaya çıkıyor:

    Sözü edilen partilerin menfaatlerini ortaklaştırmak tek başına bizim elimizdeki bir şey olmadığına göre sorunuzun cevabı, ne yazık ki olumsuzdur.

    Ancak bu, imkansız bir şey de değildir. Çünkü bazen bizim dışımızdaki koşullar bu iki partinin menfaatlerini ortaklaştırabilir (örneğin IŞİD saldırıları). Ama biz de iç kavgaya karşı oluşturacağımız güçlü bir bilinçle bu koşulların doğmasına katkıda bulunabiliriz. Eğer Kürt halkı arasında iç çatışmaya karşı güçlü bir bilinç oluşturulabilirse, halkın birlik isteğini çiğneyecek olan parti politik planda büyük bir kayba uğrayacağı için menfaatleri gereği çatışmaya biraz daha mesafeli duracaktır. Bu nedenle ajanlara kafa yorduğumuz kadar, bu partilerin politik alanda tuttukları yerlerin ve menfaatlerinin uyumlulaştırılması gibi konulara da kafa yormamız gerekiyor.

    Cemil Gündoğan

    2014-09-06

    ————————————–

    Bu röportaj, 2014-09-07 tarihinde Kürdistan Post sitesinde yayımlanmıştır:

    http://www.kurdistan-post.eu/tr/kurdistan/kurd-aydinlari-ne-dusunuyor-uc-gun-boyunca-surekli-guncellenecek

    http://www.gelawej.net/index.php/yazarlar/cemil-gundogan/916-pdk-pkk-cat-smas-n-n-neden-ler-i

  122. Anonim

    TC’yi Batı Kürdistan’da PKK/PYD Temsil Edecek!

    Allahuekber’ciler İle Abdullahçılar Elele!

    Ulusal talebi olmadığı için devlet istemeyen ve devlet veya federasyon isteyen Kürdleri birincil hedef yapan PKK/PYD’nin varacağı yer belli idi. Güney Batı Kürdistan’da “altın tepside” sunulan ulusal hakları sömürgeci Suriye devleti değil, çok açık bir şekilde PKK/PYD engelledi. Esad’ın paralı askerliğini yapan PYD aynı zamanda TC ile de (PKK ve Öcalan vasıtasıyla) içli dışlıydı.

    Bu konuda sayızsız haber yaptık ve şu değerlendirmede bulunduk:

    Özetle; “devlet istemeyen PYD’nin Güney Batı Kürdistan’ı Suriye devleti adına denetlemesi Kürdlerin ulusal haklarını engellemeye yöneliktir ve tamamen Suriye devletinin askerliğini yapmaktadırlar. Aunı anda TC ile (MİT aracılığıyla) sıkı ilişkiler geliştiren PYD, olası Esad yenilgisi veya Esad’ın zayıflaması durumunda bu defa Batı Kürdistan’ı TC’ye pazarlayacaktır.” Dedik…

    Hatırlanacağı gibi iki yıl önce Selahattin Demirtaş çok açık bir şekilde TC’ye seslenerek “Güvenli Tampon Bölge istiyrsanız PKK ile anlaşın” çağrısı yapmıştı.

    Gelişmeler Batı Kürdistan’da oynanan PKK/PYD kirli oyununa dair tüm tespitlerimizi ve öngörülerimizi doğruladı ne yazık ki.

    Düne kadar Esad’a karşı olan veya eleştiren herkesi “El Qaideci/gerici, MİTçi” ilan eden PKK/PYD, ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) ile ittifak kurarak yüzünü TC’ye çevirmiş oldu. PKK/PYD’nin ittifak kurduğu Suriye muhalif grupları “Burkan El Fırat” adı altında birlikte hareket edeceklerini açıkladılar. Muhalif gruplar içinde ve İslami Cephe bileşeni olan “Tevhid Tugayı”nın da bulunması PKK’nin Güney Batı Kürdistan’ı TC’ye peşkeş çekeceğinin göstergesidir. Çünkü “Tevhid Tugayı” TC’nin açıkça desteklediği gerici bir yapılanmaydı.

    MİT tarafından beslenen Tevhid Tugayı ile PKK/PYD’nin ittifak kurması tabii ki kendilerini yöneten devletin isteği sonucudur.

    PKK/PYD açıkça Esad askerliğini yaparken ses çıkarmadınız;

    Demirtaş açıkça “Batı Kürdistan’ı tampon bölge yapmak için TC-PKK anlaşmalıdır” derken de ses çıkarmadınız;

    Aynı dönemde PKK/BDP yöneticileri “Misak-ı Milli” yi dillendirip Batı Kürdistan’ı TC’ye bağlama amaçlarını ortaya koyarken de ölüm sessizliği yaşadınız;

    Ve bugün PKK açıkça, TC’nin direktifiyle TC yanlısı gerici örgütlerle birlikte Güney Batı Kürdistan’ı TC’ye bağlamanın adımlarını atıyor.

    Dün Esad’ı korumak adına tüm Suriye muhalefetini “gerici” ilan edenler bugün söz konusu muhalefetin en gerici ve MİT menşeli “Tevhid Tugayı” ile birlik kurabiliyor. İlkesiz, kaburgasız ve değersiz PKK/PYD’nin eksen kayması yaşaması şaşırtıcı olmadı bizler için. Çünkü PKK’nin tek amacı vardır o da Kürdlerin isanca yaşamasını engellemektir. Bu konuda hangi sömürgeci devlet başat rol oynasa PKK onun hizmetinde olur.

    Şayet (PKK gibi) taşeron bir yapı iseniz ilkeleriniz olmaz/olamaz!

    Her şeyinizi belirleyen sizin “iş vereniniz” olur…

    Çünkü efendileriniz; Kürdlük/Kürdistanilik hariç, sosyalist, dinci, ekolojist, anarşist, feminist, faşist v.s. her şey olmaya elverişli bir esneklik yaratarak piyasaya sürmüş sizi…

    Peki PKK/PYD şakşakçılığını yapan Kürdler ile sosyalist(!) olduğunu idda edenler bu rezilliğe ne diyecekler…

    Gelinen aşamada sizler (Kuzey Kürdistan politik yapıları/basını/yazarı v.s. ile Kürdlerin ulusal haklarına pervasızca saldırıp PKK papağanlığı yapan Türk sol çevreleri) PKK/PYD’den çok daha kirlisiniz ve bu durumdan sorumlusunuz.

    Sizleri rahat bırakmayacağız ve kirli geçmişinizle hep yüzleştireceğiz.

    Sizin “birlik” dediğiniz dönemde Selahattin Demirtaş “tanmpon bölge” teklifi yapıyordu.

    İki yıl önceki konuya dair değerlendirmeyi olduğu gibi paylaşıyoruz. Belki utanırsınız biraz…

    Haber/Yorum

    11.09.2014

    *****

    http://www.nasname.com/a/demirtastan-tcye-teklif–pkk-ile-tampon-bolge-olusturun

    27.07.2012 tarihli Demirtaş‘tan TC’ye Teklif; “PKK ile Tampon Bölge Oluşturun!” başlıklı yazımız

    TC’nin en büyük hayali Kürdistan’ın parçalanmış halini kalıcılaştırmak ve parçalar arası etkileşimi ortadan kaldırmaktır. Bu hayalin gerçekleşmesi için de “tampon’ bir bölge kurulması gerekiyor.Selahattin Demirtaş, devletin bu kirli emellerinin açıkça sözcülüğünü yaptı ve tampon bölge için PKK ile anlaşılması gerektiğini söyledi.PKK eleştirilerine tepki vermek için pusuda bekleyen açık ve gizli Apocular, her nedense Demirtaş’ın bu mide bulandırıcı teklifini, yani Kürdistan’ı TC’ye pazarlayan teklifini görmediler/görmek istemediler.Kürdlerin birliğinden dem vuranlar, Kürdistan’ın işbirlikçi Kürdler vasıtasıyla TCçıkarlarına hizmet edecek şekilde bölünmesi düşüncesine sesçıkarmıyorlar.Hem PKK politikalarını savunup hem de birlikten söz etmek, Selahattin Demirtaş’ın “tampon’ bölge teklifinin savunuculuğunu yapmak demektir.Kürdistan’da tampon bölge kimi kimden koruyacak peki?

    TC’yi Kürdlerden koruyacak ve Kürdlerin birleşerek devletleşmesini engelleyecek. Bu lanetli rol oynanırken “Kürdlerin özgürleştirildiğinden’ söz edilecek.Bazı düşünceler, açıklamalar farklı yorumlanmayacak kadar açıktır; Demirtaş’ın “tampon bölge’ fikri gibi…”Demokratik Özerkliği’ savunmanın zorunlu sonucudur tampon bölge ve Kürdistan’ın Kürdler eliyle parçalanmasıdır.Tarihin akışı öyle güçlü ki, sadece işgalci devletleri değil, işbirlikçi “tampon bölgeci’ Kürdleri de silip süpürecek ve bir asırdır geciktirilen Kürd devletinin kurulmasını sağlayacaktır. Bu sürecin hızlanması için Kürdlere düşen görev, TC’ye akıl hocalığı yapan Demirtaş gibi pazarlamacıların teşhir edilmesi ve misyonlaının deşifre edilmesidir.

    PKK/BDP tabanına herkesten daha fazla sorumluluk düşüyor.Çünkü kendi güçleri, emekleri, fedakârlıkları pazarlanıyor; amaçlarına hayallerine karşıt olarak. Ve kendilerine TC sınırlarını koruma görevi verilmiş oluyor; bundan daha büyük utanç olur mu?

    Demirtaş’ın ibretlik, utanç verici ve tüm Kürdleri rencide edici açıklaması şöyle:”Kürtlerin 100 yıllık makûs talihlerinin dönmeye başladığını söyleyebilirim. Ama temkinli bir biçimde.Çünkü her an bir kaosla karşılaşabiliriz. Yine de bu bazı gerçekleri değiştirmez. O da Kürtlerin artık statüsüz yaşama döneminin son bulması. Biz son bir yıldır sayısız kez Suriye’deki Kürtler üzerinde Barzani’nin değil, PKK’nin etkisi olduğunu anlatmaya çalıştık. ‘Eğer otonom özellik kazanmaya başlayan Batı Kürdistan’ı güvenli bir tampon bölge olarak görmek istiyorsanız, PKK’yle masaya oturun’ dedik. Oradaki Kürtleri kazanmanın birinci yolu bu. İkincisi de Türkiye’deki Kürtlere haklarını vermek. Türkiye, Suriye meselesinde kartlarınıçok kötü oynadı. Şimdi acilen değişiklik yapması gerek. Kürtlerin ve Türklerin ortakçıkarlarını şu anda ençok düşünen Öcalan’dır. Her zaman bölgede Türklerin ve Kürtlerin birlikte hareket ettiğinde büyük bir güç olacağını söylemiştir. Ama siz şu anda böyle etkili bir kişiyi, bir söz sahibini 1 yıldır tecrit altında tutuyorsunuz. Bu şekilde davranarak mı ‘dost güçler’le çevrili olacağınızı zannediyorsunuz?’…

    Başta PKK/BDP taraftarları olmak üzere herkese soruyoruz!Demirtaş’ın bu açıklamasına ne diyorsunuz?Rahatsız değilseniz Kürd/Kürdistan iddianızçürümüyor mu?Rahatsızsanız neden gereken tepkiyi vermiyorsunuz?

    Haber/Yorum

    27.07.2012

    http://www.nasname.com/a/tcyi-bat-kuerdistanda-pkk-pyd-temsil-edecek

  123. Anonim

    PKK ve KDP’nin siyaset kısırlığı..

    PKK, Misak-ı Milli’cimidir değilmidir bilemem ama statükocudur, Lozan’cıdır. Lozan demek, kürtler beşe bölünsün, beş ayrı sömürgeci devlet tarafından kontrol edilsin, soykırıma uğratılsın, tehcir edilsin, tutuklansın, işkence görsün ama bir kürt diğerinin yardımına koşmasın demektir. Kürtler kendi ülkelerinde kıstırıldığı zaman kendi ülkelerini bölen sınırların her iki yakasında farklı devletlerin ordularını yığmasıyla adeta duvarla karşılaşsın, sınırın öte yanında susuzluktan bitap düşmüş bir kürde diğer bir kürt bir bardak su bile uzatamasın. Kürtlerin muhatap oldukları koşullar yada uğratıldıkları insanlıkdışı haksızlık budur. Lozan demek, kürtten yaşam hakkını bile esirgeyen bir barbarlık türü demektir.

    Bunu pek aklına getirmeyen kürtler son günlerde peşmerge niye Rojava’ya müdahale etmiyor, Türkiye-Şam müşterek kuklası PKK niye kürtlere sınırı açmıyor diyorlar. O bahsedilen sınır açılırımı açılmazmı ayrı konu ama sınır dedikleri gerçekte varolmayan sınırlardır, kürtlerin ülkesini bölen lanetli statükodur. Kürtler bu laneti kanıksamanın ötesine geçerek savunucusu kesilmişlerdir. Başka sözcükle izaha imkan yoktur, bu durum kürtlerin ırzına başkalarınca tasallut edilmesinden daha ağır bir cürüm olup kürtlerce gerçekleştirilmiş bir tecavüzdür.

    Peşmergenin kendi alanından yüzlerce kilometre uzakta savaşma yeteneği yoktur, çünkü araziyi tanımaz, bölge halkını, köyleri, geçitleri kendi alanı kadar tanımaz, bilmez. Tanısa bile Türkiye, Suriye, islamcı muhalefet hatta PKK karşısında yalnızdır ve bunlara karşı tek başına savaş yürütecek gücü yoktur.

    Suriye diyorum, bunda çelişki yok, BAAS herhangi bir ülkenin IŞİD yada El Nusra’ya saldırmasına tepki vermez ama söz konusu kürtler olunca bunlarla birleşir. Türkiye, ancak beslediği çetelerle Suriye’ye girer ama sözkonusu kürtler olunca bizzat müdahaladen kaçınmaz. Hepsine bu hakkı veren Lozan’la oluşturulmuş statükodur. Bölge statükosu türklere, araplara ayrı ayrı hükümranlık hakkı tanıyor, sınırlarının ihlali halinde karşı konulmasını meşru müdafaa sayıyor, dolayısıyla müdahale hakkı tanıyor. ABD, İngiltere, Fransa güçlü devletler oldukları için bir vatandaşlarının katledilmesini bile gerekçe göstererek de facto durum yaratıyor ve müdahale ediyorlar ama kürtler kitleler halinde katlediliyor, toprakları gaspedilerek yaşam alanlarından çıkarılıyor, bu vahşet karşısında bile kürtlerin soydaşlarına yardım etmeye hakları yok, dayanışma imkanları yok.

    Niçin?

    PKK kendini türklerin bir bileşeni ve türk hükümranlığını kabul eden bir hareket olarak tanımlıyor ve gereklerine uyuyor.

    Güney’de bir yönetim olmasına rağmen kendini Irak’ın bütünlüğüne sadık bir parçası olarak tanımlayıp Irak’ın siyasi sınırlarıyla bağlıyor.

    Bu durum statüko tescilidir ve mevcut statükoyu içselleştirmektir. Kürtler bir yandan statüko koruyucusu kesiliyor, öte yandan bizi bu statükodan kurtarın diyorlar. Kürtlerin mevcut pozisyonu bu tanımladığımdan bir milim farklı değildir.

    Kürtler kendini zindana koyuyor, yetmiyor birileri içeri girmesin diye kapının arkasına barikat kuruyor, sonra kurtarın bizi diye çığlık atıyorlar.

    Batı ülkelerinin kürtleri kurtarmak isteyip istemedikleri ayrıca tartışılması gereken bir konudur. Farzedelimki kurtarmaya eğilimli biri çıktı. Kürt siyasi önderliklerinin bu çarpık ve embesil duruşu kaşısında kürtler statükonun değişmesini istemiyor şeklinde ciddi bir muhalefeti karşısına alacaktır ve kürtlerin kurtulmasına muhalefet edeceklerin daha güçlü gerekçeleri vardır. Zira kürt siyasi hareketlerinin bu duruşu aynı zamanda kürtlerin taleplerini temsil eder durumdadır ve temsil anlamına gelir. Batı sınırları değiştirsin ama hangi ayrılıkçı yapıyla işbirliği halinde bunu yaşama geçirsin? Kürtlerin bu konuda öne çıkan bağımsızlıkçı bir yapısı, dolayısıyla batının bir muhatabı yoktur.

    Kürtler bu bu sınırları meşru saydıklarında işgalci devletlerin hükümranlık alanı olarak kabulleniyor ve uluslararsı hukuk özünde kürtlerden yanayken kürtlerin aleyhine olacak şekilde hukuku adeta duvar misali karşılarına alıyorlar.

    De facto durum yaratmaya ve sınırları kalbur etmeye en çok kürtlerin ihtiyacı varken ve böyle fiili bir durum yaratmanın gerekçeleri hatta imkanları bugün her zamankinden fazlayken kürtler kürtler kaplumbağa misali başını kabuğunun içine çekiyor ve atıl kalıyorlar. Bu kabuk statükodur, kürtler bu statükoyla yetiniyor ve karşı çıkmıyorlar. Kürtlerin dünya karşısındaki tavrı ve ortaya koyduları siyasi tablo budur.

    Çeçenden, albana, türkten, farsa, araptan gürcüye kadar herkes bu devletler arasında cirit atar ama kendi ülkesinde bir yere ulaşmayı, en ölümcül anda soydaşlarına ulaşmayı kürt kendine yasaklamıştır. Salih Müslim’in hiçbir şeyi yasakladığı yoktur, bu yasaklar kürt siyasi önderliklerinin ittifakla aldıkları iradi karardır ve taraflar ayet misali uymaktalar. Peşmerge Suriye’ye giremezken Doğu Kürdistan peşmergeleri de Güney’e yardıma koşamaz. Geldikleri gibi geri çevrilir ve giderler.

    ABD ve Avrupa kendi çıkarları için binlerce kilometre öteden gelir bizim toprağımızda operasyon yürütürler. Araplar, türkler, farslar yeryüzünde it bırakmaz toplayıp ardına katar ve bizim toprağımızda operasyon yürütürler. Kürt kendi yaşamsal çıkarları için dahi olsa kendi toprağında istediği alana girme hakkını kendine yasaklar, statüko denen lanetin içine başını gömer.

    Böyle bir millete acınırmı acınmazmı onu da siz düşünün ama başka halkların size acımasını asla beklemeyin. Siz bu istasyondayken beklediğiniz tren gelmeyecek, gelse de sizi almayacak.

    *

    Suriye savaşı herkesçe bilindiği gibi sünni kuşağı yaratma operasyonudur. Ancak işin bu kısmı sadece görüntüdür. Esasta olan nedir, ona bakmak lazım.

    Suriye BAAS rejimi çok iyi bilindiği gibi nusayri araplardan oluşmaktadır. Nusayrilerin toplam nüfusu Suriye nüfusunun % 14’dür. 20 milyon nüfusu olan bir Suriye’de bu oran 2,8 milyon demektir, biz 3 milyon diyelim.

    Bu üç milyon nüfus için düşünülen ayrı devlet Hatay ile Lübnan arasında kalan Doğu Akdeniz kıyı şerididir.

    Lübnan’ın kendisi sadece bir coğrafyadır, nüfus yekpareliği yoktur, tarihte bir Lübnan devleti olmamıştır. Lübnan’ın kurulmasının amacı kozmopolit olmasından husule gelen doğal zayıflığını kullanarak sürekli elde tutmak ve Akdeniz’e çıkışı tıkayacak bir tampon olarak kullanmaktır. Lübnan’ın güneyi boylu boyunca İsrail’dir, Sina yarımadasının kuzeyine kadar fiilen kontrol imkanlarına sahiptir ve kontrol etmektedir.

    Sünni kuşağın oluşmasıyla İsrail tek başına tıkaç rolünü oynayamayacak, Lübnan üzerindeki kontrolu da buna yetmeyecektir. Düşünülen ikinci İsrail Esad rejimi tarafından temsil olunan nusayri azınlık ve ona göre planlanmış devlettir. Yaklaşık 3 milyon nüfuslu nusayri azınlık Türkiye ve sünni paktının diğer devletleri karşısında fazla tutunma şansına sahip değildir. Gerek ekonomik zayıflığı ve gerekse sayıca azlığı nedeniyle batı tarafından kontrol edilmeye son derece müsaittir. Bu özellikleriyle ikinci İsrail olmaya namzet konumdadır. İsrail’in arap ülkeleri içerisinde en çok Suriye rejimiyle el altından ilişkili olmasının nedenlerinden biri de budur.

    Öcalan, böyle bir Suriye’nin hizmetinde olarak sadece ikinci bir İsrail’e su taşımakla kalmıyor, nusayrilere planlanan toprakların abartılarak kürtlere ve sünni araplara Akdeniz’e çıkışı tamamen kapatacak projeye türklerin istediği ölçüler içinde angajedir. Türkiye ilerde kurulacak nusayri devletinin İsrail’den çok kendi dümen suyunda olmasını bekliyor ama gerçekleşmeyecek rüyadır. Türkiye, sekuler ve demokrat bir nusayri oluşumu yerine despot ve tecavüzkar bir devlet beklentisi içinde, kendine suç ortağı temini çabasında. Müdahaleye bu nedenle yanaşmıyor. Öte yandan da ikinci ihtimale oynayarak projeye örtülü destek veriyor, zira planın gerçekleşmesi halinde sünni arap kuşağı ve kürtler Türkiye üzerinden batıyla ilişkilenecekler. Sonuçta BAAS gidecek, Suriye “devrimi” tamamlandı denecek, sünni araplar kasap çıraklarına bırakılarak nusayrilerin yeni yönetimiyle Lübnan’dan bile daha zayıf ve yoksul yeni bir Akdeniz tamponu piyasaya sürülecek. Sonra bu devletin sırtına binenlerin ardı arkası gelmeyecek.

    Bu plan yeni değil, nusayrilerin illahki farklı devlet olması için uygulamaya konan plan Öcalan’ın Suriye ile müttefik hale getirildiği günden beri ipliği pazara çıkmış bir plandır ama uyuyan kürt siyaset erbabı bugüne kadar bunu farkedemediği gibi bugün de farkında değildir.

    Öcalan bunu tersinden okuyarak çarpıtırken istihbarat elemanlarına özgü bir dezenformasyon örneği sergiliyor. Esas ikinci İsrail nusayrilerle kısmen inşa edilmişken Güney kürtlerini hedef göstererek bariz bir ihanet ve aldatmaca yürütüyor.

    İsrail ve yahudi düşmanlığını körüklemesi de işin cabası. Öcalan bu yanıyla da insanlığını düşürüyor. Bölgede birden çok İsrail olması demek birden çok demokrasi demektirki kafa kesici Ortadoğu ilkelliğinden binlerce kez daha uygar ve insanlık alemi için binlerce kez daha hayırlıdır. Kaldıki nusayrilerin farklı inançta bir topluluk olarak kendini barbarlık olan katı islamcılıktan ayırması, sekuler bir yol seçmesi de son derece haklı ve uygar bir tutumdur. Kanemici BAAS diktatörlüğü bertaraf edildikten sonra Ortadoğu’da bir demokrasi daha niçin kurulmasın?

    Öcalan bundan öcü gibi korktuğu için BAAS katillerinin hizmetindedir. Bu kanemici rejim ortadan kalktığında Türkiye elini arapların cebine fazlaca sokamayacak, Öcalan’ı Truva atı gibi kürtlere karşı kullanamayacaktır. Rojava’nın boşaltılması bu plan eşliğinde okunmalıdır. Türkiye ve Öcalan kanlı bir ikinci İsrail istiyor, mevcut İsrail gibi demokrasisi olan bir İsrail istemiyor.

    (son iki cümle çıkarıldı. Admin)
    http://cebaxcor.blogspot.nl/2014/09/pkk-ve-kdnin-syaset-ksrlg.html

  124. Anonim

    Bakın, Atsızcı faşistler bile Kürtlerin devlet kurma hakkını kabul edecek duruma gelmişse artık özerklik, kanton gibi safsataları bırakıp devletleşmek gerekmez mi?

    Pekaka iyi ediyor, ellerine sağlık, işte bir devlet böyle kurulur, pekaka devlet kurmayı hakediyor, adamlar savaşıyor, gibi siz kardeşimsiniz falan filan diye kıvırmıyor. Varsa gücün ve adamlığın yok edeceksin, yoksa boyun bükeceksin hepsi bu kadar!

    http://www.turkcuturanci.com/turkcu/turkcu%27nun-gunceli/acilim-acilim-diye-diye-sehit-olmayan-polis-kalmayacak-!/msg145476/#msg145476

  125. Anonim

    HTKP bu alanı da doldurmaya çalışıyor galiba:
    ilerihaber.org/yazarlar/kurtulus-kilcer/kurt-sorununda-devrimci-siyaset/307/
    http://ilerihaber.org/yazarlar/onur-emre-yagan/yeni-aydinlanma-kurtlere-yer-var-mi/305/

  126. Anonim

    PKK Kürdlerin Birliğini/Dayanışmasını Yine Dinamitledi!

    Toplumlar, ya ortak bir hedef için birlik olurlar; ya da ortak bir felaketle karşı karşıya kaldıklarında birlikte hareket ederler.

    Toplumsal felaketlerin yaşattığı trajedilerin ağır etkisi, sonrasında elde edilen toplumsal kazanımlarla bir ölçüde haiffler. Bunun en acı ve somut örneği Halepçe/Enfal soykırımıdr. Güney Kürdistan’da tarihin gördüğü en ağır katliamlardan birine maruz kalan Kürdler, elde edilen Federal Yönetim ile bir ölçüde rahat nefes aldılar ve acılarını unuttular.

    IŞİD barbarlarının Kürdlere saldırması, yeni trajediler yaşatırken aynı zamanda ulusal kazanımlar için zemin hazırlamış oldu.

    IŞİD çeteleri Güney Kürdistan’a saldırdığında bütün Kürdler ve insanlıktan nasibini almış bütün insanlar acı ve hüzün ile sarsıldılar. Özellikle Şengal’de yaşanan trajedi IŞİD barbarlarına karşı öfke seline dönüşürken dünya genelinde Kürdlere karşı insani bir ilgiye de neden oldu. IŞİD barbarlarının Kürdlere yaşattığı acı kadar, PKK ve kısmen de YNK’nin takındığı tutum da ağırdı/acıydı Kürdler için. Yaşanan trajediden siyasi bir rant devşirme peşine düşen PKK, sömürgecileri aratmayacak şekilde Kürdlerin yegane ulusal kazanımı olan Güney Kürdistan’a saldırdı. Bu saldırılarında başarılı olamayan PKK daha sonra Pêşmergenin kararlı ve cesur mücadelesinden pay almaya kalkışacak kadar ik yüzlü ve fırsatçı olduğunu gösterdi.

    PKK’nin tüm olumsuzluklarına karşın Güney Kürdistan Yönetimi dünya devletleri ve dünya halkları nezdinde çok büyük bir saygınlık kazandı. Bu saygınlık, Kürdlerin bağımsızlık yolculuğunda birçok engelin aşılmasında belirleyici rol oynayacaktır kuşkusuz.

    Güney’de umduğunu bulamayan IŞİD ve arkasındaki barbar devletler bu kez Güneybatı Kürdistan’a yöneldiler. Özellikle de Kobanî’ye yönelik IŞİD saldırıları bütün Kürdleri ortak tutum almaya sevk ettiği gibi, dünya devletlerinin ve halklarının da ilgisini görmeye başladı. PKK’nin tutarsızlıkları, kirli bağlantıları ve Güney Kürdistan düşmanlına rağmen Kobanî’ye en çok ilgiyi Başkan Berzanî ve Güney Yönetimi gösterdi. İlk günden itibaren Başkan Berzanî, Koalisyon Güçleri içinde var olan saygınlığını kullanarak Kobanî’ye yardım edilmesi için girişimlerde bulundu.

    Koalisyon Güçleri’nin IŞİD mevzilerini bombalaması olası bir katliamı/soykırımı engellemiş oldu bu güne kadar. Bunu sağlayan ise tereddütsüz Güney Kürdistan Yönetimi ve özellikle de Başkan Berzanî’dir.

    Kimsenin ciddiye almadığı ve gittikleri her yerde “sizi tanımıyoruz” cevabıyla karşılaşan PKK/PYD yönetimleri, Güney ile Güneybatı Kürdistan arasında gelişen bağları koparmayı beceremediler.

    PKK’nin sürekli “kahrolsun” dediği Amerika, IŞİD mevzilerini bombaladıkça genel olarak Kürdlerden ve özel olarak da cephede savaşanlardan “yaşasın” nidalarıyla olumlandı. Bu durum PKK’nin siyasi olarak iflasıydı ve Kürdlerin Ulusal Birliği’nin fiili olarak kurulmasıydı da aynı zamanda.

    Koalisyon nezdinde itibarını/güvenirliliğini kaybeden Türk devleti, yaşanan fiili durum karşısında adeta bocalıyordu. Hem koalisyonun bir parçası olmak hem de Kürdlerin olası kazanımlarının önünü kesmek gibi zor hesaplar peşinde koşan T.C, arayıpta bulamadığı fırsatı her zamanki gibi PKK/HDP sayesinde buldu.

    Kürdler arasında Kobanî ile dayanışmanın en üst düzeyde olduğu; Güney Kürdistan Yönetimi’nin koalisyonun en etkili bileşeni rolünü oynadığı ve dünya devletlerinin IŞİD’e karşı Kürdlerden yana tutum almaya başladığı bir dönemde PKK yine Türk devletinin imdadına yetişerek Kürdleri zor durumda bıraktı.

    PKK/HDP’nin çağrısıyla sokaklara dökülen kontrolsüz kitleler ( ki bu kitle içinde bazıları çok bilinçli olarak devlet politikalarının temsilciliğini yapıyordu), devleti aklamak ve Kürdleri “terörle özdeşleştirmek” için ellerinden geleni yaptılar. Kürdler arası dayanışmanın en iyi durumda olduğu bir dönemde Kürdlerin ev ve işyerlerine saldırılması; amaçsız sokak serserilerine özgü yağmalama olaylarının yaşanması ve en önemlisi de farklı düşünen/inanan Kürdlere yönelik saldırıların/öldürmelerin yaşanması Türk devleti için kıskaçtan kurtulmaya neden oldu. Buna karşın Kürdler hem Kobanî ortak duyarlılıklarını kaybettiler, hem kendi içlerinde çok tehlikeli ve tahrip edici olası bir savaşın içine sürüklendiler, hem de uluslararsı camiada haklı davalarına gölge düşürdüler. Kuşkusuz ki buna neden olan PKK’nin kurumsal yapısı ve misyonudur.

    İşin en düşündürücü tarafı ise, PKK/HDP yöneticileri olayları değerlendirirken bu olumsuzluklara değinme gereği bile duymamalarıdır. Yani Kürdleri zor durumda bırakan olaylar PKK/HDP’yi rahatsız etmedi; onları rahatsız eden şey ise, eylemler içinde en anlamlı olanıydı. Atatürk büstleri ve işgal bayrağına tepki gösteren ve Kürdistan bayrağını dalgalandıran gruplar PKK/HDP’nin eleştiri oklarına ve suçlamalarına hedef oldular. Oysa Kobanî eylemlerinde Kürdistanî olan ve direkt sömürgeciliğe yönelen eylemler bunlardı. Bu durum, PKK/HDP’nin misyonunu(ısrarla anlamak istemeyenler için) bir kez daha göstermeye somut bir delildir…

    Düne kadar her şey Kürdlerin lehinde ve devletin aleyhinde iken, PKK’nin bu anlamsız ve karanlık delhizlerde örgütlenildiğinden kuşku duyulmayan oyunu her şeyi ters yüz etti. Şu an Kuzey’de Devlet inisiyatifi eline almış durumda ve PKK/HDP cephesi de günah çıkarma telaşında. Üç günde dengeleri devlet lehine değiştiren PKK, çıktığı günden beri kritik anlarda yaptığı gibi devletine hizmet etmiş oldu. Dikkat edilirse son otuz yılda PKK aynı şeyleri yapıyor; devlet sıkıştığında mutlaka devlete derin bir nefes aldıracak bir oyunda baş rol oynuyor PKK…

    Önce Güney ve devamında Güneybatı’da (özellikle de Kobanî özelinde) fiili olarak gerçekleşen Kürdlerin dayanışması/birliği, PKK tarafından dinamitlenerek etkisiz kılınmaya çalışıldı.

    İçi doldurulmamış soyut birlik söylemlerinin ne kadar anlamsız olduğunu; birliğin ortak amaçlar veya ortak saldırılar karşısında fiilen gerçekleştiğini; gelişen tüm fiili birliklerin PKK tarafından dinamitlendiğini son olaylarda bir kez daha görüldü.

    Romantik bir tarzda “birlik” çağrıları yapan Kuzey Kürdistanlı politik kişiler/yapılar bu gerçeklikten ders almalı ve PKK yalakalığı yerine Kürdlerin fiili birlikleri için çaba sarf etmelidrler. Yoksa “palyaço” gibi ortalıkta dolaşmaktan ve PKK’nin/Devlet’in kirli oyunlarını aklamaktan başka bir işe yaramadıklarını tescil etmiş olacaklardır.

    PKK ve aklayıcılarına rağmen Kürdler fiili birliklerini mutlaka kuracaklar ve mutlaka devletleşeceklerdir…

    Haber/Yorum

    11.10.2014

    http://www.nasname.com/a/pkk-kurdlerin-birligini-dayanismasini-yine-dinamitledi

  127. Anonim

    Çözüm Süreci, Demokrasi, Kürtlerin İradeleriyle Kendi Kaderini Tayin Etmeleri…

    İbrahim Güçlü

    Oslo görüşmeleri bir tarafa bırakılırsa, 2013 Newroz’undan bu yana “Çözüm Süreci” denilen “hikaye”, Türkiye’nin ve Kürdistan’ın gündeminde.

    “Çözüm Süreci”, son günlerde ve özellikle 6-7 Ekim 2014 kaosundan, felaketinden, provokasyonundan sonra da, daha yoğun tartışılan bir konu olmaya devam ediyor.

    Ne yazık ki, bu konuya ilişkin olarak, birçok boyut, birçok platformda, televizyonlarda, basında, tartışılmasına rağmen, sorun halen açığa çıkmış, anlaşılmış, belirsizlikler giderilmiş değil. Ayrıca, “ne isteniyor ve ne yapılmakta?” soruları da, yordamınca, siyaset ve sosyoloji biliminin parametreleriyle cevabını bulmuş da değiller.

    Bu belirsiz ve karmaşık durum, hükümet ve PKK’dan kaynaklanmaktadır.

    Bu nedenle, bir kez daha bu soruna eğilmem gerektiğini düşündüm.

    “Çözüm Süreci”, kandırmacalar ve samimiyetsizlik…

    “Çözüm Sürecinin”, gelişimi, tartışılan ve açığa çıkan boyutları, gözönüne alınıp analiz edildiği zaman, ortada karşılıklı bir kandırmacanın ve samimiyetsizliğin olduğu görülmektedir.

    Hükümet tarafı, başından beri Öcalan’la, “PKK’nın silahsızlandırılması” konusunda anlaştığını, Öcalan’ın silahlı mücadele dönemi bittiğini ilan ettiği için, silahlanmaya karşılık bir şey verilmediği ve taaahüt edildiği söylenmesine rağmen; ortaya çıkan belgelerden ve PKK tarafından anlatılanlardan, gerçeğin bu olmadığı, hükümetin bazı önemli vaadlerde bulunduğu, verisel olarak ortaya çıkıyor.

    Gerçi bir gerçek var ki, karşılıklı bir pazarlık varsa, iki tarafın sattığı ve aldığı bir mal vardır. Bahsi geçen olayda da, PKK silahını verecek ve bırakacaksa, buna karşılık hükümetin bir şey vermesi gerekir.

    Ne yazık ki hükümetin bu konuda yaptığı bir açıklama yok.

    Silah bırakmaya karşı, “genel bir af mı, Öcalan’ın serbest bırakılması mı?” diye sorulduğundan da, hükümet zinhar böyle bir şey olmadığını söylüyor.

    Hükümet, “PKK sorunu” ile “Kürt sorunu” farklı iki sorundur. PKK sorunu, PKK’yı silahsızlandırmaktır. “Kürt sorunu” daha fazla hak ve özgürlükler tanınması, demokrasi sorunudur demesine rağmen, bunun gereklerini yapmıyor.

    Hükümetin bunun için iki şey yapması gerekir/gerekirdi.

    Birinci şey: hükümetin, “Kürt sorununun” çözümü ve yöntemleri, Kürtlerin bireysel hak ve özgürlükleri hakkında: Evrensel hukuk ve ulusların sorunlarının çözümüne dair modellere bağlı olarak bir program ve proje sahibi olması gerek. Oysa ortada böyle bir program ve proje somutça olmadığı gibi, ufukta da buna dair ciddi işaretler, emareler de yok.

    İkinci şey: “Kürt sorununun”, PKK sorunundan farklı olması demek, sorunun bir ulusal topluluğa ve halka ait olması demektir. O zaman da bu sorunu, Kürt ulusal topluluğunun bütün siyasal ve toplumsal aktörleri, değişik sınıf ve tabakaları, siyasi ve sivil toplum örgütleriyle görüşülmesi gerekir.

    Hükümetin bunu yaptığına dair bir tanıklık yok. Tersine hükümet, kendi partisine oy veren Kürtleri bile bir şeyden saymama noktasındadır. Bundan dolayı da, AK Parti’ye oy verenler, ya tepki içindeler, ya da partiden bir kaçış içindedirler.

    Öcalan, PKK silah bırakacak diye kamuoyuna açıklama yapmasına rağmen, kapalı kapı arlarında PKK’nın silahlanmaya devam etmesini istiyor. PKK silahlı güçlerinini yüzbinlere ulaşacağını söylediğini, Milliyet gazetesinde yayınlanan tutanaklardan okuyoruz.

    S.S. Önder, Kandil’in gençleri eğiteceğini söylüyor.

    Aysel Tuğluk, PKK’nın en azından çeyrek asır silahlı kalacağını ifade ediyor.

    Kandil’in her açıklaması ve tehditi bunu anlatıyor.

    Sonuç olarak, gelişmeler, hükümetin istekleri ve Öcalan’ın taahhüdleri çerçevesinde yürümüyor. PKK’nın silahlı güçleri, hükümetin de dolaylı desteği ile iki katına çıkmış durumda.

    PKK ve Öcalan, dürüst davranmıyorlar. PKK’nın silahsız olmayacağını, silahsız PKK’nın yok bir PKK olacağını ifade etmiyorlar. Kendi silahlı güçleriyle, bir bölgede egemen ve iktidar olmak istediklerini söylemiyorlar.

    Ama, “barış zor iştir, bu nedenle meşaketlidir, zaman zaman çatışmalar olur” diyerek halk aldatılmaya, kandırılmaya, uyutulmaya çalışılıyor.

    Gelinen noktada, hükümet tarafı, “çözüm sürecinde” yüzde 90’lık bölümünü geçtiklerini söylüyor. HDP Eş Başkanı Demirtaş, “çözüm sürecinde” yüzde beşlik bir mesafenin katledildiğini ifade ediyor. Buyrun, “ayıklayın bu pirincin taşını.”

    “Çözüm Sürecinde” Demokrasi Yok, Bürokratik Otoriter Yaklaşımlar Var…

    Kürt millet sorunu, büyük bir milli, siyasal, toplumsal ve tarihi bir sorun. Bu sorun, aynı zamanda, yüzyılların ve bölge çapında milli, siyasal ve toplumsal bir sorun. Bu nedenle, çözümü de kapsamlı, oldukça çoğulcu, katılımcı, federal demokratik bir model ve ahlakla, şeffaf, Kürt milletinin iradesine dayalı olarak çözüme kavuşacak bir sorun.

    PKK, her ne kadar Kemalist Devletin bir plan ve projesi olarak ortaya çıkmışsa da, Kürt millet sorunuyla iç içe geçen, manipülatif bir konum kazanmış durumda. Bu nedenle, PKK sorununun çözümü de demokrasi, Kürtlerin ve Türklerin tayin edici demokratik iradeleriyle çözümlenecek bir sorun.

    Kürt millet sorununu, sorun haline getiren yapı da Sömürgeci Kemalist Türk Devletidir. Bu anlamıyla, bütün sorunların ana kaynağını oluşturmaktadır. Devletin radikal bir şekilde değişmesi gerekir. Devletin, Kürtlerin, Türklerin, diğer etnik toplulukların en azından federal devleti haline gelmesi gerekir. Bunun da büyük bir demokrasi devrimi ile olacağı tartışmasız.

    Ne yazık ki, “çözüm süreci”nde iki tarafın da demokrasi ile ilintili olmadığı görülüyor. Her iki taraf, demokratik olmayan yöntemleri kullanmayı kendi çıkarlarına uygun görüyorlar. Bunu kendi egermenliklerinin devamı için de, elzem görüyorlar.

    Kürtlerin, İradeleriyle Kendi Kaderlerini Tayin Etme İle İlgili Bir Saygısızlık ve İrade Gaspi Hali Var…

    Kürtler, bir millet. Hem de Ortadoğu’nun sayısal ikinci büyük bir milleti. Millet olarak bütün ulusal hakları gasap edilmiş durumda. Ülkesi işgal altında ve sömürge altı bir statüdedir.

    Kürt milletinin, diğer dünya milletleri gibi, kendi kaderini kendi iradesiyle tayin etmesi mutlak bir hakkıdır.

    Kürt milleti, bu iradesini, federal, konfederal, bağımsız devlet çerçevesinde kullanma hakkına sahiptir.

    Türk Devleti hep Kürt milletinin bu iradesine karşı oldu. Kürt milletinin varlığını ret ettiği için, iradesine hiçbir zaman saygı duymadı.

    PKK de, devletin, Kürt milletinin kendi kaderini kendi iradesiyle tayin etmesi sürecine bir darbe ve müdahale projesidir.

    Bu nedenle, “çözüm sürecinde” her iki taraf da, Kürt milletinin iradesine saygı duymuyor. Kürt milletinin iradesini gasp etmeye çalışıyor.

    Kürt milletinin bireysel ve kollektif haklara kavuşması, “demokrasinin olmazsa olmaz” koşullarından biri olduğu için de, devlet tarafı ve PKK de demokrasiden uzak tutum ve davranış içindeler.

    Amed, 24 Ekim 2014

    İbrahim GÜÇLÜ

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/ibrahim-guclu/1086-cozum-sureci-demokrasi-kurtlerin-iradeleriyle-kendi-kaderini-tayin-etmeleri

  128. Gün Zileli

    Ender’de, ulusalcılık bakımından pek bir değişiklik olmamış…

  129. FERDI KADER

    GERÇEK BARIŞ SÜRECİ ORTADOĞU’DA KÜRT HALKININ BAĞIMSIZLIĞI VE ULUSAL HAKLARININ TEMİNATI İLE MÜMKÜNDÜR…

     
    Şimdi TC çetelerinin barış süreci dedikleri fenomen, Osmanlı döneminden daha geri, çirkef bir durumu yansıtmaktadır.
    Türk yönetimi, cezaevinde tuttukları bir kişiyi, rehine gibi kullanarak, Kürtlerin bütün haklarının yok edilmesi temelinde, Kürtleri teslim alma politikası gütmektedirler. İmralı, veya çözüm süreci adını taktıkları tiyatronun oyuncularını bile kendi öz adları anmaktan aciz bir devletin ‘süreç, müzakere’ yalanlarına kapılmak ihanete götürür! 

    AKP’nin Çözüm süreci adını verdiği, post modern Kemalizmi yeni bir kılıf altında devam ettirme, Kürtlerin hakkını hukukunu yok sayarak, bir yüz yıl daha yok etme sürecidir!

    Türk yönetimi, süreç diye adlandırdığı tiyatorunun oyuncularını lakap takarak çağırmaktadır. Abdullah Öcalan ismi yerine, ‘imralı adası’, ‘terörcü başı’, ‘heyet’ gibi isimler kullanılarak, ‘sürecin’ ciddiyet derecesi açıkça ortaya serilmektedir. Türk devleti, bu anlamda normal bir devlet imajı yerine, eşkiya bir devlet görümüne bürünmektedir. Türk parlamentosunun, bu haliyle, özgürlük isteyen Kürdistan kitlelerini memnun ve mesut edecek bir karar alabilmesi mümkün değil.
    Antlaşma yapmak için, kendileri ile barış yapılacak şahıs veya gurupların adları dahi açıkça söylenmediğine göre, ortada daha tehlikeli bir oyunun dönüşü sözkonusudur…! Sürecin muhatapı, Kürt tarafı diye lanse edien taraf, kendi adı ile değilde Marmara denizinde bir ada (İmralı) adı ile anılıyorsa burada bir bit yeniği var anlamı çımaktadır. 

    KÜRTLER İMRALI ADASINDA DEĞİL, KÜRDİSTAN’DA YAŞIYOR!

    Barış, İmralı adasında yaşayan bir halkla değil, Kürt halkı ile yapılacaktır!
    Türkiye, sözde barış yapacakları Kürtlerin adını anmaktan acizdir. Demek ki Türk insanı Kürtlere o kadar alerji duyuyor ki, TC yönetimi, barış sürecini imralı adasında başka bir halkla yapmakta oldukları imajını vererek, Kürt düşmanı Türklerin gözlerini boyamak zorunda kalmıştır! Gerçek bir barış süreci varsa neden bu kadar adi bir aldatmacaya başvuruluyor. Barışacak kişi veya milletler, birbirlerini oldukları gibi kabul edemiyorlarsa, barış nasıl olacak??

    Böylesine bir sürecin daha baştan çökmeye mahküm olduğu ortadadır. Savaş ruhu taşıyan Türkler, Kürtleri eşit derecede bir halk olarak görmek yerine, onların adlarından bile öcü gibi korkuyorlar, bu ruh haliyle nasıl barışacak bunlar!! Ne yazık ki çoğunluğu cahil kalmış Türkler, imralı adasının nerede olduğundan bile habersizdirler….

    AKP, diğer öncülleri gibi, kırmızı kitabı elinde, bağırıp çağırarak varolan statükoyu sürüdürmede kararlı olduğunu söylemeye devam ediyor! Erdoğan’ın Suriye Kürtlerine yönelik tavırları, askeri darbecilerinkinden daha iyi değildir. Bu tutumlar, çözüm hayallerini köpürten düzen güçlerinin Kürt halkına yönelik imha ve inkara dayalı ırkçı-inkarcı resmi devlet çizgisini sürdürdüğünü gösteriyor.
    Ciddi ve dürüst çalışmalar, ortak plan ve süreçler ancak, karşılıklı güven ve açıklıkla yapılır. Gizli kapalı oyunlar oynanıyorsa, dümenler dönüyorsa, bu iş ta baştan yıkılmaya mahkümdur. Kalıcı barış ancak adalet ve eşitlik temelinde Kürt sorununun gerçek, yani ulusal haklarının verilmesi ve kendi topraklarında hakimiyet kurması ile sağlanabilir.

    Rehin gibi tutulan ve adı ile bile anılmayan A. Öcalan’ın, burada, Kürt halkının ulusal haklarının tümden inkarı sürecine tepeden inme ‘önder’  hemde TC’nin kendisi, barış masasına oturan karşı taraf olarak, düşman tarafından lanse edilmesi, bütün Kürtlerim dikkatini çekmektedir…Ortada seçimle gelen Kürt temsilcileri olmasına rağmen, bunların manipule edilerek, cezaevinde rehin tutulan bir kişinin tek lider diye angaje edilmesi ve bu kişinin de, ‘biz Kürtler için artık bir şey istemiyoruz’ beyanını vermesi, kürt halkına vurulan büyük bir darbedir!
    Bu durum, İŞİD’e, ben artık sizdenim demeye benzer, ama kelle kurtulur mu, o da henüz belli değildir!

    Kürtlerin Soykırımı İçin IŞİD ve Tampon Bölge planı!

    AKP iktidarı;  sırası geldikçe “barış süreci” ya da benzer tanımlamalar ile Kürtleri oyalarken, diğer taraftan da petrol alanlarına sahip çıkmak için yeni planların peşindedir.
    IŞİD örgütlenmesinde rolü olduğu bilinen,Başbakan Davutoğlu’nun devreye soktuğu derin stratejinin gereği  İŞİD ve Al-Nusra’ya savaşsın diye gönderilen 5 000 özel timci, 250 MİT mensubu, modern savaş araç ve gereçleri ile, Kürtleri barış masasına gelmeden elimine etmeyi, başarılamaması  halinde  ise dize getirmeyi hedeflemektedir.
    Türkiye, çıkarları gereği, Kürtleri soykırıma uğratsın diye İŞİD’i büyütmeyi hedeflemektedir.
    TC nin hedefi Kürtlerin soykırımıdır. Zira, Dersim gibi, Kobane’den, yurtlarından edilerek göçmenleştirilmiş Kürtleri hedeflerinden koparmak devamında asimile etmenin mümkün olduğu deneyimi vardır. Dersim soykırımında başarılı olunduğuna göre TC, aynı yöntem ve taktikleri devam ettirmektedir. Böylesi bir soykırımı göze alan iktidar, aslında herkesi yakacak bir alev topuyla oynamaktadır.

    İşte, tam da Bağımsız Kürdistan devletinin kuruluş şartlarının hızla olgunlaştığı bir durumda, Ortadoğu’da bütün halkların kendi sınırlarını çizmekle uğraştığı bir anda ‘herşeyden vazgeçiyoruz’ demenin ne anlama geldiğini bilmeyen çoban artık yoktur Kürdistanda…!
    Türk devleti Kürtleri bir kez daha kandırırsa ne olur? Üç-beş yıllık zaman kaybından başka hiçbir şey olmaz. Hatta eski yöntemler tümden iflas etmiş olacağı için buna kayıp da denmez.
    TC oyun oynuyor! Bu tartışılmaz. Kobanê’yle dayanışma eylemlerinden önce de böyleydi, IŞİD’in Kobanê’ye saldırısının yoğunlaşmasıyla beraber, çözüm süreci denilen oyunun deşifresinde ilerleme görülüyor. Adları ile anılmayan oyuncular, PKK içerisindeki MİT yönlendirmesi gurupların zorda kalması kaçınılmazdır.

    AKP başı, çete lideri Erdoğan,  Tek ulus, tek devlet, tek bayrak ve tek dil’ paradigması devam etmektedir.’ diyerek gerçek amacını her geçen gün tekrarlayarak oyun oynadıklarını artık gizlemiyor!
    Tayyip Erdoğan, daha önce de “anayasa değişikliği yok, af yok, Kürtçenin eğitim dili olarak kabul edilmesi yok” demişti. Kürtçenin eğitim dili olması, genel af talebinin karşılanması, anayasal vatandaşlık vb. asgari taleplere bile düşmanca yaklaşan Osmanlı kırması iktidarın Kürt sorunu konusunda tekçi anlayışı sürdürecekleri aşikardır.

    Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’den gelen açıklamalar devletin Kürt sorununa, Kürt halkının haklı taleplerine yönelik bakışının özü, özetidir. Tek ulus, tek devlet, tek bayrak ve tek resmi dil paradigması devam etmektedir. Etnik ve kültürel farklılıklar zenginliğimizdir denilerek Kürt halkının devrimci dinamizmi düzenin labirentleri içinde boğulmak istenmektedir. AKP ve Genelkurmay’ın çözümden anladığı Kürtlerin bir kültürel zenginlik ögesi olarak kabul edilmesidir. Kürt sorununun çözümünden anladıkları şey ise Kürt halkının denetim altında tutulmasıdır.

    Tayyip Erdoğan ve Genelkurmay Başkanı’nın yaptığı açıklamalar “çözüm” sürecinin nasıl bir aldatmaca olduğunun net ifadesidir. Açıklamalar, Kürt halkının olmazsa olmaz dediği haklarına ilişkin olarak herhangi bir vaatte bulunmadığının göstergesidir. Nitekim Tayyip Erdoğan daha önce de anadilde eğitimin gündemlerinde olmadığını belirtmişti. Zira tüm düzen güçlerinin asıl amacı Kürt sorununu değil Kürt hareketini çözmektir. Bu saldırının biricik panzehiri ise Kürt halkının ulusal hak ve özgürlüklerini devrimci mücadeleyle söküp almasıdır. 

    Bu anlayış barışın değil savaşın projesidir. Yani “çözüm süreci” barışın değil, sınır tanımayan kapsamlı bir saldırganlık ve savaşın projesidir.

    AKP demokrasiyi yok etme sürecini devam ettirirken, saçma bir barış sürecinin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı, çözüm süreci adı verilen planın, AKP’nin rezil politikalarının üstünü örtmeye yaradığı da artık gizlenemez.

    ERDOĞAN BAŞKA İŞLERİN PEŞİNDE…!
     
    Erdoğan’dan Kürtler için hak hukuk beklemek saflıktır. ‘süreç’ denilen tiyatro, bir yalan dolan sürecidir. Hazırlanan ve her gün kılıfı değiştirilen sözde ‘paketin, sürecin’, geçmişin baskıcı terörcü ırkçı şovenist devlet yapısından kopuşu değil, onun daha da pekiştirilmesine hizmet ettiği gerçeği artık kör gözden de kaçmıyor.
    AKP, yeni Kemalizm despotizmini din boyası ile süsleyerek Kürtleri kandırıp tasfiye etme dışında bir hedef gözetmiyor…Kürtler Erdoğan’ın kişisel oyunlarına alet olmaktan vazgeçmelidir. Erdoğan sözünde durmamaktadır. Saat başı tavır değiştiren bir bukalemundan farksızdır! İstanbul’da padişahların kurduklarından daha büyük bir cami, Çamlıca camisi, Ankara’da Osmanlı saraylarını geride bırakan Ak Sarayı kurup, başkanlık sistemi ve tek şefliği hedefleyen, gözü şan şöhretle dönmüş Recep paşa’nın derin kuyusuna düşmek saflıktır! Aşırı hızla çoğalacak kalabalıklara Selefi ve Wahhabiler’ in fetih ve ganimet hedeflerini aşılayan ümmetçi ırkçı şef, yeni devlet ideolojisini hakim kılmak için elinden geleni ardına koymuyor!  Dünyanın her yerinden toplatılıp getirilen Cihadçıların, Kürtlerin yoğun olduğu alanlarda eğitilip Suriye’ye sokulması, bunların ana kontrolünün özel savaşçı Türk subaylarına verilmesi, şeriatçı militanların Kürtlere karşı kullanılmaları, karakol yapımındaki anormal artış ve köy koruyucularına sağlanan örtülü ödeneklerin artırılması vs.. göstermektedir ki, AKP Kürtler için en azından cuntacılar kadar tehlikelidir.
    Kürtleri kandırmak için Ümmetçi İslamcılığı, Kemalist militarizmle sentezleyen AKP, TC’nin eski politikalarını ideolojik yenilenmeyle devam ettirme kararlılığını son Kobani oyununda da yenilemiş oldu!
    Şan ve şöhret ile gözü dönmüş, bu uğurda her yöntemi kullanan R.T Erdoğan’dan hak hukuk beklemek kadar aptalca bir şey olamaz!
    Saat başı görüş, politika değiştiren, akıl almaz yalan dolanla günümüzün en gaddar liderlerine taş çıkartan Erdoğan, tek şeflik ve kişisel çıkarlarına karşı olan her engeli rahatlıkla aşmaya devam ediyor!
    Erdoğan nihayetinde Kemalist orduyu da peşine takarak, satükonun yeni sahibi oldu! Kemalizm tarafından katliamdan geçirilen Kürtler, Kemalizm’in nasıl bir zehir olduğunu çok iyi biliyor. Mühalefeti tesirsiz hale getiren AKP şimdi artık statükocu Kemalizmi temsil diyor! AKP sadece Küzey Kürdistan’da değil,Rojava’da Kürtler üzerinde baskıyı artırmaya çalışıyor. MİT TIR’ları gece gündüz Suriye’ye geçmeye devam ediyor!
    Yıllardır Kürtleri oyalayan AKP, sonuçta 90 yıldır yapılanla kaldı. Son MGK toplantısında TSK nin dayattığı kırmızı çizgileri savunan Recep Tayyip Erdoğan, Kemalistlerle Kürt sorunu üzerinde anlaşmaya vardı.
    AKP iktidarı, İŞİD olmaksızın Kürteri tek başına yok edemeyeceğini iyi biliyor! Türkiye’den örgütlendirilip Suriye’de muhalefet cephesi adı altında savaşan Sunnilerin niyetlerinin ne olduğunu, bunların hangi hedefler doğrultusunda elde tutuldukları, ceplerine para konan ve desteklenen bu paralı askerlerin yarın Kürdistan’da büyük bir vahşet planını icra etmeleri için gerekli maddi temellerinin sağlandığı gerçeği gözden kaçmamalıdır.
    SOn MGK TOPLANTISINDA ALINAN KARARLARA GÖRE KÜRTLERE 1923 TEN ÖNCEKİ DURUMDAN DAHA KÖTÜ BİR STATÜ VERİLECEK!

    MGK toplantısında alınan kararlara göre Kürtleri kandırma ve oyalama süreci devam ettirilecektir. Bu oyunu en iyi oynayan AKP, Kürtleri eski statüde tutmak şartı ile Türk ordusunun tam desteği verildi. Erdoğan tek şef olacak, onun başkanlık sistemi TSK tarafından kabul edilecektir.
    İşte bu yeni MGK doktirinine göre, Kürtlere karşı mücadele ettikleri müddetçe Araplar’a yardım edilecek, İŞİD, El Kaide-El Nusra ile ortak eylemler yapılacaktır. Bunlarla en iyi ilişkiyi AKP sağladığına göre, İŞİD ve El-Nusra Tayip Erdoğan’nı kayıtsız şartsız destekledikleri için, ortak çaışma ve işbirliğine devam kararları alındı!
    AKP’nin Kürtlere yönelik planları, Kürt halkının kendi kaderinin kendisi tarafından tayinine düşmanca bakıyor ve eski statükonun korunmasını amaçlamaktadır. Son Kobani olayında olduğu gibi AKP, eski Kürt düşmanı statükoyu korumayı ve Kürtleri zaman içerisinde yok etmeyi amaçlamaktadır!
    AKP’nin bu planları ile, Kürtlerin en temel uluslararsı haklarının inkarına devam edilmektedir… Kürdistan halkının talebi olan anadilde eğitim, Kürtlerin haklarına ilişkin anayasal güvence, Kürdistan halkının kendi kendini idare etmesi ve Kürtçe’nin resmi dil olarak kabul edilmesi konularında ilerleme değil, tam aksine gerileme kaydetmektedir.
     
    Bu durumda Kürdistan halkı olarak, kendi topraklarımızda, hür ve bağımsız olarak yaşama opsiyonunu savunma dışında başka bir çaremiz kalmamaktadır. Kürtler bugün bağımsız Kürdistan oluşumunu artık reel bir gerçek olarak görmektedir. Asıl yapılması gereken “çözüm” aldatmacasıyla zaman yitirmemektir, Kürdistan, bağımsız bir devlet olarak ortaya çıktığında, Türkiye, Ortadoğu ancak bu koşullarda barışın egemen olduğu bir coğrafyaya dönüşecektir.

     
    Saygılar ve Selamlar

    Ferdi Kader, B. Zeynep Aker, Dursun İlkas, İsmail Balkır
     
     

  130. Anonim

    gün abi ne yazı yazmışsın 🙂 yorumlardan kitap çıkar:)……

  131. Anonim

    Petrol Değil, Bağımsızlık Kavgası!

    Güney Kürdistan Hükümeti ile Bağdat arasında yaşanan petrol krizinin özü bağımsız Kürdistan’a giden yolun açılması veya kapanmasıdır. Sorunu yüzeysel olarak değerlendirenler “Kürdistan’a ödenmeyen bütçe payı ve ödenmeyen maaşlar” sığlığında dolaşırken, esas kavganın bağımsızlık ekseninde yaşandığını göremediler.

    Son bir yılda Kürdistan’a ekonomik ambargo uygulayarak mevcut kazanımı ortadan kaldırmaya çalışan Irak Merkezi Yönetimi, entegrasyoncu partilerin de katkılarıyla Hewlêr’i oldukça zorladı. Görünürde hedef Berzanî/PDK olduğu için, soruna grup/parti çıkarı açısından yaklaşan bazı “Kürd partileri” de Bağdat’ın kirli oyununda rol aldılar. Oysa Hewlêr’in yıpranması ve Berzanî/PDK’nin işlevsiz kalması Güney Kürdistan kazanımının yok edilmesi anlamına geliyor.

    Uygulanan ekonomik ambargoyu fırsat bilen bazı Güney Kürdistanlı partiler, sıkıntı yaşayan halkı Hewlêr’e karşı ayaklandırmaya kadar götürdüler. Bu noktada PKK ve Türk Solu’nun da “Berzanî’ye/PDK’ye” karşı kirli bir propaganda yaparak Bağdat merkezli oyuna destek vermesi şaşırtıcı değildi.

    Güney Kürdistan Yönetimi’nin karşı karşıya kaldığı kirli oyunda ekonomik darboğazı aşmak ve ayakta kalabilmek için tek seçeneği vardı; Kürdistan petrollerini (Irak ve başka devletlere rağmen) satmaktı. Petrollerin satışı noktasında Amerika ile karşı karşıya gelmeyi göze alan Güney Kürdistan Yönetimi her türlü riski göze alarak Türkiye ile petrol anlaşması yaptı. Türkiye en ideal seçenek değildi kuşkusuz ama Türkiye dışında başka seçenek de yoktu.

    Bu noktada “neden Türkiye” eleştirileri ya cehaletten ya da bilinçli olarak Kürdistan Hükümeti’ni yıpratma amacından kaynaklıydı. Şayet bu risk göze alınmasaydı ve Türkiye üzerinden petrol satışı yapılmasaydı, “Kürd Baharı” adı altında halk, kendilerine “Kürd partisi” diyenler tarafından harekete geçirilecekti ve Güney kazanımı Bağdat ve diğer sömürgecilerin isteğine uygun olarak ortadan kaldırılacaktı.

    Her türlü riski göze alıp Kürdistan petrollerini Türkiye üzerinden satan Kürdistan Yönetimi, Bağdat’a mahkûm olmayacağını başta Amerika olmak üzere tüm dünyaya göstermiş oldu. Bu gün Amerika ve diğer Batılı devletlerin Kürdistan Hükümeti’ne gösterdiği yakın ilginin nedenlerinden biri de, Kürdistan Yönetimi’nin dayatmalar karşısında risk alarak farklı seçeneklere yönelebileceği endişesidir.

    Irak Merkezi Yönetimi’nin devreden çıkarılarak Kürdistan petrollerinin Kürdistan Hükümeti tarafından direkt satılması demek, Kürdistan’ın ekonomik bağımsızlığı demektir. Siyasi bağımsızlığın ekonomik bağımsızlık şartına bağlı olduğu gerçeği, atılan adımın önemini ve gelecekteki siyasi sonuçlarını göstermesi bakımından hayati önemdedir.

    Bağdat Yönetimi’nin bütçe ve maaşları ödememesi, Kürdlere bağımsızlık yolunu açıyor ve bilmeden/istemeden bağımsızlığa giden yolda Kürdlere çok çok önemli bir katkı sunuyor.

    Kürdistan Parlamentosu’nun konuyu görüşmesi ve ‘Kürdistan’ın bütçe payının verilmemesi durumunda, Hewlêr’in ekonomik bağımsızlığını ilan etmesinin’ görüşülmesi; konunun hassasiyeti nedeniyle konunun gizli oturumda ele alınması çok önemlidir.

    Aynı şekilde Başbakan Berzanî’nin Bağdat yönetimine yönelik eleştirilerinde “İŞİD/DAİŞ’in etkin olduğu bölgelerde bile maaşlar ödenirken, Kürdistan bölgesinin maaşlarının ödenmemesine” vurgu yapması ekonomik bağımsızlık yolunda alınacak kararların haklı nedenlere dayandığını anlatmaya yönelikti.

    Şayet petrol satışı krizi devam ederse ve Kürdler direkt petrol satışlarında geri adım atmazsa, ekonomik bağımsızlıkla birlikte siyasi bağımsızlık fiili olarak gerçekleşmiş olur.

    Kürdlerin en büyük avantajı, Bağdat Yönetimi’nin anayasayı ihlal ederek Kürdistan’a düşen bütçe payını ve memur maaşlarını ödememekte inat etmesidir. Bağdat’ın bu inadı sürdüğünde hem ekonomik hem de siyasi bağımsızlık kararı alacak Kürdistan Yönetimi uluslararası arenada haklı bir pozisyonda olur ve dünya devletlerinin de desteğini alır.

    Umarız ki Bağdat Yönetimi inadında ısrar eder ve Kürdistan’a düşen bütçe payı ile memur maaşlarını ödemez. Çünkü bu inat Kürdlere bağımsızlığı getirecektir…

    Haber/Yorum

    11.11.2014

    http://www.nasname.com/a/petrol-degil-bamsizlik-kavgasi

  132. Anonim

    ​Tevger Telaşlandırdı; Devletçilerin Umudu Öcalan!

    DHA kaynaklı bir haber Türk basınında yer aldı. Söz konusu haberde ‘Diyarbakır’da Kürdistan ismiyle açılan ilk kurum olan Tevger konu ediliyor ve Kürdistan Bayrağı’nın Tevger binasında asılı olmasına dikkat çekiliyor. Dahası Tevger’in başlattığı ve öncülük ettiği Kürdistan ismini kullanma ve Kürdistan bayrağını asma anlayışının diğer parti/örgütlere etkisine’ dikkat çekiliyor. Haberde ayrıca Kürdistan bayrağının asılması ile ilgili olarak Tevger Örgütlenme Sorumlusu Sevgili Roger Çaxer ile yapılan bir röportaja da yer verilmiş.

    Haberde açık bir yorum olmasa da, örtük olarak gelişen Kürdistani anlayışın devlete ve entegrasyonculara karşı yaratacağı tehlikelere dikkat çekiliyor.

    DHA’nin örtük mesajını en iyi anlayan ve bunu kullandığı fotoda dışa vuran odatv oldu.

    Odatv, devletin Kemalist ve derin kesiminin bilinen sesidir; Yalçın Küçük ve talebelerinin eseri olan Odatv, Kürd/Kürdistan konusunda esas tehlikenin Ulusal Kurtuluşçular olduğunu ve bu nedenle de entegrasyocu PKK’nin bir nevi “can simidi” olduğunun bilincindedir. Bundan dolayı da işbirlikçi Abdullah Öcalan’ı Kürdlere “lider” diye pazarlayan devletçi medyanın başında geliyor.

    Tevger ile ilgili haberi veren Odatv, haberde kullandığı foto ile Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları’na karşı Öcalan kozunun devlet tarafından acilen kullanılması gereğine vurgu yapıyor.

    Söz konusu fotoda,

    “Abdullah Öcalan Abdullah Öcalan

    Acil Müzakereye Çağrılıyorsunuz

    DİYARBAKIR’DA KÜRDİSTAN BAYRAĞI”

    Yazılıyor…

    DHA kaynaklı haberi aşağıda okuyucularımızla paylaşırken, Odatv’nin kullandığı fotoyu da manşetten veriyoruz.

    Ve ideolojik/politik olarak Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesine öncülük eden Tevger’i onurlu duruşundan dolayı kutlarken diyoruz ki; “Düşmanınızı telaşlandırıyorsanız ve bu telaş onları “çözüm” adı altında işbirlikçileri “muhatap” almaya zorluyorsa demek ki doğru yoldasınız”…

    Haber/Yorum

    16.11.2014

    ****

    DHA Kaynaklı ilgili haber

    DİYARBAKIR’da adında ‘Kürdistan’ kelimesi geçen parti ve dernekler kurulurken, balkonlara halen Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’nin kullandığı ‘Kürdistan’ bayrakları asılıyor.

    Kürdistan Gençlik Hareketi Derneği örgütlenme sorumlusu Roger Cağer, bağımsız bir Kürdistan’ı savundukları için bürolarının balkonuna Kürdistan bayrağı astıklarını söyledi.

    Daha önce birçok kişinin ceza almasına yol açan ‘Kürdistan’ kelimesi ile ‘Kürdistan bayrağı’ çözüm süreciyle birlikte artık tabu olmaktan çıktı. 1946 yılında İran’da kurulan Mahabat Kürt Cumhuriyeti tarafından kullanıldıktan sonra bütün Kürtler tarafından kabul edilen yeşil, kırmızı, beyaz zemin üzerinde güneş bulunan Kürdistan bayrağı, artık bu isimle kurulan parti ve dernekler tarafından da kullanılıyor.

    Diyarbakır’da kentin merkezi konumunda bulunan Yenişehir semtinin Ofis Gevran caddesi üzerindeki bir binada açılan Türkiye Kürdistan Demokrat Parti il binasının balkonuna Kürdistan bayrağı asmasından sonra aynı cadde üzerinde Devrimci Demokrat Kürt Derneği’nin (DDKD) bulunduğu binada büro açılan Kürdistan Gençlik Hareketi Derneği temsilciliği de balkonuna Kürdistan bayrağı astı.

    Kürdistan Gençlik Hareketi Derneği Örgütleme Sorumlusu Roger Cağer, 11 Ağustos 2013 tarihinde merkezi bürolarını Diyarbakır’da açtıklarını belirterek, şöyle dedi:

    “Bağımsız bir Kürdistan’ı savunduğumuz için doğal olarak derneğimize de bu ismi verdik. Kürdistan’ın bayrağı da bellidir ve bu nedenle de büromuza bu bayrağı astık. Bu bayrak 4 parça Kürdistan’daki Kürtler tarafından kabul edilmiştir. Bu bayrağı tüm etkinliklerimizde de açıyoruz zaten. Kürdistan bayrağını astığımız için şimdiye kadar da herhangi bir kurumdan bir uyarı falanda almadık.”

    Diyarbakır’da 1990’lı yıllara göre, rahat bir ortam bulunduğunu belirten Roger Çager, “Tabii bu rahatlık sadece çözüm süreci ile oluşmuş değil. Çözüm sürecinin etkisi olsa da sonuçta pek çok etken var. Bunun uluslararası etkenleri, AB’ye uyum yasaları, yıllardır Kürtlerin verdiği mücadelenin de büyük bir etkisi var” diye konuştu.

    Ramazan YAVUZ/DİYARBAKIR, (DHA)

    http://www.nasname.com/a/tevger-telaslandirdi-devletcilerin-umudu-ocalan

  133. Anonim

    Çeto Omerî: El İnsaf!

    Kürdistan’ın kuzeyinde misyonu gereği entegrasyoncu bir siyaset yürüten BDP ve HDP’ye alternatif olabilecek radikal/Kürdistani bir örgütlenmenin/duruşun eksikliği her alanda kendini hissettirmektedir. Son 30 yıldır kuzeyde tek alternatif olan Abdullah Öcalan/PKK endeksli siyasete alternatif yaratmanın elbette zorlukları büyüktür. Birçok kişi yazılarında, eleştirilerinde veya sosyal medyadaki paylaşımlarında;

    -Halk neden tepki göstermiyor,

    -Halk sürü gibidir, yapılan yanlışları görmüyor, karşı durmuyor gibi haksız tanımlama ve eleştirilerde bulunmaktadırlar.

    -Halk neden bir “Kürd partisinin” bağımsız Kürdistan’a karşı olmasına ve entegrasyon politikası yürütmesine sessiz kalıyor dersiniz?

    Peşmergenin Güney’den gelip Kuzey üzerinden Güneybatı Kürdistan’a geçişlerinde halk hem devleti hem de yerel ayaklarını taktı mı?

    Takmadı!

    Geçiş güzergâhındaki her şehir ve kasabada binlerce Kürdistanlı Ala Rengin ellerde/omuzlarda kitlesel olarak kahraman Peşmergelere sevgi gösterilerinde bulundu.

    Yani Halk doğru zamanda, doğrunun yanında oldu.

    Bu gün milyonların yüreği Şengal ve Kobanê’yle atmaktadır. Dünyanın her yerindeki Kürdlerin kalbi bu iki direniş simgesi olan Kürd şehirleriyle birlikte atıyor mu?

    Atıyor!

    Demek ki, Halk yine doğru zamanda ve doğrunun yanındadır.

    Kürdistan Başkanı Sayın Mesud Barzani Maxmûr’da gerillaları ziyaret etti. “Hepimiz kardeşiz, burada olmanızdan memnuniyet duyuyoruz” dedi mi?

    Dedi!

    Halk, Sayın Mesud Barzani’yi bu liderlik vasfından ve Kürdistani tavrından dolayı kutladı, memnun oldu. Halk yine doğru olanı alkışladı, arkasında durdu.

    Sayın Mesud Barzani Güneybatı Kürdistanlı parti/örgüt liderini Hewlêr’de bir araya getirdi mi?

    Getirdi!

    “-Birleşin düşmana karşı birlik olun,

    -Kürdlerin birliği düşmana verilecek en iyi cevaptır,

    -Bizim için Hewlêr ne ise, Kobanê de odur,

    -Kürdistan’ın her bölgesinin bizler için ayrı bir önemi ve ayrı bir değeri vardır” dedi mi?

    Dedi!

    Kürd halkı sevindi, coştu ve yine halk doğrunun yanında yerini aldı.

    Kobanê’de durumlar kötüleşince yine Sayın Mesud Barzani’nin diplomatik girişimleri sonucu başta ABD olmak üzere bir çok Batılı ülke Kürdlere olan desteğini açıkladı mı?

    Açıkladı!

    ABD uçakları YPG’ye havadan yardım atmaya ve İş-İt mevzilerini bombalanmaya başladı. Kuzeyli Kürdler uçakların İş-İt’leri bombalamalarını büyük bir coşkuyla izledi ve tezahüratlarda bulundu, Güneybatılı kardeşleri için her türlü desteği sunmak adına seferber oldu mu?

    Oldu!

    Görüldüğü gibi halkın tavrı, yine doğru olandan yana oldu.

    Demek ki, uzun bir aradan sonra hiç bir şey olmamış gibi, 50-100 kişilik bir guruplarla siyaset sahnesinde tekrar görünür olmak adına piyasaya çıkıp, en doğrusunu ben yapacağım demekle olmuyor bu işler Beyler!.

    Kurulan legal bir partinin ömrü bir seçimden diğerine kadar uzun olamıyorsa/olsa dahi bir tabela partisi olmaktan öteye gidemiyorsa, bu işte bir terslik yok mu?

    Var!

    Yeni yeni kurulan partilerin programlarına bakıldığı zaman görülecektir ki; birbirlerinden farklı şeyler söylemedikleri gibi, PKK ve türevleri ile olan ilişki ve tutumları açısından da aynılaşmaktadırlar.

    Eskinin/eskimişin günümüze taşınarak oluşturulan “yeni” oluşumların, hem bağımsız kadroların hem de halkın ilgisini çekmediğini göremiyor musunuz Beyler?

    Üzülerek belirtmeliyim ki;

    1980 Askeri-Faşist Darbesi’nden sonra yurtdışına çıkmak zorunda kalan Kürd siyasi örgüt ve şahsiyetleri birlik olma/birlikte hareket etme, birlikte bir parti veya Cephe çatısı altında mücadele etme olanaklarını yaratamadılar. Bunun konjonktürsel nedenlerinin yanı sıra bireysel özelliklerden de kaynaklanan iç bünyedeki yetmezliklerin/handikapların rolü büyüktü. Ne yazık ki, bu hastalıklı ruh halinin yeniden Kürdistan’da boy göstermeye başladığına tanıklık ediyoruz.

    DKP, KADEP, TEVKURD, HAK-PAR, birçok farklı görüşü içerisinde barındıran kitlesel Parti olma iddiasıyla ortaya çıkan partilere ne oldu?

    Hüsran!

    Bu gün var olan T-KDP, PDK, PAK, HAK-PAR gibi partilerin amaç ve programlarında temel bir fark yoktur! O zaman neden bir çatı altında değil de, “az olsun benim olsun” mantığı ile hareket ediyorlar?

    Kürd hareketi geçmişten (Soğuk Savaş ürünü) devraldığı bu hastalıklı durumun teşhisini doğru koymalı ve mutlaka tedavi yöntemini bulmalıdır!

    Her ne kadar Kürdistan’ın Kuzey’inde alternatif olma amacıyla yeni yeni partiler kuruluyorsa da, çoğu zaman PKK ve türevlerinin birer yedekleri oldukları izlenimini vermektedirler. Eğer entegrasyoncu partilerden daha farklı bir perspektif ile varlık gösteremiyorsanız/dik duramıyorsanız; Kürd halkı da sizi değil, daha önce can, mal ve kan verdiği PKK ve türevleriyle görünür olmayı seçecektir.

    Halk, destekleyeceği partileri pratik mücadelede görmek, sınamak, inanmak ve güvenmek ister. Halk desteğinin nasıl sağlanacağının yol ve yöntemini bulmak, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ne öncülük yapma iddiasıyla ortaya çıkan partilere düşüyor.

    Son bir kaç yıldır pratik çalışmalarla meydanlarda olan Kürdistan Geçlik Hareketi (Tevgera Ciwanên Kurdîstanê) yukarıda saydığım partilerden farklı olarak, Kuzey Kürdistan’da dibe vurmuş Ulusal Ruhu yeniden canlandırmak, tartıştırmak, Kürdistan Gençliği’ni örgütlemek ve eğitmek gibi uzun erimli Ulusal hedeflere kilitlenerek çalışmalarına başladı:

    -PKK’nin içini boşalttığı Newroz kutlamalarına katılarak, tüm baskılara karşı bu alanlarda Kürdistan Bayrağını dalgalandırdı.

    -Qoser’de ölümsüz lider Molla Mustafa Barzani’yi anma toplantısı yaptı.

    -Diyarbakır’da ilk kez Kürdistan 2.Lozan’a Hayır! Konferansı yaptı. Bu toplantıda Kürdistan bayraklarının dalgalandırılması Kuzey Kürdistan’da bir ilkti.

    -Lozan Antlaşması’nı, İsviçre’de Antlaşma’nın imzalandığı binanın önünde protesto etti, bildiriler dağıttı.

    -Kısa bir süre zarfında Kürdistan’ın beş yerleşim biriminde Kürdistan Gençlik Hareketi Derneklerini kurdu. Bu faaliyetler yaygınlaşarak devam ediyor…

    -Alternatif Newrozlar düzenlemeyi gündemine koydu. İlk alternatif Newroz’unu Mardin/Kızıltepe’nin Hêşerî Beldesi’nde yaptı.

    -Sömürgeci devlete Askerlik yapmayacaklarını ve yapılmaması gerektiği eylem ve çağrısını yaptı.

    -Peşmergeyi Kürdistan Bayraklarıyla karşılama eyleminde etkin bir rol oynadı…

    -Şengal ve Kobanê ile dayanışma adına gece gündüz çalıştılar/çalışıyorlar.

    -Kürdistan Bayrağı için kampanyalar düzenledi.

    Mehmetçik Medya ve kafatasçı Emekli Subayların Tevger’i hedef göstermesi ve ona yönelmesi, Tevger’in ne denli başarılı ulusal bir siyaset izlediğinin de göstergesidir aynı zamanda.

    Halka öncülük etme iddiasıyla ortaya çıkanlar; gövde gösterisini ve ortaya atılan vaatleri bir kenara bırakıp, başlarını ellerinin arasına alsınlar!

    Alsınlar ki;

    Bu halkın neden sustuğunu ve neden entegrasyonculara tepki vermediğini anlamaya çalışsınlar!

    Çeto Omerî

    26.11.2014

    http://www.nasname.com/a/ceto-omeri-el-insaf

  134. mehmet alim

    Gün Zileli
    Hayatın boyunca başarabildiğin, gerçekleştirebildiğin hiçbir iddian var mı? Senin PKK’yi, Apo’yu,Kürt mücadelesini analiz edebilecek ne bilgin ne kapasiten ne de gücün var. Olsaydı kendine bir hayrın olurdu.Ama nasname ve benzer Kürt zübükleri ile KDP döküntüleri ile birlikte bir cephe oluşturabilirsiniz…

  135. Gün Zileli

    Yok.

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑