Kitaplar ve Yazarlar

Oya Baydar’ı Yıllar Sonra Tanımak…

Galiba Marcel Proust, bir yerde, “yazarları yakından tanımanızı salık vermem” demiş. Bu güne kadar, özellikle kendimi göz önüne getirip, bu sözün doğru olduğunu düşünürdüm.

23 Ekim 2005 günü, Mozaik’in davetlisi olarak bir söyleşi yapmak üzere Zürih’e gelen Oya Baydar, bu sözün o kadar da doğru olmayabileceğini, en azından fazla genelleştirilmemesi gerektiğini düşündürdü bana.

Oya Baydar’ı, neredeyse kırk yıl öncesinden bilirdim. Zürih’e geldikten sonra yaptığımız sohbetlerimiz sırasında, onu, 1960’ların ortalarındaki Oya Sencer adıyla bile hatırladım. 1970’li yıllarda solun birbirine düşman zıt uçlarında, Moskovacı ve Maocu uçlarında yer almıştık. 1974 yılının sonbaharında Aydınlık dergisini yeniden yayına başlatmak için Ankara’dan İstanbul’a taşındığım sıralarda Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP) taraftarı İlke ve Kitle dergilerinde yazan Oya Baydar, benim için, “oportünist” ve “teslimiyetçi” fikirleri bir an önce yerle bir edilmesi gereken bir “revizyonist”ti. Yarılma’da anlattığım gibi, 1971 yılında, TÖS davasında birlikte yargılanmış olmamız ve askeri savcı Baki Tuğ’u, bu karşılaşmamızda Oya Baydar’ın bana ismini hatırlattığı Kurt Karaca adlı faşist yazarın kitabından kopya çektiği satırlarla hazırladığı dehşetengiz iddianamesi dolayısıyla birlikte reddetmiş olmamız bile, ona karşı duygularımı yumuşatmamıştı. Oya Baydar, 1970’lerin ikinci yarısında, biz Maocu Aydınlıkçıların can düşmanı TKP’yi destekleyen Politika gazetesinde yazmaya başladığı zaman, onu, “teslimiyetçilik”ten “hainliğe” “terfi ettirmekte” bir an bile duraksamamıştım.

Yıllar ve yıllar geçti. Zaman birçok şeyi değiştirdi. Duvar yıkıldı ve eski düşmanlıkların “soğuk külleri” zamanın rüzgârıyla savrulup gitti. Oya Baydar’ın, bireysel dramları temel alırken solun dramını da işlediği o hüzün dolu öykülerini ve romanlarını okuduğumda, birçok şeyi ne kadar farklı yerlerde yaşarsak yaşayalım, onunla bir duygusal ortaklık, hatta kader ortaklığı içinde olduğumu fark ettim.

Buna rağmen, Mozaik’teki arkadaşların Oya Baydar’ı davet ettiklerini öğrendiğimde, hem sevindim, hem de tuhaf bir tedirginlik duydum. Zaman birçok şeyi kül edip rüzgârında savursa da, eski önyargıların en azından kalıntıları, doğanın yok edemediği sanayi atıkları gibi, derinlerimde bir yerlerde kalmamış mıydı? Nasıl bir insanla karşılaştıracaktım? O güzel romanları kaleme alan yazarın cismani varlığıyla karşılaştığımda neler hissedecektim? Kibirli miydi? Romanlarının getirdiği başarıdan sakın başı dönmüş olmasındı? Zürih’in biz plebyen göçmen devrimcilerine temeden mi bakardı? Daha vahim bir önyargımı da itiraf edeyim: eskinin TKP’lisi, şimdi de liberalin teki olup çıkmış mıydı yoksa?

Zürih’te karşılaştığımızda, kafamdaki kuşkular ve önyargı kalıntıları, rüzgârın önünde sürüklenen kurumuş sonbahar yaprakları gibi savrulup gittiler. Karşımda son derece alçakgönüllü, değerli ürünlerinden bile çekinerek söz eden, yazarlık serüveninin bütün iniş çıkışlarını ve başarısızlıklarını açık yüreklilikle ortaya koyan ve en önemlisi, yüreği özgürlük sevdasıyla çarpan bir insan vardı.

Mozaik’te çok güzel bir söyleşi yaptık onunla.
Kitaplarından hüzün dolu satırları okurken, ne kadar gayret etse de, sesinin titremesini, gözlerinin yaşarmasını önleyemedi.

1960’ların ortalarından beri bildiğim Oya Baydar’ı, kırk yıl sonra tanımıştım.

Gün Zileli
Öteki İsviçre, sayı: 9, Ekim-Kasım 2004

What's your reaction?

Excited
0
Happy
0
In Love
0
Not Sure
0
Silly
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

More in:Anı

Comments are closed.