Yok Olmanın Vakti
Jorge Semprun, Neçayev Dönüyor,
çev: Mustafa Balel, Ayrıntı,1988
Jorge Semprun’un senaryolarıyla ölümsüzleşen filmler, kendisinden daha yaygın bir üne sahiptir: Alain Resnais’in yönettiği Savaş Bitti; Costa Gavras’ın yönettiği Z ve İtiraf. Bu filmler, bizim kuşağın belleğinde silinmez izlere sahiptir.
Jorge Semprun’un romanları, biyografileri ve otobiyografileri de vardır ve bunların önemli bir kısmı Türkçede basıldı. Romanları: Büyük Yolculuk, (çev: Nedim Gürsel, Can, 1985); Neçayev Dönüyor (çev: Mustafa Balel, Ayrıntı, 1988); Beyaz Dağ (çev: Elâ Gültekin, Can, 2004). Biyografi: Yves Montand: Ve Hayat Devam Ediyor, çev: İlkay Kurdak, Afa, 1989). Oto-biyografi: Federico Sánchez’in Özyaşamöyküsü, (çev: Işık Ergüden, İletişim, 2003).
Ayrıca, okumadığım, dolayısıyla içeriklerini bilemediğim, türkçede yayımlanmış şu kitapları da vardır: Yazmak ya da Yaşamak (çev: İsmet Birkan, Can, 1996); Hoşça Kal Güzel Aydınlık (çev: N. Tanyolaç Öztokat-Erdim Öztokat, Can, 1998); Ne Güzel Bir Pazar (çev: Can Utku, Everest, 2004).
İletişim’in yazarın özyaşamı ile ilgili verdiği kısa bilgiden ve Federico Sánches’in özyaşamından öğrendiğimize göre, Semprun, 10 Aralık 1923’de Madrit’te doğmuş. 1937 yılında, İspanyol devriminin yenilgisiyle birlikte, ailesiyle Fransa’ya iltica etmiş. Burada FKP üyesi olup, Nazi’lere karşı direniş hareketine katılmış. 1943 yılında Buchenwald Çalışma Kampına gönderilmiş. Kamptan kurtulduktan sonra İspanya Komünist Partisi’nin faaliyetlerine katılmış, Franko rejimi altında partiyi örgütlemek için İspanya’ya defalarca gizli kimlikle giriş çıkış yapmış. Parti Merkez Komitesi üyesi olmuş. 1960’lı yılların başlarında, yakın arkadaşı Fernando Cloudin’le birlikte, Merkez Komitesi’nin çizgisini eleştirdiği için, 1964 yılında partiden ihraç edilmiş. 1963 yılında yayımlanan La Grand Voyage (Büyük Yolculuk) romanı ile Formentor ödülünü almış. Bundan sonraki yıllarda, yukarıda adını andığımız unutulmaz filmlerin senaryosuna imzasını atmış. Otobiyografisi niteliğindeki Fernando Sánchez’i 1978 yılında kaleme almış. Aşağıda sözünü edeceğim gibi, yaşamında bir diğer önemli dönemece tanıklık ettiğini düşündüğüm Neçayev Dönüyor adlı romanını ise 1987 yılında yayımlamış. Semprun, bu romanın yayımlanmasından bir yıl sonra İspanya Hükümetinin Kültür Bakanı olmuş. Bu görevi, 1988-91 yılları arasında, tam üç yıl sürdürmüş.
Geçen yıl, Fransız Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla yayımlanan Federico Sánchez’in Özyaşamöyküsü’nü okumuş, çok beğenmiş ve kitap hakkında, Birikim’e, “Var Olmanın Vakti” (Mayıs 2004, sayı: 181) başlıklı bir tanıtma yazısı yazmıştım. Semprun’un parti içi mücadeleye ilişkin anlattıkları, aşağı yukarı yirmi yıllık bir gecikmeyle bizde yaşananlara hayret verici ölçüde benziyordu, esas olarak buna dikkat çekmiştim yazıda. Semprun’un yazdıklarıyla bizim yaşadığımız ya da algıladığımız olaylar arasındaki benzerlikler bununla sınırlı değildi. Yunanistan’ı konu alan Z filminde anlatılanlar, 1960’ların birinci yarısında Türkiye İşçi Partisi’nin toplantılarını sabote eden sağcı provakatörlerin girişimleriyle öylesine birbirine benziyordu ki, bu filmi seyrederken, sanki bizzat yaşadığımız o günleri izliyormuş gibi hissetmiştik kendimizi. 1953 yılında, Çekoslovakya’da, Stalinist polisin parti üst kademelerinde giriştiği tutuklama ve yargılamaları ve bunları anlatan Arthur London’un İtiraf kitabını temel alan İtiraf filmi ise, 1980’lerde Stalinist terör hakkında okuduklarımızı başarılı bir şekilde ekranlara aktarma becerisini gösteriyordu. Semprun’un bize heyecan ve ilham veren bu çalışmaları, 60’lı ve 70’li yılları kapsayan, yaklaşık yirmi yıllık bir çalışmanın ürünleriydiler ve bu yıllar, Semprun’un, yaklaşık 40-60 yaşları arasına tesadüf ediyordu.
İletişim’in kısa özgeçmiş yazısını okurken, Jorge Semprun’un 1988 yılında İspanya’nın Kültür Bakanı olduğunu öğrendiğimde biraz şaşırmıştım. Böyle bir görev, “Federica Sánchez”in badirelerle dolu ve her türlü otoriteye karşı çıkan yaşam öyküsüyle, en azından 1960 ve 1970’li yıllardaki yaşam çizgisiyle uyuşmaz görünmüştü bana. 1987 yılında, yani Semprun Kültür Bakanı olmadan bir yıl önce yayımlanan Neçayev Dönüyor romanını okuyunca, Semprun’un nasıl bir ideolojik gelişme çizgisi izlediği ve Kültür Bakanı olma noktasına nasıl vardığı sorusu kafamda aydınlandı.
Roman eleştirmeni değilim. Burada da romanın eleştirisini yapmaya kalkışmayacağım. Sadece, romandan birkaç alıntıyla, Semprun’un Bakan olmadan önce varmış olduğu ve dolayısıyla Bakanlık görevini kabul etmesini doğal hale getiren ideolojik noktayı ortaya koyan birkaç alıntı vermekle yetineceğim:
“Fidel Castro devrim silahıyla Havana’ya gelirken sonradan çabucak unutuverdiği ve ihanet ettiği yüce bir sözcüğü buldu. Demişti ki: ‘Şimdi silahlar, halkın önünde diz çökmek zorunda…’ İşte: Şiddet ancak halk iradesinin önünde diz çökerse, eğer demokratik bir yasallık kurarsa yasaldır..” (s.258) Bir kere, Castro, “halk iradesinin önünde diz çöken bir şiddetin yasallığından” söz etmiyor burada. Salt sözlere bakarak buradan çıkacak anlam, diktatörlüğü yıkan silahların, bundan böyle halkın emrinde olması gerektiğidir. Bu ne ölçüde böyle olmuştur ya da silah veya şiddet halkın iradesine tabi olabilir mi, ayrı bir tartışma konusudur, ama burada Semprun’un yaptığı, el çabukluğuyla, şiddeti, halkın iradesine karşı yasal olmayan ve halkın iradesine tabi yasal şiddet olarak ikiye ayırması, dolayısıyla, halkın iradesine “tabi” olduğunu düşündüğü yasal şiddeti, yani burjuva demokrasilerinin şiddetini onaylamasıdır. İşte, Semprun’un, “yasal şiddetin” temsilcisi bir hükümetteki bakanlık koltuğuna gönül rahatlığı ile kurulmasını sağlayan, bu akıl yürütme olmuştur. Unutkanlık, sadece Castro’ya özgü değilmiş!
Buradan ilerleyen Semprun, artık iyice yaşlandığı bir dönemde -romanda bol bol yer alan grup seks fantazileri de bu yaşlanmaya bağlanabilir- bir şey daha keşfetmiştir: “demokratik değerlerin evrenselliği” (s.282). Hadi bu o kadar önemli değildir, ama bu “evrensel demokratik değerleri” İsrail devletinde bulmasını nasıl açıklamalı: “Bilindiği gibi İngiliz emperyalizmine karşı bir halk savaşı sonucu ve çevredeki Arap ülkeleriyle uzun bir çatışmanın ardından doğmuş olan bu devlet, Yahudilerin binlerce yıllık tarihlerine yeniden sahip çıkması ve Filistinlilerin atalarından kalma gizli kalmış haklarının geçici bir süre ellerinden alınması sonucu doğmuş bu devlet, Ortadoğu’daki tek hukuk devletiydi, bölgedeki tek demokrasiydi. Sözün kısası, insanlık tarihinin tek evrensel değerleri olan hukuk ve demokrasiyle yerleşen tek devlet, hatta söz konusu değerlerin gelişmesine en aykırı koşullarda bile bu değerlerle gerçek, canlı bir bağ kuran tek devletti.” (s. 313-314)
Sanırım bu kadarı yeter. Yukarda da belirttiğim gibi, Birikim’e Semprun’un devrimci dönemini anlatan kitabıyla ilgili yazdığım yazının başlığı, “Var Olmanın Vakti”ydi. Bu yazının başlığını da, “Yok Olmanın Vakti” koyuyorum.
Gün Zileli
29 Ekim 2004
Not: Birikim dergisine gönderilmiş, fakat yayımlanmamıştır.