Cumhuriyet, 27 Ağustos 2017
Bugün epeydir düşündüğüm bir konuyu tüm açıklığıyla anlatmaya çalışacağım. Sosyalistlerin, komünistlerin (yani dünyada daha adil ve eşitlikçi bir düzenin var olabileceğine inananların) dinle ilişkisine. Çünkü bu ülkede yıllarca sosyalistler ve komünistler dinsiz olmakla suçlandı. Ve bu suçlama, öylesine egemendiler ki, sosyalistlerin ve komünistlerin “hayır biz dinsizdeğiliz” demekten canları çıktı. Neyse ki, İslami referans alan bir siyasi parti iktidara geldi ve ilk kez din ve din adına var olan kurumlar tartışılabiliyor.
Öncelikle söylemeliyim, Cumhuriyeti kuran kadrolar, tarikatlar ve dergâhların ülke içinde illegal bir ortama çekilip örgütlenebileceğini gördükleri için din işlerine bilginin yol gösterebilmesi için bir din kurumu olan Diyanet İşleri’ni kurdular. Bu kurum, çalışanların vergileriyle beslendi ve nihayet İslami referans alan bir iktidarın sayesinde gerçekten ülkeyi her anlamda ortaçağa çeken bir kurum haline geldi. Diyanet’in bütçesi eğitim dahil, üç bakanlıktan daha fazla. Binlerce kişi ne yaptığını bilmediğimiz işlerde çalışıyor ve başkan dahil Diyanet’ten beslenenler kadınlar, çocuklar hakkında alabildiğine ahlaksız fetvalarda bulunuyorlar. Öyleyse sosyalistlerin ve komünistlerin artık bize dinsiz diyecekler korkusunu bir yana bırakıp açık açık bu kurumu teşhir etmelerinin zamanı gelmiştir.
Okulların İslami referanslarla doldurulduğu, çocukların bilmedikleri Arapçayla Kuran hatmettikleri bir ülkede artık sosyalistler ve komünistler, bazı korkularını atıp bu durumla yüzleşmek zorundalar.
Açıkça söylemek istiyorum, adamlar baş kesiyor, kadınlara tecavüz ediyor; vakıflarda, sokaklarda çocuk tacizi at koşturuyor ve bazıları “bu gerçek İslam değil” diyor. Öyle mi? O zaman gerçek İslam ne? Kuran’ı okuyunuz, üç sayfada bir bel altı ayetler ve cihat çağrısıyla dolu. Gerçek İslam ne? Hıristiyan dünyası kendi rönesansını yapmış olarak kabul edilir. Artık dünya öyle bir bilgi bombardımanına tutuldu ki, Vatikan sürekli çocuk tacizcisi rahipler nedeniyle tazminat parası ödemekten bıktı. Dinden kaçan kaçana, bu nedenle Papa, “Evet Adem ve Havva değil, evrimden geliyoruz” diye fetva verdi. O zaman en son geldiği için en dünyevi din kabul edilen İslam, neden kendi Rönesansı’nı yapamıyor? Neden camilerin kapılarında kırmızı yazılar geçiyor: “Kurban kesip kanını alnınıza sürerseniz bütün günahlarınızdan bağışlanırsınız?” Yani ister çocukları taciz edin, ister yetim hakkı yiyin, bir kurban ve alnınıza sürdüğünüz bir damla kanla, Tanrı’yı ve meleklerini aldatabilirsiniz. Açıkçası bu. Nerede bu farklı İslam?
Unutmadık, Üsküdar Belediyesi Kâbe’nin bir örneğini Üsküdar Meydanı’na yaptırdı ve yemin billah insanlar evde bulduğu çarşafa sarılıp maket Kâbe’nin etrafında dönmeye başladılar. Arkadaş bu mu din? Vay bi de bize dinsiz diyorsunuz? Bu arada şu şeytan taşlama işine de bir girelim. Kâbe’de paketler halinde taş satılıyor ve insanlar şeytanı taşlıyorlar, attıkları her taş Kâbe’nin altındaki bir yerde yeniden paketleniyor. Hay sizin şeytan taşlamanıza. Cenneti satanların para kazandığı bir ülkede elbette, dini eleştirmek en zor işlerden biri. Ama artık bir yerlerden başlamalı.
Bu konu oldukça netameli bir konu, ben de biliyorum ama Dev-Genç’in efsane lideri Bülent Uluer’in cenaze töreniyle ilgili görselleri görünce yazmadan edemedim. Yıllarca “Din bir afyondur!” diye haykıran kalabalığın, bir hocanın arkasında el açıp dua ettiklerini görünce biraz değil epey canım sıkıldı. Alırsın cenazeni, gidersin daha geniş, binlerce kişinin arabaların arasından geçmeye çalışmadığı bir mezarlıkta, cenazeni marşlarla, şiirlerle toprağa verirsin. Ve kim nereden getirirse getirsin, farklı coğrafyalardan gelmiş toprakları tek tek mezara atarsın, çünkü sosyalistler sınır ve kural tanımazlar, bu böyle biline ve artık böyle yol alına. Bazı cenazeler ailelerin değil, onun yoldaşlarınındır.
Cumhuriyeti kuran kadrolarin din islerine bilginin hakim olabilmesi icin diyanet isleri baskanligini kurduklari iddiasi bir alttaki yaziyi yazan fikret baskaya hoca tarafindan defalarca curutulmemis miydi?diyanet islerinin, dinin siyasete hizmet ettigi osmanli toplumsal formasyonunun cumhuriyet adi altinda devamindan baska bir sey degildir diyordu yazilarinda fikret hoca. Padisahsiz padisahlik rejiminin seyhulislam yerine ihtiyac duydugu bir kurumdur dib. Ayrica dinde ronesans meselesi de tipik bir pozitivist ilerlemeci aydin gorusudur. Katolik kilisesinden ayrilan protestanlik kapitalizmin dini motivasyonunu saglamadi mi? Ne olmasini bekliyor isil hanim islam ronesansi devrime mi goturecek insanligi? Bununla birlikte genel olarak dinle ilgili soylemlerine katiliyor ve bulent uluerin cenazesine dair soylediklerinin onemli tespitler oldugunu dusunuyorum.
Buelent uluerin cenazasi Tam bir tuhaflik.
Cenazelerde bulundugumdan bu konu uzerine bende dusunmustum.
Ne kadar Ateist olun,nekadar bu dinin ahlaksiz,igrenc oldugunu bilin genede insanlara saygi gostermek acidindan,onlarin en kutsal gordugu rutuel lerine bozgunculuk yapmamak icin dua yapar gibi oynayabilinirde abartmadan.
Bu sadece o an ozel an icin.insanlara saygi anlaminda.imansiz ,ahlaksiz dine degil..
Buelent uluerin cenazasi 70 lerde olsaydi turkiye de buyuk deprem olurdu..
“yasadışı Kuran kursları, Suudi sermayesi desteğindeki İslamcı enstitüler, devlet kapılarında iş takipçiliği yapan Nakşi şeyhleri, Arap sermayesiyle sarmaş dolaş il ve belediye başkanları, milyarlık şirketler, dinsel gericiliğin sakalını sıvazlayarak bugünkü lükslerini sürdüren, ağızları Davidof marka purolu, bilekleri Roleks marka saatli sözde liberaller, liberalizme yardakçılık yapmayı hüner sayan dönek Marksistler, rüzgar gülleri gibi her gün yön değiştiren tatlı su ilericileri, gölgelerinden korkan aydınlar, salon sosyalistleri, gericinin yoksuluna karşı aslan kesilip aynı gericinin iç ve dış sermaye çevreleriyle sarmaş dolaş olanına karşı süt dökmüş kedilere dönen sahte Atatürkçüler, tirajlarını biraz daha artırmak için kadın göğsü ve bacak fotograflarının yanında Kuran ciltleri veren gazete patronları.”
Uğur Mumcu
Cumhuriyet, 12.3.1989
İslam Rönesans’ının olması devrime mi götürecek insanlığı? İnsanlığın önemli bir kısmını etkileyen İslamiyetin günümüz de çok ciddi bir Reformosyana uğraması İslam coğrafyası için bir devrim gibidir. Bu nedenle kendi toplumunun tarihsel birikimlerinden uzak ve yabancılaşan komünistlerin bağının kopmuş olduğu ve giderek kendi toplumunun dinamiklerinden de uzaklaşması gerçekleşmiştir.şimdi bu bağın nasıl yeniden kurulacağı tartışılmaktadır.Bu bağ neden kurulamadı dersek önemli nedenlerinden birinin İslam dinini toptan ret ederek kendisini izole etmesidir.Latin Amerika’da kiliseler zaman zaman mücadelenin merkezi olurken,İslam coğrafyasında Komünistler, Cami ve benzeri alanları terk etmişlerdir. Geçmişte alınan tavır ‘ Din bir Afyondur ‘ kolaycılığıyla şekillenirken,derinlikli kavrama ve önemseme küçümsenmiş
tir. Ortadoğu ateş çemberinde veya coğrafyasında devrimcilik yapmak gerçekten çok zor. İslam referanslı olmayan her şeye ciddi bir şüpheyle bakılmıştır. Aynı zamanda İslam dinin taşlaşması ve katılaşmasıyla toplumsal paralizasyon yaşanırken,coğrafya Emperyalist veya ” büyük Şeytan” la kuşatıldı.Bu iki yıkıcılık Ortadoğu halklarının sömürülmesinde hala etkili olmaya devam ediyor.Evet bir yerden başlamalı ama nereden?
İslamcı Burjuvazinin “Eşitlik” Anlayışı
Gülhan Dildar
6 Ekim 2017
Gündemin AKP-Erdoğan iktidarının yolsuzluklarıyla çalkalandığı dönemde iktidarı canhıraş temize çıkarmak amacıyla “İslam hukukunu” “ustalıkla” yorumlayarak “yolsuzluk, hırsızlıkla aynı şey değildir” diyen Hayrettin Karaman, dindar işçi-emekçi kitlelerin bilinçlerini çarpıtmaya devam ediyor. Yayın hayatına başladığından beri Yeni Şafak gazetesinde kalem tutan İslam Hukuku profesörü Karaman, kitlelerin dini duygularını istismar etme konusunda pek mahir görünüyor! İktidarın baş fetvacısı Karaman, geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı bir yazısında “tüm Müslümanların birbirlerine eşit olduğunu ve sınıf farklılığının olmadığını” gündeme taşıdı. Bayram değil seyran değil, Karaman şimdi “sınıf farklılığı olmadığını ve yöneticilere biat edilmesi gerektiğini” neden gündeme getirdi? Üstelik Karaman yazısını hadisler ve İbn-i Arabi gibi İslam âlimlerinin söylemlerine dayandırarak her Müslümanın buna uygun davranması gerektiğini salık veriyor. Tüm Müslümanların eşit olduğuna inan, sınıfsal farklılıkları sorgulama, yöneticilerine biat et!
Karaman’ın hadislere ve İslam âlimlerine dayanarak güçlendirmeye çalıştığı “tüm Müslümanlar eşittir” savının pratikte hiçbir karşılığı yoktur. Bütün dinlerin ilk çıkış dönemlerinde, tüm insanların yaratıcı katında eşit olduğu önermesi vardır ki, o dönemler için bu son derece ileri bir adımdı. Her ne kadar sınıfsal ayrımlara yol açan temelin ortadan kaldırılması gibi bir durum söz konusu olmasa da, tüm insanların eşit olduğu önermesi, ezilenler ve horlananlar nezdinde büyük itibar görüyordu. Ayrıca bir topluluğun aynı hedef doğrultusunda birleşmesi için bu tür söylemlerin öne çıkartılması kaçınılmazdı. Bir dinin yayılması ve kitlelerde kabul görmesi aksi halde mümkün olamazdı. Fakat dinlerin ortaya çıktığı andan iktidarların tekeline geçtiği ve bugüne kadar geliş serüvenleri göz önünde bulundurulduğunda egemenlerin çıkarları doğrultusunda nasıl bir değişim geçirdiklerinin hatırlanması önemlidir. İslam özelinde halifeliğin Emevi, Abbasi, Osmanlı hanedanlıkları arasında el değiştirdiği dönemlerde pek çok din âliminin bu hanedanlıkların çıkarları doğrultusunda fetvalar verdikleri, hadisleri bu çıkar ilişkileri çerçevesinde yorumladıkları ve kendi zamanlarına taşıdıkları şüphesizdir.
Sadece yakın tarihi, 2011’de başlayan ve hâlâ devam eden Suriye savaşını göz önünde bulundurmak dahi gerçeği görmemiz için yeterlidir. İstisnaları bir kenara bırakacak olursak Suriye savaşı başladığında zenginler cipleriyle kaçarlarken, yoksul emekçi kitleler sınır telleriyle, umut yolculuklarında ölümle karşı karşıya kaldılar ya da bulundukları kentlerde bombardımana tutuldular, IŞİD tarafından kaçırılmalara, tecavüzlere maruz kaldılar. Emperyalist ve kapitalist devletlerin çıkar savaşlarında canını, kanını veren yoksul emekçiler ile bu savaşlardan beslenen emperyalist-kapitalist güçler nasıl eşit olabilirler ki?!
İslamcı burjuvazinin şatafatı perdelenmeye çalışılıyor
Geçmişte emekçi kitlelerin dini duyguları nasıl pervasızca sömürülmüşse, bugün de tekelleşen İslami burjuvazinin sözcülüğünü yapan Karaman gibi dinbazların yazdıkları şaşırtıcı değildir. Devlet aygıtını ele geçirmiş olan Erdoğan-AKP ve onlarla birlikte palazlandıkça palazlanarak birer tekelci sermaye grubu haline gelen İslamcı burjuvazi ile dindar taban arasındaki uçurumun dibi görünmez hâle geldi. Devleti yönetenler ve etraflarındaki sermaye grupları devlet aygıtını elinde tutmanın sarhoşluğuyla iktidarın nimetleriyle semirdikçe semiriyorlar. Bir zamanlar “adil düzen”den, “mülkün Allaha ait olduğu”ndan, bahseden tarikatlar ve onların siyasi partileri şimdilerde milyar dolarlara hükmediyorlar. Dolayısıyla da “mülkün Allaha ait olduğu” söyleminin yerini artık sermaye mücadelesi aldı. 1970’li yıllardaki orta ve küçük ölçekli İslamcı sermayenin önü 12 Eylül faşizmi sonrasında Özal’ın teşvikleriyle birlikte açılmış, 90’lı yıllarda ise palazlanarak holdingleşmeye başlamışlardı.[1] Refah Partisi’nin belediyecilik yıllarında sadece belediyecilik rantından faydalanabilen İslamcı hareketlerin bağrından doğup gelişen burjuva kesimler, AKP’nin iktidar koltuğuna oturmasıyla birlikte iktidar nimetlerinden faydalanma imkânına kavuştular ve kısa sürede sermayelerini akıl almaz boyutlarda büyüttüler. “Neredeyse her tarikat kendi sermaye çevresini yaratmış bulunuyor. Dolayısıyla birçok tarikat artık belirli sermaye gruplarını temsil eden bir burjuva harekete dönüşmüştür.”
“İslami akımlarda ve tarikatlarda yaşanan bu dönüşüm süreci, büyük sermaye kesimlerinin yanı sıra, İslamcı bir entelijansiya da ortaya çıkartmıştır. Yani çeşitli tekellere hükmeden büyük sermaye çevrelerinden, bürokrasiye yerleşerek iktidarın nimetlerinden yararlanan çok katmanlı bir tabakadan, bunlarla şu ya da bu biçimde kesişen küçük-burjuvaziden, medyada önemli yerlere gelmiş yazar-çizer taifesinden oluşan geniş bir ‘İslamcı’ kesimden söz ediyoruz. İslamcı hareket içinde yaşanan değişim ve ayrışma, simgesel düzeyde kendini sosyal hayatta da dışa vuruyor. Bu yeni yetme İslami burjuva kesimler, zengin muhitlerde ihtişam içinde yaşamaya ve lüks ciplere binmeye özen gösteriyorlar. Dini söylem ve bunun görselliği (en başta da kılık kıyafet) ise, bu burjuva kesimlerin çıkarlarının ve lüks içinde yaşamalarının üzerini örten bir kılıftan başka bir şey değil.”[2]
Utku Kızılok bu satırları Ocak 2011’de yazmıştı. Aradan geçen yedi yılda gerek AKP’li yöneticiler gerekse İslamcı burjuvazinin şımarıklığı, şatafatlı, lüks yaşamları arşa yükseldi, tıpkı zulümlerinde olduğu gibi. İslamcı sermaye kesimleri iktidar nimetleriyle semirmekten sarhoşa dönmüş, boğazlarına kadar pisliğe, çürümeye, yolsuzluğa batmış durumdalar. Esasında Erdoğan, bu durumu kısmen de olsa “metal yorgunluğu” kavramıyla itiraf etmiş oluyor. Tarihe adlarını yazdırma güdüleriyle inşa ettikleri devasa saraylarda, ihtişamlı yalılarda yaşayıp, çocuklarına yedi düvelde konuşulacak düğünler yapanlarla ay sonunu nasıl getireceğini hesaplamaktan yorulan işçiler nasıl eşit olabilirler ki? Meselâ AKP iktidarı döneminde başta Sağlık Bakanlığı olmak üzere birçok devlet kurumunda kadrolaşan Menzil Tarikatının şeyhi Abdülbaki Erol’un torununun geçtiğimiz aylardaki nişanı bu açıdan çarpıcı bir örnektir. Sonradan görme burjuvalardan biri olan bu tarikat şeyhinin torunu altın yaldızlı, şatafatlı tahtına havai fişekler eşliğinde oturmuştu. İhtişamlı tahtı kadar çiçeklerle süslenmiş lüks otomobili de epey konuşulmuştu. Şeyhin torununun nişanını örnek göstermişken, “halk adamı” Erdoğan’ın kızı Sümeyye’nin düğününü es geçmeyelim. Geçen yıl yapılan düğünde İstanbul Büyükşehir Belediyesinin tüm imkânları seferber edilmiş, düğünün yapıldığı Yahya Kemal Beyatlı Kültür Merkezinin çevresindeki kaldırım taşları dahi yenilenmişti. “İsraf haramdır” diyenler, İstanbul yolları kendileri için kapatılmış olmasına rağmen Tarabya’daki Huber Köşkünden Halkalı’daki salona helikopterle gelmişlerdi. En çarpıcı kareler ise salon çevresine çekilen beyaz çarşaflardan sonra görüntülenmişti. Yoksul işçi-emekçilerin yoğunlukta yaşadığı Halkalı’da çarşafın bir tarafında lüks otomobiller, şatafatlı, şık kıyafetli misafirler; diğer tarafında ise yoksul işçi-emekçiler kalmışlardı…
Bu örneklerden de anlaşıldığı üzere İslamcı burjuvalar –isterse tarikat şeyhi olsun– zenginleştikçe mütevazı yaşam tarzlarını geride bırakalı çok olmuş! Bir zamanlar, iktidara yürümenin yolunun kitlelerin inançlarının eşitlikçi yönlerini öne çıkartmaktan geçtiğini biliyor ve ona göre davranıyorlardı. “Komşun açken sen tok yatmayacaksın” denip Kuran’dan paylaşmaya, dayanışmaya, adalete dönük ayetler öne çıkartılırken; son yıllarda mülk edinmenin, zenginliğin bir hak olduğunu ve lüks yaşamanın haram olmadığını dile getiren ayetler bulunup öne çıkartılıyor. Dini referanslar veremeyenler ise şımarıklıkta bir beis görmeyip israfı, lüks yaşamı “Maşallah diyeceklerine eleştiriyorlar. Var ki harcanıyor, niye kızıyorsunuz?” şeklinde meşrulaştırma çabası içine giriyorlar. Erdoğan’ın AK Sarayını eleştirenlere, yandaş Yeni Akit yazarlarından Ali Karahasanoğlu, zamanında Demirel’in sarf ettiği “70 cente muhtacız” sözü üzerinden şöyle soruyordu utanmadan: “70 cente muhtaç bir Türkiye’den, böyle zengin bir Türkiye’ye gelinmiş olmasının, herkesin göğsünü kabartması gerekmez mi? Devletin böyle sınıf atlamasından, muhalefet niye gocunuyor?” Üstelik açlık ve sefalet içerisinde bulunan milyonlardan da “devletin sınıf atlamasından” gurur duyması isteniyordu.
İşte Karaman’ın, sınıf farklılığının olmadığını ileri sürmesi, tepelerine kadar pisliğe bulaşmış sonradan görme burjuvaların debdebeli yaşamlarını örtüleme, emekçi kitlelerin sınıfsal çelişkileri sorgulamasının önüne geçme telaşından başka bir şey değildir. Ama Karaman ve onun gibi burjuva ideologları boşuna uğraşıyorlar, korktukları sondan kurtulamayacaklar. Bugün için dindar işçi-emekçilerin bir kısmının bilinçlerini kendi çıkarları temelinde şekillendiriyor olabilirler. Ancak çalışma ve yaşam koşulları her geçen gün ağırlaşan işçiler, en nihayetinde sınıfsal ayrımları sorgulayacaklar ve İslami burjuva kesimlerin kendilerinin temsilcisi olamayacağının farkına varacaklardır. “Hepimiz Müslümanız, din kardeşiyiz, eşitiz” demekle ne eşit olunuyor ne de sömürü ortadan kalkıyor. İşçi-emekçi kitlelerle tepedekiler arasında, ne ekonomik ne de sosyal açıdan bir eşitlik söz konusudur.
Burjuvazinin eşitlik yalanı
Burjuva sınıfın iktidarıyla birlikte tüm insanların “eşit ve özgür” oldukları, “insan hakları” bildirgeleriyle yazılı hale getirilmiştir. Ancak toplumun sınıflara bölündüğü kapitalist düzende bu “eşitlik ve özgürlük” kavramları biçimsel ve soyuttur, sınıf farklılıklarının toplumsal yaşamın her alanına damgasını bastığı somut hayatta karşılığı yoktur. Üstelik dünya kapitalizminin içinde bulunduğu tarihsel kriz ve 3. Dünya Savaşı sarmalında iktidarların giderek gericileştiği, burjuva demokrasinin kuşa çevrildiği şu günlerde bu kavramların içi hepten boşalmıştır. “Esasında «insan hakları» bildirgelerinin gerçek muhtevasını BM beyannamesinin giriş kısmında ifade edilen şu sözler özetlemektedir: «İnsanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olmasına…» karar verilmiştir. Yani sömürülen ve ezilen kitlelerin kapitalizme karşı ayaklanmaması ve devrime yeltenmemesi için onları aldatmak gereklidir!”[3] Burjuva düzende “eşitlik, adalet, özgürlük, kardeşlik” nasıl ki özel mülkiyet duvarlarına çarpıp paramparça oluyorsa ve koca bir yalansa; AKP ideologlarının ileri sürdüğü “Müslümanların eşitliği, kardeşliği” söylemi de benzer şekilde Erdoğan-AKP iktidarının ve çevrelerinde biriken sermayedarların bekası için kitlelerin bilincini bulandırma aracından başka bir şey değildir.
Burjuvazinin kullandığı etkili ideolojik araçların başında din gelir. Vakti zamanında “hoca efendi” İslamcı burjuvazinin çıkarları için az fetva vermedi! Fethullah Gülen, İslam toplumunun din kardeşliği esasına dayandığını, Müslümanlar arasında sınıfsal bir ayrışmanın ve sınıf mücadelesinin olmadığını, işveren-işçi ayrımının Batı’ya ait bir hadise olduğunu söylemişti. Geçmişten bugüne kadar İslamcı burjuvazi, işçi kitleleri din üzerinden manipüle ederek, dini inançlarını istismar ederek, işçilerin bağımsız sınıf çıkarları temelinde örgütlenmesinin önüne geçmeye çalıştı. Bugün hâlâ “din kardeşiyiz”, “dava arkadaşlarıyız”, “aynı hedef için çalışıyoruz” propagandalarıyla işçi sınıfının dizginsiz sömürüsünün önü açılırken, grev gibi işçi sınıfının önemli bir mücadele silahı elinden alınarak hak aramanın önüne geçiliyor. İşçilerin sırtına yüklenen vergiler ağırlaştıkça ağırlaştırılırken, İşsizlik Fonunun peşkeş çekilmesi gibi ballı teşvikler sunuluyor patronlara. Böylece sermayedarlar deveyi hamuduyla yutmuş oluyorlar!
İslamcı burjuvalar yıllarca işçilere İslam âleminin yükselmesi için çalıştıklarını, kendileri için asla bir şey istemediklerini propaganda ettiler. Oysa yıllar içerisinde Türkiye burjuvazisi İslamcısıyla, laikiyle bir bütün olarak büyüdü, 2002 yılında 3 olan dolar milyarderi sayısı, bu yıl 31’e yükseldi. Türkiye dünya ekonomisinin ilk 20’si arasına girdi. Türkiye burjuvazisinin bu yükselişi elbette ki işçi sınıfının kural tanımaz, dizginsiz sömürüsü üzerinden gerçekleşiyor. “İşçinin teri kurumadan hakkını verin” diyenlerin gözünü öyle bir kâr hırsı bürümüş ki, işçilerin sosyal ve sendikal hakları olduğunu bile neredeyse kabul etmek istemiyorlar. Henüz işçi tokadı yememiş sonradan görme İslamcı burjuvazinin örgütü olan MÜSİAD’ın işçilerin sendikalaşması konusuna yaklaşımı ortadadır. Örneğin, İslamcı bir görünüme sahip Hak-İş’in uzmanlarından birisi, işçilerin sendikalaşması konusunda TÜSİAD’ın daha olumlu yaklaştığını, ama MÜSİAD’ın tutumunun çok daha kötü olduğunu aktarıyor. İslamcı burjuvalar “İslamda sendika var mı” diye soruyor ve işçilerin sendikalaşmasına karşı çıkıyorlar.[4]
“Eşitlik” martavalları okuyan din istismarcıları, işçilerin payına düşen ağır ve yorucu çalışma koşullarının, iş kazalarının, meslek hastalıklarının, uzun iş saatlerinin, düşük ücretlerin, artan işsizliğin, yoksulluğun ise üzerini örtüyorlar. Bir yanda gece gündüz çalışıp ay sonunu getiremeyen ya da iş aramaktan ayaklarına kara sular inen işçiler, öte yanda yalılarda, saraylarda zevkusefa içerisinde yaşayan, şatafattan, şımarıklıktan başı dönmüş olan “dindar” sömürücüler… Bu tablo karşısında hâlâ eşitlikten, sınıf farklılığının olmadığından bahsedenler alenen insan aklıyla dalga geçiyorlar demektir. Bırakalım bugün dalga geçsinler, elbette ki bu devran hep böyle sürüp gitmeyecek.
Başlangıçta tarihsel olarak büyük bir ilerici rol oynayan “eşitlik” ve “özgürlük” şiarları, ilerleyen dönemde kapitalist düzenin oturması ve gericileşmesiyle birlikte, burjuvazinin dilinde bir aldatmacaya dönüşmüştür. İşçi-emekçi kitleler açlık ve yoksullukla boğuştukça, savaşlarda can verdikçe burjuvaziyle eşit ve kardeş olamayacağının, kapitalist düzende özgürlüğün mümkün olmadığının farkına varmış ve gerçek eşitlik için defalarca ayaklanmıştı. 1830 devrimi, 1831 Lyon ayaklanması, İngiltere’deki Chartist hareket, 1848 devrimleri, 1871 Paris Komünü bu ayaklanmalardan sadece bir kısmıdır… Tarihin akışı gösteriyor ki bugün AKP’li ideologların kitlelerin gözlerinin önüne kat kat perdeler çekerek gerçekleri görmelerini engellemeye ve bilinçlerini bulandırmaya çalışmaları boşunadır. Tarihin akışını durduramayacaklar.
[1] İslami burjuvazinin gelişiminin ayrıntıları için bkz: Utku Kızılok, İslami Harekette Yaşanan Ayrışma Süreci, Ocak 2011
[2] Utku Kızılok, age
[3] Akın Erensoy, İnsan Hakları ve İşçi Sınıfı, Aralık 2007
[4] akt: Şennur Özdemir, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 6 /İslamcılık, İletişim Yay., s.842
Marksist Tutum
http://marksist.net/gulhan-dildar/islamci-burjuvazinin-esitlik-anlayisi.htm
RTE ve AKP’yi başımıza getiren şey cumhuriyet ve hatta meşrutiyettir. Yani Abdülhamid ve Vahdeddin’i devirenler RTE’nin yolunu açtılar. Çünkü parlamento ve seçim çoğunluk diktatörlüğünden başka bir şey değildir. (ABD ve Avrupa’daki gibi federal eyalet, başkanlık veya parlamenter monarşi sistemleriyle yönetilen ülkeler hariç belki. Ki oralarda bile Obama’lar olduğu kadar Trump’lar da var. Otonom Katalonya’ya karşı kullanılan zoru da görüyoruz.)
… Uzak, çok uzaktaki 1 Kasım Seçimleri
http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc147_2.html
http://www.ktunnel.web.tr
Unknown2 Temmuz 2016 15:43
Dinin ne olduğunu anlamak için önce sürü ile toplum arasındaki farkın farkına varmak gerek. Sürü biyolojik yasalar dolayımında bir araya gelen canlı kümesidir. Toplum ise esas olarak toplumsal yasalar dolayımında bir araya gelmiş canlı kümesidir. Elbette biyolojik temeli vardır bu yasaların ama toplumda topluluğun çıkarları bireyin çıkarlarından önce gelir. İlk doğduğu günden beri bir topluluk üyesine bu içselleştirilir. Sürüde ise bireyler zorda kaldıkları zaman sürüyü terkeder. Bireyin hayatta kalması sürünün hayatta kalmasından çok daha önemlidir. Tabii bu tanımlalara uymayan ara durumlar var ama şimdilik bunu geçelim.Sürü ile toplum arasında bu farkı meydana getirenö biyolojik olmayanö sonradan öğretilen bu toplumsal kuralların hepsine birden DİN adı verilir. Dinin toplumsal anlamı budur. İnanmakla, öteki dünyaylaö tanrının varlığı ya da yokluğuyla bir alakası yoktur soyolojik olarak dinin. DİN, bir topluluğun sınırlarını çizer, bu sınırlar içinde yaşayan insanların arasındaki ilişki kurallarını belirler, bu krallara uymayanları cezalandırır. Bütün dinlerin temel görevi budur. Dinin bunun için vardır. Dinsiz topluluk yoktur. Sürü yaşamından kurtulup toplum yaşamaına ulaşmış Homo Sapiens denen canlı türünün Anaerkil ilkel komünal topluluklarındanö antik uygarlıklara oradan bu günkü modern toplumlara kadar hepsinde DİNİN görevi budur. Adları ister Ön Animizim, Animizm, totemizin olsun, ister Budizm, İster Hinduizm olsun, ister çok tannrılı ister tektanrılı Dinler, olsun, adı ister Musevilik,Hristiyanlık ya da İslam olsun hepsinin temel işlevi yukarda kısaca değibilen üç şeydir. Topluluğun hayatta kalabilmesi içinö o topluluğun sınırlarını çizmek, bu sınırlar içinde yaşayan bireylerin arasındaki ilişki kurallarını yaptırım uygulamak. Modern toplumlarda da durum aynıdır. Laik modern devrimler aslında dini politikadan uzaklaştırmamıştır, Hıristiyanlığı , islamı vb. antik dinleri iktidardan uzaklaştırıp onların yerine yeni bir DİN getirmiştir. Bu dinin adı ULUS tur. Eskiden bütün tooplumsal yaşam islam adı verilen ya da hıristiyanlık adıl verilen Dinler tarafından belirlenirken, şimdi bu görevi, üç temel görevi Ulus ve onun Kutsal Kitabı Anayasa üslenmiştir.
J. Diamon sosyoloik olguları biyolojijk kavramlarla açıklamaya çalıştığı için çuvallamaktadır. kendi alanındaki derin bilgisine saygısızlık etmiyorum. Aynı şeyi. R. Dawkins de yapıyor. Toplumu biyolojinin ya da arkeolojinin ya da epistemolojinin kavramlarıyla anlamaya çaşışınca sonuç böyle kafa karışıklığı oluyor.
Yanıtla
http://guneshavasu.blogspot.com/2011/01/islamiyet-tecavuzu-mesru-kabul-eder.html
İslamiyet tecavüzü meşru kabul eder
Kuran yorumcuları ve Müslümanlar tecavüz suçu için, zina suçuna uygulanan hadleri (ceza şekli/müeyyideleri) uygulamanın doğru olduğunu söylerler. İslam’da tecavüz suçu ve cezası ne Kuran’da ne de sünnet’te vardır. İslam tecavüz eylemini zina olarak değerlendirir ve cezalandırır. Tecavüz ve zina kavramları farklı şeylerdir, tecavüz; bir kişinin rızası dışında cinsel saldırı sonucu, isteği dışında cinsel ilişkide bulunmasıdır, zina ise (İslam şeriatına göre), evli olmayan kişi/kişilerin cinsel ilişkide bulunmasıdır.
Suç isnatlarını açacak olursak:
Tecavüz;
1- En bilinen ve geniş anlamında kullanılan şekli ile; erkeğin/erkeklerin kadının isteği dışında onunla cinsel ilişkide bulunmasıdır. Erkeklik organının kadının vulvasına zorla sokulması eylemidir. Fakat bu tanım eksiktir, aşağıda daha detaylı tanımını açıyorum.
[…]
2- Geldik zurnanın zırt ettiği yerlerden birisine; Evlilik içi tecavüz suçu vardır ve bu ne İslamiyet’teki zina suçuna girer ne de bir başka kayıtta İslamiyet için suçtur.
3- Günümüzde sözlü tecavüz algılaması çıkmıştır ama bu kavram İslam şeriatında çok zorlanılırsa basit ve farklı bir suç olarak tanımlanır.
Zina;
Aralarında evlilik bağı olmayan kişiler arasındaki cinsel ilişki. (TDK sözlük)
Zina İslam açısından çok önemli bir suçtur, zina Allah’a karşı işlenen suçlar kapsamında ele alınır İslam şeriatına göre. Yani bu hususta zina eylemindeki kişi/kişiler bu suç kapsamında şahsi olarak değil bizzat Allah adına cezalandırılırlar. Zina suçunun ispatı için dört erkek şahid istenir, dört şahidi olmayan her türlü zina isnadı İslam’da hukuken yok sayılır.
[…]
Bu cihetle, zina Kuran’da; Mu’minun/5-6 ayetinde nikahlı eşleri ve cariyeleri (köleleri) dışındaki kişilerle, cinsel ilişkiden kaçınılması ve aksi durumlarda bir cezanın söz konusu olduğu belirtilir. Nur/2’de birbirleriyle evli olmayan ya da/veya efendi köle (cariye) ilişkisi bulunmayan ayrı cinsten iki kişinin, birbirleriyle cinsel ilişkide bulunması zina olarak tanımlanmıştır, ayet aynı zamanda suçun cezasını da her iki taraf için 100 değnek vurulması olarak belirler. Nur/33 ayetinde ise zorla fuhuş yapan (köle-cariye) kadınların zina kapsamı dışında bırakıldıkları belirtilir.
[…]
Muhammed’ten 2500 sene önce yaşamış politeist din inancına sahip Sümerli’lerde bile suç olan tecavüzün, ilahi bir sistem olarak düşünülen İslam’da suç olarak değerlendirilmemesini basit bir hata olarak görmemekte fayda vardır. İslam’a göre; İslamiyet evrensel ve ilahi bir din olarak İnsan’ların bütün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde, kıyamete kadar geçerli olan bir şeriatla ve eksiksiz olarak Allah tarafından Müslümanlara gönderilmiştir. Bu bakış açısıyla İslam’da suç olarak tanımlanmayan her şey meşrudur/yasaldır.
Tecavüz suçu Kuran içerisinde ve diğer İslami kaynaklarda geçmez, İslam’a göre böyle bir suç ta asla yoktur. Kuran’da kavram olarak evlilik dışı her türlü ilişkinin zina olarak tanımlanması ve hadis ile diğer İslam kaynaklarında, zina’nın çeşitleri içerisinde (tecavüz dahil) her türlü evlilik akti olmayan cinsel ilişkinin zina olarak adlandırılıp ceza hadlerinin belirtilmesi de, tecavüz’ün İslam şeriatı açısından suç sayılmadığını gösterir.
[…]
Bütün bu zina ya da (İslami şeriata göre) başka bir suç şekli olarak kabul edilen tecavüz suçları dışında, bir de (İslami şeriata göre) hiçbir suç kapsamına sokulmayan tecavüz suçu vardır. Evli bir erkeğin gene evli olduğu (helal) karısına ya da kölesine (cariyesine) tecavüz etmesi, İslam şeriatında yer almayan ve bir başka suçun içerisinde değerlendirilmeyen bir suçtur. Kadın eğer ekonomik ya da aşiret olarak güçlüyse, durumu da müsaitse, ortada da bir zina vakası olmadığı için, konuyu mihirini terk ederek mahkemeye kocasının kötü davranması nedeniyle boşanma isteği olarak getirebilir, kötü davrandığını ispatlayıp boşanabilirse kurtulur, eğer boşanamazsa tecavüzlere katlanmak zorundadır. Konu cariyeler (köle kadınlar) açısından hukuki bir zemin teşkil etmediği için tecavüz her daim kaçınılmazdır ve hiçbir hakları yoktur. Günümüzde modern İslam hukukçuları bu suçu tanımlayıp şeriat içerisine alabilmek için, çareyi beşeri hukuk içerisinde yaptıkları yorumla taziren çözmek istemişlerdir, bu da erkeğin beşeri hukuka göre cezalandırılması ve kadının da bir tazminat alarak boşanmasıdır (burada terk edilen mihrin yerine tazmin için ödenir aslında tazminat), fakat uygulamada İslam coğrafyası bu öneriyi red eder ve suçun taziren değerlendirilemeyeceğini çünkü Kuran’da tanımlandığını belirtir, İslamda olmayan bir şeyin şeriata sokulamayacağını söylerler, bu yüzden son 50-60 yıldır tartışılan bu konu İslam hukukuna girmemiştir. Peki bu durumda erkeğin şer’i sözleşme ile kendisine helal olan karısına tecavüz etmesi neden bir suç ve ceza tanımına girmez ve cezalandırılamaz İslama göre? Daha önce yazıldığı gibi, İslam söz konusu durumu suç olarak tanımlamaz, yani bu vaka İslam şeriatı açısından bir suç teşkil etmez ve doğal olarak ta olmayan bir suça ceza da olmaz.
İslam coğrafyasında sıkça karşılaşılan tecavüz vakalarının büyük çoğunluğunun kökeninde, tecavüzün ayrı bir suç olarak tanımlanmayıp zina olarak ele alınması ve cezalandırılması yatmaktadır.
[…]
Tecavüz diye bir suç olmadığı için İslam hukukunda cezası da olmuyor. Evet İslam’da bir cezalandırma var ama bu cezalandırma zina için oluyor. Yukarıda da bahsedildiği gibi ‘’evlilik bağı olmadan gerçekleşen her türlü cinsel ilişki zinadır’’ doğal olarak İslamiyet bu bakış açısıyla tecavüzü cezalandırdığını söyler. İslamiyet vakaya bu şekilde yaklaşıyor ve kendine göre çözümü bulup cezalandırıyor. Olaya düz mantıkla yaklaşan Müslüman’lar ise tıpkı Ömer’in yaptığı gibi (keçi vakası dahil) her konuyu zina olarak ele alıp recm ile cezalandırıyor. Çok küçük azınlık ise Ali gibi bir takım yan unsurları değerlendiriyor.
İslam açısından, tecavüz suç olarak görülmüyorsa, esas olarak İslam şeriatı açısından bir sorun yoktur, çünkü ‘’vardır bir hikmeti’’ bu durumun ‘’Allah’a’’ göre. Bizzat Kuran’da yazmıyor mu ‘’eksiksiz olarak yarattık’’ diye Kuran’ı, yani şeriatı eksiksiz yarattığını söyleyen ve bu vakayı suç olarak tanımlamayan ‘’Allah’ın’’ şeriatına ters düşünemiyeceğine göre İslam, gene aynı şekilde sünnette ve İslam hukukunda yer almıyorsa tecavüz diye bir suç, demek ki İslam’da tecavüze meşruiyet vardır.