Halk TV’deki Milliyetçilik Tartışması Üzerine

Artıgerçek

Ülkü Ocakları eski genel başkanı Sinan Ateş’in suikasta uğraması ve Cumhur İttifakı içinde yer alan parti ve güçlerin bu suikast karşısında ölümcül bir sessizliğe bürünmesi, dikkatleri genel olarak milliyetçi, özel olarak Ülkücü harekete çekti.

UZUN YILLAR SONRA

Bu bağlamda, Halk TV’den Şirin Payzın, geçen haftaki tartışma programını (6 Ocak 2023 gecesi) “Milliyetçilik nedir, ne değildir?” konusuna ayırdı. Payzın, yaklaşık 3,5 saat süren bu uzun toplantıda, Ülkücü hareketin eski mensuplarıyla soldan ve sol partilerden 50 kadar (sağ-sol dağılımı aşağı yukarı eşitti) tartışmacıyı bir araya getirerek, uzun yıllardır görülmeyen bir olayı gerçekleştirmiş oldu.

1965 yılında, SBF’de, diğer partilerin temsilcilerinin yanı sıra TİP (Behice Boran) ve MHP sözcülerinin yer aldığı, benim de 19 yaşında solcu bir genç olarak izlediğim bir açık oturum, sanırım 1960 yıllarda sağ ve sol uçların birlikte yer aldığı ilk ve son toplantıydı. Aynı yılın yazında, Kızılay’da, Dönüşüm dergisi satan TİP taraftarı gençlere o zamanki CKMP’de toparlanan Ülkücülerin ve AP gençlik kolları mensuplarının, keza 1966 yılında, SBF’de, TİP Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın konferansına sağcıların saldırılarından sonra bu iki kesimin bir araya gelerek tartışması koşulları ortadan kalktı. Hele 1970’lerin kanlı sağ-sol çatışması ortamında sadece silahlar konuştu. 1980’li yıllarda cunta yönetiminin, “karıştır-barıştır” siyasetiyle ülkücülerle devrimcilerin hapishane koğuşlarında bir araya getirilmesi teşebbüsü ise zorla güzellik olmayacağının en açık ifadesiydi. 1994 yılında, Ali Kırca’nın “Siyaset Meydanı” programında, ağırlıklı olarak MHP’li ve Ülkücü politikacılarla o zamanki solun bazı önde gelen şahsiyetlerinin bir araya gelip tartışması, geçmişteki düşmanca ortamı bir ölçüde yumuşattı mı, bilmiyorum.

Şirin Payzın ve İpek Özbey’in geçen hafta gerçekleştirdikleri program yeni bir deneme olarak görülebilir. MHP’den kopmuş olsalar da (bazıları artık CHP’li olmuştu) Ülkücü bir geçmişe sahip olan ve çoğu halen milliyetçi görüşlerini muhafaza eden eski Ülkücü milliyetçilerle, onlara göre daha genç kuşaktan sol parti temsilcileri (ben ve benim gibi eski kuşak birkaç solcuyu da belirteyim bu arada) uzun yıllar sonra ilk kez bir araya gelip tartışıyorlardı.

Katılımcıların çokluğu nedeniyle toplantının zaman zaman kakafoniye dönüşmesine, “milliyetçiliğin ne olup ne olmadığına” ilişkin pek tatmin edici saptamalar yapılamamasına, böyle bir konuda Kürtlerin, Ermenilerin ya da HDP’nin görüşlerini temsil edecek birilerinin toplantıda bulunmamasına rağmen, MHP ve resmî Ülkü Ocakları’nın boykot ettiği böyle bir toplantının yapılabilmesi, milliyetçilerin ve solcuların bir araya gelip (zaman zaman gerilimli de olsa) tartışabilmeleri önemliydi.

Milliyetçilik, Yurtseverlik vb.

Tartışma, daha çok milliyetçiliğin “birleştirici” mi, yoksa “ayrıştırıcı” mı olduğu noktasında cereyan etti. Milliyetçiler, milliyetçilik tanımını öyle genişlettiler ki, sayelerinde ben de dahil orada bulunan herkes “milliyetçi” ilan edilmiş oldu. “Milliyetçilik”, görevini yapmakmış, memleketini düşünen herkes milliyetçiymiş, milliyetçilik herkesi sevmekmiş vb. vb. Eski ülkücülerin sulandırıp ortaya sundukları bu tür şeylerin ötesinde sosyolojik bir milliyetçilik tanımının ve ezen ulus milliyetçiliğiyle ezilen ulus milliyetçiliğinin arasındaki önemli farkın (ben konuşmamda değinmeye çalıştım ama oldukça cılız ve yetersizdi) pek ortaya çıktığını söyleyemem. Bir kavramı böylesine her şeyi kapsar hale getirirseniz, sonuçta iyiden iyiye amorflaştırırsınız!

Milliyetçi genç bir akademisyen, milliyetçilik adına daha köşeli bir izahat getirmeye çalıştı. Ona göre, milliyetçilik, her şeyden önce “Türk milliyetçiliği” olarak sarihleştirilmeliydi. Dolayısıyla, Atatürk başta olmak üzere bütün kurucu babalar “Türk milliyetçisi”ydi. Evet ama, unuttuğu bir nokta vardı. Kurucu babaların “Türk milliyetçiliği” seküler bir milliyetçilikti. Oysa 1960’larda oluşan milliyetçi akım, sekülarizm yerine dinci-gelenekçiliği seçerek farklı bir yol tutturmuştu. Dolayısıyla günümüzün milliyetçi-ülkücülüğü, kurucu babalardan farklı olarak, seküler değil, “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” milliyetçi-dinci bir akımdı.

Solcu parti temsilcileri bir başka âlemdi. Onlar da milliyetçilik kavramını “sola” çekmeye çalıştılar. Solcu gençlerden biri (Halkın Kurtuluşu Partisi –HKP- temsilcisi), Hikmet Kıvılcımlı’ya atfen, “gerçek milliyetçilik sosyalizmdir” dedi, çıktı işin içinden. Dahası, HKP temsilcisi, Sinan Cemgil ve Mahir Çayan’ın, NATO üslerine saldırmak üzereyken öldürüldüklerini söyleyerek “solcu milliyetçiliğe” oynadığını iyice belli etti. Milliyetçiliği başkaları yapınca kötü, ama solcuların “anti-emperyalist” soslu milliyetçiliği makbul bir şey!

Türkiye Komünist Partisi –TKP- sözcüsü ise, milliyetçiliğe karşı “yurtseverlik” kavramını attı ortaya. Milliyetçi değil, yurtsevermişler! Aslında aynı kapıya çıkıyor. Bu tür kavram oyunlarıyla kendi “anti-emperyalist” ulusalcılıklarını kamufle etmeye çalışıyorlar gibi geldi bana. Sonuçta, yurtseverlik, artık pek “alaturka” kalan milliyetçiliğe alternatif, daha “alafranga” bir terim olarak parlatılmaya çalışıldı ama bana soracak olursanız ha “Ali Veli ha Veli Ali”. “Yurt”, devlet sınırlarıyla çevrilmiş bir toprak parçası olduğuna göre, bu arkadaşlar aynı zamanda devletsever olduklarının farkındalar mı acaba!

Yıllar süren kanlı çatışmaların ardında sağ milliyetçilikle sol milliyetçiliğin rekabeti varmış meğer!

Uzlaşmacılık, Hırçınlık, Çoğulculuk

Bazı sol örgüt temsilcileri iyiden iyiye hırçındı. Milliyetçiliğin ne olup ne olmadığına ilişkin bir tartışma programında eski defterleri karıştırmanın, kirli çamaşırları ortaya dökmenin, tartışmayı ilerletmek yerine gerilimi artıracağını bilmeleri gerekirdi. Kısacası, HKP temsilcisi gencin, Alpaslan Türkeş’in ABD emperyalizmi tarafından “eğitildiği”ni söylemesi en azından barışçı bir tartışma ortamına uymadı. Bu bana, sağcıların, eski “Moskova yetiştirmesi” türü anti-komünist saldırılarını hatırlattı. Şirin Payzın, HKP temsilcisine, “yeni bir şeyler söylemenin zamanı” derken sanırım bu tür söylemlerin bayatlığına değinmek istedi.

Öte yandan, yukarda değindiğim genç milliyetçi akademisyen, 1960’lardaki ilk cinayetleri Türk milliyetçilerinin değil, solcuların işlediğini söyleyerek (üstelik benim anlattığım DTCF’deki bir olayı kendine kalkan yaparak) gerilime katkıda bulundu. “Önce kim öldürdü?” tartışması o kadar mı önemli? Diyelim ki, öldürülen ilk kişi sağcılardan olsun, bu, Ülkücüler tarafından yüzlerce solcu gencin öldürülmesini haklı kılar mı? Elbette, öldürülen sağcı gençler için de aynı şey söz konusu.

Ortamı gerdi böyle anakronik argümanlar. Üstelik bu anakronizmin esasen yeni kuşaktan gelmesi oldukça ironikti.

Neyse ki toplantıda Ufuk Uras ve Can Kakışım gibi bağımsız solcular da vardı. Onların çoğulculuğa ilişkin söyledikleri katkı niteliğindeydi. Ufuk Uras’ın “kendisiyle yetinenlerle kendisini yenileyenler” üzerine söylediklerini ben, sol örgüt temsilcilerine yönelik, “kızım sana söylüyorum, gelinim sen dinle” kabilinden bir uyarı olarak anladım.

Sol parti enflasyonu

Toplantının dikkat çeken bir öğesi de, aşağı yukarı aynı şeyleri söyleyen ve aynı tutumları alan, bazılarının adını ilk kez duyduğum çok sayıda farklı sol partinin temsilcileriydi:

Türkiye İşçi Partisi (TİP),

Türkiye Komünist Partisi (TKP);

Devrimci İşçi Partisi (DİP);

Emekçi Hareket Partisi (EHP);

Halkın Kurtuluşu Partisi (HKP);

Toplumsal Özgürlük Partisi (TÖP)

Bunlardan ayrıca bir de, “bugüne kadar kapitalizmden daha iyi bir sistem görülmediğini” söyleyerek, soldan ve sağdan izleyicileri güldürüp hiç değilse bu noktada bir ortaklığa yol açan Liberal Demokrat Partisi (LDP) temsilcileri vardı ki, ajit-prop’ta solcu partilerden geri kalmadılar. Deva Partisi’nin temsilcisi, partisinin yeni liberal önerilerini ileri sürerken LDP’lilere göre daha sağduyulu bir profil verdi.

Küçük sol partilerin yanı sıra liberal partinin temsilcilerinin de ajitasyona kaçan konuşmalarını dinleyince, öncelikle, küçük fraksiyon particiliği yapmak için illa solcu olmaya gerek olmadığını düşündüm. Galiba ajit-prop’çulukla küçük particilik birbirinden ayrılmaz bir bütün.

İkincisi, hepsi de “işçi sınıfı”ndan söz eden bu sol partiler hem ajitasyonda, hem de aldıkları tutumlarda ikiz kardeş kadar birbirlerine benzedikleri halde neden ayrı parti olduklarını izah etmek zorundadırlar. Bence işleri zor.

Lenin, 1921 yılındaki 10. Kongre’de, dönemin müşkülatlarının içinden çıkabilmek için “fraksiyon yasağını” koyarak aslında fraksiyonları teşvik etmiş ve solun başına büyük bir fraksiyonlar belası açmıştır. Fraksiyon yasağı olmayıp da her fraksiyon kendini özgürce ifade edebilseydi belki de günümüzde böylesi bir sol partiler enflasyonu olmayacaktı.

Sol Saldırgan, Sağ Savunmada

Toplantıdan edindiğim genel izlenim şu: Sol örgütlerin temsilcisi gençler saldırıda, eski ülkücüler ise savunmadaydı; sağ, biraz boynu eğik, sol ise ezberci, dediğim dedikçi ve ajitasyoncuydu; eski ülkücüler uzlaşma arayışında, örgütlü solcular ise, “uzlaşmazlık”ta birbirleriyle gizli bir yarış halinde, öne geçme telaşındaydılar.

Sonuç olarak;

Çöl sıcağı ikliminde, sağ eriyor, hatta buharlaşıyor.

Sibirya soğuğu ikliminde, sol donarak kaskatı kesiliyor.

Gün Zileli

15 Ocak 2023

www.gunzileli.net

gunzileli@hotmail.com

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

2 Comments

  1. “Tarihte dillerin sosyolojik bir anlamının olduğu, yani dilin toplumsal ilişkileri düzenlediği bir toplum neredeyse görülmemiştir.

    Modern çağda kimi ulusların dil üzerinden tanımlanmasına kadar tarihte neredeyse dil üzerinden tanımlanmış, ilişkilerini dil üzerinden düzenleyen toplum bile yoktur.

    Elbette modern toplum öncesinde Kürt veya Türk gibi ifadeler bazı toplumları tanımlamakta kullanılmış olabilir. Ama bu gibi durumlarda, Grek, Kürt veya Türk kavramları bir dile göre tanımlanmış bir toplumu veya toplumsal ilişkileri değil, genellikle bir yaşam ve üretim tarzını, bir sınıfı, bir kastı vs. tanımlamakta kullanılır.

    Örneğin eski Grekler, hepsi uzak bir atadan geldiklerini, bu nedenle aynı dili konuştuklarını, hatta aynı tanrılara inandıklarını biliyorlardı. Ama bu onların toplumsal birimlerinin bir dil veya soy üzerinden tanımlanmasına yol açmıyordu. Aksine aynı dili konuşan, aynı tanrılara inanan, hatta aynı soydan gelen bu kentler, birbiriyle sürekli savaşıyorlardı, hatta diğer Grek kentlerine karşı Perslerle ittifaklar yapıyorlardı. Yani Grekçe konuşmak ve Grekçe bir kentteki toplumsal ilişkileri belirlemediği gibi dilin, Grekçe konuşan kentler arasındaki ilişkilerde de hiçbir anlamı yoktu. Ve bu anlamsızlık sadece politik bir anlamsızlık değildi, sosyolojik bir anlamsızlıktı. Bugün ulusçuluk sonrasında o Grekler bugünkü Grek ulusunun tohumu, ataları vs. olarak görülmekte ve tarih öyle yazılmaktadır.

    Benzer şekilde ulusçuluk öncesinde Kürt ve Türk kavramları bırakalım “politik bir birimle” (devletle) çakışma ilkesini, herhangi bir toplumsal birimle (bir aşiret, bir kabile, bir kent, bir din, bir mezhep, bir imparatorluk) çakışmaya bile karşılık düşmez. Çakışmanın olması gerektiğine dair bir kavrayış da yoktur. Hatta genellikle aynı dilden veya aynı soydan denebilecek aşiretler, kentler, dinler, mezhepler birbirleriyle en kanlı bıçaklı olanlardır. “Kürt” aşiretleri, “Yunan” kentleri, “Türk” devletleri esas olarak birbiriyle çatışan toplumsal birimler olmuşlardır.

    Türk nitelemesi veya kavramı, Abbasi sonrası (Yani Pers uygarlığı etkisine girmiş İslam uygarlığı sonrası) bir savaşçılar kastını tanımlamakta kullanılıyordu ve/veya bu kasttan olanlar muhtemelen kendilerini Türk olarak tanımlıyorlardı. Ve bunların konuştuğu dil veya kökenleri hiç de Türkçe olmayabilirdi. Örneğin büyük ölçüde bu savaşçılar kastı, Kafkasyalı (Çerkezler, Çeçenler vs.) olmalarına rağmen bunlara da Türk deniyordu. Hatta Arap ülkelerinde bu Kafkas asıllı Kölemenler ve torunlarına hala Türk denilmektedir.

    Ulusçular bu sosyolojik ve politik bir anlamı olmayan veya tamamen farklı olguları tanımlamak için kullanılmış tanımlamaları bir ulus tarihi ve ulus yaratmak için kullanırlar. Ama onların tarihi böyle anlatması tarihin o ulusların tarihi olduğu anlamına gelmez.

    Yani tarihte Kürt, Türk, Yunan ulusları değil, aslında sosyolojik bir kavram olarak Türk, Kürt, Yunan da yoktur. Çünkü henüz Türk, Kürt, Yunan ulusçuları yoktur. Dolayısıyla gerek politik gerek sosyolojik olarak Türk, Kürt, Yunan yoktur.

    Dolayısıyla Yunan, Kürt, Türk tarihleri yoktur ve olamaz.

    Bu tarihler ulusçuların yazdıkları tarihlerdir. Ulusların tarihi ulusçuların ortaya çıkışıyla başlar. Bu gibi tarihler aracılığıyla uluslar ulusçular tarafından yaratılırlar.”

    https://demirden-kapilar.blogspot.com/2022/02/ulusculuk-marksizm-ve-marksistler.html

Yorumlarınız:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir