Fikret Başkaya / Diziler ve dizilenler…

Geride kalan üç on yılda, özel televizyon kanallarının kurulmasıyla Türkiye’de televizyon dizi sanayii önemli bir gelişme kaydetti. Dizi üretimi hızlı bir tempoyla arttı. Türk dizileri 150’den fazla ülkeye (Orta-Doğu, Kuzey ve Kara Afrika, Orta ve Güney Amerika) ihraç edildi. İhracatın portesi yılda 350 milyon doları aşmış görünüyor. Aslında diziler reklamlarla ayakta kalıyor. Ortama insan günde 4 saat kadar televizyon izliyor bunun çoğu diziler… Tekrarlar/özetler ve reklamlarla her bir gösterim yaklaşık 2,5-3 saat sürüyor… Aslında sanıldığının aksine reklamlar gösterim içine yerleşmiyor, dizi reklamın içine yerleşiyor…

Diziler ekseri varlıklı sınıfların hikayesini anlatıyor. Güzel ve şık kadınlar, yakışıklı zengin erkekler, yalılar, süper lüks villalar ve arabalar, birbirinin kuyusunu kazanlar. Yoksullar şımarık zenginlerin ‘mutsuz’ yaşam serüveniyle oyalanıyor… Kendi gerçekliklerine yabancılaşıyorlar… Şeylerin gerçeğini anlamak için çaba göstermeye vakitleri kalmıyor… Diziler yoksul ve mütevazı toplum kesimlerinin uyuşturuyor… Aslında reklamlar tarafından da kuşatılmış durumdalar… Reklamlar insanları alıklaştırmanın, ahmaklaştırmanın, onlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmanın hizmetinde.  Kirletmenin, yok etmenin başlıca araçlarıdır… Ünlü ‘sanatçılar’ reklamlarda rol alıp toplumu kirletirken kendilerini de kirletiyorlar… Ünlü ‘sanatçılar’ reklamlarda rol alıyor, reklamlarda ünlenenler de ‘sanatçı’ oluyor… Etik, estetik ve entelektüel kaygılar taşıyan, taşıması gereken bir ‘sanatçı’ toplumu kirleten, alıklaştıran, doğa tahribatını derinleştiren reklamlarda neden rol alır… Neden suça ortak olur? Yaptığının anlamını hiç düşünüyor mudur? Elbette estetik/etik/sosyal kaygıları gözeten diziler de var ama istisna…

AKP iktidarının ikinci döneminde, 2010 sonrasında tarih dizileri sektörde önemli bir ağırlık kazandı. AKP, iktidarını sağlamlaştırmak, kalıcılaştırmak için ‘kendi resmî tarihini’ oluşturmak istiyor… Fakat resmi tarih üretmek kendi başına amaç değildir. Resmî tarih, resmî ideolojinin hammaddesidir. Rejimin resmî ideolojisini püskürtmek için kendi resmî ideolojisini peydahlamak, dayatmak istiyor… Sadece kaba kuvvet, şiddet ve devlet terörüyle iktidarı sürdürmek mümkün değildir…  ‘Rıza’, ‘gönüllü kabullenme’, ideolojik hegemonya olmadan iktidarı kalıcılaştırmak mümkün olmaz… Resmî ideoloji oluşturmak için resmî tarih oluşturmak, resmî tarih oluşturmak için de toplumun hafıza kaybına uğratılması, toplumsal belleğin (kolektif hafızanın) yok edilmesi, bozulması, tahrif edilmesi, bugünün (yeni) egemenlerinin ihtiyacına uygun bir bellek imal edilmesiyle mümkün oluyor…

Resmî tarih, yalan, tahrifat, yok saymaya (occultation), adıyla çağırmamaya, sansüre ve oto-sansüre dayanan bir tarih versiyonudur… Toplumsal bellek, egemen sınıfların ihtiyacına cevap verecek şekilde yeniden kurgulanır. Dolayısıyla genç nesillere öğretilen tarih ‘gerçek tarih’ değil, ısmarlama üzerine üretilmiş bir tarih versiyonudur…

Söz konusu “uydurulmuş tarih versiyonu” başta genç nesiller olmak üzere, kitleler tarafından ‘içselleştirildiğinde’ amaç gerçekleşmiş sayılır… Öyleyse bir toplumun hafızasını (belleğini) yok etmeye, değilse bozmaya, hafıza kaybı [amnésie] yaratmaya, tarihi tahrif etmeye kim neden ihtiyaç duyar sorusu akla gelir. İktidar olmanın yolu gizlemekten, unutturmaktan, toplumu geçmişine yabancılaştırmaktan, toplumu ‘tarihsizleştirmekten-kimliksizleştirmekten geçiyor. Zira, toplumsal hafıza toplumsal kimliğin en temel yapıcı unsurudur…

Bu yüzden boşuna ‘iktidar gizlemesini bilenindir’ denmemiştir… Hafıza kaybına uğramış, kim olduğunu, ne olduğunu, nereden geldiğini bilmeyen, kendi geçmişine yabancılaşmış birine hükmetmek çok daha kolaydır. Bir birey için geçerli olan bu durum, toplum için de aynı şekilde geçerlidir. Hâkim sınıflar binlerce yıllık tecrübelerinden biliyorlar ki, toplumun geçmişine hâkim olmadan bu gününe ve geleceğine sahip olmak mümkün değildir…

İşte dinci AKP’nin TRT finansmanıyla yaptırdığı tarih dizilerini bu bütünlük içinde ele almak gerekir… AKP cenahı, Sultan Abdülhamid’in İttihatçı darbesiyle tahtan indirildiği 1908’le AKP’nin iktidara taşındığı 2002 aralığını bir sapma sayıyor ve parantezi kapatmak üzere hamleler yapıyor… Ders müfredatlarını değiştiriyor. Laik eğitimi dinci eğitimle ikame etmeye çalışıyor, medyayı bu amaç için seferber ediyor, vb…  

Büyük ilgi gören ve dünyanın birçok ülkesinde de gösterilen Muhteşem Yüzyıl televizyon dizisiyle ilgili olarak, dönemin başbakanı R.T. Erdoğan: “Bizim öyle ecdadımız yok. Sultan Süleyman’ın ömrü, dizide gördüğünüz gibi değil, at sırtında geçti” dedi ve yargıyı göreve çağırdı. Bu uyarı etkili oldu ve senaryo değiştirildi… AKP iktidarı o tarihten sonra kolları sıvadı, TRT’ye diziler çektirmeye başladı. Önce Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş dönemini anlatan Diriliş Ertuğrul dizisi yapıldı. Onu Abdülhamid’in hayatını anlatan Payitaht dizisi izledi… 2019 yılında da sinema ve televizyon ünlülerini Saray’a davet etti. Onların huzurunda bir yasa imzaladı ve “Türk kültürünü ve tarihini anlatan dizi ve filmlere devlet desteği verileceğini” söyledi… Ondan sonra kesenin ağzı açıldı ve ‘tarihi dizelerin’ sayısı hızla arttı…

AKP’nin ve bir bütün olarak İslamcı Cenahın Osmanlı İmparatorluğunu ihya etmek gibi bir hedefi var. Yeni Osmanlıcılık saplantısının nedeni bu… Oysa bu beyhude bir zorlama zira tarihte geriye dönüş mümkün değildir…  40 yaşındaki adama 8 yaşındaki çocuğun ceketini giydiremezsiniz… Unuttukları bir şey var: İnsanların (toplumun) bilincine nüfuz etme yeteneğine sahip bir egemen ideoloji, sadece lafla, nutukla, televizyon dizileriyle, kahramanlık ayinleriyle, bıktırıcı törenlerle, şanlı geçmiş masallarıyla, düşmanı denize dökme edebiyatıyla, vb. mümkün olmaz. Zira, kitlelerin bilincine nüfuz edecek, yanılsama yaratacak ideoloji bile asgarî bir maddi geri planı varsayar. Kitlelerin ‘yeni düzenin’ durumlarını iyileştireceğine inanmaları, ikna olmaları gerekir…  

Daha önce de yazdığım gibi, AKP Türkiye’yi bir İslam Emirliğine dönüştürmek istiyor… Bütün zorlamaların nedeni bu… Para-militer fanatik dinci SADAT’ neyin amaçlandığını gösteriyor… Bu toplumun çoğunluğu ona izin verecek mi? Ülkenin varını-yoğunu yağmalayan, talan eden dinci soyguncu çetesine daha ne kadar katlanacak. Ayağa kalkmak için daha ne kadar bekleyecek?

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

1 Comment

  1. Sanırım bu konuda tarih bilgisi çok büyük bir sorun. Tarih boyunca çok küçük bir azınlık “Etik, estetik ve entelektüel (ve sosyal) kaygılar taşıyan” bir dünyada yaşadılar. Ben buna maddi bolluğu da eklerim. Hatta modern devrin en büyük miti olan “mutluluk” (ki ilerleme mitinin bir diğer adı) bile tarihte sadece çok küçük bir azınlık için anlam taşırdı. Bir köylü veya modern tekabülü fabrika işçisinin böyle saçma bir şeye inanması imkansız. Bir gün dişi ağrır, diğer bir gün sevdiği bir yemek yer, daha diğer bir gün sel ve fırtına etrafı viraneye çevirir, karısı veya çocuğu veya kendisi hasta olur, bir tanıdık ölür, bir bebek doğar, biri evlenir… Liste sonsuza uzar gider. On dokuzuncu yüzyılda dünyayı hali hazırda soyup soğana çevirmişlerden biri olan hayli zengin Fransa’da bile köyde biri genç öldüğünde “şanslı, genç öldü, bizim gibi sürünmeyecek” derlerdi. (Kaynak: Peasants Into Frenchmen: The Modernization of Rural France, 1880–1914)

    Teknolojik devrim ve bilhassa tüketime geçişle “mutluluk” bir simyasal dönüşümle nitelikten niceliğe kaydı ve artık herkes mutlu olabilirdi. Mutluluk peşinde olmak Amerika anayasasında.

    Kırlar boşandı, fakir fukara şehirlere taşındı, kültür ve özellikle kültür evrimi kültür endüstrilerinin eline geçti. Demek istediğim aslında şu: Bu eski bir yara, en azından ve belirgin şekilde İkinci Dünya Savaşı sonuna uzar; üretimden tüketime geçiş.

    Bu pasif seyirciliğe indirgenen insanlığın durumunu zengin ülkelerde görmek ve incelemek çok daha yaygın. Sayısız şahane kitaplar da var. En güzellerden birini Guy Debord yazdı: La Société du Spectacle (1967). Yukarıda tarih bilgisi kıtlığından laf etmiştim. Debord’ın kitabından bir alıntıda Fransa başkanı Valéry Giscard d’Estaing tarihin yerini alan gösterileri severek kucaklar: “bundan böyle, görüntülerin durmaksızın su üzerindeki yansılar gibi akıp birleştiği bir dünyada hafızasız yaşayacağımızı bilmekten çok mutluyum”. Gerçi kısa bir süre sonra bu saflığı unutuldu ama tarih bilgisi kıtlığı yine de korkunç bir seviyede.

    Diğer güzel bir kitap daha var: Post-Scriptum sur l’insignifiance, Cornelis Castoriadis

    Yazımın temelinde yatan varsayım: 16-17. yüzyıldan bu yana Batı, tüm dünyayı kendinin kopyası etti. 10 yıl önce Türkiye’ye geldim ve eğlence endüstrisinin büyüklüğü hala aklımda. Kaldığım Cenevre şehrinde de eğlencelerin bini bir para, reklamlarının afişleri her iki üç günde değişmekte. Tüm dünya bir orta sınıf oldu.

Leave a reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir