İmralı’daki görüşme trafiğinden sonra Abdullah Öcalan beklenen çağrıyı örgütüne ve kamuoyuna yaptı: PKK’nin kongrede alacağı kararla feshedilip silahlı mücadeleye son vermesini istedi. PKK yürütme komitesi de yaptığı açıklamayla, Öcalan’ın fesih ve silahları bırakma çağrısına uyacağını duyurarak kongre kararına ve sürecin seyrine bağlı olarak ateşkes ilan etti. Tüm bileşenleriyle DEM parti ve genel olarak Kürt siyasi çevrelerinde kimi kaygılar olsa da çağrı genelde olumlu karşılandı. Taraflar, çalışmalarını gizlilik içinde koordine ettikleri için bir-iki günlük şaşkınlıktan sonra görüşmelerin içeriği ucundan kenarından kamuoyuna yansıdıkça sevinenler kadar üzülenler, memnuniyetle kabul edenler kadar şiddetle karşı çıkanlar da seslerini duyurmaya başladı. MHP’den kopan ülkücü-milliyetçi çevreler ile ulusalcı-milliyetçi çevreler bilinen tutumlarını sergileyerek iktidarın bu tür bir yola girmekle taviz verdiğini, devletin başına yeni belalar açacağını dile getirip “bölücü terörün” barış çözümleriyle değil şiddetle bastırılması gerektiğini sabah-akşam tekrarlıyorlar.
Zaman içinde PKK’den ayrılarak bağımsız hareket eden veya öteden beri PKK muhalifi olan azımsanmayacak sayıda bireyler de bu çağrıyı hem Kürt davasına hem de PKK’nin bizzat kendisine karşı ihanet olarak gördüler. Uzlaşma, çözüm ve müzakere görüşmelerinin varsa mevzuatı belli ki önümüzdeki günlerde tedricen de olsa ortaya çıkacak. O zaman “süreci” destekleyen ya da karşısında duranların saflaşma trafiği daha da artacağa benziyor. Dolayısıyla bu konumlanış, gelecek günlerin hüsranla mı sonuçlanacağı yoksa barış ve çözüm yolunda doğru ve kararlı adımlar mı atılacağı yönünde turnusol işlevi görebilir.
Gerçek şu ki, kırk yıldır süren bu savaşa, hangi taraftan olursa olsun politik hesapları, intikam duygusunu, kin ve öfkeyi bir kenara koyup hümanist, vicdanî kriterlerle bakabilen herkes savaşın bitmesi gerektiğini kabul eder. Savaş bitsin! Evet, ama nasıl bitecek? Hani, Şeytan ayrıntıda gizlidir denir ya; Şeytan “barış süreci”nde gizlidir. Barış görüşmeleri, yeniden çatışmaya zemin hazırlayacak kadar gerilimli, karmaşık ve ilerledikçe “olmaz” taleplerle çeşitlenirse dönüp dolaşıp aynı çıkmazlara saplanmak kaçınılmaz olur. Çünkü, her kesimin kendine göre barış şartları var; taraflar bu şartlardan taviz vermedikçe uzlaşma ve barış sağlanamaz. Bu nedenle “taviz verildi” ezberi her koşulda geçerli değil. Taviz karşılıklıdır ve verilecektir. Ünlü aforizmada denildiği gibi: “Verecek hiçbir şeyi olmayanlar taviz vermemekle övünür.” Açık ki, çatışma çözümlerinin dünyadaki örneklerinde de görüldüğü üzere, müzakereyle bir sonuca varılmışsa bu, mutlaka karşılıklı taviz ile gerçekleşmiş. Aksi durumda uzlaşma sağlanamaz. Ancak, hangi ölçüde taviz verildiği, daha da önemlisi hayati önemdeki tavizlerin neye karşılık verildiği; üzerinde durulması gereken temel noktadır.
Müzakere koşulları
Türkiye’de iktidarın gücünü kaybettiği; adeta can havliyle barış masası kurduğu; buna mecbur kaldığı yönünde süregelen harcıâlem propaganda ne yazık ki gerçeği yansıtmıyor. Özellikle bu konuda yapılan bini bir para etmez değerlendirmeler iktidarın güç imkânlarını ve manevra olanaklarını genellikle göz ardı ediyor. Hâlbuki, AKP ve müttefiklerinin iktidarı belki de en güçlü dönemlerinden birini sürdürüyor. Yargı, yasama, yürütme, ekonomi, siyasi ve askerî irade, kısaca devletin her türlü güç ve imkânı tek elde toplanmışken, buna sahip olan çeyrek asırlık iktidarın bir miktar oy kaybına uğraması niçin onun çok sıkıştığı ve ilk seçimde düşeceği anlamına gelsin ki? Partilerin, araştırma anketlerine göre düşüş ve yükselişleri belirleyici bir gösterge değil. Örneğin, geçen mahalli seçimlerde birinci parti olan CHP, bu anketlere göre hâlâ birinci parti. Fakat yaşadığı iç rekabet ve parti içi saflaşmalardan ciddi bir güven kaybıyla karşı karşıya. Küçük farkla birinci sırada olsa da çok kötü dönemlerinden birini yaşıyor. Mesela, seçim sandığı hemen kurulsa bile, CHP iktidarın uykusunu kaçıracak denli bir alternatif odak olamadı, olamıyor. Özetle, iktidarın eli zayıf değil. Aksine uluslararası ilişki ve dengelerde de üç-beş yıl öncesine göre bugün daha avantajlı konumda. Bundandır ki, tüm muhalefet çevrelerine dizginsiz ve gayet çekincesiz baskı uyguluyor.
Öte yandan, söz konusu müzakerenin muhatabı olan PKK ve yasal/gayri yasal tüm bileşenleriyle Kürt siyasi hareketi zor dönemlerinden birini yaşıyor. PKK, 2015’ten beri sürekli alan kaybediyor, Irak Kürdistan bölgesindeki en önemli kamplarını birer birer kaybetti. Türk askerî birliklerinin alan hâkimiyeti ve çatışmalar bütünüyle Güney’e, gün geçtikçe daha da güneye kayıyor. Ordu, Barzani yönetimini de tehdit edebilecek boyutta Güney’e yerleşti, üsler kurdu, Kürdistan kentlerinde nokta operasyonlarla PKK’nin seçkin militanlarını vurabilme imkânına ulaştı. Bu durumu sadece Barzanilerin ihanetiyle gerekçelendirmek işin kolayına kaçmak olur; ancak konumuz bu değil. Kısacası PKK, askerî pratiğinin güçten düşmüş en zayıf dönemini yaşıyor. Legal Kürt hareketi daha iyi konumda olmasına rağmen yıllardır eksilmeyen yoğun baskı ve tutuklamalarla kısmi güç kaybına uğramış görünüyor. Keza, belediyelerin tekrar tekrar kazanılıp iktidarın kayyımlarıyla gasp edilmesi herkesin malumu. Özetle, Kürt hareketinin parlak ve zinde sayılabileceği tek alan Rojava’ydı; orada da sular Kürtler aleyhine bulanıyor.
İşte İmralı’daki müzakere bu koşulların oluşturduğu siyasi zemin üzerinde sürmüş görünüyor. Resmî ağızlardan henüz teyit edilmese de bir “barış masası” kurulduğu anlaşılıyor. Masanın iktidar/devlet tarafı içerde de dış dünyada da hem avantajlı, hem güçlü. Her şeyden önce müzakereyi başlatmak veya bitirmek gibi buyurgan, egemen ve belirleyici konumda. Muhatabı ise yukarıda kısaca özetlediğim gibi, eskiden sahip olduğu konumun çok gerisine düşmüş, önceki barış süreçlerinde olduğundan daha güçsüz, daha dezavantajlı.
Masanın İmralı’da kurulması
Niteliği her ne olursa olsun, kırk yılı aşan silahlı bir mücadele hareketi tüm kazanımlarını, tüm varlığını ve en az yirmi yıla yayılan en önemli pratik adımlarını hapisteki liderinin özgürlüğüne endeksleyebilir mi? 1999’dan beri PKK, Kürt özgürlük mücadelesi dediği her türlü performansını Abdullah Öcalan’ın özgürlüğüne bağlı hâle getirdi: Onun özgürlüğünü genel siyasi hedeflerinin önüne koydu. Öcalan üzerindeki tecritin kaldırılması başlı başına bir hedef olarak neredeyse siyasi mücadelenin amacı hâline getirildi. Silahlı ya da silahsız yüz binlerce insanın iradelerini tek bir insana teslim etmesi olacak şey mi? Üstelik tuksak olan bu kişi devlet başkanlarında bile olmayan sınırsız yetkiyle belirleyici bir konuma sahip. Bu paradoks, hâliyle muhataplarının eline bulunmaz bir silah veriyor. 25 yıldır örgüt bir tür ipotek altında. Çünkü, ilk düğme daha Öcalan yakalandığında yanlış iliklendi. Bu dezavantajlı konuma bakıldığında Masanın İmralı’da kurulmuş olması nedeniyle Kürt heyetinin daha baştan “pazarlıksız” kabul edeceği pek çok dayatmayla karşı karşıya kalacağı aşikâr. Ancak bunu devletten önce PKK, yasal partileri ve tüm taraftar kitlesi yıllardır, Öcalan’ı “baş müzakereci” göstererek istedi. Hâlbuki, örgütün açık kaynaklara yansıdığı kadarıyla diplomatik yetkinliğe sahip birçok müzakerecisi biliniyor. O hâlde, Avrupa’da veya dünyanın başka yerlerinde çeşitli düzeylerde diplomatik ilişkiler yürüten, adı sanı belli bu temsilciler niçin varlar?
Örneğin çağrı metnini Öcalan kaleme almış olabilir, kelimeler, cümleler hatta fikir de onun olabilir; peki irade? İşte işin bu kısmı iyimser bir tanımla söylersem en azından benim için muamma! Bu yargıya nereden varıyorum? Elbette iktidarın dilinden, tavrından. Eğer Kürt heyetinin (siz buna mücadelenin her boyutundaki Kürt hareketinin deyin) Masada etkili bir konumu olsaydı, iktidar bu denli nobran davranabilir miydi? Bu denli aşağılayıcı, kırıcı, kışkırtıcı ve yer yer küstahça bir dil kullanır mıydı? Özetle söylemem gerekirse; önceki süreçlerle kıyaslandığında iktidarın eli çok rahat ve çok güçlü. Üstelik bu gücü Kürt hareketinin güçsüzlüğünden değil, baş müzakerecinin gücünden ve konumundan alıyor.
Çağrı metnindeki eksiklikler fazlalıklar
Öncelikle, çağrının koşulsuz yapılmış olması büyük bir handikap. Belli ki, üzerinde uzlaşı sağlanan temel başlıklar var; bunların kamuoyuna duyurulması, süreci zora sokacağından şimdilik gizli tutuluyor. Tabii bu herkesin tahmin edebileceği iyimser bir ihtimal; böyle olmayabilir de. İşi kotaralım diye açıklanmayan şartlar, kısa süre içinde varsa kamuoyunun gündemine gelecek; hem de perde arkasındaki tüm çıplaklığıyla. İşte tam da bu nedenle, amiyane tabirle, bu iş karakolda bitecek gibi bir tehlike ve potansiyel içeriyor. Çünkü hareket noktası diyeceğimiz temel belge bu tek sayfalık çağrı metninden ibaret. Bir tür sözleşme/protokol, başvurulacak tüzük gibi düşünün. Önceki örneklerde olduğu gibi iktidar “masayı devirmek” isterse dayanacağı belge bu tek sayfalık çağrıdır. Çağrı metninde “ne yazıyorsa o” diyecektir. Kürt heyetinin taleplerini içeren ancak kamuoyuna açıklanmayan başka anlaşmalar masada olsa da kamuoyu nezdinde onlar her zaman kuşkulu ve manipülasyona açık olacak. Bu nedenle, şifahen söylenen ancak yazılı çağrıya eklenmeyen “demokratik zemin ve hukuki düzenleme” şartının iktidar istemezse hiçbir hükmü yok. Zayıf bir tutamak da olsa kamuoyuna açıklanan yazılı çağrıda bu şartın kayda geçirilmemiş olması ciddi bir hatadır.
Yukarıda çağrının koşulsuz yapıldığını söyledim; ama bu koşulsuzluk devlet için geçerli. Aksine PKK ve onunla ilişkili on binlerce insan gayet ağır koşullu bir sözleşmeye tabi kılınmış. Örneğin, çağrı metninde PKK kitlesinin önüne fesihten sonra “devlet ve toplumla bütünleşme” hedefi konmuş. Ve ikidar hemen ikinci gün en yüksek perdeden “oyunbozanlık yaparsan günah benden gider” dedi.
Milyonlarca insanın bugününü, geleceğini, kısacası kaderini belirleyen bu tür anlaşma ve pazarlıkların gizlice ve belirsiz muhataplarla yapılması ne kadar büyük bir haksızlık. İmralı heyetinde, tanıdık birkaç milletvekili, önlerinde bir masa, arkalarında da Öcalan’ın fotoğrafı; hepsi bu! Peki, öteki muhatap? Devlet veya iktidar niçin gizli? İstediklerinde oyunu bozabilecek gizli bir düzeneği andıran şifre ve kodlardan ibaretler. Buna rağmen Öcalan “tarihi sorumluluğu üzerime alıyorum” diyor. Bu sözün bir hükmü olabilir mi? Mesela işler yolunda gitmezse ne yapılacak, nasıl ve ne tür bir hesap sorulacak senden? Bir müebbet hapis cezası daha mı verilecek? Telafisi mümkün olmayan sosyal, siyasal facialar söz konusu olacaksa sorumluluğu üstlenmen ne işe yarayacak? Sıkça sarfedilen “tarih hesap soracak” türünden kalıplaşmış sözler genelde çaresizliğin işaretleridir.
Gelelim çağrıdaki fazlalıklara: Öcalan’nın demokrasi dışında tüm siyasal/toplumsal sistemleri tek tek karartması inandırıcı olmadığı gibi anlaşılır da değil. Kendisine atfedilen siyasal, düşünsel kapasiteye bakılırsa çağrıdaki o satırlar başka bir kalemle, başka bir elle, başka bir kafayla yazılmış gibi duruyor; tıpkı “devlet ve toplumla bütünleşme” cümlesi gibi. Ne yazık ki, kâğıda dökülen bu sözler pratik hayatta çok büyük acılara yol açacak. Tam da şairin dediği gibi; “o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan uğrunda asılırız.”
Siz, öz yönetimden kültürel özerkliğe varana dek tüm alternatif toplumsal formları tek kalemde geçersiz kılarsanız YPG’ye silah bırak demenize gerek kalmaz. Demokrasi dışındaki tüm toplumsal sistemler reddedildiği için YPG’nin de HTŞ ilahiyatına entegre olmak dışında girebileceği bir yol kalmaz. Türkiye’nin istediği de bu: Suriye’de yekpare HTŞ yönetimi! İmralı müzakeresinin en acı tarafı Rojava’nın gözden çıkarılması oldu. Hâlbuki, on yıllık Rojava öz yönetimi, PKK’nin önayak olduğu ve sonuç aldığı doğru ve meşru hedeflerinden biriydi. Bazı sistemsel sıkıntıları olsa da savaş koşullarında gerçekleşen başarılı bir örnekti. Şimdi bıçak sırtında; Rojava tanımı yerine Kuzeydoğu Suriye isimlendirmesi telafuz edilmeye başlandı bile.
Peki, Öcalan’ın büyülü bir söz gibi lanse ettiği demokrasi küresel bir iflasın eşiğindeyken Türkiye’de devlet demokratikleşebilir mi? İktidar bileşenlerinin mazilerine, bugününe, yarınına, program ve projelerine ve önlerine koydukları hedeflere bakıldığında hiçbir şekilde demokratikleşme şansları yok. Türkiye’de demokrasi demek mevcut ve gelecek muktedirlerin hegemonik iktidardan vazgeçmesi demek. Maalesef bunun hiçbir emaresi yok. Aksine, Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi’nin tıkanan anayasal kimi kanallarının gözden geçirilip daha kalıcı formlarla tahkim edilme olasılığı çok daha yüksek. Müzakerenin aciliyetlerinden biri de bu zaten. Buna karşılık, altına girilen bağlayıcı hüküm ve ödünler çok büyük, çok hayati.
Sonuç olarak
Yol almaya başlamış bu müzakere sürecinin eksiği gediği üzerine söz söylemek, eleştirmek hatta karşı tavır almak yapılacak en kolay iş. Hele de benim gibi sırtında yumurta küfesi taşımayanların oturduğu yerden, yazılana, çizilene, söylenene bakıp hatasını bulmaktan kolay ne var? On yıllardır Kürt toplumunun özgürlük mücadelesi hedefini önüne koyanlar, kırda şehirde bin bir meşakkatle mücadele yürütenler bugün ellerindeki silahı bırakıp bu hedeften vazgeçiyorsa hiçbir seyircinin “durun ne yapıyorsunuz, niye bırakıyorsunuz” deme hakkı yok. Ama, Oslo görüşmelerinden beri “onurlu barış” talebi her fırsatta dillendirildi. Onurun korunup korunamayacağını bilmek hâliyle herkesin hakkı.
Teşekkürler. Emek verilmiş. Sonuç kısmına katılıyorum. Ancak “avantaj dezavantaj :konusu o kadar tek yönlü değil, daha fa zla ve çok yönlü bir araştırma ve inceleme gerektirdiğini düşünüyorum. Saygılar.
Sürekli önderlik kültüyle yoğrulmuş hareketlerde önderin herhangi bir şekilde devre dışı kalmasının sonuçları yaşanıyor. Özügürlük anlayışının kopma, özerklik, devlet kurmaya hapsedilmişliği de burada bana göre etken.
Dostlukla
Abidin
Şeffaf olmama durumunu olağan karşılıyorum. Şeffaf olunsa ve yazıda değinilen sorulara cevap verilse toplumsal bir reaksiyon oluşacak. O kadar dikenli bir konu ki, ne yaparsan yap mutlaka birilerine batacak. O yüzden yeter ki, bu konuda olumlu bir ilerleme olsun da nasıl olursa olsun noktasındayım yıllardır.