Fikret Başkaya’nın sempozyum açış konuşması
Değerli dostlar, Özgür Üniversite tarafından düzenlenen, “ Neoliberal Küreselleşme Çağında Bilim ve Sanat” temalı sempozyuma hoş geldiniz. Gösterdiğiniz bu nâzik teveccühten dolayı, şahsım ve Özgür Üniversitemiz adına hepinize en derin teşekkürlerimizi ve saygılarımızı sunuyorum.
Doğrusu bu sempozyuma kendi imkânlarıyla katılıp bildiri sunan değerli hocalarımıza, sevgi ve saygıdeğer dostlarımıza ne kadar teşekkür etsek azdır. Özgür Üniversite olarak bilinen Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı’nın Kuruluş Bildirgesinde, “Parayla bilim ve sanat olmaz” deniyor. Biz yaklaşık 20 yıldır tüm etkinliklerimizi “gönüllük temelinde” sürdürüyoruz. Böylece, her şeyin hızla metalaştığı, paralılaştığı, soysuzlaştığı bir dönemde ve tüm zorluklara rağmen, akıntıya karşı yüzmenin mümkün olduğunu kanıtlamış oluyoruz.
Bize bu salonu tahsis eden Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektörü sayın Prof. dr. Yalçın Karayağız’a ve Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı sayın prof. dr. Fatma Senyücel’e ayrıca teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Sunduğu maddi destekle işimizi kolaylaştıran, bizimle dayanışma nezâketini ve cömertliğini gösteren, Özgür Üniversite dostu saydığımız Ali Balta’ya da teşekkürlerimizi sunuyorum.
Teşekkürü hak eden birileri daha var: İstanbul dışından yüzlerce kilometre yol kat ederek bu sempozyum için burada bulunanlar. Onların bu duyarlı tavrı bizim için son derecede anlamlı ve değerlidir, kendilerine teşekkürlerimizi sunuyorum.
O halde sadede gelebiliriz. Neden böyle bir sempozyum? Bu sorunun cevabı iki gün boyunca bu salonda verilmeye çalışılacak. Ben bu açış konuşmamda önemli gördüğüm birkaç hususa kısaca değinmekle yetineceğim.
Değerli dostlarımız
İnsanlığın çok uzun bir geçmişi var. Homo sapiens denilenin elli bin yılı aşkın bir geçmişi var. İşte neolitik devrim denilenden bu yana da 10 bin yıldan fazla bir zaman geride kaldı. Oysa kapitalizmin eni-sonu 500 yıllık bir geçmişi var, sanayi devriminden bu yana geçen zaman da sadece 200 yıl kadar. Ve kapitalizm bu kadarcık zamanda insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atmış bulunuyor. O halde neden böyle bir tablo ortaya çıktı? Neden bir sürdürülemezlik durumuyla karşı karşıyayız? Böyle bir tablo ortaya çıktı zira, kapitalizm insanlık ve uygarlık tarihinde bir sapmaydı ve asla insanlığın “normal hâli“ değildir. Geride kalan uzun tarih göz önüne alındığında da, sadece küçük bir parantezdir. Ve bu parantezin vakitlice kapatılması gerekiyor. Aksi halde insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olmayacak… Velhasıl bu rotada devam etmek artık mümkün görünmüyor…
Günlük yaşamda bile ekseri sıkça kullandığımız kelimelerin, kavramların anlamını bilmiyoruz. Maalesef sorun da etmiyoruz. İnsanlar yaşamlarının her veçhesine, her gözeneğine, her anına nüfûz edip belirleyen kapitalizm hakkında pek bir şey bilmeden yaşayıp gidiyorlar. O kadar ki, ABD’de, kapitalizm kavramıyla hiç karşılaşmadan iktisat fakültesini bitirip, doktora yapmak mümkündür… Ortalama insan, kapitalizmi insanlığın normal hâli sayıyor. Eskiler “Ol mahiler ki derya içredirler deryayı bilmezler” derlerdi. Balıklar denizde yaşar da, denizi bilmezler… David Foster Wallace, edebiyatın insan yaşamındaki önemine vurgu yapmak için şu anektodu naklediyordu:
“ İki genç balık, yaşlı bir balığa karşı yüzüyorlarlarmış.Yaşlı balık, başıyla işaret etmiş ve ‘Merhaba çocuklar, su güzel, değil mi?’ demiş. İki genç balık bir süre daha yüzmüşler, sonra biri diğerine dönmüş: ‘Sen suyun ne olduğunu biliyor musun’ demiş. Aslında bu dünyada yaşayan insanların ezici çoğunluğunun durumu tam da iki genç balığın durumuna benziyor…
Kapitalizm tam bir meta uygarlığı. Tuhaf bir tsünami gibi her şeyi kapsıyor, sarıp-sarmalıyor, içine alıp sindiriyor, kendi mantığıyla uyumlandırıyor, her şeyi metalaştırıyor, paralılaştırıyor, şeyleştiriyor, canlı olan ne varsa ölü metalara, sermayeye dönüştürüyor. Nazım Hikmet, bu sürecin faillerine gönderme yaptığı, Bursa Cezavevinde 6 Aralık 1945’de yazdığı bir şiirde:
“Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı” diyordu.
Velhasıl kapitalizmin geçerli olduğu yerde araçlarla amaçları ters-yüz olmuş durumdadır, zira, öküz arabanın arkasına koşulmuş bulunuyor. İşte bu yüzden, araba artık yürümüyor, işte bu yüzden bir sürdürülemezlik, sürdürülebilemezlik durumu ortaya çıkmış bulunuyor. Gerçek durum böyleyken, bir de kapitalizmin gelmiş geçmiş en rasyonel sistem olduğuna dair büyük bir yalan, tuhaf bir tevatür üretilmiş olması, üzerinde önemle ve ısrarla durulması gereken büyük bir çelişkidir… Başka türlü ifade edersek, gerçek dünyada var olan reel kapitalizm, burjuva iktisat kitaplarında yazılanlardan çok farklı. Kapitalizm demek, üretimle ihtiyaçlar arasındaki doğrudan bağın kopması demektir. Orada üretimin birincil amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmek üzere piyasa için mal üretmektir. Elde edilen kâr da sermayeye dönüştürülmek durumunda olunca, sistemin mantığı gereği öyle bir zorunluluk olunca, artık devre tamamlanıyor. Ve işleyiş üretim için üretim, dolayısıyla sermaye üretimi biçimini alıyor.
Kapitalizm insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerine sirayet ediyor ve hiçbir şeyi dışlamıyor, hiçbir şeyi de affetmiyor. Marx, Felsefenin Sefaleti adlı ünlü eserinde, sistemin bu eğilimini şöyle ifade etmişti: ““En sonunda, insanın ayrılmaz parçası olan her şeyin alışveriş ve pazarlık konusu olduğu zaman gelip çattı. Bu, o zamana kadar el değiştiren fakat ticaret konusu olmayan, erdem, duygu, kanaat, bilgi ve bilinç gibi şeylerin de ticaret konusu olduğu bir zamandır. Tek kelimeyle her şey ticaret konusu oldu. Bu genel kokuşma ve evrensel ölçekli alış – veriş dönemidir. Eğer ekonomik terimlerle ifade etmek gerekirse, bu, maddi olsun manevi olsun, her şeyin gerçek değerinin saptanması için pazara getirildiği bir zamandır.”
Marx’ın bu çarpıcı tespitinden bu yana tam 166 yıl geride kaldı. Şimdilerde mezarlıklar da birer kapitalist işletmeye dönüşürken, artık ölüler de ticaret, kâr ve kazanç konusu olmuşken, durumun ne kadar vahim bir hâl aldığı ortada ve herhalde geriye söylenecek fazla söz kalmıyor…
Elbette insan ve toplum yaşamının hangi veçhesi olursa olsun, metalaşması, paralılaşması, şeyleşmesi, bir özel kâr ve kazanç alanı ve unsuru haline gelmesi kabul edilebilir bir şey değildir ama, bilgi, bilim ve sanat etkinliği söz konusu olduğunda durum çok daha vahim demektir. Zira, bilgi, bilim ve sanat, doğası ve mantığı gereği metalaştığı anda misyonuna ve varlık nedenine yabancılaşıyor. Yabancılaşmak zorunda… Zira, özel çıkara, yakın faydaya, kâra ve kazanca endeksli bir bilim ve sanat mümkün değildir.
Harika şair Rainer Maria Rilke, Genç şaire mektuplar adlı eserinde: “Sanatçı olmak, hesap yapmamak, sayı saymamak, özsuyunu zorlamaksızın ve yazın gelmeyebileceğinden korkmaksızın bahar fırtınalarına göğüs geren bir ağaç gibi olgunlaşmaktır” demişti.
1976 yılında Ankara’da Kızılırmak sokakta bir binanın çatı katını bir arkadaşımla paylaşıyordum. Şu ünlü Kızılırmak sinemasının bulunduğu sokak ki, o sinema saldırıya karşı direnmeye devam ediyor ve şimdilik hâlâ ayakta… Ortağım ticaretle uğraşıyordu. Evi otel gibi kullanıyor, neredeyse bir tek yatmaya geliyordu. Her gelişinde de beni okurken, not alırken, bir şeyler yazarken, çeviri yaparken… buluyordu. Bir seferinde karşıma dikildi: “Hoca hoca, bu bilgiler ne zaman paraya çevrilecek” dedi. “Hiç bir zaman” karşılığını verdiğimi hatırlıyorum… Bu sempozyuma karar verdiğimizde, 37 yıl öncesinin o anını hatırladım…
Tabii bilginin, bilimin, sanatın metalaştığı durumda, insan ruhunun çölleşmesi, çoraklaşması, kuruması, dolayısıyla bir anlam kaybının ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Ünlü dramaturg, büyük yazar Egène İonesco, 1961 Şubat’ında, kendisi gibi yazarların da bulunduğu bir konferansta şöyle diyordu:
“Sokaklarda koşuşturan şu telaşlı insanlara bakın. Ne sağa ne sola bakıyorlar. Meşgul, gözlerini köpekler gibi toprağa dikmişler. Karşıya hiç bakmadan dosdoğru yürüyorlar ve fakat kurulmuş bir makina gibi gidecekleri istikâmeti önceden biliyorlar. Dünyanın tüm büyük kentlerinde durum böyle. Modern evrensel insanın, bu acelesi olan insanın zamanı yok, ihtiyaçların tutsağı, bir şeyin yararlı olmayabileceğini anlamıyor, aynı şekilde yararlının yararsız bir ağırlığı, bunaltıcı bir yükü olabileceğini de düşünmüyor. Eğer yararsızın yararı anlaşılmazsa, yararlının yararsızlığı anlaşılmazsa, sanatı anlamak mümkün değildir; sanatın anlaşılmadığı bir ülke, kölelerin veya robotların, velhasıl mutsuz insanların ülkesidir, gülmesini, gülümsemesini bilmeyenlerin ülkesidir, o ruhunu yitirmiş bir ülkedir. Mizahın, gülmenin olmadığı, öfkenin, kinin, düşmanlığın olduğu bir ülkedir.“ [1] Acaba bugün, İonesco’nun bunları söylediği tarihten yarım yüzyıl sonra, içinde bulunduğumuz sefil manzarayı resmetmek için hâlâ kelimeler kifayet eder mi dersiniz?
Bu aşamada, şöyle bir soru akla gelebilir: Eğer metalaşma, şeyleşme, paralılaşma, genel bir çerçevede reifikasyon, kapitalizmde mündemiç bir şeyse, o halde bu bağlamda neoliberal küreselleşmenin özgünlüğü, “marifeti” nedir? Aslında neoliberal aşama, söz konusu eğilimlerin en uç noktaya taşındığı bir dönem. Lenin’in ünlü eserinin başlığını hatırlarırcasına, bu dönem için herhalde metalaşmanın, paralılaşmanın, soysuzlaşmanın en yüksek aşaması demekte bir sakınca yoktur… Artık bilgi, bilim, estetik yaratıcılık da tam bir pişkinlikle bir mal sayılıyor ve öyle bir muameleye tabi tutuluyor.
Neoliberal çağda bilgi bir kıt kaynak sayılıyor. O zaman bir maliyeti ve getirisi de olacak demektir… O zaman bunlar kapitalist işletmeler için bir üretim aracıdır. Bilgi basbayağı bir mal sayılıyor. Eğer öyleyse ekonomik amaçlar için üretilmesi, dağıtılması, tüketilmesi gerekecektir ve geçerli mantığa göre, okul, üniversite, ve araştırma, kapitalist mantığın gerekleriyle uyumlandırılmalıdır. Bu yaklaşımdan veya anlayıştan iki sonuç çıkıyor: 1. sonuç: Eğer bilgi bir malsa, bir meta ise, o zaman her şeyiyle ekonominin hizmetine sunulması gerekir; araştırma ve eğitim doğrudan veya dolaylı olarak kapitalist işletmenin ihtiyaçlarıyla uyumlandırılmalıdır, ona hizmet eder durumu getirilmelidir ve 2. sonuç: Eğer bilgi ekonomik bir malsa, üretilmesi diğer malların üretilmesini düzenleyen gereklerle uyumlandırılmalıdır. Araştırma ve eğitim etkinliği bildik kapitalist işletmelere benzemelidir. Yegane amacı kâr etmek ve kârı sürekli büyütmek olan işletmelerin tâbi olduğu kurallara uymalıdır.
Aslında neoliberal mantık şunu demek istiyor: Nasıl olmuş da biz onca zamanda bu devasa zenginliği, insâni zenginliği, özellikle de muazzam entellektüel zenginliği “sermayeye” dönüştürmeyi akıl edememişiz… O zaman, bugüne kadar finansal [parasal] alanın dışında kalmış olan bu insâni, sosyal ve patrimoniyal zenginliği ekonomik bir değere neden dönüştürmeyelim… Bu neden mümkün olmasın? Özetle geçerli mantık ve yaklaşım böyle…
Oysa, bu saçma anlayışın, bilimsel, estetik, entellektüel yaratıcılığın mantığı, doğası ve varlık nedeniyle uyuşması asla mümkün değildir. Zira, daha önce de kısaca ifade ettiğim gibi, bilginin, bilimin ve estetik yaratıcılığın, sadece faydacı bir anlayışla yaratılması, var edilmesi mümkün değildir… Bu etkinlikler yakın faydaya, kâra ve kazanca endekslendiğinde, kendi misyonlarına ve varlık nedenlerine yabancılaşmaları kaçınılmazdır. Aklı-fikri daha çok mal, daha çok para, daha çok servet olan bir şair, bir romancı, bir dramaturg, bir müzisyen, bir matematikçi, bir fizik âlimi… olabilir mi? Her şey bir yana, düzgün bir insan olabilir mi? Kaldı ki söz konusu alanlarda asıl harekete geçirici motivasyon: merak, tecessüs, şeyler kaşısında duyulan şaşkınlık, şeylerin gerçeğine nüfûz etme, anlama-öğrenme tutkusu, şeylerin sırrını çözme saikidir, daha güzele ve “iyiye” ulaşma arzu ve isteğidir. Albert Einstein, kendisiyle ilgili olarak: “Özel bir yeteneğim yok, ben sadece çılgın bir meraklıyım” demişti. Edebiyat alanında olsun, estetik alanında olsun, yaratıcılık önceden tanımlanmış bir amaca endeksli olamaz. Eğer bugünkü mantık ve anlayış geçerli olsaydı, mesela Sèneque, Hipocrat, Sokrate, Giordano Bruno, Galilei Galilée, Montaigne, Nazım Hikmet, Garcia Lorca, Albert Enistein… ve daha yüzlercesi, binlercesi olur muydu?
Bu alandaki sapmaya, yozlaşmaya ve soysuzlaşmaya pratik bir nedenle de karşı çıkmak gerekiyor. Zira, bilgi, bilim ve sanat insanlığın ortak eseridir, ortak varlığıdır ve bu niteliğinden ötürü de bir kâr ve kazanç aracı ve nesnesi haline getirilmesi, özel çıkarlar için araçlaştırılması kabul edilebilir değildir. Üstelik bilgi paylaşıldığında azalmayan, küçülmeyen yegane zenginliktir. Bilgi vereni de alanı da zenginleştirir. Bir bilgiyi biriyle paylaştığımda benim tarafımda bir eksilme, “yoksunlaşma” olmaz ama karşı tarafta bir zenginleşme olması kesindir… Bilgi paylaşıldıkça büyüyen yegane şeydir…
Daha şimdiden bilim ve sanat alanında kritik eşiğin aşıldığını söyleyebiliriz. Artık eğitim kurumlarının tamamı bütünüyle özel çıkarların hizmetine sokulmuş bulunuyor. Eğitim kurumları birer şirkete dönüşmekte. Üniversitelerde “para etmeyen” disiplinler ders programlarından kovulmuş durumda. Üniversiteler birer kapitalist işletmeye, diploma ticarethanesine, öğrenciler müşteriye, üniversite hocaları da “şirket memuruna” dönüşmekte… Biliyorsunuz şirket mantığının geçerli olduğu yerde “müşteri kraldır…”
O halde, bilim, eğitim, araştırma ve sanat alanlarındaki bu sapmanın ve yozlaşmanın karşısına dikilmek, bu dalgayı kırmak ve tersine çevirmek için çaba harcamak gerekiyor. Tabii olup-bitenleri kavramanın, bilince çıkarmanın önceliği var. Eğer üzerinde bulunduğunuz zemin kirlenmişse, sizin de kirlenmeniz kaçınılmazdır… Unutmamak gerekir ki, kültürü ve eğitimi sabote etmek, insanlığın geleceğini sabote etmektir. Oysa bizi özgürleştirecek yegane şey eleştirel bilgidir, eleştirel düşüncedir…
Hepinizi tekrar saygıyla selamlıyorum.
Bomonti, 26 Ekim 2013
diğer konuşmaların dökümünü bulabilir miyiz? videosunu ya da hiç olmazsa metinlerini? olabilirse çok iyi olur.
isteğinizi ilettim.
cevap geldi mi acaba, ya da youtube a koymuşlar mıdır acaba?
Fikret Başkaya sorabilir misin emre ya da Özgür Üniversite’ye.
mail adresi var mıdır, söylediğiniz yerlerin
istanbulozguruniversite@gmail.com
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Modern_Ortodoks_Tip_Kilisesi/24683