Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

29 Ekim…

Anti-emperyalizm ve Ulusalcılık, Kemalizm, Rejimler

1371435_10151885196063808_695149987_n

Bireyler de toplumlar da bazı günleri özel olarak anlamlandırırlar. Herkesin bireysel tarihinde anlamlı günler vardır. Doğum günü bunların başında gelir. Piyasanın bireyler için “paket program” şeklinde anlamlandırdığı günler de var günümüzde: Sevgililer günü, anneler günü gibi. Böyle günlerde piyasa hareketlenir, hediye dükkânları epeyce satış yapar; bu günler, dükkân sahipleri için gerçek bir bayrama dönüşür.

Bir de toplumsal olarak anlamlandırılan günler vardır. Bunlar ya dinsel gelenek ve bayram günleridir (örneğin hayvanların katledildiği günler gibi) ya da devletlerin toplumlara empoze ettiği ulusal bayram (genellikle ülkedeki diğer milliyetlerin katledildiği günlere tekabül eder) günleri. İşin esasına bakacak olursanız, bunlar da bireysel günler gibi sadece anlam yüklenmiş günlerdir ve böyle günlerde insanın burnuna kan kokusundan başka bir şey gelmez.

Anlamlı bireysel günleri alalım. 24 Ekim gününde doğdum diye bu günün benim ya da yakınlarım için anlamlı olması saçmadır aslında. Çünkü benim varlığımı belirleyen, doğduğum gün değildir. Hatta diyebilirim ki, doğduğum gün benim en anlamsız günümdür. Çünkü o güne ilişkin en ufak bir şey bile yoktur belleğimde. Doğmamdan önceki günle o gün arasında benim açımdan hiçbir fark yoktur. Üstelik bilinç de yoktur. Doğum günüm yerine, örneğin sevgilimle tanıştığım ilk günün ya da ne bileyim, ortaokulu bitirirken son bütünleme sınavını başarıyla vermemin (benim için nadir günlerden biridir!) bireysel tarihimde daha anlamlı olması gerekir ama nedense facebook’ta bunlar değil de, genel geçer bir şey olarak doğum günüm vardır, herkese duyurulmak üzere.

Dinsiz olduğum için, dini bayram günlerinin üzerinde hiç durmasam yeridir. Zaten bu günler döngüsel olarak yer değiştirdiklerinden belli bir günle anılamazlar.

Devletlerin belirlediği anlamlı günler iyice sorunludur. TBMM’nin açılış günü olan 23 Nisan’ın neden çocuk bayramı olduğuna bir türlü akıl erdirememişimdir. Ya da Mustafa Kemal’in padişahın Anadolu müfettişi olarak Samsun’a gittiği gün olan 19 Mayıs gençlik için neden önemlidir? Mustafa Kemal, gençlere, vatan tehlikede olduğunda siz de böyle bir çıkartma mı yapın demek istemiştir? Öyle demek istemiş olsa dahi, her 19 Mayıs günü bu sıkıcı ritüeli tekrarlamak gençliğe bir haksızlık gibi gelir bana.

29 Ekim ise iyice anlamsızdır. O gün Cumhuriyet kurulmuş. Yani Mustafa Kemal’in önderlik ettiği Ankara’da toplanan zevat (ki bunların çoğu, vatanı kurtarmaktan çok, yeni kurulan devletten aslan payını almak için gitmişlerdir oraya) o zamana kadar var olan Osmanlı devletinin adını değiştirip cumhuriyet yapmaya karar vermiş. Şu yaşıma geldim, bu olayın “büyüklüğünün” de anlamını bir türlü kavrayamadım. Kavramaya çalışmadım değil. Çalıştım ama olmadı.

Gençliğimde 29 Ekim geceleri Taksim’de kutlamalar yapılırdı. Yani Taksim, 1 Mayıs’lardan önce de bir kutlama yeriydi. Biz de Arnavutköy’den otobüse atlar giderdik. İtiraf edeyim ki, niyetimiz, göğsümüzü cumhuriyetçi duygularla kabartmak değil, Taksim’de gece vakti biraz eğlenmekti. Hatta bilincimizin daha geri planında, olur a, belki kızlarla tanışırız diye gizli bir niyet de belli belirsiz kıpırdaşırdı. Taksim’de fener alayları dolaşırdı. Biz gittiğimizde genellikle fener alaylarının sonlarına yetişirdik. Gece yarısına doğru işin esas “eğlenceli” faslı başlardı. Kalabalık gençlik güruhları Taksim’de ve istiklâl caddesinde önlerine çıkan kızlara tacizde bulunurdu. Kızlar, “cumhuriyet bilinci”yle azıtmış delikanlılardan kaçacak delik ararlardı. Bunun ardından “cumhuriyet bilinci” tam bir histeriye dönüşür ve bu histeri kendini bayrak tapınması olarak dışa vururdu. Gençler hususi arabaların önünü kesip “bayrak bayrak” diye bağırırlardı. Arabalarına bayrak asanlar ya da olacakları önceden öngörüp torpido gözüne sakladıkları bayrakları çıkararak arabanın önüne takanlar alkışlanır, ancak bunu yapamayanlar da hapı yutardı. Araba, öfkeli milliyetçi topluluk tarafından yumruklanır, tekmelenir, hatta daha da azıtan kalabalık tarafından ters çevrilirdi. Her yıl 29 Ekim’de tekrarlanan bir rezaletti bu. İtiraf edeyim ki çok eğlenirdik. Günün “mana ve ehemmiyeti” ise umrumuzda olmazdı.

O anlamlı milli bayram günlerinde, çocukların sesinden, milli duyguları galeyana getirmeyi amaçlayan şiirler ve abartılı konuşmalar, piyano eşliğinde, “Türk çocukları, Türk çocukları, başlar yukarı gözler ileri” türü, duygulandırmaktan çok insanı o yaşta bile güldüren melodiler dinlemek de bir başka eğlence türüydü. Bu abartılı şeylerin bana çok yararı olduğunu kabul etmeliyim. Daha o yaşta bana abartının çok gülünç ve sakil bir şey olduğunu öğretmiştir bu radyo programları.

Günümüzde aynı komediyi yürütme görevini daha siyasi anlamlar yükleyerek ulusalcılar üstlenmiş bulunuyor. Yarın, görkemli 29 Ekim kutlamaları ve gösterileri yapmayı planlıyorlar. Öylesine bir coşku içindeler ki, bu coşkuya, adı TKP olan parti bile, Türk bayrağının “devrimci” anlamına vurgu yaparak ve liderleri, üşenmeyip bu konuyu izah eden kitaplar yazarak 29 Ekim için çağrılar yaparak katılmakta. Coşkunun boyutları, Doğu Perinçek’i bile hayatında ilk kez sahte olmayan bir özeleştiriye sevk etmiş ve iki gün önce, 29 Ekim’i kutlayacak kuruluşlara MHP’yi de çağırmalarını söylemeyi unuttuğu için hayıflanan bir yazı yazmış.

Ulusalcılar, akılları sıra, 29 Ekim’e, ilk kararlaştırıldığı günden bile daha fazla anlamlar yükleyerek (inşallah bu kadar yükün altında çökmez ya da inşallah çöker!) bunu bir AKP’ye karşı mücadele gününe dönüştürme hevesindeler. Neymiş, AKP iktidarı cumhuriyeti yıkmak istiyormuş, bu yüzden onlar da bu günün “mana ve ehemmiyeti”ni daha da ehemmiyetli bir hale getirmekteymişler. Ne diyeyim, allah hepsine akıl fikir versin.

Neden mi? Çünkü AKP diktatörlüğünün cumhuriyeti yıkmak istediği, bu iktidarın bile söyleyemeyeceği kadar büyük bir yalan. Marmaray hattının açılışını bu güne getirmeleri ise bu yalanı tekzip etmek için yeterli. Yahu adamlar neden yıkmak istesinler cumhuriyet devletini? Başında kendileri bulunuyor. Cumhurbaşkanıyla, müstakbel cumhurbaşkanıyla, ordusuyla, polisiyle, jandarmasıyla, tomasıyla, biber gazıyla, vergi kurumlarıyla, hapishaneleriyle, gardiyanlarıyla, kelepçeleriyle, karakollarıyla, işkencehaneleriyle cumhuriyet dimdik ayakta ve AKP diktatörlüğünün hizmetinde. Daha doğrusu AKP, cumhuriyet denen devlet diktatörlüğünün tek yöneticisi bugün.

Cumhuriyetin kuruluşunu coşkuyla kutlayanlar, onun bugünkü gerçek sahibini de takdis ettiklerinin ne kadar farkında acaba?

 

Gün Zileli

28 Ekim 2013

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

149 Comments

  1. Fatma

    Belki cumhuriyeti, ya da daha doğrusu devleti yıkmak istemeyecekleri, kendilerinin de o devletin bir parçası olduğu görüşünüzde haklısınız. Ancak cumhuriyet rejiminin maddi/manevi belli kazanımlarının olduğunu ve şu anki hükümetim/devletin bunlara karşı bir duruş sergilediğini de gözden kaçırmamak gerekir diye düşünüyorum. Aksi takdirde “AKP Kemalist refleksle hareket ediyor” gibi bir oksimorona ulaşıyoruz. Oksimoron diyorum zira öncelikle tek bir kemalist kavramı yapılabilir mi ondan emin değilim. İkincisi de cumhuriyet rejimi her şeyden önce aydınlanma felsefesini benimser, bu felsefenin eleştirilecek tarafları vardır, ancak şu anki devlette herhangi bir aydınlanma felsefesi ben kendi adıma göremiyorum.

  2. Gün Zileli

    Aydınlanma felsefesi olmasa da bunlar Kemalistlerden de daha fazla ilerlemecidir. Görmüyor musunuz?

  3. Fatma

    İlerlemecilikten neyi kast ettiğinizi tam anlamadım, mesele ekonomik bir kalkınma ise sürdürülebilir bir ilerlemeyi savunmuyor ki şimdiki devlet/hükümet. Demokrasi ve insan hakları bakımından ise ilerlediğimizi düşünmüyorum ya da göremiyorum, benim hatam olabilir.

  4. m.aliŞér

    bu “cumhuriyet” adı verilmiş diktanın “90. yılında” HDP ye yakışır bir eylem olarak, başörtülü akp li kadın milletvekillerine destek olmak amacıyla,eş başkan Sabahat Tuncel’in başını örterek ve diğer milletvekillerin de alkışla destek vermesi şık olmaz mı -kadın özgürlüğü ve inançlarını yaşama hakkı açısından?

  5. selin

    29 Ekim sizin gibi kendine münhasır beyefendiye bilinçaltıyla bu yazıyı yazdırıyor ya, bu bile yeterli büyük referans.

  6. Anonim

    kemalizm ve kemalistler sözcüklerini terminolojik olarak yanlış buluyorum. Kemalizm adlı özgün, bütünsel bir ideoloji yok. Mustafa Kemal bir aydınlanma devrimcisiydi ve bir kültür devrimi girişimiydi yaptıkları. Üst yapı hareketleri olsa da gerçekten çok geri bir toplumda gerçekleştirildiğinden altyapıyı oldukça sarstı. iktidarın ilerlemeci girişimlerinin yanında geri adımlarını görmemeyi ve imf reçetesiyle disipline edilmiş bir ekonominin avantajlarını da kullanarak attığı ileri adımları cumhuriyeti kuranların yaptığı devrimlerle kıyaslamayı uygun bulmuyorum. ulusalcı, chp’li filan değilim. en önemlisi kürtlere yapılan haksızlık olmak üzere cumhuriyeti kuranların hatalarını biliyorum. ama cumhuriyetin kuruluşunun kutlanmaya değmeyecek bir girişim olduğunu hiç düşünmüyorum. bir ülkenin bağımsızlık mücadelesinin vardığı son noktayı adlandırma, kurumsallaştırmadır. sadece bazı zevatın toplanıp aniden kurdukları bir oluşum olarak görülmesi aşırı basitleştirmedir.

  7. Anonim

    kutlu doğum haftasına, osmanlı kuruluş etkinliklerine ve istanbul’un fethi şenliklerine karşı niçin birşeyler yazmadınız? kemalistler yapınca kötü de islamcılar yapınca iyi mi oluyor?

  8. azadi

    cumhuriyet rejiminin maddi-manevi belli kazanımları dediğiniz şey otoriter bir rejimdir.
    hep de bu ezbere sarılıyorsunuz.
    neden 90 yıllık köhnemiş bir rejimi böyle belirsiz kavramların arkasına gizlenerek savunuyorsunuz.
    niçin bu topraklarda yaşayanların bilincindeki yerini sorgulama zahmetine girmiyorsunuz da bize hep aynı masalları anlatma kolaycılığını seçiyorsunuz fatma hanım?

  9. IBRAHIM SEVEN

    Resmi ideoloji misaki milli sömürgecilik vs

    Merhum ve müteveffa sscb yasarken resmi ideoloji vardi .degisen genel sekretere göre biraz rektifiye oluyordu .vladivostoktan rigaya erivandan leningradda ayni resmi ideoloji yansiyordu .

    Neyse sscb allahin rahmetine kavustu .
    Bu resmi ideolojiyi savunanlarda biri cuhar dudayev biri aslan mashadov

    Imis.

    Belli ki o zaman resmi ideoloji disinda görüs yasak idi

    Pandoranin kutusu acilinca

    Cecenistan vahhabilikle karisik islamci terörist ihrac ediyor artik

    Afganistana vs

    Baltiklar baska bir hava

    Özbekistan desen ayri alem

    70 sene enternasyonalizm diye ögrenen ermeni ve azeriler

    gürcü ve abazalar

    gürcü ve ossetler birbirini bogazliyor.

    Simdi tc de benzeri bir kemalist resmi ideoloji var .
    Karsi fikirler yasak oldugu icin bazilari saniyor ki herkes misaki milli diyor .

    Bizim memlekette ne kürt ne süryani suriye türkiye demez

    Süryanice tahtu xat kürmanci bin xat yani hattin alti öbür tarafi
    Kullanilir suriye icin

    Tc icin de süryanice ilmu xat kürmanci serxat denir
    Yani bizim halkimiz
    Bir hat cizilmis hattin bu tarafinda olanlarla bu tarafinda olanlar diye düsünüyor

    Baska NE DÜSÜNSÜN KIMSE BIR SEY SORMAMIS KI HATTI CIZERKEN

    Zaten halk ayni her iki tarafta

    Tc askerlerine de süryanice rumoye
    Kürmanci romi denir

    Yani ROMALI BIZANS GELMIS OSMANLI GELMIS TC GELMIS BIZIM HALKIMIZ BU SÖMÜRGECILIK AYNI DIYE DÜSÜNMÜS :

    YABANCI SÖMÜRGECI

    VE BU ROMALI GELDIGINDE KACACAKSIN KADINLARIN IRZINA GECERLER :

    BEN COCUKKEN nisbeten kürtler uslu !!! oldugu icin kisla bostu jandarma vardi sadece

    Simdi tekrar kisla dopdolu .

    BURADA KUTSAL MISAKI MILLIYI SAVUNANLAR ICIN DURUM BU MERKEZDE

    ÜSTELIK TC NIN BIR ÖNCÜLÜ YOKTUR !!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

    YANI 1923 E KADAR sadece BU TOPRAKLARDA HIC ORTAK DEVLET KURULMADI :

    Milattan evvel bir ara mithriadesin kurdugu bir pontos devleti varmis .
    Biraz simdiki tc topraklarina yakin bir haritasi vardi

    Ama bunu da kemalistler pontos deyince

    Kirmizi görmüs boga oldugu icin okullarda okutmazlar bile .

    Cünkü 19 mayista 1919 da topal osmanin rum katliamini önleme bahanesi ile ingiliz ve padisah mehmet vahdettinin resmi izni ile samsuna gelen selanikli –SON DERECE ASIL BIR AILE MENSUBU – PONTOS KATLIAMINI BASLATTTIGI ICIN PONTOS ADI TEHLIKELI
    BU ARADA 19 MAYIS ÖNEMSIZ OLDUGU ICIN

    1936 E KADAR TATIL DEGILMIS ,

    1908 devrimi kutlanirmis

    bir iradei seniye ile 1936 da bayram olmus

    bu bayramlardan 1960 kutlamalarini hatirliyorum .

    ortaokuldayim menderese muhalefet var
    19 mayis kutlamalari yasaklandi

    27 mayis olunca alcak menderes nasil 19 mayisi kutlamaz diye

    okul bittigi halde 26 haziranda cagirildik

    spor giysilerinizi getiren dediler

    spor giysise de yirtik pirtik bir atlet ve ve siyah bir don
    onlar da seneyi kurtardik diye atilmisti
    hadi yeni don

    ortaokula gelen bir kac kizcagiz memlekete vucudunu gösterme utanci icinde

    abazan genc delikanlilar nihayet biraz kadin vucudu görme derdinde

    ama ya kizlarin akrabalari sezerse

    korkusu ile karisik

    böylece atamizin !!! bize armagan ettigi bayrami gölgede 40 -45 derecede kutladik

    ,Meydana toplanan halk anlamadiklari bir dilde vatan millet sakarya DIYE BAGIRAN BIR ÖGRETMENI DINLER
    dili anlamadigi icin nerde alkislanacagini bilmiyor.
    profesyonel görevli ALKIS DÜRTÜCÜLERI DEEE HADEEE LOOO
    ile dürtünce alkis

    yani tipik BIR SÖMÜRGE POLITIKASI

    TC REST OSMANLIDIR :

    Tabii bir tarih ve cografyaya sahip degildir .
    YANI INGILIZ VE FRANSIZLARIN VS Müsaade ettigi kadar osmanli

    Zaten daha sonra antakyanin ilhaki ve bazen kibris ilhak plani simdilerde bir ara kerkük musul bizimdir

    Palavralari da misaki millinin göreli oldugunu gösteriyor .

    ABD müsaade etseydi misaki milli EN AZ tuzhurmatuya kadar giderdi

    (BAK YALCIN KÜCÜGÜN birdenbire kesfettigi vasiyet)
    Sonra ne olurdu orasi ayri

    DENEBILIR KI TARIHTE BU TOPRAKLAR ÜZERINDE ORTAK DEVLET KURULMADI iSE MÜHIM DEGIL SOPA MOPA 80 SENEDIR YASAYIP GIDIYORUZ.
    O zaman da sopa yerine demokratik bir aletle tazelemek gerekir bunun icin de devletin adi; bayragi ,bosanma hakki dahil de tartisilabilinir .

    Bu arada kürtler türkler ortak yasadi 1000 sene palavrasina sirplar rumlar bosnaklar vs kürtlerden cok fazla “türk”lerle yasadi:

    HA BIZ TÜRK DERKEN MÜSLÜMANLAR DIYORUZ

    TÜM ISLAMI ANASIR KASTEDIYORUZ DENIYORSA

    O ZAMAN ORTAASYA MAVRASI VE LAIKLIK NE OLUYOR
    Saraybosna benim memleketimden 200 sene evvel osmanli topragi idi .

    Trabzon selanikten cok sonra osmanlilarca fethedildi vs .

    KEMALISTLER ASKA GELINCE SÖYLEDIKLERI MILLI!! BIR MARS VAR
    BU MARS ORTAASYADAN ISVECE GIDEN ISVEC TÜRKLERI TARAFINDAN SÖYLENMIS SELANIKLI SELIM SIRRI TARCAN DA HEMEN TÜRK OLDUKLARINI KAVRAMIS VE MEMLEKETE TEKRAR GERI GETIRMIS
    İsveç veliaht Prensesi Victoria, Ankara’daki karşılamada “Dağ Başını Duman Almış” marşını dinlediyse “Niye bizim ormancı şarkısını çalıyorlar ki” diye şaşırmıştır.
    Bu pastoral İsveç şarkısından bir kahramanlık marşı yaratan, beden eğitimi hocası Selim Sırrı Tarcan’dır.
    Tarcan, görevli gittiği İsveç’te şarkıyı beğenmiş, notalarını getirmiş, görev yaptığı okulun Türkçe öğretmeni Ali Ulvi Bey’e söz yazdırmıştı.
    İlk kez 1916’da bir beden eğitimi dersinde okunan marş, tüm ulusun kedere boğulduğu 1. Dünya Savaşı yıllarında bir umut rüzgârı estirmişti.DAG BASHINI DUMAN ALMISH MARSHININ ORJINALI ÜC GENC KIZ TRA LA LA DIR

  10. zuhrenihal

    akp sembolundeki ampul aydinlatici bir alet olup o lambadan aydinlik cikarmak icinde elk dugmesini cevirmektedir. Neyin aydinli felsefesi bu. Kemal bey de hicde aydiinlayici ve ilerleyici yan felsefesi yoktu. Sadece devletin ve sermayenin yolunu aydinlatiyordu. Kararan ise halklardi.
    AKP avrupayi komyalamak icin caba sarfetmektedir.
    Gun bey yazinda anneler sevgiler gunu yazmisinda daha cok unutugungunler varki onlarida bizler tarafindan kutlanmaktadir. ornek ; dunya baris gunu, vicdani red gunu, kadinlar gunu,sinirsizlar gunu, ilticacilar gunu, isci gunu, vs bunlar hakkinda ne diyeceksin. Bana gore cok onemli gunler degil, diyerleri gibi.

  11. Ebu Fulful

    Herkesin bireysel tarihinde anlamlı günler vardır. Doğum günü bunların başında gelir.

    Bu yeni yetme/devsirme aliskanliklari, sanki minevvelinden beri varmis gibi konumlandirmak da nesi?

    Siz, mesela, ne zamandan beri dogum gununuzu kutluyorsunuz? Kutluyorsaniz, nicin; planli bir gayretinizin semeresini gordugumuz icin mi?

    Neyse.

    Ben, dogumgunu filani degil, de, bosanma yildonumlerini kutlayan cok kisi biliyorum.

    Simdi, [a]bazan Ogretmenler Gununu, [a]bazan Sekreterler Gununu, [a]bazan da Hemsireler Gununu kutluyorlar.

    Iyi de ediyorlar: Sevelim sevilelim, bu dunya kimseye kalmaz; gelin canlar bir olalim.. falan filan.

  12. Anonim

    Hiç din karşıtı propaganda yapabildiniz mi hayatınızda?
    Dert etmediniz mi merak ediyorum.
    Bugün bu saçma cumhuriyeti siz aydınlar ve yapmadıklarınız yüzünden savunmak zorunda kalıyoruz abi. Ciddiyim.

    Yazıdaki demagoji de şu: akp cumhuriyeti yıkmak elbette istemiyor. Bir islami rejime dönüştürüp ve bir de islamcı nesil yetiştiriyor.

    Öylece izlediniz islam ve kuranın ilkelliğini anlatmadınız bu topluma. Ne bırakmış olacaksınız bu halka?

  13. Gün Zileli

    sürdürülebilir kalkınma bugünkü neoliberal kapitalist iktidarların vazgeçilmez hedefidir. AKP diktatörlüğü de bu yoldan gitmektedir. ilerlemecilik zaten insan haklarına ve özgürlüğe karşıttır.

  14. Gün Zileli

    gerçeğin kendisi o kadar basittir.

  15. Gün Zileli

    o saçmalıkları yazmaya bile değer bulmadım.

  16. Gün Zileli

    galiba en iyisi bütün günleri ortadan kaldırmak. Ben de dahil:)

  17. Gün Zileli

    bence hiçbir şeyin zorunda kalmayın. içinizden geliyorsa yapın, gelmiyorsa yapmayın.

  18. Anonim

    m.alişerin türban önerisini çok tuttum. ekstradan bdpli kadın milletvekilleri mecliste dizlerini kırarak otursun, “ben bilmem beyim bilir” pankartları açsın. türban özgürlüktür, kara çarşaf anarşizmin bayrağıdır, çocuk evlilikleri ve ev hanımlığı kadının emansipasyonudur desinler. imam nikahı ve çokeşlilik anaerkil toplumun motorudur desinler. he mi?

  19. m.aliŞér

    “cumhuriyetin 90. yaş gününde, kürtlere armağanı, kurucusu olan partiden: chp li kuşadası belediyesi, içinde kürtçe şarkı da yer alacağı için, anadolunun kayıp şarkılarının söylenmesini engellemek için konseri iptal ediyor.

    bundan akp kendine pay çıkarmasın:prof. kemal karpatın dediğine ben de katılıyorum : “erdoğanizm, kemalizmin ömrünü uzatma projesi”…

  20. Fırat

    Bir 29 Ekim Yazısı (yarısından itibaren türbana da değinildi mecburen): http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/29-ekimde-kemalizm-cumhuriyet-ve-basortusu-uzerine-37421

    Şu da yazının geniş hali: http://ozgurlukcu-sol.blogspot.com/2013/10/29-ekimde-kemalizm-cumhuriyet-ve-turban.html

  21. çıracı

    Cumhuriyet tasfiye edildi mi, edilmedi mi? Bu soruya klasik düz mantıkla cevap vermek mümkün değildir, batıda “fuzzy logic” denen bulanık mantık pek çok alanda olduğu gibi burada da daha kullanışlıdır. Bu yüzden bu soruya cevap olarak “hem evet hem hayır” diyebiliriz. Son 33 yılda adım adım, son 10 yılda ise koşar adım halinde TC’nin baskı aygıtları (ordu, polis, yargı, sivil faşistler, devletlu-islam) tahkim edilirken, onun tekelci-sermayeye “dar gömlek” gibi gelen demokratik ve sosyal yönleri budanmıştır. Örnekler: 24 Ocak kararları ve 12 Eylül darbesi ile, önceki dönemin ithal ikameci, korunmacı ekonomisi adım adım tasfiye edilmiş, neoliberal ekonomiye geçilmiştir. Emekçilerin kazanılmış hakları budanmış, kamuya ait tesisler “babalar gibi” özelleştirilmiştir; tabii bu sürecin en ivmeli dönemi son 10 yılda yaşanmıştır. Yine 12 Eylül darbesi ile eskiden “görece bilimsel” olan eğitim sisteminin yerini YÖK’lü, bilim dışı, Türk-İslam sentezini propaganda eden eğitim sistemi almış, İmam-Hatip liseleri eskiye kıyasla daha ivmeli çoğalmış, İslam’ın devrimci ilk dönemiyle alakası bulunmayan “egemenlerin islamı” anlayışına sahip tarikatlar ve cemaatler bürokraside ve piyasada devlet eliyle yükseltilmiştir. Bu süreci de mantıksal sonucuna götüren AKP olmuştur. Eskiden ağır aksak da olsa işleyen “kuvvetler ayrılığı” ilkesi bugün “KHK’lerle yönetim” ilkesine dönmüştür. 12 Eylül’den önce sadece “kendi” halklarına zulmetmekle yetinen Türkiye hakim sınıfları, bu sefer bütün Ortadoğu ve Ortaasya coğrafyasında ABD’nin alt-emperyalist bölge bekçiliğini yapma görevini üstlenmiştir; bunu mantıksal sonucuna götüren de AKP’nin (şimdi iflas etmiş bulunan) Yeni-Osmanlıcılık projesidir. Bu projenin önünde durabilecek, TSK’deki NATO-karşıtı unsurlar da Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla tasfiye edilmiştir.
    Şimdi yakın tarihi bu şekilde okuduğumuzda, eski cumhuriyeti bütünüyle savunmak nasıl yanlış ise ona bütünüyle karşı çıkmak da aynı ölçüde yanlış olacaktır. Başta yaptığımız soyutlamayı tekrarlayacak olursak, AKP ve tekelci-sermaye cumhuriyetin “kullanışlı” baskı aygıtlarını aynen devralıp tahkim ederken, onun kendisine ayak bağı olan demokratik ve sosyal içerikli yönlerini tasfiye etmiştir. Devrimciler, yüzbinlerce insanın AKP’ye karşı politize olduğu bugüne burun kıvırmak yerine onlara yakın tarihin bu gerçeğini anlatıp kaybedilmiş haklarını bilince çıkarmak ve burjuvazinin son 150 yıldır savunmadığı gerçek bir “demokratik-cumhuriyet” programını kitlelerin önüne koymak için bugünü bir fırsat olarak kullanmaya çalışsalar daha faydalı olacak.

  22. Anonim

    Cumhuriyet (adı bu olmasa da) Aydınlanma’dan çok önce ortaya çıkmamış mıdır? Antik Roma, Venedik, Ceneviz ve Floransa Cumhuriyetleri, İslam tarihinde ilk dört halife, Yezid halife olunca hilafetin seçim temeline dayandığını ve bir hükümdarlık kurumu olmadığını ileri sürerek biat etmeyen ve kısmi halifeliğini 10 yıl kadar sürdüren Abdullah bin Zübeyr ve aynı görüş temelinde Emevilere isyan eden Hariciler. Özellikle İslam tarihindeki örneklerin, bugün İran’da olduğu gibi Aydınlanma’yla ilgisi olmadığı, hatta ona karşı olduğu ortada değil mi?

  23. Gün Zileli

    Demokratik ve sosyal içerikli “yönler”, cumhuriyete ait değildir. Bunlar, cumhuriyet devletine karşı mücadele içinde kazanılmış haklardı ve yine o cumhuriyet devleti tarafından ortadan kaldırılmıştır.

  24. çıracı

    Gün hocam, söylediğiniz doğrudur, bunlar tabii ki halkın öz mücadelesinin kazanımıdır. Fakat bu saydığım haklar hem neoliberalizm aşaması öncesindeki ortalama burjuva demokrasilerinde içerildiği için, hem de AKP bunları budarken “anti-kemalist” bir retorik kullandığı için kitleler bunları verili durumda “cumhuriyetin kazanımları” olarak görmektedirler. Burada ayrıca ulusalcı-muhalefetin sebep olduğu yanlış bilinçlenmenin de önemli bir etkisi vardır; ulusalcılar son otuz küsur yılda hakları aşınan emekçilerin ve alt-orta sınıfların demokratik özlemlerini, burjuvazinin “muhalif” Keynesyen kesimlerinin yedek gücü haline getirmeye çalışıyorlar. Fakat buradaki yanlış bilinçlenmenin çözümü bu kitleyi patolojik, şizofrenik vaka olarak göstermek, onlara burun kıvırmak ve onlara iktidarın diliyle seslenmek değildir; çözümü, bu kitlenin mücadelesine kıyıdan köşeden müdahil olarak, bu mücadeledeki demokratik özlemlerle hemhal olarak, onları az önce bahsettiğim yakın tarihin olgularını tartışmaya ve gerçek bir “demokratik cumhuriyet” için savaşmaya teşvik etmektir.

  25. Anonim

    Türkiye’de resmi siyasal söylem çerçevesinde çok sık duyduğumuz “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” tabiri vardır. Aslında bunun Türkiye Cumhuriyeti olması gerekir. Burada asıl vurgu cumhuriyete değil “devlet”edir. Yani asli unsur devlettir. Hatta onlara göre bunun Türkiye Cumhuriyeti olması o kadar da önemli değildir. Yerine başka bir şey de konulabilir. Fakat kesinlikle devletin olması gerekir. Cumhuriyetin milliyetçiliğinin Osmanlı dönemini sahiplenmesi, devrilen hanedanın, Rusya ve diğerlerinde olduğu gibi yeni rejime karşı siyasal mücadelede bulununmaması devlet geleneğine bağlılıkla açıklanabilir.

  26. Gün Zileli

    Demokratik cumhuriyet diye bir şey yoktur ki. Bütün cumhuriyetler halkların karşısındadırlar. Cumhuriyetle devlet ayrıştırılamaz. Devletin baskıcı kurumlarından ayrı bir cumhuriyet yoktur.

  27. aybers turan

    1980 lerin baslarında ılkokul okumus olmamdan kaynaklanıyor herhalde dediklerinizin bir kısmını bende yaşadım…6 yasında bu sıkıcı ritüellerden kutrulmak için kendi eğlencemi yarattım ama o beynimde küçücük dünya bile rahatsız etti hocalarımı.6 yasında hatırlıyorum enseme inen tokatı 6 yasındaki cocugun hayallerine bile tahammül edemeyenler nasıl özgürlük sesleri çıkarıyorlar şaşıyorum eline beynine kalemine sağlık hocam

  28. Anonim

    EMEKÇİLERİN CUMHURİYETİNİ KURALIM! Devrimciler Cumhuriyet’in kuruluşunu asla “tarihsel bir sapma” olarak değerlendirmez, devrimci bir adım olarak görürler. Ama Cumhuriyet’in oligarşik baskıcı bir yönetime dönüştüğünü gözardı etmez, “asrı saadet” özlemi içerisinde bulunmaz. Devrimciler eşitlikçi, özgürlükçü, halkların eşitliğine, gerçek bir laikliğe dayalı, ekolojist, bağımsız bir Cumhuriyet için mücadele eder. Sosyal, emekçi bir Cumhuriyet için mücadele eder. Cumhuriyet’in devrimci eleştirisini bu temelde yapar. ÖDP Eş Genel Başkanı Alper TAŞ
    sayın günzileli ödpyi eleştirmeyi unutmuş mu bilmiyorum, bütün yorumları okumadım (durmumuz yoktu esprisinin yeridir)
    fakat coşmuş olduğu aşikar, saçı başı dağılacak diye korkuyorum
    bir yola çıkmış bir defa, dönüş yoluna, korkarım sonuna kadar gitmeyi, dönmeye azmetmiş
    fesli meczup kadir mısırlının sayıklamalarını meclis kürsüsünden tekrarlayıp, “aha da resmi tarih görüşünü yıktım”
    deyip, “yaa cemaat size naaptı” sorusunu soran ss önderlerin kurduğu parti abimizi coşkulandırmış anlaşılan
    üzgünüz abi, bayat sakızları çiğneyerek bizi ikna edemezsin

  29. çıracı

    Hocam, konunun kökündeki bu noktaya geldiğimiz iyi oldu. Aslında devrimciler arasında cumhuriyet konusundaki temel tartışma (tabii işin teorik kısmıyla hiç ilgilenmeyen, sadece çıkarına göre konuşan farklı kesimlerden kariyeristleri ve oportünistleri bir kenara koyduğumuzda) cumhuriyet-devlet ilişkisi konusunda düğümleniyor. Ben sizden farklı olarak, cumhuriyetin devletten daha geniş ve onu kapsayan, devlet-dışı unsurları (kamusal alanları) da kapsayan bir yapı olduğunu düşünüyorum. Burjuva-demokratik devrimlerinin ilk aşamalarında burjuvazi, hem aşağıdan kitle dinamizmini kendi lehine saptırmak, hem de serbest-rekabetçi aşamada kendi sınıf birliğini tesis etmek amacıyla geçici, değişken ve eğreti bir konsensüs oluşturur. Bu konsensüsün üstyapısı cumhuriyettir. Ne zamanki burjuvazinin ufak bir kesimi diğerlerini ekarte edip eşzamanlı olarak kadim tefeci-bezirgan sınıftan miras kalan devlet aygıtıyla bütünleşerek tekelleşince bu cumhuriyet, “tekelci burjuvazi + devlet” sınıfını bir deli gömleği gibi sıkmaya başlar. İşte o zaman devlet, cumhuriyeti kendi lehine budamaya (hatta mümkünse komple tasfiye etmeye) başlar. Tabii bu budama süreci sürekli lineer artan veya sürekli lineer azalan bir şekilde gelişmez; burjuva-devlet aygıtının verili durumdaki toplu-eylem gücüyle halk sınıflarının toplu-eylem gücünün anlık orantısına ve diğer iç ve dış değişkenlere göre dalgalı bir grafik çizer. Yani kimi zaman bir taraf ödünler verir, kimi zaman diğer taraf (yani kimi zaman devlet cumhuriyetin “kamusal” bileşenlerini imha eder, kimi zaman da cumhur, devleti sınırlandırır). Burada benim “demokratik-cumhuriyetten” kastım, insanoğunun tarihteki bütün kümülatif olumlu kazanımlarını kapsayan, fakat önceki cumhuriyetlerden farklı olarak “devleti de içeren bir sınıf konsensüsü” değil, bir komünal inşa projesinin üstyapı kurumu ve devleti ortadan kaldırmaya yönelik bir kitle-erklendirme-aygıtıdır.

  30. Gün Zileli

    Emekçilerin cumhuriyeti diye bir şey olmaz, olmamıştır. Cumhuriyet bir devlettir, yani ordusu, polisi, hapishanesi olan bir devlet aygıtı. Bu aygıt her zaman emekçileri ezer. ikna etmek diye bir derdim yok. “Emekçi cumhuriyeti”nde günün birinde içeri atıldığında bu sözlerimi hatırlar ikna olursun nasıl olsa.

  31. Gün Zileli

    böyle bir cumhuriyet hiçbir zaman olmadı Çıracı. Cumhuriyet, devletin kibar adıdır. Devletin yüzünü gizlemeye yarayan peçedir. Yani kısacağı cumhuriyet diye bir şey yoktur, devlet vardır. Senin dediğin kamusal alanın adını neden komün koymuyoruz da buna devletçe kirlenmiş cumhuriyet adını takıyoruz.

  32. çıracı

    Hocam, komünler tabii ki bu aygıtın temel hücrelerini oluşturacaktır. Fakat komünal inşa görevinin yanısıra diğer görevleri de üstlenecek ama komünün erkine tabii kılınacak diğer aygıtlar (koordinasyon komitesi, temel haklar büroları, ekonomik mücadele aygıtı, diğer muhaliflerle etkileşimi sağlayacak aygıtlar, üstyapı programı vs. aklınıza ne gelirse) da var olacaktır. Bu sistemin adının ne olacağı çok önemli değil, seçeceği mücadele ve örgütlenme yöntemleri ve pratiği önemlidir.
    Benim önceki yorumlarda asıl vurgulamak istediğim nokta, kendisini “cumhuriyetçi” olarak tanımlayan, son 33 yılda ve özellikle AKP döneminde demokratik ve sosyal haklarını yitiren, bu süreçte de ulusalcı-muhalefet tarafından yanlış bilinçlendirilen geniş emekçi ve alt-orta sınıf kitlelerinin bugünkü itirazlarına “şovenizm, eskiye özlem, delilik, vesayetçilik vb.” önyargılarla yaklaşmadan, onların dinamizmini devrimci mücadeleye tahvil edebilecek sağlıklı bir etkileşimi ve tartışmayı bu kitlelerle kurma gerekliliğidir.

  33. Anonim

    söz, yetki kararın halkta olduğu., ortak aklın başat olduğu bir ğerçekten halk iktidarı niye hayal olsun ki., fatsa., ğünümüzde forumlar., ğezi parkı canlı muhtemel örnekler değilmi., polisi., ordusu taktik konulardır.,ğerki,rse olur veya hiç olmaz., ama yeterki böyle bir niyet olsun., anononim* i anlamak zor. karşıt söyleyecek bir sözünüz yoksa., susup. hiç boş eleştiri yapmayın bari.**sizinki şu meşhur**çarşı., herşeye karşı** söylemine benziyor.,selamlar.

  34. sait tabak

    söz., yetki ve kararın tabandan insanlarda olduğu bir halkın iktidarı veya emekci cumhuriyeti neden hayal olsun ki*. ğeçmişte fatsa,,,ğünümüzde forumlar, ğezi parkı muhtemel örnekler olamazmı., yeter ki niyet sağlam olsun. sizin eleştirileriniz.,bende şu söylemi çağrıştırdı. **çarşı, herşeye karşı*. selamlar.

  35. sait tabak

    bu halk iktidarının polisi., veya ordusu olabilir veya olmayabilir de., ama şimdiden zulum yapacağı kalıp fikri., insanları hapse atacağı önyarğısı bu niyetsizlikten. kolaycılıktan .,inançsızlıktan ğeliyor olmasın., öyleyse siz entellektüel rahatlamanıza devam edin kardeşim.,

  36. Gün Zileli

    onlara cumhuriyet denmez Sait. Cumhuriyet devlettir.

  37. Gün Zileli

    Sait arkadaşım, sen bana zulüm yapmayan bir tane devlet söyle, ben de sana katılayım. Hapse atmayacaksa neden hapishane kuruyor o zaman.

  38. Gün Zileli

    bence cumhuriyetçi özlemlere taviz vermemek gerekir. Sonra bir otuz yıl da bunlarla uğraşmamız gerekecek.

  39. Anonim

    Peki devlet ve hapishane olmasa cinayet, hırsızlık, tecavüz gibi adi suçlar nasıl cezalandırılacak? Sınıfsız ve devletsiz toplum modelinin bu soruna çözüm önerisi nedir? Her şeyi sınıflara indirgiyorsunuz. Sınıfsız ve eşitlikçi toplum dahil insanın olduğu her yerde kötülük olasılığı mevcuttur. Zaten hiç kimse kötü olduğunu ve kötülük yaptığını düşünmez. Tam tersi, kendi bakış açısına göre yaptığının iyi olduğunu veya kötü olmadığını düşünür.

  40. Gün Zileli

    hapishaneler suçu önlemiş olsaydı söyledikleriniz haklı olacaktı.

  41. sait tabak

    cumhuriyet eşittir devlet söylemi……..devlet eşittir baskı.,polis, ordu.,zulüm söylemi tartışmayı., ğeleceğe dönük özlem ve söylemleri başından kapatır. söylediğimiz fatsa , ğezi. forumlar örnekleri tabi ki cumhuriyet değildir ama ğelecek için ., bize ışık ve yol olabilecek nüvelerdir., ğeleceğin katılımcı.eşitlikci. özğürlükcü.halkların eşitliğine., ğerçek bir laikliğe dayalı.ekolojist.,tabandan tavana ,dayanışmacı.söz söyleme., karar verme., yetkinin tabanda olduğu., katılmaya açık bir halk iktidarının ip uçlarıdır., şimdiden hapishane,,polis,,,devlet baskısı söylemleri idealist felsefe söylemleridir. tarihte hiç böyle örnek olmadı demek .,insanlığın ğeleceğe dönük sınıfsız toplum inancına barikat koyar.hiç olmadı ohalde ne diye uğraşıyoruz mu diyelim., eğer yol alabilseydik ğeçmişte o söylediğiniz ., hapishaneleri de polsi de orduyu da kaldıracaktık.,fatsada., halkın kendi kollarıyla .,özğücüyle nasıl kendini yönetebileceğinin işaretleriydi onlar., olğarşi buna müsade edemezdi.,etmedi. kanla, baskıyla kararttı halkın ğeleceğini. şimdi yine pırıltılar var., forumlara ğelin .,katılın. yetki alın.,söz söyleyin., herkese açık. buralardan yola çıkalım., ta ki halkın demokratik iktidarıonı kurana kadar.selamlar.

  42. Gün Zileli

    forumlara geliyorum, katılıyorum da. ama hapishane falan kurulacaksa gelmem bir daha, bak ona göre:)

  43. Gün Zileli

    hiç olmadı demek, gelecekte olmayacak anlamına gelmez. Sadece uyanık olmak anlamına gelir Sait Tabak arkadaşım. Cumhuriyet, “halk iktidarı” söylemini bırakın. Fatsa ve Gezi, iktidar söylemini bir ana atan, geleceği hep birlikte kurma idealini yaşatan deneylerdi. Bu yoldan ilerlemek gerekir.

  44. Anonim

    Hapishaneler suçu önlüyor demiyorum. Haklısınız, düşüncemi yanlış ifade ettim. Bu suçlar nasıl ortadan kalkacak demeliydim.

  45. Gün Zileli

    suçu doğuran sömürü ve baskının ortadan kaldırılmasıyla.

  46. m.aliŞér

    devletin varlığının temel nedeni, “mülkiyeti korumak ” değil mi? bu anlamda “cumhuriyet (genel anlamda) bu bekçiliğin “nasıl?” yerine getirileceğinin “şekli, biçimi olmuyor mu?

    bu, biçimler arasındaki farkın önemsenmemesi gerektiği demek değil. “demokrasi mücadelesi” bu noktada önemlidir. örgütlenme ve ifade alanlarını genişletmek için, var gücümüzle direnmeli ve bu alanlardan en iyi şekilde yararlanmalıyız.

    ancak bu mücadele, temeldeki özsel durumu (yani mülkiyet var oldukça bu varlığını devletin varlığından peydahlandırdığı gerçeğini) göz ardı etmeyi gerektirmez. ister sosyalist, ister bireysel olsun her tür mülkiyet, bir devletin varlığını zorunlu kılar.

    öyleyse gerçek bir özgürlük mücadelesi hem devlet ve hem de mülkiyet karşıtı olmayı aynı anda becerebilen bir mücadele olmak zorundadır. ama zaten bu iki yüzü de aynı olan bir mücadeledir. bir yüzüne atılan her tokat, diğerinde de aynı yakıcılığı hissettirir.

    mülkiyetin olmadığı bir dünyada bildiğimiz suçlar da olmayacak, sadece hastalık durumlarından kaynaklı nahoş anlara karşı dikkat gerekecektir. bugün suç sayılan durum ve olayların büyük çoğunluğu mülkiyetten kaynaklıdır.

  47. Anonim

    Hırsızlık ortadan kalkabilir evet. Diğerlerinin tek nedeni sınıfsal ve ekonomik olmadığı için aynı şeyi söylemek zor.

  48. Gün Zileli

    M.alişer, gereğince açıklamış bence. dolaysız ya da dolaylı bir şekilde mülkiyet düzeniyle ilgilidir suçların büyük çoğunluğu. Hapishaneler ise ateşe benzin dökmekten başka bir sonuç doğuRMAz.

  49. Anonim

    Diğer suçların, yani tecavüz ve cinayetin bir çok nedeni olabilir. Örneğin terk edilme/karşılıksız aşk cinayetleri. Mülkiyetin ortadan kalkmasının, sınıfsal ve cinsel eşitliğin olmasının insanların bu ilişkilerine nasıl olumlu bir katkısı olabilir? Terk edilen ve yalnız kalan insanlar hep olmayacak mı?

  50. kerem cantekin

    Genel olarak Cumhuriyet kutlamalarının zaten her hangi bir duygu içermeden yapıldığından ve mevcud Cumhuriyeti zaten AKP’nin devraldığından bahsetmiş. İlkine kısmen katılırım, zira ben de Cumhuriyet’i özellikle lise yıllarında çok anlamını hissederek kutlamazdım. Ancak bu bence 1980lerde Cumhuriyet’in ilerici tüm değerlerinden sıyrılmış olmasınından kaynaklanıyordu. Bir semboller yığını haline gelmişti cumhuriyet, değerler çok gerilerde, ancak arada bir cılızca dile getiriliyordu. Oysa ben kişisel olarak 1923 yılının 29 Ekiminde, daha iyisi 1920’nin 23 Nisanında olanın kutlanmaya değer bir şey olduğunu düşünüyorum. İkincisi, AKP cumhuriyeti yıkmak mı istiyor, sorusunun cevabı evet. Niye yıkmak istesin ki, zaten elinde denebilir. Evet, elinde ama mevcud siyasi yapı AKPnin güç ihityiacını karşılamaya yetmiyor, kendi siyasi kadrolarının ve liderlerinin daha da güçlü olacağı bir siyasi sistem arzuluyor. Bunun ötesinden cumhuriyetin, evet çok kusurlu, evet birçok hatayı, birçok iğreti duran ögeyi içinde bulunduran, yine de kusurlu ve yarım bir Türk Aydınlanması sayılabilecek Kültürel Dönüşümünü de tersine çevirmek istiyorlar, çevirmek istediklerini Vakit Zaman gibi gazetelerde yazıyorlar zaten. Yani evet Cumhuriyet ellerinde, ama ellerinde Cumhuriyetin olması yetmiyor.

  51. Yusuf Cemal

    Foucault, Hapishane’nin Doğuşu’nda bu sistemin ne kadar uyduruk olduğunu, nerelerden geçip bugüne geldiğini güzelce anlatır. Bir bakmakta fayda var.

    Hapishane sistemi, yani suç işleyince suça göre belirlenen süre için dört duvar arasına kapatılma işlemi yalnızca suç işlemek için yeterince motivasyonu olmayanları durdurabilir. Bununla, mesela kırbaçlama arasında hapishanenin bize daha medeni görünmesi dışında pek de bir fark yok. Kimileri gelecekte asıl cezanın toplumdan dışlama olacağını düşünse de, gelecek çok daha farklı olacak.

    Alişer’in anlattığı gibi, mülkiyet ve hiyerarşisi, iktidar, devlet vs. baskısı ortadan kalkınca, gerçek “suç” neymiş göreceğiz. Raskolnikov’un motivasyonları bir kaybolsun hele. Hannibal’larla özel olarak ilgileniriz zaten.

  52. Gün Zileli

    cumhuriyet. bu olanakları onlara sundu (12 Eylül) ve suNUYOR.

  53. BAHADIR KALE

    Yaşam boyu, toplumsal mücadeleye katkıda bulunamamış olmanın yarattığı ruh halinin yansıması gibi görünüyor…

    Kişi, geçmişine baktığında bireysel ya da toplumsal yaşamı açısından önemli yahut kutlanacak tek bir gün bile bulamadığını söylüyorsa, boşuna yaşadığını itiraf etmiş olmaz mı?

  54. Gün Zileli

    50 yıldır toplumsal mücadelenin içindeyim.

  55. Garibaldi

    Kusura bakmayın ama en b.ktan yazılarınızdan biri.

  56. Gün Zileli

    kusura baktım:)

  57. gicigmen

    Bayramlardan,kutlamalar bizim isimiz olamaz.Ama M.kemalin olumlu yönlerini,kazanimlarini inkar etmekte körlük olur.

    Simdi Türkiye Arablarin arkasinda bir ülke olurdu..

    Hapishanelere karsi gelmeniz hastahanelere karsi gelmenize benziyor..Hastahaneler oldugu icin hasalik var degil..
    Onlari gereksiz kilan sorunlari cözün önce .Sonrada Hastahane,hapishaneye karsi gelin..Tersinden oluyor..
    O sorunlarida kolay ca ,basitce cözülecegini sanmak hayalcilik olur..

  58. Gün Zileli

    vah vah… Hastanedeki hastalar dayak atılarak, işkence yapılarak, karanlık hücrelere kapatılarak mı tedavi ediliyor. Hiç hapis yatmadığınız belli…

  59. Anonim

    Peki ulaşım, trafik gibi sorunlar nasıl çözülecek? Devlet olmayınca havayollarını, otobüsleri, gemileri kim işletecek? Kırmızı ışıkta geçenler, hız sınırını aşan araçlar olduğunda ne olacak? Hastane demişken, tıp eğitimini kim finanse edecek?

  60. Gün Zileli

    Siz bugünkü uygarlık paradigması çerçevesinde düşündüğünüz için haklı olarak işin içinden çıkamıyorsunuz. Başka türlü düşünmeye çalışın. Sözünü ettiğiniz şeylerin çoğu gereksiz, yani bize ihtiyaç diye yutturulan şeylerin yüzde 90’ı kapitalizmin kâr mekanizmaları için icat edilmiş. Örneğin, birkaç toplu taşıma aracının dışındaki yoğun araç ve araç trafiği tamamen fuzulidir. ayrıca bunun sağlayacağı can güvenliğini düşünün. Bugün dünyada trafik yüzünden ölenlerin sayısını düşünün. Tıp eğitimini finanse etmek… Size bu sitede bugün yayınlanan Fikret Başkaya’nın yazısını okumanızı salık veririm.

  61. Anonim

    Haklısınız sn Zileli. Yukarıdaki yorumumda önyargılı olduğumu kabul ediyorum. Aşağıdaki yazıda görüldüğü gibi, dünyayı mahveden bu kapitalist azgın kalkınmacılığı savunan insanlarla aynı şeyi savunmuş olmaktan utanıyorum.

    http://haber.stargazete.com/yazar/solun-yeni-saplantisi-agaclar/yazi-801522

  62. Gün Zileli

    yok yok, o kadar yüklenme kendine. Ama ortaya koyduğun kendini eleştirme ruhuna hayran kaldım, inan ki. Hepimize örnek olsun.

  63. ...!

    Her örgütlenme (sol, sağ, vb.) belirli bir dönem sonra kendi oligarşisini yaratıyor, baskıcı faşist bir yapıya dönüşüyor…
    Bakınız, ödp, ip, tkp, sendikalar, illegal örgütler…

  64. Anonim

    Emre Kongar’ın Şahsında Literatiler

    Ünlü sosyoloğumuz Emre Kongar’ ı oldum olası sevmedim, daha doğrusu sevemedim. Birkaç kitabını aldım, okumaya çalıştım, kendimi zorlayarak -türkçe açısından değil, içerik açısından- okudum da. Birara NTV’de Mehmet Barlas’la programlar yapıyordu onları seyretmeye çalıştım, akılalmaz analizlerine dayanamadım, sinirlenip bıraktım. Halen o program devam ediyor mu bilmiyorum.

    Aydınlanmadan başka türkü çağırmayı bilmeyen, beş kelimesinden üçü “feodalite”, “aydınlanma” ve “laiklik” olan Emre Hoca cumhuriyet tarihimizin zihni iğdiş edilmiş yarı-aydın tipine de iyi bir örnektir. Ahmet Kekeç’in o güzel üslubuyla yaptığı Emre Kongar analizleri meşhurdur. Hem Ahmet Kekeç’ten hem de Yusuk Kaplan’dan alıntılarla Emre Kongar’ın şahsında bu yarı-aydın tipinin fikrî yanlışlıklarını, yüzeyselde olsa şöyle bir değinmek istiyorum.. Ahmet Kekeç’in alıntıladığım yazılarının bütününe ulaşmak isteyenler ilgili başlıklardan bakabilir. İlk alıntı “Başkasının türbanı Kongar’ın sakalı” başlıklı yazıdan :

    Emre Kongar, yaşayan en büyük aydınlanmacılarımızdandır. Aydınlanma düşüncesinin anayurdu Fransa’da, “aydınlanma” gibi tuhaf arkaik kavramlarla konuşan bilimadamlarına hangi nazarla bakıldığı bir başka verimli tartışmanın konusu olabilir… Gelgelelim, fırsatını bulduğunda kendine hakim olamayıp cefelkalem “aydınlanma” ve “Türk aydınlanması” (!) konularına dalan, hele güncel/ideolojik görüşleriyle seçkin gönüllerde taht kurmuş Kongar’ın, boş bir zamanında, vaktiyle “bu hanım” diye küçümsediği Tülin Bumin’in aydınlanma felsefesi konusunda yazdığı kitaba (hiç değilse “şöyle bir”) göz atmasında yarar görüyorum.

    Kekeç bu yazısının devamında “maden bulduk, maden” başlığıyla yazdığı yazıda da Emre Hoca için şöyle diyordu :

    Mesela, tarih ve sosyoloji konusunda (Bkz. Kongar’a göre “Rönesans, aydınlanma, tarım ve endüstri devrimi”) neredeyse lise kitaplarının diliyle konuşuyordu; sosyoloji durağan bir alanmış ve son yıllarda hayat (toplumlar) hiç değişmemiş, ortaya hiç yeni kuram atılmamış gibi ezber laflar ediyor, dahası bunu “bilimsel bilgi” sanıyordu; Türkiye Cumhuriyeti bu alanda rüştünü ispat etmemiş gibi hâlâ laiklik ve aydınlanma propagandası yapıyordu; insanlara dönüştürülebilir, ikna edilebilir, “aydınlatılabilir” nesneler gözüyle bakıyordu.

    Ahmet Kekeç 6 Haziran’ daki yazısında da Kongar’ın son kitabı “Tarihimizle Yüzleşmek” le ilgili düşüncelerini de “Olmamış Hoca” başlığıyla yazmış.

    Kitabının ismi, “Tarihimizle Yüzleşmek” ama, ne doğru dürüst tarihle yüzleşiyor, ne de tarihin kompleks meseleleriyle ilgili zihin açıcı şeyler söylüyor. Ondan bir Kemal Tahir rikkati (yahut celadeti) beklemek nafile… Yazdıkları, benzetmek gibi olmasın da, tarihin (resmî tarihimizin) adeta teyidi niteliğinde…

    Bazı konulara da, nedense (neden acaba?) hiç girmiyor.

    Türklerin nasıl Müslüman “yapıldığına” ilişkin kendince mikro ayrıntılar sunuyor, Cumhuriyet’in kuruluşu ve “Türk devrimleri” bahsinde en ince detaya kadar iniyor ama, onsuz Cumhuriyeti ve Türk devrimlerini anlayamayacağımız mevzulara, mesela Mustafa Suphi olayına, “Birinci Meclis-İkinci Meclis” zıtlaşmasına ve dolayısıyla Ali Şükrü Bey cinayetine hiç değinmiyor. Halit Paşa olayı da yok. İstiklal Mahkemeleri bahsi de yok. “61 Devrimi”nin hazırlık çalışmaları hiç yok. Ne anladım şimdi ben!

    Kongar, 1930’larda yaşasaydı, yazdıkları (kısmen) yeni ve orijinal sayılabilirdi. Artık yirmi birinci yüzyılı idrak ediyoruz ve resmî söylemin teyidine dayalı şeyler (ideolojik olarak) para etse bile, değer ifade etmiyor.

    Hulasa, Kongar tarihimizle yüzleşmiyor; hasbelkader tarihle yüzleşmiş eşhasla (örtük olarak Kemal Tahir’le, İdris Küçükömer’le, Mete Tunçay’la, Murat Belge’yle filan) yüzleşiyor…

    Fakat, olmuyor! Olmamış!

    İşine gelmeyen noktalarda suya sabuna dokunmayan tüm yarı-aydınlar gibi Emre Kongar’dan da, daha farklı bir “yüzleşme” beklemek nafile bir çaba olurdu zaten.. Yazıyı elbette Emre Kongar’ı yerden yere vurmak için alıntılamadım.Emre Kongar burada tipik bir örnek. Kongar gibi onlarca isim bir çırpıda sayılabilir. Emre Kongar ve benzeri zevatın temsil ettiği aydınlanmacı, laikçi, demokrat(?)olduğunu söyleyen ama jakoben sömürgeci aydınların zihni arka planını Yusuf Kaplan güzel bir yazısında ortaya dökmüştü. Baş konuk yine Emre Kongar ama yapılan analiz Kongar’ın şahsında tüm yarı-aydınları kapsıyor.Yarım olarak aktarmaya kıyamadığım için tüm yazıyı alıntıladım:

    Şerif Mardin, “Türkiye’de entelektüel yok; yalnızca literati var”, demişti.

    “Emre Kongar”, tipik bir laik Türk literati’sidir. Aydın değildir. Entellektüel hiç değildir. Düşünürse, aslâ değildir. Sadece literati, yani okumuş yazmıştır.

    Literati, “ezbere konuşan”, yani bildiklerini mutlaklaştıran, bilmediklerini ise yoksayan; dolayısıyla aklıyla ve özgür iradesiyle değil, yalnızca hisleriyle (=vaziyeti kurtarma güdü/m/leriyle) hareket eden bir figürdür. Dahası, literati, başkalarını, nasılsalar öylece görebilme, kabul edebilme kabiliyetine de, özgüvenine de sahip değildir. Literati, mesela, Müslüman bir toplumu, Müslümanlığın temel kodlarıyla değil, Marksizm’in anakronikleşmiş kodlarıyla veya Batılı toplumların spesifik koşullarının ürünü olarak üretilen laik sosyal bilimin kavramsal çerçeveleriyle açıklamakta bir sakınca görmez. Böyle yapmakla, “kendi dili”ni değil, Batılıların geliştirdiği dili konuştuğunu, bunun Batılıları Özne, kendisini Nesne konumuna yerleştirdiğini; bu oryantalist, mutasyona ve metamorfoza uğratıcı dilin, kendisini Batılıların karikatürü yaptığını, kendi kendini sömürgeleştirmeye neden olduğunu ve felç olmuş, zihinsizleştirilmiş bir zihne mahkûm ve mahpus ettiğini göremez.

    O hâlde, soru/n şu: “Emre Kongar”’ı (dolayısıyla laik Türk literatisini) ciddiye almak gerekir mi?

    “Emre Kongar”ı ciddiye alabilmemiz için, “Emre Kongar”ın, öncelikle kendisini ciddiye alması, onun için de “sömürgeci aydın”ı gibi hareket etmemesi; dolayısıyla Müslüman bir toplumu, Müslümanlığın dışındaki laik ve/veya kaba pozitivist kavramsal şemalarla açıklamaya kalkışmaması gerekir.

    Peki, “Emre Kongar”, böyle bir şeyi yapabilir mi? Batılı düşünürlerin, Batı’daki akdeminin insan bilimleri departmanlarının laikliği bütün yönleriyle tartıştıkları, “seküler aklın ötesi”, “post-seküler felsefe” gibi arayışlar içine girdikleri bir zaman diliminde, “Emre Kongar”, literati olarak kalmayı sürdürdüğü (yani Müslüman bir topluma, laik bir kimliği dayatmaya kalkıştığı, laikliği tartışılmaz bir ilâhî yasa gibi gördüğü) sürece böyle bir şeyi yapamaz.

    Ya ne/yi yapar? Önceki hafta pazartesi günü, üstelik de “Aydınlanma” (!) adını verdiği köşesinde, “Uzlaşalım: Hem Dayak Ye, Hem Sus” başlıklı yazısında yazabildiklerini yazar; başka bir şey yapamaz.

    Emre Kongar, sözkonusu yazısında, tam bir literatinin algılama biçimi ve diliyle, “demokratik rejimimizin” AKP iktidarından “gözünün morardığını, dudağının patladığını, sürekli dayak yediğini” iddia ediyor ve “gerçeklerin saptırıldığını, düşünceye ambargo konulduğunu, … eğitime önce sızıldığını, şimdi tümüyle el konulduğunu, … kuran kursları ve imam hatip okullarında çocukların ve gençlerin beyinlerinin yıkandığını, şimdi aynı işin tüm eğitimde yapıldığını” söylüyor!Danıştay ve Cumhuriyet gazetesine yapılan saldırıların, belli bir süredir bu tür söylemleri daha yüksek sesle dillendiren laik literatilerin sözlerinden sonra gerçekleşmiş olmasına dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Emre Kongar’ın yazısını şöyle bitirmesi bana oldukça ürkütücü gelmişti: “Hiç merak etmesinler, demokratik rejimin nakavt olup tümüyle sesinin kesilmesi yakındır.” (!) Kongar, ister darbe imasında bulunmuş olsun, isterse AKP’lilerin veya “dincileri”n demokratik-laik rejimi nakavt edeceklerini kastetmiş olsun; buradaki “tersinden tehdit” havası, ürkütücüdür

    Elinizi vicdanınıza koyun ve cevap verin: Bu ülkede yaklaşık 100 yıldır “dayak yiyen” kim?Evet, bu milletin tarih yapmasını mümkün kılan büyük rüyalarını, Braudel’in deyişiyle “dünya-tarihsel” iddialarını ve ideallerini yok ederek, batılı seküler projeleri sorgusuz sualsiz tepeden monteleyerek bu milleti laik Batılıların karikatürü, ülkeyi de kendi kendini sömürgeleştiren tuhaf bir ülke yaparak Batı’ya “teslim” eden, böylelikle yok olmanın eşiğine getirenler kim/ler?

    Laikliği pekiştirmek için düzenlendiği ve tam bir tezgâh olduğu anlaşılan, çorap söküğü gibi aydınlığa kavuşmaya başlayan Danıştay ve Cumhuriyet Gazetesi saldırılarında da son kez görüldüğü gibi, ülkeyi karıştırmaya çalışanlar kim/ler?

    Ürktücü olan şey şu: Türkiye’de laikliğin pekişmesi adına, laik “aydın”lar öldürülüyor. Birileri de, bu işin gerçek azmettiricilerini bildikleri hâlde, bizi aptal yerine koyarak, dikkatlerimizi, “dinci” süsü verilen taşeronlara çekiyorlar: Ortaya çıkan şey, ülkenin karışması ve kriz yönetimi oluyor. Ülke, kriz durumlarından medet umularak yönetiliyor. Bu, çok tehlikeli bir şey. Tam bir akıl tutulması hâli yani.

    Batılı düşünürlerin çoktan aştıkları pozitivizmi, çatır çatır tartıştıkları laik aydınlanma düşüncesini kutsayan literatileri, ülkeyi çıkmaz bir sokağın eşiğine sürüklediklerini hatırlatmak için ciddiye alabiliriz yalnızca!

    Laik literatilerimizi, laiklik misyonerliği’ne soyunarak Batılıların karikatürü olmak ve “gönüllü acentalığı”nı yapmak yerine, hiç olmazsa, artık kendilerini ciddiye almaya, söylediklerini ve eylediklerini gözden geçirmeye; kaba oryantalist ve anakronik pozitivist gözlüklerini çöp tenekesine atarak bu toplumla bütünleşmeye, bu toplumun derinlikli medeniyet iddiası ve rüyasını yeniden benimseyerek özgürleşmeye davet ediyorum.

    Yusuf Kaplan’ın yazısı da böyle.. Bu analize menfi bir şey söylenebilir mi? Muhakkak söyleyenler olacaktır. Ama ben kesinlikle Yusuf Kaplan’ın söylediklerine katılıyorum. “Zihni iğdiş edilmiş” sözüyle kastettiğim tam da bu şekilde kendi kendini sömürgeleştiren aydın müsveddeleridir. Eklemlenme meraklısı olanların bu “aydınlanma” gayretleri bütün hızlarıyla devam ediyor. Bari takip ettiklerinin bugünkü fikrî yapılarından haberdar olsalardı. 200 yıldır bir netice vermeyen bu maceranın, bu anlayış ve geçmişe bakışla, ne bugün ne de gelecekte bir netice vermesi beklenemez. Batının bizi görüp tanımladığı oryantalist bakışı sahiplenerek aynı açılardan kendi medeniyetine bakan “bilimadamları” nı gördükçe derin bir üzüntü duymamak elde değil.

    Sömürgeci aydınlarının artık gözlerini açmaları dileğiyle..

    http://gelenek.blogcu.com/emre-kongar-in-sahsinda-literatiler/330528

  65. Gün Zileli

    Bu yazıdaki referans isimler berbat. Emre Kongar, her şeye rağmen beş basar bunlara…

  66. Anonim

    Evet ama söyledikleri doğru. Söyleyene değil söylenene bakmak lazım sonuçta.

  67. Gün Zileli

    Hitler de, örneğin liberalizme yönelik bazı doğru eleştiriler yapmıştı ama ondan alıntı yapmayız liberalizmi eleştirmek için.

  68. çıracı

    Gezi’nin dinamiklerini sağlıklı koordine edebilmek için şu gerçeği ve onun yarattığı/yaratacağı handikapları da aşmak gerekiyor: Gezi bileşenleri içinde 4 adet “politikleşmiş-ulus” da bulunuyor (bunlar: Aleviler, Kemalistler, Kürtler, Antikapitalist/Devrimci-Müslümanlar). Tabii, bu “uluslardan” herhangi birine mensup olmayan veya “kendi ulusunu” önemsiz sayabilecek bilince sahip bir kitle de vardır ama onlar hareket içinde daha az nicelikteler. Bu ulusların en örgütlü politik öznelerinin her bir tanesinin en önde tuttukları ulusal/kimliksel özlemler ve talepler kimi zaman geri kalan üçünün özlemlerine itici gelebilmektedir. Herhangi bir politikleşmiş-ulusun bu harekete damgasını vurması, hem bu hareketin bütünlüğünü olumsuz etkiler, hem de hareketin Haziran’da uzanamamış olduğu farklı kitlelere uzanma imkanını da baltalar. Bu yüzden, toplanacak koordinasyon yapılanmasının, örgütlenmenin ilk aşamalarında hiçbir ulusal ve dinsel talebi öne çıkarmayan, her 4 ulusun da sahiplenebileceği ortak talepleri (mesela, seçim barajının kaldırılması, “hükümet istifa!” talebi, kentlerde ve kırlarda kamu arazilerinin talanının engellenmesi, Diyanet İ. B.’nın kaldırılması vb.) derleyip bir “paralel anayasa” yazması da gereklidir. Ne zamanki bu 4 ulus arasında karşılıklı bir anlayış yerleşir, işte o zaman bu talepler dizgesine bu ulusların “ulusal sorunları” ile alakalı demokratik özlemler de eklenebilir. Fakat o aşamaya gelinmeden önce uzunca bir süre yanyana mücadele pratiklerinin birikmesi gerekiyor. Haziran’daki pratik bu yanyana gelişin imkansız olmadığının bir göstergesidir ama şimdilik yeterli değildir.

  69. Hasan

    olay gün zileli’nin cumhuriyet denen şeyi devlet sanmasıdır. cumhuriyet kelimesi devlet ismi içerisinde geçiyor diye kelimeyi devlete eşitlemeyin. cumhuriyet, halkın kendi kendini yönettiği bir rejimdir. onun için, halk cumhuriyeti, emekçilerin cumhuriyeti gibi isimli cumhuriyet rejimleri kurulabilir. bakınız, sizin tabirinizle ‘devrimci marksist’lerin kurduğu sscb ve bakınız, ispanya’da cumhuriyet için ölen anarşistlere.

  70. Anonim

    Emperyalizmi nasıl denize döktük?

    “Emperyalist”ten kasıt genellikle Büyük Britanya’dır. O yüzden Fransa’yı, Amerika’yı bir yana bırakıp oraya yoğunlaşalım.

    Ordu mevcudu. Britanya ve kolonilerinin 1918 yazında silah altındaki toplam asker sayısı 5 milyon civarında.[1] Bunun 70 bini Filistin’de, galiba 30 bin kadarı Irak’ta Osmanlı’ya karşı savaşıyor. Gerisi başka yerde. Savaş bittikten sonra, gerekirse bir kısmı Türk cephesine aktarılabilir.

    Savaşın son demlerinde Osmanlı’nın Filistin cephesindeki mevcudu 28.000.[2] Irak cephesi bundan bir hayli daha az. Halil Paşa kumandasında Kafkasya fethine çıkan ordu Liman von Sanders’e göre 50 küsur bin,[3] ama gerçekte muhtemelen daha az. Trakya ve Ege cephelerinde muhtemel bir taarruza karşı bekletilen 100.000 asker var deniyor, ama bunun ne kadarı gerçek, ne kadarı hayal belli değil. Toplam 150.000 kabul edelim. Oran 5000:150, yani 33’e 1.

    Donanmanın durumu şöyle. Harp sonu itibariyle Büyük Britanya donanmasında 33’ü dretnot sınıfından olmak üzere 50 muhrip, 9 muhrip-kruvazör, 109 kruvazör, 407 destroyer, 137 denizaltı, 13 uçak gemisi mevcut. Toplam tonaj (yardımcı gemiler hariç) 3.247.078 ton.[4] Osmanlı donanması, her ikisi de Almanlardan ödünç alınmış iki muhrip, bir kruvazör, beş destroyer.[5] Bunlara da mütarekeden hemen sonra müttefikler el koyacak. Tonaj hakkında kesin bilgi yok; eşdeğer sınıftaki İngiliz gemileriyle aynı çaptaysa yaklaşık 60.000 olmalı. Orantı: 54’e 1.

    Donanmanın önemini Diplomacy® oyunu oynayanlar bilir. Denizlere egemen olan, askeri birliklerini dilediği yere sevkedebilir.

    Büyük Britanya’nın savunma bütçesi 1915’te 439 milyon, 1916’da 1.401 milyon, 1917’de 1.974 milyon, 1918’de 2.404 milyon sterlin. Bu rakamlara koloniler dahil mi bilmiyorum. Genel bütçe harcamalarının aşağı yukarı yarısı savunmaya gitmiş.

    Osmanlı Devletinin 1914-1915 mali yılı bütçe geliri 34 milyon lira, yani 1914 kurundan yaklaşık 31 milyon sterlin. Bunun içinde harbiye ve bahriye payı 1914-1915 mali yılında 7,29 milyon lira, yani yaklaşık 6,62 milyon sterlin.[6] 1915 itibariyle oranlar, genel bütçede 50’ye 1, savunma bütçesinde 66’ya 1.

    Savaşın sonraki yıllarına ait Osmanlı bütçe rakamları inandırıcı değil. Kamu gelirlerinin 1915’ten sonra tamamen çöktüğünü tahmin edebiliyoruz. Savaşı kısmen karşılıksız para basarak, kısmen de Alman mali yardımıyla finanse etmişler. Alman yardımı beş yılda toplam 180 milyon altın lira, yani yaklaşık 162 milyon sterlin.[7] İngiliz savaş bütçesi yanında mütevazı bir rakam. Alman desteğine rağmen Osmanlı lirasının değeri değeri savaştan önceki istikrar düzeyinden, Şevket Pamuk’un hesaplarına göre dört yılda onikibuçukta bir oranına düşmüş, %1265 yani.[8]

    Büyük harpte sonuç bildiğiniz gibi. Türk ordusu (ciddi Alman desteğine rağmen) perişan olmuş. Irak’ta İngilizler savaşın başında Basra’dan girmişler, 1918’de Şemdinli ve Uludere’den çıkmışlar. Öbür tarafta Süveyş’ten girip 1917’de Kudüs’e dayanmışlar. 1918’de iki adet Türk ordusunu (7. ve 8.) tüm mevcuduyla esir alıp Ürdün, Suriye ve Lübnan’ı tank gibi ezmişler. Kilis’e vardıklarında geriye kalan Türk birliğinin mevcudu bir tabur mu, üç bölük mü, öyle bir şey. Birkaç yüz kişi.

    Bu yetmiyormuş gibi savaştan sonra mütareke imzalatmışlar, Türk tarafının başkentine, donanmasına, istihkâmlarına, mühimmat depolarına, sanayiinin %80’ine, limanlarına, tren hatlarına el koymuşlar. Ordusundan geri kalanı terhis edip eve göndermişler.

    Şimdi bu adamları nasıl denize dökeceksin?

    Sakın “iman dolu göğsüm” filan demeyin bana. Yunan ve Ermeni harplerinde Türk ordusunun verdiği şehit sayısı resmi rakama göre 9177.[9] Aynı dönemde asker kaçağı ya da “vatan haini” olduğu gerekçesiyle İstiklal Mahkemelerince idam edilenlerin sayısı da 9000 civarında tahmin ediliyor.[10] Yani Milli Mücadelede Türk ordusu Yunan ve Ermeni’ye karşı savaştığı kadar Türk halkına karşı da savaşmış. Hangi iman, hangi serhat?

    Altı yıl süren savaşta perişan olmuş, ekonomisi bitmiş, ocağı batmış bir milleti limon gibi sıkıp dört yılda sıfırdan 195.000 kişilik yeni ordu kurmak bir tür başarıdır, kabul. Çökmüş bir devlete tekâlif-i milliye kanunuyla finansman sağlamak, sıfır sanayi altyapısıyla saban demirinden tüfek üretmek, o yetmeyince düne kadar düşman olduğun Fransızla anlaşıp onlardan silah temin etmek de büyük başarıdır. İrade ve vizyon gerektirir. Kabul.

    Lakin daha dün dünyanın en güçlü sanayiine ve beş milyonluk orduya sahip Almanya’yı dize getiren “Emperyalizm”i denize dökmek için bu kadarı yeterli midir?

    Diyorlar ki, İngilizler Türklerle çatışmaktan çekindikleri için sahaya zavallı Yunanlıları sürdüler. Onlar yenilince, napalım, çaresiz evlerine döndüler.

    Buna inanan, bana sorarsanız, Süpermen’e de inanır, Zaloğlu Rüstem’in bir vuruşta 72 bin devi tepelediğine de inanır. Ama gerçek dünyada yok öyle şeyler maalesef.

    [1] Statesman’s Yearbook’un 1919 nüshasında tam sayılar var. Yanlış Cumhuriyet’i yazarken onlardan yararlanmıştım; şimdi abone parası ödemek istemediğinden bakamıyorum. Ararsanız şurada: http://syb2-aux1.syb2.pm.semcs.net/. Şu sitedeki rakamlardan http://www.1914-1918.net/faq.htm (toplam askere alınan eksi ölenler ve yaralanıp cephe hizmetine dönmeyenler) 6.982.674 sonucu çıkıyor, ki savaş esirlerini ve terhisleri de çıkarınca gene 6 milyon civarı kalır.
    [2] İsmet Görgülü, On Yıllık Harbin Kadrosu, TTK 1993, sf. 136.
    [3] Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, Cilt III, TTK 1983, sf. 214.
    [4] http://www.naval-history.net/WW1NavyBritishAdmiraltyEstimates1919.htm#III
    [5] http://www.naval-history.net/WW1NavyTurkish.htm
    [6] DİE: Osmanlı Malî İstatistikleri, Bütçeler 1841-1918 (haz. Tevfik Güran), sf. 164 vd.
    [7] TC Maliye Bakanlığı SGB, Osmanlı Devleti Dış Borçları (haz. Biltekin Özdemir). Osmanlı’nın Almanya’ya borçlarının silineceği daha savaş sona ermeden İngiliz ve Amerikan hükümetlerince ilan edilmiş, bu husus gerek Sevr, gerek Lozan antlaşmalarında teyit edilmiştir.
    [8] Osmanlı Malî İstatistikleri, sf 179.
    [9] Genelkurmay belgelerinden aktaran Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, s. 92 vd.
    [10] Prof. Dr. Ergün Aybars, Mustafa Kemaller Görev Başına, s. 65. Fanatik bir Kemalci olan Aybars’ın sayılarını minimum kabul edebiliriz.

    http://nisanyan1.blogspot.com/2013/11/emperyalizmi-nasl-denize-doktuk.html

  71. Gün Zileli

    İspanya’da anarşistler cumhuriyet için ölmedi, devrim için öldü ve cumhuriyetçiler tarafındın bastırıldılar.

  72. m.aliŞér

    seyislerin siyaset ettikleri rejime cumhuriyet denir. ve cumhuriyet erdemdir. ne mutlu atların kendine binecek olanı seçebilmesi-nin siyasetine…

  73. m.aliŞér

    “kemalist ideoloji ırkçıdır” (hilal kaplan, yenişafak)

  74. Gün Zileli

    kendisi geri mi kalır? iktidar yalakası…

  75. Anonim

    Osmanlı ve Türklük
    M.Şükrü HANİOĞLU

    Kimlik temelli bir Osmanlı-Türk çatışması inşa ve “milliyetimizi, Türklüğümüzü korkmadan, cesurca söyleyebilmemiz” için Cumhuriyeti beklemek zorunda kaldığımızı iddia etmek tarihî gerçeklikle çelişir

    “Türk ırkı” tartışması sırasında, konu üzerine yorum yapan bir öğretim üyesinin “Osmanlı’da Türk’e ‘Eşek Türk'” denildiğini belirterek, “milliyetimizi, Türklüğümüzü korkmadan, cesurca” söylemeye Cumhuriyet ile başladığımızı iddia etmesi dikkat çekmedi.

    Her konuda “Osmanlı- Türkiye” karşılaştırması yapan 1930’lu yılların ders kitaplarından alındığı izlenimi veren bu değerlendirme içerik olarak üzerinde durulmayı gerektirmeyebilir. Ancak onun tahlili, “Osmanlı”nın “Türk”e bakışı üzerinden yola çıkarak “Türkiye’nin Osmanlı esaretinden kurtulan son müstemleke olduğu”nu iddia etmeye ulaşan “kopuş” tezinin sorgulanması alanında yardım sağlayabilir.

    Hangi Osmanlı?

    “Osmanlı’da Türk’e ‘Eşek Türk’ denirdi” ifadesinin en önemli sorunu “değişmeyen” bir “Osmanlı” kavramsallaştırması yapmasıdır. “Osmanlı” altı yüz yılı aşkın sürelik bir tarih dilimine yayılarak, ortaçağdan Birinci Dünya Savaşı sonrasına uzanan bir süreçte varolmuştur. Dolayısıyla onun belirli dönemlerden seçilen örnekler üzerinden gerçekleştirilen genellemeler yardımıyla “değişmemiş” bir yapı olarak kavramsallaştırılması mümkün değildir.

    Örneğin “Osmanlı bürokrasisinde divan-ı hümayûn tercümanlığı benzeri istisnaî vazifeler haricinde gayrımüslimler istihdam edilmezdi” benzeri hükümler belirli dönemlerde gerçekten varolmuş olgulara atıfta bulunmakla beraber genelleştirildiklerinde yanıltıcı olurlar. Bu örnekteki genelleştirme, Musurus benzeri ailelerin sefir kaynağı haline geldiği, Berlin Konferansı gibi devletin geleceğinin belirlendiği bir toplantıya Kara Todori Paşa başkanlığındaki heyetin gönderildiği, pek çok vilâyetin Hıristiyan valiler tarafından idare edildiği on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısındaki durum gözönüne alındığında tarihî gerçeklikle çelişir.

    Osmanlı-Türk çatışması

    Dolayısıyla “Osmanlı’da Türk’e ne dendiği” açısından genelleştirilebilecek, Cumhuriyet öncesine kadar sürmüş “değişmez” bir gerçeklik bulunmamaktadır. Erken Cumhuriyet döneminde meşruiyet sağlama amacıyla yapılan “Osmanlı-Türkiye” karşılaştırmalarının temel sorunu da budur.

    Bunun da ötesinde inşa edilen “Osmanlı-Türk” çatışması gerçekte varolmamıştır. Etnik bilincin olmadığı, aidiyetin de önem taşımadığı, toplumun “millet sistemi” çerçevesinde dinî cemaatler biçiminde örgütlendiği bir yapıda “Türklük” anlamlı bir vurgu ve modern anlamıyla “kimlik” olmamıştır. Dolayısıyla milliyetçilik öncesi dünyasında Osmanlı’yı etnik milliyetçilik yapmadığı için suçlamak, tarihin özgün bağlamında değil günümüz değerleriyle inşa faaliyetine verilebilecek örneklerden birisidir.

    Osmanlı yönetici sınıfının yerleşik hayata geçmemiş, eklektik yüksek kültürü içselleştirmemiş toplulukları “medenîleşmemiş” sınıflamasına sokarak aşağıladığı doğrudur. Yerleşik düzen dışı yaşayan topluluklar arasında bulunan ve yüksek kültüre yabancı kalan Türkler de bundan nasibini almıştır. Ama bu bizatihi Türklere yönelik, bugünkü anlamıyla “etnik” temelli bir aşağılama değildir. Aynı sıfatlar Urban, Arnavut Malisörler ya da Kürd aşâiri için de kullanılmış, onlar da tahkir olunmuştur.

    Benzer şekilde seçkin sınıfın “rafine” kültüre bîgâne “Türkler”le alay etmesi, Erken Cumhuriyet modernliğine yabancı kalanların Ankara’ya sokulmaması ya da “yüksek kültür”ün siyasî yapılanmasına oy vermeyenler için “bidon kafalı,” “göbek kaşıyan” benzeri sıfatların kullanımına benzer; etnik değil kültürel ve sınıfsal temellidir.

    Dolayısıyla yerleşik olmayan Urban, Türkmen, Kürd ve Arnavut aşağılanmış; ama Şam’daki Arap âlim, Bursa’daki Türk şair, Bitlis’deki Kürd tarihçi ve Prizren’deki Arnavut âyân övülmüş; İstanbul’daki “Türk” zurefâ, köyden gelen “kaba Türk”ü hakir görmüştür. Bu nedenle “Osmanlı” ile “Türk” arasında etnik temelli bir “kimlik” çatışması yaratarak, Türklerin “Türk” oldukları için aşağılandıklarını savunmak anlamlı değildir.

    Aynı hata son dönemlerde bilhassa ABD’deki Osmanlı tarih çalışmalarında yaygınlaşan “Osmanlı Oryantalizmi” yaklaşımında tekrarlanmaktadır. Bu tezin savunucuları da Urban ile Cebel-i Lübnan ya da Yemen’in Cibâl bölgesinde yaşayanlar için dile getirilen “vahşi,” “sebükmağız,” “iptidaî” benzeri sıfatlardan yola çıkılarak, Osmanlı’nın tüm Arap coğrafyasını “Doğu” haline getirdiğini savunmaktadırlar. Halbuki yönetici sınıf benzer bölgelerdeki Türkmen, Arnavut ve Kürd topluluklar için de aynı ifadeleri kullanırken, yerleşik, yüksek kültüre vakıf Araplara farklı şekilde yaklaşmıştır.

    Türklüğü ifade

    Etnik temelli bir Osmanlı-Türk çatışmasından yola çıkarak “Türklerin, Osmanlı esaretinden kurtulduklarına” ulaşan “kopuş” tezi tarihî gerçeklikle çelişir. “Milliyetimizi, Türklüğümüzü korkmadan, cesurca söyleyebilmemiz” için Cumhuriyeti beklemek zorunda kaldığımızı iddia etmek ise o gerçekliği tahrif etmektir.

    Basının amiral gemisi İkdam’ın “Bir Türk Gazetesidir” kelâm-ı kibarıyla neşredildiği, Yusuf Akçura’nın imparatorluğun takip edebileceği siyasetler içinde en anlamlısının “ırk esasına müstenid Türk milliyetçiliği” olduğunu savunduğu, eski rejim dönemindeki faaliyetlerinden dolayı suçlanan sâbık Serasker Rıza Paşa’nın “Türk oğlu Türk” kimliğini vurgulamayı en iyi müdafaa aracı gördüğü, Hüseyin Cahid’in Tanin’de Türklerin “milleti hakime” statüsünü ilân ettiği, Ziya Gökalp’in “Turan” şiirini yayınladığı, Türk Ocakları’nın “Türk Dünyası” üzerine konferanslar düzenlediği, Ömer Seyfeddin hikâyeleri ve Mehmed Emin şiirlerinin okunma rekoru kıldığı, Türk Yurdu ve Genc Kalemler benzeri dergilerin Türklük hakkında sayısız makale neşrettiği dönemlerde “Türklüğün korkmadan, cesurca söylenemediğini” iddia etmek ancak tarihî gerçekliği bütünüyle gözardı etmekle mümkün olabilir.

    Devamlılık ve değişim

    Türk milliyetçiliğinin şekillenmesi ve modern Türk kimliğinin oluşumu on dokuzuncu yüzyılda başlayarak cumhuriyet ile devam etmiş süreçlerdir. Bu uzun süreçlerde kültürel milliyetçilik siyasî boyuta taşınmış; Türklük, İttihad ve Terakki idaresi altında Tanzimat öncesinin Müslümanlığı benzeri “hakim millet” statüsü kazanmış, yeni ulus-devlet ise Türk kimliğinin içini değişik sosyolojik ve antropolojik kuramlar yardımıyla doldurmaya çalışmıştır.

    Cumhuriyet “Türk kimliği” ve milliyetçiliğini icat etmemiş, onu dönemin sosyolojik ve antropolojik kuramları çerçevesinde yorumlamıştır. Bu yorum bilhassa 1930’larda farklılaşmış; ama gökten zenbille inmemiştir.

    Pek çok alanda olduğu gibi Türk milliyetçiliği ve kimliğinin oluşumunu anlayabilmek için “Cumhuriyet- Osmanlı” türünden sığ karşılaştırmaları ve “kopuş”u reddeden, uzun dönemleri kavrayan analizler gereklidir. Bu yapılırsa hem hayalî “Osmanlı- Türk” çatışması bir kenara bırakılabilir, hem de her şeyin 1922 sonrasında sıfırdan başladığını savunan tarihsizleştirici yaklaşımın anlamsızlığı kavranabilir.

    http://www.duzceyerelhaber.com/msukru-hanioglu/20849-osmanli-ve-turkluk

  76. Anonim

    ANDIMIZ KALDIRILDI ,HERKESİN TÜRKLÜK YALANIDA BÖYLECE BİTMİŞ OLDU

    Nasıl başlıyordu andımız?

    “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım.” sözleriyle.
    Hiçte dogru olmadınız, hiçte calışkan değildiniz.

    Size anlatılan bir sürü yalanlarla süslenmiş hikayeler, Deli Dumrul misali ,
    Türk’ten daha güçlü, daha kahraman, daha dürüst, daha akıllı kimse yoktu ,türke hep bu yalanlar anlatıldı ,onlarda inandılar halende inanların sayısı oldukça kabarık.

    Oysa gerçek hiçte öyle değildi.
    Bir dönemin cumhurbaşkanı Özal, memurlara maaş zammı vermemek için” benim memurum işini bilir” dediğinde çok doğruyum diyenlerin Özal’a hiç karşı çıkmadıklarına şahidiz. Özal açıkça memurumuz hırsızlık yapsın karnını öylece doyursun diyordu.

    Gelelim uyduruk tarihinize,
    Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıp yerine Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduk yalanına eğitimdeki müfredatla herkesi inandırmışlar. Kendini türk zanneden herkes, bunu sorgu sual etmeden yuttu ,halende yutmaya devam edenler var.
    Oysa Alman emperyalizmi adına savaşa giren Osmanlının varlığına Ingiliz emperyalizmi son vermişti.
    Emperyalizme karşı kurtuluş savaşı verdik yalanınada herkesi inandırmişlar. Oysa ülkeyi işgal eden, osmanlıyı ortadan kaldıran emperyalistlerin askerlerine bir tek kurşun sikilmamıştır.

    Birinci Dünya Savaşı’nda güya yedi dühel birleşmiş Osmanlıyı yıkmışlardı.
    Oysa topluma ögretilen ise, eskiyi kendileri yıkmış yerine yenisini kurdukları yalanıydı.
    Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak iyi miydi, kötü müydü, bunu kimse ne biliyor nede sorgulayabiliyordu.

    Oysa 1.cihan savaşında osmanlıya kimse saldırmamıştı, Alman zırhlılarıyla Rusya sahillerini bombalayıp savaşa giren Osmanlıydı.
    Oysa Ruslarla Osmanlının tarihte dokuz muharebe yaptığını sadece birini osmanlının kazandığını sekizini kaybettiğinide öğretmenler dahil hiç kimse bilmiyordu.

    Savaşlarda,
    onları yenenler hep kalleşti.
    Neden?
    Çünkü onlara yenilmedikleri için “kalleştiler”
    Saldıran kendileriydi, yenilende kendileriydi.
    Ama
    Suçlu hep “yabancılardi”

    Ne kusur işlerlerse işlesinler “suçlu” hep başkasıdır. Çünkü öğretilen hep yalanlardı.
    Herhangi bir tartışmanın, herhangi bir çatışmanın bir yanında Türk varsa, haklı olan mutlaka türktür.
    Başka ülkelerin topraklarını işgal etmek Türkler için hak, karşı koyanlar ise hep haksızdırlar.

    Türkler başkalarına karşı savaşırken kendi savaşlarını kutsal sayarken.
    Yunanlılar,Bulgarlar,Sırplar Osmanlı’ya karşı bağımsızlık savaşına girdiğinde bu kahpelik oluyordu.
    Bağımsızlık savaşı iyi bir şey mi kötü bir şey midir, onların literatüründe kendileri yapıyorsa iyi başkası yapıyorsa kötüdür.

    Yıkmakla övündügünüz Osmanlıyı “siz”mi yoksa emperyalistler mi yıkmıştı?
    Osmanlı “siz”iseniz, onu yıkıp Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kimdi?
    Osmanlı’yı yıkan Türkiye Cumhuriyeti “siz”iseniz, o zaman Osmanlı kimdir?

    “Kızıl Sultan” Abdülhamid’den ve “hain” Vahdettin’den nefret ederlerken, ama kendi öz oğlunu gözünün önünde boğduran Kanuni’ye hayrandırlar.

    Büyük bir ihtimalle bunları ögreten öğretmenleride de bunu bilmiyordu.
    Türke bir tek şey ögretilmis,
    Türküm ,calışkanım ,doğruyum, dürüstüm,güçlüyüm. Oysa bunların hiçbiri doğru değildi.

    Yenilgileri tarihlerinde hep kısa, zaferleri uzun anlatılır.
    Balkan Savaşlarından hiç bahsedilmez bile.
    Hele hele ittihatçıların rezilliklerini hiç konuşmazlar..

    Sarıkamış faciasının içyüzünü, Ermeni kıyımını,Kürt halkının haklı mücadelesini okularınızda öğrenmiş bir tek türk çocuğu yoktur.

    Bütün dünyanın düşmanlık ettiği, böldüğü, parçaladığı “fakir ve gururlu” bir millet bilirler kendilerini.
    Başka ülkelerin neden “gurursuz ve zengin” olduğunu anlatan bir öğretmene hiç rastlanmaz.
    Türk’sünüz, doğrusunuz, çalışksınız, akıllısınız, kahramansınız hep bu yalanlarla büyütüldünüz.
    Düşman tabir ettikleriniz ise hep alçaklardı.
    Çünkü size öğretilen Türklüğün özeti bu.

    “Türkün olmadığı dünyanın tarihi bile olamaz.
    Bu yalanlarla yetişmiş birilerini çağdaş dünyanın insanı yapmak çok zordur..

    Sırf Türk olduğunuz için iyisiniz, güçlüsünüz, dürüstsünüz, ayrıca başka bir şey yapmanızada hiç gerek yoktur,
    Üstelik de hep haklısınız.
    Öğretilen hep budur.
    Bunun böyle olmadığını yazan bazı Türkleri ise lanetliyor, hapse atılıyor veya öldürülüyor.

    Televizyonlarda “ben Türk oğlu Türk’üm,” diye bağıran, silaha el basan, cinayetleri benimseyen, hayata düşman tuhaf insanların “Türk” olduğuna inandırılmış bir toplum.
    Cinayet işleyen eğer vatan için işledim diyorsa ,cezai müeyyidesi bile yoktur.
    Vatan için savunmasız insanların elllerini kollarını arkadan bağlayarak kurşunlayanlar , çok cesur ve kahraman sayıldığı bir toplum.

    Anadilini bile doğru düzgün konuşamayan, bir tek roman okumamış, bir şiirin tadına varamamış, kendi edebiyatına da kendi diline de yabancı insanlar toplulugunun adıdır türklük.
    Türklük dendi mi, vahşilik, barbarlık, saldırganlık, yeteneksizlik, edebiyatsızlık akla gelir.
    Yalanlarla büyümüş, gerçeklerden habersiz bir topluluk düşünün.
    Sırf türk oldukları için mükemmel olduklarına inanmış, devşirilmiş büyük bir topluluk.

    Kısaca Türkün özeti bu.

    Irfan Kaya

    http://kayairfan12.blogspot.com/2013/10/andimiz-kaldirildi-herkesin-turkluk.html

  77. Anonim

    Lozan üstüne

    “Bir ölüm projesi olan Sevr” neyin (ya da kimin) ölümü? Osmanlı- Türk devletinin ölümü belki. Peki o devletin ölümü, bu topraklarda yaşayanlar için iyi bir şey mi, kötü bir şey mi? Aynı yıl ve aynı aylarda benzer bir antlaşmayla (Saint-Germain antlaşması, Sevres banliyösünden bir adım ötede) Avusturya-Macaristan devleti de öldürüldü. İyi mi oldu, kötü mü oldu? Bugün, o antlaşmayla yaratılan Avusturya Macaristan, Slovenya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya Türkiye’den daha mı iyi, daha mı kötü?

    1923’te eli kalem tutan Türklerin hayattaki tek şansı devlete kapılanmaktı. Bugün hala aynı yerde miyiz? Aynı reflekslerle mi çalışıyoruz? Neden bu devlet sevgisi?

    1945-59’da Almanya’ya empoze edilen şartlarla Sevr’i kıyaslamayı dene bir ara. Almanya’yı da böldüler, dörtlü müttefik kontrolüne soktular, devlet adamlarını yargılayıp, idam ettiler. İyi mi oldu? Kötü mü oldu?

    “Naziler kötüydü, hak ettiler, İ-T erbabı vatansever yurt evlatlarıydı” demeyeceğinden, eminim.

    Mamafih ama tezin doğru. Sevr bir tehdit belgesiydi, uygulanmasına imkan yoktu, bile bile imzalattılar. Sanırım Lozan pazarlığında bir ilk hamleydi, ölümü gösterip, sıtmaya razı ettiler. Eyvallah. Asıl hedeflerinin ta baştan Lozan olduğunu sanıyorum. Belki 1919-20’de bir ara öfkeye kapıldılar, abartılı hedeflerin peşine düştüler. Ama doğrusunu istersen, pek sanmıyorum. Bence gayet soğukkanlı oynadılar ve istediklerini elde ettiler.

    “Lozan’daki akılalmaz kayıplar ve korkmuş tavizler”den, dem vurmuşsun. Var mıydı başka şansı? Kıytırık Yunanistan’ı, ikmal üslerinden bin km ötede, yabancı ve düşman topraklarda yenmeyi “yedi düvele karşı şanlı zafer” zannedecek kadar saf mısın? Dünya harbinde hezimete uğramışsın, yok olmanın eşiğine gelmişsin, yıllık varidatanın on misli savaş borcu altına girmişsin, taviz vermeyip ne halt yiyeceksin? İngiltere’ye savaş mı açacaksın?

    Lozan’ın dişe gelir sonuçları nedir, sana söyleyeyim.

    1- Türkiye’nin Almanya’ya borçları silindi. Batı ülkelerine ve açık piyasaya borçları da gayet mülayim bir ödeme takvimine bağlandı. Tarihte bu ülkeye yapılan en büyük kıyaklardan biridir.

    2- Türkiye kendisine hiçbir ekonomik ve stratejik faydası olmayan Arabistan yükünden kurtuldu. Anlaşılan İ-T yönetimi daha 1914’te veya en geç 1917’de kendi rızasıyla o noktaya gelmişti, Türkiye’de devlet işlerine vakıf olan kimsenin Arabistan’ın kaybından dolayı üzüldüğüne rastlamadım.

    Irak, Suriye ve Arabistan’ın galip devletlere bir faydası olsaydı, işgalden 10 ila 20 yıl sonra bırakıp giderler miydi sanıyorsun?

    3- Nüfus ağırlığı Rum olduğu halde, İzmir şehri ve Doğu Trakya, stratejik gerekçelerle (İzmir, Ege’nin ihraç limanı olduğu için, Trakya İstanbul’un savunma mevzii olduğu için) Türkiye’ye bırakıldı. Teşekkür ettik mi?

    4- Ermeni konusu kapatıldı, Ermeni vilayetlerinde yaratılmış olan de facto durum, de jure tescil edildi.

    5- Wilson Prensipleri çerçevesinde her ulusa bir devlet ilkesi kabul edildiği halde, Kürt illerinin büyük çoğunluğunun Türkiye’de kalması kabul edildi. Bunların her biri TC açısından büyük kazanımlardır. Adamların himmetiyle kuruldu burası.

    Ve lakin, Lozan’da attıkları en büyük kazık gözden kaçtı ve kaçmaya devam ediyor. Türkiye’nin, ekonomisinin kaldıramayacağı büyüklükte bir ordu beslemesine –nazlana nazlana- razı oldular. Böylece yeni devletin ebediyen Batı’ya göbek bağıyla bağlı kalmasını garantilediler. Lozan’ın üstünden on yıl geçmeden, TC, askeri yardım için İngiltere’nin kapısına dayandı; 1946’da ordusunu donatıp, besleyebilmek için ABD’ye teslim oldu. Üstelik kendi ayağına bağladığı bu prangayı, Lozan’da sanki zafer kazanmışçasına elde etti.

    http://nisanyan1.blogspot.com/2014/04/lozan-ustune.html

  78. Anonim

    Cumhuriyet Bayramını Kimler Niçin Kutlar?

    “Cumhuriyet Bayramı” ifadesi yanlıştır ve “bayram” sıfatını haiz değildir. “Bayram”, ıstılahî mânada İslâmî bir kelimedir. Âyetlerde emredildiği üzere Ramazan ve Kurban Bayramları’na bayram denir ve ancak Müslüman milletçe kutlanır.

    Cumhuriyet, zorba askerî bürokrasi ve Batıcı aydınlar tarafından Avrupaî tarzda bir devlet olarak düşünüldüğü için “Cumhuriyet Törenleri” demek daha münasiptir.

    Bu sebeptendir ki Cumhuriyet kutlamaları, totaliter rejimlerin törenlerinden taklit edilen, Batılı gibi olmayı telkin eden ve Kemalizm’in varlığını “kutsayan” törenlerdir.

    BALO VE CUMHURİYET “ANLAMDAŞ” KELİMELERDİR

    Balo, danslı ve özel kıyafetli gece eğlencesi demektir. Baloların kaynağı Pera’da (Galata-Beyoğlu) azınlıklarla Türk modernleşmecilerinin buluşup karnaval havasında yapılan toplantılardır.

    II. Meşrutiyet’le kadınlı-erkekli balolar Batıcı-Türk zümrelerce moda olur.

    Bolşevik Devrimi’nden kaçan Beyaz Rusların gelmesi ve 1918’de İstanbul’un işgal edilmesinden sonra Batıcı aydın ve askerî bürokrasi eliyle balo sosyal hayata dahil edilir.

    Cumhuriyet Baloları’nın resmî yolla mecburi bir âdet hâline getirilmesi, Kemalist ideolojiyi, yani Batılılaşmayı “sosyalleştirmek” içindir. Bu balolarda özellikle Bach, Beethoven gibi Avrupa mûsikisinin temsilcilerinden konçertolar çalınır. Cumhuriyet kutlamalarında bağlama ile çalınan “aziz türkülerimizin” ve tasavvufî ilahilerimizin okunduğu konserler hiç görülmüş müdür?

    Kutlamalar için özel dekolte kıyafetler hazırlanır, bütün şehir ve ilçelerde mülkî âmirler ve seçkin zevat laikçi cumhuriyeti kutlamayı resmî bir mecburiyet olarak görürler. Cumhuriyet için her tarafa ay-yıldızlı bayraklar asılır. Oysa ay-yıldızlı bayrak, Batılı âdetlere, baloya, içkiye ve laikçi rejime karşı olan bir bayraktır.

    Cumhuriyet, Mehmet Âkif’in hayâlini kurduğu İslâm eksenli bir millî cumhuriyet olsaydı, her yıl Hacı Bayram Veli Câmii’ne gidilirdi, cumhurbaşkanlığı “resepsiyonlarında” Frenkler gibi ayakta kadehler kaldırılmazdı. Oturularak İstiklâl Harbi’ni yapan ceddimiz ve askerimiz hakkında sohbet edilir ve sonra da duâ edilirdi.

    Fakat böyle midir yapılan cumhuriyet kutlamaları? Yürürlükteki cumhuriyet kutlamaları “haydi balolara, dansa ve modern yaşama” çılgınlıklarıyla kutlanıyor. CHP’nin hususen cumhuriyet baloları düzenlemesi rejimin Altı Ok’la ideolojik ortaklığıdır. Kutlamalara en çok şuh artistler, mankenler, sanatçılar ve Roteryanlar gibi millete ağyar zümreler davet edilir.

    Milletin kanaat önderlerinin, âlim ve fâzıl zâtlarının cumhuriyet kutlamalarına çağrılmaması, cumhuriyetin millete ait olmadığını göstermez mi?

    CUMHURİYETİ KUTLAYANLARIN FİKR Ü ZİHNİYETİ

    Cumhuriyet kutlamaları, muazzez İslâm medeniyetinin hâmisi olan Müslüman Türklüğün değerlerinden kopmak mânasına gelir.

    İslâm değerlerine yer verilmeyen cumhuriyet, milletin rızasıyla ilân edilmediği için sadece Kemalist bürokrasi, CHP ve benzeri zihniyetteki zümreler tarafından kutlanır.

    Cumhuriyet kutlamaları, devlet eliyle yapılan Batılılaşmanın bir veçhesi olup, Müslüman milletin medenî ve mânevî değerlerinden çıkmak, “muasır Avrupa”nın eşkâl ve kıyafetine, kültür ve zihniyetine bürünmektir.

    Cumhuriyeti kutlayanlar, İstiklâl Harbine, yani “vatan-ı İslâmiye” dâvasıyla başlatılan Millî Mücadele’nin ruhuna ihanet eden güruh ve İslâmlaşmış Türk kimliğinin içini boşaltıp mânasından soyarak dış maddesiyle pozitivist Batılı bir “ulusa” benzetmek isteyen laik devrimci zabitan sınıfıdır.

    Cumhuriyeti kutlayanlar, “medeniyet-i İslâmiye” nin potasında bin yılda meydana gelen Türklüğü “ılga” ederek yerine İslâmî ruh köklerinden koparılmış “asrî Türklüğü” cebren ikâme etmek isteyenlerdir.

    Dahası, İslâm’ı “kamusal alanda” belirleyici olmaktan çıkarıp, ferdin vicdanına mahkûm edenlerdir.

    CUMHURİYETİ KURANLAR “TROYALI TÜRKLERDEN”MİŞ

    Her yıl cumhuriyet kutlamalarında yapılan senfoni konserlerinin, tiyatro ve oyunların, Kuvva-yı Milliye’yi meydana getiren askeriyenin ve milletin taşıdığı inançla hiçbir ilgisi yoktur.

    Millî Mücadele’de kovulan Yunanlıların pagan cedlerine ait “mitolojik tanrıların” kahramanlıklarıyla dolu bu konser ve gösteriler birer gaflet ve dalâlet numunesidir.

    Cumhuriyet konserlerinden birkaçının ne anlama geldiğini öğrenince dudaklarınız uçuklayacak mıdır göreceğiz?

    “Hektor’un İntikamı”: Homeros Destanları’nda anlatılan Troyalıların kahramanlarından Hektor, Grekler tarafından öldürülür.

    Kemalist tarih yanlıları, İslâm mâzimizi, yani Osmanlı Türklüğünü reddettikleri için, “yeni Türk ulusunun” menşeini pagan, yani putperest Troyalıların yaşadığı iddia edilen Anadolu’da arayarak kendilerine İslâmsız bir tarih kimliği icat ederler.

    M. Kemal’in, Çanakkale Savaşı’ndan sonra kullandığı “Hektor’un intikamını aldık” sözünü bu tarih anlayışından hareketle, “Troya kahramanı Hektor”u, M. Kemal’in şahsına uyarlayarak, Çanakkale ve İstiklâl Savaşlarında ölenlerin birer “Hektor” olduğunu, cumhuriyeti kuranların da “Hektorların”, yani Troya Türklerinin intikamını alan kahramanlar olduğu martavalını sanatlaştırırlar.

    Her cumhuriyet kutlamalarında “Hektor’un Kanının İntikamı” adlı konser düzenlerler. Troyalıların Türk olduğunu ileri sürüp, İslâm kimliğinden arındırılmış, pagan Grek özellikler taşıyan “Senfonik Türk” adlı piyano eserini “cumhuriyete armağan” ederler.

    Batılılaşma gayesindendir ki, cumhuriyeti kutlayan zümre, Millî Mücadele’de kovulan Yunanlıların putperest efsanelerindeki uyduruk kahramanları sembolleştirerek, cumhuriyet ideolojisinin millet değerlerine karşı olduğu mesajını vermektedirler.

    Cumhuriyet törenlerinde en çok icra edilen bir diğer senfonik konser de “Güneşin Askerleri”dir. İslâm’ın gâza tarihine ve gâzilerine, kahraman ve şehitlerine ait tek kare bulunmayan cumhuriyet kutlamalarında “Güneşin Askerleri” yine putperest çağların Mısır, Roma, Yunan mitolojilerinden mülhem bir eserdir.

    “Işığın kaynağı” mânasına gelen “Helipolis (güneşin şehri)” pagan Mısır medeniyetinin merkezidir. Grekler için de “güneş”, Anadolu’dur, yani “güneşin doğduğu yerdir.”

    Bu senfonik esere göre, “Güneşin Askerleri”, yani Kemalizm’in askerleri Türkiye’nin istiklâli için savaşırken de, cumhuriyeti kurarken de Müslüman Türkler olarak değil, pagan Anadolu’nun Troyalı Türk askerleri olarak savaşıyorlardı.

    Şimdi sıkı durun, cumhuriyet kutlamalarının baş sırasında yer alan, opera ve tiyatro olarak icra edilen “Antik Anadolu’dan Kahramanlık Öyküleri”nin ne anlama geldiğini öğreneceksiniz.

    Troyalı tanrıların yurdu olan putperest Anadolu’nun “mitolojik kahramanlarının”, halklarına yaptığı iyilikler ve mücadeleler, M. Kemal ve silah arkadaşlarının İstiklâl Harbindeki “mücadelesiyle” aynîleştirilir.

    İslâm medeniyetinden arındırılmış cumhuriyet idealini gerçekleştirenler, “Antik Anadolu’nun Kahramanları”na benzetilerek, tarih bağları Türklükle ilgisi olmayan medeniyetlerde aranır.

    Not: Salı günü “Cumhuriyeti Nasıl Bilirsiniz?” sualiyle bu mevzua devam edeceğiz.

    Cumhuriyeti Nasıl Bilirsiniz?

    (Bu yazı ihtiyaca binaen ilâveli olarak bir daha takdirinize sunulmaktadır)

    Bâzı tecrübelere bakıldığında, cumhuriyet, cumhurun hâkim olduğu, rey ve esasa göre idarecilerinin belirlendiği, istibdat ve oligarşinin en az hükümferma olabileceği bir rejimdir. Âmenna.

    Fakat, “Cumhuriyet” nâmı altında ilân edilen her cumhuriyetin, inkılâpçı istibdattan ve “Tek Adam” ideolojisinden uzak, cumhurun dininden neşet eden kültür ve medeniyet değerlerine sımsıkı bağlı bir cumhuriyet vasfını taşıdığını söylemek mümkün değildir?

    Türkçü Tekinalp (Moiz Kohen)’e göre “Cumhuriyet, atalar ruhunun dirilmeye ve Türklerin tekrar Türkleşmeye başladığı dönemdir. Bu dönemin fikir babası Ziya Gökalp, uygulayıcıları ise M. Kemal ve İnönü’dür.”

    Tekinalp bu ifadelerinin devamında, “Atalar ruhu”ndan Moğol-Türk karışımı “budunların” başındaki Cengiz Han ve Atilla gibi Müslüman olmayanları kastediyor. İslâmlaşan Türklüğün varlığını “karanlık” sayarak, Cumhuriyetin, “atalar ruhunu” “İslâm öncesi Türk budununa bağlayarak M. Kemal ve İnönü ile dirilttiğini” söylüyor.

    Bu düşünceye göre Cumhuriyet, Müslüman milletin ruh ve kültürünün “dirildiği” bir Cumhuriyet değil, bin yıllık İslâmlaşmış millet varlığını reddeden Batılı bir Cumhuriyet…

    MÜSLÜMAN MİLLETİN DEĞERLERİNE UYGUN BİR CUMHURİYET KURULMAMIŞTIR

    Meclis’teki 291 mebustan 158’ine, bir yandan tehdit, diğer yandan ikbâl vaat edilerek ilân ettirilen Cumhuriyet, tepeden inme bir Cumhuriyettir ki, “din-i İslâm üzere” başlatılan Millî Mücadele’nin mâna ve idealizmine hiç de uygun olmadığı aşikardır. Kemalist kadro, millet-i hâkimenin inanç ve medeniyetine uygun bir Cumhuriyet değil, Müslüman milletin değerlerine kasteden despot ve bürokratik bir Cumhuriyet kurmuştur. Kemalistlerin ifadesiyle, “1919-1929 arası devrimci Cumhuriyet sayesinde kadîm Doğu gericiliği yok edildi.”

    “CUMHURİYETİN TEMEL NİTELİKLERİ”, MİLLÎ MÜCADELE’NİN VE İLK MECLİS’İN ESASLARINA ZITTIR

    Cumhuriyet, Millî Mücadele ruhuna uygun bir millet sistemi olarak kurulmamıştır. Yani “Cumhuriyetin temel nitelikleri”, İstiklâl Harbi’nin ve ilk Meclis’in beyannamelerine ve yeminli gayesine taban tabana zıttır. Batılıların da desteği alınarak ilân ettirilen Cumhuriyet, millete ait bir sistem değil, oligarşik bir diktatörlük olarak kurulmuştur.

    Milletin varlık sebebi, kendini ezen ve inkâr eden Cumhuriyete “göğsünü siper etmektir.” Esas olan millet değil, Cumhuriyet’in varlığıdır. Altı Ok ilkeleri ve Kemalist ideoloji istikametinde varlığını Cumhuriyet’e adayan ve İslâm kimliğinden arınmış “laik Türk vatandaş” hedeflenmiştir.

    TÂBİ OLDUĞUMUZ CUMHURİYET, CHP CUMHURİYETİDİR

    Laikçi pozitivizm üzerinde kurulan Cumhuriyet, ideal vatandaşın nasıl biri olduğunu, kimliğinden duygularına kadar karar veren, dikte eden seçkinci ve Partizan bir Cumhuriyettir. Böyle olduğunu, Kemalizm’in Şefi M. Kemal, 1937’de “CHP’nin Program Çalışmaları” na el yazısıyla yazdığı satırlarla tescil eder ve Cumhuriyetin Altı Ok’la ve kendisinin adına oluşturulan ideolojiyle bir olduğunu belirtir: “Partinin güttüğü bütün bu esaslar ‘Kamalizm prensipleri’dir.”

    Cumhuriyet, 1923’te Halk Fırkası, 1924’te “Cumhuriyet Halk Fırkası, 1935’te “Cumhuriyet Halk Partisi” adını alan partiyle “özdeştir” ve CHP’nin programları, Cumhuriyetin muhtevasını oluşturmaktadır. Yani bu ülkede Müslüman cumhurun aidiyetine göre bir Cumhuriyet yoktur.

    “20 Kasım 1923’te de, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Halk Fırkası’nın bünyesine katılarak Cumhuriyet’in kuruluşunda yer aldı” ifadesi külliyen yalandır. Çünkü bu iki cemiyetin üyelerinin bir kısmı Halk Fırkası’na, muhalif olanlar sessiz millet çoğunluğunun katıldı.

    Baskıyla tâbi olduğumuz Cumhuriyet bir CHP Cumhuriyetidir. Hukuktan eğitime, laikçilikten sosyal kurumlara kadar her şeyi Batı’dan devşiren Kemalist Altı Ok ilkeleri Cumhuriyeti biçimlendirmiştir.

    Böyle olduğunu, CHP’nin şedit kurucularından Faik Ahmet Barutçu, Cumhuriyetle ilgili kaygılarını anlattığı meclis konuşmasında belirtiyor: “İşi millete bırakamayız. Çünkü işte o zaman korktuğumuz şeriatçılığın hortlamasına imkân sağlamış oluruz. İşi devlet eliyle düzenlemekte zorunluluk vardır.”

    Ulusalcı milliyetçilerin “Cumhuriyet aslında şuydu buydu…” tevilleri millet gerçeklerinden uzaktır. Yapılması gereken, Cumhuriyetin CHP ile aynı olduğu kabul edilir ve Cumhuriyet cumhura devredilir, CHP zihniyetinin 1937’den sonra 27 Mayıs, 71 Muhtırası ve 12 Eylül’le pekiştirdiği anayasa kökten değiştirilir.

    CUMHURİYET, ALLAHÜEKBER’İN “TANRI ULUDUR” DİYE OKUNMASIDIR

    Cumhuriyet, balo, opera, İslâmsız Halkevleri, hukukun olmadığı İstiklâl Mahkemeleri, fötr şapka, Türkçe ezan, pozitivist laiklikçilik demektir. İslâm’la varlığını bulup üç kıtada medeniyet dili olan Türkçe’den otuz binden fazla kelimenin tasfiyesi, milletin dinî yaşayış ve değerlerinin “irtica” olarak ilân edilmesi, Kur’ân-ı Kerîm’in yasaklanması ve Allahüekber’in “Tanrı uludur” olarak okunması demektir. Ayşe, Fatma, Muhammed ve Bekir gibi Hz. Peygamber’in yolunda isimlerin “Osmanlı ve Arap” sayılarak yasaklanması ve yerine Umay, Gökbörü, Asena, Tankut, Tonguç, Bozkurt gibi isimlerin tepeden inme kabul ettirilmesidir.

    1950’ye kadar Cumhuriyet, milletin hafızasında despot bir rejim, inkılâp zulümleri, baskı devleti ve CHP’nin Altı Ok’u olarak yer etmiştir. Böyle olduğunu şedit Cumhuriyetçi Recep Peker anlatıyor: “Esasta partimizin ana vasıfları olan Altı Ok açısından 1935 yılı bir dönüm noktasıdır. Altı ilke onaylandıktan sonra (…) Cumhuriyet Devleti’nin vasıfları hâlini almıştır. Altı Ok’tan dördünü atan yay Batılılaşmadır. Bu Altı Ok’tan dördünün başarıyla atılması Cumhuriyet Batılılaşmasının bir vasfıdır.”

    CUMHURUN DEĞİL, KEMALİST ZORBALARIN CUMHURİYETİ

    Cumhuriyeti şekillendiren zorbalardan Mahmut Esat Bozkurt’un hâkimlere ve hukuk müesseselerine dedikleri mevcut anayasa ile hâlâ hükmünü yürütüyor: “Sizin birinci vazifeniz hukuk dağıtmak değil, siz rejimin koruyucularısınız.” Yani, milletin hukukunu değil, ilke ve inkılâplar üstüne kurulan Cumhuriyeti koruyunuz, diyor.

    Zorba Cumhuriyetin cürümleri arasında neler yok ki. İslâm âlimleri hukuksuz mahkemelerin kararlarıyla idam edilir ve hapishanelere atılır. Arapça ezan okunması yasaklanır ve okuyanlar zulme uğrar. Allah’ı zikretmek, Kur’an-ı Kerîm ve dinî kitaplar okumak suç sayılır. “Fazladır” diyerek birçok câmiler kapatılır. Kur’an okutan hocalara dayak atılır ve şalvarları makasla kesilerek başındaki takkeler ayaklar altında tepelenir. Şapka giymedikleri için yüzlerce Müslüman insan idam edilir. Erzurum’da “Şalcı Bacı” denilen masum yaşlı bir kadını, oğlunun jandarma tarafından götürülmesinin sebebini sorduğu için idam eden “İnkılâpçı Cumhuriyet” cumhurun Cumhuriyeti olabilir mi?

    “Taassup örümceğinin ördüğü ağlar, milleti daima ahirete bağlardı. Türk cemiyeti şeriatın, mecellenin ve fetvanın taşlaşmış kalıpları içinde hapsolunurdu. Mesela kabinede dünya işlerini temsil eden sadrazamın yanında, ahiret işlerini temsil eden kellifelli bir şeyhülislam yer alırdı. (…) İnkılap hükümetlerinde başvekil, milletin yüksek menfaatleri namına olan iktidarı, hiçbir ahiret ve ukba mümessili ile paylaşmaz” diyen Cumhuriyet ideolojisi, Millî Mücadele’ye “Din ü devlet” ve “Vatanı-ı İslâmiyye” diyerek topyekün katılan Müslüman milletin Cumhuriyeti sayılabilir mi?

    “Fazilet Cumhuriyeti” ve “Halkın Cumhuriyeti” denilen Cumhuriyet, sadece birkaç zulmünü saydığımız şenî özelliklere sahip dikta rejiminden başka bir şey değildir.

    “CUMHURİYET TRENİNE MÜTEGALLİBE VE BÜROKRAT BİNDİ, HALK BİNEMEDİ”

    Kendi değerlerini oluşturmakta başarısız olan Cumhuriyet kimlik ve meşrûiyet krizi yaşamaktadır. Sosyolog Şerif Mardin, Cumhuriyet, kuruluşundan bu yana kişilik ve kimlik krizlerine çare bulmakta zorlandığını ve Cumhuriyet elitlerinin İslâm’ın fonksiyonlarını kolayca başka bir yapıya devredebileceklerini sandıklarını ama yanıldıklarını söyler.

    Cumhuriyetin ceberrut yapısı, 27 Mayıs Darbesi’yle yeni “derin merkezler” ilâve edilerek güçlendirilmiş ve millete kem bakışı daha da artırılmıştır. Şerif Mardin’in ifadesiyle, “Cumhuriyet trenine mütegallibe bindi, bürokrat bindi, halk binemedi.”

    “Hakk’a tapan milletin” temsilcilerine müracaat edilmeden ilân ettirilen Cumhuriyetin “Batılı bir Cumhuriyet” olduğunu, millî bir Cumhuriyet olmadığını “ağyarını mâni, efradını cami” bir şekilde târif eden, Cumhuriyet ve İnkılâp Tarihi’nin surlarında gedik açan D. Mehmet Doğan’dan dinleyelim:

    “İslâm’la bağlarını koparmış, İslâm topluluklarıyla ilişkilerini kesmiş bir Türk devleti Batılılar için yönetilmesi, kontrol edilmesi kolay bir siyasî organizasyon olarak görünmüş olmalıdır. Bu devlet, kuruluşundan itibaren bütün imkânları ile Batı bağlısı, sonuna kadar onun menfaatlerinin aracı bir siyasî otorite olarak teşkilâtlandırıldı. Eğitim ve kültür kurumları sömürgeciliğin gölgesinde bir Batıcılığı ideoloji haline getirmeğe çalıştılar. Bu ideoloji, son tahlilde ‘pan’(bütün) ve “izm”(cılık) kelimeleriyle ifadelendirilirse ‘Panavrupaist’ bir devleti öngörüyor ve toplum fertlerini bu yöne sevk etmek istiyordu. Bu yüzden cumhuriyet hükümetleri Batı devletleriyle münasebetlerde fazlasıyla hassas-bağlı derecesinde hassas- bir tutum içinde bulunmuşlardır.(…) Cumhuriyet hükümetleri Panavrupaizm’i iç siyasette de bir baskı unsuru olarak kullandılar. Avrupa ile münasebetlerimize zarar verecek herhangi bir kıpırdanışı hemen yok etmek, gerici, çağdışı ilân etmekte yarıştılar” (“Batılılaşma İhaneti” kitabından).

    “CUMHURİYETİN İLÂNI YURTTA SEVİNÇ VE COŞKU İLE KARŞILANDI” SÖZÜ YALANLARIN EN MÜPTEZELİDİR

    “Cumhuriyetin ilânı yurtta sevinç ve coşku ile karşılandı” sözü totaliter Cumhuriyet şeflerinin hempası olan basının propagandasıdır ve yalanların en müptezelidir. D. Mehmet Doğan’ın yazdıklarından, cumhuriyetin ilânının milletin reyi ile değil, zorba muktedirlerin emrivâkisi ile yapıldığını en trajik yönüyle öğrenmek mümkün. Mevzuun hülâsası şöyle:

    “Cumhuriyetin ilânı, konunun ele alınış ve yürütülüş tarzına bakılırsa, kabine bunalımının arkasına gizlenen bir oldu bitti şeklinde gerçekleştirilmiştir. Konudan bazı milletvekilleri ile Millî Mücadele’nin önden gelen kumandanları dahi haberdar edilmemiştir. Başbakanlıktan ayrılan Rauf Bey Ankara’da değildir. Refet Paşa İstanbul’dadır. Ali Fuat Paşa siyasî hayattan ayrılmıştır. Hem mebus, hem de ordu kumandanı olan Kazım Karabekir Cumhuriyetin İlânı günlerinde Trabzon’dadır. Karabekir, Cumhuriyet’in ilânı ile ilgili şunları anlatmaktadır: Ben hem mebus ve hem de bir ordu kumandanı olduğum halde, bana da kimse bir şey bildirmemişti. Bu vaziyet, haklı olarak halkı da orduyu da telaş ve endişeye düşürdü. Daha dün yüreklerine ferahlık verdiğim zatlar, benden bu şeklin mânasını soruyorlardı. Bu vaziyette tabiî cumhuriyetin ilânını ertesi günü dahi kutlayamadık. Ahmet İzzet Paşa da ‘Gece yarısından sonra top atışlarıyla ilân olunan Cumhuriyet’ten sadece ahalinin değil, uykusunu seven bir kısım mebusların bile haberi olmamış, bu gürültüler Ankara halkında, olayın tam tersinin olduğu zannını uyandırmıştır”(“Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş” kitabından).

    ATATÜRKÇÜ CUM HURİYET “FRANSA’NIN ÜÇÜNCÜ CUMHURİYETİNİN KOPYASIDIR”

    Akademisyen tarihçi Zafer Toprak, Cumhuriyetin Batılı bir cumhuriyet olduğunu teyit ediyor:

    “Cumhuriyet, özünde kültürel bir devrimdir. Türkiye’de, Fransa’nın Üçüncü Cumhuriyeti’ni kurduk. Cumhuriyet Türkiye’si Üçüncü Cumhuriyet’in bir tür kopyasıdır. Düşünce dağarcığı tamamen Üçüncü Cumhuriyet’tir. Ayrıca Fransa’nın Üçüncü Cumhuriyeti’nin radikal partisiyle Cumhuriyet Halk Partisi arasında çok yakın bağ vardır. Bu nedenle bizim laikliğimiz de bu cumhuriyetten gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin pozitivist hukuk anlayışı da bu Cumhuriyet’in ürünüdür. Cumhuriyet’in sosyologu Ziya Gökalp’in düşüncelerinin temelinde de Üçüncü Cumhuriyet’in sosyologu Durkheim vardır.”

    “CUMHURİYETE İSİM ARANIYOR”

    Yirminci asrın başlarında Türkiye isminin Osmanlı siyasî dilinde yer almadığı malûmdur. Devletin adı Âl-i Osman’dır, Devlet-i Âliyye’dir. Kemalist Cumhuriyetçiler ad olarak “Türklerin yaşadığı yer” mânasına gelen İtalyanca “Turchia” kelimesinin Türkçe versiyonu olan ‘Türkiya” kelimesini tercih ederler.

    Bunun dışında iki teklif daha vardır. Pan-Türkçüler “Anadolu Cumhuriyeti yahut Anadolu Türkiye Cumhuriyeti”, İslâmcılar ise “Türkiye İslâm Cumhuriyeti” ismini teklif ederler. Tabiî ki Kemalist İktidar, İslâmcıların teklifini gündeme dahi getirmemiştir.

    Cumhuriyetin ilânında Mehmet Âkif gibi İslâmî zemini olan Cumhuriyet taraftarları yoktu. Çünkü Cumhuriyetin ilânına oy vermesi şüpheli olan İkinci Meclis’in listesine konulmayanlar arasındaydı. Pan-Türkçülüğü netameli gören Kemalist iktidar, Fransız laikçiliği zemininde daha “tekil” ve etnik çağrışımı olan bir ulus devletin ikamesi için “Türkiye Cumhuriyeti” adını tercih eder.

    KEMALİSTLER OLMASAYDI, NASIL BİR CUMHURİYET KURULACAKTI?

    Cumhuriyetin muhtevasını tanzim edenler Kemalistler olmasaydı, nasıl bir Cumhuriyet kurulurdu? Karabekir ve onun anlayışındaki diğer paşalar, kongreleri yine yapacak, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetleri kurulacak, İslâmî potansiyel aynen Millî Mücadele’ye dönüştürülecekti. Mehmet Âkif ve Bediüzzaman Hazretleri gibi, İslâmî karakterli bir Cumhuriyet taraftarı olan âlimlerin yer alabileceği ilk meclis teşekkül edecek ve Cumhuriyet yine kurulacaktı.

    Cumhuriyetin ilânında Kemalistler olmasaydı farklı olan şu olacaktı: “Tek Adam” sultasından ve Altı Ok ilkelerinden oluşan Kemalist Cumhuriyetin ilânı değil de, “Hakk’a tapan milletin” kültür ve medeniyet değerlerinin, İslâmî müesseselerin ve hilafetin büyük ölçüde korunduğu, zemini cumhura uygun bir Cumhuriyet ilân edilecekti. Her şeyi Avrupa’dan ithal edilen, zulüm kokan, idam sehpalarının hukuksuzca kurulduğu zorba ve kanlı bir Cumhuriyet olmayacaktı.

    ORDU VE CUMHURİYET AYNI MÂNAYA MI GELİR?

    Orduyu tenkit etmek, Cumhuriyet düşmanlığı mânasına gelir mi? İcraatlarından dolayı sigaya çekmek, Cumhuriyet aleyhinde olmak mıdır? Ordu, Cumhuriyet’in bizzat kendisi mi demektir? Cumhuriyet’in siyasî, dinî, kültürel ve hukukî yapısını oluşturan mercî midir?

    Zamanında bir Başgeneral’in kullandığı, “Ordunun aleyhindeki her çabanın hedefinde Cumhuriyetin bağımsızlığı, bölünmezliği ve bütünlüğü olduğu unutulmamalıdır” ifadesinden “Cumhuriyet ordunun bizzat kendisi demektir” anlamı çıkmaz mı?

    “Medeni Bilgiler” kitabında geçen İsmet İnönü’ye ait satırlar, ordu ile Cumhuriyet’in hükmî şahsiyetinin aynı olduğunu ima ediyor: “Bir millet birinci derece milletler sırasına her şeyden evvel askerleriyle ve askerliğiyle dahil olur.”

    Bu vesayetçi gelenekten dolayıdır ki “Cumhuriyet’in ordusu” lafzı “Şefler Dönemi”nden bugüne Kemalist zümrelerce “kararlılıkla ve coşkuyla” kullanılır. Dikkat edilirse “Milletin ordusu” ifadesinin kullanılmaz. Demek ki Cumhuriyet’in milletle değil, ordu ile organik bağı var.

    Bunun böyle olduğu, milletin, Cumhuriyet törenlerine (Cumhuriyet, ideolojisi itibariyle Müslüman milletin değerlerine ve hayat nizamına mutabık olmadığından bayram değildir) can u gönülden katıldığının görülmeyişinden anlaşılıyor.

    “CUMHURİYETİN KAZANIMLARI” ORDU VE SEÇKİNLER OLİGARŞİSİ İÇİNDİR

    Batılı değerlerle “ulus toplum yaratmak” için bir mühendislik projesi olan Cumhuriyeti kuran güç, ordunun idaresine hâkim olan Batıcı düşüncelere sahip bir grup general ve aydındır. Bu bakımdan Cumhuriyet devleti üstünde tasarruf sahibi tek kurum ordudur. “Cumhuriyetin kazanımları” da ordu ve laikçi seçkinler oligarşisi içindir.

    Bu ülkenin “Cumhuriyeti korumakla vazifeli” ordusu, Cumhuriyetin kuruluş felsefesine aykırı bir iktidarın vücut bulduğu her durumda “Cumhuriyet elden gidiyor” diyerek darbelerle “Cumhuriyeti kurtarma” yı müktesep hak ve asli bir görev sayar. “Cumhuriyetin varlığına kastedildiğini” ileri sürerek, varlığını Cumhuriyetle aynileştirir ve darbeleri meşrûlaştırmaya çalışır.

    “Cumhuriyeti koruma” görevinin millete değil, orduya ait olmasının ve bir sivil müdahale karşısında ordunun “koruma ve kollama görevi”ni hatırlamasının bir sebebi olmalı. Bu sebep, Cumhuriyetin bir sistem olarak askerî bürokrasinin zihniyet ve “hegemonyasına” uygun bir şekilde tanzim edilmesidir.

    CUMHURİYET “TASADA VE KIVANÇTA BERABER OLMAYI” SAĞLAR MI?

    Altı Ok Umum Başkanı ebleh ve cahil olsa gerek. “Törenlerin yapılmaması Cumhuriyetin erdemlerini bilmemektir. Cumhuriyet, olgunlaşma yolunda atılan en büyük adımın hatırlanmasıdır, o adımın gerisinde bu ülkede herkesin yaşadığı tasada ve kıvançta birlik yemini vardır. Atalarımızın ettiği o yemin, bir daha bozulmamak üzere edilmiş bir yemindir. Cumhuriyet bayramları bu yeminin herkesçe tekrarlanışıdır ve millet olmanın hazzını yaşatır. Cumhuriyetin ruhunu anlamayanlara bu millet hak ettiği dersi verecektir” diyor.

    Bu suni Cumhuriyet coşkusuna katılanlar, Cumhuriyetin din ü millet değerlerine yaslanmadığını ve İstiklâl Harbi’nden sonra Batıcılıklarını kuvveden fiile döken zorba muktedirlerin ilk Meclis’te yaptıkları “Hâkimiyet Milletindir” yeminini bozduklarını bilmeyen nâdanlardır.

    “COŞKULU CUMHURİYET VATANDAŞLARINDAN” OLMAYINIZ

    “Birlik yemini”nin Millî Mücadele döneminde faydalı olduğu ve 1923’den sonra Kemalist kadro tarafından bozulduğu malûm. “Tasada ve kıvançta birlik yeminini” bozanlar, Cumhuriyeti CHP’ile birleştirip “ulus devlet” hâline getirenlerdir.

    Dolayısıyla “Bu yemin, Cumhuriyet törenlerinin tekrarlanışı ve millet olmanın hazzını yaşatır” sözü kökten yanlış ve yanıltmadır. Bilakis, Cumhuriyet “Millet olmanın hazzını yaşamanın” önünde engel olmuştur.

    Yığınlarca mazlum meydana getiren bir Cumhuriyet, fazilet rejimi olabilir mi? Cumhuriyet bir fazilet rejimi olsaydı, millet can ü gönülden kucaklamaz mıydı? Cumhuriyet, “olgunlaşma adımı” değil, bilâkis yanlış bir Cumhuriyet sitemiyle millete yabancılaşmanın adımı olagelmiştir.

    Altı Ok Başkanının, “ulusu” millet zannettiği belli. Böyle bir katmerli cahilin her tarafı eğri büğrü olan sözlerine inanan “Coşkulu Cumhuriyet vatandaşlarından” olmayınız.

    “CUMHURİYETİN RUHU VE COŞKUSU” MİLLÎ DEĞİLDİR

    “Cumhuriyetin coşkusu” millî değildir. Çünkü “Millî” kavramı İslâmî bir mâna taşıdığı için, laikçi-pozitivist Cumhuriyetten neşet eden fikir, duygu ve heyecan da millî sayılamaz.

    “Cumhuriyetin ruhu” millete ait bir ruh olmadığı için, millete vereceği bir ders de olamaz. Aksine, “Cumhuriyetin ruhuna” tâbi olmayan millete darbecilerin sık sık “ders verdiği” malûmdur.

    Sual sormaya izin verilecekse şayet, Cumhuriyetin, “Hakk’a tapan” Türk milletinin değerlerine göre mi, yoksa Batının işbirlikçisi aydınlarla askerî bürokrasinin “ilke ve inkılâplarına” göre mi şekillendiği resmî ağızdan izah edilsin.

    Ali İlbey-Habervaktim

  79. Anonim

    Anıtkabir farizası

    Ahmedinecad bizim buralara gelecek ya, adam şeriatçı tabii, Anıtkabir’e gitmek istememiş, bizimkiler de bir “hile-i şeriye” uydurmuşlar, resmi ziyaretin adını “çalışma ziyareti” yapmışlar, böylece Anıtkabir “tavafı” zorunlu olmaktan çıkmış, Türk-İran ilişkileri kurtulmuş! (Şunu “Necad” mı yazacağız, “Nejad” mı yahu, bir karar verin!)

    Bütün bunlara gülecekleri yerde kızıyorlar bazı arkadaşlar…

    Ahmedinecad’a küfür etseler “Amerikancı” görünecekler, onu pek yapamıyorlar. En fazla, “İstanbul’da cuma namazı kılacakmış, vay kıro vay” gibilerden küçümsüyorlar (sonra da “niçin bizim parti hiçbir seçimi kazanamıyor” diye şaşarlar.)

    Onun yerine, alavere dalavere, dönüp hükümete giydirmece…

    Çok haklı olarak da diyorlar ki, bu iş yalnızca bir mezar ziyaretinden ibaret değildir, ülkemize gelen yabancı bir devlet adamının Anıtkabir’e gitmesi, “Türkiye Cumhuriyeti’ne saygı belirtisidir” …

    Bu saygıyı da elbette herkesten bekleriz! Buraya kadar tamam. Ama bizim politikacı da Ayetullah Humeyni türbesine gidecek Tahran’a yolu düşerse, onlar da saygı beklerler! Var mısınız? (Devletlerarası ilişkilerde “mütekabiliyet esası” var ya…)

    Bu arkadaşların, kendi kendilerine bazı sorular daha sormaları gerekir…

    Niçin herhangi bir çağdaş ve ileri devletin resmi protokolunda, “yabancıları zorla kurucusunun mezarına götürmek” yoktur?

    Daha doğrusu, niçin başka herhangi bir devletin “şahıs” olarak “kurucusu” yoktur? Niçin başka herhangi bir devlet, kendi varlığını “tek adamla” açıklamamakta ve tanımlamamaktadır? Düşman işgalinden kurtarılmış tek ülke Türkiye midir? Rejim değiştirmiş tek ülke Türkiye midir? George Washington “kurucu” mudur yoksa yalnızca “ilk başkan” mı?

    Birkaç kişi var, diyelim… Niçin bu adamların mezarları “turistik merak alanları” olarak bırakılmıştır da resmi hüviyet kazanmamıştır? Geçen yüzyılda Sovyetler Birliği’ne gelip giden hiçbir resmi ziyaretçinin (hangi siyasi renkten olursa olsun) kolundan tutulup Lenin “mozolesine” zorla götürüldüğünü ben duymadım.

    İsterseniz soruyu şöyle de çevirip sorayım: Niçin o adamların birer mezarı vardır da bunlar “mozole” değildir?

    Diktatörün mozolesi olur, Lenin’in, onun hemen yanında kısa bir süre, üç yıl kadar da Stalin’in… Hitler’in de, Mussolini’nin de olacaktı, savaşı kazansalardı…

    İmparatorun mozolesi olur, Avgustus’un, Hadrianus’un (Roma’daki Castel Sant’Angelo’nun dibi…)

    Fransa, Napoleon’a bile mozole yapmamıştır da, onu Malul Gaziler Yurdu’nun (Invalides) kilisesinin kubbesinin altına gömüvermiştir. Charles de Gaulle, köyünün kilisesinin avlusunda yatmaktadır.

    Ona bakarsanız bana Hitler döneminde Almanya’da Hitler heykeli de gösteremezsiniz, yalnızca büstleri vardı… Üzerinde Hitler resmi olan hiçbir Reichsmark banknotu da gösteremezsiniz, gamalı haç vardı, o da her “kupürde” değil.

    Siz, Anıtkabir’i tapınağa çevirdiniz, Nutuk’u kutsal kitaba çevirdiğiniz gibi. Her gelip gidenden de, sevsin sevmesin, istesin istemesin, orada “arz-ı übudiyet” etmesini bekliyorsunuz.

    Bu, geri kalmışlıktır, “batılı” geçinen arkadaşların hiç hoşlanmayacakları üzere “doğululuktur”.

    Roma’ya resmi bir ziyarette bulunup Octavianus ve Marcus Antonius’la görüşmeler yapan Mısır kraliçesi Kleopatra, kendi tanrıları olmasa, onlara inanmasa bile çeşitli Roma tanrılarının sunaklarında kurbanlar kesmiş, dualar etmişti… Bu, yüce Roma’ya bir saygı gösterisiydi…

    Ben aradan 2048 yıl geçtiğini sanıyordum.

    Engin Ardıç

  80. Anonim

    Resmî tarihin enkazı ne zaman kaldırılacak?
    Mustafa Armağan

    Tarih bir enkaz yığını. Yakın tarih büsbütün. Selçuklu ve Beylikler silik gölgeler galerisi. Osmanlı kuruluş dönemi hariç cüzzamlılar ülkesi. Sultan Hamid “karanlıklar prensi”, Sultan Vahdettin hain, aciz, zavallı… Sonra tek bir kişiyi haklı çıkarmaya koşulu sonucu önceden malum yavan bir tarih.

    Çanakkale’deki yarbayın zaferiyle başlatılır İnkılap Tarihi; oysa 3 yıl önce Şarköy çıkarmasında o yarbayın kurmay başkanı olduğu ordunun bir günde 6 bin şehid verdiği yazılmaz.

    İngilizler karşısında kazanılan Kutü’l-Amare zaferinin üzerinden atlanır, çünkü Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa’nın zaferidir bu.

    Derken Muş’un Ruslardan geri alınmasına ilmiklenir sayfalar, ki birkaç gün sonra tekrar kaybedildiği kayıptır sayfalarda. Filistin-Suriye cephesinden başında bulunduğu 7. Ordu’yu muazzam bir beceriyle tam 600 kilometre geriye çektiği yazılır! Bu, tastamam İzmir’den Ankara’ya çekilmeye denk bir ricattir ki, dünyanın her yerinde bunun adı ‘hezimet’ olduğu halde fersude tarihlerimizde başarı diye geçer.

    Bu 1930’lardan beri böyle devam eder gider. İtiraf edelim ki ufak tefek rötuşlar yapılmıştır; Hasan Tahsin’in adı tabloya 27 Mayıs darbesinden sonra dahil edilmiştir.Lakin sınırlı tadiller hariç 2010’lu yıllarda hâlâ 1930 kafasıyla yazılmış ideolojik kurguyu okutuyoruz.

    Her şey değişsin ama yakın tarih değişmesin! 90 yıldır bizden istenen bu.

    Anaokulundan KPSS’ye kadar bunları okur ve bu bilgilerden defalarca imtihan oluruz. İnanmayız çoğuna ama ezberleyip inanmış gibi yapmak zorundayızdır. Matematik veya fizik denklemleri gibi bir kesinlik içinde kağıda dökülmesi istenen bu tarih dayatmasına ‘Hayır’ diyor ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndan müfredatın bir an önce değişmesini istiyoruz.

    Bu enkazın bir an önce zihin tarlamızdan kaldırılmasını istiyoruz.

    General Harrington’ın Lozan’dan dönmekte olan İsmet Paşa’ya yazdığı ve İstanbul’da hiçbir endişesinin olmaması için güvence verdiği mektubun İngilizce orijinali ile tercümesi.

    İsmet Paşa, İngilizlerden yardım istiyor

    İşte size geçenlerde açılan “Lozan’dan Cumhuriyete İsmet İnönü” sergisinden bir belge. Tarih 10 Şubat 1923. Lozan görüşmeleri kesintiye uğramış ama Lord Curzon İngiltere adına alabileceği bütün garantileri aldıktan sonra trenine binip başkentine dönmüş, tren istasyonundayken toplanan bakanlar kurulunda başka sorunların içine gömülmüştür. Lozan başlarken peş peşe yediği gollerle elimizdeki kozları kaybeden, son dakikalarda da Curzon’ın kumpasına yakalanan İsmet Paşa, çaresiz Ankara’ya dönmek zorunda kalmıştır ama yolu İstanbul’dan geçecektir. Bir endişe de kaplamıştır:

    Lozan’da çekip giden İngilizler trenini İstanbul’a sokacaklar mıdır? Sokacaklarsa kendisini nasıl karşılayacaklardır? Hatta Ankara’ya gitmesine izin verecekler midir?

    Bu ihtimaller biz İnkılap Tarihizedelerin aklına hiç gelmiyor ama Lozan’dan dönen İsmet Paşa’yı bayağı germiş ve endişelerini İngiliz makamlarına bildirmiş. İstanbul’daki İngiliz işgal kuvvetleri komutanı General Harrington’ın İsmet Paşa’ya yazdığı mektup, İstanbul işgal altındayken yürütülen Lozan görüşmelerindeki havayı veya masaya yumruk vurup vuracak durumda olup olmadığımızı ayan beyan ortaya koyuyor. İnönü Vakfı’nın sergi kataloğundaki Harrington’ın İsmet Paşa’ya mektubu şöyle:

    “Sevgili Generalim

    Yarın vasıl olacağınızı haber aldım.Amiral Bristol müttefikler tarafından nasıl karşılanacağınız konusunda endişeleriniz olduğunu söyledi. Bunu hemen söyleyeyim ki kesinlikle hiçbir sorun olmayacaktır. Trenle Karaağaç’tan gelirken herhangi bir problem olacağını düşünseydim trene memnuniyetle bir İngiliz muhafızı koyardım. Aynı şekilde Haydarpaşa’dan trenle devamı edecekseniz, gerekebilecek düzenlemeleri yaparım. Eğer biraz zaman ayırabilirseniz sizinle görüşmeyi çok istiyorum. Davanız için çok yiğitçe bir savaş verdiniz ve bir asker olarak sizi kutlamak isterim. Ayrıca Lord Curzon’un size önemli bir mesajı var. Amiral Bristol bana bazı güçlüklerinizden ve bazı konularda İngiliz tutumunu anlayamayabileceğinizden söz etti. Sizinle ben her zaman son derece içtenlikle konuşmaktayız ve inanıyorum ki bazı konuları açıklığa kavuşturabilirim. Sizin için uygun olan herhangi bir zamanda sizi görmeye gelebilirim. Tekrar görüşmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.”

    Lozan’da İngilizlerle dişe diş bir mücadele verdiğine inandırılmak istendiğimiz İsmet Paşa, işgal kuvvetleri komutanı tarafından karşılanıyor ve kendisine resmen yol güvencesi veriliyor. Bu da yetmezmiş gibi “Davanız için çok yiğitçe bir savaş verdiniz” denilerek tebrik ediliyor. (Şu İngiliz centilmenliğine de diyecek yok doğrusu! Sahi biz İngilizlere karşı da savaşmamış mıydık? Bu ne alicenaplıktır? Güya İngilizleri de yeniyoruz ve yenik (!) İngiliz işgal komutanı galip düşman komutanını tebrik etmekten çekinmiyor!

    Çok kritik bir mesaj da İsmet Paşa’yı Lozan’da yüzüstü bırakıp başkentine dönen Lord Curzon’dan gelmiş. Kurt Curzon, İsmet Paşa daha İstanbul’a varmadan mesaj yollamış. (İnönü Vakfı bu mesajı da açıklasın.) Bir başka husus da ABD Yüksek Komiseri Amiral Bristol’un İngilizlerin tavırlarını yanlış yorumlamaması için araya girmek istemesi.

    İngiliz gemisine binerek ülkeyi terk etti denilen Halife Vahdettin’e (zira padişah değildi o tarihte) demediğini bırakma, İsmet Paşa, Vahdettin’in yardım istediği aynı Harrington’dan yardım isteyince belgeyi unuttur. İnkılap Tarihi böyle örtüyor gerçekleri…

    Lozan’dan iki sahne (Çizenler: Derso ve Kelen): Lord Curzon ile İsmet Paşa karşı karşıya (üstte). Lozan’da görüşmeler sürerken en rahat kişi masanın başında oturan Lord Curzon. Sağda İsmet Paşa kara kara düşünürken Rıza Nur, Curzon’a bir şey diyor (altta).

    Erzurum’da Mustafa Kemal popüler değilmiş

    Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Samsun’a çıkanlardan Hüsrev Gerede’nin hatıralarında şaşırtıcı bilgiler yığınla. Mesela Yunanların İzmir’e çıkışlarının İngilizler tarafından, İstanbul’daki, hani şu Halide Edib’in ağladığı söylenen mitinglerin ise Amerikalılar tarafından düzenlendiğini yazıyor fakat nedense kimse itibar etmiyor.

    3 Temmuz 1919 günü Erzurum’a gittiklerinde Mustafa Kemal, Anadolu’ya nasıl ve neden gönderildiğini kendilerine anlatmış. Gerede ise Paşa’nın anlattıklarından şunları çıkarmış:

    “Padişah, Mustafa Kemal Paşa’yı iyi niyet ve güvenle görevlendirmiş. Bunun yanında Sultan Vahdettin’in hükümete güveninin olmadığı, millete dayanarak Hilafet makamı ve Saltanatı kurtarma ümidi taşıdığı anlaşılıyordu.”

    Ya şu gözlemine ne diyeceksiniz:

    “Erzurum’da çobanlara varıncaya dek herkes Hamidiye kahramanı Rauf Bey’in adını duymuştu. Fakat Mustafa Kemal popüler değildi.”

    Bunu ben yazmıyorum, Samsun’a beraber çıktığı kader arkadaşlarından Hüsrev Gerede yazıyor ama yine İnkılap Tarihlerimizde yine tık yok.

    Hem Hüsrev Gerede neler yazmıyor ki. Kalemimizin ucu kırılmazsa bir gün onları da yazarız inşaallah.

    http://www.duzceyerelhaber.com/mustafa-armagan/28166-resm-tarihin-enkazi-ne-zaman-kaldirilacak

  81. Anonim

    Atatürk(!) Bizim Atamız Mıdır? ~ Üstad Kadir Mısıroğlu
    Kendi kendini milletin atası ilan etmek komedi değil midir?!
    Kendisinin seçtiği milletvekilleri dalkavukluk yapıp aynı çağda yaşadıkları adama ata dediler. Eskimolarda görülmeyecek rezillik!
    http://www.facebook.com/UstadKMisiroglu/posts/10201294774325928

  82. Anonim

    Cumhuriyet ve cumhuriyetçilik: Neyi sorgulamalıyız?

    M.Şükrü HANİOĞLU

    Sabah GAZETESİ

    Her 29 Ekim’de olduğu gibi Cumhuriyet ilânının doksan birinci yıldönümünde de “ümmetten millet, kuldan vatandaş yaratılması” benzeri tarihî gerçeklikle uyuşmayan klişeler ve “cumhuriyetin faziletleri” gibi hamasî söylemlerin tekrarlanacağı şüphesizdir.

    Burada vurgulanması gereken toplumumuzun sorununun “rejim olarak cumhuriyet” değil, düşünsel arka planı ve ideolojik yaklaşımları onun özgün bir yorumu çerçevesinde şekillenen bir “cumhuriyetçilik” olduğudur.

    On dokuzuncu asır sonu entelektüel tezleri etrafında şekillenen bir “cumhuriyet” yorumuna dayanılarak inşa edilen bu “cumhuriyetçi” ideolojinin günümüz toplumunu taşıması ve onun meselelerine cevap verebilmesinin söz konusu olamayacağı ortadadır. Bu nedenle, sorunun halli aynı cumhuriyetçilik yaklaşımına dayalı ancak değişik alanlarda farklı yorumlar yapan bir “İkinci Cumhuriyet” inşa etmekle değil bu “cumhuriyetçilik”in sorgulanmasıyla mümkün olabilir.

    Fazlasıyla marjinal toplum kesimleri dışında kimsenin bir rejim olarak karşı çıkmadığı “cumhuriyet”e “düşmanlık” benzeri anlamsız eleştirileri bir kenara bırakarak yapılacak bu sorgulama ise iki düzeyde gerçekleştirilmelidir.

    Bunlardan birincisi yukarıda zikrettiğimiz klişe ve söylemleri tekrar etme yerine kurulan Cumhuriyet’in düşünsel temelleri ve bunların toplumsal gerçekliğimize ne denli uygun olduğunun tartışılmasıdır.

    İkincisi ise ithal tezlerin hamasetle harmanlanması yoluyla oluşturulan günümüz “Türk cumhuriyetçi ideolojisinin” dünyadaki “cumhuriyetçilik” tartışması içindeki yerinin değerlendirilmesidir.

    1905 model Üçüncü Cumhuriyet

    Erken Cumhuriyet ideolojisi farklı toplumsal gerçeklikler ve tarihî gelişim sürecine karşın Fransız Üçüncü Cumhuriyeti’nin Türk kopyasını inşa etme iddiasını sahiplenmiştir. Burada ilginç olan bu yapının “cumhuriyet” kavramsallaştırmasının “mükemmel” biçimi, tarihî ve güncel tüm diğer örneklerin ise sapmalar olarak yorumlanması yanında söz konusu inşa faaliyetinin “ideoloji” üzerinden gerçekleştirilebileceğinin varsayılmasıdır. Diğer bir ifadeyle erken Cumhuriyet liderleri “üniversel” olduğu kabul olunan ve en özgün ve gelişmiş biçimini Üçüncü Cumhuriyet’te bulduğu varsayılan “cumhuriyet”in her toplumda inşa edilebileceğini, bunun toplumsal koşullardan bağımsız olduğunu düşünmüşlerdir.

    Bu yapılırken sadece ithal bir ideolojiye dayanmaktan kaynaklanan zorluklar fazlasıyla küçümsenmemiş, Üçüncü Cumhuriyet ideolojisindeki değişimler de gözönüne alınmamıştır.

    Örneğin dönem Fransası’nda “cumhuriyetdin” ilişkisine yaklaşımda Bergson etkisiyle ortaya çıkan kapsamlı değişim fazla ilgi görmemiş, Üçüncü Cumhuriyet’in pozitivizm ve Spencer evrimciliği karması tezleri ile asır sonu bilimci söylemi esas alınmış, konuya Jules Ferry’nin bakış açısından yaklaşılmıştır. Diğer bir ifadeyle, Erken Cumhuriyet Türkiye’de Üçüncü Cumhuriyet’in 1905 model bir kopyasını inşa etmeye çalışmıştır.

    Sığ Debray cumhuriyetçiliği

    Bunun neticesinde ortaya çıkan yapı toplumsal koşullar ve tarihî gelişmelerin anlamlı kılmadığı bir dönüşümü, varolmayan çatışmalar üzerinden ve hayalî düşmanlar yaratarak “ideolojik düzeyde” gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bunun sonucu olarak da “ideolojik” nedenlerle desteklenmiş, buna dayalı bir taban oluşturmuş, topluma nüfûzu ise sınırlı olmuştur. Günümüzde Türkiye’nin tartışması gereken “fazilet” benzeri soyut nitelikler değil 1905 model “cumhuriyet” ve bunun beraberinde getirdiği ideolojik bagajın toplumumuzun koşulları ve gerçekliğine uygunluğudur.

    Asır sonu entelektüel tasavvurlarını yansıtan bu bagajın toplumsal gerçeklikle uyumsuzluğu ortadadır.

    Bu nedenle Cumhuriyet’in bir rejim değil “ideoloji” olduğunu düşünen azınlığın “karşıdevrim” olarak adlandırdığı bir süreçte “demokrasiyi devrimin kökleşmesi, kitlenin gerektiğince aydınlanması sonrasına bırakan” yaklaşım tersine çevrilmiştir.

    Gerçekte toplum Regis Debray’nin 1980’lerin sonundan itibaren tartıştığı ve 1995’te Nouvel Observateur’de yayınlanan makalesinin başlığı ve ana fikri olan “demokrat mı, cumhuriyetçi mi” olmanın gerekli olduğu sorusuna yaklaşık kırk yıl önce “rejim olarak cumhuriyet ile sorunumuz yok ama ideolojik cumhuriyetçilik yerine demokrasiyi tercih ediyoruz” cevabını vermiştir.

    Bu cevabı “karşıdevrim” olarak yorumlayan ideolojik cumhuriyetçilik, Debray’nin “cumhuriyeti demokrasiye indirgemenin onu öldürmek anlamına geldiği” tezine dört elle sarılmış ve “demokrasicumhuriyet çatışması”nın temel siyasal eksen olduğunu savunmuştur.

    Cumhuriyet’in “üniversal,” demokrasinin ise “mahallî” değerlere dayandığı, “cumhuriyette devletin toplumu şekillendirdiği, demokraside ise toplumun devlete egemen olduğunu,” “sivil toplum şamatasının” çağın en büyük tehdidi haline geldiğini savunan Debray’nin tezlerini, hamaset, kişisel kült ve altınçağ yaratma yaklaşımlarıyla harmanlayan Türk ideolojik cumhuriyetçiliği oldukça sığ bir kuram geliştirmiştir.

    Bu alanda değerlendirmeler yapılırken Debray’nin 1990 model “cumhuriyetçilik”ine dayanan söz konusu kuramın günümüzün “cumhuriyetçilik” tartışmaları içinde de marjinal kaldığının da unutulmaması gerekmektedir.

    Kökleri klasik çağın Roma devletinde bulunan bir kuramı günümüz değer ve koşulları çerçevesinde yeniden yorumlayarak, onu demokrasi ile çatışmayan, özgürlüklere saygılı bir “vatandaşlar cemaati” olarak inşa etmeyi hedefleyen ve John Pocock, Quentin Skinner, Maurizio Viroli ve bilhassa Philip Pettit’in başını çektikleri günümüz tartışmasında yeri dahi olmayan Debray’nin sığlık rekoru kıran tezlerine dayanan “cumhuriyetçilik” şüphesiz çağının fazlasıyla gerisindedir.

    Zikrettiğimiz kapsamlı tartışmaya tamamen yabancı kalarak “demokrasinin cumhuriyetin içini boşalttığını” savunan, Debray’nin ifadesiyle “demokrasinin, cumhuriyette ışıklar söndüğünde geride kalan” olduğunu düşünen “ideolojik cumhuriyetçilik”in günümüz değerleriyle uyumsuz ve marjinal olduğu ortadadır.

    Onu sahiplenenlerin “ilericilik” iddiaları bu gerçeğin farkında olmamalarından kaynaklanmaktadır.

    Kitle desteği bulamadıkça marjinalleşen ve kendini daha radikal biçimlerde yeniden üreten Türk cumhuriyetçiliğinin çağımız değerleriyle uyumlu, günümüz tartışmasını dikkate alan bir yaklaşıma dönüşümü, en azından kısa vâdede, mümkün gözükmemektedir.

    Bu nedenle Türkiye’nin hamasî slogan ve klişeleri tekrarlamak yerine, 1905 model Fransız Üçüncü Cumhuriyeti’ni yirmi birinci yüzyılda yaşatma ve Debray’nin tezlerine dayalı bir “cumhuriyetçiliği” ideoloji haline getirmenin ne derece anlamlı olduğunu sorgulaması gerekmektedir. Bu yapıldığında “demokrasi karşıtlığı”na evrilmiş bir ideolojinin toplumsal gelişme önünde engel haline geldiği görülecektir.

    Burada eleştirilenin “demokrasi”yi karşıdevrim olarak kavramsallaştıranların savunduğu gibi “cumhuriyet” değil, onun çok sayıda yorumundan günümüz değerleriyle en az bağdaşanını kutsayan “cumhuriyetçilik” olduğu unutulmamalıdır.

    Kendini daha radikal biçimlerde yeniden üreten Türk cumhuriyetçi ideolojisinin çağımız değerleriyle uyumlu, günümüz tartışmasını dikkate alan bir yaklaşıma dönüşümü mümkün gözükmemektedir.

  83. Anonim

    Ermenek’te Cumhuriyet Bayramı
    Sungur Savran
    Ekim 30, 2014

    Vatan çiftliklerinizse,
    kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
    vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
    vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
    fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan…

    Nazım Hikmet

    Dün 29 Ekim’di. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun bir yeni yıldönümü. Devlet erkânı ve kodamanlar Ankara’da kutlama hazırlığı ve resepsiyon tartışması içindeydi. Gömlekler ütüleniyor, kravatlar seçiliyordu. Hanımlar kuaför telaşı içindeydi. Çeşitli siyasi akımların liderleri de söylev parlatıyordu. 20. yüzyıl başının koşullarından doğmuş ve o günün sorunlarına cevap arayan Kemalizmin 21. yüzyıl hayranları AKP’ye karşı cumhuriyetlerini savunmanın telaşı içindeydiler. Ulusalcılar yatıp kalkıp Atatürk’ün Cumhuriyeti’ni bir tek kendilerinin savunabileceğini tekrarlıyorlardı. “Cumhuriyetin kazanımları” sözünü takılmış plak gibi tekrarlayan birtakım sosyalistler onlarla nasıl yarışacaklarının hesabını yapıyorlardı.

    Karaman Ermenek’te ise en az 18 insan yerin 350 metre altında suyun içinde çırpınıyorlardı. Belki de son nefeslerini veriyorlardı, hatta vermişlerdi. Onlar için Atatürk’ün cumhuriyeti yerin yedi kat dibinde gebermekti. Onlar için “cumhuriyetin kazanımları” arasında, yasa ücretlerini asgari ücretin iki katına çıkarınca yemek ve servis ödemelerinin kesilmesi vardı, yemeklerini maden ocağının içinde yemek vardı, yer altında sele kapılmak vardı. Cumhuriyetin kurduğu burjuva meclisinin yasalarından böyle yararlanıyorlardı işte! Onlar gibi Zonguldak’ta başka madenlerde çalışan 4.500 işçi için “cumhuriyetin kazanımları” arasında, ücretleri asgari ücretin iki katına çıkartılınca kapının önüne konulmak, aç kalmak vardı.

    Eski Aztek veya Maya uygarlıklarında kutsal günlerde tanrılara kurban edilen insanlar gibi, cumhuriyet de neredeyse düzenli aralıklarla işçileri toprağın altında, bir binanın 30. katında, bir geminin boyasını yaparken bulup ölüme yolluyor. Kimi zaman teker teker. Kimi zaman 10 kişi, kimi zaman 18, kimi zaman 301. Bunlar laik cumhuriyetin dünyevi tanrısı Sermaye’ye verilen kurbanlar. Ona daha güzel tapınılsın, o tek gıdası olan işçinin karşılığı ödenmemiş emeğinden, artık değerden daha fazla pay alabilsin, o daha fazla birikebilsin, o kentleri tarumar ederek iktidar abideleri gibi gökdelenler dikebilsin, o cumhuriyetin gelmiş geçmiş bütün, evet bütün, en gericisinden ve dincisinden en demokratik olanına ve en laikine bütün hükümetlerini kendi ortak işlerini üstlenen bir yürütme kurulu gibi kullanabilsin diye verilen kurbanlar! Ne de açgözlü imiş, ne artık değere, ne ölüye doyuyor!

    Burjuva cumhuriyeti! Ne çok sosyalist kılıklı hayranın var! Ne çok hayranın “cumhuriyetin kazanımları”nı terennüm etmek için Das Kapital’e el basıyor. Ne çok hayranın Marx’a, Engels’e, Lenin’e ve sana aynı anda bağlılık ilan ediyor!

    Ama ah, Ermenek! Bir 29 Ekim günü yerin 350 metre altında sular içinde boğulan “büyük insanlık”! Ama ah, Ermenekli madencilerin yaralı ve kahraman eşleri! O ağıtlarınız cumhuriyetin zulmüne nasıl da uygun bir meth ü sena oldu! Ama ah, Soma! Kabahati Mayıs ayındaki o büyük katliamda ölmemiş olmak olan, beş aydır sorunları bir türlü çözülemediği için yollara düşen, Ankara’ya yürürken Ermenek’teki kardeşlerinin kendi hemşehrileri ve omuzdaşları ile aynı gaddar tanrı tarafından, Sermaye diye anılan o canavar tarafından yutulduğunu duyarak yönünü Soma’ya çeviren Soma işçisi! Nasıl da zehir ettiniz Ankara’nın cumhuriyet kutlamalarını! Nasıl da hepsinin kursaklarında bıraktınız sermaye cumhuriyetine yollayacakları sevgi jestlerini!

    Yarın bir işçi cumhuriyeti kurulduğunda and olsun 10. yılını Soma’da Işıklar madeninin kapısında kutlayalım. Ve yıllar ve onyıllar geçip de sınıflar iyice ortadan kalkmaya yüz tuttuğunda, altın, insanlığın büyük önerlerinden Lenin’in düşlediği gibi, sadece umumi tuvaletleri kaplamak için kullanıldığında, işte o zaman hep birlikte, kadınıyla erkeğiyle hep birlikte, kimseyi aç açıkta, fakir fukara, garip gureba bırakmayan bir düzen kurmuş olduğumuz için başımız dik, alnımız açık, gururlu, yüksek sesle haykıralım: “Yaşasın, bütün ülkelerin işçilerinin dünya cumhuriyeti!”

    http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/ermenekte-cumhuriyet-bayrami

  84. Anonim

    Demirel ve “Osmanlı-Cumhuriyet” çatışması
    M.Şükrü HANİOĞLU
    Sabah GAZETESİ

    Türk siyasal hayatının yaklaşık kırk yıllık bir bölümüne damgasını vuran 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel adına Isparta’da kurulan Demokrasi ve Kalkınma Müzesi, “Cumhuriyetçilik” tartışmasının yeniden gündeme getirilmesine yol açtı.
    Müze açılışı nedeniyle kaleme alınan pek çok yazı, bir köy çoçuğu olarak doğan ve parasız yatılı okuyarak eğitim alan Demirel’i ülkenin yönetimine yeni rejimin yarattığı imkânlarla gelen, aksi halde İslâmköy’de farkedilmemiş bir yetenek olarak kalacak, “Cumhuriyetin yarattığı” bir kişilik olarak resmetti. Bu sunumun düşünsel arka planını Osmanlı-Cumhuriyet “çatışması” ve “kopuşu” tezlerinin oluşturduğu açıktır.

    Devamlılık-kopuş
    Demirel’in İslâmköy’den Çankaya’ya ulaşan hayat hikâyesinin kişisel başarıya indirgenemeyeceği ortadadır. Böylesi yükselişler, istisnâî örnekler dışında, ancak sosyal mobilizasyonu mümkün kılan ve teşvik eden toplumsal düzenlerde gerçekleşebilmektedir. Ancak buradan yola çıkarak 1923 öncesinde varolmayan toplumsal hareketliliğin yeni rejim tarafından yaratıldığı, bunun da Osmanlı’dan “kopuş”un göstergelerinden birisi olduğunu ileri sürmek doğru değildir.
    Askerî olarak adlandırılan (bu deyimin günümüz kullanımındaki askerî sözcüğüyle ilişkisi yoktur) ayrıcalıklı bir yönetici sınıfı olan, ama bunun intikal yoluyla aristokrasiye dönüşmediği Osmanlı düzeni, toplumsal hareketliliği fazlasıyla yüksek bir yapı olmuştur. Tanzimat sonrasında kurularak mevcut imparatorluk hiyerarşilerini budayan, ayrıcalıkları asgariye indiren yeni düzen bu özelliği daha da pekiştirmiştir. Bu dönem ve sonrasında gerçekleştirilen eğitim reformları ise kurulan bürokrat yetiştiren okullar ve bunların sağladığı parasız eğitim aracılığıyla toplumun alt tabakalarından gelenlerin toplumsal hareketliliğini fazlasıyla yükseltmiştir.
    Dolayısıyla sadece son dönem sadrâzâmlarına bakılsa bunlar arasında yaşam öyküsü Süleyman Demirel’inkine benzer çok sayıda örnek bulunabilir.
    9. Cumhurbaşkanı gibi Isparta’ya bağlı bir küçük yerleşim merkezinde doğan Hüseyin Avni Paşa, Sinoplu fakir bir kayıkçının oğlu olan Mehmed Rüşdü Paşa, Midilli adasındaki köyünde okul olmadığı için nahiye merkezine gitmek zorunda kalan Hüseyin Hilmi Paşa, babası aktarlık yapmanın yanı sıra Mısır Çarşısı’nın kapısını açıp kapatan Mehmed Emin Âlî Paşa “sadâret-i uzmâ” makamına çıkmışlar, toplumun geleceğini etkileyen kararlar almışlardır.
    Zikrettiğimiz memur yetiştiren mekteplerin kurulması toplumsal hareketliliği daha da ileri boyuta taşımıştır. Bu alanda verilebilecek en güzel örneklerden birisi olan Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, bir yetim olarak bu tür okullarda ücretsiz yatılı olarak okumuş ve ordu kumandanlığı ve padişah yâverliğine yükselmiştir. Osmanlı devlet okulları hakkında bilgi veren basılı kaynak ve belgeler bu kurumlarda okuyan öğrencilerin önemli bir bölümünün toplumun alt tabakalarından geldiğini ortaya koymaktadır.
    Dolayısıyla “Cumhuriyet”in toplumsal hareketlilik alanında bir devrim yaratarak, eski rejim altında okuması, yükselmesi mümkün olmayan kişilere bu imkânı sağladığı iddiası doğru değildir. Cumhuriyet rejiminin, fazlasıyla zayıflamış imparatorluk hiyerarşisinin kalıntılarını ortadan kaldırarak “daha eşitlikçi” bir yapı kurduğunu, bunun içinde toplumsal hareketliliğin hız kazandığı ve yaygınlaştığını söylemek anlamlıdır. Ama söz konusu olan bir sıfırdan yaratma değil, bir “hız kazandırma” ve “yaygınlaştırma”dır.
    Buradan yola çıkarak romantize edilen “Cumhuriyet”in, monolitikleştirilerek karalanan “Osmanlı”dan kopuş olduğunu iddia etmek ise yanlıştır. Bu alanda söz konusu olan kopuş değil “devamlılık”tır.

    Romantik cumhuriyetçilik
    Zikredilen “kopuş” yaklaşımı sadece toplumsal hareketlilik değil siyasal rejimin de dahil olduğu pek çok alanda yaşanmamış bir “yeniden doğuş”u vurgulamaktadır.
    Bu ise bilgi eksikliği nedeniyle, tekrarlanarak gerçeklik hükmü kazanmaktadır. Örneğin aşağıdaki ifade geçtiğimiz ay sonunda yayınlanan bir köşe yazısından alınmıştır: “İktidar, muhalefet, siyaset, seçme seçilme hakkı, sandık tümü cumhuriyetin eserleridir.”
    “Siyaset” gibi her toplumda varolan bir olguyu dahi “cumhuriyetin eseri” olarak sunan romantik yaklaşım, bilgisizlik nedeniyle, seçme- seçilme hakkı, seçim benzeri kurumların da 1923 sonrasında topluma yeni rejim tarafından bahşedildiğini iddia etmektedir.
    Meb’usan meclisini 1877’de toplamış, 1908’de benzerini yapmak için Türkiye’de 1950’ye kadar beklenmesi gereken, Osmanlı coğrafyası üzerine yükselen pek çok yeni devlette ise tekrarı mümkün olmayan özgür bir seçim gerçekleştirmiş, “Demokrat” ve “Sosyalist” fırkalardan kitle partilerine uzanan bir yelpazede siyaset yapılmış bir geçmişin inkârıyla bu kurumların tümünün Cumhuriyetin getirdiği yenilikler olarak sunulması şüphesiz anlamsızlık rekoru kıracak bir yaklaşımdır.
    Buradan yola çıkarak Cumhuriyet öncesinin Paleoletik çağa benzeyen bir yaşantı, Osmanlı toplumu üyelerinin ise mağara adamlarını andıran yaşam biçimleri olarak resmedilmesi ise derin bir bilgisizliğin ürünüdür. 1908-1912 arasında, Tek Partili Cumhuriyet yıllarında hayâl edilemeyecek, her konunun tartışıldığı özgür basına sahip, güçlü bir feminist hareketi bulunan, hem İslâmcı hem de materyalist dergilerin yüksek satış rakamlarına ulaştığı, değişik etnik gruplara ait kültürel örgütlenmelerin ülke sathına yayıldığı bir toplumun bu şekilde inşa edilmesini bilgi eksikliği dışında bir nedene bağlayabilmek zordur.
    Böylesi “romantik” iddiaların bilgisizlikten kaynaklanması, bunların bir “kopuş” tezi yaratarak varolmayan bir “Osmanlı-Cumhuriyet” çatışması üzerinden toplumda önemli bir bölünmeye neden olmasını önlememektedir.
    Kendisini Regis Debray’nin sığ cumhuriyetçiliği ile de eklemleştiren bu yaklaşım, “cumhuriyet öncesi ortaçağ-cumhuriyet sonrası modernlik” kavramsallaştırmasıyla, sadece romantik bir kutsama yapmamakta, “bize herşeyi getiren cumhuriyet”in onunla “çatışan” “demokrasi”ye tercih edilmesini de talep etmektedir.
    Her yeni rejim kurucusu gibi Cumhuriyet liderleri de bir “devr-i sâbık” yaratmış ve onunla düzenleri arasındaki “farklılıklar”ı vurgulamışlardır. Bu anlaşılabilir bir yaklaşımdır. Buna karşılık günümüzde toplumsal değişimimize soğukkanlı biçimde baktığımızda güçlü devamlılıkların “kopuş” tezini anlamsız kıldığını görebilmek zor değildir.
    Romantik cumhuriyetçiliğin anlamlı verilere dayanmaksızın savunduğu “kopuş” yerine “devamlılık”ın kabullenilmesi sadece tarihî gerçekliği daha iyi anlamamızı sağlamayacak, toplumsal enerjimizi varolmayan bir çatışma etrafında harcamamızı da önleyecektir.

  85. Anonim

    ‘Yeni Türkiye’ye ‘Yeni Atatürk/Gâzi’?

    Levent Köker

    Târih, özellikle de yakın târih söz konusu olduğunda, “bugün”ün sorunlarından ve değerlerinden yalıtılmış analizler yapmak çoğu kez mümkün olmamaktadır.

    Cumhuriyet’in kurucusu ve onun fikirleri söz konusu olduğunda bu imkânsızlık daha da belirginleşmektedir. Atatürk’ün vefâtının 76. yıldönümü vesîlesiyle Sayın Cumhurbaşkanı’nın mesajları bu hususu bir kez daha gözler önüne sermiş bulunmaktadır.

    Sayın Cumhurbaşkanı, çok haklı olarak, Atatürk’ün bugüne kadar hep belli şablonlara göre anlatılageldiğinden yakınmakta ve bu şablonculuktan kurtulmak gerektiğini vurgulamakta ve “Yeni Türkiye”nin, “Gâzi Mustafa Kemal’in de bir istismar aracı olmaktan çıkarılıp, asker, Başkomutan, Meclis Başkanı, Cumhuriyet’in banisi, Cumhurbaşkanı, en önemlisi de millî irâde âşığı bir şahsiyet, bir insan olarak öğrenileceği, öğretileceği, anlaşılacağı bir Türkiye” olacağına inanmaktadır.

    Buradaki “öğrenileceği, öğretileceği, anlaşılacağı bir Türkiye” ifâdesi bu bağlamda özellikle dikkat çekicidir. Acaba Sayın Cumhurbaşkanı, farkında olmadan, “yeni Türkiye”ye uygun bir “yeni resmî ideoloji”nin oluşturulmasından mı bahsetmektedir? Çünkü Sayın Cumhurbaşkanı’nın alıntıladığım cümlesindeki “inanç”, “eski Türkiye”nin şabloncu Atatürk’ü (ve Atatürkçülükleri)” yerine “Gâzi Mustafa Kemal”i “yeni Türkiye”de “millî irâde âşığı bir şahsiyet olarak” öğretmek çok da kolay bir iş değildir. Tıpkı eski Türkiye’nin şabloncu Atatürk ve Atatürkçülük yorumlarına benzer bir Gazi yorumunun resmîleştirilmesini gerektiren bir dâvettir. Şöyle ki:

    Özellikle yakın târih söz konusu olduğunda, bugünün sorunlarından ve değerlerinden arınmış bir analizin mümkün olamayacağını işâret etmiş olmakla birlikte, bunun târihî olguların yok sayılması anlamına gelmeyeceği herhâlde açıktır. Konumuz açısından en önde gelen ve olgusal olarak inkâr edilmesi mümkün olmayan husus, Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirlerinin 1931 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (CHF) altı ok ile ifâde edilen programında özetlendiğidir. Buna bağlı ikinci husus da, CHF’nin 1935 programında bu ilkelerin bütününe “Kemalizm” adının verilmesi, 1937’de de “Kemalizm”in Anayasa’ya dâhil edilerek devletin resmî ideolojisi hâline getirilmesidir. Dikkat edilirse, bütün bu ideolojik formülasyonlar yapılırken Gâzi Mustafa Kemal Atatürk hem Cumhurbaşkanı, hem CHF Genel Başkanı’dır. Dolayısıyla kendisinin kabûl etmediği herhangi bir unsurun bu program ilkelerinde ve bu ilkelerin açıklanmasında yer almış olabileceğini düşünmek, Gâzi’nin zekâsını tezyif ve tahkir maksadı yoksa, mümkün değildir.

    Böyle bakıldığında, Sayın Cumhurbaşkanı’nın 10 Kasım 2014 günü ortaya koymak istediği “Gazi Mustafa Kemal” portresi ile ilgili bâzı sorunlar bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Sayın Cumhurbaşkanı’nın Atatürk’e mümkün olduğu kadar “Atatürk” olarak değil de “Gazi Mustafa Kemal” veya kısaca “Gazi” diye hitâb etmeyi tercih etmesi ile ilgilidir. Belli ki Sayın Cumhurbaşkanı Atatürk’ün 1934’teki soyadı kânunundan önceki kimliğini daha yakın buluyor. Bu da, İslâm’ı hayatı ve özellikle de siyâsî kimliği bakımından temel referans aldığı açık olan bir kişilik için çok anlaşılır bir şey. Ancak Sayın Cumhurbaşkanı’nın “[n]e Gazi Mustafa Kemal ne de Türkiye Cumhuriyeti köksüz değildir. 29 Ekim 1923 Malazgirt zaferimizin bir uzantısıdır. 1923, 1453’ün devamıdır” değerlendirmesi bir hayli sorunlu.

    Türkiye’de uzun süre tartışma konusu yapılmış bir husus, Cumhuriyet’in Türkiye târihinde bir devamlılık mı yoksa bir kopuş mu olduğu ile ilgiliydi. Cumhuriyet’in bir devrim olduğunu kabûl edenler “kopuş”, Cumhuriyet’in temel toplumsal yapıda büyük bir dönüşüm gerçekleştirmeyen, üstyapısal reformlar yaptığını kabûl edenler ise “devamlılık” tezini savunmaktaydılar. Sayın Cumhurbaşkanı’nın, yeni Türkiye için adetâ yeni bir Gazi Mustafa Kemal yorumuna yönelmesi bu bağlamda, biraz kafa karışıklığı yaratabilir, özellikle de “yeni Türkiye” sözünü ilk kez Gazi’nin kullandığı tesbiti ile birlikte değerlendirilirse. Çünkü Gazi’nin henüz “Atatürk” soyadını almadan önce, Cumhuriyet rejimi ile ilgili izahları, kendi adıyla anılan program ilkelerini anlatış biçimi Sayın Cumhurbaşkanı’nın değerlendirmelerine pek uymamaktadır.

    Bu uygunsuzluğun en belirgin olduğu nokta, “milli irâde” kavramının ayrılmaz parçası olan “millet”in nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgilidir. Sayın Cumhurbaşkanı’nın “millî irâde âşığı” bir şahsiyet olarak “öğrenilip, öğretileceği ve anlaşılacağı”nı öngördüğü “Gazi Mustafa Kemal”, millet kavramını nasıl izah etmektedir? 1930’ların başlarında, “Atatürk” soyadını almadan önceki dönemde, ortaöğretimde ders kitabı olarak okutulmuş bulunan “Medenî Bilgiler” kitabında, kendi el yazısıyla da tevsîk edilmiş bir biçimde millet kavramını tanımlarken, “ahlâkî karabet”ten ne anladığını şöyle belirtmektedir: “Ahlâk dediğim zaman, ahlâk kitaplarında yazılı olan nasihatleri murat etmiyorum … Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyliyenler vardır. Fakat bir, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini kabûl etmekteyiz. Türkler İslâm dinini kabûl etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabûl ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sâirenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi. Bilâkis, Türk milletinin millî bağlarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecânını uyuşturdu. Bu pek tabiî idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gâyesi, bütün milliyetlerin fevkinde, şâmil bir ümmet siyâseti idi.” (A. Afet İnan, Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, TTK, 1969, s. 22).

    Evet, Gazi Mustafa Kemal’e göre, “siyasî varlıkta birlik, dil birliği, ırk ve menşe birliği” yanında “târihî ve ahlâkî karabet” gibi unsurlar bir milleti meydana getirmektedir. Ancak, “Türk milleti”nin özel kimliğinin izâhı bakımından Gazi Mustafa Kemal, din birliği bağlamında İslâmiyet’i açıkça dışlamaktadır. Bu dışlayıcılık, 1924’te hilafet ve şeyhülislamlık makamlarının ilgası ile eşzamanlı olarak kurulan Diyânet İşleri Reisliği’nin İslâmî yaşam alanını kontrol ve yönlendirme amaçlı görev ve faaliyetleriyle (ibâdât, itikâdât ve ahlâk alanlarında yetki ve görev verilmesiyle) de belirginleşmiştir. Bir diğer deyişle Sayın Cumhurbaşkanı’nın “millî irâde âşığı” bir şahsiyet olarak anlamak ve öğretmek isteyebileceği Gâzi Mustafa Kemal, Türk millî kimliğinde İslâmiyet’in etkisini mümkünse tümüyle dışlamayı amaçlayan bir siyâsî tavır içinde olmuştur.

    Sayın Cumhurbaşkanı da Türk milletinin kimliğini târif konusunda Gazi Mustafa Kemal ile aynı noktadaysa, sorun en azından millî irâdenin millet kavramıyla ilgili bölümü için aşılabilir. Ancak, böyle değilse, “yeni Türkiye” için “yeni Atatürk” ya da “yeni Gâzi” inşâ etme sürecindeysek, bunun ancak baskı ve tecebbür ile becerilebileceğini de görmemiz gerekmektedir. “Millî irâde âşığı Gâzi”, târihî olgular gösteriyor ki, pek iknâ edici değil çünkü.

    ZAMAN

  86. Anonim

    Özgür Eğitim-Sen: 24 Kasım’ı tanımıyoruz ve kutlamıyoruz
    24 Kasım’ın tarihi ile ilgili bilgi veren Özgür Eğitim-Sen, darbecilerin ihdas ettiği, kurgusu ve icrası bakımından öğretmen kimliğinin değeri ile bağdaşmayan böyle bir günü tanımadıklarını ve kutlamadıklarını belirtti.

    ISLAH HABER

    Bu gün sözde 24 Kasım Öğretmeler Günü! Resmi olarak kutlanan bugüne Özgür Eğitim-Sen’den itiraz geldi. Genel Sekreterlikten yapılan açıklamada, “Bu günün hem temellendirildiği tarihsel arka plana, ‘Kutla !’ mantığı ile dayatıldığı 12 Eylül’e hem de öğretmenlerin içine sokuldukları aktüel duruma itirazımız var!” denilerek, “darbecilerin ihdas ettiği, kurgusu ve icrası bakımından öğretmen kimliğinin değeri ile bağdaşmayan böyle bir günü tanımıyoruz ve kutlamıyoruz.” ifadeleri kullanıldı.

    İşte açıklamanın tam metni:

    24 KASIM’I KUTLAMIYORUZ!

    Özgür Eğitim-Sen olarak kuruluşumuzdan bugüne, tanımadığımız ve kutlamadığımız bu günü, bu yılda kutlamıyoruz!

    Bu günün hem temellendirildiği tarihsel arka plana, ‘Kutla !’ mantığı ile dayatıldığı 12 Eylül’e hem de öğretmenlerin içine sokuldukları aktüel duruma itirazımız var!

    Milli Eğitim Bakanlığı kendi internet sitesinde 24 Kasım Öğretmenler Günü’nün tarihçesini hiçbir yanlış anlamaya mahal bırakmayacak bir biçimde özetlemiş.

    Peki, o özette ne anlatıyor bakanlık?

    ‘Öğretmenler Gününün Kısa Tarihçesi’ başlıklı ilgili bölümde kelimesi kelimesine şunları söylüyor:

    “Kurtuluş Savaşı’nı kazandıktan sonra, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’i kuran Ulu Önder Atatürk, askeri ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda yenilikler yapmıştır. Bu yeniliklerden biri de, 1 Kasım 1928 tarihinde çıkarılan 1353 sayılı kanunla, Arap alfabesi yerine Latin alfabesinin kabulü olmuştur.

    Bu tarihten itibaren yeni harflerin öğrenilmesi ve okuryazar sayısının artırılması konusunda büyük bir seferberlik başlatılmıştır.

    24 Kasım 1928 tarihinde açılan Millet Mekteplerinde yaşlı, genç, çocuk, kadın demeden herkese yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir.

    Millet Mekteplerinin açılışı ve Atatürk’ün Başöğretmenliği kabul tarihi olan 24 Kasım günü, 1981 yılından beri Öğretmenler Günü olarak kutlanmaktadır.”

    (http://www.meb.gov.tr/belirligunler/24kasim2011/ogretmenler_gunu.htm )

    İsmet İnönü Milli Eğitim Bakanlığı’ndan daha açık sözlü olduğu için sözü edilen Latin Alfabesinin tercih edilme gayesini Hatıralar’ında şöyle anlatıyor:

    “Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.” (İnönü, Hatıralar, C.2, sf. 223)

    Cemil Meriç yıllar sonra bu trajediyi şöyle özetlemişti: “Münevvere kelimelerde dahi tahammül edemediler. Hakikatte dil davası yok. Türk insanın hafızasının iğdiş edilmesi var.”

    Prof. Dr. Mehmet Çelik ise trajedinin geldiği son noktayı, “Yeryüzünde dedesinin mezar taşını okuyamayan tek millet biziz.” diyerek betimliyor.

    Tüm bu geçmişi unutup ‘bir an için’ ‘bu günün öğretmene verilen bir değeri yansıttığını’ varsaysak bile, bu seferde bu kanaatimizi mevcut durum doğrulamıyor.

    Devletin tepeden “parmak sallayan” bir eda ile tesis ettiği hiyerarşi ilişkisinde en zayıf halka konumundaki öğretmenler, çalıştıkları kurumlarda tutsak. ALO 147 gibi bir hat ile öğrenci ve veli muhbir kılınmış, öğretmenlik bugün güven duyulan meslekten ihbar edilen mesleğe tenzil etmiş, öğretmen görevi başında tartaklanan, kurşunlanan şimdiki zaman koşullarına mahkûm edilmiştir. Bu şartlarda da öğretmenler açısından ‘kutlama yapmak’ abestir.

    İki şiir, bir nutuk ile Öğretmenler Günü kutlaması; icrası, içeriği ve manasızlığı itibariyle öğretmenlere verilen bir değerin değil aksine sistem içerisindeki değersizleştirilmiş konumlarının hazin bir göstergesi niteliğindedir.

    Öğretmene adeta “İşte sen ancak böyle bir kutlamaya layıksın !” denilmektedir.

    Özgür Eğitim-Sen olarak darbecilerin ihdas ettiği, kurgusu ve icrası bakımından öğretmen kimliğinin değeri ile bağdaşmayan böyle bir günü tanımıyoruz ve kutlamıyoruz.

    Ali AYDIN

    Özgür Eğitim-Sen

    Genel Örgütlenme Sekreteri

    http://www.islahhaber.com/ozgur-egitim-sen-24-kasim-i-tanimiyoruz-ve-kutlamiyoruz-58656h.htm

  87. Anonim

    Krallıklar ve Cumhuriyetler
    Mehmed Şevket Eygi

    İNGİLTERE krallığı… Norveç krallığı… İsveç krallığı… Hollanda krallığı… Danimarka krallığı… Lüksemburg Büyük Dukalığı… Japon imparatorluğu…
    Bu krallıklarda iç barış var… Sosyal mutabakat=uzlaşı var… Can ve mal güvenliği var… Kendi kimliklerine ve kültür yapılarına uyan âdil kanunlar var… Hukukun üstünlüğü prensibi var… Demokrasi var… İnsan haklarına bağlılık ve saygı var… Kültür, lisan, edebiyat, tarih devamlılığı var… Din hürriyeti var… Köklü ve güçlü eğitim sistemleri, vasıflı liseleri var… Büyük kütüphaneler var… Şehirleri yemyeşil, parklar havuzlar göller var, trafiği hafifletmek için milyonlarca bisiklet var, bisiklet yolları var… Vasıflı siyaset var… Sorumluluk var, vahim bir kaza olsa, şahsî kusuru olmasa da sorumlu bakanları ve büyük bürokratları istifa ediyor…
    Bazı cumhuriyetlerde, yukarıda saydığım hasletler ve erdemler yok…
    Şu cumhuriyetleri öncelikle şu krallıklar seviyesine çıkartsalar ne iyi olur.
    Mâlumunuz Montesquieu cumhuriyet rejiminin temeli fazilet=erdemdir der.
    Erdemsiz cumhuriyet olmaz.
    Adaletsiz cumhuriyet lafta cumhuriyettir.
    Fakir ve güçsüzlerin, adalet önünde güçlülerle, kodamanlarla, zenginlerle eşit olmadığı bir rejim sözde cumhuriyettir.
    Gerçek cumhuriyet ile diktatörlük kesinlikle bağdaşmaz ve uyuşmaz.
    Cumhuriyetlerin çeşitleri vardır:
    İslam cumhuriyeti. 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti böyleydi. Anayasasının ikinci maddesinde “Devletin dini İslam’dır” yazılıydı. İstanbul’da Dolmabahçe sarayında oturan bir Halifesi vardı. İdeal bir İslam cumhuriyeti olmasa bile onun yine de bir İslam Cumhuriyeti olduğunu kimse inkâr edemez.
    Faşist cumhuriyetler…
    Dış boyası cumhuriyet, içi diktatörlük olan sözde cumhuriyetler…
    Enver Hocanın kıpkızıl, kapkara dinsiz cumhuriyeti…
    Sosyalizmin, demokrasinin yüz çeşidi olduğu gibi cumhuriyetin de hayli çeşidi vardır.
    Krallık rejimi geri ve çağdışı bir rejimmiş… Eyvallah…
    Geri meri… Bir şu Norveç krallığına bakınız, bir de Afrika’nın muz cumhuriyetlerine…
    Bazı cumhuriyetlerde ne kadar sık ve çok darbe yapılıyor. General Zambara, General Bambara rejimini deviriyor. Yaşasın cumhuriyet!
    İngiltere krallığının başında 1952’den bu yana Kraliçe İkinci Elizabet var. Orada cumhurbaşkanlığı kavgaları yok.
    Japonya’nın bundan önceki İmparatoru Hirohito 1926’dan 1989’a kadar tam 63 yıl devletin başında kalmıştı. Üstelik, Japonya ikinci dünya harbini kaybedip, kayıtsız şartsız teslim olduğu halde Amerika onu tahtından indirememişti.
    Birileri çıkıp sen yoksa krallık mı istiyorsun demesin sakın.
    Cumhuriyet olsun da, ille de faziletli ve âdil olsun diyorum. Bu bir suç mudur?

    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Kralliklar_ve_Cumhuriyetler/22500#.VHu1T2cfx90

  88. Anonim

    Atatürk’ün İkinci Öğrencisi Hitler

    “Atatürk büyük bir öğretmendir. Mussolini onun birinci, ben de ikinci öğrencisiyim.”

    Atatürk’ün ikinci öğrencisi Hitler

    Hilal KAPLAN

    “Mustafa Kemâl, bir millet bütün vasıtalarından mahrum edilse dahi kendini kurtaracak vasıtaları yaratabileceğini ispat eden adamdır. Atatürk büyük bir öğretmendir. Mussolini onun birinci, ben de ikinci öğrencisiyim.”

    Hitler’in 1938 yılındaki doğum gününde sarf ettiği bu sözlerin ilk kısmı, en son 10 Kasım günü, tivitır’daki yaslı Atatürkçüler tarafından, bir ‘övgü efekti’ eşliğinde paylaşılıyordu. Yani memleket hafızasında aslında Atatürk ile Hitler arasındaki mesafenin pek de uzak olmadığına ilişkin emareler mevcut.

    Ancak Stefan Ihrig, bu alanda yıllardır yolunu gözlediğim çalışmasını on gün önce yayınladı. Alman devlet kaynaklarından Nazi gazetelerine dek tarayan Profesör Ihrig, Kemalist Türkiye ile Nazi Almanyası arasındaki ilişkinin ve Hitler’in Atatürk’ü nasıl rol model aldığının detaylarını ortaya çıkardı. Adı “Nazi muhayyilesindeki Atatürk” olan kitap Harvard Yayınları’ndan çıktı. Tercümesi de yakındır diye umuyorum. (Talat Paşa suikasti ve Alman basınına yansımalarını araştırdığı makalesi de tercüme edilmeyi hak ediyor.)

    Kitaba göre Hitler başta Nazi propagandistlerinin, Atatürk ve Kemalist rejimden ilham aldığı dört alan vardı: İnsanların sorgusuz sualsiz itaat edeceği bir Führer fikri, tek parti rejimi ihtiyacı, ‘millî feda’ olgusu ve düşmanlara karşı tek cephe olunduğunu göstermek için muhaliflerin üzerine çöreklenme stratejisi.

    Örneğin “Hitler’in Sofra Sohbetleri” kitabından bildiğimiz şu ifade, Hitler’in, Weimar Cumhuriyeti’nden tek partili Führer düzenine geçişte uyguladığı stratejiyi özetler: “Arkasında ordusu olmayan bir kumandan uzun süre ayakta kalamaz. Atatürk de iktidarını Halk Partisi sayesinde güvenceye aldı. İtalya’da da aynı şey geçerli.”

    Yine kitapta alıntılanan, Hitler’in Milliyet gazetesine verdiği röportajda söylediklerine bakalım. Manşet, “M. Hitler’in Milliyet’e beyanatı”. Spot, “Alman Başvekili diyor ki, ‘Türkiye’de doğan ve parlıyan yıldız bize takip edilecek yolu gösterdi’. Haberin gerisini tahmin edersiniz.

    Kitapta ayrıca, Hitler’in, Josef Thorak’a yaptırdığı Atatürk büstünü “en değerli varlıklarından birisi” olarak gördüğünü, Kemalist Türkiye ve Atatürk hayranlığından gına gelen Nazi Propaganda Bakanlığı’nın, 1937 yılında, durumun ‘artık katlanılmaz’ olduğuna dair uyarı yazısı geçtiğini, Nazilerin Türkleri ‘Ari ırk’a dahil etmek için yaptıkları çalışmalar gibi daha önce pek duyulmamış ayrıntıları da öğreniyoruz.

    İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’nin ibreyi ‘demokratik Batı’ya çevirmek zorunda kalmasından önce Batı muhayyilesindeki Atatürk’ün ‘diktatör’ olduğunu, sonrasında ‘hayran olunacak dünya lideri’ kategorisine yüceltildiği malum. Bu kitap, mezkûr algıyı elbette bertaraf etmeyecektir. Lâkin tarihin hakkıyla anlaşılmasına hizmet edeceği de muhakkak.

    YENİ ŞAFAK

    http://www.haksozhaber.net/ataturkun-ikinci-ogrencisi-hitler-54692h.htm

  89. O.Gürsel

    “Atatürk’ün İkinci Öğrencisi Hitler
    “Atatürk büyük bir öğretmendir. Mussolini onun birinci, ben de ikinci öğrencisiyim.”
    Atatürk’ün ikinci öğrencisi Hitler”

    Sallayın bakalım… “Affedersiniz Ermeni dölü” diyenlerin yalakaları… İyi bakın, kim daha çok benziyor?
    ******
    Hitler bu işe başladığında Kurtuluş savaşı henüz bitmemişti… Hitler, “1921 senesinde ise Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin lideri oldu..” Mussolini ise ” 1919 senesinde çeşitli sağcı, anti-komünist ve anti-kapitalist grupları, kurduğu Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı örgütünde bir araya getirdi. 1921’de ise Faşist Mücadele Birliklerinin İttifakı’nı lağvederek Ulusal Faşist Parti’yi bünyesinde topladı…”
    ***
    Erkek dinlerinin kölesi bir ruhtan dürüstlük yine de beklenebilir ama yaşayan erkek faşizminin de yalakası olan kadınlardan tarihsel kronolojiye de aykırı “meczup” sahtekarlıklar şaşırtıcı olmamalı…
    Bu karşılığında ne kadar para ya da alkış alacağı başından belli bir utanç yazısını buraya taşıyanın da kim bilir hangi “arkaik” hınç, hangi derin cehalet taşıdığı da ayrı bir “arkeolojik” mevzu…
    Ancak köy kahvehanelerinde geçerliliği olabilecek bu cahil yazı, arkasında sakladığı sakat ve sahtekar ruhların aynasıdır yalnızca…

  90. hortlak

    Atatürkün farki yasadi.Hitler musolini geberdi,gebertildi..
    Atatürk hala yasiyor üstelik.. Onlar demokrasiyi kaldirdilar diktatörlük kurdular.. Atatürk ise kokusmus,ortacag düzenini kaldirip demokratik cagdas,uygar bir toplum kurmaga calismistir.
    Bunu görmeyenler kör degilse hala o diktatörleri arayan yobaz kafalardir. Baslarin buyruk arayan,sultan arayan zavalli insanlardir..
    Türkiyede su yazilari okuyunca daha nekadar ortacag kafali,geri kafali insanlarimiz var diye tiksinme duyuyuyor..

  91. Gün Zileli

    Atatürkçü Hortlak 🙂

  92. O.Gürsel

    M.Kemal’e bugünden bakıldığında çok ağır eleştiriler yapılabilir. Yapılmalıdır! Ama asıl sorun “kötülüğün” kaynağına inmekse bu yüzeyel M. Kemal, Hitler, Stalin, Mussolini gevezelikleriyle bir yere varılamaz… Böyle varmak isteyenler de bir “alt modelini” yerine koymak için çırpınanlar… Bu o kadar belli ki, ilgili yazıda görüldüğü gibi tarihsel olguları “o demiş, bu demiş” gevezelikleriyle yeniden yazacaklarını sanıyorlar. Para-mal-mülkle bu kadar ilgilenen bir adamı “parlatmak” için “eskilerin” acımasızca yok edilmesi gerekir ki, yapılmaya çalışılan da budur… Çok yırtınmaları gerekecek ki.. geriye de sadece yırtılmış şeyler kalacak…
    Bu adamlar öncelikle kişisel değil bir “ideolojinin” uygulayıcısı bağlamında ele alınarak yargılanmalılar. Örneğin tek ulus-devlet modeli, bunun için de milliyetçilik ideolojisinin özündeki kötülüğü hayata geçirenler olarak!
    Onlardan öğrenilecek olan da budur… Cesetleri bile kalmamış kemikler üzerinde tepinerek, “onlardan” intikam alınamaz… İntikam zaten hastalıklı bir duyguyken, ölülerden intikam almak da neyin nesi?
    *
    Dinsel bir erkek faşizmi sosuna bulanmış iktidarın destekçisi kadınlarla tartışılamaz. Birey değildirler; binlerce yıllık hikayenin ruhsuz bir parçasıdır; cinsel kimliğini, biyolojik kendiliğini-“yarı kendini” inkar ederek ait olduğu dünyada yollarını kaybetmişlerdir; ayakları bu gezegene basmadan yaşamak zorundadırlar. “Köleler arasından seçilmiş tutkulu gardiyanlar” ki, işlerini iyi yapma çabası, kendilerinden daha çok vazgeçmelerine yol açmaktadır.
    Tarihsel olguları, dedikodu malzemeleri ile konuşanlarla tartışılamaz. Bu zihniyet geçmişi anlamak-kavramak için değil, tarihi kendine-ideolojisine en az kendi köle ruhu kadar boyun eğdirmek ister. Nesnel, olgusal gerçekliği aramaz; kendi ruhunu bozduğu kadar, tarihsel gerçekliğin de ruhunu yozlaştırması gerekir; “köleci toplumun boyun eğdirilmiş ruhu” tarihin gerçek aynasına bakamayacağı için, “ayna tarihi” de Luna Parkların o tuhaf aynaları haline getirmek zorundadır.
    ***
    Mezhepçi, ulusçu-kabileci egemenlik iktidarı arayanlar, “kötülüğün” kaynağını kendi içlerinde kolayca bulacakken, neden böyle “geçmiş hikayeler” anlatırlar? Hadi bunlar anlatır da, dinleyenler dikkat etsin; bu “cambaza bak” politikaları ile “vicdanlarını” dolandırtmasınlar!

  93. Anonim

    iflah olmaz Mustafa Kemal hayranlarına;yeni şafakta çıkan yazı saçma ama aşağıdakiler gerçek.
    1- Dersim katliamı emrini kim verdi?
    a) Neyzen Tevfik
    b) Bekri Mustafa
    c) Namık Kemal
    d) O.Gürsel ve Hortlağın hayran olduğu demokrat,çağdaş ve modern kişi
    2- Mustafa Suphi ve arkadaşlarını kim öldürttü?
    a) Doktor Jivago
    b) Rodion Romanovich Raskolnikov
    c) Akakiy Akakiyeviç
    d) O.Gürsel ve Hortlağın hayran olduğu demokrat,modern,çağdaş kişi
    3-Güneş Dil Teorisi ve Türk Tarih Tezi gibi dahilik içeren bilim projeleri kime aittir?
    a) Afife Jale
    b) Muhsin Ertuğrul
    c) İsmail Dümbüllü
    d) O.Gürsel ve Hortlağın hayran olduğu demokrat,modern,çağdaş kişi

  94. hortlak

    Islamci Gün Zileli .:)) TR de moda olmus zaten bu.

    Atatürkün milliyetci,irkci,liderlik,diktatorlük yanlari vardir.
    Atatürkün Dünyanin hayran olacagi sekildede,kahramanlik,ilericilik,özgürlük,demokratik,bilimsel yanlari vardir.. Sanirim bir defasindada Gün Zilelinin bir yani böyle derdi..

  95. Gün Zileli

    Vandee’de Jakobenler de devrim adına çoluk çocuk köylü kanı dökmüşlerdi. Hangi “hayırlı” iş İÇİN YAPILIRSA YAPILSIN CİNAYETLERİ VE CİNAYET İŞLEYENLERİ ONAYLAMAM YA DA KUTSAMAM MÜMKÜN DEĞİLDİR.

  96. O.Gürsel

    Bu zavallı ülke 80 yıl sonra RTE gibi bir adamın eline düşmüşse.. o zamanları yargılayanlar tekrar düşünmeli…

    İkiyüzlü, yalancı, komplocu, komisyoncu, cinsiyet ayırımcısı, mezhepçi, patriyarkal adamlarla karşılaştırıp yargılayın bakalım…
    1920’lerde kim gibi olmalıydı? Kim örnek alınabilirdi? Hangi ideoloji seçilebilirdi? Geçen yüzyıldan aklıma bir tek Gandi geliyor..
    Bugün bu coğrafyada siyaset hala milliyet, din, mezhep üzerinden yapılıyorsa ortaya çıkan “kötülük” kişilerden çok “toplumsal evrim” geriliğindendir; ve her kabile kendi cinayetlerini değil de düşman kabilenin yaptıklarını gözümüze sokuyor. Sivas katliamının hesabını veremeyenlerin Dersim katliamı konusunda samimi olduğuna inanılabilir mi?
    Sınıflı toplum yapısını ortadan kaldırma niyeti taşımayan her siyasi yapı cinayet işlemek zorundadır! M. Kemal ve diğerlerinin katliamlarını diline dolayanlar, kendi iktidar-tahakküm yapılarını pekiştirmek üzere geçmişin simgelerine saldırıyorlar…
    Bu adamların değirmenine su taşımamak da M kemal’e “hayranlık” oluyor.. Bir yanda “putperest” , bağnaz, miadı dolmuş bir Atatürkçülük, bir yanda “köleci-dinci” taife, bir yanda tek adamcı-milliyetçi yükseliş…

    Sırtını bunlardan birine dayayanların sesi o kadar çok çıkıyor ki.. Her toplumun “aklını yitirdiği” zamanlar vardır… O zamanlardayız… Yerine gelmesini beklemek gerekiyor…

  97. Anonim

    Erkek dinlerinin kölesi bir ruhtan dürüstlük yine de beklenebilir ama yaşayan erkek faşizminin de yalakası olan kadınlardan tarihsel kronolojiye de aykırı “meczup” sahtekarlıklar şaşırtıcı olmamalı…
    *
    Dinsel bir erkek faşizmi sosuna bulanmış iktidarın destekçisi kadınlarla tartışılamaz. Birey değildirler; binlerce yıllık hikayenin ruhsuz bir parçasıdır; cinsel kimliğini, biyolojik kendiliğini-”yarı kendini” inkar ederek ait olduğu dünyada yollarını kaybetmişlerdir; ayakları bu gezegene basmadan yaşamak zorundadırlar. “Köleler arasından seçilmiş tutkulu gardiyanlar” ki, işlerini iyi yapma çabası, kendilerinden daha çok vazgeçmelerine yol açmaktadır.

    Read more: http://www.gunzileli.com/2013/10/28/29-ekim/#ixzz3KkEBhOS5

    Kemalizm’den devraldıkları “biçimsel özgürlük anlayışıyla “modern” kriterlerine uymayan herkesi “feodal /gerici” olarak nitelendiren bu zavallılar, Feminist bir anlayışı temsil ediyorlarmış gibi görünseler de her zaman Tanrıları bir erkek olmuştur. Dün Mustafa Kemal adlı faşisti “Tanrı olarak gören bu “modern feministler”, bu gün de varlıklarını Abdullah Efendiye borçlu olduklarını ve Abdullah efendi tarafından “özgürleştirildiklerini” söyleyebilecek kadar erkek egemen anlayışın kölesidirler. Dahası sadece bir “erkek Tanrıya” tapmakla kalmıyorlar, tekçiliğin/diktatörlüğün ve iktidar için her türlü insani değeri kolayca harcayan “faşist erkek Tanrıların” köleliğini yapıyorlar.

    Yüzlerce Kürd kadını tecavüze uğrarken ses çıkarmayan, dahası tecavüzcüyü kutsayan bu anlayışın “kadın hakları savunuculuğu” sadece Kürd/Kürdistan düşmanlığını meşrulaştırma aracıdır.

    Savrulmak ve bir anlayışın kölesi olmak ile özgürlük arasındaki farkı bilmeyen bu zavallılar, Şam hareminde kaç genç kadının “Tanrıları” tarafından tecavüze uğradığını bilmiyorlar mı?

    PKK içinde kadın olarak yükselmenin ve ödüllendirilmenin “Tanrıya boyun eğmekten” geçtiğini; sadece kadın kimliğinden değil her türlü kimlikten/kişilikten feragat etmenin zorunlu olduğunu ve her şeyin Erkek “önderliğe” feda edildiğini aptallar bile biliyor artık…

    Sizler metropollerde romantik söylemlerle “kadın hakları savunuculuğu” yaparken, kölesi olduğunuz anlayışın kadınlarla birlikte bir halkın bütün değerlerini efendilere/sömürgecilere pazarlanmasına (bilerek veya bilmeyerek) katkı sunuyorsunuz.

    Bir devlet projesi olarak kurulan HDK/HDP içinde yer almakla devlete ve taşeronlarına hizmet edersiniz ancak!

    Merak etmeyin bir halkı pazarlayan anlayış, Kemalizm’den-Türk-İslam’a geçiş yaparken/eksen değiştirirken sizleri de harcayacaktır; tıpkı Nuray Mert’i harcadığı gibi…

    Konuyu saptırmadan tartışmanın özüne dönek gerekiyor!

    Nazan Üstündağ Pêşmergeyi “kafa kesmekle” suçlamadı mı?

    Böyle bir yalanın altında yatan neden devletçilik/faşizm değil mi?

    Bir halkın kurtuluş mücadelesine karşı bu kadar kindar olan ve ağır bir hakaret içeren yalanı politik çıkarları (sömürgeci/faşist devletin bekaası için)için pazarlayan bir insan “politik fahişe” nitelemesini hak etmiyor mu?

    Bu gerçekliğe rağmen, kadınlık dahil her türlü değeri kullanan bir anlayışın temsilciliğini yapan HDP-HDK, Nazan Üstündağ veya bir başka kadının kadın kimliğine sahip çıkacak kadar özgürlükçü/feminist ve onurlu değildir!

    8 Mart Dünya emekçi Kadınlar gününü bile yansılama ve Öcalan’a tapınma törenlerine dönüştüren; “Tanrıları” Abdullah için “sağlığın sağlığımızdır” pankartını taşıyarak “erkeklere biatlarını deklere eden bu anlayış olsa olsa biçimsel özgürlük görüntüsüyle Kemalizm’in/Apoculuğun “modern köleleri” olabilirler. Bu kölelerin “kadın hakları savunuculuğu/temsilciliği kadına da, feminizme de hakarettir…

    Haber/Yorum

    30.08.2014

    http://www.nasname.com/a/erkek-tanrinin-kole-kadinlari-nasnameye-tepkili

  98. Anonim

    İnkîlap değil, inkilap..

    Suriye yönetimi kendi vatanında köleleştirdiği kürtlere Suriye vatandaşlığı verdi. Bu vatandaşlık ne bir ulufedir ne de vatandaşlık haklarından yararlandırmak anlamına gelir. Önce inkardır, sonra kürtlerin kendilerini kendi kimlikleriyle temsil ve ifade etmelerinin önüne konmuş siyasi ve hukuki bir bariyerdir. “İkram varki kötekten beterdir” derler, aynen öyle.
    Kürtleri vatandaş yaparak Suriyelilik kimliği, dolayısıyla arap etnisitesi içinde eritmenin akıl hocalığını tükler yaptı. Yarın vatandaş olan kürtler sisteme entegre edilmeye çalışılacak. Küçük memuriyetlerde istihdam edilmeleri olasıdır. Seçme ve seçilme haklarına kavuşturulacaklar, BAAS’tan yada bağımsız olarak parlamentoya girebilecekler. Parlamento kürsüsünden yemin ettiklerini düşünün;
    “Suriye’nin birlik ve bütünlüğüne, laik devlete, Esad’ın ilke ve inkilaplarına sadık kalacağıma.. namusum ve şerefim üzerine” diyecekler. Bunun adına reform, demokrasi yada kürtlerin haklarına kavuşması denecek.
    Burada inkîlap sözcüğüne bakmak gerekir. Sözcük arapça devrim anlamına geliyor. Ancak oldukça çetrefil bir sözcük, ancak ( î ) ile “inkîlap” şeklinde yazıldığı zaman devrim anlamına geliyor. Şapkayı kaldırıp normal ( i ) ile inkilap şeklinde yazıldığında “köpeklik” anlamına geliyor. Arapça telaffuz farklılığı bu iki sözcüğü biribirinden ayırıyor. Bizimkilerin kulakları çınlasın, soykırımcı asker-diktatör Atatürk’te devrimcilik zaten hakgetire, geriye sözcüğün ikinci anlamı kalıyor.
    Suriye Türkiye’ye benzetilirken, Güneybatı kürtleri Kuzey kürtlerine dayatılan, hatta emir ve komuta ile tayin edilen siyaset tarzına zorlanacaklardır.
    İkram var kötekten beterdir demiştik. Vatandaşlık varki kölelikten beterdir. Kürtlere köleyken hiç değilse inkar ve aşağılamanın bu türünden muaf tutuluyorlardı.
    Vatandaşlık verirsek insanlığınızın son kırıntısı olarak kalmış şeref ve namusunuzu da alırız deniyor. Aksini düşünen Kuzey Kürdistan’da mevzilenmiş son derece düzenli ve en gelişkin silahlarla donatılmış 7 yüzbin civarında türk ordu ve polis gücüne baksın.
    Afganistan işgal edilmiş durumda, bu ülkede 7 yüzbin askerlik işgal gücü yok. Türklerin elinde de aynı silahlar var ve ordusu daha nizami, daha eğitimli.
    Irak, ordusu ve modern silahları olan bir devlet olarak işgal edildi, Irak’ın işgalinde bu kadar asker kullanılmadı.
    Suriye, Güneybatı kürtlerinin üzerine tankları ve iyi silahlandırılmış BAAS çetelerini sürüyor.
    İran, yaklaşık 5 yüzbin askerini Doğu Kürdistan’da bulunduruyor. Böylece Kürdistan’da dünyanın bugün en iyi donatılmış ve en eğitimli orduları 1 milyonun üzerinde asker bulunduruyor.
    Kürtler ne yapıyor?
    Türklere demokrasi kuruyor.
    Yani?
    Türk devletinin sallanan temellerini güçlendiriyor.
    Niçin?
    Türk devleti Suriye ve İran’la paktlar oluştursun, devreye girerek bu paktların oluşturulmasına yönelik batı tepkilerini asgariye indirsin, birlikte karşılasın. Sonuç, kürtlerin üzerindeki baskı sömürgecilerin toplam gücü seferber edilerek ağırlaştırılsın. Kürtler aynı anda birden çok devletin ittifakı altında ezilsin, dünyanın ayaklandığı dönemde Kürdistan’ı işgal eden güçler bu süreci “ağrısız-sızısız” defetsin.

    Arap arapken kendi diktatörünü istemiyor. Kendi devletine, kendi dilini konuştuğu, kendisi olarak varolduğu, kendi kimliğinin ve yönetim hakkının garantörü olan sisteme başkaldırıyor. Kürde ise yabancı işgale ve ülkesinin ilhakına katkı sunması “demokrasi” adına telkin ediliyor. Kürtler, despotizmin itaatkar köleleri edilmenin dışında işgal yönetimlerinin bağlaşığı haline getirilmek isteniyor.
    Kemal kimdir, kemalizm nedir sorusuna karşılık verilecek olursa; Kemalizm bugünkü BAAS’tır, Saddam, Nasır, Mübarek, Kaddafi, Esad, Humeyni, Ahmedinecad günümüzün Kemal’leridir demek gerekecektir. Kemal bunların toplamıdır. İlhakçılıkları, hırsızlıkları, zorbalıkları, üniter devlet anlayışları, farklı kimliklere ve ülkesini işgal ettikleri halklara yaklaşımları özdeştir. Bununla da kalmaz kirli eylemlerinde sürekli işbirliği yaparlar, paktlar oluşturur, kanlı sultalarını ittifakla sürdürürler.

    Atatürk ilke ve inkilaplarına,
    Esad ilke ve inkilaplarına,
    Humeyni ilke ve inkilaplarına, sadık kalacağıma…
    Kürtlerin ezilmesine ve giderek tarihten silinmesine yardım edeceğime,
    Namusum ve şerefim üzerine…

    Köpektir zevk alan sayyad-ı bi-insafa hizmetten.
    Bu ne haldir, ne onulmaz düşkünlüktür!

    http://cebaxcor.blogspot.com/2011/04/inkilap.html

  99. Anonim

    Çağdaş yaşamı tabii ki de destekleriz. Çağdaş yaşamı kim desteklemez? Ben illa retro takılacağım, kafama fes giyeceğim diyen mi var?

    Bunların anlamadığı veya anlamazlıktan geldiği şu: Çağdaş yaşamın simgesi, bayrağı ve peygamberi diye Mussolini ile Hitler’in çağdaşı bir eski asker-politikacıyı öne koymak olacak iş değildir. Her şeyden önce o çağdaşlık iddiasına zarar verir, inandırıcılığını zedeler, sırtına taşıyamayacağı bir kambur yükler. İlla peygamber lazımsa bizde hakikisi var diyen adamlara verecek cevabın kalmaz. Daha önemlisi dünyanın dört bir yanında BUGÜNKÜ çağdaşlığı temsil eden zümrelerle ortak bir dilin kalmaz. “Çağdaş yaşam” kulvarında senin doğal müttefikin olması gereken Brüksel’deki, Seattle’daki, Tiflis’teki, Mumbai’deki genç, zeki, dünyadan haberdar insanlar “Bu Türkler yetmiş sene önce ölmüş bir darbeci generali çağdaş yaşamın son merhalesi zannediyorlar, annee” deyip seni arkandan tiye alırlar. Zaten bütün dünyanın bildiği tarihî inkâra azmetmiş olmak gibi bir handikapın var, bu da eklenince büsbütün yalnız kalırsın. Bölüğe mıntıka temizliği yaptırmakla devlet yönetmek arasındaki farkı anlamaktan aciz bir avuç cahil paşa ile çağdaşçılık oynarsın.

    Düşünsen absürd ötesi bir hadise var ortada. “Çağdaş yaşam” denilen şey 1920’lerde 1930’larda durmadı ki, yürüdü gitti. Golf pantalon giyip panama şapka takmak bu devirde çağdaşlık falan değildir, fes ve kavuk giymek kadar tapon bir antikalıktır. Birtakım zattarazotti izci marşlarıyla orgazma gelip Führer’e Başbuğ’a selam durmak 1933’te belki moderndi ama bu çağda çağdaşlık sayılmıyor, psikopatlık sayılıyor.

    BUGÜNKÜ çağdaşlık nedir, bakın şöyle anlatayım. Photoshop diye bir program var, bilirsiniz, onun başında çıkan künyeye bakın. Bir Hintli, beş tane Çinli, bir Bulgar, altı-yedi Anglo Amerikalı, birkaç Yahudi, bir Afrikalı, iki Japon’un adı çıkar. Çağdaş yaşam işte odur. Enternasyonalizmin hasıdır. İnsanlık tarihinin gördüğü en heyecanlı işlerden biridir. Çağdaş olacağım, vatanıma milletime özümü armağan edeceğim diye varolmayan düşmanı Çanakkale’de denize dökme hayalleri kurarsan çağdaş mağdaş olmazsın, gülünç olursun. Adam Çanakkale’yi çoktan geçmiş, masandaki ekrandan sana el sallıyor çünkü.

    http://www.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/retro-takilmak/5584/

  100. hortlak

    Kendilerine hayran olanlara tekrarlamam gerekirse;

    M.Kemal tabiki Osmanlinin icinden cikmis,ve onun özelliklerini tam atamamistir.Adami degerlendirirken ozamanin kosullarini,dünyasini zamanini göz önünde tutulmali.

    M.Kemal Irkci italatci ittiahatcilarla arasini tam kopartamamis,Ermeni soykiriminda bile acikca onlara karsi tutum almadigi gibi mezarlarini Türkiyeye getirtmistir..
    Ayni irkci tutumunu kürtlere en kallesce bicimde sergilemistir.

    Diger yandanda, Geri kalmis sömürge ülkelerine örnek olmus bir bagimsizlik destani var. Tabiki burdada atatürkcü abartmalara girmeyelim. Dünya devi olan ingilizlere karsi Lozanda zafer almissa bu benim icin savastan daha büyük bir zaferdir..
    Onun yerine su bizim padisahci,dinci takimi olsaydi ingilizler bizi Himalaya Dogru dagitirdi .-))

    M.Kemal atatürkcülügü Kabul edermiydi?savunurmuydu hic sanmam. ama adamin kazandirdigini inkar etmek icin arsiz inkarci olmak gerek.
    Onun Dünyanin geri kalmis sömürge ülkelerine örnekligi yaninda, Laikcilik,kadin erkek esitligi,Dili su arabcadan temizlenmesi,Ne idigu belisiz su tarzanca arabca olan lisani osmaniyeden temizlenmesi,vede en en önemlisimlisi padisah bile padisahciliktan vazgectigi zihniyetin tersine Demokrasiyi ekmege calismistir.
    Calismistir cünkü; Milletde hala sultanlik zihniyeti var,hala dincilik zihniyeti var,hala demokrasinin islemesi icinde ekonominin düzelmesi gerek..
    Davutoglunun uyduruk kitabinin basliklarina bir bakarsaniz,hala padisahciligi savundugunu görürsünüz..Bu yüzden M.kemali yedirtmeyin öyle..Namaz kilmaga gidin siz!!

  101. Anonim

    Utangaç Kemalist O.Gürsel, Kemalizme aşkını itiraf edebilirsin, utanmana gerek yok, seviyorsan git konuş bence.

  102. hortlak kemal

    Bıyık

    Herkesin utangaç gelin edasıyla görmezden geldiği gerçeği Hakkı Devrim pat diye söylemiş (Radikal, 24 Kasım 2009). Demiş ki, “CHP gündemden düşeli bence 59 yıl geçti. 1950 CHP’nin sonuydu…. Zorla ayakta tutacağız diye, tarihî bir kuruluşu hortlağa çevirdiniz.” Şu içinden geçtiğimiz devrim günlerinin, unutulmayacak kadar önemli sözlerinden biridir.

    Devamını söylememiş ama o da yakında gelir tahminimce. CHP’nin kurucusu ve ebedi şefi olan zatın miadı da 59 yıl önce dolmuştu. Zorla ayakta tutacağız diye tarihî bir şahsiyeti hortlağa çevirdiler.

    Edebiyle tarihe gömülmesine izin vermediler. 12 seneden beri Etnografya Müzesinin bodrumunda bekletilen naaşını oradan alıp, Devlet dininin Kâbesi gibi tasarlanan bir tapınağa nakletmeye 1950’de karar verdiler. Vefatından hemen sonra paralardan resmi çıkarılmıştı, aynı yıl geri getirdiler; ki dünyada hiçbir “milli şefe” o güne dek nasip olmamış bir tuhaf basübadelmevttir. 1930’ların hengâmesinde çıkarılmış birtakım deli saçması kanunların “Devrim Yasaları” adıyla kutsallaştırılması da 1950’nin eseridir.

    Bir parti düşünün ki 27 yıl boyunca “Devlet benim” demiş; bana karşı çıkan her kimse TANIM GEREĞİ vatan hainidir, dolayısıyla katli vaciptir diye akıl yürütmüş. Bir gün aniden dönüyor, “eheh, hoşgörü de lazım ayol,” deyip demokrat olmaya karar veriyor. Veriyor ama geçmişine de tek kelime toz kondurmuyor. Dünyada böyle bir şeyin eşi var mıdır? Aklın mantığın alacağı şey midir? Devir demokrasi devri diye demokrasiciliğe soyunacağız, ama milli ideolojimizdir diye okullarda, kışlalarda 1930’ların kokmuş totalitarizmini okutmaya devam edeceğiz.

    Hayır, CHP’nin 1950’den sonra inat etmesi birkaç yaşlı politikacının hırsıyla açıklanabilecek şey değildir. Büyük bir siyasi mühendislik projesinin parçasıdır. Demokrasiye geçerken geçmişin sorgulanmaması gerekiyordu, çünkü geçmişte çok fazla kan, cinayet, zulüm ve alçaklık vardı. Eski defterler bir kez açılsa ucunun nereye varacağı belli olmazdı. İşte o geçmişin muhafızı ve müdafii olsun diye CHP’yi meclise oturttular. Kurucusunu da tanrılaştırmaya karar verdiler.

    Onur Öymen’e bıyık çizmek marifet değil. Ağababasına çizebiliyor musunuz, siz ona bakın.

    http://nisanyan1.blogspot.com/2009/11/byk.html

  103. hortlak

    Kaldiki M. Kemallerin arkasinda demokratik birikimleri olmamistir.Avupada Fasizm hortlarken adamlar ülkeyi demokrasiyle yönetmege calismistir.

    Chp,yada resmi görüslerin o zamanin hatalirini Kabul etmemeleri elestirilmelidir,Antkabir olayida elestirilmelidir,vs..

    Ama bree Adam bu atatürkün olumlu yanlarindan bir bahsetde senin ne Kadar dürüst oldugunu görelim.

    Hayir amaciniz seriat düzeniyse,osmanliliksa utanmadan söyleyin.. Farkindayiz zaten..

  104. O.Gürsel

    “Bir yanda “putperest” , bağnaz, miadı dolmuş bir Atatürkçülük, bir yanda “köleci-dinci” taife, bir yanda tek adamcı-milliyetçi yükseliş…”
    cümlesine karşılık bu yazılabilir mi? “Utangaç Kemalist O.Gürsel, Kemalizme aşkını itiraf edebilirsin, utanmana gerek yok, seviyorsan git konuş bence.”
    ***
    Tarihi “kendi duygusallığına” tabi yazanlardan çıkacak espri de bu olabilirdi… Oysa bu zihniyetin Tarihe yaklaşım yöntemi daha çok “tecavüzcü” olmasına karşın, espri yaparken de kendini aşmış görünüyor.. Bu da bir gelişme sayılmalı…

  105. Anonim

    O.Gürsel, Atatürkçülükten bahsetmiyoruz. M.Kemal’den bahsediyoruz. Konuyu saptırma! Köleci-dinci deyip duruyorsun da bu ülkede sünni mezhebini palazlandıran,diğer mezhep ve dinleri Anadolu’dan silen ve bugünkü koşulları hazırlayan bizzat M.Kemal’in kendisidir. Sözde kontrol amaçlı kurulan sözde laik olan Diyanet İşleri Başkanlığı gibi saçma bir kurum kimin emriyle kuruldu? Kemalizm diye diye hedef şaşırtıyorsunuz. Bu aynı şeye benziyor: Stalin kaka ama Lenin eşsiz. Kemalizm ırkçı,milliyetçi,otoriter ama M.Kemal şekerpare…Yok ya!

  106. O.Gürsel

    Ben farklı görmüyorum…
    Burada Stalin mevzuunda hararetli tartışmalar yapıldı.. Nedeni de günümüzde de “aynı zihniyet” ile yapılan siyaseti eleştirmekti.
    M. Kemal mevzusu da bu bağlamda ele alınmalı. Burada Atatürkçü, Kemalist vs. bir savunu yapılmıyor. Miadı dolmuştur deniliyor. Daha ne olsun. O dönemin, o kişinin idolojik temellerinin, yöntemlerinin gelecekte kullanılamayacağı kabul ediliyor. (Yani Stalinciler gibi davranılmıyor..) Geriye ne kaldı?
    M. Kemal’in ahlaki yargılamasında da anlaşabiliriz.
    Sonunda farklılığımıza gelelim. Bu denli aşağılamak Tarihsel
    analize aykırıdır. Neredeyse 100 yıl önce yaşanılanlara bu denli “duygusal” davranmak çok kişisel bir yaralanmaya ait olabilir; bağışlanabilir ama o kişi başkasının “düşünsel” olarak kabul ettiğini, duygusal olarak da taklit etmesini isteyemez.
    Bu ülkede 1.5 milyon Ermeni’nin dolaylı katlinin emirlerini verenler için bu denli fırtına neden kopartılmıyor? Anadolu’yu müslümanlaştırmaya hizmet eden adamlar olduğu için olmasın!
    Belki “aklıbaşında insanlar” olarak M. Kemal konusunda “daha uygun zamanda” daha sağlıklı konuşabiliriz… Bugün sanki bir iktidar tetikçisi gibi, bir diktatörlük heveslisinin M.Kemal’i aşağılayarak gerici ideolojisini yerleştirme sürecine katkı verilmesi doğru değildir. Zaman, doğru değildir. Ve hiç acelesi de yoktur…
    Eğer bir insan M. Kemal konusunda “onun miyadı dolmuştur; düşünceleri ve yöntemi kullanılamaz” dedikten sonra hala “evine kadar kovalamak” en azından işlevsel değildir… Ben Stalin mevzusuna da böyle bakılmasını doğru bulurum…
    Birlikte küfretme keyfini yaşatmıyorsa da,bırak, bu da ona ait zararsız bir tutum olsun!

    kendini

  107. O.Gürsel

    Atlamışım. Merak ediyorum.
    “bu ülkede sünni mezhebini palazlandıran,diğer mezhep ve dinleri Anadolu’dan silen ve bugünkü koşulları hazırlayan bizzat M.Kemal’in kendisidir” iddiasını yazan
    arkadaşa da sormak isterim; Aleviler buna karşın M. Kemal’i neden sever? Dersim katliamına rağmen, neden? Din dersi zorunlu olmadığı için iddiası yeterli gelmese de arkasında diğer politikaları da sezdirir mi?
    Bu soruya gerçekten sağlam bir yanıtı olan var mı? M. Kemal sünni mezhebi palazlandırsaydı Aleviler severler miydi?
    Gerçekten sosyolojik ve olgulara dayalı yanıt arıyorum.. Bilmiyorum ve öyle “sallayanlardan” da olmamaya çalışıyorum…
    Bu sorunun yanıtının önemli olduğunu düşünüyorum.. Konu da Dersim’den çıkmıştı ya!

  108. Anonim

    O.Gürsel, mesele M.Kemal veya Kemalizm değil, bunların zorunlu olması, herkese dayatılması, ideolojiler kişilerin özel sorunu olması gerekirken hala resmi ideoloji olması. Kemalizm toplumun benimsediği ve benimsemek zorunda olduğu ideoloji olmaktan çıkarılıp özelleştirilmeli, kişilerin özel hayatına hapsedilmeli. Tıpkı laiklikte dinin olması gerektiği gibi. Veya tıpkı bir futbol takımını tutmanın ya da tutmamanın veya bir filmi ya da müziği beğenmenin veya beğenmemenin kişisel bir tercih olması gibi.

  109. hortlak

    Aklima küfürden baska hicbir sey gelmiyor su haber üzerine.

    Osmanlica zorunlu ögrenilecekmis! Genclerin isyan etmemesine sasarim!

    Bunlar iyice sasirtmis.Anti-Atatürk histerilerini heryerde gösteriyorlar..

  110. Anonim

    Herşeyden önce, Osmanlıca (hatta Arapça ve Farsça) da, İslam dini ve tarihi gibi öğrenilmeli, şimdiye kadar öğrenilmemeleri hata, bunlar tarih eğitiminin zorunlu bir parçası. Ancak, dinci, İslamcı, Osmanlıcı bir şekilde değil, tarafsız ve bilimsel bir şekilde.
    Öte yandan, bu zorunluluğa karşı çıkılabilir. Bilgiye bu kadar kolay erişilebildiği, okulların bunun gibi bazı alanlarda zamanın gerisinde kaldığı günümüzde meraklı ve istekli olan zeki çocuklar ve gençler bunları kendileri öğreniyorlar zaten.

  111. hortlak

    Arabcanin,farscanin,dil ögrenmege kimse karsi cikmaz.

    En azindan osmanli dönemini arastirmak icinde osmanlica ögrenebilir. evet bilimsel arastirmak icin.
    Okulllarda cocuklari osmanlica ögretmege baslamak osmanli özentisi olan iktidarin,tüm dincilerin hayalidir..

    Kendi basina saray dili olmaga calismis özünde tamamen komedi arabcanin tarzancasi dili ögrenmenin aptalliktan baska bir sey degildir.. Cocuklar yeteri Kadar aptallasiyor okullarda..

  112. O.Gürsel

    Elbette… Atatürk, ilkokullardan başlayarak bir beyin yıkama ameliyesi ile dayatılıyor.
    Zavallı çocuklara gerçeklikten kopuk ve uyduruk bir Atatürk “sevgisi” en tiyatral yöntemlerle öğretilmeye çalışılıyor…

    İşte “putseverlik” dediğim de bu… Dinsel yöntemler uygulanıyor; şimdi de dinin kendisi aynı beyin yıkama yöntemleri ile dayatılıyor..
    Her iki taraf da kul-köle insan tipi için faşist yöntemleri uyguluyor… Bu bağlamda da M. Kemal’in eleştirisi, M. Kemal’i putlaştıranların eleştirisi birbirinden farklıdır… Yöntem ve tarihsellik olarak…
    Kanaatimce, M. Kemal’in eleştirisi “bu zamanda” her şekilde bu dinci zihniyetin ve Milliyetçiliğin de eleştirisi ile birlikte yapılmak zorundadır… Bu yaklaşım o zaman gerçek değerini bulabilir, alabilir. Hak edebilir…

  113. Anonim

    Düzende ve düzenin dayanağı olan statükocu, devletçi, milliyetçi, dinî kafa yapısında değişmezlik, sınırlılık, kendinden olmayanı ve kendinden sonrakini dışlama, son olma iddiası vardır. Bu nedenle ortaya ilk çıktığında tarihte bir ilerleme yaratır, fakat kendinden sonraki ilerlemelerin önünü keser. Bilimde, düşüncede son aşama, son buluş, son durak, değişmezlik, ilerlemenin durması diye bir şey yoktur.

  114. soruYorum

    eğitimin zorunlu olması yanlış değil mi?

  115. Anonim

    Aslında Osmanlıcılık akımı nedeniyle bu dile Osmanlıca adı verilmesi de Tanzimat’tan sonradır. Şemseddin Sami bir yazısında Türkçe’ye Osmanlıca denilmesine karşı çıkar;

    “Söylediğimiz lisan ne lisandır ve nereden çıkmıştır? Osmanlı lisanı tabirini pek de doğru görmüyoruz; çünkü bu unvan selâtin-i Osmaniye’nin birincisi fâtih-i meşhurun nam-ı âlilerine nisbetle müşârünileyhin tesis etmiş
    oldukları bir devletin unvanıdır; hâlbuki lisan ve cinsiyet müşârünileyhin zuhurundan ve bu devletin teessüsünden eskidir. Asıl bu lisanla mütekellim olan kavmin ismi “Türk” ve söyledikleri lisanın ismi dahi “lisan-ı Türkî”dir. Cühelâ-yı avam indinde mezmum addolunan ve yalnız Anadolu köylülerine ıtlâk edilmek istenilen bu isim, intisabıyla iftihar olunacak bir büyük ümmetin ismidir. Devlet-i Osmaniye’nin zîr-i tâbiiyetinde bulunan kâffe-i akvam efradına dahi “Osmanlı” denilüp, “Türk” ismi ise Adriyatik denizi sevâhilinden Çin hududuna ve Sibirya’nın iç taraflarına kadar münteşir olan bir ümmet-i azîmenin unvanıdır.”

  116. Gün Zileli

    tabii ki yanlış. zorunlu olan her şey gibi.

  117. Anonim

    Atatürk’ün bıraktığı rejimin en parlak yönlerinden birisi de milli
    dilimizdir. Dünyanın en güzel ve en zengin dili olan Türkçemiz, eski
    çağlarda Arap, Acem dillerinin etkisi altında kalmış, yeni uygarlık ve
    bilgi gelişmelerine ayak uyduramamıştı. Konuşma dilimizle yazı dilimiz
    arasında derin bir uçurum açılmıştı. Türk kültürü ilerliyemiyor, halk
    tabakaları arasına yayılamıyordu. Atatürk, 1932 yılında kurduğu Dil
    Kurumu ile bu ihtiyaca cevap verdi. (İbrahim Hakkı Konyalı, 1938)

    SORU 22

    Dil devriminin amacı, Türkçe yazı dilini konuşma diline
    uyarlamak mıdır?

    I.

    Cumhuriyet Halk Partisinin 1935 tarihli Programı, şu kavram ve
    deyimlere yer verir: “törütgen yetkiler”, “irde kaynağı”, “özgür ertik
    sahipleri”, “kınavlar arasındaki uyum”, “yoğaltmanlar arasında asığ
    kavgaları”, “çıkat tecimi için kipleştirmek”, “hayvan yeğritimi”, “ciddiğ
    bir yasav”, “ertik okulları”, “taplamak”, “yüret ve bildirge işleri”,
    “tutaklar ile kapsıkları ayırmak”, “ulusun yüksek asığı”, “klas kavgası
    ergesi”, “özel yönetgeler ve şarbaylıklar”, “arsıulusal ergelerle cemiyet
    yapmak”, “kıymetli izdeşler”.
    Türkçe oldukları ileri sürülen bu ve benzeri deyimlerin Türk okuru
    tarafından anlaşılamayabileceği gözönünde tutularak, programa 170
    kelimelik bir sözlük eklenmiştir.1 Bildiğimiz kadarıyla yeryüzünde
    sözlükle birlikte yayınlanan ilk ve tek siyasi parti deklarasyonu budur.
    Atatürk’ün 1934’te bir diplomatik davette yaptığı aşağıdaki konuşma
    da, dil devriminin Türkçeyi halk diline yaklaştırıcı katkılarına ilginç bir
    örnek sayılabilir:

    “Altes Ruvayal! […] Süerdemliği, önü, bu iki ulus, ünlü sanlı sözlerinin
    derinliğinde sonsuz tutmaktadır. Ancak, daha başka bir alanda da onlar
    erdemlerini o denlü yaltırıklı yöndemle göstermişlerdir. Bu yolda
    kazandıkları utkular, gerçekten daha az özençe değer değildir. Avrupanın
    iki ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları
    olarak, baysak, önürme, uygunluk kıldacıları bulunuyorlar. Onlar bugün
    en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: baysal utkusu.”2

    II.

    Türkçenin “öz” Türkçe sözcüklere indirgendiğinde halk diline daha
    yaklaşacağı şeklindeki yersiz inanışa ilişkin ilk hatırlatılması gereken
    şey, Türkçe konuşma dilinde Orta Asya kökenli (Kemalistlerin deyi-
    miyle, “öz” Türkçe) kelimelerin oldukça düşük bir oran tuttuklarıdır.

    Dilin en temel 300 ila 500 kelimesi ağırlıkla Orta Asya kökenlidir.
    Bunlara (“yemek”, “içmek”, “gitmek”, “gelmek” gibi) basit fiiller, (“bu”,
    “ben”, “öbür”, “aşağı”, “yukarı” gibi) belirsiz sıfat ve zamirlerle edatlar,
    ve (birden bine kadar) sayılar dahildir. Ancak spesifik herhangi bir
    konuya ait söz hazineleri (örneğin meslek adları, sebze, meyva ve yemek
    çeşitleri, nalburiye ve bakkaliye maddeleri, futbol terimleri, tamircilik ve
    trafik terimleri, temel hukuk ve bürokrasi deyimleri, ay ve gün isimleri,
    küfürler vb.), ezici çoğunlukla, Arapça, Farsça, İtalyanca, Fransızca,
    İngilizce gibi farklı dillerden kaynaklanırlar. Günümüz konuşma
    Türkçesinin iskeletini oluşturan 5000 kelimenin sadece %30 kadarı Orta
    Asya kökenlidir.3 Bunun da %5-10 kadarı, dil devrimi sonucu konuşma
    diline giren yeni kelimeler olduklarına göre, bundan altmış yıl öncesinin
    Türkçe konuşma dilinde Orta Asya kökenli kelimelerin ancak %20
    dolayında bir oran tuttuklarını tahmin edebiliriz.
    5-6 Kasım 1994 tarihli gazete ve dergilerden rastgele topladığımız
    aşağıdaki deyimlerde, italik olarak dizili olanlar dışında Orta Asya
    kökenli sözcük yoktur:

    Dükkanın elektrik faturası, patates salatası ve palamut ızgara, modern
    popun ilahı, domates fiyatları, merhaba moruk, sabahleyin hava berbattı,
    vapur bileti, telefona hemen cevap vermedi, çikolatalı pasta, fıstık fındık
    parası, cesetten bazı organlar, bedava tatil, ahlaksız, hayasız adamlar,
    ihbar, anında devlete yapılır, şampiyonlar liginde Galatasarayın hali,
    bomba gibi kaset, enfes bir kitabın sahibi, milyar değil, kuruş haram,
    merkez partiler tabanlarını kayb-ediyorlar, hafif sarhoş sofradan
    kalkmışlar, dünyada felaket çanları, elektrikli sandalye, müthiş minibüs,
    belediyede dozerli teftiş, motorundan şasisine kadar, kalite standardı,
    moda dünyasının kalbi, perşembe ve cuma, hazırladığı pembe ve gri
    renklerdeki çamaşır modelleri, polisler tarafından adli tıbba götürüldü,
    müzik grupları sayesinde, kaptan köşkü, lodos, poyraz, alt tarafı sabun
    canım.

    Sözlüğün rastgele bir bölümünden topladığımız Türkçe konuşma
    diline ait aşağıdaki sözcüklerin tümü, Farsçadan alınmadır:

    çabuk, çadır, çağla, çanak, çarçur, çardak, çare, çarık, çark, çarşaf,
    çarşamba, çavdar, çember, çene, çengel, çengi, çeşme, çeşni, çeyrek,
    çınar, çıra, çile, çini, çirkef, çirkin, çoban, çuval, çünkü

    Türkçede üç temel bağlacı ifade eden tüm deyimler (ve, veya, yahut,
    ama, fakat, lakin) Arapça kökenlidir.
    Konuşma dilinin hali böyleyken, dil devriminin Türkçe için koyduğu
    hedef, bilindiği gibi, bütünüyle Orta Asya kökenli sözcüklerden oluşan
    bir yazı dili üretmek olmuştur. Örneğin Atatürk’ün yukarıdaki söylevinde
    kullandığı “Altes Ruvayal” ve “Avrupa” dışındaki tüm sözcükler “öz”
    Türkçedir. Besim Atalay’dan aşağıda naklettiğimiz alıntıda “öz” Türkçe
    oranı %100’dür. 5 Kasım 1994 tarihli Cumhuriyet gazetesinde başyazı ile
    Kemalist köşe yazarları Mustafa Ekmekçi ve İlhan Selçuk’un
    kullandıkları Orta Asya kökenli sözcük ortalaması, sırasıyla % 88 ve
    93’tür.
    Devrim öncesi Osmanlı yazı Türkçesine gelince, aşırı ağdalı bir
    biçimselliğe sahip olan eski saray ve bürokrasi dili ile, 1860’lardan sonra
    özellikle gazete ve roman dili çerçevesinde gelişen yeni uslubu
    birbirinden ayırmamız gerekir. Modern Osmanlıca yazı diline örnek
    olarak bunlardan ikincisini esas alıp, 1860 ile 1923 yılları arasına ait
    gazete makalesi, siyasi beyanname ve tiyatro eseri gibi yazıları gözden
    geçirdiğimizde % 20 ile 40 arasında değişen oranlarda “öz” Türkçe
    kelimeye rastlarız.4 Mustafa Kemal’in Nutuk’ta kullandığı oldukça ağdalı
    Osmanlı Türkçesinde “öz” Türkçe ortalaması % 22 civarındadır.
    Anlatılanları kısaca özetlemek gerekirse:

    Orta Asya kökenli sözcüklerin Türk dilindeki oranı

    Konuşma dilinde:
    %30 ila %35
    Osmanlı yazı dilinde:
    %20 ila %40
    “Arınmış” yazı dilinde:
    %88 ila %100

    Bu istatistiklerden, Osmanlı yazı dilinin konuşulan Türkçeye yakın
    olduğu sonucunu çıkaramayız. (İki sebeple: 1. Konuşma dili için
    verdiğimiz sayılar kelime hazinesi, yazı dili için verdiğimiz sayılar ise
    kullanım sayılarıdır; toplam Osmanlı yazı leksikonu içinde “öz” Türkçe
    kelimelerin oranı herhalde %5’i çok geçmez. 2. Osmanlı yazı dilinin
    Arapça terkip ve gramer kurallarına olan eğilimi, konuşma diline
    yabancıdır.)
    Buna karşılık, dil devrimi sonucu oluşturulan “arındırılmış” yazı
    dilinin konuşulan Türkçeyle pek alakası olmadığını, bu rakamlar – eğer
    kanıt gerekiyorsa – yeterli açıklıkla kanıtlamaktadır.
    Yeni türetilen “öz” Türkçe terimlerin, Türkçe köklerden türedikleri
    için daha kolay anlaşılır oldukları şeklindeki iddia ise, inandırıcı
    olmaktan uzaktır. Sözgelimi, herhalde “tükmek” fiilinden türeyen “tükel”
    sözcüğü ile Arapça kökenli “mükemmel” sözcüğünden hangisinin Türkçe
    bilen biri tarafından daha kolay anlaşılacağı, sanıyoruz ki tartışma
    gerektirmez.

    III.

    CHP’nin 1935 programı, dil devriminin amacını “Türk dilinin ulusal,
    tükel bir dil haline gelmesi” olarak tanımlamaktadır. İkinci amaca anlam
    vermek güçtür; çünkü devrim-öncesi Türkçenin ne kadar mükemmel ve
    kıvrak bir ifade aracı olabileceğini program yazarının bilmemesine
    ihtimal verilemez. 20.ci yüzyılda Türkçeyi kelime zenginliği, ifade
    berraklığı, renklilik, kudret ve ahenk bakımlarından Atatürk kadar ustaca
    kullanmış bir üslupçu azdır. Nutuk, öbür sorunları ne olursa olsun,
    Osmanlı Türkçesinin parlak yapıtlarından biri sayılmak durumundadır.
    Gazi’nin Gençliğe Hitabesinden daha “mükemmel” bir Türkçenin nasıl
    bir şey olabileceğini kavramak kolay değildir.
    Keza, “mektup”, “hasta”, “ticaret”, “misal”, “şehir”, “ihtimal” gibi
    herkesin bildiği kelimelerin yerine “betik”, “sayrı”, “tecim” vb. koymakla
    bir dilin nasıl mükemmelleşeceğini anlamak da mümkün olamaz.
    Nitekim dil devrimine ilişkin literatüre göz attığımızda, asıl – hatta
    tek – vurgulanan amacın tükellik değil ulusallık olduğunu görürüz.
    Örneğin Sadri Maksudi (Arsal)’ın, dil devriminin başlangıç noktasını
    oluşturan Türk Dili İçin kitabına Atatürk’ün yazdığı sunuş yazısına göre,

    “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de
    yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

    Türk Dil Kurumunun kurucu üyelerinden ve dil devrimi hareketinin
    önde gelen temsilcilerinden Besim Atalay’a göre,

    “Dil devriminin üç amacı vardır: Birincisi, güzel dilimizi yabancı
    sözlerden kurtarmak, dile kendi benliğini kazandırmaktır. İkincisi, dilin
    öz kökünden, kendi varlığından yeni sözler türeterek dili işlemektir.
    Türk’e öyle bir dil vermektir ki, o dil ile bütün düşüncelerini, bütün
    duygularını söyleyebilsin, yabancı dillerden söz aramaya kalkışmasın.
    Üçüncüsü, bilgi acununa Türk soyu gibi Türk dilinin de büyüklüğünü
    göstermektir.”5

    Sayılan amaçların ilk ikisi, “dili yabancı kökenli sözlerden
    arındırmak” diye özetlenebilir. Dikkat edilirse, hedef “Türk’e, bütün
    duygu ve düşüncelerini söyleyebileceği bir dil vermek” değildir (çünkü
    Türk’ün zaten öyle bir dili vardır); “bütün duygu ve düşüncelerini
    yabancı dillerden söz aramaksızın söyleyebileceği bir dil vermek”tir.
    Üçüncü amaç olarak ifade edilen sözlere ise rasyonel bir anlam
    yüklemek güçtür.
    Yabancı dillerden söz almanın ne gibi bir sakıncası olduğuna ilişkin
    bir açıklama verilmemiştir. Aynı şekilde, dil devrimine ilişkin altmış
    yıllık literatürü taradığımızda, yabancı sözlerin neden dilden atılması
    gerektiğine dair tutarlı, etraflı, rasyonel hiçbir gerekçeye rastlayamayız.
    Yabancı kelimelerin, ulusal dava açısından zararlı, “düşman”, hatta utanç
    verici oldukları konusunda genel bir anlaşma vardır. Örneğin Dr. Reşit
    Galip’in Birinci Türk Dil Kurultayını açış konuşmasına göre, “şaşkın,
    şuursuz, kozmopolit bir dalaletle […] yabancı istilasına kapılarını ardına
    kadar açmış” olan Türkçe’ye “asli haşmet ve azametini tekrar
    kazandırmak” gereklidir. Ruşen Eşref’e göre “dilde türemiş
    yabancılıklara karşı” en iyi müdafaa, taarruzdur.6 Falih Rıfkı Atay’a göre,
    “ulusal Türkçe gayesinden ayrılmak için insan Türklüğünden
    uzaklaşmalıdır.”7 Prof. Nimetullah Öztürk’e göre, “milli duygu ve
    düşünceden yoksun olanlar dil devriminin ne olduğunu anlayamazlar.”8
    Ali Püsküllüoğlu’na göre dil devriminin amacı, “Türk ulusuna
    Türklüğünü duyurmak”tır.9 Ancak beş yazarda da, yabancı kökenli
    sözcükleri neden atmak gerektiğine – ya da örneğin, kelime hazinesinin
    %60 kadarı yabancı kökenli olan İngilizce’nin neden makbul bir dil
    olmadığına – ilişkin, mantık miyarına vurulabilecek türde herhangi bir
    açıklama bulunmaz.
    “Yabancı” olanın kötü olduğu ve dolayısıyla atılması gerektiği, ayrıca
    herhangi bir ispat gerektirmeyen bir aksiyom – temel veri – olarak
    Kemalist literatürde varsayılmıştır.
    Yabancı düşmanlığı, bilindiği gibi, insan toplumlarının yabancısı
    olduğu bir hadise değildir: günümüzde en uygar toplumlarda bile bu ilkel
    içgüdünün yer yer taraftar kazandığı görülmektedir. Öte yandan,
    “yabancı” olanı dilden (ve sanayiden, tarihten, eğitim sisteminden, devlet
    memuriyetinden, toplumsal yapıdan) temizlenmesi gereken bir pislik
    olarak kavrayan mutaassıp zihniyet ile, kullandığı deyimin Arap, Fars,
    Rum yahut Frenk kökenli olduğuna bakmaksızın derdini ifade etmeyi
    yeğleyen geleneksel Türk ve Osmanlı pragmatizmini kıyaslamak,
    öğretici olabilir.

    Notlar
    1. Bak. Parla, Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları c. 3, s. 100-105.
    2. Söylev ve Demeçleri II, s. 277-278.
    3. Daha ayrıntılı bilgi için karş. Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı: Çağdaş
    Türkçenin Etimolojik Sözlüğü, İstanbul 2002…2007.
    4. Toplumsal Tarih dergisinde yayınlanan “Osmanlı Basınında Yüz Yıl Önce”
    dizisinden seçmeler, Namık Kemal’in 1868’de Hürriyet’te çıkan makaleleri,
    İttihat ve Terakki’nin 1916 tarihli Umumi Kongre raporu ve Tanin
    gazetesinin bu kongreyi izleyen başyazıları esas alındı. Özel isimler ve tırnak
    içindeki deyimler sayılmadı. Bir defadan fazla kullanılan kelimeler ve
    dilbilgisel türevler (“olan”, “olarak”, “olmuşlardı”) bir kez sayıldı. Ayrı
    yazılan “de”, “ise”, “idi”, “mi” gibi gramer parçacıkları sayılmadı.
    5. Türk Dili, Dil Bayramı özel sayısı, 1934.
    6. Atatürk, Tarih ve Dil Kurumları Hatıraları, s. 64.
    7. Çankaya, s. 455.
    8. Dünya, 2.1.1953.
    9. Öztürkçe Sözlük, Önsöz.

    http://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:NEqptau7EfYJ:tufar.com/SanalBaba/Karisik_Icerik_Betikler_Belgeler/Diskilayan_in_Kendini_Avukturdugudur/Soru_22.pdf+&cd=1&hl=tr&ct=clnk&gl=tr

  118. Anonim

    Kemalist rejim, Türkiye’de “kul kültürünün” giderilmesine yardımcı olmuş mudur?

    Aslında ben cumhuriyetimizi, daha doğrusu Türk devrimini şöyle tanımlıyorum: Teokratik esaslara dayalı bir [monarşiden], halk egemenliğine dayanmaya çalışan bir cumhuriyete geçiş. […] Monarşinin kullarından, cumhuriyetin vatandaşına geçiş evresi sözkonusu. Devrim budur. Bunlar dışında kalanlar, şapkaydı, alfabeydi, vb. teferruattır. Devrim, kuldan vatandaşa geçiştir. Vatandaşı bir kez oluşturduğunuz zaman, cumhuriyet bunu oluşturmuştur, o vatandaş nasıl olsa demokrasiye geçecektir. Ve geçmiştir. (Prof. Dr. Toktamış Ateş, İkinci Cumhuriyet Tartışmaları, s. 149.)

    Bu önderin [Atatürk’ün] halk yığınlarını coşturma, sürükleme yeteneği olduğu kuşkusuzdur. Arif Payaslıoğlu’nun deyimiyle, “tapmaya alışık bir halkın karizmatik-otoriter bir önder yaratma eğiliminde olduğu, önderin de yarı-gönülsüz olarak kendisine böyle bakılmasını istediği bir döngü kurulmuştur.” (Mete Tunçay, Türkiye’de Tek Parti…, s. 329)

    Türk halkının, siyasi otoriteye “tapmaya alışık” bir halk olup olmadığı tartışılabilir. Özellikle kasabalı ve köylü halk çoğunluğu açısından, ne bugün ne de geçmişte, güçlü bir “siyasi tapınma” eğilimi saptamak kolay değildir. Aksine, kuşkuculuk, içe kapalılık, rasyonel fakat dar vadeli bir çıkarcılık, bağlayıcı duygu ve ifadelerden kaçınma güdüsü, daha belirgin kültürel özellikler olarak göze çarparlar. Halk sınıflarının önemlice bir kısmında, dinî nitelikli olanlar dışında hiçbir kişi veya nesnenin tapınmaya layık olmadığı inanışı yaygındır. Kırsal kesimde ise, yüzyüze ilişkiler dışında kalan dünya hakkında güçlü herhangi bir inanç veya duyguya sahip olan kimselere çok sık rastlanmaz.

    Siyasi otoriteye tapınma, pekala bilindiği üzere, Türkiye’de daha çok elit kesimi etkileyen bir alışkanlıktır. Devlet büyüklerine her türlü mantık ve haysiyet ölçüsünü aşan övgüler sunma geleneğinin sahipleri, daha çok devlet memurları, milletvekilleri, silahlı kuvvetler mensupları, öğretmenler, profesörler, serbest meslek erbabı ve öteki aydınlar gibi, toplumda belli bir mevki ve saygınlığa sahip olan, dolayısıyla bunları kaybetmeme endişesi ya da daha yükselme hırsı taşıyan zümrelerdir. Az sonra örnekleri görülecek olan kulluk ifadelerinin, mesela bir bakkala veya kapıcı karısına değil, az çok okumuş ve otorite kullanmaya alışık kimselere ait oldukları kolaylıkla anlaşılabilir. Halktan kişilerin bu tür bir usluba heves etmeleri ise, çoğu zaman, kendilerini olduklarından daha “okumuş” ve “önemli” gösterme çabasının bir ürünüdür.

    Dalkavukluğun toplumsal koşulları

    Yukarıdaki gözlem, kısaca “şark dalkavukluğu” diye adlandırılan sosyal hadisenin, bir kültür veya gelenek sorunu olmaktan önce, pekala rasyonel bir davranış biçimi olabileceğini düşündürür. Okumuş, aklı başında ve yükselme hırsına sahip insanların siyasi otoriteye tapınmaları ya da tapınır gibi davranmaları, belki de, bazı toplumsal koşullarda akılcı sayılabilecek bir uyum (adaptasyon) yöntemidir. Dolayısıyla bu toplumsal koşullar ortadan kalktığında, belki hemen, belki (insan alışkanlıklarının gücü hesaba katıldığında) bir-iki kuşak içinde kaybolup gitmesi beklenecek bir davranış bozukluğudur. Sorun toplumun “kültürel” bir zaafı değil, aksine koşullara uymada gösterdiği rasyonel yetenektir.

    Siyasi otoriteye tapınma tavrını – “kul kültürünü” – mantıklı bir toplumsal refleks haline getiren koşullar nelerdir? Birer hipotez olarak ortaya çıkarmaya çalışalım.

    Kul kültürü şu koşullarda rasyonel bir davranış biçimi olarak ortaya çıkacaktır:

    1. Siyasi ikbal, bir tek kişi veya merciin (örneğin Tek Parti yönetiminin) yetkisinde ise; farklı otoritelerin rekabetinden doğan pazarlık kapıları kapalıysa.

    2. Siyaset dışındaki ikbal ve yücelme yolları (örneğin ticaret, sanayi, bilim, sanat, din), milli siyasetin birer şubesi haline getirilmiş; bu alanlarda başarı, siyasi bir davaya hizmet etme şartına bağlanmışsa.

    3. Siyasi bir görüş veya milli bir davanın ülkedeki mutlak hakimiyeti, bunun dışında kalan düşünce ve davranışları “toplum düşmanlığı”, “vatan hainliği”, “nankörlük”, “psikopatlık” ve benzeri nitelemelere açık bırakmışsa.

    4. Siyasi ve milli amaç uğruna hukukun zedelenmesine, dolayısıyla toplumda hukuka olan güvenin sarsılmasına (örneğin devrim mahkemeleri kurularak) göz yumulmuşsa.

    5. Siyasi ve milli amaç uğruna her aracın mübah olduğu (örneğin “devrimin kendi mantığı” olduğu) görüşü hakim kılınmışsa.

    6. Siyasi ve milli amaç uğruna yalan söylemek (örneğin Hititlerin Türk olduğunu beyan etmek) ahlaken doğru kabul ediliyorsa.

    7. Toplumda vicdan ve haysiyet duygularını geliştiren, ikbali reddetme ve terörden yılmama gücünü kişilere kazandıran kurum ve değerler (örneğin din, mutlak bilim kurumları) zayıflatılmış veya zedelenmişse.

    8. İçte hakim olan siyasi koşulları sorgulamaya imkân veren uluslararası bilgi ve düşünce alışverişi (örneğin yabancıların “düşman” ve “emperyalist” oldukları fikri aşılanarak) kısıtlanmış; uluslararası dayanışma araçları (örneğin “kökü dışarıda akımlar” diye tanımlanarak) yokedilmişse.

    9. Siyasi otoritenin intikamından çekinmeyecek kadar sağlam dayanakları olan, davranışlarıyla toplumun geri kalan kısmına ilham ve cesaret veren birtakım ayrıcalıklı kesimler (örneğin ırsi bir aristokrasi, veya yabancı devletlerin himayesinde olan vatandaşlar) toplumda yoksa veya yokedilmişlerse.

    10. Devlet gücünün, en ücra köy ve kasabaya kadar uzanan coğrafi homojenliği, devletin dolaysız denetiminden kaçış imkânlarını yoketmiş; başkentin veya sarayın boğucu havası dışında memlekette soluyacak temiz hava bırakmamışsa.

    11. Nihayet, bütün bunlar sayesinde gelişen dalkavukluk ve Üst’e yaranma kültürü, toplumun en üst mercilerinde (örneğin mebus atanmak veya devlet sofralarına davet edilmek suretiyle) mükafat ve takdir görüyorsa.

    Saydığımız koşulların, şu ya da bu ölçüde, Şark toplumlarında sıkça rastlanan koşullar oldukları gerçektir. Ancak Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş aşamasında bu koşulların, Osmanlı devrinde hemen hemen hiç görülmemiş bir şiddet ve yoğunluk derecesine erişmiş oldukları da ayrı bir gerçektir.

    Çağdaş Türk siyaset uslubu: 1. Övgü

    Saydığımız koşullarda yeşeren siyasi zihniyet ve uslubun, geniş bir literatürden seçilmiş birkaç örneğine göz atalım:

    Hamdullah Suphi Tanrıöver: “Geçtiği yollarda, incecik ellerine, kahır çekmiş köylülerin nasırlı elleri sarıldı; ninelerin dua ile titreyen dudakları dokundu. O’nun en güzel, en tanrısal eserleri yapan ellerine, öksüz çocukların göz yaşları döküldü. O şimdi ismi her milletin dilinde anılan, daha yaşarken tarih olmuş, hayalin ufuklarında ve kat kat şafaklar içinde yüzen efsanevi bir kahramandı.” (Günebakan, s. xx. Yazının konusu, 1923 TBMM seçimleri öncesi Gazi’nin çıktığı yurt gezisidir.)

    Ağaoğlu Ahmet: “Büyük Gazi! […] Büyük Dahi! […] layezal ve ebedi bir merbutiyet hissinin mahsulü olan bu satırları [vb…]

    Bütün nimetleri, Paşa Hazretleri, bendeleri, Sizin dehanıza medyunum. Bugünkü vaziyetin tahavvülü bütün vatanın felaketini mucip olacağı gibi, benim gibilerin de tamamen mahv ve perişanisine sebep olacağından zerre karar şüphe ve tereddüdüm yoktur. […]

    Büyük Müncimiz! […] Türk inkılabının başında bulunan Dahi’nin haiz olduğu prestije dünyanın hiçbir tarafında ve hiçbir devrinde tesadüf olunmamıştır. Gazi Paşanın icra etmiş olduğu tahavvüller […] adeta mucizevi ve efsanevidir. […] Bir millet yalnız bilakaydüşart itimat ettiği, kalbinin ve ruhunun bütün samimiyeti ile takdis ettiği bir Rehber’e ancak bu kadar teslim-i nefs eder. Dünyada hiçbir hükümdar, hiçbir peygamber bu kadar derin ve şumullü bir inkılabı icra etmemiştir ve edemez. Bu mucize yalnız Türk Deha’sına müyesser olmuştur.” (Atatürk’e 1926 tarihli mektup; elyazısıyla ve Atatürk’ün notlarıyla iktibas eden, Soyak, Atatürk’ten Hatıralar c. II, s. 493.)

    Abdülhak Hamit Tarhan: “Sen ki hilkat [yaradılış] denilen ummanın/en büyük incisisin […] Bir dehaet [dehalık] ki güneşten yüksek,/Ve semavat ile ünsiyeti [yakınlığı] var.” (1927)

    Ahmet Haşim: “Altıyüz senelik bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi, eski ilahlarınki gibi, yıpranmış bir başın hiçbir izini taşımıyor. Alevden coşkun bir nehir halinde, yeni bir cihanın kuruluşuna yol açan fikirler kaynağı o baş, bir yanardağ tepesi gibi taşıdığı ateşe kayıtsız, mavi gök altında sessiz ve gülümseyerek duruyor.” (Bize Göre, 1928.)

    Burhan Cahit: “Gazi Mustafa Kemal, kaderin büyük milletlere nasip ettiği büyük habercilerin sonuncusudur. Onlardan biri, bir kavmin kararan ruhunu aydınlattı, ve gösterdiği ışık arzın yarısını karanlıktan kurtardı.” (Gazi’nin Hayatı, 1930)

    İhsan Şerif (Gazi’nin huzurunda): “Aklı beşerin ihata edemeyeceği hiçbir muamma yoktur ki, Büyük Gazinin şimşekler yaratan gök gözlerinin bir an nazarı altında bütün kolaylıklarile halledilmiş olmasın. İste fıtratın cihanda milyonlarca insandan esirgediği bu durbini [uzakgörüşlülük] ve kudret nazarı sayesindedir ki Büyük Gazi [vb. …] Bugün siyaset dünyasında büyük ırkımın varlığını yaşatan Büyük Halaskarımız olduğu gibi, güneşten doğan büyük ırkımın mazideki şanlı ve canlı varlığını yaratan da Büyük Gazi Hazretleridir (sürekli alkışlar).” (Birinci Türk Tarih Kongresinin açış konuşması, 1932)

    Prof. Dr. Yusuf Ziya Özer (Gazi’nin huzurunda): “Temas ettiği her şeye hayat ve ruh ifaza eden Ulu Gazi yüzlerce asırların ihmal ettiği bu noktaya da sihirli asasının ucuyla dokundu. Madem ki derinlikleri ölçülmek mümkün olmayan dehasının şulesi bu meseleye in’ikas etmiştir [yansımıştır] [vb. …].” (Birinci Türk Tarih Kongresinde tebliğ, 1932)

    Yusuf Ziya Ortaç: “Atatürk’e Ekber! Atatürk’e Ekber! ancak O var: Atatürk! / Evliya odur, peygamber odur, sanatkâr Atatürk, / Tarihe hakim, zekâya önder, doğma serdar Atatürk, / Bunları geçti insan büyüğü: Kendi kadar Atatürk!” (1933; bak. Behçet Necatigil [der.], Atatürk Şiirleri, Türk Dil Kurumu Yay. 1963).

    Aka Gündüz: “Atatürk’ün tapkınıyız! […] Her şeyde Atatürk, Yerde O! Gökte O! Denizde O! var da O! yok da O! her şeyde O! Atatürk! […] Yerdedir, göktedir, sudadır, alandadır, diktedir, pusudadır. Görünmezi görür! Bilinmezi bilir! duyulmazı duyar! Sezilmezi sezer, ezilmezi ezer! Her şeyde Atatürk! Elimizi yüzümüze, gönlümüzü özümüze kapıyoruz. Biz sana tapıyoruz! Biz sana tapıyoruz! […] Varsın, Teksin, Yaratansın! Sana bağlanmayanlar utansın!” (“Yürekten Sesler”, Hakimiyet-i Milliye, 4.1.1934; aktaran İsmail Beşikçi, CHF Tüzüğü, s. 188. Aka Gündüz’ün eserinde ironi belirtilerine rastlamak güçtür.)

    Kadro dergisi (Tek Parti rejiminin ideolojisini kurmayı amaçlayan Kadro dergisi, Şevket Süreyya Aydemir, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vedat Nedim Tör, Burhan Belge ve İsmail Hüsrev Tökin tarafından çıkarıldı): “Türk milletinin yüksek ve kutlu mukadderatını 14 yıldan beri zaferden zafere ileten Büyük Şefin yalçın kametini tarihin zeminine heybetle aksetmiş görmek, O’nun esrarlı, onurlu, sessiz ve alayişsiz Şef kudretini, milletin varlığı gibi sağlam ve sonrasız gösteriyor. […] Milletten Şefe doğru muhabbetin, milletten Şefe doğru selahiyetin, milletten Şefe doğru sadakat ve itaatin bu ne hudutsuz ölçüsüdür ki, Şefte, milletin bütün varlığı, bütün kurtuluş ve kuruluş kararı ve bütün manevi kıymetleri bu kadar eşsiz bir sembol bulabiliyor!” (Başyazı, sayı 31, 1934).

    Vasfi Mahir Kocatürk: “Peygamber Tanrısına duymadı bu hasreti,/ Vermedi bu kudreti Tanrı peygamberine/ […] Cihangirler sürünür senin eteklerine/ […] Yalnız senin önünde duydum küçüklüğümü, / Benzedi ıstırabın Allahın kederine.” (“Heykelinin Karşısında”, 1935)

    Prof. Dr. Nimetullah Öztürk: “Damarlarımıza taze kan, vücudumuza taze can, gönüllerimize sarsılmaz iman, kafalarımıza sonsuz giden ülküleri sen verdin… Ancak sende ve seninle yaşamaktayız ölümsüz Ata!” (1953)

    Prof. Dr. Cahit Tanyol: “Gerçeğe giden bütün yollar O’nda birleşiyor. O’nda tamamlanıyoruz. O’na sırtını çeviren düşünce bizden değildir.” (1960)

    Yakup Kadri Karaosmanoğlu: “Ne zaman insanüstü bir varlığın özlemini duysak hemen O’nu hatırlıyor, O’na sığınıyoruz. […] İnsanlık tarihinin umumi kıymet ölçülerine göre inanıyoruz ki, O, yiğitlerin en yiğiti, dahilerin en dahisi, inkılapçıların en inkılapçısı ve devlet adamlarının en mükemmeli idi.” (1961)

    Prof. Yusuf Hikmet Bayur: “O’ndaki azim ve irade fevkelbeşer [insanüstü] idi. Yenemeyeceği hiçbir güçlük, deviremeyeceği hiçbir engel yoktu.” (1964)

    Çağdaş Türk siyaset uslubu: 2. Sövgü

    Kul kültürünün değişmez bir unsuru da, Üst’e karşı çıkan ya da karşı çıktığı sanılan veya karşı çıkma ihtimali bulunan kişilere karşı gösterilen abartılı şiddettir. Çağdaş Türk siyaset dilinde, böyle kişiler, istisnasız olarak, a) vatan hainidir, b) gizli ve karanlık amaçlar peşindedir, c) para ile satın alınmıştır, d) kandırılmıştır, e) yabancı ajanıdır, f) Türk değildir, g) cinsel tercihleri kuşkuludur. Her halükârda, dürüst ve meşru birtakım gerekçelerle Üst’ün bazı görüşlerini paylaşmıyor veya bazı davranışlarını onaylamıyor olmaları, akla gelebilecek ihtimaller arasında bulunmaz.

    Örneğin:

    Falih Rıfkı Atay: “Hiç şüphe etmeyiniz. Bütün bu muhalif gazeteciler, hepsi bir kelime ile alçaktırlar. Balkanlardan Amerika’nın öbür ucuna kadar böyle mahluklar, casus ve baba katili gibi, en iğrenç mücrimlerle bir sıraya konur ve şahıs hürriyetleri bile kendi ellerine teslim edilmez. Biz ise, gazete denilen müesseseyi teslim etmişiz. Vatan, zafer, milli şeref ve hepsini temsil eden Gazi, Türk cinsinin en büyük adamı, bütün mukaddes kıymetlerle oynama hakkını vermişiz. Zafer mazidir diye zafer heykelini yıkmak isteyen alçak ruhlar, yalnız sizin havalarınızda teneffüs etmektedirler. Pis ciğerlerinin içinde, yalnız sizin havanızı kirletmektedirler. Bu adamlar, ölüleri soymak için iki ordu arasındaki harbin sonunu bekleyenler gibi, yağma için yangın çıkmasını bekleyen serseriler gibi, hırslarını doyurmak için vatanın parçalanışını, devletin düşüşünü beklemektedirler. İnkıraz beklemektedirler. […] Hürriyetin, sokak köpekleri tarafından kemirilmek için kaldırım üstüne atılmış bir kemik parçası olmadığını herkes bilir.” (Hakimiyeti Milliye [Ulus], Başyazı, Haziran 1931.)

    (Yazı, Atatürk’ün 1.11.1930 tarihli TBMM açış konuşmasında basın hürriyetine ilişkin ifade ettiği görüşlerin daha renkli bir dille tekrarıdır.)

    Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya: “Türk devrim hareketini aşağılatarak türlü amaçları tatmin çabasında olanlar, gelecek kuşaklar karşısına, böylesine bir nankörlük yükü altında iki büklüm, ne yüzle çıkacaklardır? […] Onlar, bu memleketin doğal gelişme ve yükselme yolunu tıkamak isteyen bir zihniyetin temsilcileri oldukları için bu yoldadırlar.” (Tunaya, Devrim Hareketleri…, s. 3, 1964.)

    (İlk cümledeki “tatmin” kelimesine dikkat ediniz.)

    Uğur Mumcu: “[…] yasadışı Kuran kursları, Suudi sermayesi desteğindeki İslamcı enstitüler, devlet kapılarında iş takipçiliği yapan Nakşi şeyhleri, Arap sermayesiyle sarmaş dolaş il ve belediye başkanları, milyarlık şirketler, dinsel gericiliğin sakalını sıvazlayarak bugünkü lükslerini sürdüren, ağızları Davidof marka purolu, bilekleri Roleks marka saatli sözde liberaller, liberalizme yardakçılık yapmayı hüner sayan dönek Marksistler, rüzgar gülleri gibi her gün yön değiştiren tatlı su ilericileri, gölgelerinden korkan aydınlar, salon sosyalistleri, gericinin yoksuluna karşı aslan kesilip aynı gericinin iç ve dış sermaye çevreleriyle sarmaş dolaş olanına karşı süt dökmüş kedilere dönen sahte Atatürkçüler, tirajlarını biraz daha artırmak için kadın göğsü ve bacak fotograflarının yanında Kuran ciltleri veren gazete patronları.” (Cumhuriyet, 12.3.1989.)

    (“Sarmaş dolaş,” “sakal sıvazlamak,” “rüzgar gülleri” ve “tatlı su” deyimlerindeki cinsel duyarlığa dikkat ediniz.)

    Yekta Güngör Özden: Ben [ikinci cumhuriyetçilerin] çoğunu okumuyorum ve dinlemiyorum. Duyduklarım için söylüyorum. […] Devlet kurmuş, vatan kurtarmış bir adama saldırmanın nankörlüğü; koşulları, ortamı bilmemenin aymazlığı var. Ondan sonra neye hizmet ettiklerinin ayırdında değiller. Bunları başka türlü nitelemek istemiyorum. Çıkar olabilir, yurtdışı bağlantıları olabilir, intikam olabilir.” (1994, Baykam (der.), Mustafa Kemaller…, s. 229)

    (Satılmışlık-ajanlık-ard niyetlilik üçgenine dikkat ediniz; bunları söyleyen, ülkenin en yüksek mahkemesinin başkanıdır.)

    Sonuç

    Bu üslup ve bu zihniyetin siyasi düşünceye egemen olduğu bir toplumda, çağdaş demokrasinin tutunması bir yana, en temel hukuk ve siyasi ahlak kurallarının nasıl korunabileceğini anlamak güçtür.

    http://www.nisanyan.com/?s=soru-14

  119. hortlak

    Her dil diger dillerden etkilenir ve zenginlesir. Türkce zengin bir dil olabilir ama medeniyet dili olmamistir.
    Yunanca,arabca,cince,latince gibi sanat,bilim,teknikte etkin olan bu medeniyet dillerden etkilenmesi dogaldir.
    Dilde milliyetcilik zararli oldugu gibi onu birakip dile uymayan, yapisinida ters gelen suni bicimde oynamak dili oyuncak haline getirir. Bu ister kendi üretimi olsun ister disardan.
    Dil yasamasi,gelismesi,degismesi kacinilmazdir.Kuran kitabi degismedi ama arapcalari degisti araplarin.Allahin kitabi bile degisimi durduramadi -::))

  120. soruYorum

    kemalist, sosyalist, stalinist, islamist her türden ulusçu- milliyetçi ya da düpedüz faşist kesimler bu anarşist sitede kendilerini ifade edebiliyorlar…bu güzel …hakaret ve küfür (tahakküm) edilmedikçe böyle olması da gerekir.

    bu sayede “kes-yapıştır” usülüyle de olsa bu fikirlerden yararlanma olanağı bulabiliyorum-(z)

    ancak bence anarşist bir sitede yazıldığı unutuluyor sanki… bize her türden propagandif fikirlerden önce, bu görüşlerdeki “bir asıl mesele” yanıtlanmamış ya da kasten ( mi) gözardı edilmiş olarak kalıyor:

    “GÜNÜMÜZ KÜRESEL GERÇEKLİĞİ İÇİNDE ULUS-DEVLETİN VAR KALMASI NE KADAR MÜMKÜN VE GEREKLİDİR?”.

  121. soruYorum

    ANF de Zana Farkini’nin Mit-Daiş ilişkileri ve asıl-çekirdek TC. devleti hakkındaki yazısı önemli bence…ilgilisine duyurulur…

  122. soruYorum

    özür…ZANA AZADİ olacaktı…

  123. hortlak

    Osmanlica osmanli saray ahalisinin kendi türk toplumlumuna yabancilasmak icin yabanci dil ,arapca konusmasidir. Tipki bati dilerini saraylarda konusan car cevresi,soylular gibi..

    Yalniz bizimkinler tembel oldugundan yabanci dili carlar gibi mükemmel ögrenememis yarim yamalak,yari türkce yari arapca olan uyduruk osmanlica cikmis. Sonucta ne araplar anlayabilmis nede türkler bu sacma ,gülünc dili.

    Bu bohtan dili bugün bilim sanat dili diye millete satmaga kalkanlarin ardindaki zihniyet bu gülünc osmanli sarlatanlarin,saray sortarilarin devamidir…

  124. Anonim

    kemalist eğitim sistemi

    milyonlarca öğrenciye flüt çaldırmaya ve zorla resim yaptırmaya çalışır.

    https://eksisozluk.com/entry/36357673

  125. Anonim

    İnançer’den yine çok tartışılacak sözler: “Bu memlekette inkilap (köpekleştirme) yapılmıştır”

    TRT 1’de yayınlanan “Ramazan Sevinci” programında, “hamileler sokağa çıkmasın” sözüyle kamuoyunun tepkisini çeken Ömer Tuğrul İnançer, TBMM İnsan Kaynakları Başkanlığı davetiyle meclis personeline “Hazreti Mevlana’yı Anlamak” konulu konferans verdi. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1 Kasım 1928’de yaptığı ‘Harf Devrimi’ hakkında sert açıklamalarda bulunan İnançer “İnkilap mı? İnkilap ne demek biliyor musunuz ‘Köpekleştirme’ demektir. Bu memlekette inkilap (köpekleştirme) yapılmıştır. Dünyanın en büyük kütüphane cinayeti 1928’de Türkiye’de olmuştur. Bir gecede Türkiye’nin kitapları okunmaz hale gelmiştir” dedi.

    ELİF ŞAFAK’A ELEŞTİRİ

    “Amerika’da evli bir avukatın, evli bir hanımla olan macerasını -kusura bakmayın ben açık sözlüyüm, bunun adına ilimde ‘zina’ derler- bu hadiseyi Hz. Mevlânâ ile Hz. Şems arasındaki muhabbet ile paralelleştirmeye çalışan bir roman çok satıyor diye o romanın yazarı (Elif Şafak) bu konuyu bilen oluyor öyle mi? Yazıklar olsun. Ben bunu söyledim diye de onun beyi söylemediğim bir laftan dolayı aleyhime kampanya başlattı. Ben ‘hamileler sokakta gezmesin’ demedim. ‘Nazar değer’ dedim. ‘Beyleri akşam onları arabayla gezdirdisin’ dedim.”

    BU MEMLEKETTE İNKİLAP YAPILDI

    Mevlevihanelerin patrikhane kadar haklarının korunmadığının söylenmesi üzerine İnançer, şu yorumları yaptı: “Çünkü Anayasa’ya aykırı. 1925 tarihli kanun değiştirilmesi teklif edilmesi dahi anayasaya aykırı. Böyle vatandaşa böyle kanun. Kaldır onu, anayasadan kaldır o maddeyi devirdiğimiz şeyleri dikelim, o zaman düzelir. İnkilap mı? İnkilap ne demek biliyor musunuz ‘Köpekleştirme’ demektir. Ancak inkılap dersek ‘Kalp etme’ diye bakacaksınız. Bu memlekette inkilap yapılmış. İskenderiye Kütüphanesi ve Bağdat Kütüphanesi dünyanın en büyük kütüphane cinayeti diye tarihe geçmiştir. Yalan. Dünyanın en büyük kütüphane cinayeti 1928’de Türkiye’de işlenmiştir. Bu mübarek Meclis’in çatısı altında söylüyorum. Ne dediğimi de biliyorum ben hukukçuyum. Bir gecede bütün Türkiye’nin kitapları okunmaz hale gelmiştir. Kütüphaneler kapatılmıştır. Eğer yazı Latinize edilmekle adam olunaydı Japonlar o kargacık burgacık yazılarıyla bugüne gelemezdi.”

    http://webtv.hurriyet.com.tr/haber/omer-tugrul-inancer-bu-memlekette-inkilap-yapildi_100800

    http://www.hurriyet.com.tr/gundem/27717674.asp

  126. Anonim

    İnançer’in sözleriyle ilgili bir yazı yazan Çölaşan, duyduğunu dahi anlayamayacak kadar aptal olduğunu göstermiş;

    Önceki gün Meclis çatısı altında konferans verdi. Şu sözlerine bakınız:

    “İnkılâp ne demektir biliyor musunuz? Köpekleşme demektir…”

    Yalan söylüyor.

    İnkılâp Osmanlıca bir sözcük. Köpekleşme ile uzaktan yakından ilgisi yok.

    Devrim’in Arapçası.

    Dün çeşitli sözcüklere baktım. Bir tanesinde bile böyle bir karşılık yok.

    İşte Ferit Devellioğlu‘nun bu konularda temel olarak kabul edilen “Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat” isimli eserinde bu sözcüğün karşılığı:

    “İnkılâb: Değişme. Bir halden başka bir hale dönme. Devrim.”

    Türk Dil Kurumu başta olmak üzere öteki sözlükleri de inceledim, “Köpekleşme” diye bir karşılık hiçbirinde yok!

    Dolayısıyla bu adam yalan söyleyip toplumu kandırmaya kalkışıyor.

    http://www.gercekgundem.com/medya/89083/colasandan-inancere-sert-yazi

    Köpek anlamına gelen kelb’den türeyen inkilab ile kalb’den türeyen inkılab arasındaki farkı bilmemek önemli değil de, İnançer’in ikisi arasındaki farkı konuşmasında açıkça söylemesini bile anlamayacak kadar aptal mısın be adam! “İnkilap ne demek biliyor musunuz ‘Köpekleştirme’ demektir. Ancak inkılap dersek ‘Kalp etme’ diye bakacaksınız.” diyor.

    Harf devriminin yapılması doğru ama, geçmişin bilinmesi için alfabesinin ve dilinin de öğrenilmesi şart. Yoksa karşımıza böyle dünyadan haberi olmayan, zır cahil, bağnaz adamlar çıkıyor.

  127. Anonim

    Sanayi toplumunda okullar ve üniversiteler nedeniyle çocukların ve gençlerin aileden ve akrabalardan uzak kalması ve evlilik yaşının yükselmesinin, kadınların çalışması sonucu çocukların bakımını anaokullarının ve bakıcıların, evin işlerini eve çalışmaya gelen gündelikçilerin üstlenmesinin, ve bunun gibi daha birçok şeyin ailenin ve toplumun yapısını parçalaması tehlikeli değil mi?

  128. Gün Zileli

    Her türlü tutucu yapının parçalanması yararlıdır.

  129. Anonim

    http://turkoloji.cu.edu.tr/YENI%20TURK%20DILI/5.php

  130. Anonim

    Türkü

    “Halk ezgisi” anlamında türkî sözcüğüne en erken 15. yüzyıla ait Kâbusname tercümesinde rastladım. Eminim daha erken örnekleri bilen uzmanlar da vardır; aydınlatırlarsa memnun olurum. 16. yüzyılda Avrupalı tüccarlar için bir Türkçe el kitabı ve kelime listesi hazırlayan Floransa’lı Filippo Argenti, türkî = a) Türk işi, Türk usulü, b) köylü havası demiş. Meninski lugatine göre türkî çağırmak = “ciğerin derininden gelen yanık sesle şarkı söylemek”. Diğer adı ırlamak veya yırlamak.

    Osmanlı’nın genel kullanımında “Türk” ve “Türki” tabirleri Anadolu köylüsünün dilini, tarzını, kültürünü ifade eder. Etnik bir nitelemeden çok SINIFSAL bir tanımdır. Epeyce aşağılama (ama biraz da nostalji ve takdir) içerir. İstanbullu’nun, ya da okumuş ve yönetici zümreden birinin 19. yüzyıl ortalarından evvel kendine “Türk” dediğine hiç tanık olmadım. Şu aralar 1720 tarihli Vehbî Surnamesini okuyorum. Oradaki “Türk” tiplemesini bugün yaz, alimallah 301’den hüküm giyersin.

    Kafa karıştıran bir mevzu, biliyorum. Daha net olsun diye şunlara da değineyim. Bir, devleti kuran hanedanın ATALARININ Türk olduğunu bilirler ve söylerler. Ama mesela Kanuni Sultan Süleyman’a “Türk” demeye cüret eden kimse çıktığını sanmıyorum, yabancı Frenkler dışında.

    İki, egemen sınıfın ortak konuşma dili şüphesiz Türkçedir. İstanbul sarayı ile İstanbul sokaklarının hâkim dili de Türkçedir. Hem bugün bildiğimiz Türkçeden pek farklı olmayan, gayet renkli ve bol deyimli bir Türkçedir. Ama bu dil asla yazılmaz. Bir kimlik unsuru olarak öne çıkarılmaz. Osmanlı okuryazar zümresi Türkçe yazmaz: Arapça ile Farsça ve Türkçenin karışımı olan olağanüstü sun’i ve rafine bir dili yazarlar. Üstelik bu dilin –hayrettir- bir adı yoktur, “elsinei selase” (üç diller) diye geçer. Bir dilden ziyade bir tür emperyal üsluptur, edebi bir janrdır. Mecbur kalınca “lisanımız” derler, ama isim vermekten özenle kaçınırlar. “Osmanlıca” da demezler, çünkü o deyim de ilk 1850’lerde icat edilmiştir.

    Çağdaş önyargıları geçmişe yansıtmaktan vazgeçip “tam olarak nasıl olmuş”u açık zihinle anlamaya çalışırsak belki bugünü de daha iyi anlayacağız, öyle sanıyorum.

    ***

    Sevan Nişanyan

  131. Anonim

    10 Kasım Dayatmasına Karşı Çıkan Öğretmene Soruşturma

    Kartal Cevizli Anadolu İmam Hatip Lisesi Fizik öğretmeni Recai Bahadır, 10 Kasım resmi tören dayatmasına karşı çıktığı için hakkında tekrardan işlem başlatıldı.

    Kartal Cevizli Anadolu İmam Hatip Lisesi Fizik öğretmeni Recai Bahadır, daha önce İslami kimliğine aykırı olduğunu belirterek “saygı duruşu” seremonilerine katılmadığı için çeşitli cezalar almış, 2013 yılında da aynı konuyla ilgili sürgün edilmişti. Bu ilkeli duruşunu 2014 yılında da sürdüren Bahadır, 10 Kasım 09.05’te yapılan “anma” törenine İslami kimliği ile çeliştiği için katılmamış ve konuyla ilgili okul idaresi ve peşinden de Kartal İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından kurulan komisyona yazılı ifade vermiştir.

    Kendisinden bilgi aldığımız Bahadır, standartların belli bir seviyenin üzerinde olduğu ülkelerde bu tarz bir mobbingin (işyerlerinde yıldırma amacıyla uygulanan psikolojik baskı) uygulanmadığını, insanların inançlarının önünde hiçbir engelin olmadığını, en can sıkıcı durumunda bu muamelelerin karşısında hatta mağduru olan kişilerin bugün zorunlu olarak bu soruşturmaları yönettiklerinin defalarca altını çizdi. Ortaya koymuş olduğu tavrın, birilerine hakaret etmek amacıyla olmadığını, tersine kendisinin zorlanmasının hakaret olduğunu söyleyen Bahadır, Müslüman bir ülkede inançların yok sayılmasının kabul edilemez bir uygulama olduğunu dile getirdi. Sürgün cezasına maruz kaldığı bir önceki anma töreni ile ilgili mahkemenin sürdüğünü söyleyen Bahadır, “inşallah Müslümanların inançlarına saygı noktasında bir karar çıkacağını düşünüyorum” dedi.

    Her defasında bunun bir dayatma olduğunu ve hem ahlaken hem de hukuken kimseye zorla “saygı duruşu”nda bulunulamayacağını belirtmesine rağmen, resmi ideolojiden kalan gayri resmi teamüllerle insanlara cezalar yağdırılmaya devam edilmesi bir zülümdür. Bu zulmün dün Kemalist kadrolar tarafından yapılmasını eleştirenler, bugün ellerine geçen imkanları bu ve benzeri zulümlerin kaldırılması noktasında kullanmalıdırlar.

    Kemalist kadroların belli makamlardan gittiğinin iddia edildiği, “Yeni Türkiye” sözlerinin sıkça duyulduğu günlerde laik, Kemalist bir öğretmenin şikayeti üzerine insanların yerlerinden, yurtlarından sürgün edilmesi anlaşılır bir tavır değildir.

    Bu ilkeli tavrından dolayı Recai Bahadır’ı tebrik ediyoruz ve kendi savunmasının tam metnini aşağıda paylaşıyoruz.

    Recai Bahadır: “10 Kasım 2014 günü ilk saat dersim olduğu için saat 09.00 sularında okula gelip arabamı parka bıraktıktan sonra okul bahçesinde öğrenci ve öğretmenlerin toplandığını gördüm. Bu esnada saygı duruşu başlamıştı. Bende inancıma ters olduğu için saygı duruşunda bulunmayarak okula girdim. Bir Müslüman olarak ancak Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah’ın huzurunda saygı ile durur ve eğilirim. Bu çerçevede Allah’tan başka kim için yapılırsa yapılsın saygı duruşu gibi bir ritüeli yerine getirmeyeceğimi belirtmek isterim. Mevcut yasal çerçevede saygı duruşunda bulunmak gibi bir zorunlulukta bulunmamaktadır. Böyle bir zorlamayı çoğunluğun Müslüman olduğu bir ülkede İslami inançlarımızın hiçe sayılması olarak görmekte insani ve dini haklarımı yok sayılmasını beraberinde getirmektedir. Hem İslami inançlarım hem de geçerli hukuk sisteminin muhalifinden olan böyle bir uygulamayı kesinlikle kabul etmiyorum. Bir eğitimci olarak öğrencilere iyi ahlak sahibi olmalarını ve asla ikiyüzlü olmamalarını öğütlerken, benden inancımla ilgili konularda rol yapmamamı beklemenizi umarım.”

    Haksözhaber

  132. Anonim

    Bir grup İslamcı Anıtkabir’in yıkılması için fetva vermiş;

    Anıtkabir Yıkılsın Fetvası
    bismillahirrahmanirrahim ‎بِسْــــــــــــــــــمِ اﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم

    liderimiz sayın recep tayyip erdoğan sayesinde yurdun dört biryanındaki laik cumhuriyetin okulları dönüştürülerek imam hatipleştiriliyor. artık yeni türkiyenin adımları hızlanıyor. sıra geldi kuran harflerimizi değiştiren ataput’un evini yıkıp en büyük camii’yi yerine inşaa etmeye. din kardeşlerim şu hadisin gereği yapılmalı artık;

    hz. ali (ra) der ki:
    abdullah muvahhid
    “rasûlullah’ın beni gönderdiği bir iş için seni gönderiyorum. yerden yüksek ne kadar kabir varsa yık ve ne kadar heykel varsa yerle bir et.” (müslim, cenâiz 93)

    http://hadincennete.blogspot.com/2012/07/antkabir-yklsn-fetvas.html

    Bunlara ne kadar karşı olsam da ben de Anıtkabir’in yıkılmasından yanayım.

    Bir yorumcu şunu yazmış;

    Adsız22 Haziran 2014 18:15

    anıtkabir’i dolaşınca mustafa’nın nasıl şatafat içinde yaşadığını görebiliyoruz.

    hilafeti kaldırıp pakistan’dan gelen paralarla kendisine banka kuran atamız faiz işinden güzel paralar kazanmış. kayınpederini de bankaya ortak etmiş.

    hepimize ibret olmalı bence bu durum. anıtkabir’in çağrıştırdıklarını es geçemeyiz.

  133. Anonim

    Mersin’de Atatürk büstü kaidesinden söküldü

    ANKARA (CİHAN)- Genelkurmay Başkanlığı, Mersin’de okul bahçesindeki Atatürk büstünün kaidesinden sökülerek yere atıldığını açıkladı.

    Genelkurmay’dan yapılan açıklama şöyle: “Mersin / Akdeniz ilçesi Gündoğdu Mahallesinde bulunan Kıbrıs İlköğretim Okulunun bahçesindeki Atatürk büstü, kimliği belirsiz bir grup tarafından, kaidesinden sökülerek yere atılmış, ayrıca büste ait kaide mermeri kırılmıştır. Adli tahkikat başlatılmıştır.”
    CİHAN

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑