Fikir Özgürlüğünü Kim Savunur, Kim Savunmaz?
Bir zamanlar bu sitede de yazıları ve tartışmaları yayınlanan ve halen de okumak isteyenlere açık olan Taylan Kara arkadaş düştüğü bayırdan aşağı yuvarlana yuvarlana en sonunda TKP denilen hilkat garibesinin yayın organı “Sol” adlı sitede kendine bir köşe bulmuş. Önceleri makul bir arkadaş gibi görünüyordu. Hatta edebiyat ve sanat ödüllerine karşı ilk çıkışlarını, cesur yazılarını bir süre desteklemiştim. Fakat bir noktadan sonra, giderek saldırgan bir hal almaya ve mantığı zorlamaya başladı eleştirileri. İlk çıkış noktasının doğrultusunda yürümeye devam etseydi, çok iyi yerlere varabilecekti. Ne yazık ki, tam tersi yönde ilerledi veya geriledi.
Bir arkadaşımın gönderdiği, 1 Aralık 2017 tarihinde yayınlanan “Liberal ahmaklık ve bir uyuşturucu olarak ‘fikir özgürlüğü’” başlıklı yazısı beni pek şaşırtmadı da acı acı güldürdü. Bütün hırslar gibi yazar olma hırsı da insanları nerelere sürüklüyor, nasıl da mantığını kaybetmesine neden oluyordu. Bu mantık ve izan dışı yazıyı yayınlayan “Sol” sitesinin sorumlularına ise artık pek bir şey demeyeceğim. Onları yönlendiren, genelde politik hırslarıdır. Yazarlarının mantık hatalarını göremeyecek kadar gözleri kararmış demek ki.
Benim açımdan ve okur açısından oldukça zahmete yol açsa da Taylan Kara’nın yazısını birkaç noktada ayrıntısıyla ele almak zorundayım. Çünkü bakış ve mantık yanlışları yazının her satırına sinmiş durumda. Hiç de sevdiğim bir şey değildir bu, ama işte hayat insanı sevmediği şeyleri yapmaya da zorluyor. Oysa bu öğleden sonrayı, Arkadaş Yayınları’nın 2008 yılında bastığı, Anne Applebaum’un Gulag (çev: Ufuk Demirbaş) adlı kitabının tanıtmasını yazmaya ayırmıştım.
Taylan Kara, yazısının başına, kendisini tamamen yalanlayan, Rosa Luxemburg’un şu sözünü bir epigraf gibi koyarak başlamış:
“Özgürlük her zaman ve istisnasız farklı düşünene tanındığında özgürlüktür. (R. Luxemburg, Rus Devrimi,Yazılama yayınları, 2009)
Taylan Kara, Rosa Luxemburg’un tamamen katıldığım bu sözünü eleştiren tek bir laf etmeden yazısına devam etmiş. Bu acaba R. Luxemburg’a gizli bir eleştiri midir? Yani Taylan Kara, “yuh be, R. Luxemburg bile ‘liberal ahmaklığa’ kapılmış” mı demek istemiştir? Eğer bunu demek istemişse Rosa’ya eleştirisini neden açık açık yapmamıştır? Belki de sağa sola bol bol üfüren Kara, bu kadarına cesaret edememiştir de, bu alıntıyı kendisine karşı getirecekleri şimdiden engellemek için yazısının başına koymak yoluna gitmiştir. Yoksa TKP’lilerin yayınevi olan Yazılama Yayınları’nın kısa yoldan reklamından yararlanmak isteyen “Sol” editörleri mi bu alıntıyı koydular özellikle? Aman canım, ben de öküz altında buzağı aramaya başladım.
Taylan Kara, bundan sonra Voltaire’e “mal edildiğini” belirtmek gereğini duyduğu şu ünlü cümleyi alıntılamış:
“Fikrinize katılmıyorum ama fikrinizi açıklamanız için canımı veririm.”
Sonra da şöyle bir ara başlık atmış:
“Voltaire böyle bir cümle söyledi mi?”
Hımm, demek bu cümle aslında Voltaire’e ait değil, en azından kuşkulu bir durum var diye düşünüyorsunuz. Zaten Taylan Kara da ağzındaki baklayı çıkarıveriyor:
“Voltaire’in böyle bir cümlesi yoktur…Voltaire’in hiçbir kitabında geçmez.”
Tam, demek ben yıllardır yanlış biliyormuşum, diye düşünmeye hazırlandığınız sırada, Taylan Kara bu sefer şöyle söyleyiveriyor:
“Bu yalan, Voltaire’in bir papaza yazdığı mektupta bambaşka bir bağlamda geçen ‘yazdıklarınızdan nefret ediyorum ama yazmaya devam etmeniz için canımı veririm’ ifadesinden çıkmıştır.”
Burada biraz durmamız gerekiyor. “Yalan” sözcüğü sadece olgulara ilişkin kullanılır, fikirler için kullanılan sözcük “yalan” değil, “yanlış” olabilir ancak. Öte yandan, Taylan Kara bu cümlesiyle, yukarıdaki, “Voltaire’in böyle bir cümlesi yoktur” cümlesini nakzetmektedir. Kara, “bambaşka bir bağlamda” demiş ama bu bağlamı açıklamadığı için bu deyişi de tamamen havada kalmış. Yoksa Kara, Voltaire’nin ifadesini kitapta değil de mektupta geçtiği için yok saymaktan mı yana? “Cümle” ile “ifade” arasında bir fark olduğunu mu söylemiş oluyor? Öyle olsa bile “yoktur” diye kesin ifadeler kullanması olacak şey değildir. Kara’nın yazdıklarından hareket edecek olsak bile, Voltaire’nin cümlesinin “yok” değil, “var” olduğunu bir kere daha görmüş oluyoruz. Diyelim ki Voltaire’in böyle bir cümlesi yok, otoritelerden bu kadar korkmaya ne gerek var ki? Rosa Luxemburg’dan kendini nakzeden alıntılar koy, fakat onun otoritesinden korktuğun için tek bir söz etme. Keza Voltaire gibi büyük bir ismin manevi otoritesinden korktuğun için tutarsızlık üzerine tutarsızlık yaparak “var olsa da yoktur” anlamına gelecek saçmalıklara sap. Oysa ben olsam, Voltaire yanlış söylemiş der geçer, okur ve eleştirmenleri boşu boşuna akıl yürütmek ve kalem sallamak zorunda bırakmazdım.
Buraya kadarı bir şey değil, hatta sadece girizgâh. Esas saçmalamalar bundan sonra başlıyor. Konuya şöyle girmiş Taylan Kara:
“Bu ülkede hiçbir iktidar sosyalistlere ‘fikrinize katılmıyorum ama fikrinizi açıklamanız için canımı veririm’ demedi.”
Tamam da, acaba Taylan Kara’nın özgürlük düşmanı iktidarlardan böyle bir beklentisi vardı da, hayal kırıklığına mı uğradı? İyi ya işte, iktidarlar bunu demediyse (ne de olsa özgürlükçü Voltaire ile özgürlük düşmanı iktidarlar arasında bazı farklar olması gerekiyordu) sadece özgürlüğe karşı oldukları için dememişlerdir, başka bir nedeni olamaz. Taylan Kara’nın başından sonuna kadar devam eden mantık çarpıklığı burada ilk kez net bir şekilde su yüzüne çıkıyor. Eğer iktidarlar, esasında hiç de öyle olmadıkları halde buna benzer bir cümle etselerdi, Taylan Kara o zaman belki biraz haklı olurdu. O zaman diyebilirdi ki, “bakın, bunlar böyle söyler ama fiiliyatta tersine yaparlar.” Oysa Kara, öyle demiyor da, “demediler” diyor. Bu ise sadece iktidarların özgürlük karşıtlığı konusundaki tutarlılıklarını ortaya koymaktan başka bir işe yaramıyor.
Bundan sonra Taylan Kara, sanki çok ispatlanmaya muhtaç bir şeymiş gibi, yukarıdaki özgürlük karşıtı “kuvve”lerini “fiile” geçirerek şöyle diyor:
“ ‘Fikirlerine katılmadıklarını fark ettikleri’ sosyalistler hapse atıldı, öldürüldü, toplumdan kazındı.”
Taylan Kara, bundan sonra da başka bir sürü örnek vererek zahmet etmiş, fakat bunlar zaten bilinen şeyler. Yani iktidar sahipleri her zaman böyle yaparlar. Voltaire’in sözlerini söylemeyenler meşreplerine uygun davranıp özgürlüklere ve muhaliflere saldırmışlar. Bunda da şaşılacak hiçbir şey yok.
Taylan Kara’nın mantıksızlıkla malul bütün cümlelerini buraya alırsak bu yazı bitmez, inanın bana. Onun için, bundan sonra ister istemez seçme yapmak zorundayım. Yazının ortalarına doğru Taylan Kara bu sefer şöyle demiş:
“Toplumdaki güç dengesini ve iktidarda kimin olduğunu dikkate almadan “her görüş özgürce açıklansın ilkesi”savunulduğunda ortada kalacak olan tek şey iktidarın görüşüdür.”
Mantık çarpıklığının zirve noktalarından biridir bu satırlar. Görüşlerini istedikleri gibi ortaya koyabilenler kim: İktidardakiler. Peki görüşleri baskı altında olanlar kim: İktidarın karşında olan görüşler, öyle değil mi? Peki, böyle bir durumda “her görüş özgürce açıklansın” talebi, görüşleri yasaklayanların mı işine yarar, yoksa yasaklananların mı?
Affınıza sığınıp ilkokul beşinci sınıf düzeyinde bir örnek vererek anlatmaya çalışayım: Diyelim ki, bir pazar var. İnsanlar gelip bu pazarda mallarını sergiliyor ve satıyor. Bazı zorbalar pazara hâkim olmuş, kendileri dışındakilerin pazarda mallarını sergilemesini ve satmasını engelliyor. Böyle bir durumda “her pazarcı malını pazarda serbestçe satabilmelidir” talebi kimin işine yarar? Zorbaların mı, yoksa malını pazara süremeyenlerin mi?
Zaten Taylan Kara yazıya şaşkın ördek misali tersten daldığı için sık sık kendini nakzeden şeyler söylemekten geri kalmamaktadır:
“İktidarın fiili özgürlüğü, ‘fikir özgürlüğü’ne sığmaz. Eski çağlardan bu yana iktidarda olan, elindeki silahlı güç ve propaganda aygıtları ile zaten muazzam bir ‘ifade özgürlüğü’ne sahiptir… İktidardaki görüşün kendini ifade etmesi için demokrasiye veya bu ilkeye ihtiyacı yoktur.”
Doğruyu kendisi söylemiş. O zaman “herkese fikir özgürlüğü” demek, ona ihtiyacı olmayanların değil, ihtiyacı olanların talebidir her şeyden önce.
Ne var ki, Taylan Kara tersten dalmaya devam ediyor ve yukarıda söylediklerini bir kere daha nakzediyor.
“Bu ‘fikir özgürlüğü’ ilkesi adı altında iktidarın, kendini zaten fiilen her yerde ifade edebilenin, güçlünün ifade özgürlüğünü savunmak, su katılmamış bir liberal ahmaklıktır.”
Bu durumda yeniden belirtmek zorundayım. İktidar “fikir özgürlüğü”nden zaten yararlandığına göre sınırsız fikir özgürlüğünü savunmak muhalefete yarar ve iktidarı sıkıştırır. Çünkü onun bu özgürlükten fazla bir kazancı yoktur ama muhalefetin çok büyük kazancı vardır. Örneğin, “Ülkenin zenginliklerinden herkes yararlansın” dendiği zaman, bu zenginliklerden zaten bol bol yararlanan zenginler memnun kalmaz bu slogandan. O zenginlikler kendisinden esirgenen emekçiler ister bunu.
“Bu ahmaklık, Nazi Almanya’sında Nazilere karşı mücadele edenleri “Ama Nazilerin de sizin kadar görüşlerini ifade etmeye hakkı var” diyerek despotlukla suçlayabilir, Nazilerle Nazi karşıtlarını eşitleyebilir, Nazi karşıtlarının Nazilere karşı mücadelesini “baskıcı” ve “totaliter” bulabilir. “Naziler sizin görüşünüzü engelliyor ama siz de Nazilerin görüşünü engelliyorsunuz. Aslında iki taraf da despotik” diyerek ahmaklığın doruğuna çıkabilir… Nazi Almanya’sında fikir özgürlüğünün anlamı nedir? 1942’de Adolf Hitler’in bir radyo konuşmasını kesmek, A. Hitler’i bir tartışma programında protesto edip konuşturmamak fikir özgürlüğünü kısıtlamak mıdır?”
Taylan Kara’nın mantığındaki çarpıklık burada doruğa çıkıyor. Nazi Almanya’sında özgürlüğün kırıntısını bile bırakmayan Nazilere karşı mücadele, özgürlük mücadelesidir. Dolayısıyla kimsenin bu mücadeleyi “baskıcı” ve “otoriter” bulması söz konusu olamaz. Olsa olsa bu saçmalığı Naziler ileri sürebilir belki ama onların bile aklına böyle “dahiyane” bir suçlama gelmemiştir. “Naziler görüşünüzü engellemiyor” gibi bir argüman Taylan Kara’nın dışında kimsenin aklına gelmemiştir bugüne kadar.
Nazi Almanya’sında fikir özgürlüğünün anlamı Nazilerin ezdiği özgürlükleri savunmaktır. Dolayısıyla bu özgürlükleri savunmak Nazilerin aleyhinedir. Öte yandan Taylan Kara, aç tavuk kendini arpa ambarında zannedermiş misali, Nazi Almanya’sıyla ilgili hayaller görmeye başlamış… 1942’de Hitler’in radyo konuşmasını kesmek gibi. Özgürlükler tamamen bastırıldığından bu imkânsız bir şeydir ama diyelim ki, Hitler’in toplantı yaptığı masanın altına bomba yerleştiren Claus von Stauffenberg gibi bir kahraman bunu gerçekleştirmiş olsun, bu eylem özgürlükçü bir eylem olurdu. Çünkü karşıt fikrin özgürlüğünü savunmak ne kadar özgürlükçü bir tutumsa, özgürlüğü bastıran tiranı susturmak da o ölçüde özgürlükçü bir eylemdir. Öte yandan, Hitler’in konuşmasını yarıda kesmekle, iktidarda olmayan Nazi taraftarlarının propagandasını engellemek aynı şey değildir. Böyle bir şey yapıldığında, özgürlükçü olunmaz, gelecekteki özgürlük düşmanlığının yolu açılmış olur.
1980’lerde bir Karl Popper modası başlamıştı. Ben de merak etmiş, onun Açık Toplum ve Düşmanları kitabını edinip okumuştum. Popper’in başka eserlerindeki bilimsel alana ilişkin saptamaları gerçekten önemliydi ama bu kitaptaki siyasi saptamaları beni pek çekmemişti. Dahası, bazı fikirleri, bırakın çekmeyi, itmişti de. Karl Popper, özet olarak söyleyecek olursam, gelecekte özgürlüğünü ortadan kaldıracak olanların (örneğin “proletarya diktatörlüğü” taraftarlarının) özgürlüğünü şimdiden bastırmanın bir zorunluluk olduğunu ileri sürüyordu.
Taylan Kara “liberalizm”e çok esip üfürüyor ama kendi özgürlük karşıtı fikirlerinin bu libero-muhafazakâr görüşten pek de bir farkı yok. Hepsi aynı kapıya çıkıyor: Birilerinin özgürlüğünü şu ya da bu gerekçeyle elinden almak, bastırmak.
Özgürlüğü bastıran kendi özgürlüğünün bastırılmasının da yolunu açar.
Özgürlük her zaman ve istisnasız farklı düşünene tanındığında özgürlüktür.
Bu yazıya daha fazla devam etmek belki mümkündü ama beni affedin, gerçekten gücüm tükendi. Eskiler bu benim yaptığıma “abesle iştigal etmek” derlerdi.
Gün Zileli
2 Aralık 2017
Taylan Kara’nın yukarıdaki yazım bir gün sonra verdiği cevap aşağıdadır:
GÜN ZİLELİ’YE YANIT
İnsan bu sitesi
Gün Zileli’nin yazımla (1) ilgili yazdığı yazıyı (2) okudum. Normalde yazılarımla ilgili açıklama yapmayı doğru bulmam. Yazıda yazan neyse odur. Ancak G. Zileli’nin yazısında benim yazıma atfedilen yanlış çıkarımları açıklamak gerekiyor.
***
1.Bu yazı “fikir özgürlüğü”nü reddetmez. Verilen örneklerde gösterdiği gibi liberallerin ve Gün Zileli’nin linkteki yazısında savunduğu şeklini reddetmektedir.
Bu yazının özeti, yazıdaki şu alıntıdır:
“Özgürlük Nazi Almanya’sında Yahudilerin, İsrail’de Filistinlilerin, Suudi Arabistan’da gayrimüslimlerin ifade özgürlüğüdür.” R. Luxemburg alıntısı da bunu söyler: “farklı düşünenin, azınlığın, güçsüz olanın, muhalif olanın fikir özgürlüğü”.
Yazı bunu savunmaktadır. Oysa G. Zileli bunu savunmaz. G. Zileli “farklı düşünenin” değil “herkes için fikir özgürlüğü”nü savunmaktadır. O “herkes”in içinde Obama, 500 korumayla gelen bakan, Kissinger, Vietnam kasabı Kommer de vardır. G. Zileli’nin görüşü ile bu yazının ayrıştığı temel nokta burasıdır.
Linkteki tartışmada G. Zileli, “Obama’nın fikir özgürlüğünden söz etmek artık komedidir.” diye yazan bir yorumcuya şu yanıtı verir (3):
“Böyle bir ayrım yok. İfade özgürlüğü herkes için söz konusudur. Diyelim ki, bir yerde Obama’nın kendini ifade etmesini engellersen ona da karşı çıkarım. Bu, benim Obama ile gerçekten mücadele edebilmem için gereklidir her şeyden önce. Bu kadar zor mu bunu kavramak. Sadece güçsüz olanların ifade özgürlüğünü savunurum demek, güçsüz olanın ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının koşullarını da yaratırım demekten farksızdır.”
*
G. Zileli’ye şöyle bir eleştiri gelir:
“Bushun ortadoğu teorisyeni Bernard Lewis, emekli olmuş artık devlet görevi kalmamış milyonların katili Kissinger, vietnam kasabı Kommer… Brezinski… CIA nın eski şefi… Mantığınıza göre hepsi şu an sadece eli kalem tutan insanlar, devlet güçleri yok. Hepsinin fikir özgürlüğü var. ..Fikir özgürlüğü, sadece azınlığın, kendini ifade etmesi sınırlanmış, güçsüz olanınki ise anlamlıdır. Burada Obamanın fikir özgürlüğünden söz etmek artık komedidir.”
G. Zileli, bu eleştiriyi de yukarıdaki aynı paragrafla yanıtlar.
*
Oysa yazısında, benim verdiğim Nazi örneklerini çürüteceğim diye G. Zileli kendisine ters düşmektedir.
“Nazi Almanya’sında özgürlüğün kırıntısını bile bırakmayan Nazilere karşı mücadele, özgürlük mücadelesidir. Dolayısıyla kimsenin bu mücadeleyi “baskıcı” ve “otoriter” bulması söz konusu olamaz.”
Kommer’e, Kissinger’a, Obama’ya karşı mücadele neyin nesidir peki?
Obama’nın konuşma özgürlüğünü savunmasının nedeni “Obama’nın özgürlük kırıntısı” bırakması mıdır? Bu çerçevede düşünüldüğünde Obama ile Nazilerin farkı nedir?
*
G. Zileli’ye şöyle bir soru sorulur:
“birkaç yıl önce burhan kuzu ankara siyasal bilgiler fakültesinde konuşturulmadı. ifade özgürlüğü engellendi, mutlak özgürlük ise onun konuşturulmaması, yumurta atılması da yanlıştı. öğrenciler sadece protesto edebilir, sorular sorarak onu zor duruma sokabilirlerdi.
ne düşünüyorsun?
ikincisi mesela abdurrahman dilipak ya da abdulkadir selvi gibi yazı yazzarak hükümeti destekleyen isimler için de bu özgürlüğü istiyorsun, bunu anlıyorum yazdıklarından. mesela gezi direnişi sırasında dilipak gezi parkına gelip camide içki içildiğini, kabataşta başörtülü bacımıza saldırıldığını söylemek istese buna ne tepki verirdin? pratikte ne olurdu.”
G. Zileli’nin yanıtı aşağıdaki gibidir:
engellenmesine her durumda karşıyım. Orhan (burhan) Kuzu sorularla sıkıştırılmalı ama konuşması engellenmemeliydi. tabii ki, onun bu soruların sorulmasına ne kadar izin vereceği ayrı bir konu. Eğer bunu engellemek isterse kendisinin konuşturulmaması da ifade özgürlüğü açısından bir gerekliliktir. aynı şeyi Dilipak için de söyleyeceğim. diyelim ki, Dilipak Gezi’ye geldi ve bilinen iftiralarını yaptı. Onu orada sorularla ve karşı konuşmalarla bir güzel sıkıştırmak varken konuşmasını engellemek yanlıştır. Böyle örnek bir tutum gezi7nin özgürlükçülüğüne ve yeni bir toplum vaadine uygun olurdu. kaba saba yasakçılığın doğru olabileceği hiçbir durum yoktur.
Yazımı eleştirdiği yazısında ise bu söylediklerinin zıddını söyler:
“Çünkü karşıt fikrin özgürlüğünü savunmak ne kadar özgürlükçü bir tutumsa, özgürlüğü bastıran tiranı susturmak da o ölçüde özgürlükçü bir eylemdir. “
*
G. Zileli, 500 korumayla gelen bakanın konuşmasını, bu bakan özgürlükçü olduğu için mi savunmaktadır? Yok eğer bu bakan “özgürlüğü bastıran biri” ise onu konuşturmayan öğrencilere niçin laf etmektedir?
***
2. Hiçbir teorik tartışmaya girmeksizin şunu söyleyeyim:
Örneklerde de görüldüğü gibi G. Zileli’nin “fikir özgürlüğü” anlayışının pratik sonucu Obama’nın, 500 korumayla gelen bakanın fikir özgürlüğüdür. Herkes için eşit olanakların olmadığı bir dünyada “HERKES için fikir özgürlüğü” bir palavradır.
Tutarlı bir ilkeymiş gibi görünen “herkes için fikir özgürlüğü” anlayışınızın pratik sonucu asla “HERKES için fikir özgürlüğü” olmamış, daima fikrini “zaten sınırsızca ifade edenlerin özgürlüğü” olagelmiştir.
*
Gün Zileli, 500 korumayla gelen bakanı sorularla sıkıştırmayı önermekte , “bunu engellemek isterlerse kendisinin konuşturulmaması da ifade özgürlüğü açısından bir gerekliliktir” diye yazıyor.
Burada, “Auschwitz tatsızlığı ve sorularla terleyen Naziler” başlıklı yazıyı öneriyorum (4).
Eminim G. Zileli’nin de haberi olmuştur. Bu protesto için 11 öğrenci için 4 yıl hapisle yargılanmış, 2 öğrenci 6 ay hapis cezası almıştı (5,6). Okul idaresinin öğrencilere verdiği uzaklaştırma ve disiplin cezalarını ise saymıyorum.
G. Zileli’nin mantığına göre milyonlarca insanın katili Bush’a ayakkabı fırlatarak onu konuşturmayan gazeteci Muntazar El Zeydi “Bush’un fikir özgürlüğü”nü çiğnemiştir.
Zileli’ye göre El Zeydi’nin yapması gereken şey onu konuşturmak ve sonrasında da kendisinin konuşmasıdır. Ya konuşturmazlarsa? Tutuklarlarsa (7)?
Çünkü Zileli için:
“Özgürlükte görecelik diye bir şey olmaz. O somut anda ağzı tıkanan kim, ben ona bakarım. Yoksa 300 kanalda konuşurmuş, beni bu ilgilendirlmez. ilke ilkedir. Görecelik olmaz.”
*
Kısacası G. Zileli’nin “fikir özgürlüğü” anlayışı ile bu yazıda savunulan anlayış birbirinden tamamen farklıdır. G. Zileli’nin savunduğu “Herkes için fikir özgürlüğü” pratikte güçlünün, kendini zaten ifade edebilenin özgürlüğüdür.
Oysa bu yazıda “herkes için özgürlük” ifadesinin bir palavra olduğu örneklerle gösterilmiş ve özetle “fikirler arasında ayrım yapılmalıdır” denmektedir.
Çünkü fikir özgürlüğü “herkes için” değil, “azınlığın, farklı olanın, muhalefetin” fikir özgürlüğüdür.
R. Luxemburg’un dediği gibi “farklı olanın” özgürlüğüdür. Farklı olan Obama, Bush ya da 300 korumalı bakan değildir.
Bu ayrım temel bir ayrımdır.
***
3. G. Zileli pazarcı örneğini vermiş.
“Diyelim ki, bir pazar var. İnsanlar gelip bu pazarda mallarını sergiliyor ve satıyor. Bazı zorbalar pazara hâkim olmuş, kendileri dışındakilerin pazarda mallarını sergilemesini ve satmasını engelliyor. Böyle bir durumda “her pazarcı malını pazarda serbestçe satabilmelidir” talebi kimin işine yarar? Zorbaların mı, yoksa malını pazara süremeyenlerin mi?”
G. Zileli’nin mantığından yanıtlayayım. “Herkes malını satsın” sözünün zorbalar üzerinde hiçbir etkisi yoktur, olmamıştır. Zorbanın gücü varsa zaten diğerlerini engellemektedir. Bu ilke, sadece “zorbalığa uğrayanların üzerinde” etkilidir. Zorbaya direnen olduğunda, pazarda belli bir yerde zorbaya karşı çıkıp zorbaları engelleyenlere G. Zileli şöyle der:” lütfen zorbaları engellemeyelim, herkes pazarda malını satabilmelidir”. G. Zileli’nin ilkesi, zorbaların zorbalıklarını pekiştirici, direnenlerin direnişini kırıcı bir etki yapmaktadır.
***
4. Voltaire’e mal edilen cümlenin onun olduğuna dair hiçbir sağlam kanıt yoktur. Bu cümlenin temel kaynağı, Voltaire’in ölümünden tam 128 yıl sonra biyografisini yazan Evelyn Beatrice Hall’den ibarettir. Voltaire’in kitaplarında geçmez, aktarımlarında yoktur.
Hall’ın kitabında, bu ifade tırnak işareti içinde geçmektedir. Bu nedenle Voltaire’in söylediği yanılgısına düşüldüyse de, aslında yazar bir özet geçtiği için tırnak içine almıştır. Hall, 1935 yılında Sunday Review’a bir açıklama yapmıştır. Bu açıklamasında, aslen Voltaire’in “Kendinizi düşünün ve diğerlerinin de bu ayrıcalığa sahip olmasına izin verin.” sözünü özetlerken bu sözcükleri kendisinin seçtiğini belirtmiştir (8,9). Yazının ana konusu bu olmadığından detay verilmemişti ancak detayları merak eden okurlar linklere bakabilir, başkaları da var.
Yazıda, iddianın çıktığı kaynağı belirtmek amacıyla mektup bilgisi verilmiştir.
Kısacası bu sözün Voltaire’e ait olduğu görüşü sadece bir iddiadır, kanıtı yoktur. Yokluk kanıtlanamaz, varlık kanıtlanır.
***
5. Konu sadece teknik anlamda “bir cümle Voltaire’e ait midir?” olsaydı, bunu ifade ederken “yalan” yerine “yanlış” sözcüğü daha doğru olabilirdi; Gün Zileli’nin bu eleştirisi doğrudur.
Ancak konu, pratik çıktıları son derece tehlikeli, “şişede durduğu gibi durmayan” bir aktarımdır. Bu “yanlış” aktarımla bu ülkede bir refleks kırıldıysa, Fethullahçılık ve siyasal islam meşrulaştırıldıysa o artık bir “yanlış” değil “yalan” hatta ve hatta “koca bir yalan” olur.
***
6. “Voltaire’in manevi otoritesinden korkmak, otorite, cesaret edememe” vs. Bu tür yakıştırmalar tamamen G.Zileli’nin yanlış çıkarımlarıdır. Yazıyla ilgisizdir.
***
7. R. Luxemburg alıntısını Solportal editörleri değil yazının yazarı olarak BİZZAT BEN koydum. Yazıyla ilgisini 1. maddede açıkladım. “Yazılama yayınlarının kısa yoldan reklamından yararlanmak isteyen Sol editörler” ifadesine yanıtı ise yine G. Zileli vermiş : “öküz altında buzağı aramak”…
Benim yanıtım ise sadece şu olacak:
“Pes”!
Bu negatif bakışın, bu “nereden laf çaksam” tavrının kaynağını anlamakta zorlanıyorum.
***
8.
G.Zileli’nin yazısında şu cümleler geçmektedir:
-“düştüğü bayırdan aşağı yuvarlana yuvarlana en sonunda TKP denilen hilkat garibesinin yayın organı “Sol” adlı sitede kendine bir köşe bulmuş. “
-“giderek saldırgan bir hal almaya ve mantığı zorlamaya başladı eleştirileri.”
-“sağa sola bol bol üfüren Kara, bu kadarına cesaret edememiştir “
Yazdığım her cümlenin, iddianın kaynağı yazının altında belirttiğimi, yazılarımı takip eden okurlarım bilir. Bu tür ifadeler yakışıksızdır, fikir tartışmasını zedeleyen bir üsluptur. Ayıptır. Bir yazara yakışmaz. Hiç kimseye yakışmaz.
Konuyu bu kadar kişiselleştirmek, tartışma zemini oluşturacak bir üslup değildir. Bu nedenle bu yazıyı tartışma açmak için yazmadım.
Bu yanıtı okuyanlar için yol gösterici olması açısından yazma gereği duydum. Benim yazımı ve G. Zileli’nin yazısını okuyan okurların değerlendirmesine sunarım.
Saygılarımla
Taylan Kara
Kaynaklar
2. http://www.gunzileli.com/2017/12/02/fikir-ozgurlugunu-kim-savunur-kim-savunmaz/
4. http://www.insanbu.com/eski/a_haber2a9a.html?nosu=1037
5. http://www.haber7.com/ic-politika/haber/767842-burhan-kuzuya-yumurtaya-4-yil-hapis
6. http://www.ulusal.com.tr/m/gundem/kuzuya-yumurta-atan-11-ogrenci-beraat-etti-h18302.html
7. http://bianet.org/bianet/bianet/111377-busha-ayakkabi-firlatan-gazeteci-el-zeydi-yalniz-degil
#İSTİFA’nın Zamanıdır
https://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2017/11/istifann-zamandr.html
30 Kasım 2017 Perşembe
Demir Küçükaydın
Taylan Kara’nın yazısının özü bir cümlede şöyle ifade edilebilir: İfade özgürlüğü bakımından iktidar sahipleri ile ezilenler aynı olanaklara sahip değildir.
Bu, yeni olmasa da doğru bir saptama.
Örneğin, RTE neredeyse esnemek için bile ağzını açsa hemen hemen tüm kanallar anında canlı yayına geçerken muhalifler, özellikle de sisteme temelden karşı olanlar bu olanağın binde birine bile sahip değil.
Bu durumda RTE’nin zaten abartarak bile değil, zorlayarak, adeta kanırtarak, hatta iyice suyunu çıkararak kullandığı bir “hak” ile muhaliflerin hakkını eşitlemek, –gerçekleşme düzleminde fiilen mümkün olamayacağı için– saçmadır.
Taylan Kara neo-liberal çevrelerin eşitlemeci sözlerini eleştirmekte haklı.
Ne var ki, aşikâr olan bu doğruyu kanıtlamaya çalışmış. Ama buna gerek yoktu. Bilmediğimiz bir nedenle o ihtiyacı duymuş.
Buraya kadar eleştirilecek bir nokta görmüyorum.
Gelgelelim seçtiği argümanlar ve örnekler meramını anlatmaya uygun olmamış. Oysa başka bir argümantasyon zinciriyle amacına ulaşabilirdi.
R. Luxemburg epigrafı gerçekten de yazdıklarının özüyle çelişiyor. O cümle Kara’nın eleştirdiği tutumun bir örneği olarak koyulduysa bunun yazıdan anlaşılması gerekirdi. Eğer farkına varamadığımız bir takım gizli ipuçlarıyla anlaşılacak herhangi bir hikmeti yoksa, bizim gibi ortalama okuyucunun da çözmesi gerekirdi koyuluş nedenini.
Keza Voltaire’e atfedilen o sözün kitap yerine mektupta yazılmış olması, ona ait sayılamayacağı anlamına gelmiyor. Çünkü o söz artık kamuoyunun erişimine açık hâle gelmiş. Cümlenin söz diziminin biraz farklı olması özünü değiştirmiyor.
Bu yazıdaki tutarsızlıklara rağmen Taylan Kara, özellikle edebiyat alanındaki kurulu düzenin işleyişine karşı çıkıp kirli ilişkileri teşhir eden çalışmalarıyla doğru bir iş yapıyor, yararlı bir çalışma yürütüyor.
Donanım ve birikim bakımından olmasa da yaşım itibarıyla şunu söyleyebileceğimi sanıyorum: Okuru olduğum genç eleştirmen Taylan Kara, kalemini biraz daha özenli kullandığı takdirde, eleştirdiği kesimde görülen “Ben ne yazsam okunur” tuzağına düşmekten kurtulacak, özgül ağırlığı giderek artacak, dolayısıyla yapmasında büyük yarar gördüğüm işi daha etkili bir şekilde sürdürecek.
Taylan kardeş, Tmam iyi yazıyosun okuyoruz saol ama bu defa olmamış. Ööle cin olmadan adam çarpmayaa kalkma.. bu alemde dahha yüz fırın ekmek yemen lazım. Gün abi sende çok hırpalamışsın arkadaşı. netice de iyi çocuktur Fazla bindirmeyelim. saygılar
Merak edip okudum yazıyı. Burada alıntıladığınız kısımlar ile ilgili eleştirileriniz doğru da, hiç doğru cümleleri yok mu peki?
Şunlar mesela;
“İktidardaki gücün fikir özgürlüğü ile muhalefetin kısıtlanmış fikir özgürlüğünü eşit derecede savunmak, Koç Holding ile bir simitçiden aynı miktarda vergi almakla eşdeğerdir.”
“Liberal ahmaklık, birkaç yüz korumayla geldiği bir üniversitede protesto edilen bir bakanın fikir özgürlüğünü savunur. Elinin altında devletin tüm kolluk kuvvetleri ve devasa propaganda aygıtları olan bir görüş ile bunun karşısında duran diğer bir görüşün ifade imkânları eşit midir?
Liberal ahmaklara göre, her cümlesi onlarca medya organında anında yayımlanan bakan “fikir özgürlüğü mağduru” iken protesto sonrası gözaltına alınan ve bir kısmı okuldan uzaklaştırılan ya da atılan öğrenciler despottur. Liberal ahmak için onlarca TV’de istediği an konuşma olanağı olan bir bakanın fikir özgürlüğü ile protestosunun 30. saniyesinde ters kelepçeyle gözaltına alınan bir öğrencinin fikir özgürlüğü aynıdır.
Bu ahmaklığın doğal sonucu “tamam, iktidar fikir özgürlüğüne düşman ama muhalifler de düşman”, “her iki taraf da despot” çıkarımlarıdır.”
“Liberal ahmak, Suriye savaşında ABD ve NATO güçlerinin tezlerini savunan savaş kışkırtıcısı mektubu nedeniyle Orhan Pamuk’u protesto eden öğrencileri “fikir özgürlüğü”nü çiğnemekle suçlar. Liberal ahmağa göre Fransa’nın en önemli gazetelerinden Liberation’da bir devlet başkanını “istifa etmezsen sonun Saddam Hüseyin ya da Kaddafi gibi olur” diye tehdit eden bir mektup yayımlatabilen O. Pamuk mağdurdur…
Savaş kışkırtıcılığını sadece bir pankartla protesto eden ve şayet O. Pamuk toplantıya gelse muhtemelen polisin yaka paça gözaltına alacağı öğrenciler ise despottur”
“Hangi fikirlerin özgürlüğü?
Kafa kesme özgürlüğü?
Okullara “dünya düzdür” dersi koyma özgürlüğü?
300 korumayla, 15 TV kanalıyla gezen bakanın fikir özgürlüğü?
Embriyoloji karşısına “bebekleri leylekler getirdi görüşü”nü okutma özgürlüğü?
Fikir özgürlüğü…
Bu kavram, liberal ahmaklığın elinde kirletilmiş bir kavramdır ve yıkamadan kullanmamak gerekir”
Son paragrafta önemli bir noktaya dikkat çekmiş. Okullarda “Dünya düzdür” diyen pek olmasa da “Evrim yoktur” yalanıyla ve “Allah”, “cehennem” korkularıyla, öcüleriyle genç beyinleri iğdiş etmeye çalışan din dersi öğretmenlerinin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, ve en başta siyasal İslamcı iktidar temsilcilerinin “özgürlüğü” de örnek verilebilir.
haklısın, biraz fazla yüklendim belki de.
Taylan Kara da geveze, evinsiz, özsüz, çenesiyle vız vız vız; beynini çalıştırmayan tayfadan. Ben de zaten böylelerini yakamdan ve paçamdan silkelerim hep. Yeryüzüne dön! derim hep böylelerine.
Protestocu “faşistler” ve “mağdur” savaş kışkırtıcısı Orhan Pamuk (Taylan Kara)
1. Makatına demir çubuk sokulan ve linç edilerek öldürülen bir devlet başkanını örnek göstererek “Senin ve ailenin sonu böyle olur” demek bir savaş kışkırtıcılığıdır.
2. Orhan Pamuk bir savaş kışkırtıcısıdır.
3. Dünyanın her yerinde savaş kışkırtıcıları, savaş karşıtları tarafından protesto edilir, edilmiştir. Buna şaşıranlara şaşırmalıyız. Kissinger’dan Kommer’e, Hamsun’dan, B.H.Levy’ye, Obama’ya… Protesto edilmek, ne yazık ki savaş kışkırtıcılarının “fıtrat”ında vardır. O kadarını “isteseler de istemeseler de” hoşgöreceklerini ummaktayız!
4. Görmediklerimiz de gördüklerimize dahildir. O.Pamuk sadece gördükleriyle değil görmedikleriyle de bir savaş kışkırtıcısıdır. Suriye’ye bakıp sadece “Esed terörü”nü görmek, ırzına geçilen binlerce kadını, “özgürlükçü” failleri artık bilinen zehirli gazla öldürülen çocukları, kesilen kafaları, dinlerinden dolayı vahşice katledilen sivilleri görmemek bir tercihtir, “görmenin bir biçimi”dir. Kişisel bir tercih olarak Roboski’de öldürülen 17si çocuk 34 insanı, Gezi’yi, vahşice katledilen, gözleri çıkarılan insanları görmemek de bir görme biçimidir. O.Pamuk dünyayı böyle görmektedir; bu sermayenin, küresel kapitalizmin, emperyalizmin, burjuvazinin görüşüdür. O.Pamuk dünyayı bu sınıfların gözünden görmektedir. O.Pamuk’un gözü, bu sınıfın gözüdür.
5. O.Pamuk’un bir organizasyonda protesto edilerek konuşturulmaması ile savaş kışkırtıcılığı karşılaştırılamaz. Protestocular orada ne yaparlarsa yapsınlar, isteseler de O.Pamuk kadar yapmalarına imkan yoktur. Konferans binasının yıkılması gibi absurd bir örneği düşünün: Suriye’de şu an her gün O.Pamuk’un “özgürlük savaşçıları” tarafından onlarca bina yıkılmakta, mezarlar, kutsal yerler, türbeler, camiler bombalarla yokedilmektedir. Orhan Pamuk’un düşünsel katkılarıyla. ..
Bir savaşın yanında nedir ki savaş kışkırtıcılarını protesto etmek… Bir savaş kışkırtıcısını protesto etmek “farz-ı kifaye”dir.
6. Dünyanın en büyük “anomali”si savaştır, savaşı protesto değil. Okullarda bombaların patlaması, kimyasal silahlarla 80 çocuğun öldürülmesi, köle pazarlarında kadınların dolarlarla satılması, insanların kafalarının kesilerek videolara alınması… birer “anomali”dir. Normal olan çocukların okula gitmesi, kadınların satılmaması, kafaların kesilmemesidir.
7. ”Protestocular O.Pamuk’un ifade özgürlüğünü kısıtladı” önermesi gülünç bile olmayacak kadar saçma ve gerçeği çarpıtmaktır. O.Pamuk hergün istediği uluslararası gazeteye veya televizyona demeç vermekte, yazıları milyonlarca tirajı olan gazetelerde yayınlanmaktadır. En sıradan cümleleri bile heryerde yayınlanmaktadır. O.Pamuk’un mesajları kitlelerin başından aşağı boca edilmektedir zaten. Ülkede şu anda yasal ve baskın olan Orhan Pamuk’un savaş konusundaki politik anlayışıdır. Övülen, “fikri iktidar” olan Pamuktur; “marjinal olan”, suç sayılan protestocuların düşünceleridir.
O.Pamuk öksürse “Ünlü Nobelli yazar O.Pamuk öksürdü” diye haber yapan gazeteler vardır. O.Pamuk, Türkiye’de pek az insana nasip olan bir “ifade fazlalığı” içindedir. En asgari düzeydeki ifade özgürlüğünün bile tutuklanma nedeni olduğu, milyonlarca insanın “makul şüpheli” olarak yaşadığı bir ülkede O.Pamuk’un “ifade özgürlüğü kısıtlandı” cümlesindeki muhteşem çarpıtmayı “G.Orwell ayakta alkışlardı”, Dafoe sanırım bir şey demezdi.
Oysa protestocu “faşistler” öyle mi? Üç kişi bir stand açsalar, 30 özel güvenlik, 100 çevik kuvvet başlarına üşüşmekte, 5 kişinin birarada durup yemekhaneyi protesto etmesi, okuldan uzaklaştırma nedeni olmaktadır. O toplantıda O.Pamuk olsaydı ve 3 “faşist” protestocu bunu salonda protesto etseydi 300 çevik kuvvet onları döverek götürürdü. New York Times’da yazabilen O. Pamuk’un mu düşünceleri engellenmektedir yoksa üç cümle bile kuramadan yaka paça götürülecek olan “faşist”protestocuların mı?
Bunun onlarca örneği vardır. Durum böyleyken savaş kışkırtıcısı O.Pamuk ‘u “düşünce mağduru”, protestocuları “faşist” ilan etmeyi , G.Orwell’in “çift-dillilik” kavramı bile açıklayamaz.
8.Pamuk’un edebiyat anlayışı, siyasal tutumunun dışında tutulmalıdır. Savaş kışkırtıcılığı, O.Pamuk’u “gerici bir insan” yapar, “gerici bir yazar” yapmaz. Protestocular işin bu yönünü görmelidirler. O.Pamuk’un kitapları ve edebiyat anlayışı “O.Pamuk savaş kışkırtıcısıdır” diye yapılamaz. “Emperyalizmin uşağı” diye kitap eleştirisi olmaz, bu gülünçtür. O.Pamuk’un romanlarının eleştirisi, siyasal tutumunun ve savaş kışkırtıcılığının dışında yer almalıdır. Bunlar yapılmıştır.
9. O.Pamuk’u protesto edenlere, protesto edeceğinize “onu sorularla terletin” önerisi getirenlere şu söylenmelidir.
Savaş kışkırtıcıları sorularla terlemezler. Çünkü savaş kışkırtıcılarının “ter bezleri” yoktur.
10. G.Orwell’dan gitmişken onunla bitirelim:
Yalanın evrenselleştiriği yerde doğruları söylemek devrimci bir tutumdur.
http://ilerihaber.org/icerik/protestocu-fasistler-ve-magdur-savas-kiskirticisi-orhan-pamuk-taylan-kara-7137.html
Gün Bey, kötü niyetli bir okuma yaptığınız. Aynı mantıkla sizin cümlelerinizi, kurgunuzu didikleyebiliriz; emin olun daha fazla mantıksızlık çıkar. Yazıya bir partiden neredeyse hakaretle bahsederek girmeniz, yazının rengini belirliyor. Taylan Kara, neoliberal ahlakı deşifre ediyor. Güçlü ile güçsüz özgürlükler bağlamında aynı imkana sahip değil. Ama kimi entelektüeller (son dönemde çokça rastladıklarımızdan), üzerine tankla yürünen bir çocuğun eline taş alıp atmasını diyelim çocuğun da şiddet eğilimi olduğu üzerinden değerlendiriyorlarsa burada bir sorun vardır. Fikir özgürlüğü olmasın demiyor; yıkayıp da kullanalım, çok kirlendi, diyor. Benim çok açık bir metin. Taylan Kara’ya bir kere teşekkür ediyorum. Sizin yazdıklarınızı düzeltmen gibi okumaya kalkmıyorum, çokça yapmak zorunda kaldığım işlerden biri de bu. Bunun böyle can yakıcı bir konuda kötü niyet olduğunu düşünüyorum. Saygılarımla.
“Taylan Kara, neoliberal ahlakı deşifre ediyor. Güçlü ile güçsüz özgürlükler bağlamında aynı imkana sahip değil.”
Gercekten bir seyler desifre mi ediliyor?
Bence hayir; cunku, bu, en temel realitelerden biridir:
Her ozgurlugun (en azindan risk cinsinden) bir bedeli vardir ve, haliyle, guclu olanlar icin bu, gucsuz olanlara kiyasla, cok daha dusuktur.
“Bu belgelerinin orijinalinin Kılıçdaroğlu’nun elinde bulunup bulunmadığı hukukçuları ilgilendirir ama bizler için belgelerin değil, olgunun gerçekliği önemlidir ve bunların gerçek olduğunu bizzat Erdoğan’ın adamları bile tevil yollu ikrar etmiş bulunmaktadırlar.”
Yaw, seviyorum ben Kucukaydin’i.. hele de bazan ortaya cikan bu cocuksu hallerini..
Belgelerin gercek olup olmadigi degil, ‘olgunun gerçekliği önemli’ imis..
Bu lafin ne demek, ne anlama geldigi hakkinda epeyi dusundum. Anladigim kadariyla, ‘olgu’ dedigi ‘saibe’ olsa gerek; cunku ‘gerceklik’ aramiyor.
Iyi de, neye dayanarak asagidaki paragrafi yaziyor?
“Bundan sonra sorun, sosyal medya veya medyada Erdoğan’ın trollerine laf yetiştirmek ve onlar cevap vermeye kalkmak değil; Erdoğan’ın #İSTİFA’sını milyonlarca insanın talep etmesini sağlamak, bunun için uygun biçimleri bulmaktır.”
Yani, kim ne derse desin, kitleleri harekete gecirmek..
Iyi de, once kitleleri ikna etmek gerekmiyor mu –yoksa, yeterince cok sayida ‘uyuyan hucre’ mi var?
Hadi bunu gectik.
Su tarafina neden hic bakmaz Kucukaydin: Turkiye’de, cogu gelismis ulkedeki benzer sekilde, hane halki borclanmasi hayli yuksek.
Yani, ev almak icin kredi alinmis, araba almak icin kredi alinmis, yeni cikan cicili bicili iPhone icin kredi kullanilmis.. kredi de kredi yani.
Bu kredileri alanlarin ilk dertleri, bilmemkimin bilmemne yaparken rusvet verip almisligi midir (ki, konuyu ortaya atanlar dahi ne ele gelir bir belge ortaya koyabiliyor, ne de ne olup bittigini dogru durust aciklayabiliyor); yoksa ‘kayik sallandiginda’ ortaya cikabilecek dalgalanmalarin kendilerini de yutabilmesi ihtimali mi?
Bence ikincisi cok daha fazla agir basar.
Bu genis kitlenin, kararsizlarin, sagci-solcu ocu-bucu olmalari da bir seyi degistirmez.
Radikal degisiklik sonucunda sistemi calkantiya sokmak ihtimali iceren, boyle olmayacagini cok saglam bir sekilde anlatamayan hareketlerin olusmasini beklemek bile bence hayal mahsuldur.
Ama, olsun..
Ben Kucukaydin’i turfanda hayal mahsulleri icin de seviyorum; hasat hic gelmeyecek olsa bile.
Söz konusu alıntı gerçekten de Voltaire’e ait değil.
Birisi uydurup yazmış (Evelyn Beatrice Hall).
Ayrıntılı bilgi burada:
https://en.wikipedia.org/wiki/The_Friends_of_Voltaire
Bir ifadenin Voltaire’e yanlış bir şekilde atfedilerek kullanılması o kadar üzerinde durulacak bir şey değil aslında. Ama…
Türkiye’de bu alıntı-ifadeyi yıllardan beri büyük bir hevesle kullanan yazarların, hatiplerin, imamların ve sairenin “liberal muhafazakar” denilen kesimden olması, ve bu liberal muhafazakarların artık ipliğinin pazara çıkmış olması üzerinde durulacak bir şey.
İslamo-faşizme giden yolların bu liberal muhafazakarlar tarafından açılmış olduğu ve şimdi hepsinin ya Fethullah denen kişinin ya da Tayyip denen kişinin emirleri doğrultusunda hareket etmiş olduğu da ayrı bir mizahi unsur.
Bu alıntı Voltaire’e değil de adı pek bilinmeyen bir kişiye atfedilseydi böyle ısrarlı bir kullanımı olmayacaktı.
Burada Voltaire’in adından yararlanan kurnaz bir retorik söz konusu.
Sonuç olarak,insanlar düşünüyor: sözde “ifade özgürlüğü için canını verecek kadar prensip sahibi” insanların bir fetullah, bir akp kampında işleri neydi?
Yazıyı okudum. Sanırım Gün yanlış anlamış. Toparlarsak.. adam diyor ki.. iktidarın fikir özgürlüğü savunulamaz. O zaten özgürlüğü kısıtlayan, en çok özgür olan.. ihtiyacı yok.. ve güçlünün karşısında zayıfı değil.. güçlüyü savunmak gibi.. zaten her yerde konuşuyor.. bir de özgürlüğün savunulduğu yere gelip konuşmaya kalkarsa saldırılara da katlanmalı.. ki iktidar her yerde zaten karşı görüşe saldırıyor..
Bana çok ters görünmedi..
Bu sözü Voltaire’nin mi söylediği, yoksa birisinin ona atfederek uydurduğu mu (verdiğiniz linkten aradım. Wikipedia’dan çıkmıyor. Doğrudan yazıyı atarsanız iyi olur) önemli değildir. Önemli olan bu cümlenin doğru ya da yanlış olmasıdır. Bunu bir zamanlar Fetullahçılar kendi çıkarları için kullandıklarında da bu söz yanlış olmaz. Bugüne kadar kimler ne doğru sözleri kullanmışlardır, bunui biliyoruz.
“Makul”. Sözlük anlamı, akla – mantığa uygun davranma.
Kıvrak bir sözcük aslında. İnsanların hale-yola gelir olanı için kullanılır bu sözcük genelde. En azından kulağa getirdiği çağrışım, söz söyleyen kişilerin döngüsel hâlleri açısından, “makul” eğer sözlük anlamında kullanıldıysa, mantık dışı söylemler için G. Zileli paragraflarındaki kışkırtıcı sloganist ve ancak biz bilirimci tutumu ile karşılaştırıldığında “irdeleyen, eleştiren” kişilere karşı takınılan aşağılayıcı tavıra ne demeli? Makul mü?
Size bu yazıyı gönderen arkadaşınız kim? Niye size? Bir yazar olarak bir yere varamayan insan olarak yaftaladığınız kişinin, 01/12/2017 de yazdığı yazıyı, bir arkadaşınız göndermese, ondan önce okuduğunuzu söylediğiniz yazıyı görmeyecektiniz, böylece her şey uhuletle ve suhuletle devam edecekti öyle mi? Birine hırslı demek için ön yargıdan çok daha fazlasını bilmek gerek kanımca. Doğrusu, yazar olarak tutunmanın “edebiyat piyasasında” daha kolay, hiç yorulmayacak yolları varken, bu tür şeyler yazarak, “edebiyat piyasası” içinde çıban başı olmaya soyunmaya hırs değil ama “delilik” diyebiliriz. Sizin başlangıç ve 2. Paragrafa gelindiğinde görülen tarzınız doğrultusunda en doğru tabir bu olsa gerek.
Sizin açınızdan zor olanın, okur açısından da zor olacağı kanaati niye hasıl oldu? Okuru bu kadar iyi tanıyorsunuz öyle mi? Peki neden bu okur yazar hayranlığı peşinde sürüklenirken, nitelikli okur bir türlü çoğalmıyor da biz bu garabet iktidarlara maruz kalıyoruz?
Taylan Kara, yazısının başına, kendisini tamamen yalanlayan, Rosa Luxemburg’un şu sözünü bir epigraf gibi koyarak başlamış:
“Özgürlük her zaman ve istisnasız farklı düşünene tanındığında özgürlüktür. (R. Luxemburg, Rus Devrimi,Yazılama yayınları, 2009)
Taylan Kara, farklı düşünme ile düşünce özgürlüğü arasındaki farkı biliyor olsa gerek. Eğer gerçekten 01/12/2017 de yazılan yazıya sadece muhalif olmak için değil, eleştirmek ya da yanlış bulduklarınızı söylemek için yazıyor olsaydınız, en azından söylemiş olduğu şeyleri öncesine de en azından şöyle bir göz atarak bilebilirdiniz. Ama sizin derdiniz “siyasetçilerin” yaptığı gibi, muhalif cımbızlamalar ve kelime oyunları olduğundan buna zahmet etmemişsiniz.
Yine Voltaire’in biz sözünü ele almışsınız: “Fikrinize katılmıyorum ama fikrinizi açıklamanız için canımı veririm.
TR’deki çeviri deryasında(!) aparılmış bir sözün yetkin olduğu yerde değil, sözün asıl cümleden koparılıp, istenilen kıvama getirilip pazarlamasını ifşada ne gibi bir beis var? Ha keza, cümle böyle; (buna benzer cümleler kuran başka düşünür, yazarlar da var) bu sözün bir mektupta geçiyor olsa, onun edebi değerini azaltmaz ama cümle kurgusu, bir mektubun yazıldığı andaki durumuna atıf olduğundan, cümlenin geçerli olduğu yer ve bu şekliyle kullanıldığı alandaki çarpıklık, anlattığı düzlem ile direkt bağlantılı. Bir şey çarpıtılarak ya da bile bile çeviri ve kaynak yanlışlığı ile veriliyorsa: bu bir “yalandır”. Yanlış, bilmeden yapılan şeyler için kullanılan bir kelime. Yalan, bile bile.
Yazının devamı için de sorular sorabilir, kendisinin yargıç ve parmak sallar üslubu ile her şeyin yanıtına karşı, bir soruyla ya da açıklama ile gidebiliriz elbette de bağcının niyeti “adam dövmek”. Hatta üslup öylesine “aşağılayıcı” ki devrime inandığını, her şeyin devrimciler tarafından oldurulabildiğine öylesine inanmış ki kendisinin hırsı ve kibrini ve hatta dayatmasını görmez olmuş.
O vakit kendi örneğine dönelim:
“her pazarcı malını pazarda serbestçe satabilmelidir” talebi kimin işine yarar? Zorbaların mı, yoksa malını pazara süremeyenlerin mi?”
The Friends of Voltaire
From Wikipedia, the free encyclopedia
The Friends of Voltaire, written by Evelyn Beatrice Hall under the pseudonym S. G. Tallentyre, was published in 1906.[1] In 1907 it was published in Great Britain under the author’s own name by G. P. Putnam’s Sons.[2] This classic work about Voltaire was still being printed nearly 100 years later in 2003.[3]
Overview
The book is in the form of an anecdotal biography telling the stories of ten men whose lives fell very closely together. The ten men were true contemporaries and aside from their friendship with Voltaire they were more or less closely associated with one another. Each of the ten is characterized by giving him an identifying label: d’Alembert the Thinker, Diderot the Talker, Galiani the Wit, Vauvenargues the Aphorist, d’Holbach the Host, Grimm the Journalist, Helvétius the Contradiction, Turgot the Statesman, Beaumarchais the Playwright, and Condorcet the Aristocrat.[4]
The chapter on Helvétius contains a famous quotation that was subsequently misattributed to Voltaire himself. While discussing the persecution of Helvétius for his book “On the Mind” (which was publicly burned), Hall wrote:
What the book could never have done for itself, or for its author, persecution did for them both. ‘On the Mind’ became not the success of a season, but one of the most famous books of the century. The men who had hated it, and had not particularly loved Helvétius, flocked round him now. Voltaire forgave him all injuries, intentional or unintentional. ‘What a fuss about an omelette!’ he had exclaimed when he heard of the burning. How abominably unjust to persecute a man for such an airy trifle as that! ‘I disapprove of what you say, but I will defend to the death your right to say it,’ was his attitude now.[5]
The phrase “I disapprove of what you say, but I will defend to the death your right to say it”, which was originally intended as a summary (by Hall) of Voltaire’s attitude, was widely misread as a literal quotation from Voltaire.
Alıntıların bu kadar üzerinde durulmasını anlayamıyorum. Doğruluğunu biz anlayamıyor muyuz. Kimin söylediği önemli değildir, doğru doğrudur. Voltaire’in sözünde özgürlük üzerine düşünebiliyorsak söz doğrudur. Voltaire söylemeseydi de Marie Antoinette söyleseydi yine doğrudur.Taylan Kara’nın argümanını buna bağlaması çok tuhaf, Rosa Luxemburg’un sözüyle ortalığı daha da dağıtmış. Toplamak için debelendikçe daha çok dağıtıyor. Keşke” şurada hata yapmışım” diyebilme alçakgönüllüğünü gösterebilse. Kibiriyle aşağı yuvarlandıkça büyüdüğünü sanıyor, sonunda çığ gibi dağılıp gidecek.
Sol’un,Sosyalistlerin ve özgürlükçü Komünistlerin kendi içindeki düşünselliklere kapıları açık olsaydı ve bu konuda net olabilselerdi bu bağlamda bi tartışmaya da belki gerek kalmazdı…Kendi evinde öten faşist kuşun diğer evdeki otoriteye eleştiri getirmeye hakkı yoktur diye düşünüyorum…
bu arkadaş roza ablamıza küfür mü etmiş?götenin verterin , pardon volterin lafını mı inkar ediyor?itlerin, pardon hitlerin radyoda havlamasını mı kesmiş?taylan karadan senin tenceren daha mı kara?karl poper den esinlenen soros açık toplum vakfını çalıştırıyor.bir çok çocuğu destekliyor.soros pu çocuklarını niye destekliyor?çalışmalarınızda başarılar dilerim
Taylan Kara’nın kurduğu neden-sonuç ilişkileri sorunludur: Bir gruba söz hakkı verilmesiyle sempatizanı olmayı birbirine karıştırıyor. Eğer gücü olan haksızsa proleter iktidarında proleterler haksız duruma düşmeyecekler midir? Sonsuz muhalefet ve iktidarların hepsine karşı çıkalım deseniz yönlerini değiştirirler, haklı bir iktidarı desteklemek gerektiğini öne sürerler. Çelişkiyi farketmeleri mümkün değil çünkü acele karar verdiklerinden durup düşünmeye vakitleri yok. Ayrıca bu arkadaşlar bir yol tutturduklarından bu yoldan şüphe edip yanlışlarını düzeltmektense ömürleri boyunca bu yolda ileri geriye dolanıp duracaklardır. Paul Feyerabend üzerine insanbu sitesinde girdiğimiz bir tartışmada mantık hatalarıyla mücadele edemeyeceğimi anlayıp çekilmiştim. Feyerabend bilimde tek sistemin hakimiyetine karşı fikirleriyle tanınan, anarşist bilim savunucusu, bilim epistemolojisi ve tarihi uzmanı bir düşünür. Taylan Kara, ülkemizde iktidarın evrim teorisini müfredattan kaldırmasının, Feyerabend’in görüşlerinin bir sonucu olduğunu iddia ediyor. Herhangi bir sisteme öncelik verilmediğinde bir teorinin dışlanmaması gerektiği ortadayken, bu görüşlerin evrim teorisi karşıtlığıyla nasıl ilişkilendirilebildiği anlayamadığımı belirttim. İktidarın Feyerabend’in adını andığını da duymadığımı söyledim. Sitede türlü hakaretlere marız kaldıktan sonra tartışmayı uzatmayı anlamsız buldum. “Kendilerini olduklarından çok daha zeki gören insanlar çoğunluktadır… Ama bazı insanlar da vardır ki, bunların neredeyse hepsi şu dünyada bilgi bakımından kendilerinden üstün insanların bulunduğunu ve onlardan öğrenebilecekleri bir şeylerin olduğunu düşünecek kadar aklı başında ya da mütevazidirler…” demiş Descartes. İlk gruptaki insanların en zekileri bile genelin kabul ettiği fikirlerinden kuşku duymuyorlar ve onlar için yapılabilecek fazla birşey yok ne yazık ki.
Taylan Kara Fiyaskosu Ve Fikir Özgürlüğü Gerçeği
Teorik tartışma bir yana, gerçekte olup biten nedir, kısa ve güncel vermek isterim. Bildiğiniz gibi Roger Waters İsrail’in politikalarına karşı çıkan bir sanatçı, bir aktivist, Filistin’e destek veriyor, bu konuda kampanyalar düzenliyor, görüşlerini sık sık ve yüksek sesle dile getiriyor. Birkaç gün önce okuduğum bir haberde Roger Waters’ın Almanya’da vereceği konserlerin iptal edildiği yazıyordu. Sebep tabii ki İsrail’in tepkisi. Bu yasakçı ve sansürcü zihniyet Avrupa’nın göbeğinde. Bilmiyorum başka söze gerek var mı.
“Atilla Yayla’ya yönelik tepki ve uygulamaları eleştirmek üzere yazılan yazıların, vicdan sahibi birçok insanın imzasını taşıyan bildirilerin hemen hepsinde, şu ünlü “görüşlerinize katılmıyorum ama… onları savunmanız için…” klişesi yer almaktaydı. Voltaire’in olsa olsa karşısındakinin daha fazla aptallaşmadan susmasını kibarca buyuran sinizminin özgürlüklerin hatırlatılmasında kullanılmasında, özgürlük bahsinin geçtiği her yerde neredeyse ikinci doğamız hâline gelen baskıcı bir hoşgörünün izlerini bulmak da şaşırtıcı değil. Marcuse, ayrım gözetmeyen bir hoşgörünün, nesnelere ve toplum düzenine bahşedilen genel bir ‘bırakınız yapsınlar’ hâlinden kaynaklanması durumunda, varolanı olumlamaya yönelik bir edilgenliğe dönüşeceğini belirtir. Bu durumda, hoşgörü, bilinçli bir edimin değil, genel bir tutumun parçası olarak a priori tanınmakta, buna karşılık, nesnesinin hakikat muhtevasına duyarsız kalmaktadır. Bir özgürlüğün hatırlatılması, yahut, baskıdan müşteki olmak durumu, kendisini, karşısındakinin görüşlerine ‘katılmadığını’ belirterek yola koyulamaz. “Düşünceleriniz benim için kabul edilemez ama yine de onları savunmanızı istiyorum” demek, baskı altındakilerle dayanışmayı, Türkiye’de hep rastlandığı üzere, imza istemekle özdeş kılan bir küçük burjuva ahlâkçılığına indirgemek demektir. Bu durumda ilkesel olarak karşı olunması gereken şey, Atilla Yayla’nın görüşleri değildir; önümüzdeki gündemde hiç değildir. (Bu Yayla’nın Kemalizmi ve benzeri ideolojilerin taşıdığı syncretistic yapıyı gözardı eden, tarihsel-toplumsal özgüllükleri paranteze alarak neredeyse parokyal bir toplumsal evrim fikriyle geçmişi anakronik bir değerlendirmeye tabi kılan düşüncelerinin başka bir bağlamda eleştirilmeyeceği anlamına gelmiyor elbette.) Yayla ve benzerlerine yönelik haddini bildirme operasyonudur. Böyle bakıldığında, “bırakınız yapsınlar hoşgörüsünün”, aslında seçiciliği ve hatta öjenikliğine ilişkin, başka bir tartışmayı da başlatmak durumundayız. Bu Yayla’yı savunan bır kısım eşhasın, kendisinin, “ne Kürtçü ne de şeriatçı” olmasını vurgulamasına dayanmıyor sadece.”
Atilla Yayla, Hoşgörü ve Üniversite – Ahmet Çiğdem – Birikim Dergisi – Sayı : 212 – Aralık 2006
http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5977/atilla-yayla-hosgoru-ve-universite
Kaddafi gibi öldürüldü!… Kenti boşaltın çağrısı
Yemen eski devlet başkanı Ali Abdullah Salih, İran destekli Şii isyancı Husiler tarafından öldürüldü. Salih’in ölümü kendi partisi Genel Halk Kongresi tarafından doğrulandı. Sosyal medyaya yansıyan Salih’in ölümünden sonra çekilen görüntüler ise Salih’in linç girişimi sırasında silahla kafasından vurularak öldürüldüğü izlenimini verdi. Salih’in ölümünün ardından açıklama yapan Suudi Arabistan, Sana’daki sivillerin bölgeyi terk etmeleri çağrısında bulundu. Salih, 1978-2012 yılları arasında 34 yıl boyunca Yemen devlet başkanlığı görevini yürütmüştü.
Sosyal medyaya yansıyan, Salih’in ölümünden sonra çekilen görüntüler, Salih’in linç edilerek öldürüldüğü izlenimini uyandırıyor. Salih’in ölümü, uluslararası basın tarafından Libya eski lideri Muammer Kaddafi’nin ölümüne benzetildi.
Uluslararası Kızılhaç Organizasyonu ise Yemen’in başkenti Sana’da son 5 günde 125 kişinin öldüğünü, 238 kişinin ise yaralandığını duyurdu.
ACİL OPERASYON TALİMATI VERİLDİ
Yemen Cumhurbaşkanı Abdurabbu Mansur Hadi’nin, başkent Sana’ya girmeleri için orduya acil operasyon talimatı verdiği bildirildi.
Sosyal medyada paylaşılan görüntüye göre, Salih Sana ile Marib arasında seyahat ettiği fotoğraftaki araçtan kaçırılarak öldürüldü.
Yemen resmi haber ajansı SABA’nın haberine göre, Cumhurbaşkanı Hadi, yardımcısı Korgeneral Ali Muhsin Salih’le bir telefon görüşmesi yaparak acil olarak çeşitli kollardan Sana’ya girilmesi talimatı verdi. Hadi’nin, yardımcısı Korgeneral Salih’e “Eski Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’e bağlı güçlerle birleşerek Husilere karşı çok sayıda cephe açın ve Sana’ya girin” dediği belirtildi.
Hadi’nin bu talimatının Yemen Başbakanı Ahmed bin Dağr’ın “Husilere karşı yürüttükleri mücadelede eski cumhurbaşkanı Salih’in liderliğini yaptığı Genel Halk Kongresi’ne (GHK) destek vermenin ulusal çıkarlara uygun olduğu” şeklindeki açıklamasının ardından gelmesi dikkati çekti.
Yemen’de 2014’ten bu yana meşru yönetim güçlerine karşı ortak silahlı eylemler düzenleyen Husiler ile Salih yanlıları arasında bir süredir anlaşmazlık yaşanıyordu. Husiler ile Salih yanlıları arasındaki çatışmalar, cumartesi sabahı Sana’da yeniden alevlenmişti. Salih, son olarak Husilerin kardeşi Tuğgeneral Tarık Muhammed Abdullah Salih’in evine yoğun saldırılar düzenlemesinin ardından halka “ayaklanmaları” çağrısında bulunmuştu.
Libya’nın 42 yıllık diktatörü Muammer Kaddafi, Sirte’de muhaliflerce linç edilmişti.
ALİ ABDULLAH SALİH KİMDİR?
21 Mart 1942’de Yemen’in Başkenti Sana’da dünyaya geldi. Ailesi Sanhan aşiretine mensuptu. Yemen’in iki ayrı devlet olduğu dönemde 1978 ile 2012 arasında Yemen Devlet Başkanı olarak görev yaptı. Yemen’de en uzun devlet başkanlığı görevinde bulunan Salih, döneminde Kuzey- Güney olarak iki ayrı yönetim halinde olan Yemen’i 22 Mayıs 1990 yılında tek devlet olarak birleştirdi.
Yemen’de 1999 yılında yapılan doğrudan seçimlerde ülkenin ilk seçilmiş devlet başkanı oldu. Arap Baharıyla başlayan toplumsal hareketlilik sonucu 25 Şubat 2012’de görevinden istifa etmişti.
Salih, 2014’te uluslararası kabul görmüş meşru hükümete karşı İran yanlısı Husilerle işbirliği yapmıştı ancak bir süredir devam eden anlaşmazlık geçen cumartesi şiddetli çatışmalara dönüşmüştü.
http://www.hurriyet.com.tr/yemen-eski-devlet-baskani-kaddafi-gibi-olduruldu-40667371
Bu yazınız üzerine size “gerçek bir liberal” diyen Kaan Arslanoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz Sayın Zileli? Taylan Kara’nın insanbu sitesinde çıkan yazısının altında size yönelik eleştirilerini sıralamış.
Gördüm. Kaan Aslanoğlu’nun yakın zamanlardaki yazılarından onun hâkim düzene teslim olduğu sonucunu çıkarttım ne yazık ki. Keskin devrimci Taylan Kara ile devrimi tamamen inkâr eden Arslanoğlu’nun ittifakı ise gerçekten trajiktir.
Bence gün zileli t.kara’yi kiskanmiş,hem de gözünü karartacak şekilde kiskanmiş.g.zileli’ye bir sorum olacak;t.kara ırmak zileli gibi bir eleştirmen olsaydi daha mi iyi olurdu?kitap tanitma,ahbap-çavuş ilişkilerinden beslenseydi daha mi iyi olurdu?t.kara’dan bu kadar kiskanmanizin ve böyle saldirmanizin sebebi nedir?
Kanaat ifade eden soruları cevaplandırmam. Çünkü kanaatler gerçekte soru değildir.
Roger Waters’ın Almanya’da sansürlenmesiyle ilgili bir yorum yazmıştım, nedense yayınlanmadı.
yeniden yollarsanız iyi olur. Bazen atlanabiliyor.
Zileli’nin üzerine pek gitmeyin arkadaşlar..
Yaş olmuş 71, 72..
Kınalıada’da kısılıp kalmış, para yok pul yok, İstanbul anakaraya bile istediği an gidemiyor, her gün sıkıntı her gün sıkıntı
Ne yapsın adamcağız?.. Ne bekliyorsunuz bu vakitten sonra?
Kendini meşgul tutmak için, abidik gubidik ‘eleştiri malzemesi’ topluyor internet denen deryadan, sonra, yaz yaz yaz, ama hep boş hep boş hep boş..
Her yazı yazan, kendi mahallesine yazıyor, bunu böyle bilesiniz
TKP, malını satıp ayakta kalabilmek için ‘kendi mahallesi’ne muhtaç
Taylan Kara, malını satıp ayakta kalabilmek için TKP’ye muhtaç
Gün Zileli, malını satıp ayakta kalabilmek için ‘www.gunzileli.com’a, İletişim Yayınları’na, Propaganda Yayınları’na muhtaç
Zileli de ‘kendi mahallesini’ kaybetmek istemeyen bir yazı satıcısı..
Hayatın kuralı bu, darılmaca gücenmece yok..
Şu konuda, sosyoloji tecrübenizi de katarak, önümüzdeki günlerde bir yazı veya yazı dizisi yazmayı düşünür müsünüz?
Sıradan insanlar, niçin hala Recep Tayyip Erdoğan’ı destekliyor, niçin hala AKP’ye oy veriyor?
Bu yazı talebimi, bütün muhalif kesimleri tenkit etmek amacıyla, 2019’a yaklaşırken bir tür zihin egzersizi olarak kabul ediniz, ‘kitleler yönlendirilemez, kitleler eğer isterse herhangi bir akım kendiliğinden oluşur, bundan öte bir şey söylemek toplum mühendisliğine soyunmaktır’ tespitiniz ile sınırlamayınız.
Sorum gayet sade, sizi köşeye sıkıştırmak için değil, sizden müneccimlik yapmanızı değil, sadece analizinizi okumak için soruyorum, art niyetim yok: Seçmen niçin hala Recep Tayyip Erdoğan’ı destekliyor, niçin hala AKP’ye oy veriyor?
Savaş tamtamları çalıyor ve emperyalizm, tezgahını din üzerinden kuruyor.
Savaşın, ölümün; savaşabilir kuşağın yok edilmesi, hiçbir egemenin, tiranın umrunda değil.
Türkiye, üzerinde oyun oynanacak bir konuma getirilme düzeneğiyle karşı karşıya. Bu düzeneği halk sezmiyor; sezemeyecek. Çünkü halk cahil ve ‘demokrasi’yi oy kullanma sanıp geleceğini düşünmüyor.
Görev, devrimci aydınlarındır!
Ses, söz, haykırış!…
Faşizm, emperyalizm, her dinden dincilik… Düşmanın karşısında bilim, bilgi, haksızlığa karşı çıkış, gerçeğe bağlılıkla savaşım gerekli. Bu, insansever ve devrimci bir görevdir.
Bunu yaparken az söz, açık sözlülük, özlü tutum gereklidir.
“Sistemin dörtlü çetesi (AKP, CHP, MHP, HDP) ortaklaştı!
TBMM Genel Kurulunda, ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkent olarak tanımasına ilişkin olarak AKP, CHP, MHP ve HDP ortak bir bildiri yayınladı!!!
Sömürgeci sistemin farklı kanatları
Faşizmin farklı renkleri/tonlarıdır sadece…”
“Anti Semitizm
Bir devletin politikalarına karşı olmak ile bir halka/kültüre/tarihe/kavime/inanca düşman olmak farklı şeylerdir!
Türkiye’de, İsrail karşıtlığının temelinde
Türk anti semitizmi yatmaktadır;
Sağcısı/solcusu/dincisi aynı kaynaktan besleniyor…
Sorun İsrail devletinin politikaları ise, T.C.-İran-Suriye-Irak devletlerinin işgalci, ırkçı, faşist uygulamaları İsrail ile kıyaslanmayacak kadar daha barbarcadır…
T.C./İran/Suriye/Irak barbarlığına karşı tepki vermeyenlerin İsrail karşıtlığı ne insanidir, ne de ahlaki;
Sadece bilinçaltına işlenmiş ırkçı/dinsel/sol faşizmin dışa vurumudur…”
“Kürdistan’ın işgaline “Ümmetçilik” ve “halkların kardeşliği” maskesiyle onay verenlerin “Kudüs” hassasiyetleri haysiyetsizliktir!!!”
“Kendi ülkesinde/evinde söz sahibi ol(a)mayan Kürdlerin
“Kudüs kimin olmalı” kavgasında taraf olmaları trajikomiktir;
Trajikliği, işgalcilerinin kirli politikalarına alet olmalarında;
Komikliği, kölelik zincirleri ayaklarındayken başkalarını/başka yerleri özgürleştirmeye kalkışmalarıdır…”
“Doğal hakları için mücadele eden Kürdlere karşı şer ittifakı kurup ucuz kabadayılık yapan işgalci Müslüman devletler, Amerika’nın İsrail/Kudüs kararına karşı “Cihad” ilan edebilecek mi?
Edemezler!
Aptalları uyutmak ve iktidarlarını sağlamlaştırmak için “Ümmet” naraları atıp alttan alta Amerika ve İsrail’e yalakalık yapacaklar;
Onların gücü sadece kimsesizlere yeter!
Kürdler artık bu sahtekarlığa prim vermemelidir…”
“Kürdistan’ın işgaline sessiz kalıp “Ümmeti” ve “halkları” kurtarmak(!) adına çığırtkanlık yapan İslamcılar ve solcular sadece sahtekar ve ahlaksız değiller; aynı zamanda da işgalcilerin yedek güçleri/paralı askerleri/ruhlarını satmış köleleridirler;
Kürd ve Kürdistan düşmanlarıdırlar…”
(Nasname)
“Kudüs, Filistin’in tarihsel başkentidir, Filistinlilere aittir!”
(Devrimci İşçi Partisi Bildirisi: Kudüs Filistinlilerindir!)
“Erdoğan tanısın ya da tanımasın, Kudüs Yahudilerin 3 bin yıllık, İsrail’in de 70 yıllık başkentidir”
(İsrail Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Emanuel Nahson)
“Bugünkü İsrail’in kuzey yarısında Ahab ve babası Omri zamanında (MÖ 900 ve devamı) merkezî bir krallığın ortaya çıktığı, arkeolojik bulgularla desteklenen bir bilgi. Buna karşılık, bunlardan yüz yıl kadar önce Kudüs’te (güneyde) hüküm sürdüğü rivayet edilen Davut ve Süleyman’a ilişkin arkeolojik iz yok. Bu dönemde Kudüs’ün birkaç haneden oluşan bir yarı-göçebe yerleşimi olduğu biliniyor. Güneyde kentleşme ve krallık kurumları ancak MÖ 650’ler dolayında belirmiş. Zengin ve müreffeh Kuzey devletinden daha eski ve daha güçlü bir Güney krallığı efsanesi, hiç şüphesiz 7. yy’ın siyasi gerekleriyle açıklanması gereken bir” (cümlenin devamı görünmüyor)
(Peygamberlik mesleğine dair / Sevan Nişanyan)
Kaan Arslanoğlu da Taylan Kara da muhafazakardırlar. İnsanoğlunun tarihsel süreç içinde ancak evrim geçirebilirlerse halkın demokrasisine geçeceğini iddia etmektedirler. Şu anda sahip olduğu zeka düzeyinin yeterli olmadığını öne sürmektedir her ikisi de. Bu açıdan devrime tamamen karşıdırlar. İnsanın aklına güvenmezler. Farklı yaratılışta insanların farklı düzeyde akla sahip olduğunu, yetersiz aklımızla henüz eşitliğe dayalı siyasetin mümkün olmadığını öne sürüyorlar. Evrimci siyaset ile ilgili görüşlerini ve sitedeki yazılarını takip edenler bilirler.
Kaan Aslanoğlu’nu yakında VP’de göreceğiz.
Acıklı olan çok istese de olamayacak olması, belki de acıklı değildir kim bilir…
Tarih tarihdir. Geçmiş belirleyici değil.suan kim nerede yaşıyorsa onlar kendilerini yönetir.
Kudüsude kudusluler karar verir.baskalarina boh yemek düşer.
Filistinliler bırakın tarihi, bugün bile kendilerini yönetir durumda değildir.
İsrail ankarayida yonetsese İsrail gibi olsak!
ABD Kudüsun başkenti olmasını kabul etmesini niye savaş alanına çevirmege kalkınır?!..
ABD ben senin anan değil baban değilim der!
Yok bizimkiler ABD yi annam ,babam,amcam,agbim diye sarilirsa tabiki hayalkırıklığı yaşar! Yoksa çek cumhuriyeti kabul etmiş kimin umurunda! Alcakligin,reziligin ya kendisi değil de nedir?
ABD benim herseyim hatta dusmanimda, onsuz olamam.. hüngür hüngür..
Üç Silahşörler: İslamcılık, Milliyetçilik, Sosyalizm
“Bugün Cumhuriyetin eğittiği kuşaklara egemen olan büyük siyasi akımların ortak paydası, Batı düşmanlığıdır: İslamcılık, Milliyetçilik ve Sosyalizm, evrensel uygarlığın yaratıcısı olan toplumlara karşı Türkiye’nin ufuklarını kapatma arzusunda birleşirler.”
Yanlış Cumhuriyet, S. Nişanyan
Kürdistan ve Filistin; Ulusal Haklar ve İnanç
Amerika’nın “Kudüs” kararıyla birlikte hareketlenen Ortadoğu’da “din” ve “ulus” kavramları bir kez daha karşıt ve uzlaşmaz iki alan olarak Kürdlerin gündemine girdi. Bütün Müslümanları ilgilendiren bir konuda din ve ulus kavramlarının sadece Kürdlerde karşıt olarak algılanması ve bu çerçevede tartışılması düşündürücüdür. Özellikle sosyal medyada yaşanan tartışmalar, Kürdlerin devletsizliğinin nedenleri hakkında da ciddi veriler sunuyor. Yaşanan tartışmalarda her zamanki gibi“ya bu, ya o” mantığıyla hareket edilerek taraflar bir birlerini tercihe zorluyorlar. Kürdlerin ulusal mücadelesine zarar veren bu kısır tartışmalarda en başta ciddi bir bilgi eksikliği ve ciddi bir mantık hatası olduğu açıktır.
Bilgi eksikliği, ulusal haklar ile inancın birbirini dışlayan karşıtlar olarak algılanmasından kaynaklanıyor. Birini tercih etmek diğerinden vazgeçmeyi gerektirseydi, yeryüzünde bulunan iki yüzü aşkın devlet sahibi ulusun/halkın dinsiz olması gerekiyordu; ya da devletli tüm uluslar/halklar devletsiz olmalıydı. İnsanın kültürel bir varlık olması, hem ulusal hakların hem de inançların (İnanç, sadece İslam veya Tek Tanrılı dinlerle sınırlı olmayıp her türlü inancı ve inançsızlığı da kapsayan bir alandır) kültürün bileşenleri olması, bu bileşenlerin bazen iç içe geçmesi ve çoğu zaman birbirlerini beslemesi de dikkate alındığında, ‘inanç mı, ulusal haklar mı’ tercihini dayatmanın anlamsızlığı/yanlışlığı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu yanlış bilgiyle yürütülen akıl yürütmelerde, “biri doğru ise diğeri zorunlu olarak yanlıştır” çıkarımı yapılarak klasik mantığın dar sınırlarına hapsolunuyor; körleşme, yabancılaşma ve aptallaşma da kaçınılmaz oluyor…
Kürdler de diğer halklar gibi inançları ve ideolojileri gereği dünyada yaşanan olaylara tepki verebilirler. Eleştiri konusu olan inançları veya ideolojileri gereği Kürdlerin “Kudüs” ve benzeri meselelere tepki göstermesi değildir/olmamalıdır da. Kudüs meselesine tepki gösteren İslam ülkeleri (başta T.C. ve İran olmak üzere) kendi ulusal bayraklarıyla alanlara çıkıyorlar ve “Kudüs ile dayanışma” gösterileri yaparken aynı zamanda dini duyarlılıkları kendi ulusal çıkarlarına/devletlerine hizmet edecek şekilde kullanıyorlar. Başka bir deyişle, kimse ulusal haklarından vazgeçerek veya Filistinlilerin çıkarlarını kendi ulusal çıkarlarının önüne koyarak Kudüs’e sahip çıkmıyor. Dahası, Filistin meselesini adil bir şekilde çözmek bir yana, bu meseleyi (Filistinlilerin duygularını da) kullanarak iç sorunlarını çözmeye çalışan ve kendi kirli devletlerinin insanlık dışı uygulamalarını örtmeye çalışan; Filistin meselesini devletlerinin/iktidarlarının devamı için bir araç olarak kullanan yine bu İslam devletleridir. Halkı sokaklara döken bu devletler, İsrail ve Amerika ile direkt veya dolaylı olarak ilişkilerini sıcak tutan devletlerdir. Her alanda olduğu gibi Filistin meselesinde de sahtekârlık yapıyorlar ve halkın dini duygularını ulusal çıkarları/devletleri için bir araç olarak kullanıyorlar…
Bu gerçekliğe rağmen, Kürdistan’ın işgaline karşı çıkıp ulusal hakları için mücadele eden Kürdlerin aynı zamanda Kudüs ile dayanışma içinde olmaları rahatsız edici değildir. Bu iki rolü oynayan Kürdlerin tutumu doğru veya yanlış olarak değerlendirilebilir; ama kendi içinde tutarlı bir tutumdur ve bu nedenle de rencide edici şekilde eleştirmek haksızlık olur.Eleştirilmesi gerekenler bu kategoride yer alan Kürdler olmamalıdır…
Eleştirilmesi gerekenler, Kürdlerin ulusal haklarına duyarsız kalıp “Küdüs fedaisi” rolüne soyunanlardır. Kürdistan’ı işgal altında tutan devletlerle ve bu devletlerin politikalarını savunan siyasi kurumlarla yan yana, onlarla aynı gerekçelerle ve aynı argümanlarla “Kudüs ile dayanışmaya” kalkışmak aynı zamanda Kürdistan’daki işgali meşrulaştırmaktır. Kudüs meselesinde dikkat çekici nokta, tabanları Kürdlerden oluşan ve düşünsel olarak farklı kutuplarda yer alan HDP ile HÜDA PAR’ın aynı noktada buluşmasıdır. HDP’nin, MHP-CHP-AKP ile ortak bir metne imza atması ve HÜDA PAR’ın, Memur-Sen, İHH v.s. devletçi kurumlarla ortak mitingler düzenlemesi, her iki partinin de devlet ağzıyla Filistin meselesine sahip çıkması ve Filistin meselesini Kürdistan meselesinden daha çok önemsemesi esas sorundur. Bu tutum, eleştirilip mahkûm edilmesi gereken bir tutumdur kuşkusuz. Şayet HDP ve HÜDA PAR’da Kürdistan bayraklarıyla dayanışma gösterilerine katılıp tüm haksızlıklara ve başta Kürdistan’daki işgal olmak üzere tüm işgallere karşı tepki gösterseydiler, “Kudüs ile dayanışmalarına” söyleyecek sözümüz olmazdı. İç hesaplaşmada bir birlerini yiyen Kemalistler ile Türk İslamcılar, Kürdler söz konusu olduğunda ve kirli devletin bekası mevzubahis olduğunda tereddütsüz uzlaşabiliyorlar; çünkü devletin bekası onlar için her şeyden önce geliyor. İşgalci devletlerin laikliği de, İslamcılığı da sahtedir ve yaratılan bu karşıtlık yapay bir karşıtlıktır. Bunun en somut örneği ise, Laik() Mustafa Kemal’in ilk meclisi açarken yanında imam bulundurması ve Kur’an okutmasıdır; Kemlaizm’e karşıtlığıyla var olan İslamcı Tayyip’in iktidar olduktan sonra Atatürk savunuculuğunda herkesi geride bırakmasıdır. Kemalistler ile İslamcıların Filistin konusunda da uzlaşmaları tamamen devletçi/Türkçü ortak çıkarları gereğidir. Her konuda Kemalizm ile Türk-İslam’ın izlerini taşıyan HDP ile HÜDA PAR’ın zıtlıklarına ve dönem dönem çatışmalarına rağmen Filistin meselesinde ortak bir refleks göstermeleri, tıpkı Kemalizm ile Türk-İslamcıların temel konularda uzlaşmalarına benziyor. Çünkü her iki parti de, devletin iki farklı kanadının Kürdistan ayağını temsil ediyorlar. Bu konuda her iki parti tabanında da ulusal kimlik ile İslamcı ve sol kimliklerini birlikte korumak isteyenler vardır; ama kurumsal olarak her iki parti de bir tercihte bulunup ulusal hakların önüne “İslamcı ve sol” hakları/kimlikleri koyarak devletçi anlayışın bir parçası olduklarını gösteriyorlar…
Kendi işgalcisine/tecavüzcüsüne göz yumup dünyanın başka bir yerlerinde özgürlük savunuculuğuna ve ahlak zabıtalığına soyunmak, ‘sömürgecilerin sömürgeleştirdiği toplumun insanını kişiliksizleştirdiği’ tezini doğrulamaktan öte bir şey değildir…
Haber/Yorum
10.12.2017
****
NOT:Bir kez daha altını çizmekte yarar gördüğümüz konu, işgalcilerle kol kola ve onların diliyle “Kudüs’e sahip çıkmak” ile dini inancından dolayı bu meseleye sahip çıkarken kendi ulusal kimliğini de koruyan samimi insanların aynı kefeye konulmaması gerektiğidir. Kürdistan’daki işgalcilere karşı durup aynı zamanda Kudüs meselesinde duyarlılık gösteren, ulusal kimliği ile dini kimliğini uzlaştırabilen, birini diğerine feda etmeyen Kürdleri eleştirmek haksızlık olur. Yaşanan tartışmalarda, ulusal kimlikten arınmış İslamcıları eleştirirken İsrail’e gereksiz methiyeler dizmek ve “Kudüs İsrail’indir” gibi anlamsız bir şekilde İsrail seviciliği yapmak da yanlıştır…
http://www.nasname.com/a/kurdistan-ve-filistin-ulusal-haklar-ve-inanc
Taylan Kara’nın da Kaan Arslanoğlu’nun da iktidarın sağlık politikalarını, terörle mücadele siyasetini övdüğünü gördükten sonra, “zorbanın zorbalığını pekiştirici söz söyleme hakkı” diye yazı yazıp Gün Zileli’ye saldırmasını muhalefetin asaletinden faydalanmak isteyen sinsi iktidar yandaşlığı olarak görüyorum. Yani hem muhalif görüneceksin hem bundan zarar görmeyeceksin, örneğin işten atılma korkun olmayacak. Başkalarını liberal olmakla suçlayacaksın. Bu arkadaşların muhalefeti eleştirirken güçlü çıkan sesleri, iktidara karşı fısıltıyla, zorlukla çıkıyor. Kendilerine iktidarı güçlü bir şekilde eleştirme hakkı vermedikleri halde muhaliflerin bir cümlesini alıp kadere kırkbeş girişiyorlar…
İki Kafa (NATO ve ATÜT) Arasındaki Fark
“NATO Kafa NATO Mermer”
Servet birikiminin burjuvazi elinde sermayeye dönüşerek sivil toplumu (bilim, felsefe, kültür, sanat) yarattığı kafa
ATÜT Kafa ATÜT Mermer
Servet birikiminin asalak merkezi bürokrasi elinde sermayeye dönüşemeyerek sivil toplumu (bilim, felsefe, kültür, sanat) yaratamadığı kafa
bende fikir özgurlugumu kullanarak diyorum ki bu ülke bu toplum marjinal ve militaristdir,yeni bir belirti degil tabi ki ama yine hatirladim.
herkes icin gecerli ister sagci olun ister solcu bunu bozacak tren gecmistir konu “milli” oldu zaman akan sular duruyor……
rte antisemitizim yapiyor bütün türkiyede ki politik partiler pesine takiliyor kimse demiyor dur bu yaptin irkcillik tir.solun trajeside burada yatiyor bizler ancak birbirmizi bittiriz!
baska konu yokmus gibi cikip tkp nin fikir özgürlugunu tartisiyoruz……bizler tarihden hic ders cikaran bir toplum degiliz.elbette gecmis ille yüzlesmemis bir toplum ne kadar elestiri kaldiri o baska konu ama eline silah alip cihad carisini yapmak iyi biliyor.
ülkeye mert yigit insanlar gerek yoksa tkp sunu yazmis yok liberal söyle mis yazar duralim!iyi aksamlar
Terör Karşıtlığını Kim Savunur, Kim Savunmaz?
“Belgeler konuşunca Terör devletlerinin maskesi düşer!
Koçgiri/Zilan/Dersim/Ağrı/Roboski ve daha birçok katliam ve soykırımın faili olan Türk devleti, tarihin gördüğü en barbar terör devletlerinden birisidir; somut olaylarla ve belgelerle bu kirli devletin sicili biliniyorken,
T.C. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, “İsrail terör devletidir, terör. 14 yaşındaki çocuğu, gözleri bağlı olarak bu teröristler bakın ne halde sürüklüyorlar” demesi pişkinlikten öte, T.C.’nin, soykırımı/katliamı “doğal bir hak” olarak görecek kadar terörist özelliğini kanıksadığını gösteriyor…
Ahlaksızlar kimseye ahlak dersi veremez!
İşgalciler özgürlük havarisi kesilemez!
Terör devletleri terör karşıtı olamaz!
Tayyip sadece aptalları kandırabilir; ama tarihi gerçekliği değiştiremez ve kirli devleti aklayamaz!…”
https://tr-tr.facebook.com/Nasname.Sayfasi/photos/a.674987272541172.1073741828.674782659228300/1683235048383051/
Konu değiştirelim artık. Bu mevzudaki yorumlar cıvıdı. Gün Başkan, iki haftadır yazı yazmadın. İyice boşladın bu aralar.
Bugün bir pazar yerinde bulundum. İnsanlarımızın parası yok. Pazar dağıldıktan sonra çöp ve artık toplayanları da gördüm. Bağırtı çağırtı faşizminin ekonomisinde halk geleceğinden tedirginken, sitedeki geveze, gevşek ve boş zihinbazların satırlarca yazısı, insanların gerçeğinden çok uzak.
Necip mecipler, anonim manonimler, Simülasyom mimilasyon ıvır zıvırları nedir ve kimdir; hangi trollüğün zuhurudurlar? Geçse ellerime bu keratalar; ağızlarını, burunlarını, kaburgalarını, kuyruk sokumlarını, kırmak, ufalamak görevimdir.
ihtiyar çoban şaka yapıyor ha, sakın alınmayın.
Bence bir anonim olarak hiddetli bir ifade etme biçimi olarak anlaşılır.tabiki pratik anlamda da değil sadece kızgınlığı ifadesi.gayet normal..
Sayın Zileli, 8 Mayıs 2014 tarihli “TKP ulusalcı mı?” başlıklı yazınızda TKP’yi öve öve bitiremiyordunuz, onlar da sizi.
Üç sene içinde değişen ne oldu ki bu parti için “hilkat garibesi” gibi aşağılayıcı ifadeler kullanmaya başladınız?
Hilkat ne demek bu arada?
TKP Ulusalcı mı?
En son “Ukrayna Meselesi ve Devrim” yazımın giriş cümlesindeki dikkatsiz bir ifadem TKP’nin ulusalcı olup olmadığı konusunda bir tartışma açtı. İfade şuydu: “Ulusalcı cenahtan, Rusya yanlısı (muhtemelen İP’li ya da TKP’li) bazı arkadaşlar…”
Burada görüleceği gibi, TKP’lileri ulusalcı olarak değerlendirdiğim sonucu çıkmaktadır. Oysa böyle düşünmüyorum, neden böyle düşünmediğimi aşağıda açıklayacağım. Her neyse, bazen yanlışlıklar da bir konunun netleşmesine hizmet edebilir.
Yakın geçmişteki hiçbir yazımda TKP’yi ulusalcı olarak değerlendirmedim. Bu partiyi her zaman devrimci saflardaki sol hareket içinde değerlendirdim. Yalnızca kimi yönelimleri nedeniyle, sol içindeki ulusalcılığa yakın eğilim olduğunu belirttim. Bunda da haksız değildim. Nitekim, TKP’nin önderlerinden Kemal Okuyan, Gezi’den hemen sonra, “Türk bayrağının faşizmin elinden alınıp devrimin eline geçtiği” mealinde yazılar yazdı. Bu da, “ulusalcılığa yakınlık” tespitini haklı çıkaran noktalardan biridir. Bununla birlikte, ulusalcılığa yakın olmakla ulusalcılık aynı şey değildir. TKP’yi ulusalcı bir parti olarak görmüyorum, ulusalcılığın turnasol kâğıdı olan şu üç temel konudan dolayı: 1. Kürt meselesi; 2. Ermeni katliamı; 3. AKP diktatörlüğüne karşı tutum.
TKP, Kürt ulusal hareketiyle arası pek iyi olmamasına rağmen, ulusalcıların Kürt düşmanı hezeyanlarına hiçbir zaman katılmamış, hatta genel anlamda Kürtlere yönelik ulusal baskıya karşı çıkmıştır. Kürtlere karşı düşmanlığın başını çeken üç ulusalcı odak vardır (düşmanlığın dozajına göre sıralayacak olursak): 1. Sözcü gazetesi ki, bu konuda, bundan sonra adını anacaklarım bile bu gazetenin eline su dökemez; 2. İşçi Partisi; 3. CHP içinde aşağı yukarı yirmi kadar milletvekili ile temsil edilen ulusalcı kanat. TKP’yi bu üç eğilimle aynı safta görmek büyük haksızlık olur.
TKP, Ermeni sorununda da ulusalcı kanattan net bir şekilde ayrılır. Ulusalcılığın bu konudaki mızrak ucu İP, hatta özel olarak Doğu Perinçek’tir. Sloganları, “Ermeni katliamı uluslararası bir yalandır”. Doğrudan reaksiyoner ve ırkçı bir yönelimi temsil eden bu eğilimin TKP’nin Ermeni konusundaki tutumuyla ilgisi yoktur, daha açıkçası, TKP bu ırkçı hezeyana hiçbir zaman katılmamıştır.
Ulusalcılar, 17 Aralık’tan sonra, İP’li ve CHP’li ulusalcı kanatlarıyla (Buna Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nu da katabiliriz) AKP diktatörlüğü ile kısmen açık, kısmen üstü örtülü bir ittifaka girmişlerdir. Gerekçeleri, “F Tipi paralel yapı”ya karşı mücadeledir. Doğu Perinçek, dışarı çıkabilmek için AKP’li yetkililerle pazarlıklar yapıldığını yazılı olarak değil ama sözlü olarak açıkça kabul etmiştir. Bu, İP ve TGB çevrelerinde büyük itirazlara ve hoşnutsuzluğa yol açmıştır. Bu itirazların sözcülüğünü yapan Mehmet Ali Güller, AKP diktatörlüğü ile ittifaka girmenin sakıncalarını, bu siteye de aldığım yazısında açıkça ortaya koymuştur. Diğer yandan, CHP’nin ulusalcı kanadı, 30 Mart seçimlerinden sonra, Kılıçdaroğlu yönetimine, “Cemaatçilerle ittifaka girdikleri” için açıkça saldırıya geçmiştir. Bu da keza, böyle bir zamanda yeni müttefiklere fazlasıyla ihtiyaç duyan AKP yönetimine açık bir ittifak çağrısı anlamına gelmektedir.
Bütün bunlar olurken TKP, tam tersine, AKP diktatörlüğüne karşı mücadelede sağlam bir tutum sergilemiş ve RTE’nin “anti-emperyalist” olduğu (ki bu, sitede yayınladığım Numan Bey’in yazısında görüleceği gibi, bazı anarşist mahfillerde bile yankı bulmuş bir tezdir) argümanlarına yüz vermemiştir. Son olarak TKP, 1 Mayıs’ta Kadıköy’de yapılan sarı 1 Mayıs gösterisine itibar etmemiş ve bütün militan gücünü Taksim 1 Mayıs’ına yöneltmiş, polisin vahşice saldırılarına karşı diğer devrimcilerle birlikte direnmiştir.
TKP’yi beğenmeyebiliriz, eleştirebiliriz ama onu ulusalcı olarak nitelendirmek haksızlık olacaktır. TKP, “Toplumsal Mücadele Saflaşmasında Bugünkü Üç Kategori” yazımda incelediğim “Toplumsal Muhalefet Gücü”nün temel bileşenlerinden olan “Sol hareket” içinde yer almaktadır. Siyasi ve kültürel yönelişleri de buna uygundur.
Gün Zileli
Read more: http://www.gunzileli.com/2014/05/08/tkp-ulusalci-mi/#ixzz51irRoZ6z
Gün bey,
Nasılsınız? İyi misiniz?
Sağlığınız nasıl?
Kalbinizin durumu nedir? İlaçlarınızı tedarik edebiliyor musunuz? Bizlerden gizlediğiniz başka problemler oldu mu hiç geçen zamanda?
Lütfen “iyiyim, teşekkür ederim” diye geçiştirmeyiniz, ayrıntılı yazınız lütfen…
Ben de, tam, ‘ulusalcilik’in ne oldugunu soracaktim ki, yazinin icinde su cumleleri gordum:
“TKP’yi ulusalcı bir parti olarak görmüyorum, ulusalcılığın turnasol kâğıdı olan şu üç temel konudan dolayı: 1. Kürt meselesi; 2. Ermeni katliamı; 3. AKP diktatörlüğüne karşı tutum.”
‘Ulusalcilik’in belirtileri/semptomlari (turnusol kagidi olcutunde) bunlar ise, 2003’ten once (AKP’den) ‘ulusalcilik’ yoktu diyebilir miyiz?
Bir de, tabii ki, ‘Kürt meselesi’ deyince tam olarak neyi kastediyoruz? PKK’nin tezlerini/durusunu mu?
Eger o ise, PKK’nin tezleri/durusu yasayan hafizada taninmaz derecede degismedi mi?
Yok, o degilse, kastettiginizin ne olduguna aciklik getirebilir misiniz?
[Not: ‘Ermeni katliamı’ndan bahsedip ‘Dersim katliami’ndan neden bahsetmediginizi sormuyorum. Yani, size iltimas gecmis oluyorum.]
Son dakika… 28 Şubat davasında 60 müebbet talebi
Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen 28 Şubat davasında esas hakkındaki mütalaasını açıklayan duruşma savcısı, aralarında dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir, emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın da bulunduğu 60 sanığın ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmasını talep etti.
Savcı, diğer sanıkların beraatini talep etti ve ölen 4 sanık için davanın düşürülmesini istedi. Duruşma 8-9-10 Ocak 2018 tarihine ertelendi.
Mütaalada dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın 05 Mayıs 1997 tarihinden itibaren Batı Çalışma Grubu’ndan haberdar olduğu, Batı Çalışma Grubu’nun Refah Yol hükümetini düşürmek için Genelkurmay Karargahında dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in başkanlığında toplantılar yaptığı kaydedildi.
CEZA İSTENEN 60 SANIK
Dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı ile dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir’in de arasında bulunduğu 60 sanığın, suç tarihinde yürürlükte bulunan ve sanıkların lehine olan 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 147. maddesi uyarınca, “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini cebren düşürmeye, devirmeye iştirak” suçlarından “ağırlaştırılmış müebbet hapis” cezasına çarptırılmaları istendi.
Savcının cezalandırılmasını istediği sanıklar şunlar:
“Dönemin Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı emekli Orgeneral Çevik Bir, Çetin Doğan, Erol Özkasnak, Muhittin Erdal Şenel, Kenan Deniz, İlhan Kılıç, Yıldırım Türker, Çetin Saner, Kamuran Orhon, Vural Avar, Hayri Bülent Alpkaya, Hikmet Köksal, Ahmet Çörekçi, İdris Koralp, Fevzi Türkeri, Çetin Dizdar, Hakkı Kılınç, Mustafa Bıyık, İbrahim Selman Yazıcı, Abdurrahman Yavuz Gürcüoğlu, Serdar Çelebi, Mustafa Babacan, Orhan Nalcioğlu, İsrafil Aydın, Cevat Temel Özkaynak, Ayhan Cansevgisi, Orhan Yöney, Ersin Yılmaz, Köksal Karabay, Hüsnü Dağ, Oğuz Kalelioğlu, İsmail Ruhsar Sürmer, Şevket Turan, Metin Yaşar Yükselen, Şükrü Sarıışık, Refik Zeytinci, Yücel Özsır, Altaç Atılan, Aydan Erol, Mustafa Hakan Bural, Yahya Kemal Yakışkan, Yahya Cem Özarslan, Ziya Batur, Bahaddin Çelik, Ruşen Bozkurt, Ünal Akbulut, Sezai Kürşat Ökte, Cengiz Çetinkaya, Ahmet Aka, Alican Türk, Osman Atilla Kurtay, Erkan Yaykır, Mehmet Aygüner, Erdal Ceylanoğlu, Ergin Celasin, İzzettin İyigün, Halil Kemal Gürüz, Sedat Arıtürk ve Erdoğan Öznal.”
39 SANIK HAKKINDA BERAAT İSTEMİ
Savcı, sanıklar Abdullah Kılıçarslan, Adem Demir, Ahmet Dağcı, Ahmet Atalay Efeer, Ahmet Nazmi Solmaz, Ahmet Ziya Öztoprak, Arslan Daştan, Arslan Güner, Bertay Turgut, Celalettin Bacanlı, Cengiz Koşal, Doğan Temel, Engin Alan, Ertuğrul Gazi Özkürkçü, Fuat Büyükcivelek, Hamza Özaltun, İsmail Hakkı Önder, İzzettin Gürdal, Kurtuluş Öğün, Lokman Ekinci, Mehmet Başpınar, Mehmet Ali Yıldırım, Mehmet Cumhur Yatıkkaya, Mehmet Faruk Alpaydın,
Metin Keşap, Metin Yavuz Yalçın, Mustafa Köseoğlu, Mustafa Özbay, Mustafa İhsan Tavazar, Necdet Batıran, Seyfullah Sönmez, Ümit Şahintürk, Veli Seyit, Aydın Karaşahin, Cemal Hakan Pelit, Mehmet Şinasi Çalış, Mustafa Kemal Savcı, Osman Bülbül ve Yüksel Sönmez’in isnat edilen suçu işlediklerine dair her türlü şüpheden uzak cezalandırılmalarını istemeye yeterli ve inandırıcı delil elde edilemediğinden ve atılı suçu işlediklerinin sabit olmadığından beraatlarına karar verilmesini istedi.
Savcı Yıldırım, yargılama sırasında vefat eden sanıklar Teoman Koman, Eser Şahan, Salih Eryiğit ve Tevfik Özkılıç hakkındaki kamu davasının ise düşürülmesi talebinde bulundu.
Duruşma, sanıklar ve avukatlarının esas hakkındaki savunmalarını hazırlamaları için 8-9-10 Ocak 2018’e bırakıldı.
Egemen fikirlerle mücadele sınıf mücadelesidir.
Çünkü egemen fikirler egemen sınıfın fikirleridir.
Halil Berktay;in bir soylesideki su sozlerini ilginc.
[Bu arada, daha onceki yazilarindan anladigim kadariyla, Halil Berktay da Girit gocmeniymis.]
http://serbestiyet.com/yazarlar/halil-berktay/yorunge-dergisiyle-sohbetler-1-bati-sorunu-tarihsel-arkaplan-840439
“Milli Mücadeleyi yürüten alafranga asker-bürokrat zümreye baktığımız zaman, büyük çoğunluğunun (yüzde 70 kadarının) Anadolu dışından geldiğini; ağırlıklı olarak İstanbul ve Balkanlar doğumlu olduğunu görürüz.
İmparatorluktan ellerinde, o güne kadar çok da tanımadıkları ve sevmedikleri, bir mahrumiyet bölgesi olarak gitmek istemedikleri Anadolu kalmıştı.
Bu ‘içeri’ye göçtüler, burada direndiler ve Millî Mücadeleyi kazandılar.
Sonra da, Tevrat’ın Tekvîn (Genesis, Yaratılış) bölümünün başında Kutsal Ruhun karanlıklar içinde ve suların üzerinde uçuyor (süzülüyor) olması, derken dünyayı aşama aşama altı günde yaratması gibi, Anadolu toplumunun üzerinde uçarak ve yukarıdan aşağıya seslenerek, kendi suretlerinde bir millet yaratmaya, o toplumun içinden kendi suretlerinde bir millet çağırmaya çalıştılar.”
‘Balkan Oligarsisi’nin o gunlerdeki resmini oldukca iyi tasvir etmis bence..
Tabii, bu anlatida –belki de Berktay’in da farkinda bile olmadigi– bir iltimas var:
Bu ‘alafranga asker-bürokrat zümre’ dedigimiz sey oyle yuzbinler milyonlar filan degil, cok olsa birkac bin kisi idi.
Onlar, ‘cayin tasi ile cayin kusunu vurmak’ misali, Anadolu’nun insaninin sirtindan hem ‘kahraman’ hem de ‘kurtarici’ oluverdiler.
Eh, oyle olunca, tabii ki, ‘kendi suretlerinde bir millet yaratma’k istemeleri de mesru olacakti –‘benzeme, benzet’.
Cunku bizler burada medeniyet bilmez ilkellerdik.. sarmasiktan sarmasiga atlayarak seyahat ediyorduk.. Onlarsa, medeniyet timsali..
Yani, dahili somurgecilik..
Boyle zamanlarda, aklima su Kerkuk hoyrati gelir:
—
Duser birgun
Yikilir duser birgun
Dusmana dusen firsat
Bize de duser birgun
—
Taylan Kara yükseldikçe düştüğünün farkında değil. Saldırganlığı yatışınca elinde hiçbir şey kalmayacak. Sadece saldırganlıkla fikir dünyası yürümez. En sonunda bir konuma geldiğinde, kendisi açısından saldıracak birşey kalmadığında, kitapları çok sattığında, eleştirdiklerine benzeyen bir köşe yazarına dönüşecektir. İleri yaşında Hürriyet’te yazarsa şaşırmam.
Kaan Arslanoğlu’nun son yazısı şu sözlerle bitiyor:
“Ayaklarının altında çiğneyip durdukları “Altı Ok”u yerden alıp, samimi CHP’lilerin yakasına yeniden takmak bizlere düşmektedir.”
http://www.insanbu.com/Siyaset-Haberleri/618-chp-dusmani-buyuk-sebekenin-basinda-kilicdaroglu-var-kanitli-ispatli-
Önce kendi yakasına takacağından emin olabilirsiniz. Tabii ki VP saflarında yer alarak. Yazıyı okumadım ama başlığından ne olduğu anlaşılıyor. Kılıçdaroğlu’na bu tür zaldırıları VP örgütler. Kaan Arslanoğlu şimdiden bir VP’lidir.
Özgürlükçü Fiyaskosu Ve HDP Gerçeği