Dağlar ve Fareler…
Dağın dağ olduğundan epeyce kuşkuluyum ama doğan farelerin fare olduğu kesin.
Meğer her şey bedelliyi tezgâhlamak içinmiş. Bir de AİHM’in cezalarından sıyırmak için. İki amaca da ulaştılar.
Ödenen askerlik bedelleri “şehit” yakınları ve “gazi”lere harcanacakmış. Bunun çevirisi şu: Parası olanlar, parası olmayıp askere gitmek zorunda olanlara, askerdeyken ölüp yaralananlara tazminat ödemiş oluyor böylece. “Benim param var, gitmiyorum ama gidip ölen ve yaralananlara da hizmetlerinin bedeli olarak para ödüyorum işte. Şehit yakınları evlatları öldüğü için ödediğim paralarla teselli bulacak; bacağını kaybedenler de ödediğim parayla takma bacak takabilecek.” Utanç verici!
Vicdani ret gibi onurlu bir davayı bile kullanmaktan çekinmediler. Bile bile “vicdani red” balonunu uçurdular. Sonra da yine kendi elleriyle patlatıverdiler. Bülent Arınç bugün net bir şekilde açıkladı: “Vicdani ret söz konusu değildir.” Peki o zaman neden söz konusu ettiniz? Fareler yeni doğduklarında pek sevimlidirler de büyüyüp sıçan olduklarında o sevimliliklerinden eser kalmaz. Üstelik bir de hızla büyürler ki!
CHP’nin bu konuda ne dediği, her zamanki gibi tam anlaşılamadı. Ulusalcılıkla popülizm duvarları arasında sıkışmış CHP’nin durumu gerçekten çok acıklı. Bir yandan, ulusalcı Aydınlık’ın zorunlu askerliği kutsayan propagandasından etkilendiler ve bunu dile getirdiler. Ama ne de olsa seçim kaygıları vardı. Bunun için yoksul kitleleri de biraz okşamaları gerekiyordu. Bu yüzden, yoksul çocuklarının hoşuna gidecek laflar da ettiler. Belli bir gelirin altında olanların askerlik için bedel ödemekten muaf tutulmasını istediler. Aslında bunu da muhalefette olmanın rahatlığıyla yaptılar. Kendileri iktidarda olsaydı, en fakirden de çatır çatır bedel alırlardı, merak etmeyin.
Dağın doğurduğu farelerden biri de Kılıçdaroğlu’ydu. Şu işe bakın. 1982 doğumlu olan, yani otuz yaşına gelmiş oğlunun askere gitmesine karar vermiş ve oğlu da onun sözünü dinleyip askere gidecekmiş. Nedir söylenmek istenen? Bakın ben ne kadar vatanseverim, imkânım olduğu halde bedelliyi tercih etmiyorum, oğlumu askere yolluyorum. Duyun ey zorunlu askerlik hayranı ulusalcılar! Sonra bakın ben ne kadar fakirden yanayım, unutma beni ey halkım! Bakın, oğlumu diğer fakir halk çocukları gibi askere yolluyorum. Peki peki anladık, ne kadar ulusalcıymışsın, ne kadar halkçıymışsın be abi. Evet ama çok önemli bir noktayı ıskalamış görünüyor Kılıçdaroğlu. Oğlunun bağımsız kişiliği ne oluyor bu arada? Otuz yaşına gelmiş koca adam kendisi karar alamıyor da, hâlâ babası mı karar veriyor onun adına? Yarın öbürsü gün, ”o kızla görüşmesine ya da evlenmesine izin vermedim” derse hiç şaşmayalım. Nerde kaldı yetişkin bir insanın kişilik hakları, bağımsızca karar verme hakları? Bir ana okulu öğrencisine bile böyle muamele edilmez. Kılıçdaroğlu’nun oğlu da eğer babasının bu kararı karşısında itiraz etmeyip, “peki baba, öyle yaparım” dediyse bravo doğrusu! İşte buyurun, “Çoğunluk” filmindeki baba-oğul sahnelerinden biriyle daha karşı karşıyayız.
Zaten baştan belliydi her şey. “Vicdani Ret mi, Vicdanı Ret mi” yazımda buna işaret etmiştim. Ne var ki, dağın doğuracağı farelerin bu kadar yüzsüz olacağını tahmin edememiştim.
Şu AKP ile CHP’nin televizyonlarda birbirlerinin gözünü oyacakmış gibi davranmalarına, en ağır sözlerle birbirlerine saldırmalarına, esip üfürmelerine inanmayın. Aslında yoktur birbirlerinden önemli bir farkları. İkisi de ulusalcıdır, ikisi de Sünni-Türk partisidir, ikisi de devletçidir, ikisi de kapitalist-emperyalist sistemin savunucusudur, ikisi de burjuvazinin savunucusudur, ikisi de orducudur, ikisi de polisçidir, ikisi de Kürt halkına karşıdır, ikisi de emekçi haklarının karşısındadır, ikisi de modernist-nükleer santralcidir, ikisi de tek parti diktatörlüğünün devamıdır, ikisi de Atatürkçüdür.
İkisi de… “dağ”ın çocuklarıdır.
Gün Zileli
1 Aralık 2011
söylediğiniz hepsi doğrudur.sadece akp chp değil devletçi bütün partiler aynıdır haklısınız.özgürlükçü siyasi organizasyonlar olmadığınıda söyleyemeyiz kuşkusuz anarşist zileli seviyesinde olmasalarda programına 2zorunlu askerliği kaldıracağım’ yazabilen anti militarist özgürlükçü partileri görmeyip en özgürlükçü biziz diyebilirmiyiz?bir cümlesi bile öncekilerden farklı olunca makale ile bahsetmeye değen cintonik gillerden nicesinin hak ettiğini içinden genç liderler yetiştiren özgürlükçü siyasilerin bunları hak edememesi ironimidir yoksa yeni cümle kurup alışkanlıklarımıza uymamasımıdır?yoksa özgürlük çıtasını yeterince yükseğe çıkarmayı becerememelerimidir?yoksa onların işi ve görevi zaten özgürlüğü ve konuşulan konunun en ilerisini savunmak olduğundan bizim söylediklerimizle örtüşen görüşlerin belirtilmesine gerekmi yoktur?hiç değeri olmadığı halde olumsuz dahi olsa makaleye değer görülüp dikkat algımızı çekecek seviyede olamadıklarındanmıdır?bunca ağır bedelle isyan ve özgürlük ateşini bütün sistem mağdurlarınada sıçratıp bu gün daha yukarılara çıkarmaya çalıştığımız özgürlüklere katkısı yadsınamaz seviyede geleceği temsil etmeye aday genç siyasi liderliğin tek örneği olup ‘yardımlarda kardeşlik kokusu var’seviyesinde cümle kurup siyasi tarihimizin çürümüş ebedi liderlik anlayışına ders verircesine geleceğin başarı siyasetinin örneklerini segilemekte yeterli değilmidir?lütfen yapıp yapmadıklarımızı olumlu tüketelim.bu yorum olumsuz eleştiri gibi algılanmayacağı umuduyla
Özgürlükçü arkadaşım, burada mevzu BDP olmadığı için üzerinde durmadım. Ona bakarsan, mevzu MHP olmadığı için onun da üzerinde durmadım, bu konuda en reaksiyoner tutum MHP’ye ait olmasına rağmen. Her yazıda bütün siyasi güçlerden söz etmem mümkün değil. takdir edersin ki. Mevzu bir şekilde BDP’ye gelirse ondan da söz ederim elbette.
selam özgürlükçü bu yazı(senin için,)(ben de aynen katılıyorum yazıya) daha önce okumadıysan eğer…
Modernizmin Krizine Devrimci Müdahale: Demokratik Özerklik
Kürt siyasal hareketinin geldiği boyutu anlama ve anlamlandırma konusunda devlet ve sol, bir tıkanıklık yaşıyor. Devlet ve modernist sol, “ulus devlet” paradigmasını eleştiren ve reddeden ulusal bir siyasal hareketi anlamakta zorluk çekiyor. Modernist sol açısından ezber şudur: “Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, emperyalizme karşı siyasal sınır ve bağımsızlık, bir başka deyişle ulus devlet hakkıdır; ayrıca bu hak anti-emperyalist olmadıkça ilerici de olunamaz.” Bu bağlamda Kürt siyasal hareketi, solun bu siyasal aklının mülkiyeti altındadır. Bu mülkleştirmenin dışında Kürt siyasal hareketini anlamlandırmak sol açısından mümkün de görünmemektedir. Oysa Kürt siyasal hareketi, bu paradigmanın çok dışında kendisini kurmaktadır. Tarihsel söylem ve politik paradigmalar, yüzyılların güç ilişkilerini belirler ve yüzyılların sınıflar mücadelesini kesen bu söylemler, uygarlığın gramerini kurarlar. Devrim kavramını devrimcileştiren güç ise, içinde yaşanılan uygarlığın krizine müdahale eden ve bugünden gelecek yüzyılların politik gramerini kuracak söylemsel kopuşları yakalamak ve üretmektir. 1789 Fransız devrimi uygarlık söylemini belirlemiş ve 19. ve 20. yüzyılın güç ilişkilerini kurmuştur. Sol ve sağ bütün politik paradigmaların dilini kuran, Fransız devriminin grameridir. Artık bu gramer bir dil kuramamakta ve Fransız devrimi, devrimciliğini yitirmektedir. 1789, kriz içindedir; bu kriz kapitalizmin krizidir. Ulus devlet, sermayenin, emeği siyasal mülkiyet altına almasının egemenlik biçimidir. Biyo-politik dil, biyo-iktidar olarak işler ve çalışır. Modernitenin; eşitsizlikleri, sömürüyü ve zalimliği örten, yok sayan ve bunların biyo-iktidarını işleten “birey,” “vatandaş,” “halk,” “özel mülkiyet,” “toplumsal sözleşme,” “hukuksal eşitlik,” “temsili özne,” “temsili demokrasi,” “ulus devlet” kavramlarıyla kurduğu biyo-politik dili krize girmiştir. Modernizm, uygarlık krizi içindedir. “Demokratik özerklik”, devrim kavramını devrimcileştiren söylemsel bir kopuştur ve modernizmin uygarlık krizine Mezopotamya’dan yapılan bir devrimci müdahaledir. Ne 1789 devriminin ne de Ekim devriminin grameriyle anlaşılabilecek bir dille konuşmaktadır. “Demokratik özerklik”, hem herkesin anlamakta zorlanacağı fakat öğrenmek zorunda kalacağı, hem de önümüzdeki yüzyılları belirleyecek olan politik bir devrimci anadildir. Politik felsefe, politik teori ve politik söylem mücadelenin içinden yeniden kuruluyor. Politik felsefe olarak devrimci felsefe, artık aşkın felsefeden kopmuş, içkin felsefe üzerinden kendini üretmektedir. Kürt siyasal hareketi içkinlik düzlemidir. Platon’dan gelen, Hobbes’la sekülerleşen, Kant ve Hegel’le modernleşen idealizmin “Tümel” aşkınlığı içinden kurulan felsefe, kriz içindedir ve bu felsefenin dönemi kapanmıştır. Artık direniş felsefesi Sofistler’den gelen Spinoza, Foucault ve Deleuze’le devam eden “Tikellik”in içkinliği içinden kurulacaktır. Siyaset, bedeni hiçe sayan “aklın” aşkın yanılsamalarından çıkarak onurun, bedenin ve duygulanımların içkinliğine geçmiştir. Modernizmde “egemenlik” ile “iktidar” kavramları arasındaki bağ, temsiliyet dolayımı üzerinden kurulmuştur. Egemen güç olan birey, yurttaş, halk ve ulus, toplumsal sözleşmeyle kendini yönetme hak ve iktidarını devlete devretmiştir. Bu bağlamda egemen yurttaş, devlet iktidarı karşısında uyruktur. Burada öne çıkan kilit kavram “iktidar” kavramıdır. İktidar kavramı, egemenliğin temsiliyet dolayımıyla devredilmesidir. Modernizmde “özne” alanı bu temsiliyet alanıdır. Modernizmin en güçlü temsili öznesi “Devlet”tir. Egemenliğin hak kullanımını dolayımdan, yani temsiliyetten çıkardığınız andan itibaren “iktidar” kavramı ortadan kalkar. Kürt siyasal hareketi egemenliğini kullanma hakkını dolayımdan, temsiliyetten çıkarmıştır ve bu hakkı doğrudan kullanmaktadır. Kürt toplumsal hareketinde temsili özneler değil, doğrudan toplumsal özneler konuşmaktadır. Halk adına konuşan değil, halkı konuşturan toplumsal demokrasi, siyasal bir paradigmadır. Bu bağlamda Kürt siyasal hareketi, politik paradigma olarak “iktidar” ve “devlet”e ihtiyaç duymamakta; dolayısıyla temsiliyet ve devlet üzerinden politik bağımsızlık hattı değil, toplumsal demokrasi, toplumsal özgürlük ve toplumsal bağımsızlık üzerinden bir politik hat izlemektedir. Demokratik özerklik, siyasal bağımsızlığı temsili alanda değil, toplumsal demokraside kuran ve toplumsal özneleri doğrudan konuşturarak farkları özgürleştiren çokluğun politik gücüdür. Modernist sol açısından politik mücadele alanı, sistemin yarattığı kriz alanıdır. Kapitalizm kriz üretir. Dolayısıyla kapitalizmin krizi beklenmeli ya da krizli alanlara müdahale edilmelidir. Bu paradigma bitmiştir. Asıl olan, devrimci hareketin, sistemi krize sokmasıdır. Demokratik özerklik siyaseti, krizi bekleyen değil, sistemi sürekli krize sokan ve politik mücadele alanını kendisi belirleyen ve talep siyasetini red eden kurucu bir devrim siyasetidir.
cengiz baysoy
otonom dergi
çok değerli tamamen katıldığım değerlendirme için haylooo arkadaşa teşekkür ediyorum.yukardaki değerlendirme ideolojik anlayış olarak biriktirip öğrenerek bu güne getirebildiğimiz devrimci,özgürlükçü anarşizme nekadar yakın olduğunu düşününce benim gibi emma godman,kropotkin hayranı anarşizmin sempatizanlarının neden özgürlükçü siyasi kürt hareketi (bdp)üyesi olduğumuzuda açıklıyor.nedense bu durum zileliyi şaşırtıp bir miktar anarşistinde bloku desteklediği anlaşılmıştır demesine yol açan bu durumu bizim gibi pratikleri görmedende anlayışı değerlendirerek anarşizme en yakın ve anarşistlerinde bu günkü değerlerde kendini gerçekleştırmesinin olanaklı olduğu hareketi en iyi anlaması gerekenin zileli olması gerekirdi.talep eden (iktidar-devletten)siyaseti reddetme konusunu bir proje dahilinde demokratik anayasa girişiminin istanbul üsküdar petroliş panelinde ilk defa ben sunuş yaptım.ankarada dag ın kurultayındada 1.gün kısa sunuş yaptım çözümleri internette var.çok büyük bir hata yapıyoruz politik mutfak devlet ve iktidardan talep eden dilden vazgeçmesi gerek demiştim oturduğumuz sandalyeyi değiştirip talep eden dilden sistem mağdurlarının aşağıdan yukarıya inşa edip ürettiği toplumsal muhalefet programını devlet ve iktidara gel bunu uygula denmez bu benim programımı geleceğin halk iktidarında ben iktidar olup ben uygulayacağım diline geçmeliyiz demiştim.kuşkusuz bütün iktidar ve devletlerin kirli ve sorunlu olduğu gerçeğinden hareketle bu programın iktidarın asıl sahibi halka devredileceği kural,kurum ve işleyişleri gerçekleştirme iktidarı olması gereği açıktır. Halk adına konuşan değil, halkı konuşturan toplumsal demokrasi, cümlesindeki anlayış bile geleceğin alternatif başarı siyasetinin temel kurallarını uygulayan özgürlükçü siyasi hareketin şimdiden başardığını görememek için kör olmak lazım.konusu gelince bdp den bahsederim diyen zileli bdp den bahsederken bazı maçlarda hakem vardır maç boyunca adil ve eşit yönetmeyi değil x takımın hatasına koşullanıp adeta onu arama memuru gibi maç yönetir bizde hemen fark ederiz.böyle bir ön şartlanmaya gerek duymadan bir kişiyi 5-10 kez yazabilenin siyasi hayatımızda içinden genç liderler yetiştiren organizasyonun en güzel örneğine haksızlık edildiğini site takipçileri hakem örneği gibi hemen anlamıştır.katı eşitlikçi adalet lütfen
Halk iktidarı diye bir şey yoktur.
halk iktidarı diye bir şey yoktur belki ama halkı daha çok insan yerine koyan bir iktidar biçimi vardır, olabilir.
o zaman vakti zamanında kitleleri peşinden sürükleyen “söz, yetki, karar, iktidar halka” sloganı da tamamen içi boş bir hezeyan mıdır?halkın gerçekten kendi kendini yönettiği iktidarın -tabii ortadan kaldırılmadan önce devletin de- bir amaç değil araç olduğu fetişleştirilmediği bir düzen imkansız mıdır?
halkı birileri insan yerine koyarsa, birileride kolaylıkla insanlıktan çıkarır.
Cengiz Baysoy’un yukardaki yazısında demokratik özerkliğe olduğundan fazla anlam yüklenmiş gibi görünüyor. Demoktatik özerkliğin kağıt üzerindeki hedefleri ile BDP yönetiminin reel-politiğe ağırlık veren pragmatik tutumu arasında büyük bir açı farkı var. BDP demokratik özerkliği, yani özgür halk komünlerini hayata geçirmek yerine, bu projeyi yeni anayasa yapım sürecinde Türk egemenlere karşı pazarlık gücünü arttırmak için bir koz olarak kullanıyor. BDP’den bu projeyi gerçekleştirmesini beklemek, onun yönetimine güzelleme yapmak yerine demokratik özerkliği asıl hayata geçirecek olan Kürt yoksullarının komünal yaşam pratiklerine omuz vermek daha sağlıklı bir müdahale biçimi olacaktır diye düşünüyorum.
Yüksekova ‘ya gittin mi? Türkiye’nin ik 5 star otellerinden biri orada açilmisti, her tarafta 4X4 cip dolu, hepsi asiretçi, hepsi feodal agalarin köleleri, tetikçileri, eroin kaçakçilari…
ergenokon mahkemesi:
http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=h4bAA-fivOs
1o numaralı yorumu yapan milliyetçi arkadaşa, o jiplri olanlar senin devletinle birlikte yurt dışına uyuşturucu kaçıran adamlardır.köylerdeki yoksulların bir kısmı ise şimdidden komün yaşama geçmişler, görebilene…
halk iktidarı yoksa kendimizi yönetebilme çaba ve hayallerimizde yoktur galiba bütün yaptıklarımız boşunadır anlamına gelirki bence hiçbir çaba boşa gitmez.tabi burdaki çabamız sistem-devlet-iktidar hegemonyasına bilmeden hizmet etmek değilse.özgürlükçü değerleri ve insanın özgürleşmesine dair bu günkü değerlerde beklentilerimizin en yüksek çıtasını programında bulundurabilip bütün devlet ve iktidarların kirli ve sorunlu olduğunu söyleyebilen organizasyona haksızlık etmek kime hizmet anlamına gelir?sistemin şeytanlaştırıp öcü gibi gösterip itibarsızlaştırmak istediği en özgürlükçü hareketi sistemin sahiplerinin yapmaya çalıştığından farklı ne yapıyoruz?sorusunu kendimize sorabilme dürüstlüğünüdemü gösteremeyeceğiz çok ayıp lütfen katı eşitlikçi adalet?
Halk iktidarı denen şey, halkın gerçek iktidarını gaspeder. Halkın iktidarına gerçekten sahip çıkması, halk iktidarıyla birlikte her türlü iktidarı yok eder.
Benim milliyetçi olduğumu nereden çıkarttınız? Meraktan soruyorum sadece. Bir de iktidar ne demektir, onu da lütfeder misiniz?
tamamen doğrudurda ‘halkın gerçek iktidarını’gasp ettirmemek için uzaydanmı halk getireceksin?her türden iktidarı yok edebilmek için önerdiğin halkın kendi iktidarına sahip çıkması dediğini kim söyleyip iyi kötü yapmaya çalışıyor?bildiği halde ağzına almamak onuda diğerleri gibi göstermeye çalışmak etikmi?bütün bunları bilebilenin programlarını siyasi partilerin okumamış olduğunu düşünebilirmiyiz?kendimizi kendimiz yöneterek özgürleşelim teorisi ve pratiği şimdiye kadar kimden duyduk?yoksa bunlar objektif olarak beceremez iyisimi onuda biz öğretiriz diyerek akıl vermeyemi çalıştık?aslında halkın iktidarına gerçekten sahip çıkmasını isteyenler samimiise insanların kendi olmasına fırsat vermesi gerekmezmi?ben kürt olmadığım halde bu organizasyonda kendim olabiliyorum derken samimi değilmiyim?
yüksekovaya yazdıkların milliyetçilerin kullandığı argümanlardan tabi onlar bütün kürt bölgeleri için kullanırlar.”feodaller ağalığa bağlılar, zamanında toprak reformu yapılmışta geri ağalara vermişler, giden devlet kredilerini çarçur ediyorlar v.b.”
iktidarın ne olduğunu niye benden istemişsin?
yukarıda hiç iktidardan bahsetmemişim,,,
ama yarın bunu konuşabiliriz, şimdi uyuyacağım. iyi geceler…
mankafa bdplilerin 5 yıldızlı oteli var sanıyor. git bak oranın sahipleri yüzde yüz akp’lidir bugün.
ertan arkadaş galiba mankafa dediğin bizim casusun sitede yazıları engellensin tartışmasından sonraki usturuplu haline benziyor.ufak bir uyarı bile daha etik tartışmaya yardımı olmuş yinede yaratıcılığı ve özgürlüğünü gerçekleştirip samimi olup kendisi olabilmesine engel olmamak lazım.ağalık,5-15 yıldız lüpleme mevzuunda kürtlerin en yoksul ve bir miktar entellektüel kesimi bdp de faal olduğunu ve bunlarında devlet-iktidar eliyle değil kayrılıp zenginleşmesi engellendiği elindekilerinde alındığı alınacağının işaretleri olduğu siyasi faaliyetlerinin asgari finansının bile karşılanabilmesi dahi binbir zorlukla bunca eziyetle yok edilmeye çalışılan kürt halkının en yoksul kesiminin dayanışması ile olduğunu bilmeyen kalmadı en iyi bunuda devlet ve devletten lüplenenlerin bidiği açıktır
gün bey iyi günler,
türkiye de 70 ve 80 döneminde cerayan eden iç karışıklıkların belli istihbarat servislerinin denetiminde meydana geldiğine dair iddialar var. o kuşağın bir mensubu olarak bu görüşler için ne diyorsunuz. iddia sahiplerinin sıklakla başvurdukları argümanların başında seksen darbesiyle çatışmaların bir anda kesilmesi – ki, bu tespitlerinde oldukça haklılar- veya karşıt akımların üzerinden çıkan teçmizatın aynı ülkelerin malı olması geliyor. bir de gerçekleştirilen bireysel eylemlerde öldürülen insanların ilginç kimlikleri geliyor. tekrar iyi günler diliyorum.
(Yeni CHP’den yeni bir maskaralık daha…)
CHP heyeti ABD’de: Anti-Amerikancı değiliz!
12.12.2011 – 13:16
CHP Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu ve beraberindeki heyet ABD’ye ulaştı. Hafta boyunca Washington ve New York’ta 40 civarında temaslarının olacağını belirten Loğoğlu, ziyaretin içeriğine dair bilgiler verdi. Loğoğlu, CHP’nin anti-Amerikancı olmadığını belirtti.
Temaslarda bulunmak üzere ABD’ye giden CHP heyeti, yaptıkları basın toplantısında temasın ayrıntıları ve gündemdeki konularla ilgili açıklamalarda bulundu.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu’nun yanısıra, partinin diğer genel başkan yardımcılarından Faik Öztrak, CHP İstanbul milletvekili Umut Oran ve CHP Ankara Milletvekili Gülsün Bilgehan’dan oluşan CHP heyeti, temaslarda bulunmak üzere ABD’ye gitti. Heyetin Washington’a ulaşmasının ardından basın toplantısı düzenleyen Loğoğlu, ziyaretin içeriğine ve gündemde olan başlıklara dair açıklamalar yaptı. AA’nın haberine göre Loğoğlu, 6-7 ay önce gerçekleştirdikleri ABD ziyaretinin devamı niteliğinde ABD’ye geldiklerini belirtti. Washington ve New York’ta 40 civarında temasta bulunacaklarını ifade eden Faruk Loğoğlu, AKP’yi şikayet etmek için değil, kendilerini anlatmak için geldiklerini söyledi.
CHP’li Loğoğlu: Türk-Amerikan ilişkileri balayında!
Türkiye-ABD ilişkilerinin seyrine ilişkin açıklamalarda da bulunan Loğoğlu, “İlişkiler çok sıcak, neredeyse balayı gibi bir dönem ama yüzeysel!” ifadelerinde bulundu. İyi ilişkilerin, iki ülkenin Suriye’ye yönelik “örtüşen politikalarından” ileri geldiğini öne süren Loğoğlu, kendilerinin de Suriye’de “halkın beklentilerine daha fazla cevap veren, daha demokratik bir yönetim noktasında” AKP ile benzer bir fikre sahip olduklarını da sözlerine ekledi. Türkiye-ABD ilişkilerini “yüzeysel” olarak nitelendiren Loğoğlu, “İlişkiler biraz yüzeysel çünkü Türk-Amerikan ilişkilerinin bütününden Suriye konusunu çıkardığınız zaman, Kıbrıs, Ermenistan, İran gibi geriye sorunlu ve pürüzlü konular kalıyor. Suriye’ye ilişkin bu balayı dönemi bittiği zaman Türk-Amerikan ilişkilerinin gerçek durumunu göreceğiz ve ben onun çok sağlıklı beslendiğine şu anda inanmıyorum” dedi.
Suriye meselesinde, “Şu veya bu şekilde bir terslik olması durumunda iki taraf da bana göre, aralarındaki ilişkiyi nasıl götürecekleri noktasında
biraz şaşırıp kalacaklar” şeklinde konuştu.
“Anti-Amerikancı değiliz”
Programlarının yoğun olduğunu, Washington ve New York’ta 40 civarında temaslarının olacağını belirten Faruk Loğoğlu, Kongre, yönetim, düşünce kuruluşları, mali ve ekonomik çevreler, lobiler ve Türk toplumuyla temaslarda bulunacaklarını ifade etti.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu, partisinin, Türkiye’nin ABD ile karşılıklı saygı ve çıkarlara dayalı iyi ilişkiler kurmasından yana olduğunu belirttikten sonra, CHP’nin ABD ile ilişkilerine ilişkin olarak da, “Bizde anti-Amerikancılık, ’anti’ bir şey yok, Türkiye’nin menfaatleri var, onu ön plana koyuyoruz” dedi.
“Esad gitsin ama kan dökülmesin, füze savunma sistemine tamam ama radar olmasın”
Suriye konusunda gelen sorular üzerine açıklamalarda bulunan Faruk Loğoğlu, CHP’nin “halkın beklentilerine daha fazla cevap veren, daha demokratik bir yönetim noktasında” AKP ile benzer fikirlere sahip olduğunu, ancak hükümetin tek yanlı olarak Esad rejiminin gitmesine
kilitlendiğini, muhalefete tek yanlı olarak kucak açtığını ifade etti. “Sadece muhalefete sahip çıkmak ve rejimi dışlamak, Suriye’yi bir iç çatışmaya mahkum etmekten başka bir sonuç vermeyecektir” diyen Loğoğlu, sözlerine “Esad’ın iktidardan uzaklaştırılması belki zaman içinde
mümkün olacak ama CHP olarak biz diyoruz ki bu çatışmalarla olmasın, mezhep kavgası haline dönüşmesin, kan dökülmesin, şiddet olmasın diyoruz ama AKP hükümetinin izlediği politikayı, Suriye’de şiddeti, çatışmaları, kutuplaşmaları daha derinleştiren bir politika olarak görüyoruz” şeklinde devam etti.
Malatya’ya kurulan füze savunma sistemi ile ilgili de konuşan CHP Genel Başkan Yardımcısı Faruk Loğoğlu, Tütkiye’nin NATO’nun füze savunma sistemine katılmasını desteklerini belirttikten sonra radarların nereye, hangi ülkelere konulacağının bir müzakere meselesi olduğunu sözlerine ekledi. Loğoğlu, Rusya ve İran ile ülke içindeki halkın tepkilerine baktıklarında, Türkiye’nin radara ev sahipliği yapmasını yanlış bir uygulama
olarak gördüklerini kaydetti.
“İsrail’in korunmasına itirazımız yok”
Malatya’ya kurulan radarın şu anki yapısıyla bir NATO radarı olmadığını, Amerikan radarı olduğunu söyleyen Loğoğlu, radarın NATO Savunma sistemine entegresi edilmesnin en az 2-3 yıl alacağını, o zamana kadar Türkiye ile ABD arasında imzalanan bir anlaşma çerçevesinde faaliyete geçeceğini belirtti. Amerikan yetkililerinin, bu radarın ABD’yi, ABD’nin müttefik ve partnerlerini koruyacağı yönündeki beyanatlarını hatırlatan Faruk Loğoğlu, bölgede ABD’nin partnerinin İsrail olduğunu belirttikten sonra “İsrail’in korunmasına itirazımız yok ancak AKP hükümeti kamuoyuna bunu bu şekilde anlatmıyor.” dedi.
Faruk Loğoğlu kendisine yöneltilen bir soru üzerine, CHP olarak, Rumlar AB dönem başkanı olduğunda, katılım müzakerelerinin aynen ve hatta hızlandırılarak devam edilmesinin daha doğru olduğunu düşündüklerini sözlerine ekledi.
Gülsüm Bilgehan: “Dostlarımıza ihtiyacımız var”
Washington’da gerçekleştirilen basın toplantısında CHP Ankara Milletvekili Gülsüm Bilgehan da söz aldı. “Dışarıdan bakıldığında Türkiye’de güçlü bir iktidar görünüyor, yüzde 50 oy almış, güçlü, tanınan bir lideri var ama onun karşısında da en az o kadar güçlü bir muhalefet var. Bu
muhalefetin de en önemli partisi biziz” dedi. Türkiye’de her şeye rağmen, eksikliklerini de ortaya koyarak, işleyen bir demokrasi olduğunu belirten Bilgehan, en önemli görevlerinin demokrasinin ileri giderek geliştirilmesi olduğunu belirtmesinin ardından “bunun için de
dostlarımıza ihtiyacımız olduğunu belirtmemiz gerekiyor” dedi.
(soL Haber)
Y-CHP’nin bu maskaralığı üzerine fikirler:
* Y-CHP seçimler öncesinde de AB’de ABD’de seçim turu yaparak orada hem ülkelerin üst düzey siyasetçileri hem de STK’ler ile görüşmüş idi. O dönemde CHP icazet alamamıştı, çünkü partideki neoliberal dönüşüm tamamlanmamıştı.
* Fakat şimdi krizin kapıda olduğu, AKP karşıtlığının yükselişe geçtiği (bkz: Kürt muhalefetinde, ulusalcı muhalefette ve sosyalist muhalefetteki ortak anti-AKP vurgusu, sol-liberallerin BİLE iktidardan hoşnutsuz olması), AKP’de hizipleşmelerin uç vermeye başladığı, Ortadoğu’da AKP’nin alt-emperyalist misyonundaki başarısızlığı ve bölgede anti-ABD cepheleşmesinin güçlendiği (konu hakkında faydalı bir yazı: http://muhalefet.org/yazi-esit-agirlikta-iki-olay-yavuz-alogan-28-698.aspx ) bir noktada CHP, ABD’den icazet almaya, Türkiye’deki toplumsal muhalefetin ve Ortadoğu’daki anti-AKP ve anti-ABD öfkenin gazını almaya çalışacaktır.
* Görüşmelerdeki “AB müzakererelerini hızlandırma” vurgusu ise zangır zangır çatırdamakta olan AB’nin “yükünü almaya hazır” olan AKP’ye karşı CHP’nin kendisini bir alternatif olarak pazarlama gayretine işaret ediyor.
* Yukarda saydıklarımızı özetleyecek olursak CHP’nin ABD’ye vermek istediği mesaj aşağı yukarı şudur: “Biz Batı’nın AKP’ye verdiği Türkiye’deki ve Ortadoğu’daki taşeronluk misyonunu daha iyi icra ederiz; hem de bu işi yumurtaları kırmadan yaparız.”
analizleri çok faydalı , yenilgiye bazan da yıkıntıya götürür
devrim dalgasi yükselmekte, halklarin mücadeleleri daha daha üst düzeylere çikmakta, her tarafta devrim atesleri yanmakta, karsi devrimciler kaçacak delik aramakta, devrimci haraketin önderligindeki halkimiz sanli mücadelelerine daha daha sanli mücadeleler katmakta ve bu hep böyle olmakta, baska türlü oldugunu söyleyenler hep hain ilan edilmekte, hep ileri, hep ileri olunmakta , geriye dönup bakilmamakta, hersey çok iyi olmakta , gaz verilmekte ve sonra da dönülüp “yahu biz solcular neden Stalinist olduk” diye sorulmakta.