Can Şafak, ALTINCI SÜİT Bingöl Erdumlu Kitabı, Ekin Kitap, 2023
Çeşitli yayınevleri tarafından, uzun süre ellerinde tuttuktan sonra reddedilen Bingöl Erdumlu’nun Altıncı Suit’i nihayet Ekin kitap tarafından yayınlandı. Can Şafak’ın, Bingöl Erdumlu ile 2015-2017 yılları arasında iki yıl boyunca sebatla yaptığı bu nehir söyleşi, bence, içeriği bir yana, tanıklıkları, üslubu, akıcılığı ve gri teoriyi yeşil hayatla renklendirmesiyle bu türün başköşesinde yer alacaktır. Bingöl, samimiyetiyle, açıklığıyla ve hayatın kaotik akışını aynı kaotiklikle yansıtma becerisi gösteren olağanüstü anlatımıyla bunu fazlasıyla hak etmiş. Buna, Can Şafak’ın, özellikle emek dünyasına ve sendikal harekete ilişkin derya deniz bilgisini Bingöl’ün anlatımının içine ustalıkla yerleştiren sorularını ve notlarını da eklemek gerekir. Taner Akçam’ın, kısa ama özlü önsözündeki, bu nehir söyleşinin bakış açısını netleştiren, “yasak-karanlık” özdeşliğine dikkat çeken (s. 13) “düşünsel konformizm”e ilişkin saptamaları da unutulmamalıdır elbette.
Ben şahsen, kitabı üç gün içinde okurken, Bingöl’le karşılıklı geçmiş konuşuyormuşuz gibi hissettim, hatta sesini duyar gibi olduğumu… Altmış yılı geçkin kitap okuma deneyimde böylesine bir “büyülenme”yi hiç yaşamadığımı belirtmeliyim.
Bingöl Neyi Temsil Eder?
Büyükada’da, Bingöl’ün doğum günü olan 26 Eylül 2023’te kısa bir konuşma yapmış ve sonra da bu konuşmamı, Artıgerçek’teki “Tarihî Dönemler ve Şahsiyetler” (8 Ekim 2023) yazımda biraz daha genişletmiştim. Bu yazının sonunda, “Bingöl Erdumlu’nun, diğerleriyle birlikte (isimler saymıştım) Dev-Genç’in silahlı eylemlerle dağılmadan önceki kitlesellik döneminin önemli isimlerinden biri olduğunu” yazmıştım. Fakat bu, gerçeğin bir kısmı, geri kalanını Bingöl belirtmiş anlatımında: “Daha çok ben oraya (fabrikaya, GZ) … işçi sınıfını tanımak ve içine girmek için. Hep adına konuşulan, hani nesne gibi bakılan şeyin içine girip onun bir parçası, öznesi olabilmek için gitmiştim.” (s. 67) Keza, “THKP-C içinde sınıf hareketine önderlik etmiş biriydim” (s. 104) İşte Bingöl budur. O zamanki, soyut bir işçi sınıfı adına konuşan biz devrimci gençlerden farklı olarak o, gerçek işçi sınıfına yönelmiş ve bütün hayatını belirleyen bu tutku olmuştur.
15-16 Haziran’da zengin evlerinin bahçesine girip yakasına takmak için bir gül koparan işçiyi bir anlatışı vardır ki (s. 97), sırf bu anlatım bile onun sınıf için atan yüreğinin gümbürtüsünü duymaya yeter. Elbette duymaya niyeti olanlar için!
Kim Daha Doğru Bir Yerdeydi?
Bingöl’ün anlatımı, doğal olarak, kurucularından olduğu THKP-C’nin 1971-1972 yıllarındaki eylemlerinin değerlendirilmesine yönelik birçok temel saptama içeriyor. Bu yıllarda, daha doğrusu 1972 yılında İsrail’in İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’un kaçırılıp öldürülmesinden sonra örgüt içinde eylem çizgisi konusunda bir ayrılık, giderek bölünme meydana geliyor. Bu noktada Bingöl, Mahir Çayan’ın eylem çizgisini eleştiren Yusuf Küpeli ile Münir Ramazan Aktolga’nın yanında yer alıyor.
Neydi Yusuf Küpeli ile Münir Aktolga’nın eleştirileri? Kısaca ifade edecek olursam, bu tür eylemlerin hareketi tecrit ettiğini ve sınıftan koparttığını ileri sürüyorlardı. Mahir kesimi ise, bu eylem çizgisini savunuyor ve karşı çıkanları “ihanet”le ya da “teslimiyet”le suçluyordu.
Bingöl’den dinleyelim: “Münir ve Yusuf tavır aldılar. Ve de ayrılığın temeli budur: Biz sınıf hareketine yabancılaştık, sınıf hareketinden koptuk ve sanki hiç yokmuş da biz bir şeyler yapıp onu harekete geçirecekmişiz gibi bir tutum içine girdik. İşte, bu Kesintisiz Devrim’in, öncü savaş ya da politikleşmiş askerî savaş diye adlandırılan stratejiye yöneldik (cümlede bir düşüklük söz konusu sanırım, GZ). Buna Münir’le Yusuf da karşı çıktı.” (s. 181-182)
Bingöl, Münir ve Yusuf’a hak vermekle yetinmiyor, karşı çıkmakta geç kaldıkları için onları eleştiriyor: “Ama o tavrı diyelim ki altı ay evvel alsalardı, olaylar çok farklı gelişebilirdi.” (s. 182)
Ya Bingöl’ün kendisi?… Bingöl, “karşı tarafı” eleştirip kendini sorumluluktan kurtaracak karakterde biri olmadığını anlatımında da ortaya koyuyor. “… hareketin Kızıldere’ye giden çizgisinde kendimi en az herkes kadar sorumlu hissettim.” (s. 104) demekle de yetinmiyor, Mahir, silahlı mücadeleyi savunan yazıları kendisine verdiği halde, “Boş ver sonra okurum” dediğini belirtiyor ve “Gayri ciddiliğin daniskası değil mi bu?” diye soruyor (s. 130); o yazıyı okumadığı için kendini affetmediğini altını çizerek belirtiyor (s. 132) . “Ben bu işin başlıca sorumlularındanım. Bir süre sonra karşı çıkmış olman, bunu değiştirmiyor.” (s. 132); yanlışları gördüğü halde o harekette kalmayı tercih etmesini, “Bu bir grup konformizmi de olabilir” (s. 133) diye eleştirel bir şekilde izah ediyor.
Mahir’le Yusuf, özellikle Mahir’lerin kaçışından sonra tam anlamıyla karşı karşıya geldikleri sırada Bingöl net bir tutum alarak, “Ben kesinlikle sonuna kadar Yusuflarla beraberim” (s. 187) diye haber yolluyor hapishaneden dışarıya.
Bu ayrılık hakkında konuyla ilgilenen herkesin bir fikri olacaktır elbette. Kimi Mahir’i, kimi Yusuf’u haklı bulacaktır. Ben, bu konudaki fikrimi, 2 Ocak 2022 tarihinde, Artıgerçek’te çıkan, “Yusuf Küpeli (1944-2021)” başlıklı yazımda şöyle ortaya koymuştum: “Bu ayrılıkta kim haklıdır? Bence Yusuf Küpeli ve Münir Aktolga haklıdır. Onlarla yaklaşık aynı tavra sahip olan Bingöl Erdumlu da. Hatta muhalefet ettiği iddia edilen (eğer gerçekten etmişse) Ziya Yılmaz da. Bir kere bunu net bir şekilde saptayalım. Yusuf Küpeli’nin, Münir Aktolga’nın ve Ertuğrul Kürkçü’nün, yakalandıktan sonra sıkıyönetim mahkemelerinde teslimiyetçi bir çizgi izlemiş olmaları bu gerçeği ortadan kaldırmaz … Biz o zamanki Aydınlıkçıların, “teslimiyetçiliği karşı mücadele” adına, İstanbul hapishanelerindeki Mahir Çayan taraftarlarının, “Yusufçulara” şiddet içeren saldırılar düzenlemelerini onaylamamız ise tek kelimeyle fırsatçılıktır.”
Elrom, Kızıldere vb…
Bingöl’ün, Elrom ve Kızıldere olaylarındaki yaklaşımının da doğru olduğunu düşünüyorum. Sorumsuz bir eylem çizgisinin Türkiye sol hareketinde ne gibi zararlara yol açtığını sözünü sakınmadan ortaya koymaktadır: “Elrom olayı olunca da Türkiye’de o güne kadar gelmiş en önemli tutuklamalardan biri gerçekleştirildi. Dört yüz civarında insan tutuklandı, solcular neyse, solcular tutuklanır da, Bülent Nuri Eseninden Mümtaz Soysalına, aklına gelebilecek bir sürü insan tutuklandı. Bahri Savcı, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu, Altan Öymen… Türkiye’de saf Atatürkçü olan, reformcu olan, o anlamda devrimci olan kişiler.” (s. 159)
Elrom’un öldürülmesini de eleştiriyor ve o sırada Yusuf kesiminin bunu önleyecek gücü olmadığını belirtiyor: “Yusuf olsa farklı şekillenirdi. Belki gene bir şeyler yapardın ama orada öldürmezdin, Elrom’u. Bir yerden sonra biz tutar, oturur konuşurduk Ankara’da yaptığımız gibi, bunları durduralım derdik ve durdururduk da… belli ölçülerde durdurduk da bunu. Mahirlerin, bunlar pasifist, silahlı mücadeleye karşı çıktılar dedikleri hikâye, odur aslında.” (s. 164)
Kızıldere’deki kaybedilen arkadaşlarıyla ilgili olarak da şu saptamayı yapıyor Bingöl: “… bir yerde eğer kurtarılabilecek insanlar varsa, onları da çatışmanın içine sokup onları da öldürtmenin bir anlamı yok… Ama bak şimdi orada altı ay içinde çıkacak insanlar vardı. Sabahattin Kurt, Sinan Kazım Özüdoğru, Ertan Saruhan… benim gibi yatar üç sene, dört sene… Ertan Saruhan, Nihat Yılmaz, Saffet Alp… Bu insanların hemen hepsinin dışarıya çıkma imkânı vardı. Ben niye öldürteyim insanlarımı?.. Bulunmaz bir fırsatı da sen vermişsin on kişi birden toplanmışsınız evde.” (s. 208-209)
Cesur saptamalardır bunlar. Bugüne kadar, düşünülse de dile getirmede tutuk davranılan, sanki ölenlere saygısızlık yapılacakmış gibi duygusal bir tavırla geri durulan, susulan bir konuyu Bingöl büyük bir cesaretle takır takır dile getirmiş. Yayınevlerinin bu kitap için neden bu kadar ayak sürüdükleri şimdi daha net anlaşılıyor!
THKP-C Değerlendirmesi
Bingöl’ün anlatımlarında THKP-C’nin bir örgüt olarak eleştirisi biraz zayıf kalmış gibi geldi bana. Sanıyorum bunda, 10 üyesinden 6’sının mı, yoksa 7’sinin mi katıldığı bile doğru dürüst hatırlanılmayan ve sadece bir toplantı yapan Genel Komite’nin alelusul aldığı kararlarla oluşmuş THKP-C örgütünün derme çatma yapısının rolü var. Örneğin, kararların alınışından uygulanışına kadar tamamen tek adama göre belirlenmiş bir örgütün anti-demokratik yapısının daha etraflı bir eleştirisi beklenirdi Bingöl’den. Ama zaten Bingöl, aslında örgüte ilişkin üstüne düşenleri yapmaya çalışırken böyle şeylerle de pek ilgilenmiş görünmüyor. Mahir’in kendisine okumak için verdiği, örgütün gelecekteki yönelimini belirleyen yazıları dönüp bakmıyor bile. “Merkez”de kim ne karar almış, ne gibi eylemler yapılacakmış, bunlarla bile doğru dürüst ilgilenmemiş. İşte, bir şeyler yürüsün de ne olursa olsun! Bingöl, yazıları okumamasını eleştiriyor ama örgütsel yapıya ilişkin bu ilgisizliğinin üzerinde pek durmuyor. Sadece şu kadarını söylemekle yetiniyor: “Tuhaftır adını koymadığımız zaman biz çok daha iyi bir örgüttük, adını koyduğumuzda iş bitmiş oldu bir anlamda.” (s. 136)
Aslında Bingöl’ün, “adını koymadığımız zaman” dediği, THKP-C değil, Dev-Genç temelinde yükselen ve tüm Türkiye soluna hâkim olup, gençliği, ileri işçileri, köylüleri, köylü önderlerini, Karadeniz, Ege gibi en uyanık bölgelerdeki kadroları, genç radikal subayları bağrında toplayan oldukça güçlü bir harekettir. THKP-C ise bu güçlü hareketten çıkan, 15-20 silahlanmış gence (gerillaya) dayanan, hareketin geri kalan bütün kadrolarını ve taraftarlarını bu 15 gerillaya yataklık yapma geri görevine itekleyen küçük-dar bir örgüttür. Büyük-geniş bir hareketten rüşeym eden böylesine cılız bir gerilla örgütünün tek bir liderin kafasından çıkan kararlara bağlı, anti-demokratik, derme-çatma bir yapı olması kaçınılmazdı. Bingöl’ün anlatımlarında yeri geldikçe bu yapıdan şikâyet var ama bu konuda sistemleşmiş, başı sonu belli bir eleştiri yok.
“Tarih hep gelişmeler provoke edilerek ilerlemiştir” (s. 212)
Böyle diyor Bingöl. Bu bakış bence, tarihteki olaylara “provokasyon” mantığıyla bakmaktır. Bingöl, kitabının birçok yerinde döne döne bu fikre gelip saplanıyor. Öte yandan, kitabın bir başka yerinde, bence daha doğru, daha dengeli bir tespitte de bulunuyor: “Ne bu iş tek başına destan ne de tek başına komplo teorisiyle bilmem neyle açıklanacak bir olay. Gerçeklik bunların arasında bir yerde” (s. 24) Böyle demesine rağmen, kitabın çoğu yerinde “komplo” tespiti daha ağır basıyor.
Taner Akçam, Önsözü’nde, Bingöl’ün kitabın çeşitli yerlerinde söylediklerinden yola çıkıp, Necmettin Giritlioğlu ve Hüseyin Cevahir’in öldürülmelerinden söz ederek, “Ona göre, bu iki isim, halk ile devrimciler arasındaki bağlantıyı sağlayacak kayış idi ve özel bir tercihle (abç, GZ) öldürüldüler” (s. 12) diyor.
Bingöl de, aynı fikri daha net ifade ediyor zaten: “Ülke çapında komünist hareketin liderlerinden olmaya aday birisi geliyor, orada sendika başkanı oluyor. Bak bakalım MİT’in gözüyle ya da CIA’nın gözüyle, ne yapacaksın sen?” (s. 123)
Keza, Bingöl, 1970’li yılların başında, Paris’te, havagazı zehirlenmesinden ölen yakın arkadaşı Cengiz Zabçı ile ilgili olarak şöyle diyor: “… Cengiz Paris’e gitti. Gittikten ya bir ay ya kırk gün sonra ölüm haberi geldi. Güya, havagazı zehirlenmesi. Bu, aklımın pek yattığı bir şey değil.” (s. 105) Mahkemedeki sorgusunda ise bu kanaatini daha net ifade ediyor: “Cengiz… Paris’te çok şüpheli bir şekilde öldü. Daha doğrusu öldürüldü.” (s. 229)
Tabii insan kuşkulanabilir ama ortada hiçbir kanıt ya da belirti yokken böyle saptamalarda bulunmak biraz fazla. Cengiz’e ne oldu? Bilmiyoruz. Fakat “gizli güçlerin” onu orada gazla zehirleyip öldürmesi akla gelebilecek en son ihtimal bence.
Diğer yandan, ilerde “devrimci hareketin liderlerinden biri olmaya aday” olduğunu Necmettin’in kendisi bile bilmezken, bunu MİT’in, hele hele CIA’nın o zamandan tespit edip harekete geçmiş olması bir ihtimal olarak bile hesaba katılacak şey değil. Necmettin’in öldürülmesi, Aliağa’daki işveren tarafından, işçileri mücadeleye sevk eden devrimci bir sendika liderine düzenlenmiş bir suikast gibi görünüyor.
“Bilerek Bıraktılar”
Bingöl, yukarda da belirttim, “komplo teori”lerine yakın düşünüyor gibi geldi bana. Kitabının çeşitli yerlerinde, Mahir’in yürüttüğü silahlı eylemlere, emperyalizmin ve Türkiye hâkim sınıflarının bilerek “yol verdiği”ne ilişkin cümleler yer alıyor.
“… çok provokatif bir şekilde THKP-C bambaşka bir yere çekildi ve imha oldu.” (s. 122)
“Göz yumulmuş bir hareket var ortada. … bırak bunlar yapacağını yapsın sonra bunları tepeleriz, diye düşünüyorlar.” (s. 153)
“… bekliyor herif pusuya yatmış, bunlar bunu yapsınlar, biz de bunu yapalım diye.” (s. 159)
“Bizim hareket ezilmiştir, bir tertibe uğramıştır.” (s. 1709
“… belki yapacağı eylemler de kendileri tarafından bilinen bir örgütün çözülmesini istemiyorlar.” (s. 179)
İstihbarat örgütleri bazen bu tür “yol verme”ler yapmazlar mı? Yaparlar elbette, bunu reddetmiyorum. Fakat bunu ileri sürebilmek için sonradan ortaya çıkan bazı kanıtlar olması lazım elimizde. Yoksa “bu buraya varmıştır, demek ki izin vermişlerdir” diye bir akıl yürütmenin epey sorunlu olduğu düşüncesindeyim. Bana soracak olursanız, CIA’yı falan bir yana koyalım da, Türkiye devletinin polis ve istihbarat örgütleri, THKO ve THKP-C’nin ani vur-kaç eylemleri başladığında son derece hazırlıksızdılar, daha açıkçası tam bir uyku içindeydiler. Onlar bütün istihbaratlarını solun sokak eylemlerine kanalize etmişlerdi. Gerilla hareketine karşı hiçbir hazırlıkları yoktu, bilgileri de. Bu bakımdan, Sibel Erkan olayında Mahir’in ve Cevahir’in eşkâlini bilmemeleri bana gayet doğal geliyor. Polis ve MİT, gerilla hareketleri hakkındaki deneyimini tamamen pratik içinde ve işkenceler yoluyla elde etmiştir.
Hele, daha ortada fol yok yumurta yokken, bırakın polisi, yakın arkadaşlarının dışında sol harekette kimsenin tanımadığı Cengiz Zabçı’nın Paris’te zehirlenerek öldürülmüş olabileceğini düşünmek!!!
Keza, Bingöl, kapatıldığı banyoda boğularak ölen şoför Mesut Erdinç olayında, o evde bulunan adının yazılı olduğu kartvizitten hareketle kendisinin aslında o zamandan beri takip edildiğini ama yakalanmadığını ileri sürerken ve bunu kitabında defalarca tekrarlarken başka ihtimaller üzerinde hiç durmamış. Neyse ki “başka ihtimalleri” Taner Akçam düşünmüş ve “polisler unutmuş” olabilir alternatifini hatırlatmış (s. 13). Evet, mesela ben, bu olayda polisin dalgaya düşmüş veya ihmal etmiş olduğu ihtimaline daha çok ağırlık veriyorum.
Bu konuyu noktalarken şunu belirtmek istiyorum: Geçmişteki olayları bu tür bir “provokasyon” mantığıyla açıklarsak, yenilgiye ve ezilmeye yol açan ideolojik ve örgütsel zaafları tespit etmek oldukça güçleşir.
Cezaevinde Delirmek!
Bingöl, kitabın bir yerinde, cezaevinde Yusuf ve Münir’i destekleyen kesimde ortaya çıkan ve “Süleyman Demirel yurtseverdi. Biz onu hedef almakla ABD emperyalizmine hizmet ettik” diye özetlenebilecek oldukça sağlıksız ve teslimiyetçi bir görüşü, kendini de dışta tutmadan şu şekilde ele alıyor: “… darbeyi yapmaya çalışan solcular emperyalizm oluyor, darbeye karşı çıkan sağcılar da yurtsever oluyor… Süleyman Demirel’i önemsiyor… Haa, bundan ben hiç mi etkilenmedim? Mutlaka etkilendim. Tutup da Süleyman’ı savunma durumuna ya da kafa olarak soldan kopma noktasına gelmedim… Bu İdris Küçükömer’in solla sağın yerini değiştirmesine benziyor.” (s. 218-219)
En aşırı ve hastalıklı ucunu Mustafa Ulusoy’un oluşturduğu, işkenceye direnişiyle hapishanedeki herkesin saygısını kazanmış eski Dev-Genç Genel Sekreteri İrfan Uçar’ın da ne yazık ki kapıldığı bu vahim görüşün, aslında eylem çizgisine yönelttiği eleştirilerle doğru bir yerde duran Yusuf-Münir kesimini fazlasıyla etkilediğini saptamak lazım. Büyük ölçüde “emperyalizmin her şeyi belirlediği” “süper-emperyalizm” (s. 213) paranoyasına dayanan bu görüş sonunda, Mustafa Ulusoy’un aklını kaçırmasına, İrfan Uçar’ın da böyle bir durumun eşiğine gelmesine yol açıyor.
En sonunda, Ulusoy ve İrfan’la aynı koğuşta kalan Bingöl, bu teorilere tepki duymaya başlıyor. “Bir yerde de buna sert bir müdahale ettim. Sustu.” (s. 213)
Ulusoy susar ama aklını kaçırmıştır bir kere ve bütün devrimcilerin saygısını kazanmış olan İrfan Uçar ne yazık ki, Ulusoy tarafından adeta ipnotize edilmiştir. Bu çıldırma hali sonunda bir gece yarısı koğuşta çırılçıplak soyunma “ayinine” varır. Bingöl ve arkadaşları onların üzerine bir şeyler örtüp yatıştırmaya çalışırlar ama artık olay idareye yansımıştır. Askerler gelip Ulusoy’u ve İrfan’ı götürürler. Nereye? İşte, Bingöl’e yönelik “komutanla konuştu” ve “komutana teslimiyetçi şeyler söyledi”, dahası, son günlerde bazı facebook saymalarında rastladığımız “itirafçı çizgide” suçlaması bu noktada ortaya çıkar.
Komutanla Konuşma Meselesi
Ulusoy’la İrfan alınıp götürülür. Nereye götürüldükleri bilinmemektedir. Bunun üzerine Bingöl, götürülen arkadaşların akıbetini görüşmek üzere komutanın yanına çıkarılmayı talep eder. Yanına götürüldüğü cezaevi komutanına, arkadaşlarının hayatından endişe ettiğini söyler. “… bana güvence verin, bu insanlara kötü muamele yapılmayacağına dair. Çünkü dayak yedikleri ve tımarhaneye yollandıkları yönünde haberler geldi.” (s. 222)
Bu arada Bingöl, o sırada kendi kafasındaki “çarpılma”dan da söz etmeden geçmiyor: “Ee, tabii, benim kafamda da bir çarpılma yok mu? Ulusoy’la günlerce konuşunca… Ne kadar Ulusoy’dan farklı olsan, sonunda iş ikiye böldüğünde meşruiyetçi olanlar – öyle derlerdi, meşruiyetçi generaller iyi unsurlar oluyor; cuntacılar kötü unsurlar oluyor. Ama o kendi de kırk türlü tezgâhın içinde olan bir herif, sonuçta. Ama o an benim kavrayabileceğim bir şey değil o, herhâlde… Ama kafamda o zaman işte gene kabaca o ayrım vardı, öyle söyleyeyim. Yani, bir tarafta yurtseverler bir tarafta emperyalistler. Ee, bu herif de cuntaya karşı çıkan, Süleyman Demirel’e yakın; bu yurtsever oluyor o zaman.” (s. 222)
Bingöl’ün burada sözünü ettiği, cezaevi komutanından çok, o sırada İstanbul Sıkıyönetim komutanı olan Faik Türün’dür. Anlaşılan, Bingöl cezaevi komutanını doğrudan Faik Türün’ün adamı olarak görüp ona göre görüşmüş. Karşısında doğrudan Faik Türün olsaydı da söyleyecekleri aynı olacaktı.
Yani kendisinin de belirtiği gibi, Ordu içinde, Gürler cuntasıyla çatışma içinde olan Süleyman Demirel yanlısı Tağmaç cuntasını (ve bu cuntanın taraftarı Faik Türün gibilerini) “yurtsever” sayıp ona göre bir konuşma yapmış. Elbette yanlış bir bakış açısı bu. Ulusoy ve İrfan kadar aşırı bir noktaya gitmese de sonuç olarak teslimiyetçi bir bakış açısının ürünü. Bingöl de bunu böyle koyuyor zaten.
“İtiraf Çizgisi”
Komutan, götürülen Ulusoy ve İrfan’ın “güvence” altında olduğunu söyler ve görüşme sona erer.
Facebook’ta koparılan “itiraf çizgisinde” denen görüşme bundan ibarettir. Bu görüşmede Bingöl, yukarda alıntıladığım, kendisinin de yanlış olduğunu belirttiği görüşlerini ileri sürmekten başka bir şey yapmış değil. Ne kimseye bir söz vermiş, ne bir itirafta bulunmuş.
Buna rağmen, facebook’ta bazı arkadaşlar, bu görüşmeyi “itirafçı çizgisi” diye ağır bir şekilde suçladılar. O zaman “itirafçı çizgisi” nedir, bunu tartışalım.
İtirafçılığın tanımı açıktır. İtirafçılık, ceza almamak, daha az ceza almak veya tahliye olmak amacıyla örgüt sırlarını açıklamak ve örgütte birlikte yer aldığı arkadaşlarını ihbar etmektir. Bunun ötesinde, “biz yanlıştık. Süleyman Demirel yurtseverdi ve haklıydı, siz haklıydınız” demek, sadece teslimiyetçi bir tavırdır ama itiraf kategorisine girmez. Kaldı ki Bingöl, böyle bir şey de söylemiş değil.
Facebook’ta itiraz ettiğimiz zaman, “itirafçı çizgisi” görüşünü ileri süren arkadaşlar, “bu görüşler itirafçılığın yolunu açmıştır” diye yazdılar. O zaman bunu ileri sürüyorsan, kimin nasıl gerçekten itirafta bulunduğunu da ortaya koyman lazım. Oysa bırakın bu görüşler nedeniyle gerçekten itirafta bulunmayı, bu görüşlerin savunucusu Mustafa Ulusoy, İrfan Uçar, bir ölçüde bu görüşlerden etkilenen Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga yukarda tarif ettiğim türden bir itiraf eyleminde bulunmamışlardır. İrfan Uçar, Ankara Dev-Genç davasında “devrimcilikle her türlü bağını koparttığını” belirtmiş ve mahkemeden “himaye” talep etmiştir ama örgüte ya da arkadaşlarına ilişkin herhangi bir suçlamada ya da açıklamada bulunmamıştır. Bu böyle olmasına rağmen, Dev-Genç davasında benim kalkıp İrfan Uçar’a acımasız darbeler indirmem ucuz kahramanlık değildi de neydi? Ankara Dev-Genç davasındaki THKP-C yanlısı arkadaşlar da İrfan’ın tutumundan şoke olmuşlardı ama biz Aydınlıkçılara göre daha aklıselim ve itidalli davranıp bizim gibi İrfan’ı “hain”likle suçlama hafifliğine teşebbüs etmemişlerdi.
Bugünkü suçlamalara bakıyorum da, demek o zamanki devrimciler daha aklı başında insanlarmış. Bırakın Bingöl’ü bugünküler gibi “itirafçı çizgide” ilan etmeyi, Ali Elverdi mahkemesine sığınan İrfan Uçar’ı bile bütün hayal kırıklıklarına rağmen “itirafçı” olarak damgalamamışlardı.
Neydi “Acil” Silahlı Mücadele Çizgisini Ortaya Çıkaran?
Her şeyi belirleyen “süper emperyalizm” teorisi elbette yanlıştı. Neydi 1970’li yılların başlarındaki birkaç yılda ortaya çıkıp sonra da hızla sönen “silahlı mücadele” eğilimine yol açan? Bu eğilimin yalnızca Türkiye’de değil, Almanya’da Baader Meinhof, İtalya’da Kızıl Tugaylar, Japonya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu gibi silahlı küçük grupların benzeri silahlı mücadele deneyleriyle ortaya çıktığını belirtelim.
Bu küçük grupların silahlı eylemleri, 1968 devrim dalgasının geri çekilmesinin ürünüdür. Bu büyük kitlesel dalga geri çekilirken, ‘68’in taleplerini benimseyen küçük silahlı gruplar umutsuzca bir “şehir gerillası” eylemi başlatmış ve birkaç yıl içinde hızla yenilgiye gitmişlerdir. THKP-C olayı da bu eğilimin Türkiye’deki tezahürü olarak görülmelidir.
1975 ve Sonrası
Bingöl, hapisten çıktıktan sonra aynı işçi sınıfı saflarında yer alma tutumunu sürdürür ve DİSK’te görev alır. Buna rağmen, o sırada DİSK içinde güçlenmekte olan TKP çizgisine girmez (“Aslında benim DİSK’e girmemi TKP’liler hiç istemediler”) (s. 252), hatta bu çizgiyle çatışır ve sonunda TKP tarafından DİSK’teki görevine son verilir. DİSK’teki TKP çizgisini Bingöl şöyle anlatıyor: “Herkes kötü, o Maocu, o goşist, öbürü likidatör. TİP’liler de istenmiyor. İlk zaten onlar tasfiye oldu DİSK’ten.” (s. 253) Maocu-TKP çatışması konusunda ise kısaca şunu söylüyor: “O Maocu bozkurt diyor, o da sosyal faşist diyor. Aynı dil… Onun da gözünde o bir çeşit faşist, öbürünün gözünde de o gene faşistin bir türü.” (s. 262)
Bununla birlikte, “Maocu-TKP” çatışmasının yol açtığı ve polis güçlerinin müdahalesiyle kitlesel bir kırıma (34 kişinin ölümüne) dönüşen 1 Mayıs 1977 olayına kısaca değinmekte fayda var.
Bingöl, 1 Mayıs 1977’de bir DİSK görevlisi olarak Tarlabaşı tarafında DİSK’li işçilerle, Uzel Fabrikası işçileriyle birlikte görevlidir. O andaki kritik durumu şöyle değerlendirir: “… bu ortamın hazırlanmasında tabii Maocusunun da payı var TKP’lisinin de payı var. Gene en basiretli olanlar orta yolda olanlardır.” (s. 263)
Bununla birlikte kitaptaki anlatımda, Maoculara karşı kurulan barikatın, bir çatışma çıktığında olayın meydana sıçramasına yol açacak şekilde meydana yakın bir yerde kurulmasını eleştirir ama TKP’nin Maocuları alana sokmamak üzere barikat kurmasını eleştirmez, Maoculara karşı barikat kurulmasını “kaçınılmaz” bir olgu gibi kabul eden bir anlatımı var.
Bugün baktığımız zaman şunu görüyoruz: Çatışmaya ve sonuçta ölümlere yol açan, iki sivri ucun, TKP ve Maocuların mantıksız inatlaşmalarıdır. Sen (TKP) niye “meydana sokmam” diye ısrar ediyorsun! Sen (Maocular) niye illa “meydana gireceğim” diye ısrar ediyorsun! Olacağı buydu işte!
Bunun ötesinde Bingöl, Taksim meydanındaki ölümlerin esasen polis panzerlerinin yarattığı panikten kaynaklandığını doğru bir şekilde tespit ediyor: “… zırhlı arabaları vardı polisin, onlar alana girdiler. Ezdikleri oldu. Panik yarattılar. Esas alanın içine silahlı çatışma olarak yansımadı ama alanın içindeki panik, özellikle Pamuk Eczanesi’nin orada insanların sıkışarak ölmelerine neden oldu.” (s. 268); “Esas paniği yaratan devlettir. Siren çalmıştır, havaya ateş etmiştir.” (s. 269)
Değinemediklerim…
Böyle bir yazıda Bingöl’ün derin sanatsal bakış açısından müzik, resim ve film değerlendirmelerine, 1990’larda gittiği Nikaragua deneyine ilişkin de birkaç şey söylemek isterdim ama sanırım yazı fazla uzadı. Burada kesmek zorundayım.
Bingöl’ü kendi sesinden dinlemek güzeldi!
Gün Zileli
9 Aralık 2023
Dilekçe olayı ile komutanlarla görüşme aynı mı? Ayrıca dilekçe de yazılmış mı?
Dilekçe olayı ile komutanlarla görüşme aynı olaylar mı?
benim dilekçeden haberim yok. Bingöl’ün anlattığı bu kadar.