Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Benzeri Görülmemiş Bir Totaliter Rejim!

80’lerde Sosyalizm Tartışmaları, Asla Unutamam, Devrim ve Sosyalizm Sorunları, Gün Zileli, İki Diktatörlük altında, Kitap Tanıtım, Rejimler, Sovyetler Birliği, Sovyetler Birliği'nde Devlet Terörü ve Gulaglar, Stalinizm, Totalitarizm

 

 

Stephen Kotkin’in Stalin’i konu alan dev eserinin 1. cildi olan Stalin – İktidar Paradoksları (1878-1928), Ali Selman’ın çevirisiyle, İletişim Yayınları tarafından 2018 yılında yayınlanmıştı (1096 sayfa). 2. Cilt olan Stalin – Hitler’i Beklerken (1929-1941) bu yıl (2025, 1392 sayfa) yayınlandı. Bu cilt, Stalin rejiminin oluşum ve gelişiminin en kritik dönemi olan 1930’ları ayrıntısıyla ele aldığı için çok daha yakından incelenmeyi gerektiriyor.

 

Sosyal Demokrasi: “Faşizmin Ilımlı Kanadı”

 

Stalin’in, sadece 1939 yılındaki, Sovyetler Birliği ile Nazi Almanya’sı arasında ittifak politikasıyla değil, daha 1920’li yıllarda ortaya attığı ve 1930’ların ortalarına kadar sürerek Hitler’in Almanya’da iktidarı almasına yardımcı olan “sosyal-faşizm” teorisiyle de faşizme destek verdiği görülmektedir. Kotkin’in şu satırları bunu gayet net bir şekilde ortaya koyuyor: “Komintern dökümanlarında sosyal demokratlar için kullanılan ‘sosyal faşist’ sıfatını bizzat Stalin yazmıştı…’Sosyal faşizm’ 1929 yılında resmiyet kazandı fakat Stalin’in tanımlaması daha eskiydi. 1924 yılında ‘faşizm burjuvazinin savaş örgütlenmesidir ve sosyal demokrasinin aktif desteğine dayanır’ diye yazmıştı. ‘Sosyal demokrasi, nesnel olarak, faşizmin ılımlı kanadıdır… Birbirlerinin zıddı değil ikizidirler.’” (Kotkin2, s. 52)

Hitler’in iktidara yürüyüşünden endişelenen yedi sosyal demokrat parti 1933 baharında, “komünistlerle saldırmazlık paktı imzalanmasını isteyen bir çağrı yayınlayınca”, “Sosyal Demokrasi’nin faşist kampa katıldığının vurgulanması gerektiğini” iddia eden Stalin, “İkinci Enternasyonal’e karşı kampanyanın yükseltilmesi” talimatlarını onaylamıştı. (Kotkin2, s. 204)

“Proletarya Diktatörlüğü”nde Proletaryanın Durumu!

 

Sovyetler Birliği, her ne kadar kendini “proletarya diktatörlüğü” olarak tanımlıyorsa da gerçek durum, Sovyetler Birliği’nde proletaryanın ya da işçi sınıfının daha rejimin başlangıç aşamasından beri ağır bir diktatörlük altında yaşadığıydı. 1929 yılında, Lenin’in bir makalesinden hareketle açılan bir “düzgün çalışma” kampanyasında işçiler, işi gevşetmeyeceklerini, işe sarhoş gelmeyeceklerini ya da izinsiz gelmemezlik etmeyeceklerini ve plana uyacaklarını yazılı olarak taahhüt ediyorlardı. (Kotkin2, s. 50-51)

1930’lardaki zorla kolektifleştirme, yalnız köylüleri değil, şehirlerdeki işçileri de açlıkla karşı karşıya bırakmıştı. Köylülerden zorla alınan ürünler, iddia edildiği gibi şehirlere değil, ihracata sevk ediliyordu. “OGPU’nun raporuna göre Belarus cumhuriyetinde, Borisov’da kalabalık bir grup tahıl ambarlarını ele geçirmişti ve birkaç yüz kadın ve çocuk yerel Kızıl Ordu kışlasına yürümüştü… Ivanova bölgesi dokuma fabrikalarında yoğun çalışma yaptırımlarının yanı sıra yarı yarıya tayın kesintisi  grevlere ve çalışanların kendiliğinden bir araya gelmesine sebep oldu. Bir vitrine asılan yazı şöyleydi: ‘Vichuga ve Teikova’nın aç işçileri ekmek için seslerini yükselttiler diye kovulurken burada, kapalı perdelerin arkasında komünist yetkililer ve GPU’nun kızıl polisleri semirmeye devam ediyor.’ On bin gösterici partiyi ve polis binalarını altüst etti (‘Komünistleri pencereden atın’)… OGPU, işçileri örgütleyenlerle birlikte onlara duygudaşlık gösterdiği iddia edilen görevlileri tutukladı.” (Kotkin, s. 162-163)

Kitabının bir yerinde “Sovyet işçisi bir somun ekmek almak için altmış iki saat çalışırken Amerikalı işçi on yedi dakika çalışıyordu” kıyaslamasını yapan (s. 761) Kotkin, işçilere yönelik cezaları esas gündeme getirenin Stalin olduğunu şöyle belirtiyor: “26 Haziran 1940’da Stalin devamsızlık ve izinsiz iş değiştirme cezalarının artırılmasını sağladı… ihlaller ‘ıslaha yönelik zorunlu çalışma’ ile cezalandırılabiliyordu ve bu bazen de kamplarda geçirilecek birkaç aylık ceza biçimini alabiliyordu.” (Kotkin2, s. 1053)

 

Ya Köylüler!..

 

Sanayileşmek için “ilkel sosyalist birikim” teorisini ilk ortaya atan, yine Stalin tarafından infaz edilen Bolşeviklerden Preobrajinsky’di. Kotkin, onun adını anmadan şöyle diyor: “… sanayileşme mecburiyeti de bir biçimde finanse edilmeliydi. İhraç etmek için gereken de dahil olmak üzere, zor yoluyla köylülerden daha fazla tahıl elde etmek tek yol gibi görünüyordu ve bu durum ilkel sosyalist birikim olarak adlandırıldı. Rusya asırlar boyu köylülere yönelik zulüm deneyimine sahipti fakat şimdi gayriinsanilik, sözde bilimsel ve ahlâki yetke kazanıyordu.” (Kotkin2, s. 40)

Stalin, köylülerin kolektifleştirme yoluyla soyulup soğana çevrilmesine kılıf geçirebilmek için köylülüğü “son kapitalist sınıf” ilan etmişti (Kotkin2, s. 47). Gerçeklikte ise kolektifleştirme “köylülüğün devlete zorunlu hizmeti”ydi (Kotkin2, s. 694).

Bu soygun, köylülüğün üremi bırakmasına ve kendi hayvanlarını katletmesine yol açtı, bu da kaçınılmaz bir açlığa. 10 Haziran 1932’de bir Sovyet görevlisi durumu şöyle dile getiriyordu: “… genel kıtlık nedeniyle köylüler tren istasyonlarında toplanmaya başladılar… Bazı durumlarda, ekmek peşinde köyünü terk eden erkeklerin oranı toplamın üçte ikisine ulaşıyor” (Kotkin2, s. 169). Mart 1933’te OGPU’nun Stalin’e sunduğu raporda, “… yiyecek için kaçmaya teşebbüs eden 219.460 kişinin engellendiği, 186.588’inin eski yerlerine geri gönderildiği ve diğerlerinin de tutuklandığı” belirtiliyordu. “İnsan ve hayvan cesetleri şehirlerarası yollara, demiryolu raylarına, geniş bozkırlara, sınır boylarına yayılmıştı. Köylüler kedi ve köpek yiyorlardı, at ölülerini gömüldükleri yerlerden çıkarıyor, sincap kaynatıyorlardı.” Köylüler çimen yiyor, ağaç kabuğu kemiriyorlardı (Kotkin2, s. 204-205, 207).

Yoğun açlık, artan ölçüde yamyamlık vakalarına yol açmaya başlamıştı. “Ukrayna’da günde ortalama on yamyamlık haberi geliyordu. Ebeveynler çocuklarından birini öldürerek diğerlerini besliyordu; bazıları et suyu çıkarıp kalan etleri tuzlayarak fıçılarda saklıyorlardı. Gizli polis, yetimleri hedef alan yamyam çetelerini rapor ediyordu. ‘Bu grup, aralarında on bir yaşında bir çocuk ve açlıktan annesi ve babası ölmüş bir yetimin de bulunduğu üç kişiyi parçalayıp yemiş” (Kotkin2, s. 205-206).

Aç ve başıboş çocuk çeteleri tarlalarda kalan biraz ürün varsa yağmalıyor, çiftçiler tarafından vurularak öldürülüyorlardı (Kotkin2, s. 211).

1931-1933 kıtlığı ve yol açtığı salgınlar yaklaşık 5 ila 7 milyon arasında ölüme sebep olmuştu. Yaklaşık 10 milyon insan açlıktan ölme noktasına gelmiş, 33 milyon nüfuslu Ukrayna’da 3,5 milyon insan açlıktan ölmüştü (Kotkin2, s. 213).

Romancı Mihail Şolohov, bir arkadaşına, daha 1929 Temmuz’unda yazdığı mektupta, “Beyazlar hiç değilse sadece tahıl ve atları alıyorlardı ama bizim kendi Sovyet iktidarımız iğneden ipliğe her şeyi alıyor” diyordu (Kotkin2, s. 48). Sovyet iktidarının “daha fazla ihracat” hırsı, Sovyet nüfusunu yokluğa mahkûm etmek anlamına geliyordu (Kotkin2, s. 1023). Stalin ise, tahıl ihracatında kısıtlamaya gidilmesini önlemek için sonuna kadar direniyor, çok zorunlu kalınan durumlarda bu tür kararları gönülsüzce alıyordu.

Aslında, o durumda bile dışardan yiyecek ithalatında daha girişken davranılarak ve uluslararası yardım çağrısı yapılarak birçok ölümün önüne geçilebilirdi. “… fakat Stalin yaşanan zafiyeti açığa vurmayı reddediyordu çünkü bunun düşmanları teşvik edeceğini düşünüyordu. Durumun kabulü küresel bir propaganda hizmeti olur, övünülen Beş Yıllık Plan ve kolektif çiftlikler anlamını yitirirdi” (Kotkin2, s. 217).

Tersine Stalin, devlete ve hatta özel hayır kurumlarına ait sularda balık avlamanın yasaklanmasını, yani kolektiflerden uzak durmayı mümkün kılan her şeyin yasaklanmasını emretti (Kotkin2, s. 218).

“Kolektifleştirme kapsamında 4-5 milyon köylü tutuklandı, infaz edildi, iç sürgüne gönderildi ya da hapse atıldı; diğer 100 milyonu fiilen köleleştirildi” (Kotkin2, s. 222). “30 bin kadar hane reisi yargısız infaz edildi” (Kotkin2, s. 127).

Elbette bu kadar zulüm karşılıksız kalmayacaktı. Köylüler, hiçbir kurtuluş umudu olmamasına rağmen, yağmaya gelen devlet görevlilerine pusu kurarak öldürme cesaretini gösterdiler ve “köylülerin baltalarla, kısa namlulu çiftelerle kurduğu pusular korku” saldı. Köylüler 1930 yılında şehirden gelen 1.100 görevli ve aktivisti öldürdü. Gizli polis 1926-1927 yılları boyunca altmış üç ayaklanma ve spontane yerel isyan kayda geçmişti (Kotkin2, s. 77). Orjonikidze, sınır bölgelerindeki köylü isyanlarının makineli tüfek ve bazı yerlerde top kullanılarak ezildiğini yazdı (Kotkin2, s. 78).

Köylü direnişi Kızıl Ordu saflarında da yankılanmış ve taraftar bulmuştu. “… ordu siyasi direktörlüğü, ‘orduda kulak eğilimlerinin güçlendiği’ ve ‘askerlerden ‘köylüleri savunmalarını, silahlarını Sovyet iktidarına doğrultmalarını’ isteyen mektupların yağmur gibi yağdığı konusunda uyarıda bulunacaktı” (Kotkin2, s. 75).

Bununla birlikte kurduğu tiyatro sahneleriyle yapay görüntüler yaratmakta ve göz boyamakta Sovyet iktidarının üstüne yoktu: “Fransa-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nı imzalayan ve şimdi de Hitler’e karşı durmak isteyen Éduard Harriot, kıtlığın sürdüğü 1933 yaz-sonbaharında, Odessa’dan başlayan SSCB ziyaretinde bu yakınlaşmanın karşılığını göstermişti. O Kiev’e varmadan hemen önce caddeler temizlenmiş, cesetler toplanmış, vitrini olan dükkânlara mal yığılmıştı (halkın yaklaşmasına müsaade edilmiyordu). OGPU ve Komünist Gençlik Birliği mensuplarının katılımıyla ‘neşeli bir kalabalık’ toplanmıştı. Harkov’da ona “örnek” bir çocuk tesisi, traktör fabrikası ve Ukraynalı yazar Tarkas Şevçenko’ya ithafen kurulan müze gösterildi. Kırsal bölgeleri görmek istediğini söyleyince götürüldüğü kolektif çiftlikte onu yine aktivistler ve ajanlar, bu kez de çiftçi kılığında karşıladılar. Gittiği her yerde tıka basa doyuruldu. Sovyet Ukraynası için ‘Çiçeğe durmuş bir bahçe gibi’ diyordu Herriot Pravda’ya yansıyan sözlerinde. ‘Eğer biri Ukrayna’nın kıtlıkla harap olduğunu söylerse ne demek gerekir bilmiyorum” (Kotkin2, s. 247-248),

 

Kirov Cinayeti…

 

Yevgenia Ginzburg’un Anafora Doğru (çev: Gün Zileli, Pencere, 1996) adlı hatıratı, “1937, aslında 1934’ün 1 Aralık’ında başlamıştı” (s. 11) cümlesiyle başlar. Bu, SBKP (B) politbüro üyesi ve Leningrad parti şefi Sergei Kirov’un, Leningrad’da bir suikast sonucu öldürüldüğü tarihtir. Ginzburg, bununla, 1937 Büyük Temizlikleri’nin esasen bu suikastla başladığını söylemektedir.

Kotkin, hâlâ aydınlığa kavuşturulamamış bu cinayeti etraflıca ele almakla birlikte, bu konudaki bütün tezleri okurun önüne getirmemekte, cinayetin Stalin’in yönlendirmesiyle NKVD tarafından örgütlendiği tezine neredeyse değinmemektedir bile. Kotkin, bu konudaki anlatımını esasen, cinayetin, silahı sıkan Nikolayev’in bireysel bir girişimi olduğunu ileri süren Matthew S. Lenoe’nin Kirov Murder and Soviet History (Yale Üniversitesi, 2010) kitabına dayandırmaktadır. Nitekim Kotkin, daha başlangıçta, “Kirov’un kadın düşkünlüğü de dillere destandı ve yaptığı âlemler şehrin her köşesinde konuşuluyordu” (Kotkin2, s. 319) diyerek dikkati, Kirov’un, Nikolayev’in karısı Milda Draula ile (Nikolayev’le birlikte infaz edildi) “ilişkisi”ne, dolayısıyla muhtemel bir “kıskançlık” cinayetine çekmektedir:  “Kirov’un ölümüne Draule ile ilişkisinin sebep olduğu dedikoduları dolaşmaya başlamıştı” (Kotkin2, s. 330). Dahası Kotkin, Kirov’un iç çamaşırında “meni izleri” bulunduğuna, dolayısıyla “suikast günü bir buluşma olduğuna” dikkat çekmektedir (Kotkin2, s. 331).

Kotkin, cinayetin,  Stalin’in ve NKVD Başkanı Yagoda’nın güdümündeki NKVD görevlisi Zaporozhets tarafından örgütlendiği tezini boşa çıkartmak için, yine Lenoe’yi tanık göstererek, Zaporothetz’in “bacağını kırdığının”, “1934’ten beri operasyonel konularla” ilgilenmediğinin ve “bu kritik fiilin gerçekleştiği güne kadar uzun bir tatil için birkaç hafta şehir dışında” kaldığının (bunun da mizansenin bir parçası olma ihtimalini hiç dikkate almadan) altını çizmektedir (Kotkin2, s. 371). Üstelik bunu, Zaporothetz’i “fail” olarak gören tezleri çürütmek istermiş gibi değil de, laf oraya gelmişken öylesine söylermiş gibi yapmaktadır.

Yazarın tutumu açısından daha da dikkat çekici olan, Kirov cinayetinden bir gün sonra, Kirov’un koruması Borisov’un, NKVD tarafından, “kaza” süsü verilerek öldürülmesi olayını önemsizleştirmeye çalışmasıdır. Aslında Borisov’un rolü ve başına gelenler, Kotkin tarafından, neredeyse bilinçli bir şekilde minimize edilmiştir. Örneğin, Borisov’un Smolni’deki güvenlik görevlileri tarafından kasıtlı olarak alıkonduğu ve böylece Kirov’un korumasız bırakıldığı yönünde iddialar varken, Kotkin, bunlara hiç değinmeden, tamamen farklı bir anlatı denemektedir: “… elli üç yaşındaki, fiziksel olarak iyi durumda olmayan Borisov otuz adımlık uygun takip mesafesini koruyordu. Koridor L formundaydı ve Kirov sola… döndükten sonra Borisov onu göremeyecekti” (Kotkin2, s. 328), Yani, Kotkin’in ifadesiyle “Kirov’un sadık köpeği, hastalıklı Borisov” (Kotkin2, s. 371)  birileri tarafından alıkonmamış da, “suç” L biçimindeki koridordaymış gibi bir anlatım!

Borisov’un, Moskova’dan gelen Stalin başkanlığındaki heyetle yüzleştirilmeye götürülürken bir “kaza”da ölüvermesi de Kotkin tarafından “ikinci bir cinayet” ihtimalini ortadan kaldıracak şekilde anlatılmaktadır: “Kazada ne şoför ne de ona eşlik eden üç NKVD görevlisi yara almıştı. NKVD Borisov’u bir buçuk tonluk bir kamyonun kasasında nakletmişti… Kamyon sert bir şekilde sağa savruldu. Şoför sola kırarak dengelemeye çalıştı. Lastiklerden biri patladı. Kamyon kaldırıma çıktı ve Borisov’un bulunduğu yandan hızla bir binanın duvarına çarptı… Kamyon savrulunca duvara kafasını vurmuş olması akla yatkındı” (Kotkin2, s. 335), Oysa, Borisov’un, düzenlenmiş, sahte bir “trafik kazası”yla, NKVD tarafından öldürüldüğüne ilişkin birçok anlatı vardır. Araba duvara çarptıktan sonra Borisov’un, yanındaki NKVD’lilerce demir çubuklarla öldürüldüğü tezi hiç de yabana atılacak bir tez değildir. Eğer o gün ciddi ve tarafsız bir adli tıp çalışması yapılmış olsaydı ölümün gerçek nedeni ortaya çıkacaktı. Ne var ki, o günün Sovyetler Birliği’nde, intihar edenlere (mesela Orjonikidze) ve zehirlenerek öldürülenlere (mesela Sulitsky), NKVD’nin önayak olmasıyla “kalp sektesi” raporu vermek adettendi.

Kotkin şu sonuca varmaktadır: “Stalin’in Kirov’u öldürdüğüne dair (diktatörü itibarsızlaştırmak için Kruşçev’in emrinde çalışan çeşitli komisyonların çabalarına rağmen) hiçbir kanıt yoktur” (Kotkin2, s. 371). “Stalin’in Kirov Suikastından ‘yarar sağladığını’ iddia etmek yanlıştı. Dilediğini yapmak için böyle bir bahaneye ihtiyacı yoktu” (Kotkin2, s. 373),

Yine de terör için bahane olarak kullanıldı, değil mi?!

 

Gösteri Yargılamaları

 

Kotkin, 1930’ların başlarında, ağırlıklı olarak sanayi kuruluşlarındaki yabancı uzmanların ve planlamada çalışan eski Menşeviklerin yargılandığı Şahti, Endüstriyel Parti, Menşevik Gosplancılar ve Metro-Vick davalarından ancak bir iki cümleyle söz etmektedir. Oysa bu davalar, verilen ve uygulanan cezaların ağırlığı açısından Moskova davaları ile kıyaslanamasa bile, ilk kez itirafların delil kabul edilmesi açısından Moskova davalarının provası niteliğindedir. (Bkz: Gün Zileli, Sovyetler Birliği’nde Devlet Terörü ve Gulaglar, Kaos, 2021, s. 53-59) Kotkin, “Gizli polis sorgusu sırasında alınan itirafların” “kanıt” olarak kullanıldığına sadece bir yerde değinmekte (Kotkin2, s. 106), verilen ve uygulanan ölüm cezalarından söz bile etmemektedir.

Oysa bu duruşmalar, 1937 Büyük Temizlikleri’nin başlangıç adımıydı ve daha da önemlisi, poliste işkence ve baskı ile alınan itirafların ölüm cezalarının kanıtı olarak kullanılması, dünya yargılamalar tarihinde bir ilkti, çapıyla ve utanmazlığıyla belki de son olacaktı. Bunu Kotkin de tespit etmekte ve Almanya’da Dimitrof’un yargılandığı Nazi mahkemesiyle kıyaslama yaparak şöyle demektedir: “Naziler itirafta bulunacak sanıklar için önceden senaryolar hazırlamamışlardı” (Kotkin2, s. 241). Çok yerinde bir saptamadır bu. Nitekim, Jan Valtin (Karanlığın Ötesinde, çev: Gün Zileli, Kibele, 2009, s. 665) Gestapo’da işkenceyle alınan ifadelerini Nazi mahkemesinde geri çeken arkadaşlarının bu tutumu sayesinde başının balta ile kesilerek idam edilmekten kurtulmuştur. Moskova yargılamalarında böyle bir şey düşünülemezdi bile. Davaya, sanıklardan ifade alabilmek için polis tarafından katılmış ajanlar bile, sonunda, NKVD ajanı olarak verdikleri ifadeler yüzünden gözlerinin yaşına bakılmadan idam edilmişlerdir (Bkz: Alexander Orlov, Stalin’in Suçlarının Gizili Tarihi, çev: Gün Zileli, Lejand, 2023, s. 223-236)

Kotkin, esas amacı Moskova duruşması sanıklarından, çocuklarının hayatıyla tehdit ederek itiraf almak için çıkarılmış olan, ceza yaşının 12’ye indirilmesinden bile, bir yerde sadece Romain Rolland’ın Stalin’e sorusu bağlamında söz etmektedir. Tabii Stalin, Rolland’ın sorusunu, “Aslında bu yasa uygulanmayacak, umarım uygulanmayacak” (Kotkin2, s. 400) diye geçiştirmiştir. Oysa bu yasa, NKVD sorgucularının yasa maddesini Moskova yargılaması sanıklarının önüne tehdit amacıyla koymalarıyla çok güzel de uygulanmıştır. İtiraf yapmazsan, 12 yaşındaki çocuğunu ölüme göndermiş olursun! (Bkz. Stalin’in suçlarının Gizli Tarihi, s. 71-72).

 

Büyük Temizlik, Büyük Kıyım…

 

Kotkin, Büyük Temizlik’e ilişkin büyük anlatısıyla, yukarda sözünü ettiğim zaafları fazlasıyla kapatıyor: “Dünya tarihi bir rejimin kendisine ve aynı zamanda halkına karşı böylesi bir kıyıma giriştiğine daha önce şahit olmamıştı – ne Fransız Devrimi’nde, ne İtalyan Faşizmi ve Nazizmde” (Kotkin2, s. 693).

 

Bir Kıyım ki…

 

Büyük Terör’ün akıl almaz çapının ve derinliğinin, Hitler rejimini fazlasıyla yaya bıraktığını Kotkin şu sözlerle ifade ediyor: “Stalin ayrım gözetmeksizin kendi sadık seçkinlerine saldırdı… hangi rejim kendisine sadık onca sayıda memurunu öldürürdü? Hitler çok sayıda Nazi fabrika ve çiftlik yöneticisinin yanı sıra Nazi bölge valilerinin  ve personelinin hapsedilmesini ya da infazını … gerçekleştirebilir miydi? Nazi bakanlık çalışanlarını, – neredeyse tüm komuta kadrolarıyla birlikte – binlerce Wehrmacht subayını, Reich diplomatik topluluğunu ve ajanlarını, ünlü kültür figürlerini ve (eğer olsaydı) dünya ölçeğindeki tüm Nazi partilerinin lider kadrolarını infaz edebilir miydi? Hitler, tam da büyük ölçekli bir katliama girişmişken, Gestapo’yu kırıp geçirebilir miydi? Ayrıca, Alman halkına, Nazi Devrimi ile iktidara gelen hemen herkesin yabancı ajanı ve sabotajcı olduğu söylenebilir miydi ve onlar bunu makul karşılar mıydı?” (Kotkin2, s. 471-472).

 

Hitler Komünist katlinde yaya kalır

 

Stalin, Hitler’in öldürdüğünden çok daha fazla komünist öldürmüş, Alman Komünist Partisi lideri Ernst Thalmann, Hitler zindanlarında (casus değiş tokuşunda kullanılmak için de olsa) 1945’e kadar yaşarken, SB’ne sığınan Alman komünistlerinin büyük çoğunluğu Stalin tarafından birkaç yıl içinde yok edilmiştir: “SSCB’ye sığınmayı başarabilen altmış sekiz Alman komünistin kırk biri Stalin tarafından infaz edildi. 1933 öncesi Alman Politbüro mensuplarından Stalinist terör döneminde öldürülenlerin sayısı (yedi), bizzat Hitler tarafından öldürülenlerden (beş) fazlaydı. Sovyet sürgünündeki komünistler arasında en korkunç durumda olan Polonyalılardı: Sadece ilkbahar-yaz 1937’de yaklaşık 5 bini tutuklanmıştı” (Kotkin2, s. 639).

 

Kuşku ve tehdit

 

Kotkin, daha fazla iktidarın bir sağlamlık duygusu yerine daha fazla kuşkuyu beslediğine (Kotkin2, s.473) dikkat çektikten ve “Tüm otoriter rejimler, tehditkâr ‘düşmanların’ kuşatması altında olma hissiyatına ihtiyaç duyar” (Kotkin2, s. 111) dedikten sonra, Sovyetler Birliği’ni gerçekte kim tehdit etmekteydi diye sormakta ve şöyle yanıtlamaktadır: “Sovyetler Birliği’ni tehdit eden bir “Merkezlerin Merkezi” mevcuttu ve bu da bizzat Küçük Köşeydi [Stalin’in, Kremlin’de çalışmalarını yürüttüğü odaya verilen ad, GZ]” (Kotkin2, s. 628).

 

Tutuklama furyasında halkın ruh hali

 

“… gece yarısından sonra çalan kapılar, komşuların… nezaretinde arama ve el koymalar, eş ve çocukların yakarışları, hiçbir iz olmaksızın kayıplara karışmalar, NKVD resepsiyonlarında bilgi almak için sonuçsuz yalvarmalar, geçici tutukevleri dışında uzayıp giden kuyruklar ve içeriden gelen çığlıklar, yerlerine ilişkin en ufak bir bilgi için muhafızlara verilen rüşvetler. Ancak sıradan Sovyet vatandaşları, genel olarak,  yakın bir tutuklanma tehdidi hissetmiyordu. Hoş olmayan bir espride söylendiği gibi, üniformalı adamlar gelip ‘NKVD’ dediklerinde, insanların cevabı, ‘Yanlış daireye geldiniz – komünistler üst katta’ oluyordu” (Kotkin2, s. 586).

 

Nomenklatura’ya “oh” olsun mu?

 

Terörün hedefinde esas olarak “yeni seçkinler”, yani nomenklatura vardı. Bu yüzdendir ki, Türkiye’de de bazıları, Stalin’in seçkinleri yok ettiğini ileri sürerek onu “Düzleyici Stalin” diye payelendirmişlerdi. “Yeni seçkinlerin evleri, arabaları, hizmetçileri, metresleri ve ithal edilmiş lüks tüketim maddeleri genellikle göz önündeydi ve buna karşılık işçi ve çiftçiler derme çatma evlerde aç yaşıyorlardı. Bu durum, sıradan her Sovyet vatandaşının kodamanların kanına susamış olduğu anlamına gelmiyordu ancak çok azı gözyaşı dökecekti” (Kotkin2, s. 630-631).

 

Merkez Komitesi Tırpanlanıyor

 

Troçki’nin İhanete Uğrayan Devrim (Köz, 1980) kitabının kapağında, Bolşevik Parti’nin ilk merkez komitesinden on kadar üyenin tasfiye olduğunu gösteren fotoğraflar vardı. Ne var ki, bu liste artık çok yetersizdi. 1934 kongresinde seçilen 71 üye ve 68 aday üyeden 13’ü tutuklanmış, 3’ü intihar etmiş, 4’ü doğal sebeplerden ölmüş, biri de öldürülmüştü (Kirov). “Genel kurul boyunca Stalin otuz birinin daha yok edilmesine onay verdi, böylelikle yüz otuz dokuz üyenin elliden fazlası genel kurula katılamadı ya da oturumları tamamlayamadı; genel kurulun hemen ardından yeni tutuklamalar oldu” (Kotkin2, s. 635).

 

Politbüro’dan Tasfiye rakamları

 

“Politbüro’nun toplam otuz iki üye ve aday üyesi olmuştu. Üçü doğal sebeplerden ölmüş… ikisi suikasta kurban gitmiş… ikisi intihar etmişti, on dördü düşmanlık suçlamasıyla öldürülmüştü … bir tanesi ihraç edilmiş ama canı bağışlanmıştı. Geri kalan on kişi… Stalin sayesinde hayattaydı” (Kotkin2, s. 1035).

 

Yerel parti liderlikleri tehlike altında

 

“Birçok parti aygıtı iki hatta üç kez yok edilmişti” (Kotkin2, s. 637).

“Magnitogorsk’ta çalışan Amerikalı görgü tanığı John Scott, ‘Temizlik sırasında binlerce bürokrat tir tir titriyordu” demekteydi (Kotkin2, s. 637).

 

Eşler ve akrabalar da “suçlu”

 

“5 Temmuz’da [1937], düşmanların karılarının beş-sekiz yıl süreyle kamplarda hapsedilmesine ilişkin kararname yayımlandı – sadece karıları oldukları için” (Kotkin2, s.645).

“… bir kişi yakalandıktan sonra onun ‘suçuyla’ akrabaları da enfekte oluyordu” (Kotkin2, s. 648).

“Stalin ölüme gönderdiği askerlerin ailelerini de tutuklatıyordu” (Kotkin2, s. 1179).

“Stalin, eşler (ayrılanlar dahil), çocuklar, kardeşler, eş kardeşleri için taslak direktifleri daha da sertleştiriyordu. Tutuklananların akrabaları düştükleri sefalet için mektupla yardım dilendiğinde onların da tutuklanmalarını emrediyordu” (Kotkin2, s. 667-668).

 

Kota

 

Yerel parti örgütlerine “halk düşmanı” temizliği için kotalar konmuştu. Her yerel örgüt, 5 yıllık planın hedeflerine ulaşırmışçasına “kota”larını doldurmanın gayreti içindeydi. Yerel NKVD başkanları kotalarının yükseltilmesini talep ediyor, Merkez Komite bu istekleri geri çevirmiyordu. Öyle ki, çoğunlukla bu kotalara, yükseltilmesini talep eden yerel NKVD yöneticileri de bir süre sonra dahil olabiliyordu (Kotkin2, s. 642).

 

Troyka

 

Mahkemeler infazların hızlı uygulanmasını yavaşlatıyordu. Bu yüzden üç yerel yöneticiden oluşan “troykaların” kurulmasına ve ölüm kararlarını bunların verip uygulamasına karar verildi. 1938 yılında troykanın Ukrayna’da verdiği hükümlerin %98’i ölüm cezasıydı (Kotkin2, s.  730).

1 Aralık 1934 anti-terör kanununun belirlediğine göre, tanık, savunma avukatı ve temyiz hakkı ortadan kaldırılmıştı (Kotkin2, s. 611).

 

Ölümcül dosyalar

 

Biyografilerin zorunlu olarak yer aldığı personel sicil dosyaları ölümcüldü. Tüm bağlantılarınızı yazdıysanız bir şekilde bir “halk düşmanına” çarpmanız kaçınılmazdı, o zaman da sonunuz geldi demekti. En ufak bir bilgi sakladıysanız  yine sonunuz geldi demekti (Kotkin2, s. s. 641).

 

Bazı rakamlar

 

Dışişleri Komiserliği’nde personelin en az üçte biri ya infaz edildi ya da tutuklandı ve üst kademelerin üçte ikisi bu rakama dahildi (Kotkin2, s. 702).

Gürcistan Yazarlar Birliği’nin dörtte biri yok edilmişti. Yine Gürcistan’da troykalar 5.236 infaz kararı vermişti.

Ermenistan’da karşı-devrimcilik suçlamasıyla tutuklanan 8.837 kişinin 4.530’u infaz edilmişti.

Sibirya’da 300 bin insan infaz edilmişti ki bu rakam yetişkin erkek nüfusunun %4’üne karşılık gelmekteydi.

1938’de Ukrayna’da troykanın verdiği hükümlerin %98’i ölüm cezasıydı (Kotkin2, s. 730).

Sovyet hapishalerinin tahmini tutuklu sayısı 350 bin, Gulag ve kolonilerindeki sayı ise 1.665 milyondu (Kotkin2, s. 829).

 

Başinfazcı Blokhin

 

Vasili Blokhin, 1920’lerin ortalarında NKVD başinfazcılığına yükselmişti. Kahverengi deri şapkası, dirseklerine kadar çıkan uzun kahverengi deri eldivenleri ve kahverengi deri önlüğü ile tanınıyordu. Yagoda’dan Yejov’a ve daha sonra Beria’ya geçişlerde hayatta kalmayı başarmıştı. Yejov’u da bizzat kendisi infaz etmişti (Kotkin2, s. 1003).

 

İşkence

 

NKVD’nin en önde gelen sorgu yöntemiydi. Politbüro’nun işkenceyi onaylayan kararı vardı. Stalin, Kotkin’in anlatımına göre, “uzaktaki katil”di. Kanlı ritüellerde bizzat bulunmuyordu. Ancak huzurundaki yüzleştirmeler sırasında işkence sonuçlarına tanık oluyordu. Polis yardakçılarına işkenceye başvurmaları talimatını bizzat verdiği oluyordu. Mesela bir tutukluyu daha işe bulaştırmak için açıktan açığa “Ryabinin’i tekrar dövün” diyebiliyordu (Kotkin2, s. 773).

Sovyet memurlarına da doğrudan işkence uygulanıyordu. İşkencenin hedefi, onlara, “yabancı güçler adına kapitalizmi yeniden tesis etme hazırlığı içinde olduklarını” itiraf ettirmekti ve ağır işkenceyle bu hedefe büyük çoğunlukla ulaşılıyordu (Kotkin2, s. 634).

Politbüro üyesi Eikhe de “suçunu itiraf” etmesi için ağır işkenceye uğrayan en üst düzey yöneticilerden biriydi.  “Letonya ajanı” olduğunu itiraf etmesi için öyle ağır işkence görmüştü ki, gözlerinden biri çıkmıştı (Kotkin2, s. 768). Keza mareşal Blyukher de Kızl Ordu tasfiyeleri sırasında itirafta bulunmayı reddedip işkencede ölmüştü (Kotkin2, s. 769).

Keza ünlü tiyatro yönetmeni Meyerhold da Britanya ve Japonya için casusluk yaptığı yönünde ifade vermesi için ağır işkenceye maruz kalmıştı (Kotkin2, s. 890). Fakat şu işe bakın ki, aradan epeyce zaman geçtikten sonra Stalin, 1950’de, “Meyerhold dev bir yetenekti” demiş ve sanki olayla hiç ilişkisi yokmuş gibi, “bizim Çekistlerimiz hatalar yapan sanatçıları anlamaz… onları toparlar ve sonra iyi insanları yok ederler. Meyerhold’un bir Halk Düşmanı olduğundan kuşkuluyum” diyebiliyordu (S. S. Montefiore, Kızıl Çarın Sarayı, çev. Yavuz Alogan, İthaki, 2013, s. 309).

 

Her Ulus Suçlama Altında

 

Kotkin’in belirttiğine göre, SSCB-dışı bir ulus-devlete mensup herkes NKVD’nin potansiyel hedefiydi (Kotkin2, s. 648). Etnik Sovyet Polonyalılar ana hedefti: 144 bini tutuklandı ve 111 bini infaz edildi (Kotkin2, s. 649). Sovyetler Birliği’ne sığınmış Polonyalı komünistlerin 5 bini 1937 yazında tutuklanmış ve Stalin Polonya Komünist Partisini casus yatağı olduğu gerekçesiyle kapatmıştı (Kotkin2, s. 639).

Etnik Almanlar da hedefteydi. 55 bini tutuklanmış, 42 bini infaz edilmişti (Kotkin2, s.  650). Stalin, Sovyetler Birliği’nde bulunan her bir yabancıyı fiilen ajan addetmekteydi (Kotkin2, s. 692).

Ukrayna Politbüro üyelerinin tümü hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuştu (Kotkin2, s. 734).

 

Kızıl Ordu Tasfiyesi

 

Kızıl Ordu’nun bütün üst kadrosu başta olmak üzere on binlerce subay, aniden başlatılan bir tasfiye hareketinin kurbanı oldu. Tukaçevski Samara’da tutuklandı ve derhal Moskova’ya getirildi. Tukaçevski, tutuklanmasından dört gün sonra, 26 Mayıs’ta önüne konulan her metni imzalamaya başladı. Hiçbir sorgucunun elde edemediği itirafları almakla övünen Ushakov tarafından acımasızca dövülmüş ve işlemediği suçları itiraf ettiği sayfalara kan sıçramıştı (Kotkin2, s.600).

Alman yetkililer, Kızıl Ordu’daki tüm ajanlarının henüz yakalanmadığı söylentisini yayarak Stalin’i daha geniş tutuklamalar için teşvik ediyorlardı. Generallerden Yakir ve Uborevicius tutuklandı. 30 Mayıs’ta Tukaçevski’nin tutuklanma kararına lehte not düşen generallerden Gamarnik azledildi ve tutuklanmasına fırsat kalmadan evinde intihar etti.

Kremlin’deki dört günlük Yüksek Askeri Konsey toplantısında 42 asker kürsüye geldi. Bunların 34’ü daha sonra tutuklanacaktı. Konsey toplantısında tek konuşmacı bile tutuklanan meslektaşlarını savunmaya cesaret edemedi. Aksine “faşist” ve “hain” ilan ettiler (Kotkin2, s. 607). Gamarnik, intiharından sonra Nazi casusu ve Gestapo ajanı ilan edildi (Kotkin2, s. 610).

Üst düzey generallerin yargılanması bir gün sürdü. Tüm yüksek komutanlar ya sanık sandalyesinde ya da mahkeme heyetindeydi. Mahkeme başkanı Ulrikh, ara verildiğinde aceleyle Stalin’le görüşüp geldikten sonra yargılanan komutanların sekizini birden ölüme mahkûm etti. Başcellat Blokhin, “faşizmin uşaklarını” infaz ederken Alman Walter marka tabanca kullandı. Ulrikh ile birlikte yargıç koltuğunda oturan yedi askerin beşi kısa süre sonra infaz edilecekti (Kotkin2, s. 612).

Suçlamaların yalan olduğunu en başta bilen Voroşilov’du. Daha sonra iltica ederek canını kurtaran İsmail Akhmedov, “en sıradan bir aptal bile bu binlerce kişinin ‘hain’, ‘halk düşmanı’ ya da ‘ajan’ olmadığını biliyordu” demişti (Kotkin2, s. 610). Goebbels günlüğüne, “Hitler Stalin’in akıl hastası olduğunu düşünüyor. Aksi takdirde bu kanlı tahakkümün açıklaması mümkün olmaz” diye yazmıştı (Kotkin2, s. 622).

Bu, dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir orduda görülmemiş korkunç bir tasfiyeydi. Kotkin, “… hırsları ve zalimliğiyle bilinen Franco, gerçekten rakibi olan Mola’yı bile öldürtmemişti” diyor ((Kotkin2, s. 608). Kotkin, durumu Alman ordusu ve Hitler’in tutumu ile de karşılaştırarak Hitler’in on iki Alman generalini görevden aldıktan sonra, “bırakın tutuklanarak işkence altında yabancı ajanı olduklarına dair itiraflarının alınmasını, Hitler onlara emekli maaşı bağladı. Blomberg’i bir yıllığına İtalyan sürgününe gönderirken 50 bin Reichsmark emekli ikramiyesi verdi” demektedir (Kotkin2, s. 675).

 

NKVD’de Kıyım

 

Büyük Temizlik’in gerçekleştirilmesinde en önemli rolü oynayan gizli polis örgütü NKVD’nin kendisi de büyük bir kıyıma uğradı. “1936 sonu ile 1938 sonu arasında tutuklanan NKVD personeli sayısı 20 bini geçti. Dökülen kanların faili olan NKVD Devlet Güvenlik Başmüdürlüğü’nde (GUGB) büyük bir kıyım yaşandı… Yagoda’nın emri altındaki on sekiz ‘devlet güvenlik komiserinin’ hepsi tek bir istisnayla (zehirlendi) kurşuna dizildi” (Kotkin2, s. 553). Gizli polis, Stalin’in saldırısı altındayken dahi ona sadıktı (Kotkin2, s. 576). Öyle ki, başarılı casusluk faaliyeti nedeniyle Kızıl Ordu nişanıyla ödüllendirilen Bela Biro, 1937’de tutuklandı ve devlet çiftliğindeki “kommunarka ölüm tarlasında infaz edildi. Kommunarka’da politikacı, asker, bilim ve kültür insanlarını kapsayan 14 bine yakın infaz gerçekleştirilmişti (Kotkin2, s. 682). Stalin, ülke dışındaki kendi ajan ağını çökertmişti. Yurtdışındaki yerleşik 450 ajanın 275’i kendi rejimince tutuklanmıştı (Kotkin2, s. 817).

Kendi ajanlarını temizleme operasyonu, sonunda gelip NKVD Dışişleri sorumlusu Slutsky’nin kapısını çalmıştı: “Frinovsky’nin ofisinde (Yejov’un baş yardımcısı, GZ) Slutsky ve Frinovsky konuşurlarken diğer bir görevli, raporunu sunmak üzere sırasını bekliyormuş numarasıyla içeri girerek Slutsky’nin yüzüne kloroform maskesini geçirdi. Bayıldıktan sonra, üçüncü bir görevli girdi ve Slutsky’nin sağ koluna zehir enjekte etti. Ölüm nedenini kalp krizi olarak açıklayan Pravda’da …bir ölüm ilanı yayınlandı” (Kotkin2, s. 737).

Kotkin, bu kan dökme çılgınlığını yine Almanya ile kıyaslamaktadır: “Nazi Almanyası ajan kaynıyordu, özellikle de Sovyetler Birliği hesabına çalışan ajanlar, buna rağmen Hitler kendi memurlarını ve istihbarat görevlilerini ölüme göndermedi. Stalin politikasını eleştirenleri bile ‘ajan’ addediyordu” (Kotkin2, s. 689).

Bu ajan temizlikleri, sonunda bütün ajanların başı Yejov ve yardımcısı Frinovsky’e gelip tosladı. “Daha önce Frinovsky’den emir alan sorgucu-işkenceciler, şimdi ona işkence ederek Yejov aleyhinde ifade almaya çalışıyordu” (Kotkin2, s. 853). “Toplamda yüzden fazla üst düzey Yejovcu katledildi – tüm yardımcıları, merkezdeki neredeyse bütün şube müdürleri, Birlik cumhuriyetlerindeki ve bölgelerdeki neredeyse tüm NKVD başkanları” (Kotkin2, s. 854). Stalin’in eski NKVD başkanı düşman istihbarat servisleri için çalıştığını itiraf etti: Almanya, Britanya, Fransa, Japonya, Polonya…” En sonunda Yejov, eşcinsel olduğunu da itiraf etti, ilişki yaşadığı birçok Sovyet görevlisinin adını verdi (Kotkin2, s. 855). Yejov, 14 bin ÇEKA’cıyı tasfiye ettiğini, tek suçunun “bu sayının çok az olması” olduğunu da belirtiyordu. Beria, öldürülmeden önce Yejov’u soydurup dövdürmüştü. Aynı uygulamayı, Yejov’un, selefi Yagoda’ya yaptığı söyleniyordu (Kotkin2, s. 1003).

Stalin için önce “diktatör” sıfatını kullanan Kotkin, zaman ilerledikçe ve terör yoğunlaştıkça “despot” sıfatına geçiyor ve sonunda, “Güvensizlik bir tiran hastalığıdır” yargısına varıyor. Bütün bunlar “hükmetme yönteminin” bir ürünüydü. Sonradan infaz edilen Kremlin doktorlarının ona paranoya tanısı koydukları söyleniyordu (Kotkin2, s. 698-699). Hepsi doğru!

 

Terörün Çapı

 

Stalin, “Bir polis-asker diktatörlüğünde – sadece Sovyet ordusunun ve gizli polisinin neredeyse tüm üst rütbelilerini yok etmekle kalmamış fakat aynı zamanda sınai yönetici sınıf, bölgesel parti aygıtları ve kültürel yüksek sosyetenin büyük bir bölümünü de yok etmişti” (Kotkin2, s. 625). 1937 ve 1938 yılları boyunca her gün ortalama 2.200 tutuklama ve bin infaz gerçekleşiyordu (Kotkin2, s. 628). Sadece 1938 yılında aşırı yüklü tren vagonlarında 1 milyondan fazla tutsak taşınmıştı. Butirki hapishanesi kapasitesinin beş katı insanla, 20 bin mahkûmla doldurulmuştu, Margaret Buber-Neumann, İki Diktatörlük Altında’da (çev: Gün Zileli, İmge, 2012, s. 59) Butirki hapishanesinde mahkûmlardan biri yattığı yerde bir taraftan öbür tarafa dönmek zorunda kaldığında tüm sıradakilerin aynı şekilde dönmeleri için “sıkı görüşmeler” yapıldığını anlatır. Lefortova, Butirki’den, Sukhanovka ise Lefortova’dan çok daha kötüydü. Aşırı sıkışıklık nedeniyle bazı tutuklama dalgaları erteleniyordu (Kotkin2, s. 629).

 

Gulag ve Köle Emeği

 

Kotkin, köle emeğine dayanan Gulaglara gereğince yer vermemiş ama ona da hak vermiyor değilim. Bu konuya layığınca yer vermeye kalksaydı, Anne Applebaum’un Gulag (çev: Ufuk Demirbaş, Arkadaş, 2008, 680 sayfa) kitabı kadar bir kitap daha yazması gerekecekti. Yine de Gulag’a olmasa da köle (zek) emeği ile yapılanlara biraz değinmiş. Örneğin, Moskova ile Volga nehirlerini birbirine bağlayan 128 kilometrelik kanalın inşası. Kanal, “Gulag işçileri “ tarafından inşa edilmiş ve “bu işçilerin” 20 binden fazlası inşa faaliyeti sırasında ölmüştü (Kotkin2, s. 587). Bu konuyu noktalarken, Sovyet-Alman paktından sonra, o zamana kadar “faşist” diye aşağılanan Gulag mahkûmlarına karşı bu deyimin kullanılmasının yasaklandığını da belirtelim (Kotkin2, s. 920). Bunun nedeni, “faşist” sözcüğünün artık aşağılama değil, iltifat anlamına gelmesi olabileceği gibi, Stalin artık faşist müttefiklerini Gulaglardaki “aşağılık yaratıklara”  layık görmemiş de olabilir.

 

Akıl Yürütmeler

 

Bu akıl almaz terörü izah edebilmek için insanlar çeşitli akıl yürütmelerde bulunmuşlardı. Bunlardan bazılarına Kotkin de değiniyor. Bunlardan biri “Stalin bilmiyordu” saflığı, diğeri ise “düşmanların” NKVD’ye sızdığı komplocu mantığıydı (Kotkin2, s. 685). Daha da ilginci, Stalin’in, Kruşçev’e, “benimle ilgili de materyal topluyorlar” demesidir (Kotkin2, s. 734) . Bu olabilir miydi? Bu “materyalin” toplanmasını Stalin istemişse neden olmasın! Bu arada, NKVD’nin “Troçkistler” listesinde Mao Zedung’un adının geçtiğini de belirtelim (Kotkin2, s. 640).

 

Martemyan Ryutin

 

Bütün bu gürültü patırtının, birbirini ihbar etmelerin, “lider”in önünde yerlere serilmelerin orta yerinde bir kahraman parlıyor: Martemyan Ryutin.

“Bir Ağustos ayı (1929 veya 1930 olmalı, GZ) akşamının geç saatlerinde birkaç devrim ve iç savaş emektarı, Moskova’nın Belarus tren istasyonu yakınlarında, ordu gazetesi Kızıl Yıldız’ın editörü Martemyan Ryutin’e (d. 1890) ait bir özel dairede… toplandı” (Kotkin2, s. 176). Stalin, bu “köy kökenli Sibiryalıyı” önce Merkez Komitesi aday üyeliğine yükseltmiş, fakat 1928 yılında “sağ muhalefete karşı uzlaşmacı tutumu” nedeniyle uzaklaştırmıştı. Şimdi Ryutin, birkaç arkadaşıyla birlikte, yedi sayfalık, parti üyelerine seslenen bir metin hazırlayarak elden ele yaymaktaydı.

Ryutin, 13 Kasım 1930’da “karşıdevrimci ajitasyon” suçundan OGPU tarafından hapse atıldı, fakat sorgular sırasında çözülmedi. “Stalin, bilinmeyen nedenlerle Ryutin’in serbest bırakılmasını emretti” (Kotkin2, s. 177).

Ryutin, serbest kaldıktan sonra, 200 sayfalık “Stalin ve Proletarya Diktatörlüğünün Krizi” metnini kaleme aldı. “Maceracı sanayileşme temposunu ve inanılmaz şiddet ve terör faaliyetlerinin yardımıyla sürdürülen maceracı kolektifleştirmeyi lanetliyor, yetersizliklerine rağmen gerçek bir devrimci olduğu için Troçki’yi savunuyor, kapitülasyonlar nedeniyle sağcıları şiddetle eleştiriyor, ‘ekonomik alanda sağ kanadın haklı çıktığının’ da altını çiziyordu.” Daha sonra “Ryutin Platformu” olarak anılacak metin, “Diktatör Stalin ve hizbine bir son vermek dürüst her Bolşevik’in birincil görevidir” diye bitiyordu. (Kotkin2, s. 178).

Ryutin, metni okuyan iki partilinin ihbarı üzerine 22 Eylül 1932’de tutuklandı. OGPU’daki sorgusu sırasında, yoldaşlarını korumak için metni tek başına yazdığını ileri sürdü. On yıla mahkûm oldu.

Ekim 1936’da, on yıllık cezasını çekerken yeniden tutuklanıp hücreye kondu ve “sağ sapmanın” yargılanacağı duruşmada “itiraf” alınabilmesi için Lubyanka’ya gönderildi. Ryutin, “terörizm” suçlamalarını kararlılıkla reddetti ve yeniden yargılanması kamerayla kaydedildi (10 Ocak 1937). Kırk dakika süren duruşmanın ardından bodruma indirilerek infaz edildi. Ryutin, Sovyet merkez yürütme komitesine şöyle yazmıştı: “Benimle alakalı gerçek dışı iddialarla ilgili, bedeli ne olursa olsun, itirafta bulunmayı düşünmüyorum ve bulunmayacağım.”

 

Martemyan Ryutin’in anısı önünde saygıyla ayağa kalkalım

 

“Kaynakça” üzerine bir not

 

Kitabın Kaynakça bölümünde kaynakların Türkçe çevirilerinden bazıları verilmemiş ya da ihmal edilmiş. Tespit edebildiklerimi bold olarak aşağıya yazıyorum:

 

  • Applebaum, Anne, Gulag A History, New York, Doubleday, 2003: Gulag, çev: Ufuk Demirbaş, Arkadaş, 2008

 

  • Buber-Neumann, Margarete, Under Two Dictators, New York, Dodd, Mead, 1949: İki Diktatörlük Altında, çev: Gün Zileli, İmge, 2012

 

  • Ginzburg, Evgeniia, Into the Whirlwind, Londra, Collins, Harvill, 1967: Anafora Doğru, çev: Gün Zileli, Pencere, 1996

 

  • Ginzburg Evgeniia, Within the Whirlwind, New York, Harcourt, Brace,Jonanovich, 1981:  Anaforun İçinde, çev: Gün Zileli,  Pencere, 2000                                      
  • Larina, Anna, This I Cannot Forget, New York, WW Norton, 1993: Asla Unutamam, çev: Gün Zileli, İmge, 2018

 

  • Maisky, Ivan, Memoirs of a Soviet Ambassador(1932-1943), New York, Scribner, 1967: SSCB Londra Büyükelçisi Mayski’nin Günlükleri (1932-1943), çev: Deniz Berktay, Türkiye İş Bankası, 2019

 

  • Orlov, Alexander, The Secret History of Stalin’s Crimes, New York, Random House, 1953: Stalin’in Suçlarının Gizli Tarihi, çev. Gün Zileli, Lejand, 2023

 

 

  • Sukhanov, Nikolai, Zapiisiki, Berlin, 1922-1923: N. Sukhanov, 1917 Rus Devrimi, çev: Gün Zileli, Edebi Şeyler, 2020

 

 

Gün Zileli

28 Mayıs 2025

www.gunzileli.net

gunzileli@hotmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

21 Comments

  1. Adnan

    Gün Zileli Isaac Deutscher’ın” Trotsky” biyografisini okumasam yukarıda ki metni hiç anlamayacaktım, yani şunu söylemem gerekir ki biraz karışık yazılmış…İçeriğin doğruluğuna inanıyorum ama bu olayları anlamak ya da öğrenmek isteyen daha genç arkadaşlarımız olanı, biteni birbirine karıştırabilir…Bence bir redaksiyon gerekebilir diye düşünüyorum…

  2. Anonim

    Stalinist rejim Bolşevik diktatörlüğün, Bolşevik diktatörlük de Çarlık despotizminin zorunlu sonucudur.

    Tıpkı Kemalist tek parti rejiminin İttihatçılığın, onun da Abdülhamid istibdadının bir şekil değişikliği olması,
    ya da Nazizm’in Bismarkçılığın, onun ise Prusya krallığının,
    yahut da Napolyon’un Jakobenlerin, onların da Fransız monarşisinin modern devamları olması gibi.

    Yüzlerce yıllık çürümüşlükleri, bir günde “devrim”le değiştirebileceklerini sananların sonu hüsrandır.

  3. benzeri görülmüş rejimler

    Kemalist bir başbakan
    Ahmet Altan
    04.02.2012

    Mustafa Kemal ne istiyordu?

    Kendisine benzeyen nesiller yetiştirmek.

    Şık giyinen, içki içen, dans eden, uzun rakı sohbetlerinden hoşlanan, balolar düzenleyen, tarihi kendi keyfine göre çarpıtan, dindarları, Kürtleri, Alevileri dışlayan minik Mustafa Kemaller yaratmaktı amacı.

    En mükemmel Türkiye’nin, “en mükemmel insan” olan Mustafa Kemal’e benzeyen çocuklarla kurulacağına inanıyordu.

    İnsanları kendisine benzetmek için çok zulmetti, çok kan döktü, insanları beyni yıkanmış kuklalara çeviren bir eğitim sistemi kurdu.

    Peki, Tayyip Erdoğan ne istiyor?

    Kendisine benzeyen nesiller yetiştirmek istiyor.

    Kırpık bıyıklı, giyimine pek aldırmayan, mahallenin abisi olan, namaz kılan, sigaradan nefret eden, gençlerin flört etmesinden hoşlanmayan, küçüklere bisküvi dağıtan, kavgayı seven nesiller yetiştirmeyi amaçlıyor.

    Mustafa Kemal, “herkes bana benzesin” diyemediği için “çağdaş nesiller yaratacağız” diyerek kendisini çağdaşlığın modeli olarak koymuştu ortaya.

    Tayyip Erdoğan da, “herkes bana benzesin” diyemediği için “dindar nesiller yaratacağız” diyerek kendisini dindarlığın modeli olarak koyuyor ortaya.

    Tek parti dönemi faşizminin yöneticisi olan Mustafa Kemal’le, çok partili “demokrasinin” başbakanının amaçları aynı.

    Kendilerine benzeyen insanlar yetiştirmek.

    Bu ülkede yaşayan insanların bir koyun sürüsü gibi güdüleceğine, herkesin tek tip haline getirilmesi gerektiğine, en mükemmel örneğin kendileri olduğuna ve bu ülkenin çocuklarını keyiflerince biçimlendirme hakkına sahip bulunduklarına inançları tümüyle birbirine benziyor.

    Sadece ortaya koydukları modeller farklı.

    Aslında kurnazlıkları da birbirinin aynı.

    İnsanları, “hangi modelin daha iyi olduğu” üzerinden tartıştırmak istiyorlar, böylece “ortaya bir model koyup insanları bu modele benzetmeye kalkışmak” zorbalığını gözlerden saklıyorlar.

    “Hangisi daha iyi” diye tartışabilirsiniz, Mustafa Kemal’in Erdoğan’dan daha iyi bir model olduğunu söyleyecekler de çıkacaktır, Erdoğan’ın Mustafa Kemal’den daha iyi olduğunu söyleyenler de.

    Ama önemli olan hangisinin daha iyi olduğu değil.

    Önemli olan, birilerinin bize “çocuklarımızı nasıl yetiştireceğimizi” dayatması, bizi bir modeli benimsemeye zorlaması, insanların kendi hayatlarını belirlemekte özgür olmalarının yolunu kesmeleri, ülkenin geleceğine kendi vesikalık resimlerini bir mühür gibi basmaya kalkmaları.

    Bu zorbalıktır.

    Eğer bu yönetim tarzı geçerli olsaydı Obama’nın Amerika’da “zenci nesiller” yetiştirmesi, Belçika Başbakanı’nın “eşcinsel nesiller” yetiştirmek için nutuk atması gerekirdi.

    Ama demokrasilerde “nesillerin nasıl yetiştirileceğini” devlet yöneticilerinin belirlemesine izin vermezler.

    Çocukların nasıl olması gerektiğini devletin belirlediği yönetim biçimlerine diktatörlük denir çünkü, bunun demokraside yeri yoktur.

    Siz, devlet yöneticisinin size bir modeli dayatmasını normal bulur da “hangi modelin” daha iyi olduğunu tartışmaya başlarsanız, sonunda Kemalistlerin bugün yaşadığını yaşar, Erdoğan gibi birinin sizin çocuklarınızı kendisine benzeteceği bir anlayışı savunduğunu görürsünüz.

    Bugün Erdoğan’ın bu fikrini destekleyen dindarlar varsa, onlar da geçmişte olduğu gibi gelecekte de hiç hoşlanmayacakları bir “modelin” kendilerine dayatıldığına tanık olurlar.

    Modelin iyi olup olmadığı değildir sorun, çocuklarınızın nasıl yetiştirileceğinin size dikte ettirilmesi, devleti yönetenin bütün çocukların da “babası” olmaya kalkışması, haddini aşması, sizin çocuklarınızı özgürce yetiştirmenize müdahale etmesidir asıl sorun.

    Eğitim sisteminin, “lidere” kayıtsız şartsız biat eden, lideri model alan, düşünme yeteneği iğdiş edilmiş, “tek tip” robotlar yetiştirmesidir.

    Bu, demokrasinin, özgürlüğün, insan haysiyetinin, onurunun, ahlakının yok edilmesidir.

    Eğer Kemalistlerle dindarlar “model” üzerinden kavga ederlerse, sonuçta hepsi birden kaybeder, dik duruşlu, özgür beyinli, yaratıcı, haysiyetli nesiller yetiştiremezler.

    Hangi gün, hangi zorbanın nasıl bir modeli dayatmaya kalkışacağını bilemezler.

    Bu sistemi reddetmek, kendisini “model” olarak bütün ülkeye zorla kabul ettirmeye kalkana “sen kendi çocuğuna model ol, benimkini bana bırak” demek, çocuğunu ileride kendi tercihini yapabilecek bir kişiliğe sahip olarak yetiştirmek gerekir.

    Tayyip Erdoğan modelini destekleyecek olan, ülkenin mini mini Tayyiplerle dolmasını arzu eden dindarlar varsa onlara şunu sormak isterim, Allah bile kullarını iyiliği ve kötülüğü seçmekte özgür bırakırken siz bu zorbalığı yapma hakkını nasıl kendinizde bulabiliyorsunuz?

    Kemalistlere de şunu sormak isterim, bir modeli zorla kabul ettirmeye karşı çıkmamanın sonunda başınıza bir dindar Kemalist’in gelip “model benim” diyebileceği bir çarpıtma yarattığını hâlâ görmüyor musunuz, “çağdaş” bir hayat için bu sistemi temelden değiştirmek gerektiğini kavramıyor musunuz?

    Sizin çocuklarınızın ileride rakipleri olacak yeryüzünün başka ülkelerindeki çocuklar özgürce, yaratıcı insanlar olarak yetişiyor.

    Çocuklarınızın kafası boş kuklalar olarak yetişmesini, bir modele tapınmasını gerçekten istiyor musunuz?

    https://www.demokrathaber.org/kemalist-bir-basbakan

  4. Süleyman Perinçek

    Bana “Stalin cinayet işliyor” dedirtemezsiniz!

  5. Anlamama yardım eder misiniz?

    Bu soruyu sormaktaki amacım: Mustafa Kemal Atatürk’ü övmek veya yermek için bahaneler üretmek değil.

    Sorumu sonuna kadar okuduğunuzda ne demek istediğimi anlayacaksınız:

    • “Atatürk, ‘Cumhuriyet’i ilan etmeden önce ‘halk’a mı sordu? Hayır, sormadı. Kendi kafasındakini, bütün ülkeye uygulattı.”

    • “Atatürk, ‘dil inkılabı’nı yapmadan önce ‘halk’a mı sordu? Hayır, sormadı. Kendi kafasındakini, bütün ülkeye uygulattı.”

    Okumuş olduğunuz ifadelerde; “isimler”i değiştirebilirsiniz, kurulan “rejim”in ne tür bir rejim olduğunu, yapılan “inkılap”ların ne tür inkılaplar olduğunu değiştirebilirsiniz. Fakat “kök soru” aynı.

    • “X adlı kişi, Y adlı rejimi ilan etmeden önce ‘halk’a mı sordu? Hayır, sormadı. Kendi kafasındakini, bütün ülkeye uygulattı.”

    • “X adlı kişi, Y adlı inkılabı yapmadan önce ‘halk’a mı sordu? Hayır, sormadı. Kendi kafasındakini, bütün ülkeye uygulattı.”

    Bu ifadeleri nasıl değerlendirmek, üzerinde nasıl düşünmek gerekir?

    Size zahmet olmazsa; birkaç cümle yazar mısınız?

    (Eğer isterseniz; konu hakkında detaylı bir yazı yazıp sitenizde yayınlayabilirsiniz.)

    Cevabınızı sabırla bekliyorum.

  6. Gün Zileli

    Bu kitapta (Kotkin) ele alınan konu demokratik formlar (halka danışmak vb) değil. Zaten başından kuulmuş tek parti diktatörlüğünün 1930’larda nasıl bir ceberrut tek kişi diktatörlüğüne evrildiği.

    Genelde sorunuza geleciek olursak “halka danışmak” çok formel bir tanımdır ve diyelim ki “danışılsa” bile sonuçlar sanaldır. Sonuç olarak, halk birileri tarafından “danışılan” pasif bir “onay” mercii olduğu sürece alınan sonuç her zaman diktatörlüklerin onay ihtiyacından ya da rıza ihtiyacında başka bir sonuç vermez. Önemli olan halkın “danışılan” olmaktan çıkıp belirleyici bir süje haline gelebilmesidir ki, bu da tarihte kısa devrimci aralıklar haricinde pek gerçekleşebilmiş bir şey değildir.

  7. Birkaç soru

    • Şeriat rejimi isteyen ve bu amaç uğruna mücadele eden “halk”ı mı tercih etmek gerekir?

    • “Cumhuriyet” rejimini getirmiş ve kadük de olsa “demokrasi”yi, kadük de olsa “özgürlüğü” getirmek için mücadele etmiş “Atatürk (ve benzeri)” kişileri mi tercih etmek gerekir?

    Hangisi?

    2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta “Madımak Oteli”ndeki yangını şeriat isteyen “halk” başlattı.

    Öyleyse, ben niye şeriat isteyen “halk”ı tercih edeyim?

    Not: “Kemalist” değilim. “Halk”ın güvenilmez olduğunu anlatmaya uğraşıyorum sadece. “Donald Trump” gibi bir kişiyi, “ABD halkı” tercih etti. Böyle “halk”a güvenilir mi?

  8. İlerici Cumhuriyetler vs. Gerici Monarşiler

    “Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti” mi?

    “Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı” mı?

    Tek Parti (CHP), hatta Tek Kişi (MKA, İİ) rejimine dayanan, Tekçi (nüfusunun %99’unu mübadele ile Tek Milletçi – Tek Dilci – Tek Dinci yapan, bu şekilde “şeriatçılığa” da elverişli bir toplumsal zemin hazırlayan) “Türkiye Cumhuriyeti” mi?

    Çok Partili, parlamenter “Osmanlı Saltanatı” (İttihat-Terakki diktatörlüğüne kadar II. Meşrûtiyet) ve onun Çok Milletli – Çok Dilli – Çok Dinli yapısı mı?

  9. Anonim

    Atan Osmanlıydı, bunlar Cumhuriyet çocuğudur

    Elbette senin Atan az da olsa Batı fikriyatına vâkıftı, fokstrot oynardı, Parisli terzilerden giyinirdi, Madam Korin’le cilveleşirdi, bunlar kadar cahil değildi.
    Başka türlü olamazdı çünkü Abdülhamit okullarında okumuştu. Çağdaşı olan son devir Osmanlı elitinin vasatından öte bir numarası yoktu. Düşün ki son Halife-i Müslimîn olan Abdülmecid Efendi Frenk tarzında ressamdı, hayli cüretkâr nü’ler de yaptı. Hainler şâhı Damat Ferid Paşa, yalısında verdiği içkili davetlerde, Vahidettin’in kardeşi olan eşiyle birlikte dört el piyanoda Haydn çalardı. Siyasi nutuklarında hep eski Yunan ve Roma mitolojisinden örnekler verdi diye eleştirilmişti.

    1950’lerden bu yana memleket cahillerin zafer alayına döndü diyorsun. İyi de bunlar tarlada yetişmedi. Öve öve bitiremediğin Cumhuriyet’in mahsulüdürler, nasıl ki ötekiler de son devir Osmanlı üst sınıf kültürünün sonuçları idiyse.

    (Sevan Nişanyan)

  10. Doğrular ile yanlışlar

    “Osmanlı İmparatorluğu” dönemindeki “halklar” zaten şeriat rejimi içine doğmuş, şeriat rejimiyle yaşamıştı. Kısacası, “şeriat” dışında başka rejimler var mı? / yok mu?; bunların hiçbirinden haberleri yoktu.

    Yüzyıllar boyunca “şeriat” hegemonyası altında yaşayan halkların, “Cumhuriyet” rejimi geldikten sonra bu rejime çabucak adapte olmasını beklemek rasyonel değil.

    Tek parti (CHP) iktidarının politikaları; hiçbir zaman “şeriatçılık”a zemin hazırlamadı, tam tersine, “şeriatçılık”a karşı mücadele etti. “Osmanlı İmparatorluğu”nun tortusu içinde sıkışıp kalan “halkların” ruhunda “şeriat” arzusu hep vardı.

    “Tek parti (CHP)” iktidarına ve “Cumhuriyet” rejimine kızabileceğiniz bazı hususlar olabilir. Fakat, halkların “şeriat” rejimine hâlâ sempati duyması; “tek parti (CHP)” iktidarının da, “Cumhuriyet” rejiminin de kabahati değildir.

    “Doğrular” ile “yanlışlar”ı birbirinden ayırt etmesini öğrenin artık.

    “CHP”nin tarihte yaptığı yanlışları yazarken, günümüzde “şeriatçılık”ı pekiştirmek isteyenlerin tuzaklarına düşmeyin artık.

  11. Anonim

    “İzmir grevi, işçilerin sonraki mücadeleleri için çıkarması gereken çok sayıda ders içermektedir. Bunlardan en önemlisi, CHP’nin de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) gibi işçi sınıfına düşman bir kapitalist düzen partisi olduğu gerçeğidir. Aynı şekilde, işçilerin, sendika bürokrasisinden bağımsız taban komiteleri vasıtasıyla ipleri kendi ellerine almaları, satış sözleşmelerini engellemeleri ve mücadelelerini ilerletmeleri için elzemdir.

    Başta Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay olmak üzere belediye yönetimi ve CHP, basında ve sosyal medyada grevin bastırılması için ve grev hakkına karşı işçileri hedef alan kirli bir karalama kampanyası yürüttü. Bu kampanyanın başlıca argümanları “basit” işçilerin fahiş ücretler talep ettiği ve grevin Erdoğan hükümetine hizmet ettiğiydi. Temel bir demokratik hak olan grev hakkını hedef alan bu işçi düşmanı sağcı kampanya, CHP’nin demokrasiyi savunma iddiasının çürüklüğünü gözler önüne sermiştir.”

    https://www.wsws.org/tr/articles/2025/06/07/yqel-j07.html

  12. Anonim

    “Bunlar geçmişin hikâyeleri değil, bugünün Türkiye’sini şekillendiren olaylardır. Bugünkü Tayyip Erdoğan faciasının kökenleri ta bu anlattığım olaylara dayanır.

    1839’dan 1913’e dek kör topal da olsa modernleşmeye, vatandaşlık hukukunu oluşturmaya çalışan bir toplum, 1913-1923 yıllarının olayları sonucunda “yüzde doksandokuz virgül dokuzu Müslüman olmakla övünen” bir toplum haline geldi. Bir toplumun %99,9’u Müslüman olunca, eninde ya da sonunda biri çıkar, “e bari Müslümanlığın gereğini yapalım o zaman” diye akıl yürütür. Verecek cevap bulamazsın.

    İtiraz da edecekseniz önce Yanlış Cumhuriyet’i okuyun, ondan sonra konuşalım.”

    https://nisanyan1.blogspot.com/2013/11/milli-mucadele-neyin-mucadelesi.html

  13. Anonim

    Laiklik adı altında Tek Parti Cumhuriyetinin uyguladığı politika, İslam dinini toplumsal yaşamdan tasfiye etme çabasıdır. Bunun bıraktığı boşlukta, peygamberi Atatürk ve kitabı Nutuk olan bir devlet dini ikame edilmeye çalışılmıştır.

    Başarısızlıkla sonuçlanan bu çabanın tek kalıcı sonucu, İslamiyeti dar ve bağnaz bir kalıba hapsetmek, toplumsal elitle bağlantısını koparmak olmuştur.

    20. yüzyıl başında dörtte bir oranında gayrimüslim nüfus barındıran Türkiye toplumu, bugün neredeyse tüm fertleri Müslüman olan bir toplumdur. Bu ürkütücü dönüşümü
    başarmış olan kadroların ideolojik ve örgütsel mirasçısı olan Kemalist rejim, Türk toplumunu gayrimüslim unsurlardan arındırma sürecini bizzat sürdürüp sonuca vardırmakla, gerçek anlamda bir laikliğin – dindışı bir ulusal kimlik tanımının ve dinlerüstü bir devlet anlayışının – bu topraklarda yerleşmesini belki ebediyen engellemiştir.

    Din kurumları, Osmanlı döneminde olmadığı oranda devlet mülkiyetine ve denetimine alınmış, İslam dini müstakil mali kaynaklarını, özerk eğitim kurumlarını yitirmiştir. Din üzerindeki vesayet gücünü sonuna kadar kullanan devlet, İslamiyetin kendi doğal mecraı içinde evrilmesine engel olmuş, din bünyesinde yeni arayış ve oluşumları a priori reddetmiştir. Bunun bir acı sonucu, yüzyıllardan beri İslam dünyasının entelektüel ve siyasi önderliğini yapmış olan bir ülkenin bugün İslam dünyasında, en azından entelektüel anlamda, marjinal bir konuma itilmiş olmasıdır. Türkiye’deki İslami oluşumları bugün “Suudi Arabistan’dan beslenmekle” suçlayanlar, beslenme ihtiyacını Arap çöllerinde gidermeye çalışan bu kesimleri kimin ve neden aç bıraktığı sorusuyla yüzleşmek zorundadırlar.

    Kemalist devrimin “millet yarattığı” tezi, inandırıcı olmaktan çok uzaktır. Anadolu ve Rumeli’nin Müslüman halkı – “Türk” adını taşımasalar dahi – millet olmanın temel vasıflarına yüzlerce yıldan beri sahip olmuşlardır. Ortak bir kültürü ve yaşam tarzını benimsemişler, birbirlerini “biz”den saymışlar, ortak bir siyasi iradeye boyun eğmişler ve “biz”den olmayan bir siyasi iradenin yönetimine girmeyi en büyük toplumsal felaket olarak algılama eğilimini göstermişlerdir.

    Bu eski ve köklü milletin modern çağa ayak uydurması için aşması gereken büyük sınav, aynı topraklarda yan yana yaşadığı gayrimüslim unsurları ortak bir milli kimliğe dahil edebilme sınavı idi. Modern devletin ihtiyaçları, farklı din ve kimliklere mensup uyrukların ortak bir vatandaşlık statüsünde toplanabilmesini, bu anlamda gerçek laikliğin tesisini gerektirmiştir. 19. yüzyılda bir “Osmanlı milleti” yaratma çabaları bu gayretin ifadesidir.

    1908 ihtilaliyle başlayıp Cumhuriyetle noktalanan olaylar manzumesi, bu gayretin iflasını ifade eder. Gayrimüslimlerle aynı ulusal kimliği paylaşmayı gururuna yediremeyen Türk eliti, çareyi o unsurları Türkiye coğrafyasından topluca tasfiye etmekte bulmuştur. Jön Türk döneminde başlatılan tasfiye süreci, cumhuriyet döneminde bir milyonu aşkın Rumun Anadolu’dan ihracıyla amacına ulaşacak; varlık vergisi, 6-7 Eylül hadiseleri ve 1964 zorunlu göçüyle son kalan artıklar da milli bünyeden temizlenecektir.

    Milli Mücadele ve Cumhuriyet, Müslüman Türk milletinin, Tanzimattan beri süren kabuk değiştirme çabasına “dur” dediği noktadır. Türk devrimi adı verilen süreç, gerçekte Türk milletinin modernleşmeyi başaramayışının hazin hikayesidir.

    Aradan yetmiş yıl geçtikten sonra, yaldız döküldüğünde, geriye, yüzde doksan dokuz onda dokuzu Müslüman olmakla “övünen” bir millet kalacaktır.

    Bugün Türkiye’de çağdaş, Batılı, liberal düşünceyi temsil eden insanların trajik çıkmazı, totaliter rejimler çağının bir liderini bayrak edinmiş olmaktır. Avrupa demokrasisi için Mussolini veya Franco ne kadar tuhaf bir simgeyse, Türk demokrasisi için Kemal Atatürk o denli çelişkili bir bayraktır. Çağdaş dünyanın yarım yüzyıldan beri terk ettiği bir zihniyet, Türkiye’de halen çağdaşlığın adı olarak anılmakta ve yüceltilmektedir.
    Uluslararası platformlarda bu anlayış, ülkeyi yalnızlığa itmiştir: Nelson Mandela’nın almayı reddettiği Atatürk ödülü, Türkiye’yi dünyadan soyutlayan kavram kargaşasının çarpıcı bir örneğidir.
    İçte modern ve özgür toplum yandaşları, zihin ve iradelerini felç eden bir çelişkiler dizisine saplanmışlardır.

    https://ipfs-library.net/ipns/k51qzi5uqu5dilpz7m5l1k9sq15alyfmh27f352l3nz99j2e7urb77adivvumd/sevan-nisanyan-yanlis-cumhuriyet.pdf

  14. Anonim

    Şeriatçı Osmanlı:

    “Osmanlı Devleti hilafet merkezi sayıldığı halde bildiğim kadarıyla hiçbir hırsızın elini kesmemiştir ve yalnızca 2 recm olayı olmuştur.”

    https://www.scribd.com/document/809904979/Turkiye-Tarihi-4-CA%C4%9EDA%C5%9E-TURK%C4%B0YE-1908-1980

  15. Anonim

    Cumhuriyet’in İlanı Nedir?

    Cumhuriyetin ilanı, Mustafa Kemal’in (Müslüman burjuvazinin ve devlet sınıflarının katledilen ve malları yağma edilen Hıristiyanlara karşı savunmasını örgütlemesinin aracı olan) Meclis’e karşı Bonapartist bir darbesi ve Osmanlı padişahlarında bile olmayan yetkilerle kendini donatması, Padişahsız bir padişahlık düzenine geçişidir.

    Cumhuriyet’in İlanı, daha geniş ve tarihsel bir ölçekte, sosyolojik olarak, ta Sümerlerden beri gelen, Roma ve Bizans’tan ve bir ölçüde de Pers Uygarlığından devralınan devlet yapısının, aynı kalmak için değişmesi, kendini çağın koşullarına adapte etmesi, aynı özü, yani mutlak ve her şeyin üzerindeki devleti yaşatmak, devlet sınıflarının egemenliklerini sürdürmek için, kendini modernleştirmesidir. Dolayısıyla Cumhuriyet’in ilanı aslında kapitalizm öncesinin bir yapısının kendisini sürdürmesinin bir aracıdır. Bu nedenle zerrece demokratik bir karakter taşımamıştır ve taşıyamaz.

    Cumhuriyet’in ilanı ve hele kendini sosyalist veya demokrat olarak tanımlayanların bunu kutlaması, devletin ve devletçiliğin, yani demokrasi düşmanlığının, kendini demokrat veya sosyalist sananları bile kendi zafer arabasına bağlamasının bir görünümüdür.

    Cumhuriyetin İlanı ve bunun kendini ilerici demokrat görenlerce kutlanması, ezilenler, demokratlar, sosyalistler için tam ve kesin bir yenilgidir. Kendine TKP veya İşçi Partisi diyen partilerin bile kutlaması ve kutlamalar örgütlemesi devletçiliğin nasıl ideolojik, politik ve örgütsel olarak zafer kazandığını ironik bir biçimde göstermektedir. Bu anlamda Devletin ve devletçiliğin tam bir zaferidir.

    Türkiye’de Cumhuriyetçilik aslında devletçiliktir. Cumhuriyet Bayramı ve anmaları, devletin kutsanmasıdır.

    Cumhuriyetin İlan’ında olduğu gibi, baskı cihazlarının modernleşmesi demokrasinin, eşit hakların, yurttaşların öz yönetim organlarının gelişmesi kendini yönetmesi, devletin gücünün budanması, özetle demokrasinin yerleşmesi ve gelişmesi anlamına gelmez; tam aksine, demokrasinin önündeki engellerin daha modern, daha kıyıcı, daha keşfi zor biçimlere dönüşmesi anlamına gelir.

    Cumhuriyetin ilanı ve bu ilenin kutlanması, devletin halkın gözüne cumhuriyet külü atarak onu kör etmesidir.

    Bu durumda biz Marksistlerin, Marksizmi geliştirelememelerinin maalesef büyük payı var. Öncelikle sadece temel iktisadi ilişkilere (Toplumun Altyapısına) yoğunlaşarak sınıflar ve onların mücadelesi ve iktisadi ilişkilerle toplumu ve tarihi açıklama ve bu kavramlarla bir program ve politika oluşturma çabası, Üstyapının bir teorisinin geliştirilememesine, dolayısıyla kapitalizm öncesinin statü farklılıklarının ve bunların modern sınıf ilişkileriyle karşılıklı ilişkiye girişlerinin ve bunun sonuçlarının anlaşılamamasına ve gerçekliğin açıklanamamasına yol açmıştır. Bu da fiiliyatta, biçimsel eşitliğin sosyalistlerin gündeminden düşmesine, iktisadi ve sosyal eşitliğin bir yan ürün olarak çözüleceği anlayışına yol açmış ve bu da pratik politikada sosyalistlerin fiilen en gerici milliyetçiliğin ve devletçiliğin savunucusu ve yedeği olmalarıyla sonuçlanmıştır.

    Ama bu sonuçların ardında, bir üstyapılar teorisi, dolayısıyla tümüyle Üstyapı’dan başka bir şey olmayan bir Din Teorisi, dolayısıyla Modern Çağın Dininin karşı devrimci bir biçiminden başka bir şey olmayan bir Uluslar ve Ulusçuluk Teorisi olmaması ve bütün bunlara bağlı olarak da bir Devlet Teorisi olmamasıyla ilgilidir.

    Bu teorik açıkları kapatmadan ne Türkiye’de ne de Dünya’da solun Demokrasi (biçimsel eşitlik) ve Sosyalizm (İktisadi eşitlik) mücadelesinin ne de ezilen geniş kitlelerin direniş mücadelesinin bir gelişmesini beklemek hayal olacaktır.

    Bir teori olmadan, bir program olmaz, bir teori olmadan başka bir Tarih (geçmiş) yazılamaz, dolayısıyla Gelecek Geçmiş anlatılarında şekillendiğinden, başka bir gelecek tasavvuru dolayısıyla bir program yazılamaz.

    Bir gelecek tasavvuru, bir program, bir vizyon olmadan, ezilenlerin mücadeleleri ezenlerin mücadelelerinde bir araç olmaktan öteye gidemez.

    https://demirden-kapilar.blogspot.com/2024/01/cumhuriyetin-ilan-nedir.html

  16. Anonim

    https://gercekgazetesi1.net/uluslararasi/neisyani

  17. Enerjimizi nereye harcamalıyız?

    Eğer “Cumhuriyet” ilan edilmeseydi, eğer “şeriat” devam etseydi; bugün İran gibi, bugün Afganistan gibi, oralardaki insanların hayatlarından bezdiği gibi bir hayat mı yaşayacaktık Türkiye’de?

    Eğer “Cumhuriyet” ilan edilmeseydi, eğer “şeriat” devam etseydi; bugün Türkiye’de hayatın daha huzurlu olacağına dair herhangi bir emare var mı?

    Bügün Donald Trump’a karşı mücadele etmek gerekirken, “George Washington’ın yanlışları”nı sürekli boca etmek; enerjimizi boş yere harcamıyor mu?

    Bugün Recep Tayyip Erdoğan’a karşı mücadele etmek gerekirken, “Mustafa Kemal Atatürk’ün yanlışları”nı sürekli boca etmek; enerjimizi boş yere harcamıyor mu?

  18. Anonim

    “Eğer “Cumhuriyet” ilan edilmeseydi, eğer “şeriat” devam etseydi”

    Yanlış sorulara doğru cevap verilmez.

    Osmanlı, Tanzimat’tan önce bile “şeriat”tan çok “örfi hukuk” ve padişah kanunnameleriyle yönetilirken, Tanzimat’tan sonra “şeriat” neredeyse hiç yoktu.
    Bugünkü sözde “laiklik” gibi laftan ibaret bir politik demagojiydi.

    II. Meşrutiyet’te çok partili serbest seçimler vardı.
    “Sözde Cumhuriyet”te, tek bir kişi (M. Kemal ve İnönü) ve onların istediği gibi atayıp azledebildiği iki kişiden oluşan üç kişilik bir komite tarafından atanıp azledilen bir sözde “meclis” vardı.
    Bir “Cumhuriyet” vardıysa bu II. Meşrutiyet’ti.

    Trump’ın George Washington’un, Erdoğan’ın da M. Kemal’in çocuğu olduğunu söylemek “eneriyi boşa harcamak” değil gerçekleri tespit etmektir.

    Böyle en basit gerçekleri anlamaktan aciz ve kör olan muhalefetler, sizin gibi ebediyen muhalefet olmaya mahkum olur, iktidarı değiştirmek yolunda tek bir adım bile atamaz.

  19. Anonim

    Şiddet ve sosyalizm

    Bu yazı kısa olacak, sayfanın dibine ulaşmayacak. Konusu çok basit çünkü: Sosyalizm ile şiddet arasındaki ilişki.

    Böyle bir ilişki olmadığına göre, yazı da uzun olamayacak.

    Sosyalizm, benim üye olduğum partinin yönettiği toplum değildir.

    Sosyalizm, başka herhangi bir partinin sosyalist üyelerinin yönettiği toplum değildir.

    Sosyalizm, halkın seçtiği çok iyi, çok vicdanlı bir sosyalistin çok iyi yönettiği toplum değildir.

    Sosyalizm, halkın seçtiği çok solcu bir hükümetin yönettiği toplum değildir.

    Sosyalizm, ilerici subayların, iyi niyetli aydınların, kahraman gerillaların gerçekleştirebileceği bir toplum düzeni değildir.

    Sosyalizm, işçi sınıfının kendi kitlesel eylemiyle toplumu değiştirip kendi iktidar organları yoluyla kendi kendini yönettiği toplum demektir.

    (“İşçi sınıfı” ifadesine takılanlarınız olacak, biliyorum, ama şu anda o konuya girmeyelim. İsteyen “emekçiler”, “çalışanlar”, “mülksüzler” filan diye düşünsün, farketmez, kimlerden bahsettiğimiz belli.)

    Bu söylediklerim benim tercihlerimin ifadesi değil. “Böyle olsa daha iyi olur” demiyorum. “Böyle olmak zorundadır, başka türlü olmaz” diyorum.

    Sosyalizm, ancak geniş emekçi kitlelerin kendi eylemi sonucu olur, çünkü kendi kendini yönetecek olan kitleler ancak o eylemin içinde çağların pisliğinden, mevcut düzenin dünya görüşünden, inançlarından, alışkanlıklarından, yamukluğundan kurtulurlar. Düzeni değiştirme eyleminin içinde kendileri değişirler.

    Yani sosyalizme geçişte, kitlelerin kendi eylemi “olsa ne güzel olur” değil, “olmazsa olmaz” koşuldur.

    Mevcut düzenin yerine başka bir düzen yaratma sürecinde geniş emekçi kitleler kendi yönetim organlarını oluşturur ve ancak bu süreç içinde oluşturur. Bu organlar onlara yukarıdan verilemez, hediye edilemez, onlar adına yönetilemez.

    Daha güzel bir toplum için harekete geçen emekçi kitlelerin eylemi, tarih boyunca, iş bırakma, işyerine el koyma, toplumsal ihtiyaçları karşılamak için tabanda örgütlenme, mevcut iktidarı kabullenmeme, aşağıdan yukarı doğru kendi iktidarını kurma şeklini almıştır.

    Kapitalizm çağında hiçbir devrim, geniş kitlelerin silahlanıp mevcut düzenin ordusunu yenilgiye uğratmasıyla olmamıştır. Geniş kitleler silahlı değildir, silah kullanmayı bilmez, düzenli ordu gibi davranamaz, düzenli bir orduyu yenemez. Mevcut düzenin ordusu, yenildiği için değil, sokaktaki milyonlardan etkilendiği için, onların üzerine ateş açmayı reddettiği için dağılır.

    Geniş emekçi kitlelerin gücü, silah veya şiddetten değil, kitlesellikten, toplumun çoğunluğu olmaktan ve üretim yapan sınıf olmaktan kaynaklanır.

    Şiddet kullanmak, mevcut toplumda şiddet tekelini elinde bulunduran ve bunu profesyonelce kullanan egemenlerin işine gelir, geniş kitlelerin değil.

    Sosyalizm hakkında söylediklerimi gerçekçi bulmayabilirsiniz. Gerçekleşme ihtimali olmadığını düşünebilirsiniz.

    Gerçekçi olup olmadığı başka mesele. Onu başka zaman tartışırız.

    Ama yukarıda anlattığım sosyalizm ile şiddet arasında hiçbir ilişki yoktur, tarihsel olarak olmamıştır, teorik olarak zaten olamaz.

    Türkiye solunun sorunu da şiddete düşkün olmak değildir zaten.

    Kemalizm’e düşkün olmaktır.

    (Roni Margulies)

    https://www.ilkehaber.com/yazi/siddet-ve-sosyalizm-4662.htm

  20. Anonim

    “CHP’nin başını çektiği burjuva kesimlerin, “laik” bir devlet yapılanmasına geçilmesi, Latin harflerinin kabul edilmesi, eğitimin yaygınlaştırılması, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması gibi reformlarla parlatıp anti-demokratikliğini ve işçi düşmanlığını örtmeye çalıştıkları Cumhuriyet işte böyle bir cumhuriyettir. Fakat Kemalizme ve burjuva Cumhuriyete yönelik yanılsamalar aradan onlarca yıl geçmesine rağmen son derece güçlüdür. Üstelik sosyalist solda da! Zira Kemalizm resmi devlet ideolojisi olarak emekçilere şırıngalanmakla kalmayıp sosyalist sola da musallat edilmiştir. Öyle ki, memleketimizin kimi güzide “komünist”leri bugünlerde CHP’ye kızıp “Atatürkçülüğün ideolojik ve teorik olarak sahipsiz kaldığı”ndan dert yanmaktadırlar. “Sahipsiz kalan” Atatürkçülüğü sahiplenme derdine düşenlerin, aslında onu kendi evlerine almış olmanın teorisini yaptıkları ayan beyan ortadadır.

    TC tarihinin son otuz yılı, her türlü burjuva yanılsamanın en gerici formlarda yeniden ve yeniden üretildiği bir dönem olmuştur. AKP, başörtüsüne yönelik engellemeler gibi uygulamaları laiklik adına dayatan 28 Şubat darbesiyle açılan sürece duyulan tepkiye yaslanarak 2002’de iktidara gelmiştir. Sonrasında ise, din temelindeki müdahaleleri, dayatmaları ve uygulamalarıyla kendisi de benzer bir toplumsal tepki doğurarak Kemalizmin adeta yeniden şahlanışının zeminini döşemiştir. Bağımsız bir politik tutuma sahip olmayan örgütsüz işçi sınıfı, egemen sınıfın ideolojik çapraz ateşi altında tam anlamıyla paralize olmuş durumdadır. Üstelik iki burjuva kesimin ortak paydasını oluşturan şoven milliyetçilik, duyargalarını hepten tıkamış ve onu her türlü saldırıya açık kılmıştır. Bugün derin bir ekonomik yıkımın ve faşizmin cenderesinde ümüğü sıkılan emekçilerin, devrimci Marksist bir bakış açısının hâkim olduğu bağımsız bir sınıf tutumuna her zamankinden çok daha fazla ihtiyacı bulunuyor. İşçileri, emekçileri içinde bulundukları kapitalist cendereden kurtaracak olan şey, tam da bu temeldeki bir örgütlü mücadeledir.

    Bu mücadelenin hedefi, küresel ölçekte çoktan köhnemiş olan ve her türlü gericiliği üreten “burjuva demokrasisi”yle sınırlı olamaz. Parlamenter cumhuriyet, yaratılan yanılsamanın aksine, halkın değil egemen sınıf olarak burjuvazinin yönetim biçimlerinden biridir. En demokratik formda yapılanmış olsa bile, burjuva devletin özü, küçük bir azınlığın çoğunluk üzerindeki diktatörlüğüdür. Nitekim Engels, “gerçekte devlet bir sınıfın bir başkası tarafından ezilmesini sağlayan bir mekanizmadan başka bir şey değildir ve bu söylenen, demokratik cumhuriyet için, monarşi için olduğundan daha az geçerli değildir” derken tam da bunu anlatır. Lenin de, demokratik cumhuriyetin kapitalizmin mümkün olan en iyi siyasi kabuğu olduğunu ve sermayenin bu kabuk altında iktidarını son derece güvenlikli ve sağlam bir şekilde kuracağını, burjuva-demokratik cumhuriyetteki kişiler, kurumlar ya da partiler düzeyinde kalan hiçbir değişikliğin onu sarsamayacağını belirtir. Marksizmin burjuva cumhuriyete yaklaşımının genel çerçevesi budur ve bu çerçeve onun cumhuriyeti tarihsel bir ilerleme olarak değerlendirmesiyle çelişmemektedir.

    “İşçi sınıfı açısından cumhuriyet rejimini savunulur ve anlamlı kılan şey, onun demokratik mahiyetidir. Dolayısıyla demokratik olmayan kendinden menkul bir cumhuriyet işçi sınıfı için bir şey ifade etmediği gibi, cumhuriyet olmadan da burjuva demokrasisi pekâlâ mümkündür. Kapitalizmin beşiği olan Hollanda ve İngiltere bugün bile krallıktırlar; ancak burjuva demokrasisinin göreli genişliği, bu ülke işçi sınıflarının siyasal gündeminden cumhuriyetçilik ilkesinin zaman içerisinde düşmesi sonucunu doğurmuştur. Aynı şeyi Belçika, İspanya ve Japonya için de söylemek mümkün. Burada önemli bir hususa daha değinelim. İşçi sınıfı açısından demokratik cumhuriyet talebinin hiçbir şekilde yeterli olamayacağı gerçeği daha 1848 devrimleri sırasında ortaya çıkmıştı. Demokratik cumhuriyet talebiyle yola çıkan burjuvazinin o günkü en ilerici kanadının programı bile işçi sınıfı açısından yetersiz idi ve tam da bu nedenden ötürüdür ki, işçi sınıfı kendi hedefini yalnızca demokratik bir cumhuriyetle sınırlamamış, daha o günden önüne sosyal bir cumhuriyet hedefini koymuştu. Bu hedef, zaman içerisinde Komün tipi bir iktidarla somutlaşıp Sovyet Cumhuriyeti olarak 1917’de zafere ulaşacaktı.”

    İşçi sınıfı ayağa kalktığında gerçekten demokrasi istiyorsa, tıpkı Paris Komününde ve Ekim Devriminde olduğu gibi, onu iktidarı ele geçirerek kendisi yaratmalıdır. Çalışma ve yaşam alanlarında aşağıdan yukarıya demokratik bir şekilde örgütleyeceği sovyet tipi organlarla (işçi konseyleri, komünler) inşa edilen işçi devleti, insanlığın sınıfsız, sömürüsüz, sınırsız, barış dolu bir dünyaya ilerleyişi içindeki en demokratik cumhuriyet olacaktır. Gerçekten “halkın egemenliği”ni isteyen herkesin gözünü dikmesi ve uğruna mücadele etmesi gereken cumhuriyet böylesi bir cumhuriyet olmalıdır.”

    Sınıf Perspektifinden Cumhuriyetin 100. Yılı
    https://marksist.net/ilkay-meric/sinif-perspektifinden-cumhuriyetin-100-yili

  21. Gerçekler

    Konuya; bugün Türkiye’de sokaktaki hayatın, bugün Türkiye’de reel hayatın, bugün Türkiye’de “sıradan” insanın yaşadığı eziyet üzerinden bakmanızı sağlamaya uğraşıyorum. Bu siteye sürekli boca ettiğiniz; “akademik kafaların (veya ‘PhD tayfa’nın)” kendi aralarındaki horoz dövüşlerinde mühimmat olarak kullandığı metinleri/yazıları (“temcit pilavı” gibi ısıtıp ısıtıp) getirmenize gerek yok.

    Sevan Nişanyan’ı ben de biliyorum, merak etmeyin.

    Roni Margulies’i ben de biliyorum, merak etmeyin.

    Demir Küçükaydın’ı ben de biliyorum, merak etmeyin.

    Ahmet & Mehmet Altan’ların babası “Çetin Altan”ı da biliyorum, merak etmeyin.

    Cemalettin Nuri Taşcı’yı ben de biliyorum, merak etmeyin.

    Belki siz “Munis Tekinalp”i hatırlamazsınız, eğer bilmiyorsanız onu da araştırın isterseniz, kendiniz için.

    Belki siz “Benedict Anderson”ı hatırlamazsınız, eğer bilmiyorsanız onu da araştırın isterseniz, kendiniz için.

    Daha fazla “isim” öğrenmek isterseniz, yazabilirim, endişelenmeyin.

    * * * * * * *
    “Osmanlı İmparatorluğu” dönemindeki “şeriat” rejiminde yaşayan “sıradan” insanlar, yaşadıkları hayat dışında başka hayatların var olduğunu bile bilmiyordu. “Şeriat” rejimi altında sopa yiyerek ömürleri geçti, kuşaklar böyle yaşadı yüzyıllar boyunca. “Örfi hukuk”un ne demek olduğunu bile bilmeden ömürleri geçen kuşaklar bunlar. “Padişah kanunnameleri” ise; halk nezdinde, eve hapsedilmiş kadınların kocalarından yediği dayakların hesabını soramamaktan ibaret, yüzyıllar boyunca. Sizin yukarıda hatırlattığınız padişah kanunnameleri ile, halkın yaşadığı eziyet aynı değil.

    Mustafa Kemal Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün tuvalette çıkardığı pisliklerin de analizi yapılabilir isterseniz, eğer DNA örneklerini alabilme imkânı olursa, eğer Recep Tayyip Erdoğan da mezarlarının açılmasına izin verirse. Hem böylece, Atatürk’ün ve İnönü’nün günde kaç litre rakı içtiğini de net olarak öğrenmiş oluruz. “İzmirli Yılmaz Özdil” övüne övüne anlatır böylece, belki yeni bir kitap daha yazabilir; kendisine az telif ücreti ödendiğini düşündüğü “Sia Kitap”tan ayrılır, eğer araları bozuk değilse Soner Yalçın’ın “Kırmızı Kedi Yayınevi”nden bastırabilir “Atamın İçtiği Rakılar” kitabını.

    Bu kitapla beraber aynı zamanda, “Akit” gazetesine de provokasyon malzemesi tedarik etmiş olur “İzmirli Yılmaz Özdil”.

    Bir Atatürk, bin nefret.

    Nefretin müşterisi bol.

    * * * * * * *
    Trump’ın George Washington’ın, Erdoğan’ın da M. Kemal’in çocuğu olduğunu söylemek; metaforik olarak “gerçeğe yakın” değil, ampirik olarak “gerçek” hiç değil. Kendinizi kandırmaktan vazgeçin.

    Böyle “akademik kafaların kendi aralarındaki horoz dövüşleri”nde kullandıkları metinleri/yazıları sürekli bu siteye boca ede ede ruhu körelmiş muhalefetler; sizin gibi ebediyen muhalefet olmaya mahkûm olur, iktidarı değiştirmek yolunda tek bir adım bile atamaz, enerjisini boş yere harcar.

    “Öfke”nizi daha nitelikli yöntemlerle ifade etmeyi deneyin isterseniz, “PhD tayfa”nın mühimmatlarından biri de kendiniz olmayın, kendinize yazık etmeyin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑