Ahmet İnsel/Bu şiddet rejimi sürekli el yükseltmek zorunda
t24’ten alınmıştır
“Bir motorun ambale olması gibi, şiddet, kibir ve korku karmaşasında iktidarlar da ambale olurlar”
Cumhuriyet yazarı Prof. Ahmet İnsel, “Bugün Türkiye’de hukuk devleti değil, hatta kanun devleti bile değil, kendinden menkul bir keyfi baskı ve şiddet devletinin hâkim olduğu aşikâr. Dalga dalga yayılan bu keyfi devlet şiddeti, bir merkezden yönetiliyor” dedi. İnsel, “Bu şiddet rejimi sürekli el yükseltmek zorunda” ifadesini kullandı.
Ahmet İnsel’in Cumhuriyet’te “Bu şiddet rejimi sürekli el yükseltmek zorundadır” başlığıyla yayımlanan (11 Temmuz 2017) yazısı şöyle:
Bugün Türkiye’de hukuk devleti değil, hatta kanun devleti bile değil, kendinden menkul bir keyfi baskı ve şiddet devletinin hâkim olduğu aşikâr. Her hafta katmerleşiyor. Dalga dalga yayılan bu keyfi devlet şiddeti, bir merkezden yönetiliyor. Bu da rejimin otokrat niteliğiyle bütünüyle uyumlu. Otokratın sadece devletin, hükümetin, iktidar partisinin ya da tek partinin başı olması yetmez. Aynı zamanda başyargıç, başsavcı olması da gerekir. Ordu ve din ise, otokratın himaye ve güdümünde olmalıdır.
Türkiye’de bugün, iktidar partisinin genel başkanı aynı zamanda cumhurbaşkanı olduğu için, siyasal olarak bütünüyle sorumsuz. Ama yaptıkları ve söyledikleri, sadece hükümetin icraatlarını, iktidar partisi üye ve yandaşlarının neyi söyleyip ne söylemeyeceklerini belirlemiyor. Yargıya da doğrudan ve açık biçimde yön veriyor. Son yapılanmasıyla artık HSK, başyargıcın emirlerine riayet etmeyenleri cezalandırmakla yükümlü bir parti devletinin iktidar organıdır.
İnsan hakları savunucularının gözaltına alınmasını izleyen günlerde bir kez daha yaptığı gibi, daha gözaltı süreleri dolmadan, savcılar ifadelerini almadan, zanlıların ne tür bir suç işlediklerini otokrat ilan ediyor. Bundan sonra hangi savcı, elde suçlayacak suç delili kırıntısı bile olmasa, soruşturmaya gerek olmadığı kararı verebilir? Hangi hâkim tutuklama kararından başka karar alabilir? Tutuklu milletvekilleri için terörist damgasını siyasal sorumsuzluk zırhıyla korunmuş başyargıç ilan ettikten sonra, hangi hâkim, kovuşturulamaz değil, dokunulamaz olan bu milletvekillerini serbest bırakabilir? Bugün kâğıt üzerinde yazılı olan “yargı bağımsızlığı”, Reis’in yabancı bir gazetecinin tutuklu kişiler hakkında sorduğu soruya, mostralık cevap verebilmesi için duruyor. Zaten böyle bir soruyu sorma olanağı yerli gazeteciye hiçbir şekilde tanınmadığı için, bu mostralık ilkeyi en fazla senede birkaç kez, sarılıp sarmalandığı kutusundan otokrat çıkarıp gösteriyor.
O dönemde düşman ceza hukuku pratikleri uygulanırken, kendini “savcı” ilan eden başbakanın, şimdi aynı şeyi her kesime doğru ve neredeyse her gün cumhurbaşkanı olarak yapması, bu sürekliliği yeterince aydınlatıyor. Zaten bu nedenle, Gülen cemaati üyelerinin işledikleri suçlar kovuşturulurken son derece seçici davranılmıyor mu? Bu suçlar işlenirken, “iltisaklı” olan kişilerin, açık biçimde yardım ve yataklık yapanların kovuşturulmasından şeytandan kaçar gibi yargı kaçmıyor mu? Bu konu bugün iktidarın en büyük tabusudur.
İktidarda kalmak için her şeyi göze aldığı artık açıkça ortaya çıkan otokratın korkuları, saplantıları ve paranoyasının iniş çıkışlarıyla, yandaş mobilizasyonu yöntemlerinin gerekleri bugün iktidarın baskı, sindirme ve şiddet politikasını belirliyor. Bu, fren mekanizması olmayan, her gün yeni şüphelilerin bulunmasını gerektiren, kapsama alanı sürekli genişleyen bir zulüm ve şer politikasıdır. Bir motorun ambale olması gibi, şiddet, kibir ve korku karmaşasında iktidarlar da ambale olurlar.