Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Ulusal Bayrak

Anti-emperyalizm ve Ulusalcılık, Doğu Perinçek, Portreler

Solcular, biraz da ulusal azınlıklara benzerler. Onlar gibi ürkek, onlar gibi çekingendirler; onlar gibi, kendilerinin de çoğunluğun değerlerine sahip olduğunu kanıtlama çabası içindedirler. En azından, iyice güçlenmedikleri, daha toplumun karşısına yeni yeni çıktıkları dönemde böyledir bu. Biraz güç kazanınca havaları tam zıddına döner, ama ben burada bu başlangıç dönemlerini ele alacağım.

1960’ların ilk yarısındaki TİP mitinglerini anımsarım. Konuşmacı kürsüde en ateşli konuşmasını yaparken ezan okunmaya başladığında saygıyla susar ve ezanın bitmesini bekler; mitingi izleyen solcu kalabalık da bu saygı duruşuna huşu içinde katılırdı. O dönemde solun ulusal bayrağa gösterdiği aşırı saygı da buradan kaynaklanıyordu kanımca. „Bize Moskova’nın uşağı diyorlar ama bakın biz ulusal değerlerimize nasıl da sahip çıkıyoruz” güdüsü. Bu güdü, Mustafa Kemal ve kadın konularında da kendini gösterirdi. Mustafa Kemal anti-emperyalist sözler söylemiş ve „anti-emperyalist” bir savaş yapmış bir ulusal liderdi. Sol ona sahip çıkmalıydı. Solcuların „kadınları ortak kullandığı” iddia ediliyordu. Öyleyse solcular bunun aksini ispatlamak için ahlâk kurallarına halktan da daha sıkı sarılmalıydılar. Bu azınlık ve dışlanmışlık güdüsü, solun güç kazanmasına paralel olarak ortadan kalkmadı ama bu sefer de sağla yapılan iktidar yarışının aracı olarak kullanıldı. Sol, sağdan daha yurtseverdi, daha Atatürkçüydü, Türk bayrağına daha çok sahip çıkıyordu. Hatta sol, sağdan daha çok bağlıydı ahlâkçı geleneklere. „Bacı” edebiyatı da bu yönelişin bir öğesi olarak ortaya çıkmıştı.

Solun kısa vadede iktidar olamayacağı anlaşıldı; iktidar iddialarının zayıflaması ölçüsünde sol yukarda sözünü ettiğim popülist ve milliyetçi temalardan uzaklaştı. Kendine başka semboller edinmenin yollarını aramaya başladı.

Ne var ki, politik iktidarla fazlasıyla ilgili olan ve böyle şekillenmiş olan solun bir kesimi, kısa vadede tek başına iktidar olunamayacağını anlayınca, halihazır iktidarın doruklarındaki bazı kesimlere hizmet vererek en azından iktidarın kokusunu solumayı hedef edinen bir çizgi izlemeye başladı. „Ulusalcı sol” böyle bir yönelimin ürünü olarak, solun ilk dönemlerinin azınlık psikolojisi anılarını da yeniden canlandırarak, neredeyse soy milliyetçileri bile geride bırakan bir ulusal bayrak düşkünlüğünün bayraktarı oluverdi. Artık yerli yersiz Türk bayrağı „göstererek” yürüyen birilerini gördüğünüzde hiç tereddüt etmeden bu „çılgın Türkler”in ulusalcı soldan olduklarına karar verebilirdiniz.

Hangi devletin bayrağı olursa olsun, herhangi bir devlet bayrağının yüceltilmesinin de, aşağılanmasının da doğru olmadığını, aslında yüceltmeyle aşağılamanın bir madalyonun iki yüzü olduğunu düşünürüm. Örneğin, son zamanlarda moda olduğu üzere Amerikan bayrağı yakmak, tüm ulusal bayrakların karşısında yer alan devrimcilerden çok, milliyetçilerin marifetidir. Mustafa Kemal’in en hoşuma giden davranışlarından biri, İzmir’e ayak bastığında mağlup Yunanlıların ulusal bayrağını çiğnemeyi reddetmesi ve mağlupların bayraklarına gereken saygının gösterilmesini istemesi olmuştur. Mustafa Kemal, kaliteli bir milliyetçi olarak ulusal bayrakların aşağılanmasının günün birinde kendi ulusal bayrağının aşağılanmasına da yol açabileceğini görebilmiştir. Bir devletin başka bir devletin bayrağını aşağılaması saldırgan bir milliyetçilik eylemidir. Ne var ki, bayraklar ulus-devletleri ya da genel olarak devletleri temsil ettiklerine göre, o devletin sınırları içinde yaşayan bir kişinin o devletin bayrağını aşağılama hakkı olması gerekir. Eğer bir devlet, kendi „yüce” bayrağını yasalarla falan korumaya kalkıyorsa, birincisi devletin kendine güveni son derece zayıftır, ikincisi de o devlet sınırları içinde gerçek bir eleştiri özgürlüğü yoktur. Birisi, eleştiri özgürlüğünü, devlete ve bayrağına hakaret noktasına kadar götürmek istiyorsa, buna da hakkı olmalıdır. Eleştiri özgürlüğünün herhangi bir nedenle sınırlandığı yerde eleştiri özgürlüğünün özü de ortadan kalkmış demektir.

Bu makaleyi bana düşündüren, Doğu Perinçek’in „Ermeni Soykırımı yoktur” iddiasını ileri sürmesi nedeniyle İsviçre’nin Lozan şehrinde yargılanması sırasındaki görüntüler oldu. Ne sebeple olursa olsun, yargılanan bir kişiyi, en azından yargılandığı sırada eleştirmeyi sevmem. Eğer Nurenberg duruşmaları sırasında yetişkin bir insan olsaydım, aynı şekilde, ölüm cezasıyla yargılanan Nazi’lere ilişkin eleştirilerimi bile kısa bir süreliğine durdurmayı doğru bulurdum. Buna benzer bir şekilde, taraftarı olduğum futbol takımı 1-0 galipken, karşı takımın bir gol atmasını arzu ederim. Bu yüzden, duruşma ve yargılama safahatına ilişkin bir şey söylemek istemiyorum şu sıra. Söylemek istediğim tek şey, Doğu Perinçek destekçilerinin Türk bayraklarının yanı sıra İsviçre bayrağı açmış olmalarının beni bir hayli şaşırtmış olmasıdır. Hadi bir an için ulusalcılar gibi düşünelim. Amerika Türkiye’yi parçalamak istiyor. Türk bayrağı Amerikan emperyalizmine karşı Türkiye’nin bütünlüğünü temsil ediyor, Türk bayrağını da bunun için taşıyorlar. Peki ya kendini dünya sermayesinin merkezi olarak takdim eden İsviçre’nin bayrağını açmanın anlamı nedir? Biraz ağır kaçacak belki ama ben tek kelimeyle bunun cevabını vereyim: YALAKALIK.

Gün Zileli

10 Mart 2007

10 Comments

  1. Anonim

    Dünyanın bir yerinde, emek ve yetenek ürünü olan bir işte insan kendi ülkesinin bayrağı göndere çıksa sevinmez mi? Sevinir tabii: sevinmeyen ruhsuzdur. İnsan başarıdan pay çıkarır, oraya ait olmakla gurur duyar, tanıdıklar iyi bir iş yaptı diye mutlu olur. Bu memleketten kırk sene önce gitmiş, rejiminden nefret eden, insanını da sevmemek için yeterli sebebi olduğuna inanan insanlar tanırım; Türk takımı gol attı mı televizyon karşısında zıp zıp zıplarlar sevinçten. Aidiyet öyle bir şey, derin bir içgüdü.
    Peki İstanbul’un her yerine iki-üç seneden beri eşek çükü gibi diktikleri o bayraklar beni neden rahatsız ediyor öyleyse? Şundan rahatsız ediyor. O bayraklar ulusun bayrağı değildir. Bir hizbin, bir siyasi görüşün bayrağıdır. Siyasi bir meydan okumadır. “Bu memleket bizimdir, bizden olmayan vatansızdır” diyen bir zümrenin vatandaşa verdiği gözdağıdır. Ya bize boyun eğ, ya da defol git Moskova’ya / Mekke’ye / Erbil’e / Vaşington’a yahut cehennemin dibine diye haykırırlar, gür bir sesle ve postal raprapları eşliğinde.
    Ben bir ülkeye bundan daha büyük kötülük yapılabileceğini sanmıyorum. Bölücülüğün daniskası budur. Ulusa ait bir simgenin bir hizip tarafından gasp edilmesidir. Bir ülkede yaşayan herkesi doğal olarak bir araya getiren aidiyet duygusunun, zorba bir azınlıkça kirletilip etkisiz hale getirilmesidir. O bayrak eğer beni ve seni asmayı, kesmeyi, ülkeden kovmayı düşleyen bir azgın güruhun simgesiyse ben içim kahrolmadan nasıl sevineceğim, misal, Patagonya’daki hava olimpiyatlarında o bayrağın yükseldiğini görürsem?
    *
    Daniska demek “Baltık Denizi’ndeki Danzig limanından gelen en iyi kalite kürk” demekmiş eskiden, onu biliyor musunuz? O yerin şimdiki adı Gdansk, Polonya’da.
    Bayrak Eski Asya Türkçesindeki badrak yahut batrak biçiminden geliyor. Asya Türkçesindeki /d/ sesi Türkiye Türkçesinde istisnasız her zaman /y/ olur ondan böyle olmuş.
    Çük ta 11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmut’ta çübek (“çocuk zekeri”) diye geçiyor. Türkî mi İranî mi olduğu tam anlaşılamayan çub (sopa, değnek) sözünün küçültmesi. Biz burada gerçi küçük anlamında kullanmadık o başka.
    Hep kasan konular olmaz, biraz etimoloji de lazım, değil mi?
    http://www.nisanyan.com/?s=bayrak

  2. İsmail Cengiz

    Yine 2009’da bir tartışma sonrası yazdığım bir yazıyı ekleyeceğim. Konuyla çok da ilgili görünmemekle birlikte, tartışmamızın özüyle bağlantısı olduğunu düşündüğüm için ekledim. Gerekiyorsa yorumu reddedebilirsiniz.

    (…)
    Buraya kadar insanlık tarihinin ilk dönemini anlattım. İlkel insanın milyonlarca yıl birbirini yemeden nasıl yaşadıklarını. Yani ilkel komünal (sınıfsız-sömürüsüz) toplumu.
    Ancak günümüzden belki yaklaşık 35000 yıl önce durum değişiyor. (Belki daha da eski tarihlere dayandığı ileride ortaya çıkacak)
    Savaşçılar çiftçileri fark ediyorlar. Onların yaşadıkları bereketli topraklara ulaşıyorlar (ya da arada sırada geçip giderlerken zamanla kolay besini hazır yiyeceği görüyorlar).
    İşte böylece yağmacılık başlıyor. Çiftçilerin bir yıl boyunca çalışıp biriktirdiklerini bir çırpıda alıp (önceleri çiftçileri de öldürüp) dağlara çıkıyorlar.
    İşte ürün fazlasını oluşturacak olan zorlayıcı neden.
    Savaşçı sürüler aynı bölgede çoğalınca da sürülerden biri, çiftçilerin biriktirdiklerini sadece kendi yağmalayabilsin diye, çiftliğin yakınına kuruluyor. Diğer yağmacıları uzak tutmak için. Çiftçileri yağmalayıp öldürmek yerine onları diğer yağmacılardan koruyacak savaşçılarını sürekli doyurmalarını istiyor.
    Mafya tarzı bir yöntem… “Seni korurum ama beni beslersin”
    Ayrıca bu yağmacılar, onlara zekalarının ve güçlerinin bir üstün güç tarafından kendilerine bahşediğini, bu nedenle kendilerinin “özel” olduklarını iddia ediyorlar. Bu özellik babadan oğula, anadan kıza sürdürülmesi gereken bir özelliktir. Yani kendileri soyludurlar. Doğuştan yöneticidirler. Kral, şah, padişah ilan ederler kendilerini. İşgal ettikleri yurt parçasını ise ülke.
    Yurt insanların yurtlandığı, ekip biçtiği toprak parçasına denir. Orası kimsenin malı değildir. Dünyanın, doğanın bir parçasıdır ve insanoğlu o toprak parçasını yaşayabilmek amacıyla kullanmaktadır.
    Oysa yurdu işgal eden savaşçılar oraların (onlara tanrılarca sunulmuş) malı, orada yaşayan insanları da (doğal olarak) köleleri saymaktadır.
    Öteki savaşçı çeteler ise, diğerlerinin ülkelerine gözlerini dikerler. Daha çok toprak, daha çok köle demektir.
    İşte serüven başlıyor.
    İşgalci savaşçılar yurt topraklarını ele geçirdikten ve çiftçileri köleleştirdikten sonra, çiftçilerin direnme ihtimalini de ortadan kaldırmak için yeni yollar geliştirirler. Zaten insanoğlunun zaman zaman düştüğü çaresizlikler karşısında ateşe, suya, toprağa, ağaca verdiği üstün anlamlardan da yararlanarak yeni üstün güçler üretirler. Kendi koydukları yasaları onlara söyletirler.
    Tanrılar söyleyince kimsenin de itirazı olamaz ya. Tanrılar onlara (doğuştan) asil bir ruh biçmiştir. Diğerleri ise çalışıp onları beslemeye mahkumdur. Hammurabi kanunları (ünlü Hitit kralının uydurduğu kurallar) bunların en açık, günümüze dek taşınabilmiş örneklerinden biridir.
    Bu kanunlar kralların ve savaşçılarının bedavadan beslenebilmesinin kurallarıdır. Günümüzde biz buna vergi diyoruz. O zamanlarda da aynı biçimde uygulanıyordu.
    Diğer kurallar ise bu soygunun korunabilmesini sağlamak için koyulmuş kurallardır. Biz buna günümüzde hukuk diyoruz. Günümüzde de devlet ve hukuk kavramları (neredeyse) aynı anlamlarda kullanılmaktadır.
    Silah üretmeye gerek duymayan, avlanmayı (belki milyonlarca yıl önce) bırakmış olduğu için de savaşmayı bilmeyen (unutmuş olan) üretici topluluklar zamanla “haramilerin” egemenlikleri altına girdiler. Haramiler kurdukları orduları bu insanlara beslettiler. Bu soygunun adını “vergi” koydular. Kendi talan bölgelerini belirlemek için sınırlar belirlediler, “ülke veya vatan” dediler. Diğer haramilerin kendi bölgelerini ele geçirmelerini engellemek ve sömürdükleri insanların öfkelerinden korunmak için “devlet”ler kurdular. İsyanları, başkaldırıları önlemek için kurallar koydular, adına “yasa” dediler. Kaleler, hisarlar, şatolar kurdular, hem kendilerini ve hem de hizmetçilerini içeri kapattılar. Bayraklar diktiler şatolarının, kalelerinin, sitelerinin, ülkelerinin burçlarına. Marşlar bestelettiler. Savaşlarda köleler söylesinler ve birbirlerini daha bir şevkle, daha bir şehvetle öldürebilsinler diye. O işgal ettikleri avlanma alanlarının adını “site” (kent) koydular. Kısacası medeniyetler kurdular.
    Buna biz bu gün “uygarlık” tarihi adını koymuşuz.
    İnsanlık tarihinin en acımasız dönemi başlamıştır artık.
    Kölecilik dönemi.
    Köleci toplumun başlangıcı bu soyguncu çetelerinin zorbalıklarıyla gerçekleşti. Yoksa birkaç uyanık insanın diğerlerinin ürün fazlasına el koymalarıyla (burjuva tarihçilerin iddia ettiği gibi) değil.

    (…)

  3. Anonim

    Ben fanofkafka (Twitter adım) . Size Twitter üzerinden bir soru sormuştum. Twitt sadece 140 harf içereceği için bazı soruları atladım. Şimdi buradan soracağım:
    1-Siz zamanında Aydınlık Hareketinde değil miydiniz?
    2-Aydınlık Gazetesi’nin (O zaman dergiydi.) yazarı değil miydiniz?
    3- Milli Demokratik Devrim, Kemalist Devrim ve Doğu Perinçek saflarında değil miydiniz?
    4- Şimdi ne oldu da zamanında arkadaş olduğunuz Doğu Perinçek’i seviyesizce aşağılıyorsunuz???

  4. Gün Zileli

    ben kimseyi seviyeli ya da seviyesiz aşağılamam. Size Yarılma, Havariler ve Sapak kitaplarını okumanızı salık veririm. Sorularınızın cevabı oralarda fazlasıyla var.

  5. Anonim

    http://www.nasname.com/a/bayrak-fetisizmi

  6. Anonim

    Geoorge Clooney Erivan’daki ’24 Nisan’ törenlerine katıldı

    ABD’li aktör George Clooney, 1915 Olayları’nın 101’inci yıldönümü çerçevesinde Ermenistan’ın başkenti Erivan’da düzenlenen anma törenlerine katıldı. Öte yandan dün gece Erivan’daki fener alayında Türk ve Azeri bayrakları yakıldı.

    Clooney, Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ve binlerce Ermeni ile birlikte ‘soykırım anıtı’ndaki ‘sonsuz ateş’ önünde saygı duruşunda bulundu.

    Clooney, anıta çiçek bıraktı.

    ABD’li aktör, 1915 Olayları’nın “Ermenistan ve dünya tarihinin bir parçası olduğunu” söyledi. Clooney, “Bu sadece bir ulusun acısı değil” diye konuştu.

    Erivan’da Clooney’ye ilgi büyüktü.

    TÜRK VE AZERİ BAYRAKLARINI YAKTILAR

    Ermenistan’ın başkenti Erivan’da 1915 Olayları’nın yıldönümü çerçevesinde düzenlenen etkinlikler sırasında Türk ve Azeri bayrakları yakıldı.

    Euronews’ün haberine göre, dün gece Erivan’daki fener alayında, Cumhuriyet Meydanı’ndan başlayan yürüyüşte bayrakların yakılması, kalabalık tarafından ıslıklar ve alkışlarla karşılandı.

    Yerel halk her yıl yapılan bu yürüyüşte ilk defa Azerbaycan bayrağının yakıldığını belirtti.

    http://www.hurriyet.com.tr/geoorge-clooney-erivandaki-24-nisan-torenlerine-katildi-40093771

  7. Gün Zileli

    Milliyetçiler her yerde aynı.

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑