Gerçeklikle Aramızdaki Mesafeyi Azaltmak

“Anti-emperyalizm”, Ulusalcılık, Demokrasi ve Rejimin niteliği

Fikret Başkaya’nın Reel Atatürkçülük kitabı (Özgür Üniversite, Şubat 2007), günümüzün iki başta gelen tartışma konusunu kapsamlı bir şekilde bir kez daha ele alıyor: “ulusal kurtuluş”, anti-emperyalizm ve ulusalcılık; demokrasi ve Türkiye’deki rejimin niteliği.

Kitaptaki makaleleri, bu sistematiğe göre bir kere daha harmanlayarak bir özetleme yapmaya çalışacağım.

I. “Ulusal Kurtuluş”, Anti-emperyalizm ve Ulusalcılık

Fikret Başkaya, tek başına „anti-emperyalizm” söyleminin olumlu bir içeriğe sahip olmasının, kapitalizmi hedef almayan bir hareketin anti-emperyalist sayılmasının mümkün olmadığı temel fikrinden hareket etmektedir. „Zira kapitalizm emperyalizmdir.” (s.90) Yabancı düşmanlığı anti-emperyalizm değildir. Emperyalizm içerdedir. (s.100). „Güney” denen, dünya sisteminin çevresinde yer alan bağımlı ülkeleri kapitalizmin dışındaymış gibi algılamak büyük bir hatadır. „Merkez” kadar „gelişmiş” olmamaları, onları kapitalist olmaktan çıkartmamaktadır. (s.97) Dolayısıyla „gelişmemişlik” kapitalist-emperyalist sistemin dışında olmayı, hele otomatikman anti-emperyalist olmayı gerektirmez. Kendi ülkelerindeki anti-kapitalist muhalefeti hunharca ezen bir Üçüncü Dünya diktatörünün „anti-emperyalist” bir dil kullanması sadece onun emperyalist-kapitalist sistemin komprador bir ortağı olduğunu gizlemeye hizmet eder. Örneğin günümüzde Amerikan saldırısına ve işgaline karşı mücadele eden „politik İslam”ın farklı versiyonları, kapitalist sömürüyü, emperyalizmi gerçekten sorun etmekte midirler? „Bizzat bu hareketlerin kendileri de kapitalizmin, emperyalizmin ürünü değil midir?” (s.98) Toprakları sömürgeciden temizlemek, sömürgeleşmişlik durumunun ötesine geçildiği anlamına gelmemektedir. (s.148) „Milli kurtuluş Hareketleri sonucu kurulan ulus-devletlerin içi boş kabuk olmanın ötesine geçememesi… sömürgecilik durumunun, sömürgeciliğin içselleşmesinin sonucudur. Nitekim XIX. yüzyılın başında Latin Amerika, 2. Dünya Savaşı sonrasında da Asya ve Afrika’nın sömürge halkları ‚bağımsızlıklarını kazanmalarına’ rağmen sorunun özüne dair kayda değer bir değişiklik söz konusu” (s.148-149) olmamıştır. Sömürgeciliğin tasfiye edildiği söylemi, XX. yüzyılın ikinci yarısına ait bir efsane olarak kalmıştır. ‚Ulusal bağımsızlık’ bir safsataydı ve ulus-devletler emperyalizmin egemenlik aracına dönüşmüştü. Biçimsel bağımsızlığa sahip uydu devletlerin ekonomik ve sosyal politikaları bütünüyle emperyalist merkezlerin kurumları (IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret örgütü vb.) tarafından dikte edilmekteydi. Ulusal aygıtlar emperyalizmin ayak işlerine koşulmuşlardı. (s.171)

Anti-emperyalizm ve ulusal bağımsızlık konusundaki bu genel saptamalardan sonra, Türkiye’nin „ulusal Kurtuluş”una geçebiliriz. Türkiye’nin „ulusal kurtuluş”u ve „anti-emperyalist” savaşı da diğerleri gibi bir efsaneydi. „Savaşın bitiminden 1923’deki Lozan antlaşmasına kadarki dönem, esas itibariyle diplomatik bir süreç ve İngilizlerin teşvikiyle Batı Anadolu’ya çıkan Yunan ordusuna karşı sınırlı bir savaştı. Bu zaman zarfında hiçbir zaman ne anti-emperyalist bir ideolojik karşı duruş, ne de tutarlı bir anti-emperyalist mücadele söz konusuydu… Asıl amaçları imparatorluğu büyütmek, bu mümkün değilse… bir kısmını kurtarmak olanlar için anti-emperyalizm diye bir şey söz konusu olamazdı. Çünkü anti-kapitalist içeriği olmayan hiçbir hareketin gerçekten anti-emperyalist olması mümkün” (s.25-26) değildi. Osmanlı İmparatorluğu emperyalist savaşın taraflarından birine dahildi ve bu savaş sonucu koskoca bir imparatorluk kaybedilmişti. Bu kayıp söz konusu edilmezken, Yunanlılara karşı kazanılmış önemsiz bir savaş „kurtuluş savaşı” olarak sunulmaktaydı. (s.39) Üstelik, Osmanlı İmparatorluğunu emperyalist savaşa sokan odakla, sonradan „anti-emperyalist” savaş verdiği iddia edilen odak aynıydı. (s.85) Kemalistler İttihatçıların içinden çıkmışlardı ve onların devamıydılar. Yedi düvelin yenildiği, sonradan uydurulmuş bir öyküydü, gerçekte Lozan’da yedi düvelin her isteği kabul edilmişti. Mütarekeden sonra itilaf devletlerine tek kurşun atılmamıştı. Emperyalist güçler, Ankara ile uzlaşma olanağını gördükleri andan itibaren Yunanlılara desteklerini kesmişler ve bu da Yunan ordusunun yenilmesini kolaylaştıran önemli bir etken olmuştu. (s.76) İngiltere ve Fransa, İmparatorluğu doğrudan sömürge statüsüne indirgemek yerine, diğer emperyalist güçlerle uzlaşma içinde onu yarı-sömürge statüsünde muhafaza etmeyi yeğlemişlerdi. (s.75) Türkiye’nin siyasi bağımsızlığını elde etmesi, emperyalistlerin bu yöneliminin ürünüydü. „Türkiye, Lozan’da fiilen olmasa da hukuken hâlâ Osmanlı İmparatorluğuna ait olan Suriye, Irak, Lübnan, Filistin’in manda yönetimlerine bırakılmasını kabul etti. Aynı şekilde Mısır, Sudan ve Libya üzerindeki tüm haklarından vazgeçti. Limni, Semandirek, Midilli, Sakız, Sisam adaları dahil 12 ada Yunanistan ve İtalya’nın hükümranlığına bırakıldı… Batı Trakya Yunanistan’a, Musul İngilizlere bırakıldı.” (s.76) „İtilaf devletleri Milli Mücadele hareketiyle uzlaşmak için başlıca üç koşul ileri sürüyorlardı: 1. Anadolu’da Bolşevikliğe izin vermemek, sol muhalefeti, reel ve potansiyel anti-kapitalist, anti-emperyalist odakları tasfiye etmek; 2. İslamcılık yapmamak, zira İstanbul’daki Halife Sultan tüm İslam aleminin halifesiydi ve İngiliz ve Fransız sömürgelerinde geniş bir Müslüman halk yaşıyordu; 3. Emperyalist güçlerin ekonomik çıkarlarına zarar vermemek. Milli hareketi yönetenler bu üç konuda hiçbir sorun çıkarmamaktan yanaydılar ve çıkarmadılar. İşte Lozan Antlaşması böyle bir mutabakatın sonucunda imzalandı.” (s.95) „Kurtuluş savaşı” dönemi aslında bir iç savaş dönemi, Yunanlılarla savaş dönemi, Osmanlı egemen-bürokratik sınıfının iktidar için iç çatışma dönemiydi (s.88) Kuvayı milliyecilerin en büyük amacı kutsal devleti, yani kendi iktidar ayrıcalıklarını korumaktı. Milli çıkar denen şey, onların iktidar ayrıcalıklarının ve katledilen Rum ve Ermenilerin mallarına el koymuş Müslüman-Türk tüccar sınıfının çıkarlarının korunmasıydı. (s.75) Cumhuriyete varan „milli mücadele” süreci, emperyalist savaş sonrasında tehlikeye giren egemen ittifakın iktidarını yeniden tesis etmekten ibaretti. (s.39) „Yabancı sermayeyle ortaklık arayışları daha Mütareke (30 Kasım 1918) günlerinde başlamıştı… Malları ve servetleri yağmalanan Rum ve Ermeni komprador unsurların emperyalizmle kurdukları aracılık işlevi, bundan sonra Müslüman-Türk unsurlarca üstlenilecek, devlet bu amaçla harekete geçirilecekti.” (s.104)

Bu saptamaların ışığında, kendini „ulusal kurtuluş savaşı” ve „anti-emperyalizm” söylemlerinden üreten ulusalcılığın nasıl bir şey olduğunu anlamak da kolaylaşmaktadır. Ulusalcılar, emperyalizme karşı „milli kapitalizmi” savunarak aslında emperyalizmle işbirliğini „milli” temelde yeniden kurmanın ajanlarıdırlar. „ ‚Milli kapitalizm’ diye bir şeyin mümkün olduğunu sanıp, kendi kapitalizmini ve kapitalistlerini dışarıya karşı savunmanın anti-emperyalistlikle bir ilişkisi olabilir mi? Kapitalistlerin yerlisiyle yabancısı, ‚millisiyle gayri-millisi’ arasında Çin seddi mi var, yoksa içeriyle dışarısı tek ve aynı şey midir?” (s. 99-100) „Devlet kapitalist bir devlet olarak kaldıkça, devletleştirmeler de özelleştirmeler de sadece kapitalist sınıfın çıkarlarına hizmet edebilir… Türkiye’deki ‚ulusalcıların’ asla anti-emperyalist olmaları mümkün değildir ama komprador kapitalist sistemi meşrulaştırmak ve mevcut durumu sürdürmek üzere ideolojik bir işlev gördükleri kesindir.” (s.100) ulusalcılar, NATO ordusunun en ateşli savunucuları olduklarına göre „bunlar ‚NATO’cu anti-emperyalist’lerdir.” (s.99)

II. Demokrasi ve Türkiye’deki Rejimin Niteliği

1923 yılında kurulan Cumhuriyet rejimi, aslında eski Osmanlı Monarşisinin yeni koşullarda bir devamıydı. „İnkılâplar” aslında yeni ve orijinal şeyler değildi. Sultan 3. Selim tarafından yapılanların yeni koşullarda tekrarı niteliğindeydi (s.11) „Yaklaşık yüz yılı aşkın bir dönemde devleti güçlendirmek ve yaşatmak için yapılanlar, 1930’lu yıllarda en yüksek aşamasına ulaşmıştı ama işlevde süreklilik vardı.” (s.11) „Tanzimat döneminden Cumhuriyete varan süreçte yapılan ‚yeniliklerin’, ‚reformların’, ‚inkilâpların’ amacı, ‚Eski Rejimi’ tasfiye etmek değil, onu yaşatmak, ihya etmekti.” (s.28) Yönetim anlayışında kayda değer bir değişiklik söz konusu değildi. Anayasal bir monarşi olan rejim Cumhuriyet adını almıştı. Emekçi toplum sınıfları sadece bulundukları yerde kalmamışlar, mülk sahibi sınıflar lehine durumlarının daha da kötülediğini görmüşlerdi. (s.9) 1923, 1908 İttihatçı darbesinin bir devamıydı. Her ikisi de toplumdan çok devleti angaje etmekteydi. (s.9) „İttihatçıların yegâne amacı olan, devleti yaşatıp güçlendirme perspektifi, kendilerine 1923 sonrasında Kemalist diyenlerin de… yegâne perspektifiydi.” (s.10) Bu yüzden, 1923 sonrasındaki rejime ikinci İttihatçı rejimi denebilirdi. (s.11) „Osmanlı egemenlik sisteminde geçerli devlet/halk yabancılaşması Cumhuriyetle değişmiş değildi.” (s.11-12) Yönetenler Cumhuriyet sonrasında da aynıydı. Toprak sahiplerinin konumu Cumhuriyetle birlikte daha da pekişmişti. (s.28) “İnkılâptan çok söz ediliyordu ama toprak ağalarının toprağı temellük etme durumunu inkılâba uğratmak asla akla gelmiyordu.” (s.30) “Eğer bir modernleşmeden söz edilecekse, bu, toplumun değil otokrasinin… modernleşmesiydi.” (s.29) “Bir insanı hem modernitenin, aydınlanmanın timsali sayıp, hem de onu putlaştırmak, tabulaştırmak, ilahlaştırmak, kahin saymak büyük bir çelişki” (s.15) değil miydi? Eski rejimle cepheden bir hesaplaşma hiçbir zaman gerçekleşmemişti. Bunun için eski rejimin ve onun geleneksel ideolojik mirasının reddedilmesi gerekirdi. Eğer böyle radikal bir kopuş söz konusu olsaydı, “bugün hâlâ Ermeni Faciasıyla ilgili inkârda ısrar edilmezdi. Böyle bir ‘talihsiz olayın’ Eski Rejim (Saltanat) döneminde gerçekleştiği, oysa Cumhuriyet rejiminin onu tasfiye ettiği, onun mirasını reddettiği, dolayısıyla ‘yeni rejimin’ söz konusu olayda bir dahli olmadığı söylenebilirdi… Bunu yapmak mümkün olmuyor… zira, talihsiz Ermeni faciasında rol alan zevat, 1923 sonrasında da en yüksek sorumluluk mevkilerini işgal etmişti.” (s.11) “Ermeni sorununa dair bağnaz ‘resmi refleks’ İttihatçıların işlediği insanlık suçunun hatırlanmasını engellemek içindir. Eğer bu vesileyle yalanlardan biri deşifre edilir, açığa çıkarılırsa, başka yalanların da çorap söküğü gibi ortalığa dökülme riski vardır ki, böyle bir şey büyük gaspçıların ve ideolojik uşaklarının korkulu rüyasıdır.” (s.118)

Başkaya, Cumhuriyet rejiminin başlangıcına ilişkin bu temel saptamalarla bağlantılı olarak rejimin izini bugüne kadar sürmekte, son yüzyıldaki çeşitli darbeleri ve parlamenter girişimleri tahlil etmekte ve sonuç olarak rejimin niteliğini belirlemektedir. Başkaya, Cumhuriyet rejiminin başlangıcını 1923’ten değil, 1908’den almaktan yanadır. 1908’den başlayarak ikili yönetim geleneği oluşmuş ve bu, günümüze kadar devam etmişti. Bu, gerçek iktidar-görünen iktidar ikiliğine dayanan bir yönetim biçimiydi. İktidar kulisten yönetiliyordu ama kitlelerin gözüne görünen sahnedeki aktörlerdi. (s.43) Başkaya, kulisten yöneten görünmeyen iktidar kastına “asıl Devlet Partisi” adını vermektedir. Asıl devlet partisi ile onun taşeronluğunu üstlenen seçimle gelmiş hükümet arasında bir işbölümü söz konusudur. (s.59) “1923-1950 dönemi tam bir dikta rejimi… olduğu için, asıl devlet partisi bakımından herhangi bir sorun ortaya çıkmadı. Zira, totaliter rejim olmanın bir gereği olarak, orada devlet-hükümet-parti iç içe geçmiş, birbirine karışmış durumdaydı.” (s.44) 1950 Mayıs’ından itibaren muvazaa partileriyle yönetme dönemi başlamıştı. “O tarihten sonra, ülkeyi, 1910’lu yıllardan beri hep iktidar olan… asıl devlet partisi dediğim ekip kulise çekilerek yönetecekti. Buna taşerona verme yöntemi de diyebilirsiniz…” (s.56) Çok partili sistem aslında tam bir danışıklı dövüş durumuydu, kurulan siyasi partiler de asıl devlet partisinin izin verdiği devlet partileriydi (s.56) Parlamento da asıl devlet partisinin ideolojik-bürokratik bir manüplasyon aracı işlevini yerine getirmekteydi. (s.42) “Bir muvazaa partisi olarak kurulan DP, güdümlü olmaktan çıkma, Asıl Devlet Partisinden (merkezden) bağımsızlaşma istidadı gösterince, 27 Mayıs 1960’da bir darbeyle devrildi… Kuliste kalarak yönetmenin araçları ve mekanizmaları 1960 darbesiyle oluşturulmaya başlandı. Böylece Asıl Devlet Partisi’nin konumunu güvence altına alan kurumsal yapı ve işleyiş oluşturuldu. 1960 darbesiyle MGK etkin bir müdahale aracına dönüştürüldü. Ordunun gerektiğinde darbe yapmasına imkan veren yasal düzenleme ‘iç hizmet kanununda’ yapılan bir değişiklikle gerçekleştirildi.” (s.44-45) “Darbenin gerçek nedeni memleketin sahiplerinin halkın (ayak takımının) işe fazlasıyla karıştığından, çizmeyi aştığından rahatsızlık duymasıydı.” (s.61) 12 Mart 1971’le 27 Mayıs’la oluşturulan yapı pekiştirildi. (s.61) 12 Eylül 1980 darbesiyle seçimle gelen hükümetlerin manevra alanı iyice daraltıldı. Partiler, Asıl Devlet Partisi’nin belirleyici olduğu komprador ittifakın sekreteryası rolüne indirgendiler. Esas rolleri kitleleri aldatmak ve rejimi meşrulaştırmaktı. (s.45) 12 Eylül, aynı zamanda, devlet aygıtının ve egemen ideoloji olan “reel Atatürkçülük”ün kapsamlı bir restorasyonuydu. (s.62) 12 Eylül sonrasında, Atatürkçülük, Türk-İslam sentezi ideolojisiyle aşılanarak yeni ideolojik icaplara uyumlu hale getirildi. ” ‘Reel Atatürkçülük’ten habersiz ‘aydın’ denilen taifenin bir bölüğü, Türk-İslam sentezinin “gerçek Atatürkçülük”ten bir sapma olduğunu” (s.62) sanmakla büyük bir yanılgı içindeydi.

“Asıl devlet partisi, 27 Mayıs 1960’da, 12 Mart 1971’de, 12 Eylül 1980’de, 28 Şubat 1997’de duruma müdahale edip, taşeronla yaptığı sözleşmeyi bozdu. Yeniden taşerona verme koşullarını oluşturduğunda … yeniden muvazaa partilerine bıraktı. Her darbede asıl devlet partisinin bir daha kuliste sahneye çıkmadan yönetmesini sağlayacak bir işleyiş oluşturmaya özen gösterildi.” (s.57) Yüz yıldır ister bireysel suikastler olsun, isterse kitlesel katliamlar olsun, hepsinin arkasında devletin ve asıl devlet partisinin kışkırtması, manüplasyonu, tahriki, yönlendirmesi bulunmaktaydı. (s.141) “İttihatçı-Teşkilat-ı mahsusacı geleneğin mirasçısı olan ‘Asıl Devlet Partisi’ dediğimiz odağın müthiş bir komplo, provakasyon, toplumu terörize etme, şiddeti tırmandırma ve linç ortamı yaratma geleneği” (s.47) vardı. Bütün bu saptamaların özeti ve sonucu olarak Türkiye’deki rejimin yarı otokratik yarı militer bir rejim olduğunu, bir vesayet rejimi olduğunu söylemek mümkündü. (s.125)

Gerçeklik (realite) tektir, ama gerçeklik üzerine söylenenler ve yorumlamalar sınıfsal bakış açılarına göre çok çeşitli, hatta birbirinin taban tabana zıddı olabilir. Önemli olan, söylenenin, bakış açısından da görece bağımsız olarak gerçekliğe ne kadar uygun olduğu, en azından gerçeklikle arasındaki mesafeyi ne ölçüde asgariye indirebildiğidir. Öyle sanıyorum ki, Fikret Başkaya’nın kitabında ileri sürdüğü görüşler, bu mesafeyi azaltmaya hizmet edecek niteliktedir.

Gün Zileli
2 Mart 2007

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

Comments are closed.