Ukrayna’dan Hareketle Hegemonik Bloklar Sorununa Bir Bakış

 

Dünya çapında emperyalist hegemonya mücadelesi, eninde sonunda iki emperyalist blokun oluşmasına yol açar ve 20. Yüzyılda gördüğümüz gibi, nihai olarak dünya savaşları hesaplaşmasına varır.

Emperyalist blokların müttefiki devletler tarafından ezilen halklar, stratejik olarak bütün emperyalist bloklara karşıdırlar, birinden birinin yanında yer almazlar ve emperyalist-kapitalist sisteme karşı mücadelelerini kendi devlet iktidarlarını yıkma temelinde sürdürürler.

Ne var ki, bu halklar hangi emperyalist bloka dâhil burjuvazinin ya da egemen sınıf/ların baskısı altındalarsa, yürüttükleri mücadele rakip blok tarafından açık ya da üstü örtülü bir şekilde desteklenir. O halk, bu desteği ne kadar reddederse etsin, taktik planda ve objektif olarak rakip emperyalist blokun müttefikiymiş gibi bir görüntü çıkar ortaya.

Tarihte bunun o kadar çok örneği vardır ki. En belirgin örnek, Rus burjuvazisini yıkmak isteyen Lenin’in, Ekim günlerinden önce Rusya’da mühürlü bir Alman vagonuyla gelmesidir. Taktik ve objektif yan yana düşüşü bu kadar açık bir işbirliği noktasına götürmek doğru mudur, bu tartışılır ama emperyalist savaşı ve her türlü emperyalist hegemonyayı stratejik planda reddeden Lenin’in, Rusya’ya, rakip emperyalistlerin desteğiyle girdiği bir gerçektir.

Bir başka örnek Kronstadt’tır. Kronstadt bahriyelileri, 1921 yılında “üçüncü devrim” diyerek Bolşevik diktasına karşı ayağa kalkmışlardır. O sırada Sovyetler Birliği’ni abluka altında tutan Fransa ve İngiltere gibi emperyalist devletler, bu ayaklanmanın proleter niteliğine bakmaksızın, sırf Sovyetler Birliği’ni yıkacağı umuduyla Kronstadt bahriyelilerini desteklemiş ve Rusya dışına kaçmış karşıdevrimci Beyaz Ruslar aracılığıyla Kronstadt’a maddi yardım önerisinde bulunmuşlardır (bkz. Paul Avrich, Kronstadt 1921, çev: Gün Zileli, Versus, 2006). Kronstadt bahriyelileri bu yardım önerisini reddetmiştir ama şu da bir gerçektir ki, Bolşevik diktatörlüğü ile çarpışan Kronstadt, hiç istemediği halde, objektif ve taktik planda batı emperyalizminin desteklediği bir “müttefik” durumuna düşmüştür. Elbette buradan, “öyleyse ayaklanmamak gerekirdi” sonucunu çıkarmıyoruz.

İkinci Dünya Savaşı’ndan önce de iki emperyalist blok oluşmuştu. Bunlardan biri, Alman ve İtalya devletlerinin başını çektiği ve “Mihver Devletler” denen faşist bloktu. Diğeri ise, “batı demokrasileri” diye anılan, İngiltere, Fransa ve ABD’nin başını çektiği devletler bloku. Sovyetler Birliği’nin bu iki blok arasında sarkaç diplomasisi yürüttüğü söylenebilir. Önce “faşizme karşı birleşik cephe” adına “batı demokrasisi” ülkelerinin faşist bloka karşı çıkması için çabalayan Sovyetler Birliği, Batı’nın, faşist bloku kendi üzerine saldırtmak istediğinden haklı olarak kuşkulanıp bu sefer faşist bloka yaklaştı ve Molotof-Ribbentrop saldırmazlık anlaşmasını imzalayarak kendini güvence altına almaya çalıştı. Savaş çıktıktan sonra da, Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırısı üzerine yeniden Batı ile ittifaka girdi.

Bu bloklaşmalar içinde devrim isteyen halkların konumu neydi veya ne olmalıydı? Tarih, “anti-faşist” bir mantıkla yanlış yazılmış ve II. Dünya Savaşı, Sovyetler Birliği’nin de etkisiyle, “anti-faşist bir yurt savunması” savaşı olarak takdim edilmiştir. Oysa II. Dünya Savaşı da, birincisi gibi emperyalist bir savaştı ve Sovyetler Birliği de, bütün sosyalist iddialarına rağmen bu emperyalist savaşa dâhildi. Nitekim, Sovyet dış politikasının aleti haline getirilen Komintern, Sovyetler Birliği’nin faşist blokla ittifak halinde olduğu iki yıllık dönemde, bu ülkelerin içindeki anti-faşist mücadeleyi iptal etmiş, “burjuva demokrasi”lerindeki “sınıf mücadelesi”ni olağanüstü ölçüde körüklemiş (bkz. Jan Valtin, Karanlığın Ötesinde, çev: Gün Zileli, Kibele, 2009), savaşın ilk iki yılında da, Nazi işgali altındaki ülkelerde bulunan komünist partilerine direnmeme ve Nazilerle işbirliği talimatı vermiştir.

Tabii bu, Komintern’in tutumudur. Çok belirgin örnekleri yok ama aslında yapılması gereken, her iki emperyalist blokta da devrim mücadelesini sürdürmekti. Bunu yaparken, örneğin Fransa’da, “acaba Nazilere mi hizmet etmiş oluruz böyle yaparak” diye düşünmemek gerekirdi. Nasıl, bu ülkelerde Nazi işgalinden sonra direniş savaşlarına girişirken, “acaba kendi ülkemizin burjuvazisi ile sınıf işbirliğine mi giriyoruz” diye düşünmemek gerekirse.

Daha yakın dönemlerden de örnekler verebiliriz. Örneğin Türkiye’de, 1960’lı yıllarda halkın anti-emperyalist mücadelesi sağcı güçler tarafından “komünistler Moskova’ya” sloganıyla “taltif” edilmiştir. Neden? Çünkü sağcılar, ABD emperyalizmine karşı çıkmanın otomatikman Rusya’nın hizmetine girmek anlamına geldiğini düşünüyorlardı ya da öyle göstermek işlerine geliyordu. O dönemde dünya yine iki hegemonik bloka bölünmüştü. Dolayısıyla, ABD bloku içindeki her direnişin Moskova’ya ve Sovyet bloku içindeki her direnişin de Washington’a hizmet edeceği gibi saçma bir önyargı vardı ve bunu körükleyenler de en başka Washington ve Moskova’ydı.

Bu tür propagandalara karşı uyanık olmak elbette gerekliydi ama uyanık olmakla ona ödün vermek farklı şeylerdi. Örneğin 1970’lerde, önce Aybar’ın, sonra da Maocuların “Ne ABD, ne Rusya” sloganı atmaları yanlıştı. Gerçi Maocuların bu sloganı atmaları Çin’e bağlılıklarıyla ilgiliydi ama bu durum yanlışlığı ortadan kaldırmaz. Çünkü bir ülke hangi emperyalist blokun hegemonyasındaysa, atılacak sloganlar esasen o emperyaliste vurmalıdır. Ve vurguyu buraya yaparak acaba diğer emperyalistin yanına mı düşüyoruz türü saçma endişeleri bırakmak gerekir. Stratejik planda bütün emperyalist ve hegemonyacılara karşı olunduğu söylenmelidir ama aktüel sloganlar o anda hangi emperyalistin hegemonyası ile mücadele ediliyorsa ona karşı atılmalıdır. Elbette bu, diğer emperyalist blokla objektif ve taktik planda bir yakınlaşmayı getirebilir ama “abdestinden emin olanlar” böyle şeylerden korkmazlar.

Bugüne gelecek olursam, bana bunları düşündürenin Ukrayna’daki halk ayaklanmasından sonra ortaya çıkan dünya krizi olduğunu belirtmeliyim. Aslında dünyayı paylaşan emperyalistlerin hegemonya taşlarını yerinden oynatan her zaman ya da çoğunlukla halkların başkaldırısı olmuştur. Yine öyle oldu. Ukrayna halkı, Rus hegemonyasına ve onların desteğindeki hırsız ve yağmacı oligarklara başkaldırdı ve devirdi. Bu devrim, Rus hegemonyacılarını telaşa düşürdü. Çünkü Ukrayna’yı kaybetmeyi göze alsalar bile (pek göze de almazlardı ya) şu anda Ukrayna’nın bir parçası kabul edilen Kırım’ı kaybetmeyi göze alamazlardı, çünkü bu ülkede, hem kendi “arka bahçe”lerini kontrol etmeleri hem de Ortadoğu’daki çıkarlarını kollamaları açısından çok önemli askeri üsler bulunmaktaydı. Bu durumda, devrim yapan Ukrayna halkı, istilacı Rus hegemonyasının karşısında batılı emperyalistlerle objektif ve taktik bir müttefik durumuna gelmiş gibi görünmektedir. Fakat bu, objektif olarak böyledir. Bir devrim, eninde sonunda ve uzun vadede emperyalistlerin bütünüyle kapışmak zorundadır.

Bazı arkadaşlar, bu objektif yan yana gelme durumunu göstererek Ukrayna halk devriminin (faşistler yaptı demogojisinin üzerinde durmayacağım bu yazıda) aslında bir karşıdevrim olduğunu ileri sürüyorlar. Neden? Batı ülkelerinde ya da batının hegemonyası altında olan, örneğin Türkiye gibi bir ülkede devrim olduğunda, bunu Rusya destekliyor diye karşı mı çıkacaksınız?

Nitekim bunun canlı örneği de vardır. Suriye Rusya Federasyonu’nun müttefikiydi. Bu ülkede bir ayaklanma çıktı. Bu ayaklanma kısa sürede, batılı emperyalist ülkelerin ve Türkiye’nin müdahalesiyle yozlaştırıldı ve bir iç savaşa dönüştürüldü. Bu iç savaş devrimin tam zıddıydı ve Suriye halkına tarifsiz zararlar veriyordu. İç savaşla birlikte, Türkiye gibi bölgesel hegemonyacı devletlerin de dahil olduğu bir batılı emperyalist müdahalesi gündeme geldi. Buna hepimiz karşı çıktık. Rusya da kendi çıkarları açısından böyle bir müdahaleye şiddetle karşıydı ve gerek Suriye halkı, gerekse emperyalist müdahaleye karşı çıkan bizler objektif ve taktik planda Rusya ile müttefik bir konuma girdik ve halen bu durum devam etmektedir. Bu durumda, bugün Ukrayna ile ilgili ter ter tepinen solcularımızdan hiçbiri, emperyalist müdahaleye karşı Rusya ile aynı safta gözükmemize bir itirazda bulunmadı. Acaba neden? Yoksa onlar emperyalizmden sadece batı emperyalist blokunu mu anlıyor? Ve sakın bazıları, Rusya’nın Sovyetler Birliği’nin mirasçısı olduğunu düşünüyor olmasınlar…

 

Muhtemelen yarın yazacağım yazıda benzer bir konuyu, bu sefer Türkiye’deki egemen sınıflar bloklaşması açısından tahlil edeceğim: AKP iktidar bloku ile CHP-MHP-Cemaat bloku arasındaki kapışma karşısında devrimci tutum ne olmalıdır?

 

Gün Zileli

4 Mart 2014

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

What's your reaction?

Excited
0
Happy
0
In Love
0
Not Sure
0
Silly
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

22 Comments

  1. Lenin, Kronsdatlilar, 60’lardaki Türkiyeli Sol’u ve sayısız başka örnek sadece emperyalist bloklar arasında yeni bir konuma gelme veya bağımsız ulus-devlet oluşturma gayesi ile hareket etmiyordu. Şu veya bu derecede içeriye dair ciddi sosyal dönüşüm programları vardı.

    Ukrayna’da bunu göremiyoruz, gördüğümüz kadarı ise bizi kaygılandırıyor (faşistlerin uygulanacak neoliberal programdan sonra halk bu iktidardan da soğuyunca nasıl bir alternatif sunacakları merak konusu, Svoboda iktidar ortağı olduğu için prestij kaybedebilir ama Sağ Sektör kendini dışarda tutarak
    pusuda bekliyor, gerçek bir Nazi stratejik bilinci ile).

    Israrla argümanınızdaki bu kara deliği görmezden gelmeye devam ediyorsunuz.

    Sizin şemanızda ayaklanan halkların sosyal değişime dair özgün yönelimleri görünmez oluyor.

    Böyle yaparak, esas siz herşeyi emperyalist bloklar ve ulus-devletler arasında bir mücadele düzleminde algılamış oluyorsunuz çünkü siz bu düzlemde cereyan eden kapışmaya olumlu/ilerici yönler atfediyorsunuz. Adaleti sosyal devrimde değil ulus-devletlerin güç savaşı arasında arıyorsunuz. Bazı eski-sol’cuları haklı olarak Rus emperyalizmine olumlu yanlar atfetmekle suçlarken, siz de Ukrayna ulusalcılığından ayırt edilmesi güç bir çizgi tutturuyorsunuz.

    3. Dünyacı, Maoist bir hangover mı bu?

  2. Sorunu bulandirdiginiz nokta halk devrimi kavraminiz. Halk muglak bir kategori. Cikarlari zit iki sinifi, sermayedarlari ve iscileri de kapsiyor halk. O yuzden somuruculer ile somurulenler arasinda uzlastirilamaz olan celiskilerin ustunu ortuyor.

    Komintern’in cepheciligi savundugu 1934-1939 doneminde izledigi klasik Stalinist cizgiden esasen bir farki yok bu savundugunuzun. Ispanya’da Mayis 1937’de isciler ve Durrutinin Dostlari grubu cumhuriyet hukumetine karsi ayaklanip, “ne cumhuriyet, ne fasizm” sloganini yukselttiklerinde onlari bastiran Komunist Parti ve Halk Cephesi hukumetinin cizgisi de buydu. Buna gore esitlikci bir komunist devrim Ingiltere ve Fransa’yi urkuteceginden geri plana atilmaliydi. Cunku bas dusmana karsi sermaye ve emekcilerin cikarlari ortak gorulmeliydi. Boylece Cumhuriyetin Ispanyol kolonilerinden cekilmesi fikri reddedildi- cunku bu diger “demokratik” somurgeci devletleri urkutebilirdi. Ya da kollektiflestirmeler terk edilmeliydi – cunku bu ozel mulkiyeti ortadan kaldirmaya yonelik bir adim olarak burjuvalari ve yine “demokratik” devletleri urkutebilirdi…

    Emperyalist savaslari mesrulastiran siyasi cizgi de budur. Olayin tam bir resmini vermeyerek garip ve carpik bir tarihsel okuma sunuyorsunuz. Halbuki Mulayim Sert’in de belirttigi gibi, hic bir siyasi konjonkturde komunistler acisindan sorun egemenler arasinda taraf tutmak degildir; toplumsal sorundur.

    Toplumsal iliskilerin degistirilmesi sorunu Ukrayna’da gundemde mi? Hayir. Ukrayna’da esas sorun Rusya’ya karsi AB ile ittifak kurmak, Rus oligarklarin yerine Ukraynali oligarklari yerlestirmek olarak beliriyor. Kiev’de sorun Rus milliyetciligine karsi Ukrayna milliyetciligi olarak konuyor. Alternatifler bir milliyetcilige karsi diger bir milliyetciligin savunusu. Burada isci sinifinin tutacagi bir taraf yok. Zaten Ukrayna isci sinifi da aktif bir sekilde Kiev’de sizin “halk ayaklanmasi” dediginiz fasist/asiri sag koalisyona destek vermis degil. Ukraynali ve Rusyali anarsistler iki tarafin da savunulmasina karsi, olasi bir savasta taraf olmamaya ve mumkunse savasi engellemeye yonelik enternasyonalist cagrilar yapiyor.

    Ukrayna’nin sanayilesmis, isci sinifinin yogunlukta oldugu dogu kesiminde ne Kiev’deki AB yanlisi sag iktidar, ne de Rusya ve onun kuklasi Yanukovich’e yonelik ciddi bir destek yok. Ya bir sessizlik ya da Rusya isgaline karsi ufakda olsa karsi cikislar var. Ukraynalilarin yogun olarak yasadigi Kiev’de ve Bati bolgelerinde bile, emekciler milliyetci hezeyana kapilmis degiller. Meydan esas olarak asiri sag paramiliter guclerin isgalinda su esnada.

    Ilgilenenler icin Rus ve Ukraynali anarko-sendikalistlerin enternasyonalist bildirileri su linkte bulunabilir:

    http://servetdusmani.wordpress.com/2014/03/03/ukraynali-ve-rusyali-enternasyonalistler-savasa-ve-milliyetcilige-karsi-mucadeleye-cagriyor/

  3. AWO’NUN açıklamasını beğendim. İspanya iç savaşı ile ilgili dersler için teşekkürler ama sonuç olarak anarşistler (hükümete katılma hatası ayrı tabii) cumhuriyetçi saflarda yer almışlardı.

  4. “Anti-emperyalizm” denen şeyin kendisini de tartışmak gerekmiyor mu bir ara? Tek bir ülkenin (Önce İngiltere, sonra ABD) veya iki kutbun (Sovyetler ve ABD) tek başlarına tüm dünyayı sömürdüğü dönemlerde anti-emperyalizm başat meseleydi ama Türkiye dahil onlarca ülkenin alt-emperyal ülke rolüne soyunduğu (Afrika’da Çin, Suriye’de Türkiye vs.) bir dönemde anti-emperyalizm hala temel kavram, temel mücadele alanı mı? Tabii bunu söylemek, Rusya’nın Ukrayna’da emperyal amaçlar peşinde olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Kırım’da liman, Donetsk ve tüm Donbass’ta kömür ve diğer değerli madenlerin peşinde olmalılar.

  5. emperyalizm kavramı ikinci dünya savaşına kadar olan bir dönemi ifade eden, ancak küreselleşme sürecinin hızlanmasına paralel olarak (ki sscb nin havlu atması, dönüm noktasıdır) önemi kalmayan bir kavram. günümüzün tahakkümcü devletlerinin en sık kullandıkları bahane….günümüzün en yaygın yalanı….çünkü oluşturan nedenler hızla tasfiye olmakta… bizse hala, marksizmden gelen bir miras olarak kullanmaya devam ediyoruz.

  6. teorik olarak devrimcilerin emperyal bir ülkenin hegemonyası altına girmektense bağımısızlıkçı ulusal burjuvaziyi desteklemeleri daha makul görünüyor. hegemonya, genelde o ülkenin işçi sınıfını fakirleştiren ve sınıfsal çelişkilerin derinleşmesinin önünde emek ve doğal kaynak sömürüleri mekanizmalarıyla engel oluşturur. tıpkı türkiye’deki devrimcilerin kürt ulusal devrimini desteklemeleri gerektiği gibi, ya da lenin’in mustafa kemal’i desteklemesi gibi, blok veya değil, emperyal zincirin halkalarının kırılmasını hem işçi sınıfının hayat koşulları hem de müstakbel devrimi açısından avantajlı olmasıdır öngörülen.

    ve fakat “ulusal burjuvazi” denen oluşum kapitalizmin globalleştiği ve de özellikle para kaynağının nereden ve nasıl geldiğini önemsemeyen finans kapitalin borusunun öttüğü bir dönemde, işçi sınıfı açısından hangi milletin burjuvazisini desteklediğinin bir önemi var mı emin olamıyorum. global kapitalizmin kriz fobisiyle neo-liberal saldırılarını arttırmak zorunda olduğu bir dönemde Ukrayna’daki AB’ci veya bağımsızlıkçı ulusal burjuvazinin bu döngüden paçasını sıyıramayacağı gibi işçi sınıfının da “tepişen fillerin hangisinin altında kalsam acaba?” sorusu anlamsızlaşıyor. ha, temel insan hakları ve sendikal hakların daha bir kazanılmış olduğu AB ülkeleri standarları çekici görünebilir, ancak AB standartlarının aynı kalacağının garantisini de kimse veremiyor, keza son yıllarda AB ülkelerinde görülen hareketlenmelerin hemen hepis sınıf temelli ve sözkonusu hakların geriletilmesi veya neo-liberal talanın dozunu arttırması ile ilgili oldu. Batı kapitalizmi, -dilerseniz G8 diyelim- giderek çaresizcce daha fazla emek ve doğal kaynak sömürmeye yönelik politikalar geliştiriyor. Bu noktada iflasın eşiğindeki bir AB, ve Ortadoğu’da Afganistan’da hala kıçını toplayamayan bir ABD, Rusya’yı caydırmıyor. Bu farkındalık
    palazlanmaya doyamayan Sovyet sonrası Rus oligarkının daha da güçlenebilmesi için Ukrayna ve Kırım halkları üzerinde şov yapabilmesi ve Rusya’daki işçi sınıfını “yazlıklarımızı geri alacağız” vaadiyle kandırmaya yönelik bir iç siyaset malzemesi üretebilmesine olanak sağlıyor. .

    Türkiye’de de aslında Ukrayna ile çok benzer bir durum söz konusu. Halkın Fethullah Gülen ve Tayyip Erdoğan arasında yani AKP- CHP/MHP tercih yapmaya zorlanması, aslen son eksen kaymasıyla belirginleşen “Amerika mı Rusya mı?” sorusunu dayatma anlamına geliyor. AKP İran, Rusya ve Çin ile yürüttüğü/yapacağı doğalgaz ve silah anlaşmaları ile daha büyük bir güç olma yönünde avantajlı olmak isterken, NATO ve şu an mecbur olduğu G8 ekonomisinin ağlarına dolanıyor. Bu noktada “merkez” yani Batı yanlısı sağa oynayan CHP ve MHP bir alternatif olarak işçi sınıfının önüne sunulıuyor.

    Fillerin tepişmesinden devrim de çıkabilir faşizm de. Bunu kesitremediğimiz için tarihte yapılan pakt ve cephe tercihlerine de burun kıvıramayız. Devrimciler müneccim değildir, medyumlığa da soyunmamalıdır. “Ama tarihte şu oldu” göndermeleri genelde gerçekçi referanslar olmazlar. Stratejik hata, bazen stratejinin yanlışlığından değil cephelerin zayıflığundan ya da kısaca koşulların elvermemesinden dolayı da yapılabilir. Hata dedğimiz şey aslında masım bir kifayetsizlik de olabilir veya ilkesel bir duruşun mağlubiyeti de. Bu noktada devrimcilerin belirli ilkeler doğrultusunda herket etmeleri her zaman hata payını azaltır. Nedir bu ilkeler?

    Anti-militarizm / Savaş karşıtlığı, Anti-Kapitalizm, Eşitlik
    Özgürlük, Kolektivizm ve Ekoloji temelinde kurulan her örgütlenme, blok/cephe siyaseti ve pratik; global kapitalizmin giderek arsızlaştığı bir dünyada devrimcilerin olmazsa olmazları olmaya devam etmeli ve siyasi bir alternatif olarak kalmalıdır. Faşizme karşı birleşik cepheler, UKKTH, ve hatta demokratik özerklik, giderek anti-kapitalizm potasında eriyecek ve halklar bir tercih yapmak zorunda kalacaktır. Bu tercihlerini soldan yana kullanabilmeleri için, devrimcilerin bu noktadan sonra “yılana sarılması” döneminin kapanması gerekiyor.

    Saygılar

  7. yasasin en buzyuk hegemonyaya paralel ozgurlukcu cizgimiz, oh ne rahatladim heryerde stalinist dikatatorlukler yikiliyor…

  8. “Halk devrimcisi” bir faşistten nasıl dmeokrat yapılır. Amerikan formülüne buyrunuz.

    http://www.reuters.com/article/2014/03/13/us-ukraine-crisis-farright-idUSBREA2C13W20140313

  9. DSİP familyasının ipiyle kuyuya inenler için:
    http://www.wsws.org/en/articles/2014/03/14/call-m14.html

  10. Çanakkale Muharebelerine Dair Yalanlar ve Gerçekler
    Selim Fuat

    Türkiye’de 2003 yılından bu yana, 18 Mart, “şehitler günü” olarak anılıyor. Bu yüzden Mart ayı geldiği zaman Milli Eğitim başta olmak üzere burjuva ideolojisini üfüren tüm borazanlar benzer hamaset seslerini yüksek perdeden çıkarmaya başlıyorlar. “Şehitler” üzerinden ahlâksızca pompalanan kahramanlık edebiyatı ile emekçileri kapitalistlerin çıkarları uğruna savaşıp canını vermeye hazırlıyor, esasen burjuvaların egemenliğini sürdürmek dışında bir şeye hizmet etmeyen “vatan”, “millet”, “bayrak” gibi kavramları yüceltiyorlar.

    Devlet bu anma gününü o dönemin ihtiyaçları çerçevesinde, esas olarak Kürt halkına karşı yürütülen haksız savaş sırasında çok sayıda askerin yaşamını yitirmesinin toplumda yol açtığı üzüntüyü ve öfkeyi milliyetçi kanallara yöneltmek için “icat” etmişti. Ancak seçilen gün Çanakkale deniz muharebelerinin yapıldığı tarih olduğu için dönemsel ihtiyaçların çok ötesinde bir ideolojik işlev görüyor. Çünkü Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının önemli cephelerinden biri olan Çanakkale üzerinden üretilen efsaneler, uluslaşma sürecinin en önemli ideolojik harçlarından biri. Bu yüzden her biri olayı farklı bakış açılarıyla ele alsalar da, Türkiye egemen sınıfının bütün kesimleri için Çanakkale muharebeleri önemli bir propaganda konusu oluyor. Burjuvazi önemli çarpıtmalar ve yalanlarla birlikte mevcut ulus-devletin ideolojik harcını bu muharebeler üzerine ürettiği efsanelerle karıyor.

    Meselâ, anma günü vesilesiyle burjuva cenah tarafından üretilen ve neredeyse birbirinin aynısı olan propaganda metinlerin birinde, dönem tarihsel gerçekler çarpıtılarak ve tuhaf akıl yürütmelerle birlikte şöyle anlatılıyor: “Çanakkale Boğazı’nı denizden aşıp İstanbul’a giremeyen İtilaf Devletleri, 25 Nisan 1915’ten başlayarak 8-9 Ocak 1916’ya kadar süren Çanakkale kara savaşlarında Mustafa Kemal tarafından durdurulamasaydı, Birinci Dünya Savaşında Çarlık Rusyası en kısa yoldan müttefiklerinin yardımlarına kavuşacağı için yıkılmayacak, muhtemelen Ekim 1917 Bolşevik İhtilali de olmayabilecekti. Bu durumda Almanya’nın yenilgisi hızlanacak ve 1. Dünya Savaşı belki de 1915’te sona erecekti. Çanakkale Zaferi harbin 4 yıl sürmesine, üç imparatorluğun (Osmanlı, Çarlık ve Avusturya/Macaristan İmparatorlukları) tarih sahnesinden silinmesine neden olmuştur. Gelibolu Yarımadası’nda düşmana kesin darbeler vurarak onları yenilgiye uğratan Albay Mustafa Kemal’in Anafartalar tepesinde yaktığı zafer meşalesi, Kurtuluş savaşımızın da yolunu aydınlatmıştır.”

    Napolyon “tarih, üzerinde uzlaşılmış bir yalanlar silsilesidir” derken herhalde tam da bunu kastediyordu. Mustafa Kemal’i önemli hale getirmek için söylenen ve sanki onu ordunun savaşı yöneten komutanıymış gibi gösteren açık tahrifatlar ya da Bolşevik İhtilalinin mahiyetinden bihaber bir yorumla yapılan böylesi tuhaf akıl yürütmelerin elle tutulur bir tarafı yok elbette. Ancak bunlardan oluşan yalanlar silsilesi üzerinde TC egemenlerinin uzlaştığı ve toplumu bu düşüncelerle eğittiği de açık. Bu nedenle bugün pek çok insanın kafasında bu muharebeler “milli mücadelenin” bir parçası ve tabii ki milli gururun en kıymetli unsurlarından biri. Oysa emperyalist paylaşım savaşının bir tarafı olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Alman kurmayların yönetiminde girdiği ve halkın çok büyük kayıp ve yıkımla çıktığı muharebeler sonucu elde edilen bu “zafer” ne Mustafa Kemal’in eseriydi, ne “vatan savunusu” uğruna verilmiş bir savaşın sonucuydu[1], ne de Bolşevik Devrimine o yol açmıştı.

    Tarihsel gerçekleri burjuvaların bizlere anlattığı hikâyeler üzerinden kavrayamayız. Çanakkale muharebelerini de bu yüzden sınıf bakışıyla değerlendirmek lazım.

    Yalanlar, gerçekler!

    Çanakkale muharebeleri ile ilgili yapılan resmi yorumların çoğunda bu muharebelerin Anadolu’yu bölmek, parçalamak ve paylaşmak için gelen saldırgan İngiliz emperyalizmine karşı Anadolu insanının vatanını korumak amacıyla verdiği soylu ve büyük bir direniş olduğu ana temasına rastlarız. Hatta Çanakkale Savaşını tarihin gördüğü en büyük anti-emperyalist savaşlardan biri olarak ifade edenler bile vardır. Oysa Çanakkale iki büyük emperyalist ittifakın birbirlerine karşı yürüttüğü büyük bir savaşın cephelerinden birisidir ve bu emperyalist savaşın bütün cephelerinde emperyalistlerin çıkarları için halklar birbirlerine boğazlatılmıştır.

    Osmanlı imparatorluğu da Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile birlikte hem bu savaşın öncesinde kaybettiği toprakları geri almak hem de ekonomik ve siyasal olarak daha güçlü bir pozisyon elde etmek için bu savaşa üstelik büyük bir hevesle girmiştir. Tıpkı Çanakkale’de olduğu gibi Kafkasya, Sina ve Filistin, Irak, Hicaz-Yemen, İran, Galiçya ve Balkan cephelerinde de, İngiltere, Rusya ve Fransa’ya karşı ittifak halinde olduğu emperyalist güçlerle birlikte kendi emperyal amaçları için savaşmıştır.

    Bu dönemde ve öncesinde Osmanlı’nın emperyal gücünün giderek zayıflaması ve Alman emperyalizminin onun üzerindeki etkisinin büyümesi ya da topraklarının diğer emperyalist devletlerin paylaşım hesaplarına konu olması, Osmanlı’yı, işgal girişimine karşı haklı savaş yürüten bir mazlum durumuna düşürmez. Ne var ki, emperyal emellerle girilen bir savaşta saldırı altında olmayı, kendi topraklarında savaşmak durumunda kalmayı anti-emperyalist mücadele olarak adlandırmanın abesliği ortada olmasına rağmen, Osmanlı’ya dair bu türden safsatalar kafa bulandırmak için her dönemde çokça kullanıldı. Oysa Osmanlı savunma pozisyonunda değil, önce Karadeniz’deki Rus limanlarının bombalanması, ardından Sarıkamış harekâtı ve Mısır’da “Birinci Kanal Harekâtı” gibi saldırgan ama başarısız harekâtlarla girmişti savaşa. Osmanlı saldırı gücünün kalmamasının ardından savunma durumuna mahkûm olmuştu.

    Üstelik bir savaşın niteliğini o savaşın hangi ülkenin topraklarında yürütüldüğü belirlemez. Yüz binlerce emekçiyi savaş cephelerine sürmek için egemen güçlerin söyledikleri “vatan savunması” yalanının etkili olmuş olması da gerçekleri değiştirmez. Çünkü aynı paylaşım hesaplarının içinde Osmanlı da vardı ve savaşı kazanan tarafta yer alsa o da kendine reva görülenlerin aynısını diğerlerine karşı hayata geçirecek; onları bölecek, yıkacak, hegemonyası altına alacaktı. O da diğerleri gibi bu hesaplarla savaşa girmiş, milyonlar canını bu emeller için yitirmişti.

    10 milyondan fazla insanın katledildiği Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşında Osmanlı ordularının kaybı 325 bin kişiden fazlaydı. 3 Kasım 1914 tarihinde açılıp 9 Ocak 1916 tarihinde sona erdirilen Çanakkale cephesinde de Genelkurmay Başkanlığı’nın verilerine göre Osmanlı ordusunun kaybı, yaklaşık 20 bini hastalıktan olmak üzere 77 bin ölü ve 100 bin yaralıydı. Aynı kaynak İngilizlerin komutası altındaki ordunun Çanakkale’deki ölü sayısını 43 bin, yaralı sayısını ise 72 bin civarında vermektedir. Bütün bu ölümler, kayıplar, yaralanmalar emperyalistlerin kavgası için cepheye sürülen emekçilerin payına düşenlerdi. Onları cephelere sürenlere ve tereddütsüz “ölmelerini emreden”lere ise kahraman deniyordu!

    Üstelik bunca insan ölmüş olmasına rağmen, sanki ölenlerin sayısı yetersizmiş gibi, onlar üzerinden bugün yükseltilen hamasi söylemlerde bu sayı fazlasıyla abartılıyor. Ölen insan sayısı arttığında “zafer”in daha değerli olacağı kanaatindeki zevatın ağzından 500 binler, 600 binler bir çırpıda çıkıveriyor. En usturupluları bile 200-250 bin “şehit”ten bahsediyor. Oysa Genelkurmay’ın verileri “Çanakkale’de 250 bin şehit verdik” diyenleri bile çürütüyor. Bu verilere göre Çanakkale muharebeleri sırasında “57.263 şehit, 97.874 yaralı, 11.178 kayıp, 7084 hava değişimi, 20.297 hastalık sonucu ölüm, 14 bin hastaneye götürülen olmak üzere 207.696 zayiat” var. Söz konusu efsaneyi üretenler, Genelkurmay açıklamasındaki “zayiat” ibaresini “toplam ölü sayısı” gibi yansıtıyorlar. Onların zihniyetine göre böylece kahramanlık düzeyi de artmış oluyor.

    Çanakkale muharebelerinden bahseden bugünkü propaganda metinlerinde sıklıkla rastladığımız çarpıtmaların bir bölümü de Mustafa Kemal ile ilgili olanlardır. Bu metinlerin anlatısına kapılacak olursanız, Çanakkale muharebelerinin komutanının Mustafa Kemal olduğuna rahatlıkla inanabilirsiniz. Oysa Çanakkale’de kurulan 5. Ordunun komutanlığını Alman Mareşal Liman von Sanders yapmıştır. Çanakkale muharebelerine katılan 500 Alman askerinin 150’si kurmay heyetindendir ve ordunun komutanlarıdır. Yani 5. Ordunun önemli komuta kademelerinde genelde bu Alman subaylar bulunmaktadır. Mustafa Kemal ise sonradan yarbay rütbesi ile katıldığı bu cephenin ikinci derecede önemli onlarca kurmayından sadece biridir. Tümeninin gösterdiği askeri başarılar sayesinde kendi ölçeğinde dikkat çekmiş, rütbesi yükselmiştir. Ancak muharebeler sırasında bu boyutları aşan bir pozisyonu asla olmamıştır. Anafartalar’daki muharebeden bir süre sonra rapor alarak cepheden ayrılmıştır zaten.

    Anlaşıldığı üzere Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi tarih anlayışı Çanakkale muharebelerini ve Mustafa Kemal’in buradaki rolünü çarpıtarak çok öne çıkarır. “Anti-emperyalizm”, “anayurdun savunulması” gibi gerçeklerle bağdaşmayan söylemlerin eşliğinde bir de Mustafa Kemal adında muzaffer bir komutan yaratılır. Peki, neden buna ihtiyaç duyuyor egemen sınıf? Çünkü burjuvazi, ulus-devlet ideolojisinin üzerinde yükseleceği, ulusun birliğinin delili olan yedi düvele karşı verilmiş topyekûn bir mücadele efsanesine ve bunu yürüten bir “kurucu baba” figürü türünden mitlere ihtiyaç duyar. Bu yalanlara inandırdığı emekçilerin zihninde, ortak çıkarlara sahip oldukları bir sınıfın değil, bir ulusun parçası oldukları yanılsamasını yaratır. Egemenliğini de ancak bu yanılsamayı tekrar tekrar üreterek sürdürebilir. Oysa görüldüğü gibi bunlar egemenlerin yazdığı tarihin ürünü safsatalardır. Tarihsel gerçeklerle hiçbir biçimde bağdaşmaz.

    Bir de bu dönemi değerlendiren çoğu burjuva ideolog tarafından, Osmanlı’nın bu savaşa hırsının esiri olmuş üst düzey birkaç yöneticinin basiretsizliği neticesinde bir oldubitti ile katıldığı söylenir ki, bunun da gerçeklerle hiçbir alâkası yoktur. Emperyalist yeniden paylaşım sürecinden pay kapma umuduyla ve emperyalist bağımlılık ilişkilerinin kaçınılamayacak neticeleriyle Osmanlı egemenleri bu savaşa girmeyi kendi çıkarları açısından uygun görmüşler ve savaşa Rusya’ya karşı düzenledikleri bir saldırı sonucu kendi inisiyatifleri ile girmişlerdir. Üstelik İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı’nın savaşa girmemesi için yürüttükleri yoğun diplomatik çabalara rağmen bu durum gerçekleşmiştir.

    Daha sonraki yıllarda devletin resmi ideologları tarafından bu savaşa girilmesine karşı çıktığı söylenen Mustafa Kemal de dâhil olmak üzere hâkim sınıfın çok sayıdaki temsilcisi Osmanlı’nın dünya savaşına girmesine taraf olmuşlardır. Nitekim Mustafa Kemal 29 Şubat 1920 tarihinde İttihat ve Terakki’nin önde gelenlerinden Talat Paşa’ya yazdığı mektupta şöyle demektedir:

    “Ben, müdafaa ettiğim prensipler arasında Harbi Umumi’ye girmenin zaruri olduğunu ve harbe girdikten sonra Alman grubuna dâhil bulunmanın yine zaruri olduğunu ve bundan dolayı harp mesulü aramak mantıksız olduğunu, genel olarak Kanuni Esasi hükümlerine aykırı hareket edilmiş ise, bu şekilde hareket eden kabineleri meydana çıkarmak ve haklarında kanuni hükümleri tatbik etmek için Mütareke’den evvel, Balkan Harbi’nden ve Mütareke’den bugüne kadar, iktidar mevkiine geçen kabineleri nazarı dikkate almak lazım geleceğini ifade ediyorum. İşbu görüşlerimi benden Harbi Umumi’yi ilan eden kabine ve Harbi Umumi’ye girme ve Alman taraftarlığı aleyhinde resmen beyanatta bulunmamı talep etmiş olan hükümete karşı resmen, görüşlerimi, sebeplerini söyleyerek müdafaa ettim. Yabancılarla dahi münasebetlerimde aynı görüşlerin müdafaasını lüzumlu gördüm.”[2]

    Yani eldeki sömürgelerin korunması, emperyalist talandan pay alma ve imparatorluğu yeniden canlandırma hususlarında ortaklaşa bir hevese sahip olan Mustafa Kemal de dâhil olmak üzere egemen sınıfın önde gelen temsilcilerinin pek çoğu bu savaşa katılmakta hemfikirdiler. Ama onların savaşında Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Arnavut, Yahudi ve Ermeni askerler; Yeni Zelanda, Avustralya ve diğer İngiliz sömürgelerinden gelen askerlerle birlikte kırılmışlardır. Daha önceki savaşların yarattığı tahribatın üzerine, Anadolu’da etkileri uzun yıllar sürecek bir yıkımın etkilerini tüm halklar birlikte yaşamışlardır.

    Ancak dünyanın pek çok bölgesinde yürüyen haksız savaşlarda görülen tablo Çanakkale muharebelerinde de eksik olmamıştır. Birbirine 8-10 metre yakınlıktaki siperlerde günlerce, aylarca yan yana yaşayan askerler, soyut bir düşmanla değil, kendileri ile aynı kaderi paylaşan gerçek insanlarla savaştıklarının farkına varmışlardır. Nitekim kendi siperinden yanlışlıkla düşman siperine geçeni, usulca geri döndürmek, savaşırken birbirlerine el sallamak, ıskalamalarda ıslıklamak, birbirlerine yiyecek, sigara atmalar, bayram, Noel kutlamaları, futbol maçları yapmalar, düşman yaralılarını tedavi etmek, ölüleri birlikte gömmek bu savaşın olağan sahnelerindendir.[3]

    Emperyalist savaşın zorbalığını, haksızlığını ve emekçiler nezdindeki karşılıksızlığını kavramaya başlayan askerlerin pek çok kez başka yerlerde gösterdikleri türden davranışlar Çanakkale’de de yaşanmıştır: “… karşımızdaki Türk siperlerinden silahın ucuna takılmış beyaz bir mendil yukarı kaldırılarak sallandı. Her taraf sessizliğe gömülmüştü. Her iki tarafın da askerleri silahlarını doğrultmuş, dikkatle mendili takip ediyorlardı. Siperin içinden iri yapılı bir er çıktı. Ucuna mendil bağladığı silahını yere attı. İki kolunu açtı. Sonra kendine güvenen tavırlarıyla yavaş yavaş yaralı yüzbaşımıza doğru yürümeye başladı. Karşı tarafla, çevresiyle, hiçkimseyle ilgilenmiyor, herkes donmuş kalmış, cesur Türk askerini hayranlıkla seyrediyordu. Şaşkınlıktan kurtulan İngiliz askerleri ona nişan almaya çalışıyorlardı. O ise hiçbir şeye aldırmadan yüzbaşının yanına geldi. Nazik ve yumuşak hareketlerle yaralının kıyafetini düzeltti. Onu yerden kaldırdı. Omuzlayarak yavaş yavaş bizim siperlere doğru yöneldi. Siperlerimizin hemen önüne yüzbaşıyı nazikçe yatırdı. Sonra arkasını döndü. Yine kendinden emin adımlarla siperlerine doğru yürüdü. Hepimiz donmuştuk. Hayrete düşmüştük. Sonradan her iki tarafın siperlerinden alkışlar ve ıslıklar yükseldi.”[4]

    İşçiler egemenlerin hamasetine prim vermemelidir!

    Emperyalist paylaşım savaşında egemen sınıfların emekçi sınıftan insanları ve ezilen halkları heder ettikleri yer sadece Çanakkale cephesi olmamıştır. Çanakkale’de henüz büyük muharebeler yapılmamışken, 1914 yılının Aralık ayında, Sarıkamış’ta Rus ordusunu gafil avlamak isteyen Enver Paşa, Genelkurmay’ın kaynaklarına göre 60.000 zayiat verilmesine yol açacak bir harekâta girişmiştir. Ölen askerlerin çok büyük çoğunluğu soğuk hava koşulları yüzünden yaşamını yitirmiş, büyük bir trajedi yaşanmıştır. Askeri açıdan muazzam bir öngörüsüzlüğün bedelini her zaman olduğu gibi emekçi sınıflardan gelenler ödemiştir. Enver ve egemen sınıf ise hesap vermek şöyle dursun Sarıkamış hakkında herhangi bir yayının bile yapılmasını önleyerek uzun yıllar boyunca halkın olan biteni öğrenmesinin önüne geçmişlerdir.

    Çanakkale muharebelerinin yaşandığı dönemde gerçekleşen Ermeni halkına karşı uygulanan soykırım ise bir başka büyük trajedidir. Uluslaşma hareketleri İngiltere ve Rusya tarafından destek gören Ermeni halkı, Almanya’nın da verdiği büyük destekle Osmanlı İmparatorluğu tarafından kırıma uğratılmış, kadim halklarından biri olduğu Anadolu’dan sökülüp atılmıştır. Öyle ki, 1915’ten önce 1,5 milyon civarında olan Ermeni nüfusunun yüzde 60’ı bu kırımla yok edilmiştir.

    Yani emperyalist savaşın getirdiği koşullar dört bir tarafta emekçilerin ve ezilen halkların kırılmasına yol açmıştır. Çanakkale’de olan biten, o dönemde orada yaşananları bütünleyen diğer tarihsel gerçeklerle birlikte bakıldığında, burjuvazinin hamaset dolu bütün söylemlerinin aksine, emekçi halk için kandan, acıdan ve gözyaşından başka bir şey ifade etmez. Mustafa Kemal’in kahramanlıkları, Cumhuriyet’in temellerinin atılması, anti-emperyalizm ve anayurdun savunulması gibi mitlerin gerçeklerle örtüşen hiçbir tarafı yoktur. Bunlar bütünüyle “Çanakkale Zaferi” denilen mitle oluşturulan resmi tarih ve ideolojinin ürünüdür.

    Burjuvazi ve ideologları bütün bu hamaset söylemini bu saçmalıklara inandıkları için yükseltmiyorlar tabii ki. Onlar işçilerin sınıf bilincinden yoksun kalması için bu gürültüyü çıkarıyorlar. Çünkü işçiler onların bu milliyetçi söylemleriyle zehirlenmezlerse onlar tarafından yönetilmeye razı gelmezler. Haksız savaşların meydanlarında canlarını vermeye, kendisi ile aynı kaderi yaşayanlarla sırf başka uluslardan oldukları için boğazlaşmaya kalkışmazlar. Bu yüzden işçiler burjuvaların hamaset yüklü nutuklarının hiçbir versiyonuna prim vermemelidir.

    Birinci ve İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşları dünya işçi sınıfına büyük yıkımlar yaşatmıştır. Ama ne yazık ki, emperyalist savaşlar ve yarattıkları yıkımlar tarihin tozlu sayfaları arasında kalmamıştır. İşçiler, emekçiler bugün de emperyalist savaşların yangınında kavrulup yanmaktadır. Üstelik hemen yanı başımızda, Irak ve Suriye’de en korkunç cepheleri bulunan bu savaşın yangını giderek yayılma eğilimindedir. Emperyalist ve haksız savaşlar kapitalizm ayakta kaldığı sürece işçi ve emekçilere korkunç acılar yaşatmaya, onları felâkete sürüklemeye devam edecektir. Bu yüzden işçi sınıfının kapitalistlerin haksız savaşlarına yanıtı geçmişin dersleri temelinde net olmalıdır. İşçi sınıfı, sömürücü, yağmacı, katliamcı egemenlere, sınıf savaşını güçlü biçimde örgütleyerek yanıt vermelidir.

    [1] Yalnızca haklı savaşların “savunma” savaşları olarak nitelendirilebileceği gerçeğini dile getiren Lenin şunları söylüyordu: “«Savunma» savaşı sözü ile sosyalistler, her zaman bu anlamda haklı bir savaşı kastetmişlerdir. Sosyalistler, yalnızca bu anlamda, «anayurdun savunulması için» verilen savaşlara ya da «savunma» savaşlarına, meşru, ilerici ve haklı savaşlar gözü ile bakmışlardır ve bakmaktadırlar. (…) Ama şöyle bir durumu gözünüzün önüne getirin: 100 kölesi olan bir köle sahibi, kölelerin daha «adil» bir dağılımı için 200 kölesi olan bir köle sahibine karşı savaşa girişiyor. Açıktır ki, bu durumda, «savunma» savaşı ya da «anayurdun savunulması için» savaş deyimlerinin kullanılması, tarihsel bakımdan yanlış, ve uygulamada, halkın, işin inceliğini aramayan ve bilisiz kimselerin, kurnaz köle sahiplerince aldatılması olur. İşte bugünkü emperyalist burjuvazi, köleliği sağlamlaştırmak ve güçlendirmek için köle sahipleri arasındaki savaşı, «ulusal» ideoloji ve «anayurdun savunulması» gibi sözlerle halka yutturmak istemektedir.” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yay., 5. baskı, s.13-14)

    [2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, c.6, s.411

    [3] Ayşe Hür, “Çanakkale Savaşı: Efsaneler ve Gerçekler”, Taraf, 16 Mart 2008

    [4] Ayşe Hür, agm

    (Kaynak: Marksist Tutum dergisi, no: 108, Mart 2014)

    http://marksist.net/selim-fuat/canakkale-muharebelerine-dair-yalanlar-ve-gercekler.htm

  11. Yüz Yıl Sonra Dünya Savaşının Akla Getirdikleri

    Levent Toprak

    28 Haziran 1914 günü Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun veliaht prensi Franz Ferdinand eşiyle beraber Saraybosna’da bir suikastle öldürüldü. Suikastı gerçekleştirenler Sırp ordusunun subaylarınca örgütlenen Sırp milliyetçileriydi. Zamanın büyük devletlerinden biri sayılan bir devletin veliaht prensinin suikast sonucu öldürülmesi hiç şüphesiz önemsiz bir hadise değildi. Ama o dönemin koşulları içinde bu pek sıra dışı bir şey de değildi. Bizzat Rusya’da Çarlara ve yüksek devlet görevlilerine yönelik suikastlardan tutun, özellikle bütün Balkan ve Slav coğrafyasında bu tür eylemler yaygın bir olguydu. Dahası bu suikasta gelene kadar milliyetçi Sırp bireylerin ya da örgütlerin Avusturya-Macaristan yetkililerine karşı birçok suikast girişimi olmuştu.

    Sırplar (Sırp Krallığı ve Avusturya-Macaristan sınırları içindeki Sırplar) ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu arasındaki anlaşmazlık ve sürtüşmeler zaten özellikle son on yıllık süre içinde olağanlaşmış olgular idi. Ancak tüm bu olgulara rağmen Franz Ferdinand suikastı o zamana kadar görülmemiş bambaşka sonuçlara yol açtı.

    Suikasttan tam bir ay sonra, 28 Temmuzda, sonradan “Dünya Savaşı” ve “Büyük Savaş” olarak anılacak olan büyük katliam başlar ve dört yıl boyunca dünyayı kasıp kavurur. Bu katliam nesiller boyunca zihinlerde derin izler bırakır. Ferdinand’ı öldüren milliyetçi Sırp genci Gavrilo Princip silahının tetiğini çekerken gerçekte neyin tetiğini çektiğini bilmiyordu kuşkusuz. Yanındaki siyanür işe yaramadığından sağ yakalanan ve yaşı henüz küçük olduğu için ölüm cezası verilememesinden dolayı 20 yıl hapis cezası alan Princip, 1918 yılında veremden ölmeden önce, kişisel eyleminin nasıl bir tarihsel bağlama oturduğunun bilincine varmış mıydı bilinmez, ama dünya artık başka bir dünyaydı.

    Olaylar baş döndürücü bir hızla gelişmişti. Avusturya-Macaristan, suikastı derhal Sırbistan’a karşı bir savaş başlatma bahanesi haline getirmek için, bilinçli olarak, kabul edilemez talepler içeren bir ültimatom gönderdi. Ültimatom Avrupa’da bir diplomatik krize yol açtı. Avusturya ve Almanya tüm yatıştırma çabalarını kasıtlı olarak boşa çıkardılar ve sonunda Avusturya-Macaristan Sırbistan’a savaş ilan etti (28 Temmuz). Bunu takip eden bir hafta gibi kısa bir süre içinde Avrupa’nın büyük güçleri birbirlerine savaş ilan etmişlerdi: Sırpların hamisi konumundaki Rusya’nın sınır bölgelerinde kısmi bir seferberlik başlatmasını bahane yapan Almanya 1 Ağustosta Rusya’ya savaş ilan etti, 2 Ağustosta Lüksemburg’a saldırdı, 3 Ağustosta Fransa’ya, 4 Ağustosta Belçika’ya savaş ilan etti. Buna mukabil aynı gün içinde İngiltere de Almanya’ya savaş ilan etti. Böylece tarihe geçen o meşum 4 Ağustos günündeki manzara buydu.

    Birinci Dünya Savaşı olarak anılan emperyalist paylaşım savaşı gerek ona öngelen sürecin özellikleri açısından gerekse çeşitli sonuçları açısından bugüne dair çok şey anlatmaktadır ve bugün bu hususları hatırlamak anlam taşımaktadır. Dahası 100 yıl geride kalmış olmasına rağmen Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı bugünün dünyasında hâlâ güncel birtakım sonuçlarıyla yaşamaktadır. Örneğin bugünkü devlet sınırlarının önemli bir bölümü bu savaşla belirlenmiştir. Özellikle Ortadoğu ve kuzey Afrika’da. Ve tam da bu sınırlar halkların gerçek bedenlerine az çok uygun olması ilkesine göre değil, temelde büyük emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda belirlendiği için, bugüne dek süren büyük sorunları doğurmuştur.

    Suikasttan savaşa

    Bir suikast vakası nasıl tüm dünyayı kasıp kavuran ve 10 milyon insanın katledildiği bir kan banyosu haline gelmişti?

    Suikastın birkaç hafta içinde tüm büyük dünya devletlerinin birbirinin gırtlağına sarıldığı bir süreci tetiklemesi tesadüf ya da basiretsizlik eseri değildi. Engels bu savaşı yıllar öncesinden öngörmüştü. Engels’in 1880’lerdeki güçlü sezgisi ve öngörüsü bir yana, 1890’larla birlikte Avrupa’da büyük bir savaş ihtimali hatırı sayılır bir ilgi konusu haline gelmişti. Öyle ki barış konulu çeşitli uluslararası etkinlik ve toplantılar (Dünya Barış Konferansı, Nobel Barış Ödülleri, Lahey Barış Konferansları vb.) yapılmaya başlanmıştı. Hükümetler bu konferanslarda barışa olan bağlılıklarını ifade ediyorlardı. Savaş 1900’ler ve 1910’larla birlikte gitgide yakın ve doğal bir ihtimal olarak görülüyordu.

    O zamana kadar tarihin gördüğü en büyük savaşı adeta bir kaçınılmazlık haline getiren şey tümüyle kapitalizmin kendi gelişimiydi. 20. yüzyılın başlarında kapitalizm serbest rekabet dönemini geride bırakıp, insanlık açısından genelde bir gericilik ve çürüme dönemi anlamına gelen tekelci aşamaya yükselmişti. Mali sermayenin damgasını vurduğu bu tekelci aşama Marksistler tarafından emperyalizm olarak adlandırılmıştı.

    En gelişmiş kapitalist ülkelerde sermayenin yoğunlaşması ve genişlemesinin ulaştığı aşama, dünya kaynaklarının, pazarlarının ve ticaret yollarının ele geçirilmesi konusunda tekelci güçler arasındaki rekabeti kaçınılmaz biçimde askeri boyuta taşıdı. Zira salt ekonomik araçlar, hegemonya ve paylaşım kavgasının kendiliğinden çözüme bağlanmasını sağlayamamaktadır. Yukarıda çok kısa biçimde anlattığımız savaşın başlangıç öyküsünde Almanya’nın birkaç gün içinde dört bir yana hızla savaş ilan edişi dikkat çekicidir. Bunun nedeni dönemin koşulları içinde böylesi bir savaşa en çok ve en yakıcı biçimde ihtiyaç duyan gücün Almanya olmasıdır. İngiltere ve Fransa’ya göre kapitalist gelişme sürecine daha geç giren Almanya, sonraki hızlı sınai gelişmesiyle iktisaden bu iki büyük emperyalist gücü geride bırakacak bir noktaya gelmişti. Ancak hammadde kaynakları, pazarlar ve ticaret yolları “”üzerindeki hâkimiyet bakımından sanayisinin geldiği noktaya göre geride kalıyordu. Zira bu imkânlar, erken gelmenin avantajları olarak esasen İngiltere ve Fransa’nın ellerinde tekelleşmişti. Alman kapitalizminin geldiği nokta Almanya’nın dünya üzerinde daha büyük bir etkiye sahip olmasını gerekli kılıyor, bu ihtiyaç gitgide kendini daha şiddetli biçimde dayatıyordu. Temelde bu itki nedeniyle Almanya aynı zamanda silahlanıyor ve korkutucu bir askeri güç olarak da yükseliyordu.

    Almanya’ya ilişkin bu öykü diğer emperyalist güçlerin masum olduğu anlamına gelmiyor hiç kuşkusuz. Sermayenin doğasından gelen rekabet kaçınılmaz olarak siyasi ve askeri alanda da karşılığını buluyordu. İngiltere mevcut avantajlarını kaptırmamak için, Fransa daha gerilere düşmemek için, Rusya ve Japonya gecikmiş yükselişlerine uygun yeni kazanımlar elde etmek için, keza ABD gelişmesinin aleyhine olabilecek engelleri bertaraf etmek için silahlanıyor, ittifak arayışlarına giriyorlardı.

    Tam da emperyalizmin temel iktisadi eğilimlerine uygun biçimde bu güçler önceki dönemlerin siyasi ve askeri kamplaşmalarından farklı ittifaklar oluşturmaya koyuluyorlardı. Ta 1688’den beri Fransa ile Avrupa’daki hemen her savaşta karşı kutupta yer alan İngiltere şimdi onunla ittifak içindeydi. Uzak geçmiş bir yana, daha yakın zamanlarda, Mısır, Sudan ve Afrika genelindeki zıtlaşmalardan tutun dünyanın öteki yarısındaki Süveyş Kanalı üzerine anlaşmazlıklara kadar bu iki büyük güç arasında geniş bir rekabet ve çatışma alanı söz konusuydu. Aynı İngiltere özellikle Osmanlı, İran ve Afganistan coğrafyası, Kafkaslar gibi bölgelerde Rus Çarlığı ile rekabet ve çatışma içindeydi.

    Ne var ki özellikle Almanya’nın büyük bir sınai güç olarak yükselişi aynı zamanda İngiltere, Fransa ve Rusya açısından asıl büyük tehlikenin adresini giderek değiştiriyor ve belirginleştiriyordu. Böylece İngiltere ve Fransa belirli noktalarda karşılıklı tavizlere giderek uzlaşmalara varıyor ve hatta 1904 yılında bir karşılıklı dostluk anlaşmasına varıyorlardı. Keza Fransa ve Rusya arasında da gitgide artan bir yakınlaşma yaşanmaya başladı. Böylece çeşitli aşamalardan geçen bir süreç içinde Antant’ın (İngiltere-Fransa-Rusya) omurgası şekillenmiş oluyordu. Bunun karşısındaki Mihver güçleri (Almanya-Avusturya-Macaristan-Osmanlı İmparatorluğu) de benzer süreç içinde şekillenmişti.

    Savaş kaçınılmazdı ve dahası çapı daha önceki tüm savaşları geride bırakacak denli büyük olmak zorundaydı. Bunun anlamı bir dünya savaşıydı. Lenin’in dikkat çektiği gibi, dünyanın toprak bakımından sömürgeleştirilmesi tamamlanmış, yeni toprakların ya da nüfuz alanlarının elde edilmesi ancak bir savaşla, bir dünya savaşıyla olabilir hale gelmişti. Dahası sanayinin geldiği gelişme aşamasına paralel olarak, askeri teknolojinin ve sanayinin, yani yıkım araçlarının ulaştığı boyutlar da bunu bir kaçınılmazlık haline getiriyordu.

    Öte yandan, birikmekte olan çelişkiler, orada burada lokal savaşlara, askeri sürtüşmelere, diplomatik gerilimlere vs. zaten yol açıyordu. Amerikan-İspanyol Savaşı, Güney Afrika’daki İngiliz-Boer Savaşı, Rus-Japon Savaşı ve özellikle de 1911’deki Fas krizi hep bu yeni dönemin çelişki ve alttan alta bastıran eğilimlerinin belirtileriydiler. 1912’de Balkan Savaşlarının patlak vermesi ise bu yolda yeni aşamayı işaretliyordu. Çökmekte olan ve iştah kabartan Osmanlı’nın son aşamaya girdiği bu süreçte iyice belirginleşmişti.

    Tüm bu tabloya rağmen ilginç bir nokta, tek tek alındıklarında işadamlarının, hatta birçok devlet görevlilerinin ve liderlerin büyük bir bölümünün savaş istememesine rağmen savaşın sökün etmesidir. Kişisel anekdotlar, tanıklıklar, çeşitli resmi ve kişisel arşivler, mektuplar vb. içeren ayrıntılı tarih çalışmaları, ilginç biçimde böylesi bir olguya işaret ediyor. Bu durum tam da savaşın hiç de keyfi ve kişilere bağlı bir şey olmadığını göstermektedir. Gerçek şu ki, etkili konumlarda olan kişiler bile “istemeye istemeye” savaşı hazırlamış ve günü gelince de boydan boya içine dalmışlardır. Hapisteki Princip son günlerinde “dünya savaşı benim yüzümden çıktı” diye üzülmüş müydü bilmiyoruz, ama Franz Ferdinand suikastı olmasaydı bir başka hadisenin tüm cehennem iblislerinin önünü açacak bahaneyi yaratacağını biliyoruz.

    Günümüz dünyası

    Birinci Dünya Savaşı sonlandığında kendisini doğuran sebepleri ortadan kaldırmamıştı. Temel olarak Rusya’da bir işçi devriminin patlak vermesi tüm hesapları altüst etmişti. Almanya da devrimci bir kaynaşma içindeydi ve tüm Avrupa’da devrim tehlikesine karşı durabilecek tek güç olarak kalmış olan Alman ordusunun ayakta kalmasına izin verildi. Uluslararası kapitalizm Avrupa’daki güçlü devrim dalgasını Alman ordusunun büyük hizmetlerinin de yardımıyla savuşturmayı başardıysa da, sonrasında Almanya’nın yeniden güçlü bir rakip olarak sivrilmesine de çanak tutmuş oldu. Emperyalizmin yaman bir çelişkisi! Böylece sadece 20 yıl sonra, aynı Almanya Hitler liderliğinde yeni bir dünya savaşına giden yolu tekrar zorladı ve başardı. Bu kez 60 milyon insanın canına malolan çok daha büyük bir kan banyosu yaşadı insanlık.

    Bu vesileyle belirtmek gerekir ki, İkinci Dünya Savaşının nedeni olarak Almanya’nın Versailles anlaşmasında ölçüsüz tazminat yükü altına sokulması ve böylelikle Alman halkının ulusal onurunun zedelenmesi gibi hususların sunulması bir yanıltmacadır. Takatsiz kalmış Fransa’nın açgözlülüğünün bir sonucu olarak Almanya’nın ağır bir tazminat yüküne sokulduğu doğrudur, ancak Alman savaş makinesinin bir daha başa belâ olmayacak şekilde tahrip edilmeden bırakılmasını bununla açıklamak mümkün değildir. Kaldı ki, dünyanın öteki ucundaki Japonya savaşın galipler tarafında yer almış olmasına rağmen, yani ne tazminat yükü ne de sözde ulusal onur incinmesinden muzdarip iken, bir sonraki savaşın tümüyle ikinci bir Almanya’sı konumundaydı.

    Sonuç olarak Birinci Dünya Savaşını doğuran sebepler yerli yerinde kalmış ve bu durum bir ikinci savaşı getirmişti. Bu nedenle birçok tarihçinin de işaret ettiği gibi İkinci Dünya Savaşı birincinin aşağı yukarı dolaysız bir devamıdır. Bir başka ifadeyle, bu iki savaş özde tek bir uzun savaşın iki evresi olarak görülebilir. Emperyalistler arasındaki hegemonya rekabeti ancak ikinci savaşın sonunda yeni bir dengeye kavuşturulabilmişti.

    Ama bu göreli denge de ancak 45 yıl kadar sürebildi. Zira emperyalistler arasındaki hegemonya krizi belirli bir an ya da süre için çözülebilse de, kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizm, dolayısıyla tekelci emperyalist rekabet olgusu ortadan kalkmamıştı. Tüm emperyalist güçler bir hegemon gücün üstünlüğünü tanıyarak ona belli bir süre biat etseler de, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası gereği zamanla yeni güçlerin sivrilmesi, eskilerin gücünün aşınması kaçınılmazdır. Bu da bir kez daha hegemonya krizini beraberinde getirir.

    İkinci savaş sonrası göreli dengenin oluşması ve sürmesinde özgün ve kilit bir rol oynayan Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle, zaten uzunca süredir aşınmakta olan denge de sona ermiş ve emperyalist rekabetin kızıştığı yeni bir dönem açılmıştır. Bugünün dünyası hiç kuşkusuz yüz yıl öncesinden farklı. Arada büyük değişimler oldu. Ancak dünya 20. yüzyılın başlarından bu yana hâlâ emperyalizm dönemini yaşamaktadır. Emperyalizmin temel özellikleri ve eğilimleri devam etmektedir. Bu olgu emperyalist savaşlar olgusunu kendiliğinden içermektedir. Nitekim bugün dünyanın dört bir yanında emperyalist güçlerin doğrudan ya da dolaylı olarak içinde yer aldığı savaşlar ya da askeri çatışmalar yürümektedir.

    Esasen dünya 90’lı yılların başından bu yana yeni bir emperyalist savaş konjonktürü içindedir. Oysa SSCB yıkıldığında emperyalizmin ideologları kapitalizmin ebedi zaferini ilan etmenin yanında, dört bir koldan barış hayalleri de pompaladılar. Savaşların gerçek sorumlusunun kapitalist düzenin ta kendisi olduğu gerçeğini gizlemek için, bütün suç geriye dönük olarak SSCB’nin sırtına yıkılmaya çalışıldı. Bu yalanın faş olması için çok değil birkaç yıl yetti ve 1993’te ABD koca savaş makinesiyle Irak’a saldırdı. 90’lı yıllar özelikle Balkanlar, Ortadoğu ve Somali gibi Afrika’nın belli bölgelerinin emperyalistlerin ya doğrudan ya da dolaylı olarak içinde yer aldığı kanlı savaşlara ve çatışmalara sahne oldu. O günlerden bu yana Balkanlar belli ölçüde yatışsa da, Ortadoğu’da ve Afrika’nın daha da geniş bölgelerinde savaş olgusu genişleyerek ve derinleşerek ilerledi. Kafkaslar ve Orta Asya da benzer süreçleri belli ölçülerde yaşadılar ve halen yaşamaktalar. Bugün Ukrayna, Suriye ve Irak emperyalist savaş sürecinin en öne çıkan alanları durumunda.

    Yeri gelmişken bir parantez açarak belirtmekte yarar olabilir. Emperyalist kapışmanın kalbi konumundaki Ortadoğu’daki birçok sorun dolaysız biçimde Birinci Dünya Savaşının sonunda emperyalistler tarafından çizilen yapay sınırlardan kaynaklamaktadır. Cetvelle çizilen bu sınırlar halkların geçek bedenlerine uymamakta ve türlü zulümlere, gerilimlere, çatışmalara neden olmaktadır. O sınırları çizen zamanın büyük emperyalist güçleri bölgenin enerji kaynakları üzerinde de egemenlik kurmuşlardı. Bugün bölgedeki petrolün asıl kaymağını yiyenler arasında başı çekenlerin, ta o günlerin büyük petrol şirketlerinin olması Birinci Dünya Savaşı ile bugün arasındaki bağlantıları göstermesi bakımından oldukça anlamlıdır. Bu şirketler ve onların ana üslerini barındıran büyük emperyalist güçler, yüz yıldır bölge halklarını birbirine kırdırmakta, farklı halklar, topluluklar arasındaki ihtilafları kendi lehlerine manipüle ederek egemenliklerini sürdürmektedirler.

    Birinci Dünya Savaşı öncesindeki süreçte Almanya’nın en olgun örneğini verdiği, geriden gelen ve yükselişteki yeni emperyalist güç olgusu günümüzde de kendisini göstermektedir. Genel olarak söylenebilir ki, her yeni yükselen güç eski statükoyu sorgulamakta, değiştirmek istemekte, bunun için türlü girişimlerde bulunmaktadır. Bugünün dünyasında başta Çin gibi ülkeler bu konumdadır. Daha farklı biçim ve düzeylerde olmak üzere Rusya, Hindistan, Brezilya gibi ülkeler de sayılabilir. İkinci Dünya Savaşından sonra başlıca mağlup olarak siyasi ve askeri bakımdan pasif ve ürkek bir konuma itilmiş olan Almanya’yı esasen bu bağlamda en başta saymak gerekir. SSCB’nin çöküşüne kadar ABD hegemonyasına biat etmiş olan Almanya o günlerden bu yana dünya sahnesinde yeni bir güç olarak yükselmektedir. Avrupa’nın tartışmasız en büyük kapitalist gücü haline gelen Almanya, bugün AB şemsiyesi altında tüm Avrupa kıtasını kendi ekonomik çiftliği haline getirmektedir. AB projesinin akıbetinden bağımsız olarak, Almanya’nın Avrupa üzerindeki ekonomik üstünlüğü gitgide daha açık hale gelen bir olgudur.

    Üstelik bugünün dünyası yeni bir olgu olarak büyük emperyalist güçlerin yanı sıra çeşitli düzeylerde alt-emperyalist güçleri de barındırmaktadır. Bu durum çelişkilerin daha da çeşitlenip karmaşık bir hâl almasını sağlamaktadır. Bu güçler arasında Türkiye de bulunmaktadır ve Türkiye’deki devrimciler açısından bu nokta özellikle büyük önem taşımaktadır.

    Bugünün dünyasında savaş konusu ile ilgili bir diğer husus, savaş endüstrisinin ya da nükleer yıkım araçlarının çoktandır tüm gezegeni havaya uçuracak hale gelmesinin niteliksel bir değişime yol açtığını, yani artık bir dünya savaşını olanaksız kıldığını söyleyenlerin varlığıdır. Baştan söyleyelim böyleleri ya yalan söylüyorlar ya da düş âleminde yaşıyorlar. Yıkım araçlarında geçmişe göre devasa bir “ilerleme” olduğu ve hatta bunun belli bir fren etkisi yarattığı doğrudur. Ama kimsenin kendisinin de yok olmasına yol açacak bir şeyi başlatmayacağı şeklindeki bir akıl yürütme, kapitalizmin anarşik ve akıldışı doğasını göz ardı eden naif bir akıl yürütmedir. Başlangıçta Ferdinand suikastının da bir dünya savaşına yol açacağı düşünülmüyordu. Hatta Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’a saldırı ihtimalinin lokal bir savaş olarak kalacağı, Rusya’nın henüz yeteri kadar ilerlememiş askeri yenileşme programı nedeniyle müdahil olmayacağı hesap edilmişti. İşin doğrusu Rusya hamisi olduğu Sırbistan’a Avusturya karşısında alttan almayı da salık vermişti. Ama birkaç hafta içinde tüm büyük Avrupa güçleri birbirine savaş ilan etmiş halde buldular kendilerini. Hem de birçoğu o zaman için çıkarlarına uygun görmediği halde. Dolayısıyla olayların kendilerine ait demirden mantığı işlemiş ve koca savaş patlak vermişti. Dahası, savaşı büyük bir hata, bir çılgınlık olarak gören yüksek düzey Alman diplomatları imparatora karşı çıktıkları halde bu yaşanmıştı.

    Buradan çıkan basit sonuç şudur ki, eğer nesnel çelişkiler yeterince olgunlaşmışsa, barut fıçısı orada duruyorsa, irili ufaklı her türlü hadise fitili ateşleyebilir ve bir anda her şey kontrolden çıkabilir. Öyle ki, burada hatalar bile belirleyici olabilir. Soğuk Savaş döneminde bir nükleer felâketin kıyısından dönüldüğü fazla bilinmemektedir. Bir Sovyet albayının talimatlara uymayarak bir füze alarmını üstlerine bildirmemesi sayesinde dünya bir nükleer yıkımdan kıl payı kurtulmuştur. Gerçekte Sovyet füze alarm sistemi birbirinin peşi sıra yanlış alarmlar vermişti. Albay büyük bir risk alarak ve bir yanlış alarm durumu olabileceğini düşünerek durumu üstlerine bildirmemişti. Durum bu iken tutup emperyalist düzene aklıselim yüklemenin hiçbir geçerli temeli yoktur.

    Kapitalizm işçi sınıfı tarafından yıkılıp da yerine gerçek bir işçi iktidarı kurulmadıkça savaşların son bulması mümkün değildir. Kimse boş barış hayallerine kapılmasın. Barış istemek iyi ve güzeldir, ama barış, kapitalizm altında bunun gerçekleşebileceğine dair hayal kurmakla değil, ancak sınıf savaşı ile kurulabilir. Barışı kurabilecek olan yegâne güç devrimci işçi sınıfıdır. Birinci Dünya Savaşının sonunu ve barışı getiren nitekim Rus işçi sınıfının kapitalizmi yıkıp kendi devrimci iktidarını kurması olmuştur. Emperyalist güçler devrim korkusundan aralarındaki anlaşmazlıkları çözmeden savaşı durdurmak zorunda kaldılar. Ancak Rusya’da işçi sınıfı içerden bir karşı-devrimle devrilip işçi iktidarı yerine despotik bürokratik bir diktatörlük kurulduktan ve bu iktidar dünyanın çeşitli yerlerindeki devrimci süreçlerde işçi sınıfını sırtından hançerleyip emperyalist güçlere rahat nefes aldırdıktan sonra, emperyalistler yeniden kozlarını paylaşmaya giriştiler.

    Dolayısıyla bugün barış isteyenlere düşen tutum devrimci bir anti-kapitalist tutumdur. Bunun da sonuna kadar tutarlı tek yolu işçi sınıfının devrimci mücadelesinin saflarında yer almaktır. Kalıcı barışın en güzel sloganlarından birisini hatırlatmanın yeridir: savaşa karşı sınıf savaşı!

    http://marksisttutum.org/yuz_yil_sonra_dunya_savasinin_akla_getirdikleri.htm

  12. Balkanlaşan Ortadoğu ve Kürdistan sorunu

    M.Emin Aslan

    İçinden geçtiğimiz süreçte, dünya ekonomik kriz ile siyasi krizi birlikte yaşamaktadır. Dünyanın hegemonik güçleri olan gelişmiş ülkeler; ekonomik ve siyasi krizlerini çözme arayışı içindedirler. Bu arayıştan hareketle gelişmiş ülkeler, nüfuz alanlarını genişletme mücadelesine girmişlerdir. Nüfuz alanlarını genişletme hedefinden ötürü, gelişmiş ülkelerin kendi aralarında ticari gruplaşmalar oluşturmasına ve dünyayı yeniden paylaşılma mücadelesine girişmişlerdir.

    Bu paylaşım mücadelesinin kızıştığı alan Ortadoğu ve dolayısıyla Kürdistan coğrafyasıdır.

    Bunun iki temel nedeni vardır. Birinci nedeni, Ortadoğu büyük petrol/gaz rezervlerine sahiptir ve bu rezervlerin kontrolünü ele geçirme mücadelesi verilmektedir. İkinci neden de Ortadoğu’nun kapitalist ilişkilere açılması ve kapitalizme entegrasyonunun sağlanmasıdır.

    Ortadoğu, içine kapalı ve dolaşıma girmeyen İslami bir sermayeye ve kapitalizmin ihtiyaçlarına cevap veremeyen tüketim geleneklerine sahiptir. Gelinen düzeyde sermayenin dolaşımının engellenmesi ve pre-kapitalist tüketim alışkanlıklarının sürdürülmesi ise gelişmiş ülkeler bakımından kabul edilecek bir durum değildir. Bundan dolayı Ortadoğu’nun kapitalist ilişkilere açılması, gelişmiş ülkeler ya da emperyalist-kapitalizm açısından bir zorunluluktur.

    Buna karşın Ortadoğu’daki siyasi gelişmelerin üç boyutu vardır. Birincisi Ortadoğu halklarının eşitlik, özgürlük, demokratik hakları genişletme ve bağımsızlık mücadeleleri vardır. İkincisi totaliter devletlerin kendi konumlarını pekiştirme ve devam ettirme mücadelesi vardır. Üçüncüsü ise gelişmiş ülkelerin bölge üzerinde nüfuz alanlarını genişletme mücadeleleri vardır ve bu mücadeleler de birbirlerini etkilemektedir. Gerçi İkinci Dünya savaşından beri Ortadoğu’nun hegemon gücü ABD olup 1991’de Irak’a müdahalesinden beri bu hegemonyasını kısmi reformlar gerçekleştirmek yoluyla daha da pekiştirmek istemiştir. Çünkü Ortadoğu’nun totaliter devletleri, günümüzün kapitalizminin ihtiyaçlarına uygun değillerdir. Bunun için de bu totaliter devletlerde kısmi demokratik reformların yapılmasına ihtiyaç duyulmuştur.

    Bu zannedildiği gibi kolay bir iş değildir. Zira Ortadoğu’nun siyasi yapılanmasının yeniden tanzimi, dünya genelinde emperyalist hiyerarşik dizimi etkilediğinden/etkileyeceğinden, bu ancak ve ancak bir paylaşım mücadelesinin olduğu bir süreçte mümkündür. Zaten Üçüncü Paylaşım Savaşı süreci içinde yaşamaktayız. Elbette bu paylaşımın güç ilişkilerine göre dünyanın yeniden düzenlenmesi olacaktır. Bundandır ki içinden geçtiğimiz süreçte, dünyanın daha fazla bölgesi Üçüncü Paylaşım Savaşı alanına dönüşmektedir. Bu nedenle bir yandan savaşa taraf olan aktörler artmakta diğer yandan rakip güçlere taraf olanların arasında yeniden harmanlaşma olmaktadır. Tam bu sırada ABD, Ortadoğu politikasında taktik düzeyde değişikliğe gitmektedir. Bu gelişmelerden dolayı ABD, İran’la olan kavgalı politikalarını değiştirip yakınlaşma içine girmiştir. Böylelikle Ortadoğu’da Sünni ve Şii mezhebi temelinde bir denge oluşturarak mevcut statükoyu korumak istemektedir.

    ABD’nin bu politik değişime gitmesinin nedeni, rakibi olan Çin’e karşı ekonomik üstünlüğünü koruma ve sürdürme mücadelesidir. Nasıl ki Soğuk Savaş döneminde askeri üstünlüğü ele geçirme mücadelesinde rakibi Sovyet Rusya idiyse, bugün de ekonomik üstünlüğü ele geçirme mücadelesinde rakibi Çin’dir. O dönemde Sovyet Rusya’ya karşı uyguladığı politikanın aynısını şimdi Çin’e uygulamaya girişmiştir. Onun için tüm dikkatini Asya ve Pasifik’e çevirmiş ve Çin’e karşı ekonomik, siyasi ve askeri kuşatma harekâtını başlatmıştır. Günümüzde Asya ve Pasifik’te yaşanan siyasi gerilimin nedeni ABD ile Çin arasında süren ekonomik rekabettir. Bundan böyle ABD’nin politikasının başat gündemi Çin olacağından, ABD Ortadoğu politikasını değiştirmiştir. Bu politikanın yüzü, Ortadoğu’nun mevcut statüsünü değiştirmeye değil, korumaya dönüktür.

    ABD’nin bu politikası, Ortadoğu’daki İsrail, Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Güney Kürdistan ve diğer müttefiklerini tedirgin etmiş ve bu ülkelerin kendi politikalarını yeniden düzenlemeye neden olmuştur. Bundan böyle ABD’nin askeri, siyasi güvencesinden yoksun olarak kendi başlarına sorunlarını çözme durumunda kaldıklarını düşünmüşlerdir. Onun için ABD’nin Ortadoğulu müttefikleri, ABD’nin bu yeni politikasına karşıdırlar. Ancak kendi başlarına açıktan ABD’nin bu politikasına karşı duramazlar. Bununla beraber kendi çıkarlarının takipçisi olarak ABD’nin bu politikasını başarısızlığa uğratmak için arayış içine girmişler ve kendi aralarında ittifak yollarını aramaktadırlar.

    ABD, hem Ortadoğu’nun mevcut statüsünün devamını ve hem de kendi nüfuz alanı içinde olmasına yönelik siyaset üretme gayretindedir. Bu siyasi tutum, içinden geçtiğimiz 3. Paylaşım mücadelesinden ötürü başarıya ulaşamaz. Çünkü ABD’nin bu siyasi tutumunu, ne müttefikleri ve ne de rakipleri kabullenir. Başta Çin ve Rusya olmak üzere rakipleri, ABD’nin kuşatmasını kırmak için savaş alanını genişletmek isterler. Nihayet istemekle kalmadılar, Ukrayna’ya müdahale edilerek Kırım önce bağımsız bir devlete dönüştürüldü ve ardından Rusya’nın bir federe devleti durumuna getirildi. Ukrayna’da iç savaş devam etmekte olup akıbeti meçhuldür.

    Yarın Rus azınlıklarını harekete geçirerek Üç Baltık Devleti olan Estonya, Litvanya ve Letonya’ya müdahale etmeyeceğinin garantisi de yoktur. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlıklarını ilan eden bu ülkeler 2004 yılında Avrupa Birliği’ne, 2005 yılında ise de NATO’ya üye olmuşlardır. Onun için adı geçen ülkelere müdahale edilemez. Evet, Ukrayna ve Ukrayna’ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyeti de ABD ve Rusya’nın garantisi altındaydı. ABD’nin güvencesinden dolayı Ukrayna Kırım’daki nükleer tesislerin sökülmesine izin vermiştir. Bu garanti Ukrayna’nın parçalanmasını önleyememiştir. Zaten anlaşmaların, statülerin geçerli olduğu dönemlerde paylaşım mücadeleleri söz konusu değildir. Paylaşım mücadelelerin olduğu dönemlerde ise, hiçbir anlaşmanın ve statünün garantisi yoktur ve her ülkenin durumunu siyasi/askeri gücü belirler.

    Bundan dolayı ABD’nin rakipleri, Ortadoğu’daki güç dengesini lehlerine dönüştürmek için, çelişkileri derinleştirmeye ve çatışmaları kızıştırmaya yönelik politikalar üretmektedirler. Ortadoğu, yapay sınır çizgilerinin değişebilirliği üzerinde yükselen siyasal ve toplumsal yapısından dolayı her an iç ve dış çatışmalara gebedir. Bu da bu tür politikaların uygulanmasını kolaylaştırmaktadır. Zaten bu yüzden Ortadoğu’nun her ülkesi, mevcut statüsünü ancak totaliter bir rejimle sürdürebilmektedir. Bunun içindir ki Ortadoğu’nun mevcut devletlerinde kısmi düzeyde bile demokratik reformlar yapmak ve yaşatmak mümkün değildir. Nihayet ABD’nin siyasi taktik değişiminden ötürü, oluşan siyasal hegemonya boşluğundan kaynaklanan ve Arap Baharı olarak adlandırılan gelişmelerin yarattığı sonuçlar, totaliter rejimlerin daha da pekişmesine yol açmıştır.

    Gerek tarihsel süreç bakımından, gerek içinden geçtiğimiz süreçteki dünya güç dengeleri dikkate alındığında, Ortadoğu’daki kavgalar ve bu kavgaların akıbeti, her şeyden çok Balkan coğrafyasında yaşanan gelişmelere benzemektedir. Çünkü gelinen yerde ABD, Ortadoğu üzerindeki hegemonyasını Avrupa Birliği (AB) ile paylaşmak zorundadır. Hatta paylaşmak bir yana Ortadoğu’yu AB’nin nüfuz alanı olarak kabul etmek durumundadır.

    ABD’nin politikasının hedefi, enerji kaynaklarını ve yollarını kontrol etmektir. Ancak gelinen yerde ABD, enerji kaynaklarının ve yollarının kontrolünü kaybetmiştir. Örneğin İran, enerji üreticileri olan Latin Amerika ve Afrika’nın birçok ülkesi üzerinde hegemonyasını yitirmiştir. Rakip ülkeler geliştiği oranda AB, Japonya, ABD ve müttefiklerinin sömürü pazarı daralmakta ve ekonomik büyümesi yavaşlamaktadır.

    ABD’nin rakibi olan güçler; İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra ABD sermayesinin çıkarlarına uygun olarak düzenlenen ekonomik kurum ve kurallara karşı alternatif kurum ve kurallar oluşturma arayışına girmişlerdir. Örneğin, 14–16 Temmuz tarihlerinde Brezilya’nın Ceare eyaletinin başkenti olan Fortaleza’da BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika Cumhuriyeti) tarafından gerçekleştirilen zirvede, IMF (Uluslararası Para Fonu) yani Dolar para birimine alternatif olarak parasal Rezerv Fonunu (ağırlıklı olarak Çin) bankasının kurulması kararı alındı.[1]

    BRICS ülkelerin bu teşebbüsünün anlamı, dünya üzerinde ABD’nin para birimi olan Dolar’ın hegemonyasını sonlandırmaktır. Afrika kıtasındaki gelişmeler, yeni bir uluslar arası para fonu bankasının kurulması kararı ve IŞİD ile başlayan Ortadoğu’daki son gelişmelerden de anlaşıldığı gibi, ABD’nin rakiplerine karşı mücadelesinde üstünlüğü ele geçirmek için AB ülkeleriyle ortak çıkarlarda anlaşmak zorundadır. Görüldüğü kadarıyla bu anlaşmanın yolu da Ortadoğu’yu AB’nin nüfuz alanı olarak kabul etmekten geçmektedir.

    AB ülkeleri enerji bakımından Rusya’ya bağımlı olduklarından, Ukrayna olayında ekonomik ve siyasi manada yeteri kadar reaksiyon gösteremediler. AB ülkelerinin bir an önce enerji bakımından Rusya’ya olan bağımlılıktan kurtulmak istedikleri açıktır. AB ülkelerinin enerji kaynaklarını karşılama hususunda en iyi alternatif de Ortadoğu ve özellikle Kürdistan enerji kaynaklarıdır. Onun için Ukrayna olayından sonra AB, ABD’nin Kürdistan politikasını değiştirme doğrultusunda zorlamıştır.

    Tek başına AB ya da AB ile ABD’nin birlikte Ortadoğu’da ticari blok oluşturmaları için Ortadoğu’nun siyasi istikrara kavuşturması gerekiyor. ABD’nin Ortadoğu’ya siyasi istikrar getirme modeli Irak’ta denendi ve bu modelin çözüm olmadığı ve olamayacağı açığa çıktı. ABD modeli, Ortadoğu’daki ezilen ulusların sorununa, egemenlik sorunu olarak değil, demokratik ve kültürel sorun olarak yaklaşmaktadır. Böylelikle ezilen ulusların sorunu bir azınlık sorununa indirgenmekte ve bu da siyasi durumu daha karmaşık ve istikrarsız hale getirmektedir. ABD’nin bu Ortadoğu siyasi projesi, 1991 Körfez Savaşı’ndan beri Güney Kürdistan somutunda açığa çıkmıştır. ABD’nin Kürd ulusal sorunu için çözüm projesi, ulusal siyasal özerklik değil, ulusal kültürel özerkliktir. Bugün Ortadoğu’da ve özellikle Irak ile Güney Kürdistan’da yaşananlar bu siyasi modelin ya da projenin iflası ve çöküşünün resmidir.

    Balkanlar’da uygulanan AB modeli ise, ezilen ulusların sorununun, bir egemenlik sorunu olarak ele alınıp bu doğrultuda çözmeye yönelinmesidir. Bu model sayesinde 19. yüzyıldan beri devam eden çatışmalar ve siyasi istikrarsızlık sonlandırılmış ve Balkanlar da siyasi istikrar sağlanabilmiştir. Zaten içinde yaşadığımız modern dünyada nerede olursa olsun ezilen ulusların sorunu; bir egemenlik sorunudur. Çünkü ezilen ulus sorunu, kültürel ve demokratik sorunu değil, bir egemenlik sorunudur.

    ABD’nin rakiplerine karşı mücadelesinde üstünlüğü ele geçirmek için, AB ile bir cephe oluşturması gerekir. Yalnız kendi başına rakiplerine karşı üstünlüğü ele geçirmesi imkânsız gibi bir şeydir. AB ile ABD’nin bir cephede yer almasının koşulu da, ABD’nin Kuzey Afrika’yı da içerecek şekilde Ortadoğu’nun AB’nin nüfuz alanı olarak kabul etmesidir. AB, Ortadoğu’yu kendisinin bir periferik alanı olarak kabul etmektedir. AB’nin kendini sürdürmek ve daha da geliştirebilmek için, periferik alanı olarak kabul ettiği Ortadoğu’yu nüfuz alanına dönüştürmesine ihtiyacı vardır.

    Bu durumda Ortadoğu’nun siyasi istikrarı, birinci derecede AB’nin sorunu olacaktır. Çünkü AB, Ortadoğu’da ticari bloğunu oluşturması için, Ortadoğu’nun siyasi istikrara kavuşturması gerekir. Ortadoğu’da siyasi istikrarı sağlamak için Balkanlar’da denediği ve başardığı modeli uygulamaya geçirmek durumundadır. Bu da ulusal soruna egemenlik sorunu olarak ve etnik, dinsel azınlıklar soruna da demokratik ve kültürel sorun olarak yaklaşılmasıdır. Bu model, sadece Balkanlar’da uygulanan ve ortaya çıkan bir model değil, Avrupa’nın tarihsel olarak üzerinde yükseldiği modern-devlet ya da ulus-devlet modelidir.

    Bugüne kadar başta ABD olmak üzere diğer gelişmiş ülkeler, Kürd ulusal sorununa bir azınlık sorunu olarak yaklaşmışlardır. Bu nedenle ABD ve diğer gelişmiş ülkeler ile ezen-ulus devletleri Kürdistan’da Kürd ulusuna rağmen hep azınlık siyasi akımlara destek vermişlerdir. Bu azınlık siyasi akımlar aracılığıyla Kürdistan’da ulusal akımların gelişmesini engellemişlerdir. Başta YNK ve PKK olmak üzere ulusal-azınlık akımlar, Kürdistan’ın bağımsızlığının önünü kesmek için elinden geleni yapmaktadırlar. Bugün de Kürdistan’ın güneyinde bağımsızlık referandumunun gündeme gelmesi ve IŞİD’ın Kürdistan’a saldırmasında PKK ile YNK’nin Kürd ulusal hareketine karşı üstlendiği rol, ezen-ulus devletlerin düşmanlığı kadar tehlikeli ve baltalayıcı olmuştur.

    Son gelişmelerde ABD, Kanada, Avustralya ile birlikte AB ve tüm ülkelerinin Kürdistan Federe Devletine askeri ve siyasi yardımı siyasi gündemine alması ve karara bağlaması elbette Kürd ulusu için olumlu bir gelişmedir. Bu durum Kürd ulusal hareketi tarihinde bir ilktir. Aynı zaman da bu durum yukarda belirttiğimiz anlamda AB ile ABD’nin ortak bir zeminde anlaşmasıdır.

    Bugüne kadar Kürdistan’ın bağımsızlığını hedefleyen ulusalcılar ve devrimciler, uluslararası destekten yoksundular. Uluslararası arenada hem sağ, hem sol cenah, Kürdistan’daki ulusal-azınlık siyasi akımları desteklemekteydi. Ancak içinden geçtiğimiz Üçüncü Paylaşım Savaşı’nda uluslararası güç dengesi, Kürdistan’ın bağımsızlığına yol vermektedir. Ne var ki Kürdistan’ın bağımsızlığa kavuşması için, ulusal-demokratik siyaset üzerinde yükselen siyasal öznenin olması gerekir. Mevcut durumda politik-teorik, politik-pratik bütünselliği anlamında bir siyasi öznenin olmadığı açıktır. Kürdistan ulusalcıları ve devrimcilerinin bir siyasi özneye dönüşebilmesi için, bütün güçlerini seferber etmeleri gerekir. Kürdistan federe hükümetinin ve federe devlet başkanı Sayın Mesud Barzani’nin gündeme taşıdığı bağımsızlık referandumu ve IŞİD’a karşı olan mücadelesini bütün olanaklarımızla desteklemek bir ulusal görevdir. Özellikle bağımsızlık referandumunu hep gündeme taşımak ve tartıştırmak gerekir. Aynı şekilde ulusal-azınlık siyasi akımları, Kürd ulusunun nezdinde teşhir etmek ertelenemez bir tarihsel ve ulusal görevdir. İçinde geçtiğimiz Üçüncü Paylaşım Savaşı sürecinde, Kürdistan’da ulusal-azınlık siyasi akımların gerileyeceği, ulusal siyasi akımların yükseleceği zemin daha da yakınlaşmıştır. 09.09. 2014

    [1] Thierry Meyssan, Dengê Azad, Ağustos 2014

    http://www.gelawej.net/index.php/yazarlar/m-emin-arslan/925-balkanlasan-ortadogu-ve-kuerdistan-sorunu

  13. İstihbarat Savaşları ve “Dost Ülke” Yalanı
    Utku Kızılok

    Emperyalist-kapitalist hegemonya mücadelesi kızıştıkça, istihbarat savaşları da kızışıyor. Ekim 2013’te ABD’nin Almanya başbakanı Merkel’i uzun süre dinlediği ifşa edilmişti. Geçtiğimiz Ağustos ayında ise, Alman Der Spiegel dergisi Almanya’nın Türkiye’yi dinlediğini ve gizli devlet bilgilerini elde ettiğini açıkladı. Böylece Türkiye’nin, ABD ve İngiltere’den sonra Almanya tarafından da dinlendiği açığa çıkmış oldu. İstihbarat amaçlı yapılan bu dinlemeler, çeşitli nedenlerden ötürü ifşa edilmiş olanlar yalnızca. Gerçekte tüm emperyalist-kapitalist devletler; ekonomik, askeri, teknolojik ve siyasi güçleri ölçüsünde birbirlerini dinliyor ya da bu doğrultuda çaba harcıyorlar.

    Meselâ ABD, Rusya, Çin, Almanya, İngiltere ve Fransa gibi emperyalist güçlerin birbirlerini dinlemek için her yola başvurdukları ve özellikle de emperyalist hegemonya mücadelesinin yoğunlaştığı Asya, Afrika ve Ortadoğu’daki ülkeleri dinledikleri bir sır değil. Bu noktada ABD’nin elinin bir hayli uzun olduğunu, Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA) aracılığıyla son derece gelişmiş bir teknolojiyle söz konusu dinlemeleri yaptığını belirtmek lazım. Ancak yalnızca büyük emperyalist ülkelerin istihbarat servisleri dinleme yapmıyor; Türkiye, Hindistan, Brezilya veya İran gibi güçlerin kendi bölgelerindeki ülkeleri dinlediklerini veya bu doğrultuda çalıştıklarını da belirtmek gerekiyor. Emperyalist-kapitalist güçler birbirlerini dinlemek için yeni yöntemler geliştirirken, aynı zamanda kendi istihbarat ajanlarını karşı tarafın istihbarat servislerinin içine sokarak doğrudan bilgi toplama yoluna da gidiyorlar. Üstelik bu yeni bir olgu da değil. Büyük devletler ve imparatorluklar kurulduğundan bu yana, egemenler, rakiplerinin zaaflarını ve gizli bilgilerini öğrenmek ve onları ekonomik ve askeri açıdan alt edebilmek için kendi ajanlarını devreye sokmakta ve bu yönde çalışan devasa örgütler yaratmaktadırlar.

    İstihbarat savaşları, kapitalizmin emperyalizm döneminde, bilhassa bilgisayar, internet ve uydu teknolojisinin geliştiği günümüzde yepyeni bir boyut kazanmış durumda. Örneğin ABD’nin Merkel’i cep telefonundan dinlemesi, bu gerçeğin bir ifadesidir. Günümüzde, söz konusu teknolojik imkânlarla dünyanın dört bir tarafı dinlenebilmektedir. Bilgisayar teknolojisinin ilerlemesiyle, TV’lerden buzdolaplarına kadar “akıllı cihazlar”ın bile dinlemelerde kullanıldığı dile getirilmektedir.

    Kapitalizm bir dünya ekonomisi ve dünya pazarı yaratmış, dolayısıyla pazar ve yatırım alanları üzerinde kıran kırana bir rekabeti ve emperyalist savaşları da beraberinde getirmiştir. Pazar ve yatırım alanları üzerinde hâkimiyet kurmak isteyen emperyalist-kapitalist güçler, bir taraftan kitle imha silahları geliştirip askeri olarak kendilerini güçlendirirken, öte taraftan istihbarat servisleri aracılığıyla rakipleri hakkında askeri, ekonomik ve siyasi bilgiler elde etmeye ve böylece onların karşısında güçlü bir pozisyon kazanarak amaçlarını gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Meselâ ABD ya da diğer emperyalist güçler, herhangi bir ülkeyi dinleyerek ya da ajanları aracılığıyla gizli bilgileri ele geçirdiklerinde, dinlenen ülkeyi askeri ve ekonomik açıdan sarsmaktan ya da bu noktalarda önünü kesmekten tutun da, iç siyasete müdahaleye ve şantaj yapmaya kadar çeşitli biçimlerde kullanmaktadırlar. Keza istihbarat örgütleri aracılığıyla nüfuz alanlarında pek çok provokasyon ve sabotajlara girişmekte, etnik ya da dinsel görünümlü iç savaşları kışkırtarak kendi siyasetlerini ve dolayısıyla kendi çıkarlarını egemen kılmaya çalışmaktadırlar. Tüm bu süreçlerde dinlemelerin ve güçlü istihbarat örgütlerinin rolü çok büyüktür. Hiç kuşku yok ki bir ülkenin istihbarat örgütünün gücü ile (bu aynı zamanda o ülkenin ekonomik ve askeri açıdan da güçlü olduğu anlamına gelir) dünyadaki siyasi gücü arasında doğrudan ilişki vardır.

    İstihbarat, emperyalist-kapitalist güçler arasındaki rekabet ve mücadelenin en temel ayaklarından birini oluşturur. Bu nedenle istihbarat servislerinin karşılıklı olarak birbiriyle mücadelesini ifade etmek için kullanılan “istihbarat savaşları”, emperyalist kapışmanın bir başka biçimde kendini dışa vurmasıdır. İstihbarat servislerinin üstlendiği rol o denli önemlidir ki, meselâ iki kutuplu dünyada SSCB ile ABD’nin başını çektiği ve adına “soğuk savaş” denen mücadelede, istihbarat servisleri cephenin en önünde savaşıyorlardı. Her iki taraf da muazzam paralar yatırıp bu yönde altyapı tesisleri inşa ederek ve devasa istihbarat aygıtları örgütleyerek, karşılıklı olarak birbirlerinin askeri ve ticari bilgilerini ele geçirmeye, karşı tarafın içine yerleştirdikleri ajanları aracılığıyla çeşitli sabotajlar yaparak birbirlerini yıpratmaya ve geriletmeye çalışıyorlardı. Meselâ ABD istihbarat servisi CIA ve NATO öncülüğünde örgütlenen Gladyo türü kontrgerilla örgütlenmeleri de bu “soğuk savaş” sürecinin bir parçasıydı ve hedefi SSCB’nin etkisini güçlendirecek sosyalist hareketlerin yükselmesinin önüne geçmekti. Bu tür örgütlerin sabotaj ve provokasyonlarla toplumu nasıl baskı altına almaya, işçi hareketini ve sosyalist hareketi nasıl bastırmaya çalıştığını Türkiye’den çok iyi biliyoruz.

    SSCB çöktükten sonra, burjuvazi öncülüğünde başlatılan ideolojik propagandanın bir yönü, “soğuk savaş”ın bittiği, kapitalizmin artık savaşlar üretmeyeceği ve dolayısıyla eskisi gibi istihbarat savaşlarının da olmayacağıydı. Kapitalizmin savaşlar üretmeyeceği kocaman bir yalandı, ama “soğuk savaş”ın bittiği doğruydu. Zira tüm dünyayı pençesine alan ve çeşitli biçimlerde yürütülen sıcak emperyalist savaşlar dönemi başlıyordu. SSCB’nin çökmesiyle birlikte muazzam topraklar kapitalist dünyaya eklendi ve ortaya devasa pazar ve yatırım alanlarının yanı sıra enerji yatakları çıktı. Bu durum, kapitalizmin içine yuvarlandığı tarihsel krizle de birleşerek emperyalist güçler arasındaki hegemonya savaşını alabildiğine kızıştırdı. Bugün Ortadoğu başta olmak üzere Güney Asya, Kafkasya, Kuzey ve Orta Afrika’da emperyalist-kapitalist güçlerin nüfuz mücadelesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan savaşlar sürüp gitmektedir. Özetle her açıdan kapitalist sistem bir istikrarsızlık ve kriz sürecinden geçmektedir. Bu istikrarsızlık ve kriz süreci, kendi doğasına uygun olarak gericileşme ve çürümeyi de beraberinde getirmektedir. Nitekim emperyalist-kapitalist güçler bir taraftan devrimci işçi hareketinin yükselmesine ve düzeni tehdit etmesine karşı tüm toplumun dinlenmesi ve kontrol altında tutulması dâhil olmak üzere polis devleti uygulamalarını devreye sokarken, öte taraftan da emperyalist hegemonya kavgasında kendi önlerini açmak amacıyla istihbarat servislerini güçlendiriyor ve bu alanda hamleler yapıyorlar.

    İşte ABD’nin Almanya’yı; İngiltere, Almanya ve ABD’nin Türkiye’yi dinlemesinin arkasında böylesi bir süreç yatmaktadır. Esasında bu ülkelerin tamamı rakipleri tarafından dinlendiklerini bal gibi de bilmektedirler. Dinlemeler ifşa edildikten sonra, meselâ Merkel’in ABD, Türkiye’nin ise Alman yetkililerine “dost ülkeler birbirlerini dinler mi?” yönündeki sitemi anlamsız, daha çok da diplomatik ve kamuoyuna yönelik bir mesajdır. Amaç karşı taraf üzerinde baskı yaratmaktır. Kapitalizm sermayenin acımasız rekabeti üzerinde yükselmektedir ve bu düzen altında “dost ülke” söylemi yalandan ibarettir. Nitekim ABD’ye dost siteminde bulunan Alman egemenlerin, aynı dost sitem Türkiye’den gelince –Türkiye’yi dişine göre görmekten ve onu kamuoyu önünde hırpalamak istemekten kaynaklı olarak– “ne dostu canım, biz yalnızca müttefikiz” demeye getirmeleri bu gerçeği gözler önüne seriyor. Şunu da belirtmek lazım ki, bu dinlemeler durup dururken ifşa edilmemiştir. Aslında bu dinleme bilgisinin kamuoyuna sızdırılması da sürüp giden istihbarat savaşlarının kendini dışa vurmasıdır. Türkiye’nin Almanya tarafından dinlendiğinin ifşa edilmesinin arkasında ABD’nin olduğu ve bu iki ülke arasında aynı zamanda bir istihbarat savaşının yürüyüp gittiği söylenmektedir ki, bu gayet muhtemeldir. Böylece ABD, Almanya’nın Türkiye gibi önemli bir ülkeyi dinlediğini sızdırarak sadece kendisinin dinleme yapmadığını, dinlenmekten yakınan Almanya’nın da başkalarını dinlediğini ifşa ederek karşı tarafı sıkıştırmaktadır.

    Türkiye’nin dinlenmesi ise elbette tesadüf değildir. Oldukça önemli bir coğrafyada yer alan Türkiye, bilhassa son dört beş yıl içinde Ortadoğu’da, geçmişe nazaran daha fazla dikkate alınan bir ülke haline gelmiştir. Alt-emperyalist bir konuma yükselen Türkiye, AKP eliyle oluşturulan bir emperyalist siyaset izlemektedir. Son derece hırslı ve yeni yetme telâşıyla hareket eden AKP hükümeti yönetimindeki TC, kendi emperyalist siyasetini hayata geçirmek amacıyla Suriye’deki iç savaşı açıktan kışkırtıp bunun bir parçası olurken, aynı zamanda Ortadoğu’da Sünni eksenli bir çizgi geliştirmeye girişmiş ve bilindiği üzere El-Nusra ve IŞİD türü katliamcı radikal İslamcı örgütleri desteklemekten de geri durmamıştır. Mısır, Suriye, Irak ve tüm Ortadoğu’da olup bitenler noktasında Türkiye ile ABD ve Avrupalı emperyalist güçler arasında çok ciddi görüş farklılıkları ve sorunlar çıktığı herkesin malûmudur. İşte tüm bunlardan dolayı Türkiye, doğal olarak tüm emperyalist güçlerin ilgi odağı haline gelmekte ve belki de geçmişe nazaran daha fazla gözetim altında tutulmaktadır. Almanya dâhil diğer emperyalist güçler, gayet tabii olarak Türkiye veya başka yeni yetme emperyalistlerin ortaya çıkarak kendilerine ortak olmasını istemezler. Nitekim son süreçte Batılı emperyalist güçlerin yoğun bir şekilde AKP’nin üzerine giderek Türkiye’yi sıkıştırmaları da bu gerçeğin ifadesidir. Öyle ki Alman gazeteleri Türkiye’nin gizlice atom bombası ürettiğini bile yazmaktadırlar. Bu sıkıştırma, hem Türkiye’nin hırslı emperyalist politikasına dizgin vurmak hem de onu kendi çizdikleri çerçeve içinde rol almaya zorlamaya dönüktür.

    Almanya’nın Türkiye’yi dinlediği ifşa edildikten sonra AKP’nin sergilediği tutum da dikkat çekicidir. Hükümet sözcüleri, birkaç “sert” içerikli açıklamanın dışında meseleyi kapatma yönünde hareket ettiler. Hatta İçişleri Bakanı Efkan Alâ, Almanya’nın Türkiye’yi dinlemesinin normal olduğunu bile söyledi. Kuşkusuz Bakan, bu sözleriyle Türkiye’nin önemini vurgulamak istiyordu. Gerçek olan şudur ki, AKP bu dinleme meselesinin kamuoyunda çok tartışılmamasını ve bir an önce kapatılmasını istemiştir. Zira AKP hükümeti, Alman gizli servisinin dinlemelerle hangi bilgileri elde ettiğini çok iyi bilmektedir. Meselâ söz konusu bu bilgilerin içinde bir dolu yolsuzluk ve rüşvet ilişkisinin olduğu da kuvvetle muhtemeldir. Dolayısıyla AKP gizli çamaşırları ortalığa saçılmadan meseleyi kapatırken, muhtemelen kapalı kapılar arkasında Almanya ile pazarlıklara girişmiştir.

    Hatırlanacağı üzere, benzeri dinlemeler sonucunda elde edilen AKP’nin yolsuzluk ve rüşvet ilişkileri 17 Aralık 2013’teki yolsuzluk operasyonuyla ortalığa saçılmıştı. AKP ve Gülen Cemaatinin tutuştuğu iktidar kavgasında Cemaat, rüşvet ve yolsuzluk ilişkilerini açığa saçarak AKP’ye ve Erdoğan’a ağır bir darbe vurmak istemişti. Polis ve yargının yürüttüğü bu operasyondaki gizli bilgilerin ve konuşmaların, CIA gibi istihbarat servisleri olmadan kolayına elde edilemeyeceği çok açtıktır. AKP’ye ve Erdoğan’a ayar vermek isteyen ABD ve Batılı emperyalist güçlerin istihbarat servislerinin dinleme yoluyla elde ettikleri bilgileri Gülen Cemaatinin devlet içindeki yapılanmasına aktardıkları, birlikte iş tuttukları ve operasyonla amaçlarına ulaşmak istedikleri kuvvetle muhtemeldir. Aslında bunun böyle olduğunu AKP çok iyi bilmektedir. Zira 2007’den sonra AKP’nin, askeri-sivil Kemalist bürokrasinin gücünü kırmak amacıyla başlattığı Ergenekon operasyonlarında kullandığı gizli bilgilerin önemli bir kısmı da hiç kuşku yok ki CIA’nin Türkiye içindeki dinlemeleriyle elde edilmişti. O gün kendi çıkarları gereği AKP bu dinlemeleri kullanmaktan geri durmamıştı.

    Kapitalizmin doğası bu: Emperyalist-kapitalist güçler olanakları dâhilinde birbirlerini dinlerken, aynı zamanda toplumu da kontrol altında tutmaya çalışıyorlar. Çoğu kapitalist devlet belki rakiplerini dinleyemiyor, ama içeride toplumu dinlemekten ve baskı araçlarını geliştirmekten geri durmuyor. Meselâ AKP hükümeti, hem emperyalist emellerinin bir gereği olarak hem de içeride mutlak bir iktidar kurmak amacıyla asker ve polis merkezli istihbarat birimlerini dağıtıp onları MİT’e bağlarken, bir taraftan da tüm internet trafiğini kontrol altında tutmak üzere adım atmıştır. Geçtiğimiz günlerde yürürlüğe giren torba yasa kapsamında yer alan bir yasayla, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na (TİB) özel yetkiler verilmiştir. Buna göre TİB’in, internet üzerinde hangi kullanıcının hangi adresi ziyaret ettiği, hangi kişi ile ne zaman ve ne kadar süreyle iletişim kurduğu yönündeki önemli bilgilere ulaşmasının önündeki “mahkeme kararı” şartı kaldırılmıştır. Şubatta yapılan değişiklikle internet kullanıcılarının trafik bilgilerinin 6 aydan 2 yıla kadar erişim sağlayıcıları tarafından saklanması zorunluluğu getirilmişti. Bu bilgiler ancak bir suç soruşturması veya kovuşturması kapsamında mahkemelerce talep edildiği zaman, TİB tarafından erişim sağlayıcıdan alınarak mahkemeye sunulmaktaydı. Ancak son yasayla bu madde değiştirildi ve artık internet kullanıcılarının bilgilerini TİB tutacak. Hâkim tarafından karar verilmesi halinde ise ilgili kurumlara verilecek. Böylece AKP hükümeti, TİB eliyle istediği kişileri (ve aslında toplumu) internet ortamında istediği gibi izleyerek bilgilerini anti-demokratik bir şekilde kayıt altına alma olanağına kavuşmuştur. TİB kanalıyla mahkemeler devre dışına çıkartılmakta ve hükümetin hoşuna gitmeyen yayınlar yapan internet sitelerine anında müdahale edilmesi mümkün hale gelmektedir.

    Kapitalist krizin derinleştiği ve emperyalist savaşın yaygınlaştığı günümüz istikrarsızlık koşullarında, burjuva devletler düzenin bekası için her yönden baskı araçlarını geliştiriyorlar. Anti-demokratik yasaların devreye sokulması, toplumun gözetlenmesi, devletin elinde tuttuğu şiddet araçlarının kuvvetlendirilmesi gibi polis devleti uygulamaları uzun süredir yürürlüktedir. Kapitalist istikrarsızlığın derinleştirdiği emperyalist çürüme ve gericileşme koşullarında burjuva demokrasisi sapır sapır dökülmektedir. Sistem her yönüyle çürürken, burjuvazi, sömürü düzenini sürdürmek amacıyla elde avuçta kalan tüm özgürlükleri ortadan kaldırmak ve toplumsal hayatı yarı açık cezaevine dönüştürmek istemektedir. Elbette insanlık kapitalizme, çürümeye ve bu yarı açık cezaevine mahkûm değil. Bunun için insanlığın ilerleyişinin önündeki kapitalizm engelini kaldırmak yeterlidir.

    http://marksisttutum.org/istihbarat_savaslari_ve_dost_ulke_yalani.htm

  14. G20 Zirvesi ve Kızışan Emperyalist Kapışma

    Zeynep Güneş

    29 Kasım 2014

    Son süreçte neredeyse her gün dünyanın şu ya da bu bölgesinden bir halk hareketi haberinin gelmesi tesadüf değildir. Açlıkla, yoksullukla, işsizlikle, güvencesizlikle, savaşlarla, faşizan baskılarla karşı karşıya kalma dozları her geçen gün daha da artan emekçi kitlelerin onyıllardır birikmiş öfkesi patlamalı bir şekilde dışa vuruyor. Bu öfke bilinçli ve örgütlü bir sınıf tepkisine dönüştüğünde, işte o zaman kapitalizm tarihe karışacak.

    Üye ülkelerin devlet başkanlarına ek olarak küresel finans tekellerinin temsilcilerinin de katıldığı G20[1] zirvesi, 15-16 Kasım tarihlerinde Avustralya’nın Brisbane kentinde yapıldı. Zirve öncesinde Avustralya başbakanı Tony Abbott, bunun “Avustralya’da gerçekleşen gelmiş geçmiş en önemli toplantı” olduğunu söylüyordu. Bu aynı zamanda Abbott hükümetinin protestocuları engellemek için Avustralya’nın gelmiş geçmiş en yoğun polisiye önlemlerini alacağı anlamına geliyordu ve öyle de oldu. Zirvenin yapılacağı kongre merkezinin çevresini yaya ve araç trafiğine kapatan, binaları keskin nişancılarla donatan hükümet, protestoculara göz açtırmamak için polisi ve orduyu seferber etti.

    Bu tür toplantıların tümünde olduğu gibi bu zirvede de, sermayenin önünü açmak ve kapitalizmi içinde bulunduğu tıkanıklıktan kurtarmak için neler yapılması gerektiğinden söz edildi. Zirve, büyüme beklentilerine yönelik boş sözlerin ve temennilerin yer aldığı bir bildirgeyle sona erdi. Ekonomik büyümeyi hızlandırma ve 2018’e kadar %2,1’lik bir büyüme oranına ulaşma hedefinin yer aldığı sonuç bildirgesinde, neoliberalizmin mottoları, “halkın yaşam standardını yükseltmeliyiz, daha çok iş yaratmalıyız, çevreyi korumalıyız” türünden bildik soslarla harmanlanıp servis edildi. Açık açık “işçi sınıfına yönelik saldırıları daha da arttırmamız gerekiyor” diyemeyen egemenler, bu niyetlerini “büyümeyi ve özel sektörün etkinliğini arttırmak için yapısal reformlar yapmak” türünden ifadelerle dile getirdiler.

    Zirveye, 1 Aralıktan itibaren G20 dönem başkanlığını üstlenecek olan Türkiye’yi temsilen katılan Davutoğlu ise, yoksul ülkeleri gözeten bir politikanın hayata geçmesi için çalışacaklarını ve onların temsilcisi olacaklarını söyleyerek prim toplamaya çalıştı. Bildik yaveleri yineleyip, kapitalist ekonominin yüz yüze bulunduğu sorunları aşmakta küçük ve orta ölçekli işletmelerin desteklenmesinin büyük önem taşıdığından dem vurdu. Benzer vurguları emperyalist tekellerin sözcüsü olan diğer liderlerin de yapması ve bunun sonuç bildirgesinde yer alması, bu tür toplantıların içeriğine, alınan kararların niteliğine, inandırıcılığına dair yeterince ipucu veriyor aslında. Davutoğlu’nun söyledikleri de işte o kadar inandırıcıydı. Ama en “inandırıcı” sözleri “yolsuzlukla mücadele” konusunda sarf ettikleri olsa gerek. Yolsuzlukları ayyuka çıkmış bir hükümetin başbakanı olan Davutoğlu, yolsuzlukla mücadelenin öneminden dem vurup, dünya halklarına müjdeyi verdi: “Yolsuzlukla mücadele önemli konulardan biri. Birçok ülkede kalkınmanın önündeki en büyük engellerden biri yolsuzluk olarak ortaya çıktı. Türkiye’nin dönem başkanlığında bu konuya da eğileceğiz.”

    Ekonomik kriz ve emperyalist savaş sarmalı

    Ekonomi gündemiyle toplanmasına rağmen zirveye asıl damgasını vuran ise, Batılı emperyalist güçlerin Ukrayna krizi üzerinden Rusya’yı tecrit etme girişimleri oldu. ABD, İngiltere, Kanada ve Avustralya devlet başkanları Rusya’ya yüklenerek onu yaptırımları arttırmakla tehdit ettiler ve Putin’e karşı soğuk rüzgârlar estirdiler. Avustralya’ya savaş gemileriyle gelen Putin ise ikinci günün sabahında zirveden ayrıldı.

    Bu gerginlik aslında derinleşen ekonomik kriz ve yayılan emperyalist paylaşım savaşının doğal bir sonucudur ve yaşanan süreç Elif Çağlı’nın 2007 yılında yaptığı “üçüncü dünya savaşı” tespitinin isabetine işaret etmektedir:

    “Küreselleşen kapitalizm altında rakip emperyalist güçler arasındaki hegemonya savaşları, alan olarak bölgesel görünseler bile içerik olarak bir dünya savaşı niteliği kazanıyor. Günümüz dünyasına damgasını vuran gelişmeler tam da bu yöndedir. Kapitalizmin pek çok yönden artık bir sistem krizi boyutlarına varan dengesiz durumuna, ABD, AB, Rusya, Çin gibi büyük güçler arasında kızışan ve geleceği belirsiz hegemonya mücadelesi eşlik etmektedir. (…) Vaktiyle büyük emperyalist savaş cehenneminin alevleri Avrupa ülkelerini yaladığında bu dönemler Birinci ve İkinci Dünya Savaşı olarak adlandırılmıştı. Günümüzde ise emperyalist güçler kozlarını nüfuz alanları paylaşımına konu olan bölgeleri cayır cayır yakarak paylaşıyorlar. Üçüncü Dünya Savaşı başlamıştır ve şimdilik işte bu biçimde yürümektedir. Yarın bu savaş alanının ne şekilde genişleyeceği konusunda fal açamayız. Ama bilinen bir gerçek var ki, dönemin yükselen emperyalist güçleri Rusya ve Çin de paylaşım bölgelerindeki çatışmalara giderek daha çok müdahil olacaklardır. Hegemonya için yarışan güçler arasındaki çekişmeler, yeni emperyalist blokların oluşumunu ve bu bloklar arasında dozu yükselen çatışmaları gündeme getirecektir.”[2]

    Bu tespitler, aradan geçen yedi yılda fazlasıyla doğrulanmıştır. Ekonomik krizin derinleşmesi ve emperyalist paylaşım savaşının kızışması çelişkileri alabildiğine keskinleştirirken, emperyalist kutupların netleşmesini ve tahkimatını da beraberinde getirmektedir. SSCB’nin çöküşünü takiben yaşadığı gerileme ve durgunluk sürecini geride bırakan Rusya, son yıllarda emperyalist bir güç olarak çok daha aktif biçimde sahne almaya başlamıştır. Ortadoğu’da İran ve Suriye’nin arkasında durmakta, Ukrayna’yı Avrupa’ya kaptırmamak için savaşı dahi göze alan sert bir politika izlemektedir. Özellikle Afrika’daki sessiz ve derinden ilerleyişiyle Çin de giderek çok daha belirgin bir şekilde öne çıkmakta ve Batı emperyalizminin karşıt kutbunda yer almaktadır. ABD’nin Asya-Pasifik’e yönelik planları da Batı emperyalizmiyle Çin’i karşı karşıya getirmekte ve kutupları keskinleştirmektedir.

    Daha önceki iki dünya savaşının da gösterdiği gibi, böylesi bir büyük paylaşım savaşında hiçbir emperyalist gücün tarafsız kalması mümkün değildir. Şimdiye dek askeri alanda öne çıkmayan Kanada gibi emperyalist devletlerin saldırgan bir pozisyona geçmeleri de bu gerçekliğin bir ifadesidir. G20 zirvesinde Ukrayna konusunda Putin’e sert tepki gösteren Kanada başbakanı Harper’ın, Asya-Pasifik bölgesinde ABD’yle gizli bir askeri işbirliği anlaşması imzalaması, Kanada’nın bu bölgede askeri üsler kurmaya çalışması, Ortadoğu’da yürüyen savaşa ABD öncülüğündeki “koalisyon” güçlerine savaş uçaklarıyla katılıp aktif bir şekilde dahil olması, bu saldırgan politikanın örneklerindendir.

    Bütün bunlar, emperyalist savaşın ilerleyen aşamalarının yeni cepheleri de içine alarak şiddetleneceğinin sinyallerini veriyor. ABD’nin 2020 yılına kadar deniz ve hava kuvvetlerinin %60’ını Asya-Pasifik’e kaydıracak olması, Rusya’nın aynı bölgeye yönelik planları ve dünyanın en büyük ikinci ekonomik gücü olan Çin’in konumu, önümüzdeki süreçte bu bölgede suların daha da ısınacağını gösteriyor.

    Emperyalist paylaşım savaşını bu ölçüde kızıştıran temel neden kuşkusuz burjuvazinin bir türlü üstesinden gelemediği derin ekonomik krizdir. Krizin şiddetinin önemli göstergelerinden biri de dünya ticaretinin artış hızındaki çarpıcı düşüştür. IMF ve Dünya Bankası ekonomistleri, yaptıkları çalışmada, dünya ticaretinin son 40 yıldır ilk kez dünya ekonomisinden daha yavaş büyüdüğüne dikkat çekiyorlar.[3] Bu çalışmada, 1987-2007 yılları arasında dünya ticaretinin artış hızı ortalaması %7,1 iken, bunun 2012 ve 2013 yıllarında %3’ün altında kaldığı görülüyor. Ekonomistler bu yavaşlamanın döngüsel değil yapısal ve kalıcı olduğu sonucuna çıkıyorlar ki, bu da aslında Elif Çağlı’nın kapitalizmin içinde bulunduğu krizin döngüsel değil tarihsel bir kriz olduğu ve kolayına aşılamayacağı tespitleriyle bütünüyle uyumludur:

    “Kapitalizm insanlık tarihinin yeni milenyumuna, derinliği, şiddeti ve yaratacağı sonuçları önceden tam kestirilemeyen sarsıcı bir sistem kriziyle giriş yaptı. Bu kriz, emperyalist kapitalizmin periyodik bunalımlarının çok ötesindedir. Yaşanmakta olan, tekelci ilişkilere eşlik ettiği bilinen durgunluk eğilimini derinleştirip neredeyse kalıcılaştıran boyutta bir yapısal krizdir. Böylece içinden geçtiğimiz dönem, büyük güçlerin kozlarını yeniden paylaşmak üzere kıran kırana rekabete sürüklendikleri bir tarihsel kesit olarak belirginleşiyor. Bu kesit bazı açılardan Birinci Dünya Savaşı konjonktürünü hatırlatıyor. Ama aslında o dönemdekinden daha da derin bir sistem krizi yaşanmaktadır.”[4]

    Yaşanan kriz, emekçi kitlelerin kapitalizme duydukları tepkiyi de körüklemektedir. Economist dergisinde geçtiğimiz günlerde, “Neden giderek daha fazla insan kapitalizmi sevmiyor” cümlesiyle başlayan bir makale yayınlandı. Makalede, 2013’te yapılan bir araştırmanın, “kapitalizmin ruhani vatanı” Amerika’da bile insanların sadece %54’ünün bu terime pozitif baktığını, bu oranın Yunanistan, Japonya ve İspanya’da %50’nin altına indiğini gösterdiği ifade ediliyor. Araştırmanın 2008 krizinden bu yana kapitalizmin belirgin bir “itibar kaybı”na uğradığını gösterdiği belirtiliyor. Economist’in “itibar kaybı” gibi yumuşak ifadelerle etkisini azaltmaya çalıştığı olgu, gerçekte çok daha sert şekillerde, dünyanın dört bir tarafında son birkaç yılda yaşanan toplumsal patlamalarla kendini göstermektedir. Latin Amerika ülkelerindeki kitlesel ayaklanmalar, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan isyanlar, Avrupa’da yükselen işçi hareketi, ABD’de çoğunluğu siyah emekçilerin polis terörüne tepki şeklinde kendini gösteren ve birbiri peşi sıra yükselen isyanları, son dönemde Batı Afrika’da (Burkino Faso, Togo, Gabon, Fildişi Sahili) yaşanan ve hükümetleri sarsan başkaldırılar bunun tipik ifadesidir.

    Üstelik tüm bunlar daha başlangıçtır. Son süreçte neredeyse her gün dünyanın şu ya da bu bölgesinden bir halk hareketi haberinin gelmesi tesadüf değildir. Açlıkla, yoksullukla, işsizlikle, güvencesizlikle, savaşlarla, faşizan baskılarla karşı karşıya kalma dozları her geçen gün daha da artan emekçi kitlelerin onyıllardır birikmiş öfkesi patlamalı bir şekilde dışa vuruyor. Bu öfke bilinçli ve örgütlü bir sınıf tepkisine dönüştüğünde, işte o zaman kapitalizm tarihe karışacak. Asalakların gasp ettiği tüm zenginlik, onları üretenlerin, yani gerçek sahiplerinin olacak. Üreten aynı zamanda yönetecek de. Ve o zaman, kapitalizmle birlikte savaşlar, krizler, eşitsizlik, adaletsizlik gibi tüm insanlıkdışı sonuçları da son bulacak.

    [1] Dünyanın en gelişmiş ekonomileri arasında yer alan 19 ülke (ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya, Kanada, Avustralya, Brezilya, Arjantin, Hindistan, Çin, Türkiye, Endonezya, Meksika, Suudi Arabistan, Güney Afrika, Güney Kore) ile Avrupa Birliği Komisyonu’nun oluşturduğu bir ekonomik birlik olan G20, dünya ekonomisinin %85’ini, küresel ticaretin ise %75’ini elinde tutuyor.

    Bu oluşum, 1999’da Asya’da yaşanan ekonomik krizin ardından şekillenmişti. Düzenlenen yıllık toplantılar 2008’e kadar ekonomi kurmaylarının katılımıyla gerçekleşirken, 2008’de patlak veren ekonomik krizin büyüklüğüne paralel olarak, devlet temsilcilerinin mevkileri de yükseldi ve maliye bakanları ve merkez bankası başkanlarının yer aldığı temsil heyetinin yerini devlet ve hükümet başkanları aldı.

    [2] Elif Çağlı, Çürüyen Kapitalizm, Kasım 2007, http://www.marksist.com

    [3] http://t24.com.tr/yazarlar/vedat-ozdan/40-yildir-ilke-kez-dunya-ticareti

    [4] Elif Çağlı, Küreselleşme, Mart 2006, Tarih Bilinci Yay.

    http://marksist.net/zeynep-gunes/g20-zirvesi-ve-kizisan-emperyalist-kapisma.htm

  15. Araplar Yemen’e karşı Suriye ve Irak’ı İran’a mı terk etti?
    Resul Tosun

    Suudi Arabistan’da yaşananlar bölgedeki dengeleri de değiştirmişe benziyor. Körfez ülkelerinin ağabeyi ve oyun kurucusu olan Suudiler Mısır’da darbecileri açıktan desteklemiş, Yemen’deki darbeye de sessiz kalmışlardı.

    Yeni Kral Selman b. Abdulaziz bu politikayı terk ederek meşruiyeti destekler yeni bir vaziyet alıyor gibi görünüyor.

    Önceki kralın akıl hocası olan Tüveyciri ve kadrosu uzaklaştırılınca dindarlar rahat bir nefes alır gibi oldular.

    Yeni kral darbecilere karşı daha mesafeli bir politika izliyor görüntüsü veriyor.

    ***

    İhvan korkusuyla Yemen’i İran yanlısı Husilere terk eden petrol ülkeleri bu kez Yemen’i kurtarma hamlesi yaptılar.

    Bilindiği üzere İran yanlısı Husiler Yemen’in başkenti San’a’yı işgal etmişler, hükümet müesseselerine el koymuşlar ve çok açık bir darbe yapmışlardı.

    Bunun üzerine cumhurbaşkanı ve başbakan istifa etmişti. Husiler geçici konsey oluşturmuşlar ve bir geçiş dönemi ilan etmişlerdi.

    Dünya bu darbeye de seyirci kalmıştı.

    Bütün bu gelişmeler Suudi Arabistan’ın eski kıralı hayattayken vuku bulmuştu.

    Yeni kralla birlikte dengeler hızlı bir şekilde değişti!

    ***

    Önce geçen hafta Cumartesi günü görevinden istifa eden Cumhurbaşkanı Hadi bir şekilde gözaltındaki evinden kurtularak Güney Yemen’in merkezi olan Aden’e geçti.

    Burada siyasi parti temsilcileriyle görüştükten sonra istifasını geri çekti.

    Körfez ülkelerinin büyük elçileri Hadi’yi ziyaret ederek destek verdiler.

    Hemen akabinde Suudi Arabistan’ın başını çektiği 6 petrol üreten ülkeden oluşan Körfez Yardımlaşma Konseyi Genel Sekreteri Abdulatif Zeyyani de Hadi’yi ziyaret ederek meşruiyetinin devam ettiğini, körfez ülkelerinin kendisini desteklediğini ve Husileri kesinlikle reddettiklerini açıkladı.

    Körfez ülkeleri San’a’da kapattıkları sefaretlerini Aden’de açarak meşruiyeti destekleyeceklerini deklare ettiler.

    ***

    BM Güvenlik Konseyi de geçtiğimiz Salı günü Hadi’nin meşruiyetinin devam ettiğini içeren bir karar yayınladı. İttifakla alınan kararda, Hadi’nin meşru cumhurbaşkanı olduğunu, Husiler de dahil tarafların barışçı görüşmelerle başlaması gerektiğini, Husilerin başbakan ve bakanları serbest bırakması ve San’a işgalini sona erdirmesi hususları açıkça yer aldı.

    Böylece Yemen’deki belirsizlik sona ermiş oldu.

    Husiler her ne kadar Hadi’nin meşruiyetini kabul etmediklerini açıklasalar da uluslararası camia tarafından kabul edilmedikleri için çaresizlik içindeler.

    ***

    Böylece Yemen sorunu çözüm yoluna girmiş gibi görünüyor.

    Başlangıçta Yemen’i Husilere terk eden körfez ülkelerinin politika değiştirip tekrar Hadi’yi desteklemelerinde her ne kadar yeni Suudi kralının etkisi varmış gibi görünse de başka faktörleri de gözden ırak tutmamak gerekir.

    Bölge ülkelerinin amansız rakibi olan İran’ın Yemen’i böylesine kolayca terk etmesi pek makul ve mantıklı görünmüyor.

    İran’ın sessizliği ortada bir anlaşma ihtimalini akıllara getirmektedir.

    “Acaba körfez ülkeleri Yemen’e karşı Irak ve Suriye’yi İran’a mı bıraktı?” sorusu açıkça seslendiriliyor.

    Suudi sınırındaki Cevf bölgesinden başlayarak Me’rib’e kadar uzanan bölgenin Suudi petrol rezervine denk bir petrol rezervine sahip olduğu biliniyor!

    ***

    Yeni kralın esnek politikalarıyla Yemen’in petrol geliri bir araya gelince İhvan korkusu zayıflamış olabilir.

    Yemen petrolüne hâkim olma stratejisi, Irak’ı da Suriye’yi de zaten elinde tutan İran’a pek ala terk ettirebilir.

    Dış faktörler de cabası.

    Lakin Suriye ve Irak’ta diktatörlerin ve kan emicilerin safında durduğu için İran’ın elleri kanlıdır.

    Maalesef öyle.

    Siyaseten etkin gibi görünüyorsa da bölgedeki kahir ekseriyetin nefretini cezbetmektedir.

    İran büyük devlettir, bu gerçeği görmesini ve yanlış politikalardan vazgeçmesini ümit edelim.

    Ne de olsa komşumuz.

    http://haber.star.com.tr/yazar/araplar-yemene-karsi-suriye-ve-iraki-irana-mi-terk-etti/yazi-1004346

Comments are closed.