Türkiye’nin Suriye Müdahalesi İflasın Eşiğidir!  

 

Ortalık “terör uzmanları”ndan, “Askeri uzmanlar”dan, “Stratejistler”den geçilmiyor. Gün 24 saat hangi kanalı açarsanız açın bunların kelamlarıyla karşılaşırsınız. Hepsi de Türkiye’nin “yeni” Suriye politikasına ayarlı ve buna uygun olarak bizlere de ayar vermeye çalışıyorlar. Tabii, söyledikleri tepeden tırnağa yanlış, yanlış olmanın ötesinde, Ortadoğu’da  Türkiye’nin dış politikasını daha da büyük bir iflasa sürükleyecek nitelikte.

Türkiye’nin “yeni” Suriye politikası aslında yeni falan değildir. Malum politikaların Türkiye’yi iflasa sürüklediğini gördüler. Şimdi, aynı saldırgan politikayı yeni duruma uyarlamaya çalışıyorlar.

Yayılmacı hırslarının başarısızlığa uğradığını görünce, iyice kısa vadeli palyatif politikalar uygulamaya başladılar. YPG’nin IŞID’a karşı başarı sağladığını görmenin telaşıyla girişilmiş bir palyatif politikadır bu. Tek amaçları var: YPG’nin ilerleyişinin önünü kesmek. Cerablus’ta görünüşte IŞID’a karşı girişilen askeri harekâtın amacı da bu; Rusya’yla ve İran’la yakınlaşma çabalarının amacı da bu; Suriye rejimine karşı eski saldırgan dilin görece yumuşatılmasının amacı da bu; son zamanlarda “üst akıl” adını  taktıkları ABD’ye aniden “müttefik” “koalisyon güçleri” demeye başlamalarının amacı da.

Yıllardır silah ve lojistik destek verdikleri ve “ılımlı muhalefet” gibi kerameti kendinden menkul adlar taktıkları, bir başka İslamcı koalisyon olan ÖSO güçleri bunlara göre “terörist” değil ama silah kullanmak bakımından diğer silahlı gruplardan hiçbir farkı olmayan YPG “terörist”! Eğer silahlı mücadeleye giriştiği için YPG’ye terörist diyorlarsa o zaman müttefikleri olan ve şu anda Türk tanklarının desteğiyle Cerablus’a sokmakta oldukları ÖSO’nun da “terörist” olması gerekmez mi? Hayır. Benden yanaysa “ılımlı muhalefet”, benim amaçlarıma karşıysa “terörist”! Hiçbir tutarlılık çabası yok.

Bu tutarsızlığı geçsek bile, evdeki hesap çarşıya uyacak mı bakalım? Yani, Türkiye’nin bu saldırısı umdukları desteği bulacak mı? Hiç sanmıyorum. Sahnedeki güçleri tek tek gözden geçirelim.

Bir kere, her ne kadar Türkiye, “Suriye’nin toprak bütünlüğünden” söz ediyorsa da, Suriye rejimi, bu askeri harekâtın kendi toprak bütünlüğüne karşı bir hareket olduğunu açıklamıştır haklı olarak. Dolayısıyla, Türkiye’nin, Suriye ile arayı gerçekten düzeltmek diye bir niyeti varsa, bu niyet daha baştan Türkiye’nin son askeri girişimiyle kadük olmuştur.

Sadece bu kadar değil ki? Hemen arkasından Rusya, Türkiye’nin askeri girişimiyle ilişkili olarak endişelerini açıklamıştır. Son günlerde az da olsa ılıklaşmaya başlayan Türkiye ile Rusya arasındaki sular, Türkiye’nin saldırısıyla hızla yeniden soğuyacak, hatta Kuzey Denizi’nin suları gibi buz tutacaktır.

Bu soğuma, şu anda Ortadoğu’da Rusya’yla yakın müttefik durumunda olan İran ve Irak’la olan ilişkilere ister istemez yansıyacak, Türkiye, “Asya ittifakı” tarafından, sırf bu girişimi yüzünden dışlanacaktır.

ABD ve Avrupa, Türkiye’nin Ortadoğu ve Suriye politikasına zaten uzak bir konumdadır. ABD, şu an, her ne kadar, askeri harekât IŞID’ı hedef alıyormuş gibi gözüktüğünden ve daha önemlisi, Türkiye’yi yakın markajda tutmak istediğinden askeri harekâta doğrudan karşı çıkmamaktaysa da, bir adım sonra Türkiye’nin gerçek niyeti kendini apaçık ortaya koyup Suriye’deki Kürt güçlerine yöneldiğinde (ki askeri harekâtın esas hedefi zaten budur) Türkiye ile ABD ve Avrupa açıkça karşı karşıya gelecektir.

“Eski” politikada saldırgan çok laf vardı ama hiç değilse doğrudan bir silahlı harekâta dönüşmemişti. Şimdikinde ise lafta “akıllıca” görünen taktik ve manevraların eşliğinde açıktan saldırgan bir fiil yürürlüktedir.  Dolayısıyla, Türkiye’nin bilfiil Suriye’ye girerek 5 yıldır batmakta olduğu Suriye bataklığına bütünüyle gömülmekte olduğunu ve eskisinden de beter bir yalnızlığa saplanıp tam bir iflasın eşiğine geleceğini saptayabiliriz.

Kurşun asker oyunu oynar ya da “Gizli hedef” oyununun ordularını oradan şuraya  buradan oraya sevk eder gibi masa üstünde stratejiler üreten uzmanlarımız  bugünden tanık olmaya başladığımız bu vahim durumlar üzerine birazcık düşünmüşler midir acaba?

Gün Zileli

24 Ağustos 2016

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

104 Comments

  1. Suriye’ye girip Kürt hattını dağıtmak uzun zamandan beri AKP-RTE’nin amacıydı. Bunu bugün cesaret edebilmesi/ gerçekleştirmesi acaba 15 Temmuz darbe girişimi sonrası yeniden içte toparlanıp arkasına sözde muhalefeti almasından dolayı mı? Yoksa Kuzey Suriye’de PYD’nin son zamanlardaki iki kantonu birleştirme hamleleri nedeniyle mi?

  2. Her ikisi de söz konusu bence.

  3. ABD’nin şu sıra tam bir tavşana (YPG) kaç, tazıya (TC) tut siyaseti izlediğini yazmayı unutmuşum.

  4. Suriye federatif bir Kürt yapısı istemediği için bu girişime açıkça karşı değildir.. Ve Rusya da… Yoksa bu Cerablus gösterisi yapılamazdı..
    Ve Putin Türkiye’ye geliyor. (demek ki onaylı…)
    Çok ince hesaplar var!
    1..Rusya Esad’dan yana.. bu kesin! Ve RTE Esad’ı hiçleyen tavır-eylem gösteremez.
    2.. ABD beklemede. Sürece göre davranacak. Son tahlilde RTE nin bulunduğu bir Türkiye yerine Kürtleri seçer.. Gerekirse İsrail kartı da çekilir.
    3. Küçük Asya’yı (Kürtleri satarak) kaybedecek bir ABD tüm Asya’yı kaybedebilir. Farkında olmalılar.
    4. Bu koşullarda TC Rusya’nın kucağına olgun armut gibi düşer.. Bu sebeple Rusya bu saldırıya izin verdi. Bu Rusya’da konuşulmuş olmalı! Ana Batı Rusya’yı çok sıkıştırırsa, o da kucağından atıverir.
    5. TC’nin hesabı belli! PYD’yi boğmak! (ve Türkiye Kürtlerini de…) Bu sebeple politika üretiyor.
    6. TC’yi ciddi ölçüde sokulmak-tabi kılmak için Rusya Kürtleri satar! İran da! Duymadım ama.. ilk fırsatta “ASYA, ASYALILARINDIR!” emperyal sloganı üretirlerse şaşırmam! Koç başı da RTE…
    7. Başa döndük. ABD ne yapacak?
    8. TC’nin bu ani manevraları başlarını döndürmüş olabilir! Ve ABD seçimleri de yakın.. RTE bu arada yapacağını yapma planında olabilir. Bu hırs onları da şaşırtıyor olabilir..
    9… Büyük Kürdistan’ı tarih olarak öne alma– hazırlıksız zamanda “büyük plan” için savaşacak ABD.. (Kürtlerin arkasında…) Ya da adım, adım kaybedecek…
    — 1. seçenekte büyük bir bölgesel savaş mümkün..
    2. seçenekte büyük Kürt kıyımları…
    —-
    1. seçenek yüksek görünüyor.. Bu yüzbinlerce ölüm olabilir… Bu olasılık yüzde kaç… Bence 51…
    dilerim yanılırım.. bambaşka süreçler gelişir…

  5. Bu ülkeye verecek hiç bir şeyi yok RTE’nin.. “Barış” ömrünü kısaltır.. savaş uzatır…
    Tüm kurumlar çöktü.. Kara düzen yaşanıyor.
    Savaşa mahkûm bir lider…

    Savaşı zorlayacak.. Ve kitleye bakalım.. Tam da 33-35 lerin Almanya’sı.. Çürümüş, mafya özentisi ne çok insan.. öldürmeye hazır…
    Bu halk da savaşa mâhkum! Yapacak daha iyi bir şeyi yok…

    Herkes hesabını buna göre yapsın!… (bence!)

  6. güneydoğuda öğretmenleri nasıl tanımlıyorlar?devletin resmi ajanı diyorlar.kobani niye önemliymiş:dünyanın en iyi güneş enerjisine uygun yeriymiş.ağalık neden önemliymiş.kürdistan topraklarını koruyorlarmış.ilk tekerleği,ateşi kim bulmuş kürtler vs nasıl laftır.sol mol insanlık vs ne ilgisi var o coğrafya dibine kadar faşist.biz bunu geç gördük pkk(apocular olarak) diyarbakırda ilk bombalama eylemini kime karşı yaptı şaka gibi bir cevabı var.son soru tarihte kobani diye bir yer varmı ve adı nerden geliyor.tarih bu son soruda saklı.iyi geceler Gün bey.

  7. TC’nin yıkılma süreci geri dönülmez eşiğe gelmiş ve sonu kesinleşmiştir. Tıpkı yıkılmaları 1922 ve 1453’ten çok önce kesinleşen Osmanlı ve Bizans’ta (ve daha önce Roma’da) olduğu gibi. Kesin biçimde yıkılan despotlukların sonları böyle yavaş olur.
    Gerçi çok kısa süren istilalarla yıkılan despotluklar da var. Fakat bunlar köklü bir uygarlığa sahip iseler (İran veya Çin’de olduğu gibi) kısa sürede tekrar diriliyorlar (İnka, Aztek gibi örnekler ise onları yıkarak yerlerine geçen Avrupalılara göre -o yıllarda bile- daha geri bir çağda yaşadıklarından istisna sayılabilirler).
    Bunların aksine TC/Osmanlı, Bizans/Roma gibi devletler (bunların dışında Haçlılar, Moğollar, Endülüslüler vs) ise yönettikleri topraklarda kökleşememişlerdir.

  8. “Basitçe ifade edersek, YPG kendini dev aynasında görüyor. IŞİD karşıtı savaşı Suriye içinde, Türkiye sınırında kendisine küçük bir vatan oluşturmaya çalışıyor ve iç savaş bitene kadar Suriye’nin olabildiğince büyük bir kısmını ele geçirmek istiyor. Türkler sınırlarında bir Kürt mini-devletini ne kadar istemiyorsa, Suriyeliler de Kürtlere toprak kaybetmeyi o kadar istemiyor.

    http://www.demokrathaber.org/siyaset/fisk-isid-aylardir-cerablusta-oturuyordu-sultan-erdogan-i-endiselendiren-sey-kurtler-h71690.html

    ————–
    bağlanamayanlar için………

    Fisk, kaleme aldığı makalesinde, “IŞİD aylardır Cerablus’ta oturuyordu; Sultan Erdoğan’ı endişelendiren şey, ABD’nin silahlandırdığı Kürt YPG milislerinin Türkiye sınırında Cerablus’a doğru ilerliyor olması” dedi.

    Gazete Duvar’da yer verilen Robert Fisk’in makalesi şöyle:

    ‘IŞİD’ BAHANESİNE SURİYE’DE İNANAN YOK

    “Batı, Türkiye ordusunun herkesin düşmanı olan kanlı ‘İslam Devleti’ tarikatını nihayet Suriye’nin içinde -sadece 10 tankıyla- vurduğuna inanmayı öyle ister ki. Fakat Suriye veya Türkiye’de pek az kişi buna inanacaktır. IŞİD aylardır Cerablus’ta oturuyordu; Sultan Erdoğan’ı endişelendiren şey, ABD’nin silahlandırdığı Kürt YPG milislerinin Türkiye sınırında Cerablus’a doğru ilerliyor olması.

    ERDOĞAN’IN SURİYE LİSTESİNDE BİR TEK GÜLEN YOK!

    “Ve Türk askerlerinin yaklaştığı sırada Erdoğan, Türklerin PKK’yle bağlantısı bulunduğuna inandığı ve daha tehlikeli gördüğü YPG’yi (Halk Savunma Birlikleri) bir kez daha IŞİD’le birlikte ‘terörist’ diye niteledi. Bir başka deyişle Erdoğan, (Gaziantep’te bir düğüne intihar saldırısı düzenlenmesi sonrası yaptığı gibi) hem Esad karşıtı IŞİD’i, hem de Kürtleri Türkiye’nin düşmanı olarak konumlandırıyor, en çok nefret ettiği unsurları aynı kefeye koyuyor. Suriye’deki son ‘savaş’ amaçlarını açıklarken listede bir tek temmuzdaki başarısız darbeden sorumlu tuttuğu Fethullah Gülen’e dair takıntısı yer almıyordu.

    ÇAR VLADİMİR’İN İTİRAZI YOK

    “Erdoğan’ın son müttefiki Çar Vladimir buna itiraz etmeyecektir. Türkiye tek bir hamleyle, her ne kadar zayıf bir biçimde olursa olsun, hem IŞİD’i hem de Moskova’nın titizlikle mesafeli durduğu Amerikan yanlısı Kürt milisleri vuruyor. Suriyeliler, Putin’in Türkiye’nin küçük istilasını desteklediğini biliyordur. Onlar da, kendi hükümetleri iki gün önceki ateşkese kadar Haseke’de aynı Kürt grupla savaştığı için protesto edecek bir havada olmayacaktır. YPG Haseke’de de, Suriye’nin egemen toprağını ele geçirmeye çalışıyordu.

    ŞAM HİÇ RAHATSIZ DEĞİL

    “Basitçe ifade edersek, YPG kendini dev aynasında görüyor. IŞİD karşıtı savaşı Suriye içinde, Türkiye sınırında kendisine küçük bir vatan oluşturmaya çalışıyor ve iç savaş bitene kadar Suriye’nin olabildiğince büyük bir kısmını ele geçirmek istiyor. Türkler sınırlarında bir Kürt mini-devletini ne kadar istemiyorsa, Suriyeliler de Kürtlere toprak kaybetmeyi o kadar istemiyor. Esad karşıtı ‘Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO)Türkiye’nin Cerablus’a ilerleyen küçük taburunun içinde yer aldığı belirtiliyor ama bu Şam’ı pek de ilgilendirmeyecektir: Suriye askerleri ÖSO’yu ciddi bir askeri güç olarak görmekten vazgeçeli çok oldu ve eğer adamları Türkiye’nin yönettiği operasyonda kendilerini ‘şehit’ etmeye hevesliyse, Suriyeliler bundan rahatsız olmayacaktır.

    ARABİSTANLI LAWRENCE’IN ‘ÇÖLÜ’

    “Tüm bunlar IŞİD için kötü haber, tabii. Ve derin bir biçimde ironik de. Zira bugün Türk ateşi altındaki aynı Cerablus, ‘Arabistanlı’ TE Lawrence’ın 1. Dünya Savaşı öncesinde hayatının en mutlu günlerini geçirdiği, Karkamış’ın antik kalıntılarını kazdığı ve Araplara yönelik hem sevgi hem de derin bir ırkçılık içeren bakışını şekillendirdiği yer. Lawrence, çölün sterilliğinin ‘orada yaşayan herkesi merhametten yoksun bıraktığını ve insanın iyiliğini, içinde saklandığı pisliğin görüntüsüne dönüştürdüğünü’ yazmıştı. Lawrence, Arapların ‘acıdan zevk aldığını’ ve çölün, ‘içinde her dönem için Tanrı’nın birliğine dair bir vizyon barındıran bir ruhani buzdağı’ olduğunu yazmıştı. Belki de Lawrence IŞİD’in kafasına tahayyül edebileceğimizden daha çok yaklaşmıştı. Şimdi Türkler, Cerablus’un yeni kalıntılarının içinde aynısını kendileri keşfedebilir.”

  9. ‘Sayın muhbir vatandaş’ ifadesi, 12 Mart muhtıracılarının marifetidir. Kimi generaller, necip yurttaşı muhbirliğe özendirmek istiyordu. Hatta rahmetli Başar Sabuncu’nun Sayın Muhbir Vatandaşlar isminde bir oyunu var.

    Günümüzde bu kez ‘itirafçılık,’ saygın bir ‘işe’ dönüşmüş gibi. Zamanın ruhu diyelim!

    Kuşkusuz bunlar her yerde var ve devletler tarafından kullanılır. Hukuksal güvenceler, yeni kimlik güvenceleri, tanık koruma programları vs. bizim icadımız değil. Buna mukabil, on yıllarca yasa dışılığa hizmet edip dinci örgütlerin köleliğini yapmış heriflerin, TV canlı yayınlarında ‘prestijli’ konuk muamelesi görmesi insan aklı ve ahlak duygusunu biraz zorluyor hakikaten. Mekân Türkiye bile olsa!

    TV’lerde konuşan itirafçıları seyretmedim bugüne dek. Ancak bir iki saat içinde internette maruz kalıyorsunuz ‘hikâyelerine.’ Anlattıklarının çoğunu yıllardır yazıp çiziyor insanlar. Gazeteler FETÖ yazı dizilerinden geçilmiyor şu ara.

    Okuyan ve seyreden dürüst yurttaş, emeğe önem veren yurttaş, hak duygusu olan yurttaş, emlak vergisini iki gün geciktirdiğinde ya da arabasının ruhsatını evde unuttuğunda telaşlanan yurttaş, sanki yıllardır Mars’ta yaşıyormuş hissiyle akıl sağlığını korumaya çalışıyor.

    Herkesin malumu, Gülen’in şu ya da bu ölçüde ‘muhabbet kurmadığı’ adı sanı bilinen iş adamı ya da ‘yıldız’ sağcı siyasetçi yok gibi. Pek sevişenler var, yakınlaşanlar var, mesafe koyanlar var, tedirgin olanlar var.

    Bir de ‘ilgisizler’ ve ‘reddetmişler’ var.

    Bağ kurmayı reddedenlerin, hatta cefasını çekmişlerin hemen hepsi sol hareketlere mensup. Dinci örgütlenmenin tarihini bilen, 1970’lerde komünizmle mücadele örgütlenmeleriyle karşılaşmış, 12 Eylül sonrası devlet eliyle palazlandırılan ‘yeşil kuşak’ gerçeğinin farkında olan insanlar, partiler, kurumlar.

    Her zaman olduğu gibi, o dönemin tartışmasız muktediri Kenan Evren’in yanında saf tutan sayın milli irade ve büyük sermaye ile sol düşmanı antisemit Necip Fazıl’ın konferanslarında yetişmiş nur yüzlü, badem bıyıklı muhteremlerin kâh katkısı, kâh teşviki, kâh kayıtsızlığıyla ‘imha’ edilmiş insanlar, partiler, örgütler.

    Türkiye solunun ezildiği ve var olanın yok sayıldığı yılların ürünüdür, Cemaat örgütlenmesinin ve siyasal İslamcıların zirveye çıkışı.

    Ancak sorun, ipin ucunu kaçırıp darbeye dahi yeltenebilen bir örgütle sınırlı değil yalnızca. Türkiye’de hayli zamandır bir işte tutunmanın, sermaye biriktirmenin, ihale almanın ya da memuriyete kabul edilmenin yolunun ‘dindar olma’ ya da hiç olmazsa ‘dindar görünmekten’ geçtiğini bilmeyen var mı?

    Müteahhit eşleri boşuna mı toplaşıp toplaşıp Umre’ye gidiyor yıllardır. Şarkıcı türkücü, boşuna mı abdesthane ibriği gibi diziliyor iktidar iftarlarında.

    Bürokraside hemen herkes Cuma’ya gider oldu son yıllarda.

    Hayırdır, 40’ından sonra bir sabah uyanıp İslam’ı mı keşfettiler? Bakanlıklarda, mescitte bilinçli olarak eşyasını unutan memurlar var biliyor musunuz? Biri arasın da, namaza gittiği belli olsun diye!

    Laik bir hukuk devletinde, ‘dindar’ olmadan ya da öyle görünmeden varlık gösteremeyeceğini düşünmek, durumun çok vahim yanı. Peki, artık cemaatlerin bürokrasi ya da siyasetteki etkisi sona erer mi dersiniz? 15 Temmuz ardından yurt dışı izin yasağı önce ve aceleyle kimler için kaldırıldı? Hacca gidecekler için değil mi? ‘Diğer cemaatler müsterih olsunlar’ diyen kimdi?

    Kişisel olarak birilerinin bir cemaate üyesi olmasıyla ilgilenmiyorum. Cüppelilerin sarıklıların peşinden gitmek isteyenlerin, keyfi bilir. Türkiye’de insanların bu halde olmasında, zorunlu din eğitiminin ve modern Şeyhülislamcılık oynadığı için ‘darbecinin ölüsüne dini hizmet yok’ diyebilen Diyanet’in büyük payı var. Binlerce yıllık ‘ilke’ ve ‘öğretileri’, ‘abdesti bozan durumlara’ indirgeyenlerin!

    Sorun, bu tür cemaat aidiyetlerinin ‘kartvizit’ haline gelişinde. Büyüdüğüm muhitte eskiden ‘başı kapalı’ kadınlar ve ‘başı açık’ kadınlar vardı. Bir süredir bu ayrım, ‘başı kapalı’ ile ‘çarşaflıya’ dönüştü.

    Nereden çıktı bu çarşaf âdeti? 1970’lerin 1980’lerin Fatih ve Eyüp semtlerinde nüfusun kahir ekseriyeti ateist ya da Protestan değildi ki! Artık bu kıyafetlerin, aralarındaki nüansların kendisi, ‘kullanışlı kimlik’ haline gelmiş durumda belli ki.

    Cemaat rezaleti, uygun bir toprak ve gübre bulduğu için yeşerebildi. Dine, yaşamın her alanında bu denli boğucu vurgu yapılıp koskoca memleket ‘mevlit evine’ dönüştürüldüğü için dallanıp budaklanabildi.

    Laikliğin, demokrasinin ve birlikte yaşamın güvencesi olduğu gerçeği ısrarla görmezden gelindiği için. Bu denli ürkütücü örgütlenmeleri, ancak akıl dışı bir adanmışlıkla başarmak mümkün. Facia, ‘akıldan’ böylesine kolay vazgeçilmiş, vazgeçilebiliyor olması.

    Türkiye’de tarikatlar vs. kendilerine ‘adanacak’ birilerini bulmakta hiç zorlanmıyor. Örneğin anketler, nüfusun yaklaşık yüzde 8’inin IŞİD sempatizanı olduğunu söylüyor. Efendim, Gülen üç harflilerle iş görüyormuş. Yahu beriki, kafa kesen psikopatlara sempati duyuyor, onu ne yapacağız?

    Üstelik şu üç harfliler laflarını eden, Ankara Belediye Başkanı değil mi? Türkiye’de yaşayan milyonlarca insan zaten aynı/benzer şeylere inanmıyor mu?

    Size, 2010 anayasa halkoylamasında ‘evet’ çıksın diye bizim semtte kadınların evlerde bir araya gelip Kuran okuduğunu, nasıl anlatabilirim? Anayasadan söz ediyoruz. Amentü’deki şartlarından biri ‘Ombudsman’ değil takdir edersiniz!

    Gülen, tipik bir dinci ve ırkçı/mezhepçi olarak Alevilere düşman. Ha keza solculara da. Peki diğerlerinin durumu çok mu parlak? Sivas’ta o kadar güzelim insanı İskoçlar mı yaktı? Parçalanmış gençlerin cenazesini yuhalayan Konya tribün ahalisi Marxist miydi?

    Sosyal medyada önüne geleni linç edip hedef gösteren reziller İllüminati tarikatından mı?

    En değer verdiklerinden ‘üstatları’ Necip Fazıl, aydınlanmacı mıydı? Gariban insanların, Necip Fazıl’ın Ankara DTCF’deki konferansına, belki ‘elini sürer’ de şifa olur diye hasta çocuklarını götürdüğünü bilir misiniz?

    Naçizane bir öneri: Bir gün o güzelim Eyüp Sultan’a gidin, sırtınızı dış avlusundaki nefis duvarlardan birine dayayın ve bir süre çevredeki insanlarla sohbet edin. Bakın bakalım nelerden bahsediyorlar. Devlet asli görevlerini yerine getirmediği için pıtrak gibi çoğalan öğrenci yurtları hakkında ne düşünüyorlar, dinleyin. Görün bakalım, evlatlarının muhtelif cemaatlerin yurtlarında kalmasından, alnı secdeye değenlerce eğitilmelerinden ne denli hoşnutlar.

    Sıradan, dindar, alt orta gelir seviyesinde yaşamaya mahkûm edilmiş yurttaş kesiminden söz ediyorum. Ne yazık ki Alevi denildiğinde rahatsız olan, ne yazık ki sosyalist denildiğinde öcü muamelesi yapan, ne yazık ki kızlarının ilk dört yıldan sonra din eğitimi dışında bir eğitim almamalarından memnun yurttaşlar.

    Mesele, insanları bu örgütlenmelere yem etmemekte. Beslendikleri toplumsal koşulları dönüştürmekte. Sosyal hukuk devletinin yaşamsal değerini kavramakta. Büyük kitlelere, din dışında mutlu olabilecekleri bir şeyler sunabilmekte.

    Emek harcamadan bir şey elde edilmesini değersizleştirmekte. İnsanı onursuzlaştıran kayırmacılığa son vermekte.

    Pek çok şeyden yoksun ve din dışında sığınağı olmayan yurttaşa, ‘cennet’ ile ‘uygun araziyi’ birlikte vaat ederseniz, şeyhinin kullandığı peçeteyi de yer, komşusunu katlederek cennette rütbe alacağını da düşünür.

    2016 dünyasında konuştuğumuz şeylere bak; yok biat, yok darbe duası, yok himmet, yok katalogdan evlilikler, yok ablalar ağabeyler!

    La havle…

    Gülen cemaati bu haltları yerken, diğerleri Descartes tartışmıyordu. Çoluk çocuğu, hükmünü çoktan kaybetmiş siyasal İslam’a nefer yetiştiriyorlardı.

    Hocası, ‘Şimdi hayal edin’ dediğinde ‘Ama hocam hayal kurmak günah değil mi?’ deyiveren çocuklara da yazık, hiçbir kötülükle bağı olmayan inançlı insanların namazına niyazına da.

    Ezcümle, laik, demokratik bir hukuk devleti anlayışı hâkim olmadığı sürece, hepimize yazık…

    Film önerisi: Özer Kızıltan’ın yönettiği ve başrolünde Erkan Can’ın olduğu ‘Takva’ adlı film, bugünlerde iyi gidebilir. Gören çoktur ama kaçırmış olanlar için yine de ekliyorum:

    https://www.youtube.com/watch?v=AuinVXDC5x8

    Doç. Dr. Murat Sevinç
    Ankara Üniversitesi
    Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
    15 Ağustos

  10. İŞİD de el-nusrada t.c nin çocuklarıdır nitekim suriye açıklamasında türkiye işid le mücadele edecekse neden işidin asıl yuvası olan Türkiyede yapmıyor diyor.Çatışma yok ölen yok işid le mücadele yalanıyla resmen Türkiye emperyalleri Lazistan ve Kürdistanı işgal ve sömürüden hızını alamayıp orta doğuya göz dikmişler.Tv lerdeki daimi yalama yalancı yorumcuların hepsi suriye 100 yıl öncede bizimdi diyerek emperyal emellerini açık etmişlerdir.
    Ordu sevdalısı asker sevici milli ulusalcı solcular şimdi t.c askerinin kelle kesen el-nusra gibi şeriatçı cihatçılarla birlikte operasyon yapmasına ne diyecekler merak ettim???
    Unuttukları işkal etmeye çalıştıkları bölgelerde yıllardır yaşayan halkın öz savunma örgütü olan YPG-PYD ve SDG gibi yerel dinamikler topraklarına yaşamlarına göz dikenlerin dötini dikeceğine eminim!!!!
    Akşama kadar tvlerde YPG-PYD-PKK aleyhinde yalan atıp öz savunma örgütlerini itibarsızlaştırıp yerel dinamik olmayıp efendilerin oluşturduğu cihatçı şeriatçı güçleri olumlayanlara sitede PYD-YPG aleyhine yapılan yorumları hatırlayınca kimin insan kimin insan müsveddesi efendi yalakası olduğunu şimdi daha iyi anladık!!!
    Sesi çıkmadığına göre nasname ve Necipgilerde tc ve el-nusra ile kürt avına çıkmış olmalılar????

  11. Neo-Osmanlılığın başlangıcı
    Mercidabık’ın 500. yıldönümünü on gün öncesinden duyuran Stampa, operasyon için bu kez de şu yorumu yaptı:
    “RTE’nin yeni-Osmanlıcılık düşü, Lozan Antlaşması’yla 1923’te Fırat’ın Türkiye’den Suriye’ye geçtiği mütevazı sınır beldesi Cerablus’tan başlayabilir. Lozan’da Osmanlı bitiyor, modern Atatürk Türkiyesi başlıyordu. Lozan’ın sınırı, 1920’de Osmanlı’yı cezalandırarak bölen Sevr’e karşı Fransa, İtalya, İngiltere, Yunanistan’a karşı verilen dişli bir savaştan sonra kazanıldı… (Şimdi) Suriye iç savaşıyla Türk yanlısı Esad karşıtları yer yer kontrolü ele geçirdi ama Fırat’ın doğusu Kürtlerin denetiminde kaldı. RTE defaatle uçuşa kapalı bir tampon bölge talep etti ama bunu kabul ettiremedi. Şimdi bir uçuşa kapalı alan var ama o ABD’nin müttefik Kürtleri koruması için. (RTE’nin) Osmanlıcılık düşü tam orada (Cerablus’ta) karaya oturabilir…”
    Özetle bir hayat memat hamlesi “Cerablus operasyonu”…
    Operasyonu Mercidabık katına yüceltenlerin akıllarından asla uzak tutmamaları gereken şey, tarihi rövanşizmlerin çok tehlikeli olduğudur.
    Ortadoğu, artık müttefikle düşmanın birbirinden hiç ayrıl(a)madığı bir yer.
    Türkiye’nin ayrıca içi kaynıyor. Bir darbe girişimi olmuş, devlette Stalin dönemiyle karşılaştırılan tasfiyeler yapılıyor, ordu da o tasfiyeden payını alıyor, öyle ki Hava Kuvvetleri’nde pilot açığı için dahi THY’den transferden söz ediliyor ve biz “Mercidabık’ın 500. yılı” iddiaları altında Cerablus’a giriyoruz.
    Allah sonumuzu hayretsin.

    http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/590283/Mercidabik.html

  12. Özgürlükçü, son cümlelerin doğru olabilir de, PKK’nin Türkiye ve S. Arabistan’a karşı -sanki onlardan geri kalır yanı yokmuş gibi- İran’ı desteklemesine (Murat Karayılan’ın son açıklaması), İran rejimiyle mücadele eden PDK-İ’ye saldırmasına ne diyeceksin? Bunlara da sizin gibilerin sesi soluğu çıkmıyor.
    Demek ki neymiş? Bütün muhalif hareketler büyük güçlerden birilerinin -şu ya da bu bağımlılık düzeyinde- işbirlikçisiymiş.

  13. Bu işbirlikçilik olgusuna uyan başka bir örnek için tarihte biraz gerilere gidelim.
    Eşitlikçi ve devrimci bir nitelik taşıyan “sapkın” dini hareketler de büyük güçlerin desteğini almıştır.
    Örneğin Bizans’a isyan edenler (Pavlakiler) Arap halifelerin, o halifelere isyan edenler de (Babek Hurremi) Bizans’ın desteğini almış, dönemin bu iki büyük gücü arasındaki çatışma durumundan yararlanmışlardır.

  14. Foreign Policy’de yayımlanan bir makale Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Humeyni gibi bir politik konuma doğru ilerlediğini yazdı.

    Makalede 15 Temmuz’un ardından TSK’nın Erdoğan’ı engelleme gücünün de kalmadığı vurgusu yapılırken, seküler kesimlerin bu konuyu risk olarak algıladıkları ileri sürüldü.

    Dikkat çekici tespitlere yer verilen o makaleyi Odatv okuyucuları için çevirdik:

    Laik ve elit Türkler uzun zamandır kendi ülkelerinde İran benzeri bir teokrasinin hakim olacağından endişeleniyorlardı, şimdi korkuları gerçek oluyor. Geçtiğimiz ay kendi hükümetine karşı düzenlenen başarısız darbe girişiminin ardından Recep Tayyip Erdoğan’ın başlattığı geniş çaplı temizlik harekatı sonrasında Türkiye devleti, İran’ın 1979’da ortaya koyduğu otoriter İslami bir yönetime doğru ilerliyor.

    Elbette aralarında pek çok fark var, fakat Türkiye’nin mevcut durumu ve 1979 İran İslam devrimi arasında çarpıcı benzerlikler de bulunuyor. İran’ın devrim öncesi politik sahnesi, Türkiye’nin günümüzdeki hali gibiydi, nispeten dinamik ve birbirleri ile Marksist gruplardan ulusalcılara kadar çekişen partilere ve gruplaşmalara tüm politik yelpazeyi kaplayan sürtüşmeler eşlik ediyorlardı. Gerçek şu ki, Şah Muhammed Rıza Pehlevi en yüksek makamdan hükmediyor, fakat kendisine karşı sokaklarda yürüyüşler düzenleyen milyonlarca İranlı farklı istekler ve ideolojiler tarafından yönetiliyorlardı.

    TÜRKİYE DE BENZER BİR UÇURUMUN KENARINDA

    Bu süreç sonunda idaresi karaya çakılarak yerine teokratik bir yönetim geçmişti. İran devrimi başlangıçta bütünüyle İslamcı olmasa da, İslamcılar bir gücün yönetimi altındalardı, bu güç kendisine güvenen, ve karizmatik lider, Ayetullah Ruhullah Humeyni’ydi. Günümüzde Türkiye de Erdoğan’ın ilahi iyi donatılmış güçleri ile benzer bir uçurumun kenarındadır.

    Humeyni’nin İslamcı gruplaşması laikliği ve ulusalcılığı ”Batı tarafından zehirlenmiş” güçler olarak görüyorlardı, bu güçler İranlı Müslümanları da zehirlemişlerdi, bu düşünce çerçevesinde devrim sonrasında bu ideolojilerin etkisindeki insanlara karşı geniş ölçekli bir tutuklamak süreci başladı ve pekçoğu idam edildiler ya da devlet kurumlarından atıldılar. Ordu da İslamcılar için öncelikli bir hedef haline gelmişti. İslam Cumhuriyeti, Şah’a bağlı olan binlerce ordu mensubunu idam etmişler, etkili bir ssavaş gücü olan Artesh’i ya da geleneksel orduyu kısırlaştırmışlardı. İslam Devrimi Muhafız Ordusu (İDMO) ve paralimiter Besiç sadece Irak’ta savaşmaları için kurulmamışlardı, aynı zamanda İslam devletini iç düşmanlardan da korumak görevleriydi, bilhassa potansiyel askeri darbelere karşı.

    TÜRK ORDUSUNUN ERDOĞAN’IN MUTLAK GÜCÜ ELDE ETMESİNE KARŞI ÇIKMASINI ENGELLEDİLER

    Erdoğan da darbeyi aynı şekilde kullanıyor – unutmayın ki yaşananları “Allah’ın nimeti” olarak nitelendirmişti – ve Türkiye’nin laik devletini bitirirken binlerce muhalifini hapishanelere gönderiyor. Buna devlet hizmetinde bulunanlara ve devlet içerisinde kendisine muhalif olduklarından kuşkulandıklarını içeren uzun bir liste dolusu kişiye karşı düzenlenen büyük ölçekli bir tırpanlama operasyonu da dahil. Fakat, İran’da olduğu gibi, Türk ordusu tüm bu temizlik operasyonunun merkezinde yer alıyor. Temizlik operasyonunu sadece şimdilerde iğdiş edilmiş olan Türk ordusunun ülkenin İslamcılaştırılmasının önündeki yegane engel olması nedeniyle değil. Erdoğan’ın daha önce üzerine gitmeye başladığı ve şu darbeye kalkışan muhalifleri, Türk ordusunun Erdoğan’ın mutlak gücü elde etmesine karşı çıkmak için var olan gücünü de engellemiş oldular.

    İran devriminin ülke genelindeki tüm muhalif partileri elimine etmesi de gözünde bulundurulmaya değer. Ayetullah Humeyni devrimin ilk yıllarında sembol bir rol üstlenmek istemiş fakat İran halkının Şah’a istinaden duyduğu hayal kırıklığı ile İran halkının ABD ve Batı’ya istinaden varolan sorunlarını büyük bir güç elde etmek için kullanmıştı; kendisine ruhani lider rolünü uygun görmüş, bu rol kendisine İran’ın dini, politik ve askeri önderi olmasının önünü açmıştı. Halefi olan, Ruhani Lider Ayetullah Ali Hamaney’işn tercihi, İran’ın politik sistemi daha az İslam cumhuriyeti nitelikleri taşırken, devletin ise daha güçlü bir şekilde Allah tarafından kendisi ve takipçileri için aydınlatılmış İslami bir çizgide kalması yönünde.

    Türkiye’nin düzenli politik muhalefeti darbe girişiminin ardından kendisini daha zayıf bir noktada bulmuştur. Tüm önde gelen Türk partileri darbeye karşı bir duruş sergiliyorlar fakat Erdoğan’ın önüne gelen herkesi Türk devletine ihanet suçlamasını yöneltebilmesine karşı da sert bir baskıda bulunuluyor. Bu bilhassa PKK’nın yanında saf tutan HDP için geçerli. Erdoğan yakında PKK ayaklanmasına karşı olan savaşı kullanarak darbe ile başlayan ülke içerisindeki sıkıyönetimi iç güvenlik tehditlerini ve seküler güçleri baskı altına almak için arttırabilir.

    ERDOĞAN ÇİZDİĞİ GÜVENİLMEZ İMAJI DÜZELTMEYE ÇALIŞIYORDU

    Ayrıca, Erdoğan parlamento gibi öteki seçilmiş kurumları etkisiz bırakacak şekilde bir başkanlık sistemine geçmek üzere de bu darbeyi bahane haline getirebilir. Darbeden önce, Erdoğan çizdiği güvenilmez imajı düzeltmeye çalışıyordu; fakat şimdi uyguladığı yapısal düzeltmeler kendisini uzun yıllar sürecek bir başkanlığa götürebilir, tabi elbette eğer hayat boyu sürdürmezse.

    Artan şekilde Türkiye Erdoğan çevresinde oluşan kişisel bir tapınma hali içerisinde, o ise kendisine bir kurtarıcı portresi oluşturmakla meşgul. Hatta AKP ve partinin önde gelen siyasetçileri de bir kenara itilerek Erdoğan’ın elde etmek istediği güce ulaşmasını sağlamak üzere var olan araçlar haline geldiler.

    Sonuç olarak, şu da unutulmamalı ki, İran’da yaşanan İslamcı kalkışma gücünü pekiştirme işine asla son vermemişti. Aşamalı süreç olmasıyla birlikte günümüzde halen devam etmektedir, özellikle de ülkenin eğitim kurumlarında. İran’ın mevcut ruhani lideri ülkenin önde gelen büyük üniversitelerinde bulunan laik eğitimcileri temizlemeye bilhassa hevesli görünmektedir. Bu konudaki gayretleri Mahmud Ahmedinejad zamanında bilhassa etkili olmuştur, o dönem binlerce üniversite profesörü ve dekan görevlerinden kovulmuş, politik anlamda muhalif oldukları varsayılan çok sayıda öğrenci sürgün edilmişlerdi. İran’ın okullarında düzenlenen temizlik harekatı mevcut Başkan Hasan Ruhani döneminde büyük ölçüde durdurulmuş olsa da güvenlik arttırılmış, özellikle İran İslam Devrimi Muhafızları ve Besiç’in bir muhalif yetiştirme merkezi olarak gördükleri eğitim sistemi üzerindeki gözetlemeleri arttırılmıştı.

    EŞSİZ DİNİ OTORİTERLİĞE SAHİP DEĞİL

    Erdoğan hükümeti de Türkiye’nin eğitim sisteminde benzer bir temizlik harekatına girişmiş durumdalar, binlerce profesör ve dekan ‘Gülenci’ oldukları gerekçesi ile kovuldular. Türk devleti devlet okullarına fazladan dini dersler eklemiş bulunmakla birlikte, ayrı bir dini eğitim veren devlet kontrolünde eğitim sistemi de kurabilirler.

    İslamcı İran ile yakın gelecekte İslamcı olması muhtemel olan Türkiye arasındaki karşılaştırma elbette mükemmel değil. Erdoğan ve AKP artarda kazandıkları seçimlerle işbaşına geldiler; Türkiye toplumsal bir devrime şahit olmadı; ve mevcut krizler seçilmiş hükümeti devirmek isteyen darbe girişimi nedeniyle ikiye katlanmış durumdalar. Ordu gibi laik kurumlar, zayıflatılırken, tamamıyla da yok edilmiyor. Sözüm ona Gülen cemaatinin organize ettiği söylenen darbe ve sonrasında temel hedef haline gelen temizlik operasyonunun da Erdoğan’ın çok defa talep ettiği başkanlık sistemine karşı bir tehdit haline gelebilir. Buna karşın kullandığı benzer otoriter taktikler, daha önce gücünü elde etmesine yardımcı olan kuvvetleri bastırması gibi, Erdoğan sonuçta bir Humeyni değil; kendisi Humeyni’nin bir zamanlar sahip olduğu ölçüde büyük bir ulusal desteğe ve eşsiz dini otoriterliğe sahip değil.

    Fakat, İslam Cumhuriyeti’nde olduğu gibi, Erdoğan devleti ve toplumu aşamalı şekilde İslamlaştırmak için uygun ortama sahip – ve İslam Cumhuriyeti’nde olduğu gibi, Erdoğan tüm kurumları altını oymakla meşgul, Erdoğan’ın otoriterliği ile karşılaşanların başında ise medya ve akademi geliyor. Washington’da en çok kaygı uyandıran şey, Erdoğan’ın kendi güvenirliğini arttırmak için Amerikan karşıtlığına bel bağlamış olması, bu nedenle IŞİD tehdidine karşı verilen savaşta çok önemli bir müttefikin altını oyuyor. Zihinde canlandırmak şimdilik zor olabilir, fakat İran da bir zamanlar Washington’ın önde gelen muhalifi olmadan önce bölgede Birleşik Devletler’in müttefikiydi.

    Türkiye ve İran farklı olabilirler, fakat pek çok çarpıcı benzerlik gözden kaçmayacak nitelikte: Milyonlarca Türk ve İranlı uluslarının askeri ve monarşik yönetimlerden kaçarken dindar yönetimlerin pençelerine düşmüş halde gördüler. İran’ın trajedisi 1979’da başladı; Türkiye ise kendi tehlikeli yolculuğuna henüz başladı.

    –Alireza Nader–
    “Rand Corporation”da uluslararası politikalar analisti

    Foreign Policy, 24 Ağustos
    “What Erdogan and Khomeini Have in Common”
    http://foreignpolicy.com/2016/08/24/what-erdogan-and-khomeini-have-in-common-turkey-coup-iran/

    Çeviri: Şıvan Okçuoğlu

  15. Tc’nin 15 temmuz’u Abd’nin 11 eylul’u gibi kullanmak istedigini atlamamak gerekir. Firsattan istifade ederek, iceride ve disarida kurt karsitligi uzerinden “ulusal cephe” insa etmeye donuk adimlari iyi izlemek gerekiyor. Eger, akp-chp-mhp uzerinden defacto kurulan pkk-cemaat-id karsiti ittifak yasama imkani bulursa ulusal burjuvazinin disarda yayilmaci, iceride tasfiyeci bir siyaset izleyecegi ongorulebilir. Bu siyasetin son halkasi, erdogan’in cerablus oncesi yaptigi ve kitlenin ayaga firladigi konusmadir. Burada Turkiyeli anarsist-komunist azinligin tavri onemli olacaktir. Her daim isci sinifi ve ezilenler acisindan bir gundem olusturmaya calisilarak savas riskinin yaratacagi dehsetengiz tahribatlara dikkat cekmek lazimdir. Burada suriye savasinin insani boyutuna odaklanilmalidir. Hicbir grubu (id dahil) dogrudan karsiya alarak sinif hatti orulemez.

  16. Necip nerde yav?

    Zekai Aksakallı Cerablus’a giderken yanında mı götürdü tank namluları islendiğinde temizlesin diye?

    Necip’ten daha sadığını da bulamazdı doğrusu. Eğer yanında götürdüyse çok isabetli bir tercih yapmış.

  17. 3 no’daki söz ABD’nin durumunu tarif ediyor, TC’nin durumunu ise şu:

    “Call the bear uncle, until you pass the bridge.”

  18. Yukarıdakilere ilaveten şöyle bir benzetme de yapabiliriz – TC bir anlamda “ABD’nin kızı” sayılabildiğinden:

    “A man who doesn’t beat his daughter, beats his knee.”

  19. Sitedeki PYD-YPG-PKK-SDG düşmanı vatan millet efendi yalamaları siz suriyede elinde silah olan PYD -YPG ye bütün dünya meşru derken terör örgütü diyebildiniz ama tsk nın bordo berelilerinin yanında Zekai Aksakallı paşanın sarıldığı cihatçı şeriatçılara terör örgütü diyememenizin nedeni bastıkları alevi kürt ve hırıstiyan köylerde çocukların kellesini iyi kestikleri için terör örgütü saymıyorsunuz değilmi????
    Tv lerde bunları dile getirmiyen öncü yorumcu stratejist (admin)???????

  20. Şu sözü de TC’nin Suriye’deki çabalarının nafile olduğunu anlatmak için kullanabiliriz:

    “The dog barks, the caravan walks.”

  21. sayin zileli devletlerarasi iliskiler konusunda hem eksik hem de yanlis tespitlerde bulunuyor; devletlerarasi analiz yazilari okumadiginiz, uluslararasi siyasete yabanci oldugunuz her halinizden belli sayin zileli.

    önce sayin zileli’nin yazisindan alinti:

    “Bir kere, her ne kadar Türkiye, “Suriye’nin toprak bütünlüğünden” söz ediyorsa da, Suriye rejimi, bu askeri harekâtın kendi toprak bütünlüğüne karşı bir hareket olduğunu açıklamıştır haklı olarak. Dolayısıyla, Türkiye’nin, Suriye ile arayı gerçekten düzeltmek diye bir niyeti varsa, bu niyet daha baştan Türkiye’nin son askeri girişimiyle kadük olmuştur.”

    türk devletinin son zamanlarda esad rejimiyle tekrar diplomatik iliskiye girdigini, T.C.’nin cerablus harekatindan önce, türk milli istihbarat teskilatinin esad rejimiyle görüstügünü basin yazdi. cerablus harekati, T.C. ile esad rejiminin, PYD’nin ezilmesi, suriye de kürt otonomisinin/federasyonunun engellenmesi konusunda anlasmaya/uzlasmaya vardigini gösteriyor.

    yazidan alinti:

    “Sadece bu kadar değil ki? Hemen arkasından Rusya, Türkiye’nin askeri girişimiyle ilişkili olarak endişelerini açıklamıştır. Son günlerde az da olsa ılıklaşmaya başlayan Türkiye ile Rusya arasındaki sular, Türkiye’nin saldırısıyla hızla yeniden soğuyacak, hatta Kuzey Denizi’nin suları gibi buz tutacaktır.”

    sayin zileli’nin devletlerin resmi diplomatik aciklamalarini nasil da ciddiye aldigi belli oluyor.
    bilindigi gibi T.C.’nin NATO’ya güvenerek ve NATO ile rusya’yi karsi karsiya getirmek icin rusya’nin ucagini vurmasindan sonra, rusya, T.C.’ye misilleme yapmak icin firsat kollamaya basladi. bunu farkinda olan türk devleti, suriye sinirini havadan ya da karadan ihlal etmek orda kalsin, sinira yaklasmaya bile korkar oldu. peki simdi ne degisti de T.C. elini kolunu sallaya sallaya suriye topraklarina girereken rusya ve iran buna seyirci kaliyor/göz yumuyor; diplomatik bir aciklamayla olayi gecistiriyorlar?

    birincisi, T.C., cerablus harekati icin hem rusya hem de iran’in rizasini/olurunu aldi.
    ikincisi, T.C.’nin cerablus harekati icin mutlaka izin ve onay almasi gereken diger bir devlet de bas emperyalist A.B.D.’dir. amerika da, T.C.’ye bu konuda izin/onay/destek verdigini acikca söylüyor zaten.
    asil amaci suriye ve türkiye de bir kürt otonomisini engellemek olan cerablus harekati icin, türk devletinin amerika, rusya, iran ve esad rejimine birtakim siyasi/ekonomik tavizler verdigi belli oluyor.

    yazidan alinti:

    “Bu soğuma, şu anda Ortadoğu’da Rusya’yla yakın müttefik durumunda olan İran ve Irak’la olan ilişkilere ister istemez yansıyacak, Türkiye, “Asya ittifakı” tarafından, sırf bu girişimi yüzünden dışlanacaktır.”

    sayin zileli devletlerarasi iliskileri yakindan takip etmediginiz icin bu “batici” “avrasyaci” teorilerini pek ciddiye aliyorsunuz.
    bas emperyalist amerika’nin kemalist fraksiyona karsi AKP’ye destek vermesinin nedenlerinden biride, ortadoguda ki anti amerikanci ve anti-israil sii bloka -iran, irak, suriye, hizbullah- karsi, amerikanci sunni blok’u -AKP/T.C., körfez arap monarsileri- güclendirme stratejisiydi. yani T.C., iran ve irak ile zaten karsit cephelerde yer aliyordu, bu devletlerle iliskileri özellikle suriye meselesinden dolayi zaten bozuktu. T.C.’nin amerika’dan ihale aldigi esad rejimini yikma hedefinden mecburen vazgecmesi, T.C.’nin, iran, irak ve suriye ile bu karsitligini ortadan kaldirip, sözkonusu bu dört devleti anti-kürt paydasinda tekrar bir araya getirecektir.

    yazidan alinti:

    “ABD ve Avrupa, Türkiye’nin Ortadoğu ve Suriye politikasına zaten uzak bir konumdadır. ABD, şu an, her ne kadar, askeri harekât IŞID’ı hedef alıyormuş gibi gözüktüğünden ve daha önemlisi, Türkiye’yi yakın markajda tutmak istediğinden askeri harekâta doğrudan karşı çıkmamaktaysa da, bir adım sonra Türkiye’nin gerçek niyeti kendini apaçık ortaya koyup Suriye’deki Kürt güçlerine yöneldiğinde (ki askeri harekâtın esas hedefi zaten budur) Türkiye ile ABD ve Avrupa açıkça karşı karşıya gelecektir.”

    sayin zileli, siz hangi dünyada yasiyorsunuz?

    sank T.C., suriyede ki asil niyetini dünyadan ve amerikadan gizliyormus gibi; sanki amerika, T.C.’nin hedef ve amaclarini bilmiyormus gibi; sanki esad rejiminin idam fermanini amerika yazmamis gibi, bu fermani acikca ilan edip esad rejimini devirme isini ihaleye cikarmamis gibi; sanki amerika, esad rejimini yikmak icin kelle kesen cihadcilari desteklemiyormus/kullanmiyormus gibi; sanki cihadcilari “ilimli” yani amerikaya dost, “terörist” yani amerikaya düsman seklinde kategorize eden amerika degilmis gibi…

    sayin zileli, pusulasi ve hedefi olmayip, rüzgar hangi yandan eserse o yöne sürüklenen bir yazar görüntüsü veriyorsunuz.

  22. Yaz başında bir yazı dizisine başlayıp yeni yönetim biçimleri tartışmaları üzerine üç beş satır karalamak niyetindeydim. Araya, bir darbe girişimi, birkaç bombalı katliam ve bolca tutukluluk/mahkûmiyet, OHAL ilanı ve OHAL KHK’leri girince layıkıyla sürdürmek pek mümkün olmadı! Bölül pörçük de olsa devam…

    Aslında birkaç gün önce yazacaktım bu yazıyı ancak demokrasi nöbetinde beş dakikalık bir şekerleme esnasında edebiyatçı Aslı Erdoğan tutuklanınca vazgeçtim! İçimden gelmedi. ‘Kabuk Adam’ın, ‘Kırmızı Pelerinli Kent’in yazarı. Eserleri çeşitli dillere çevrilmiş bir romancı ve yurttaş. Romanı piyasaya çıkmadan bir hafta önce “Bence demokrasi çok hoş bir şey” türü söyleşi veren yazarlardan değil. Bir derdi var. Derdi olduğu için de, kurulu düzen tarafından baş belası görülenlerden.

    İddialar/gerekçeler, ‘Örgüt üyesi olmak’, ‘Halkı kışkırtmak’ vs. Dün bir iki satır karalamış sidik kokulu yatakta uyumak zorunda bırakıldığı yerden ve demiş ki, “Annemi ve ölmüş kedimi özledim…” Anasını ve kaybettiği kedisini özleyen kadın sanatçı, ‘kaçar’ ve ‘delilleri karartır’ diye tutuklandı, yüce yargı tarafından.

    Bugün de insan hakları savunucusu avukat Eren Keskin çıktı hâkim karşısına. Neyse ki adli kontrol koşuluya serbest kaldı, okuduğunuz yazının tam şu satırı yazılırken! Akıl ve hukuk dışı tutuklama olasılığı gerçekleşmediği için sevindi, sağlıklı ve dürüst insanlar.

    Eren Keskin haberini okurken, bu kez Kılıçdaroğlu’na suikast girişimi düştü internete. Allah’tan ona da bir şey olmamış ancak bir asker yaşamını yitirmiş. 20 yaşında bir çocuk.

    Son zamanlarda giderek sıklaşan baş ağrısı saplandı yine. Yazıyı bu satırda bırakmak mümkündü aslında. Fakat insan yazarken zannediyor ki, ‘ben yazmazsam bir şey eksik kalır.’ Görev duygusu gibi bir şey. Muhtemelen saçmalık, pek bir temeli ve gerçekliği yok ama böyle bir his oluyor gerçekten. Gel gör ki serde katır inadı var!

    Yaşamımın yaklaşık yarısında çalıştığım ve anlattığım konulardan biri, sayın bağımsız yargımız. Hiçbir zaman iç ferahlatıcı olmadı kabul, ama şu son zamanlarda ‘Kandıyıldık’ ifadelerini okudukça başıma ve sağ bacağıma berbat ağrı giriyor. Sinirsel bir durum. Özellikle bazı fotoğrafları görünce. Örneğin şu eski Van savcısının fotoğrafı. Dün açığa alınmış. Biliyorsunuz bu adamı meslekten attılar zamanında. İddianamesinde Büyükanıt’ın da adı geçiyordu. Üniversite yöneticileriyle uğraştı vs. Herkesin bildiği şeyler. Avukatlık yapması dahi engellendi. Üstelik o iddianame kabul edildi. Dönemin HSYK’sinin haksız bir uygulaması olarak anlatıldı yıllarca. Ben de anlattım.

    Şimdi bu adam çıkmış, iddianameyi hazırlarken bir hâkimin eklemeler yaptığını, etki altında kaldığını söylüyor. Atıldıktan sonra da Cemaat bakıp beslemiş, bir ara yurt dışına çıkarmış, maaşa bağlamış. Poz veriyor sağda solda. Şöyle bir bakıyorsun suratına, o insanların canına okuyan suratına. Çok şey var söyleyecek o ifade için. Uzun uzun yazılabilir. Yalnızca o ifade üzerine.

    Buna mukabil içimden çok kısa sözcükler sarf etmek geliyor. Açık. Türkçe. Herkesin anlayacağı türden. Sarf edemiyorum bir türlü. Diyorlar ki, “Akademinin çıtasını düşürmemek gerek.” Meslekten olmayanlar bilmiyordur belki, akademinin bir çıtası var! Yükseğe, daha yükseğe, en yükseğe taşınması gereken! Bir ara o ‘çıta’ üzerine de yazacağım…

    Dün de Balyoz savcısı açıklama yapmış. Demiş ki, “Delillerin gerçek olduğuna inandım. Ben de ‘Kandıyıldım“ buyurmuş. İnanmak! Bir savcı delilerin gerçek olduğuna nasıl inanır? Delil, inançla ilgili bir unsur mu? İnsan Allah’a inanır, aşka inanır, söze inanır… Delilin gerçek olup olmadığını ise sınar, araştırır, inceler. Adalet duygusundan, dürüstlükten, hukukun temel ilkelerinden ödün vermezse, düzgün iddianame yazar. Ama sunulan delillere ‘inanmaz.’ Kandıyılmaz. Kandıyılmayacağı için savcıdır. Kolay kandıyılamayacağı için o makamdadır. Mümeyyiz olduğu varsayıldığı için.

    Tutup “Murat Allah bir dedi, İŞİD de Allah bir diyor, demek ki Murat İŞİD üyesi” mantığıyla iddianame yazarsan, bunun adı kanmak değildir. Başka bir şeydir. Ancak dedim ya, akademinin o meşhur çıtası, bu tanımlamalara da izin vermiyor.

    Peki, siyasetçinin, bürokratın, yazarın, sanatçının, futbolcunun ve milyonlarca yurttaşın mütemadiyen ‘kandıyıldıyı’ bir toplumda, gelecek nasıl ve kimlerle kurulacak? Her ne kurulacaksa, her kesim içinde yer alacak çünkü o ‘yeni’ olanın. Sizce Aslı Erdoğan’ı tutuklayan hâkim de kandıyılıyoy muduy? Üç gün sonra bu açıklamayı yapsa, şaşıracak tek bir yurttaş kaldı mı koca memlekette? Ya da Baro Başkanı “Açılışı Saray’da yapacağız” deyip zaten perişan olan güçler ayrılığı ilkesinin köküne kibrit suyu dökerken, bir ‘kandıyanı’ var mı? Yoksa daha yapısal sorunlardan mı muzdarip?

    Yeni bir şey kurmak, hiç kuşkusuz öncelikle mümeyyiz kesimlerin çabasıyla olacak. Tabii, ilkeli, omurgalı mümeyyizlerin çabasıyla.

    Yurttaş kesimlerinin karar mekanizmalarına katılımını savunurken, yargıyı olduğu haliyle bırakmak mümkün mü? Temsil mekanizmaları, devletin bildik fonksiyonları işlevlerini hızla kaybederken, nasıl bir yargı olacak? Kim, hangi araçlarla örgütleyecek? Yargının yurttaşa hesap vermesi nasıl sağlanacak? Yargıçlar halka hesap vermemeli mi? Denetlenmemeliler mi? Bunları tartışmalıyız.

    Hiç kuşkusuz “Kabuk kırılıyor ve ortaya yeni, yepyeni yöntemler çıkıyor” demek; “Hâlihazırdaki kurallara uymayalım” demek değil. Aralarında bir çelişki yok, biri diğerini dışlamıyor. Aksi halde anayasayı askıya alan, yasaları ihlal edenleri ‘devrimci’ olarak adlandırmak gerekirdi. Oysa yeniyi inşa edecek olanlar, var olana saygı duyan, uyan insanlar olacak. Dürüst insanlar. Kırmızı ışıkta durmayan yurttaşla, kolay kolay hiçbir şey inşa edilemez! Ve kırmızı ışıkta durmak, öğrenilir.

    Bu nedenle bir yandan “Bu iletişim/teknoloji aşamasında vekillere ihtiyaç kalmıyor” derken, diğer yandan “TBMM’ye gözümüz gibi bakmalıyız” diyorum. Aksi halde olaylar ve kavramlar arasındaki ‘düzeyler’ birbirine karışır. Örneğin sık karşılaşılan bir ergen solcu öğrenci tipi vardır. Sosyal hakları anlatırken der ki, “İyi de bu haklar emekçiyi pasifleştiriyor, reddedilmeli.” Mantık şu: “İşçi aç kalırsa bilinçlenecek, sosyalizme meyledecek ve devrim olacak.” Tabii, çünkü aç kalan, sıkıntı çeken herkes sosyalist bilince kavuşur! Başkaca bir şey yapmaya, emek harcamaya gerek olmadığı gibi, koşulların da bir önemi yok. İşte düzeyleri birbirine karıştırmak derken kastım bu.

    Sevgili Hocam, ‘düzeyler’ arasındaki ayrımı anlatmak için çok hoş örnekler verirdi. Birini hiç unutmuyorum ve ben de kullanıyorum: Kadın erkek ilişkisi belli bir aşamadan sonra Medeni Kanun kapsamındadır, ancak kadın ve erkek evde kavga ederken birbirine Medeni Kanun okumaz! Anlatabildiğimi sanıyorum.

    Yargının sorunlarına da bu mantıkla yaklaşıp tartışmakta yarar var. Evet HSYK’nin yapısı, nasıl kurulacağı, üyelerin hangi organlardan seçileceği ya da atanacağı kuşkusuz çok önemli. Önemli olduğu içindir ki, Cumhuriyet tarihi boyunca tartışıldı. Çok yöntem denendi. 1961’de, 12 Mart sonrası değişikliklerinde, 1982’de ve 2010’da yeniden düzenlendi HSYK. Sonuç? 2016’da bir kez daha…

    Demek ki o organ dışında bir şeyler var konuşulması gereken. Yargı bağımsızlığı, yargıçlardan ayrı değildir. Siyasal düzenden ayrı değildir. Sınıf mücadelesinden ayrı değildir. Marx ve Engels, 1848’de Avrupa çalkalanır ve devrim süreci yaşanırken kaleme aldıkları Komünist Manifesto’nun başlarında şöyle diyorlar: “…Kısacası burjuvazi, dinsel ve siyasal gözbağlarıyla üstü örtülü sömürünün yerine, apaçık, utanmaz, dolaysız, çıplak sömürüyü geçirmiştir. Bugüne dek üstün değer verilen ve sofuca bir ürküntüyle bakılan ne kadar eylem varsa burjuvazi bunların hepsinin üstündeki kutsallık örtüsünü çekip atmıştır. Doktoru da, ‘hukukçuyu da’, rahibi de, şairi de, iktisatçıyı da, kendi ücretli emekçisi haline getirmiştir.”

    İçinde yaşadığı düzenden tümüyle bağımsız hareket eden ne bir yurttaş ne de bir meslek grubu bulunur. Haliyle yargı bağımsızlığı, yinelemek gerekirse, bir yandan güncel kurumsal düzenlemeler bağlamında, diğer yandan çok daha kapsamlı bir sistem sorunu olarak tartışılmalı. Yargı bağımsızlığının, yargıçlardan ayrı düşünülemeyeceğini hep akılda tutarak. Yargıçsız yargı yok. Yoksa HSYK’nin üye yapısını değiştirince yargı sorununun çözüleceği zannedilir ki, külliyen aptallıktır! Türkiye uzun yıllardır bu aptalca tartışmanın içinde debeleniyor ne yazık ki.

    Aksi halde HSYK’nin üye sayısı yedi olsa ne olur, 22 olsa ne olur, 30 olsa ne olur? Üyeler ister seçimle, ister atamayla, ister yüksek yargıdan ister alt dereceden gelsin, ne fark eder? Yargı tartışması, siyasal düzenden, genel eğitimden, siyasal kültürden, hukuk fakültelerinden ve anayasada yazdığı üzere (md. 138) ‘hâkim vicdanından’ bağımsız ele alınamaz. Ne yapacaksınız, vicdanı hükme mi bağlayacaksınız? O ‘vicdanı’ oluşturan koşulları nasıl dönüştürmeliyiz? Bu konuda yazmakta yarar var. Şimdilik burada kesiyorum…

    Yargı bağımsızlığı, çoğu hukukçunun, apoletli baro başkanlarının, az gelişmiş memleketin taze soğanı konumundaki TV yıldızlarının, hukuk fakültelerinin bilmem ne kürsülerini işgal etmiş ve danışmanlık yapmaktan düşünmeye fırsat bulamadığı için bir ömür aynı ezberleri dillendirmekten sıkılmayanların dünyasında tartışılamaz. Ya da tartışılır da, işte böyle olur: HSYK’yi yeniden düzenleyelim, yargı sorunu çözülsün. Üzerine kaymak da koyun, tadından yenmesin…

    Not: Fransa’da, aklı başında insanların ve başta İçişleri Bakanı olmak üzere kimi siyasetçilerin haklı tepkisini çeken, Fransız sağcısı ve ırkçısının ise pek beğenip desteklediği ‘haşema yasağı,’ güvenlik devleti ideolojisinin vardığı noktanın, dünyanın delirdiğinin ve ‘insan haklarından’ ödün veren ‘yerli ve milli’ uygulamaların en vahim ve somut örneklerinden. İşte asla ‘yerli ve milli’ olamayacak insan hakları kavramı, bu nedenle yaşamsal…

    Doç. Dr. Murat Sevinç
    Ankara Üniversitesi
    Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
    25 Ağustos

  23. anlayamadığım bir şey var.dünyada ve türkiyede onca olay olur(amerika 11 eylül.ingilterenin ab’den ayrılması.türkiyede darbe teşebbüsü vs piyasalar düzgün tepki vermiyor.neden sakın istikrar demeyin türkiyede ve dünyada istikrar yok.neden.gün bey bu konuda bir yazınızla bizi aydınlatabilirmisiniz. leninin teşhisi gene doğrumu çıkıyor.ekonomi yoğunlaştırılmış politikadır der.piyasa tepkisizliği soru bu ve kimse ciddi analiz yapmıyor.siz yaparmısınız gün bey.

  24. T.C. vatandaşı olmadığınızı söylemişsiniz.

    Eğer ikiz kardeşiniz Jeremy Corbyn’le iki bira atmak için Londra’ya gitmek isterseniz yarın öbür gün, Yeşilköy havalimanında pasaport amirine, polise, havayolu personeline göstereceğiniz pasaportun üzerinde ne yazıyor peki?

    Vatansız olanların da pasaportu var mı? Varsa bile Vize’yi nasıl hallediyorlar?

  25. İngiliz pasaportum var.

  26. Politika yaparken ekonomiden o kadar uzak konuşuyoruz ki. Paranın akışına ve kontrolüne bakmamız gerekiyor. Kim bunun neresinde kim bunu korumak için neler yapabilir, kimleri kullanabilir , kimleri harcayabilir… buna bakmak gerekmez mi?
    Bu sistem içinde yorum yaparken global ekonominin durumunu da incelemeliyiz. Şu anki durumu bu şekilde açıklayacak bir yazı/inceleme tavsiye eden var mı?

  27. 23’e

    Sayın Zileli’nin ekonomi (iktisat) üzerine ele-avuca gelir metinler yazıp/yazamayacağıyla ilgili peşinen hüküm bildiremeyiz. Fakat Zileli’nin hayata bakışlarını, sitesindeki yazıların muhteviyatını, yorumlara/sorulara verdiği yanıtları, TV konuşmalarını, kitaplarını, röportajlarını ve benzerlerini tarttığımızda; ekonomi hususunda birşeyler söyleyebilecek kalibrede biri gibi gözükmüyor.

    Ekonomi çok ama çok geniş bir alan, küçümseyenler olsa da bu böyle. “Açlık ve aç kalma korkusu çoğu zaman, akıldan daha fazla terbiye eder insanı” da derler eskiler… “Eski”lerin söylediği her şey doğru değildir elbet, ama bu sözün bugün bile geçerli olduğunu inkâr edemeyiz herhâlde…

    Sümerlerden (va hâttâ daha evvelinden) tutun, Adam Smith’e, Karl Marx’a, John Maynard Keynes’e, Milton Friedman’a, Joseph Stiglitz’e, Dani Rodrik’e, Nouriel Roubini’ye, Janet Yellen’a, Amartya Kumar Sen’e, Daron Acemoğlu’na veya Murat Çetinkaya’ya kadar gelin…

    Bu kadar geniş bir alan varken, sorularınıza tumturaklı cevaplar vermek pek mümkün değil. Ancak ve ancak, “verili” bilgilere, göstergelere bakarak, tespit ve tahminlerde bulunabiliriz, en azından şimdilik.

    “Devlet”lerin ve “özel sektör”lerin birbirini kapsayıp/kapsamadığı, dünyayı yöneten “elit” ailelerin/şirketlerin/masonik teşkilatların olup/olmadığı, ve varyasyonları üzerine de sayfalar dolusu yazıp çizebiliriz, ama, “sonuç” diye addedebileceğimiz şeyler varsa, varamayız.

    “Verili” göstergeleri meşru kabul edip anlatmaya çabalayalım:

    Eğer bir milat çizgisi koymak derdinde isek, şimdilik, 3 adet çizgi koyabiliriz:

    (1) Ronald Reagan, Margaret Thatcher, Turgut Özal zihniyetlerinin bayraktarlığını yaptığı, “sözde tam özgür” bireyin merkezde olduğu, bütün tanzim edici kurum/kuralların devre dışı bırakıldığı, “de-regülasyon” süreci, “kimsenin gözünün yaşına bakmamayı amaçlayan neo-liberal kapitalist” çizgi.

    (2) SSCB’nin çökmesiyle daha da hızlanan neo-liberal kapitalist çizginin, SSCB dağıldıktan sonra kalan periferi ülkelerine de “özgürlük geldi, taksitle satın alabilirsiniz” diye pazarlanıp, çizginin ilerletilmesi ve 2000 senesinde “dot-com” balonunun patlaması. (Buna, “internet”in başrolü oynadığı ilk iktisadi çalkalanma da diyenler var.)

    (3) 2005/6’da hızlanmaya başlayıp, 15 Eylül 2008’de patlayan, çekirdeğini “mortgage-backed security (MBS); Türkçesi, Varlığa Dayalı Menkul Kıymet” isimli toksiklerin oluşturduğu, yatırım bankası “Lehman Brothers”ın çöküşünün nirengi noktası kabul edildiği; “küresel ekonomik kriz” çizgisi.

    2008’de bütün dünyaya yayılan bu kriz hâlen devam ediyor. Medyada sık dillendirilmiyor oluşuna pek aldırmayın.

    Dünya genelinde ekonomilerin daralmaya devam ediyor oluşunun sebebi, “verili” göstergelere baktığımızda; ticaret iştahının az oluşudur. Bunun birçok göstergesi var, bir tanesi olan şunu inceleyebilirsiniz, dünya genelinde yapılan her tür deniz yolu taşımacılığının istatistik tabloları:

    1744’te kurulan “The Baltic Exchange”in verileri, http://www.balticexchange.com/

    ABD Merkez Bankası’nın (FED), faiz arttırımına bir türlü başlayamıyor oluşunun sebebi, kendi ülkelerinde enflasyonun bir türlü yükselişe geçemiyor oluşudur. Çünkü, 35 küsür yıldan fazla süredir, ABD menşeli şirketler, ucuz işgücünden ve ucuz hammade temininden yararlanmak için, fabrikalarını dışarıya, yoğunlukla da Asya’ya kaydırdı. ABD içindeki işgücü her yönden erozyona uğramaya başladı; tecrübe erozyonu, ücret/maaş miktarının az artması, alım güçlerinin düşmesi, bankalardan çekilen kredilerinin geri ödenmesinde yaşanan zorlukların artması, vergi oranlarının daima yükselme eğiliminde olması gibi sebeplerle; ABD içinde ekonomi canlanamadığı için enflasyon da, FED’in umduğu hız ve oranda artmıyor, bu da, FED’in faiz arttırımını erteletiyor.

    FED’in faizi, 2008 krizinden sonra ekonomiyi onarmak için başlattığı “parasal genişleme programları, QE, quantitative easing”leri 2014’te bitirmesinden hemen sonra arttıracağı beklentisi vardı, öyle olmadı. FED, her merkez bankasının yaptığı gibi, “enflasyon artmadan, faiz arttıramam” dedi, ve hâlen enflasyonun artmasını umuyor, bekliyor.

    2008-2014 arasında, QE sayesinde dünyaya yayılan bu paradan bugün bile karnı doyan pek çok ülke var. Bunlardan biri de, “gelişme yolundaki ülkeler (GOÜ)” kategorisinde olan “Türkiye” isimli ülke.

    TCMB’nin 1 haftalık repo faizi (Para Politikası Kurulu’nun, PPK’nin belirlediği faiz) = %7,5

    FED’in 1 haftalık repo faizi (Federal Open Market Committee, FOMC, Federal Açık Piyasa Komitesi’nın belirlediği faiz) = %0.50

    Aradaki bu farka bakan uluslarararası yatırımcı, elindeki parayı yatırıp kâr edebiledeği ülkelere yönelir. Şu an Türkiye, bu cazip ülkelerden biri. Peki nereye kadar? FED, faiz arttırmaya başlayana kadar. Yani “vakti gelince”, QE ile dünyaya pompalanan bu para, “yurduna”, ABD’ye geri dönecek. O zaman GOÜ’ler, “para duası”na çıkabilirler…

    Peki faizler arasında bu kadar yüksek fark niçin var? Yukarıda da açıkladığımız gibi; ülkelerin enflasyon oranları farklı:

    Türkiye’nin Temmuz 2016 enflasyon oranı = %8,79
    (http://tr.tradingeconomics.com/turkey/indicators)

    ABD’nin Temmuz 2016 enflasyon oranı = %0,8
    (http://tr.tradingeconomics.com/united-states/indicators)

    Enflasyonu yüksek olan ülkelerin faiz oranı da yüksek olur.
    Enflasyonu düşük olan ülkelerin faiz oranı da düşük olur.
    Enflasyon sebep, faiz sonuçtur.

    Şimdi yavaş yavaş sizin sorularınıza yaklaşalım.

    ABD, 2008 krizinde ilk ve en büyük darbeyi yiyen ülke olup, aynı zamanda, ilk onarma hamlesini (QE’yi) yapabilip, düzlüğe çıkma yolunda en istikrarlı yürüyen ülke konumunda. John Maynard Keynes’in, 1929 büyük buhranı için sunduğu çözüm önerilerini, 2008 ve sonrasına güncelleyerek, reçeteler yazdılar.

    ABD ile aynı anda İngiltere’de “QE”lere başlayabildiği için, İngiltere’nin durumu da nispeten iyi.

    Peki asıl darbeyi kimler yedi?

    İzlanda. Ama kendini kurtardı, acı çekerek.

    Portekiz. Kendini kurtaramadı, acı çekiyor, kaybedecek kanı hâlen var.

    İspanya. Kendini kurtaramadı, acı çekiyor, kaybedecek kanı hâlen var.

    İtalya. Kendini kurtaramadı, acı çekiyor, kaybedecek kanı hâlen var.

    Yunanistan. Kendini kurtaramadı, acı çekiyor, kaybedecek kanı neredeyse bitmek üzere.

    Fransa. Krizin yakıcı etkilerini yeni yeni hissetmeye başladı.

    “Batı” ülkelerindeki şirketler, ticaret iştahındaki azlık sebebiyle, ve fabrikalarını yıllar önce “Asya”ya kaydırmış olduğundan, Çin gibi ülkelere siparişler veremiyorlar. Bu sebeple, Çin ekonomisinin, hem “komünist içine kapalılığı, ketumluğu” ve sipariş azalması nedeniyle ihracatının düşüyor oluşu; Çin’de de ekonominin yavaşlamaya başladığının göstergesi. Çin’de ekonominin yavaşlaması, “Asya’nın genelini” etkiler.

    Rusya’yı soranlar olursa: Rusya’nın ekonomisi “iyi değil”, hasta, hem de çok! Putin’in veya Medyedev’in daima turp gibi gözüküyor olması, Rusya’nın ekonomisinin de iyi olduğunu düşündürtmesin sizlere.

    BREXIT’in, öncelikle İngiltere ekonomisini etkilemesi kısa/orta vadede mümkün. Yani, “birazcık” acı çekecekler. Ama “uzun” vadede İngiltere güçlenmeye devam edecek.
    İlk sebebi, 2008 krizinde yaptığı onarıcı hamlelerin meyveleri çok sağlam, BREXIT’in bile yıkamayacağı kadar sağlam.

    2. sebebi, Avrupa Birliği’nin mali entegrasyonu adamakıllı sağlanamadığından, aynı para birimini (Euro) kullanıyor olmalarıyla birlikte, üye ülkelerin ekonomi göstergeleri aynı olmadığından; AB’nin geleceği parlak değil. Açık örnek: Yunanistan ile Almanya “ekonomileri arasındaki uçurum”un, domino etkisi yaratarak, diğer AB üyesi ülkelere sıçrama olasılığı hâlen yüksek. Belki şaşırabilirsiniz ama: İngiltere’deki sağcıların BREXIT’ı desteklemesi “siyasi & sosyolojik” faşizme yönelim olmakla birlikte, İngiltere ekonomisinin geleceği açısından BREXIT doğru bir hamle! Bu, bir tespittir, sevebilirsiniz/sevmeyebilirsiniz.

    Türkiye’deki darbe teşebbüsünden piyasalar elbette etkilendi. 16 Temmuz sabahı tatilde (Cumartesi) olabilirdik, ama uluslararası piyasalar açıktı, Dolar/TL kuru 2,89’dan 3,01/04’e fırladı.

    “15 Temmuz’dan 26 Ağustos’a onlarca olay yaşamış olmamıza rağmen, ülkede piyasa istikrarlı mı?” diye sorarsanız; her akşam televizyonlara çıkıp, cadı avı misali, “FETÖ bize neler neler etti, ahh bir bilseniz, 1966’dan beri sustuk sustuk sustuk, ama artık konuşacağız” hikayeleri anlatanların, “ağız birliği yapmışçasına” aynı şeyleri papağan gibi tekrar ediyor oluşları ile, RTE’nin “durmak yok, yola devam” sözü; “ekonomide algı yönetimi” için de geçerlidir.

    Yani, Türkiye ekonomisinde “istikrar” yok; var olduğu algısı ile, “narkozlu” gibi, yaşayıp gidiyoruz.

    Türkiye’de (ve benzeri ülkelerin çoğunda) “var olduğu zannedilen” ekonomik istikrarın asıl çöküşü, “verili” göstergelere baktığımızda, 3 sebeble başlayabilir:

    (1) Eğer ABD’de enflasyonun yükseleceğine FED emin olursa, faiz arttıracak. FED, faiz arttırdığı anda, Türkiye’de (ve benzeri ülkelerin çoğunda) “sözde” ekonomik istikrar bozulmaya başlayacak.

    (2) ABD’de (ve Avrupa’daki ülkelerin çoğunda), başkanlık/genel seçimler(in)de, milliyetçi, islamofobik ve xenophobic söylemler artarsa, kim başkan/başbakan seçilirse seçilsin (Trump, Clinton farketmez) ortadoğuda savaş çıkarmak niyetiyle hareket ederlerse, Türkiye’de (ve benzeri ülkelerin çoğunda) “sözde” ekonomik istikrar bozulmaya başlayacak.

    (3) Türkiye özelinde konuşacak olursak; “Batı”nın direktifleri doğrultusunda hareket etmemeye devam ederse, “ümmetin istikbali bizim ellerimizde” şiarı ile devam edenler olursa, Türkiye’de (ve benzeri ülkelerin çoğunda) “sözde” ekonomik istikrar bozulmaya başlayacak.

    Sözün özü:

    Ekonomik istikrar zaten yok; sadece “bağırmaya hazır, bastırılan suskunluk” var.

    Yukarıdaki 3 sebep, teker teker, veya hepsi aynı anda gerçekleşirse; bahsedilen “suskunluk” yırtılacak.

    Sonrası mı?

    Henüz erken.

    O zaman yeni “verili” göstergeler oluştuğunda, ona göre yazarız.

  28. Bu günlerde sıkça yıllardır Tv lerde delet-iktidar-efendi yalaması millici ırkçı kürt düşmanı stratejist geçinip saatlerce yalanı tekrar edip PYD-YPG-SDG- gibi özgürlükçü devrimci yerel dinamiklere terörist diyen (admin)
    Bu seviyede yalan dolana ihtiyaç duyan memleket bitmiştir!!!
    Kürdistan bunlara ve emperyal sömürgecilere mezar oluyor olacak.
    Laz özgürlükçü toplumsal devrimcinin görüşü budur buyur burdan yak!!!!!!

  29. Fazla karışıklık olmaması babında, derli-toplu “ekonomi” bilgilerini öğrenmek istiyorsanız,

    Ve bunu; komplo teorilerine pek meyletmeden, “verili göstergeler” ışığında öğrenmek istiyorsanız,

    Birkaç tavsiye:

    “Ekonomi Politiğin İnsanı Kim’dir?”
    Metin Sarfati
    Derin Yayınları
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/ekonomi-politigin-insani-kimdir/141275.html

    “İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi”
    Prof. Dr. Gülten Kazgan
    Remzi Kitabevi
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/iktisadi-dusunce-veya-politik-iktisadin-evrimi/21797.html

    “İktisadi Doktrinler Tarihi”
    Mehmet Selik & Altuğ Yalçıntaş
    Efil Yayınevi
    http://www.efilyayinevi.com/tr/urun/s/889/Iktisadi+Doktrinler+Tarihi/

    “Tanzimattan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi”
    Prof. Dr. Gülten Kazgan
    İstanbul Bilgi Ünv. Yayınları
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/tanzimattan-21-yuzyila-turkiye-ekonomisi/45454.html

    “Türkiye Ekonomisinde Krizler (1929-2009):
    Ekonomi Politik Açısından Bir İrdeleme”
    Prof. Dr. Gülten Kazgan
    İstanbul Bilgi Ünv. Yayınları
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/turkiye-ekonomisinde-krizler-19292009-amp-ekonomi-politik-acisindan-bir-irdeleme/267755.html

    “Liberalizmden Neo-liberalizme: Neo-liberalizmin Getirisi ve Götürüsü”
    Prof. Dr. Gülten Kazgan
    İstanbul Bilgi Ünv. Yayınları
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/liberalizmden-neoliberalizme-neoliberalizmin-getirisi-ve-goturusu/393017.html

    “İktisat Sadece İktisat Değildir”
    Metin Sarfati
    Efil Yayınevi
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/iktisat-sadece-iktisat-degildir/371399.html

    “İktisatta Yeni Yaklaşımlar”
    Metin Sarfati & Ercan Eren
    İletişim Yayınları
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/iktisatta-yeni-yaklasimlar/265400.html

    “Liberalizmi Yeniden Düşünmek”
    Burak Gürbüz & Hüseyin Özel & Metin Sarfati
    Efil Yayınevi
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/liberalizmi-yeniden-dusunmek/394886.html

    “Büyük Açık; Kıyamet Çarkının İçinde”
    Michael Lewis
    Scala Yayıncılık
    http://scalakitapci.com/kitaplar/ekonomi/dunya-ekonomisi/buyuk-acik-kiyamet-carkinin-icinde.html

    “Yalancının Pokeri”
    Michael Lewis
    Scala Yayıncılık
    http://scalakitapci.com/kitaplar/eslenmemis/yalancinin-pokeri.html

    “Bumerang: Yeni Üçüncü Dünyaya Yolculuk”
    Michael Lewis
    Scala Yayıncılık
    http://scalakitapci.com/kitaplar/ekonomi/ekonomi-diger/bumerang-yeni-ucuncu-dunyaya-yolculuk.html

    “Hızlı Çocuklar: Bir Wall Street İsyanı”
    Michael Lewis
    Scala Yayıncılık
    http://scalakitapci.com/kitaplar/ekonomi/hizli-cocuklar.html

    “Borç: İlk 5000 Yıl”
    David Graeber
    Everest Yayınları
    http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1454

    “Marksist Değer Teorisi”
    Mehmet Selik
    Efil Yayınevi
    http://www.efilyayinevi.com/tr/urun/s/1165/Marksist+Deger+Teorisi+/

    “Kimlik İktisadı: Kimliklerimiz, İşimizi, Ücretimizi ve Refahımızı Nasıl Şekillendiriyor?”
    George A. Akerlof & Rachel E. Kranton
    Efil Yayınevi
    http://www.efilyayinevi.com/tr/urun/s/1149/Kimlik+Iktisadi/

    “Kültür ve Sanatın Politik Ekonomisi”
    Doç. Dr. Sacit Hadi Akdede
    Efil Yayınevi
    http://www.efilyayinevi.com/tr/urun/s/178/Kultur+ve+Sanatin+Politik+Ekonomisi/

    “Sanayileşmenin Gizli Tarihi”
    Ha-Joon Chang & Çeviren: Emin Akçaoğlu
    Efil Yayınevi
    http://www.efilyayinevi.com/tr/urun/s/880/Sanayilesmenin+Gizli+Tarihi/

    “İstikrarsız Bir Ekonominin İstikrarı”
    Prof. Dr. Hyman P. Minsky & Çeviren: Prof. Dr. Oğuz Esen
    Efil Yayınevi
    http://www.efilyayinevi.com/tr/urun/s/525/Istikrarsiz+Bir+Ekonominin+Istikrari/

  30. “Kuşkudan bıktım boşluğu tercih ediyorum.” (Flaubert)

    (I)
    XX. yüzyıldan bugüne hiçlikte savrulmak!

    Çok şey söylenecek, çok yorum yapılacaktır, XX. yüzyıl için; kısa bir yüzyıl olduğundan, tarihin sonunun yaşandığına kadar bir çok tez ileri sürülebilecektir.

    Bunların hiç biri zaman içinde doğrulanmayacaktır. Umutlu başlangıcına rağmen, bu zaman diliminde temel egemen ölüm ve boşluk hissi olacaktır. Yok olma ve yok etme bu yüzyılda düşüncenin merkezine oturan eylemin neredeyse temel nedeni olacaktır. Ötekini veya kendini yok etmek insan eyleminin gösterişli, göz kamaştırıcı albenili nedeni haline gelebilecektir. Şiddet en sofistike ve göz kamaştırıcı haliyle bireysel ve toplumsal psikolojinin bilinç altında saklanmış duygularını kışkırtarak, onu uygulayanı onaylamanın ötesinde kendini alkışlatabilecektir.

    Kuşkunun ustaları Marx, Nietzsche ve Freud, şiddetin ve savaşın sürekliliğini öngörmemişler miydi? XX. yüzyıl öncelikle Camus’nün deyişiyle “mükemmel cinayetlerin” yüzyılı olacaktır.

    Freud bir makalesinde, “insanı, doğadaki tüm yaratıkların içinde en vahşisi” olarak nitelerken, Nietzsche de peygamberimsi bir yaklaşımda bulunup, kendinden sonra ki iki yüzyılı anlatırken “hiç”liğin kategorisinden veya nihilizmden hareket edecektir. Gerçekten de XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren nihilizm batıdaki düşünceleri ve eğilimleri önceleyecektir.

    Zola, Balzac… XIX. yüzyıl kapitalizminin oluşma sürecinde egemenliğini perçinleyeceği artık çok belli olan, paranın ve finansın dünyasını teşhir ederken “Walrasgil (fiyat intibakı)” dönüşümle (Fransız iktisatçı Léon Walras, 1834-1910) iktisat teorisinde bireye ve onun sonsuz faydacılığına giden yolun kapıları sonuna kadar açılacaktır. Faydacılık, süratle, XX. yüzyıldan bugüne, sonsuz hedonizmin kutsanmasına dönüşecek, bu, kaçınılmaz olarak bireyin isteğinin “şimdi ve hemen gerçekleştirilmesi”ni meşrulaştıracaktır. Hattâ, bununla kalınmayarak, şimdi ve hemen zevk arayışı yeryüzünde bir “var olma biçimi” olmaya dönüşecektir.

    Lipovetsky’nin, Debord’un tespit ve tahlilleri bu süreçte büyük anlam kazanacak, “gösteri toplumunda” Debord bu toplumda ki değerlerin uçuculuğunu ve geçiciliğini anlatacak, Lipovetsky “boşluğun çağı” ile bunu tamamlayacaktır. Açılan yolda, birey, “sonsuz hazzının içinde” savrulurken, varoluşunu bu boşluğun üzerine kurmaya çalışacaktır.

    Eric Hobsbowm’da “kısa bir yüzyıl olarak” nitelendirdiği yüz yılın ilk kısmını 1945’de tamamlayacağını, 1945-1989 arasında bir nispi sükunet dönemi yaşanacağını, sonrasında ise “denetlenemeyen bir finans kapitalizm” ile 1914’ün vahşi başlangıcına dönüleceğini belirtecek, finansın dayandığı boşlukla şiddeti yan yana getirme denemesinde bulunacaktır böylece.

    Bütün söylenenlerin çerçevesinde, Nietzsche’nin boşluk ve hiçlik içeren nihilizmi XIX. yüzyılın sonundan itibaren XXI. yüzyıla doğru önce batının ama sonra da tüm insanlığın yazgısına bir yaklaşımın felsefesini oluşturacaktır bir anlamda. XX. yüzyıldan itibaren de totaliter tüm gelişmelerle birlikte yürüyecektir nihilist düşünce ve eylem.

    Tarihsel olarak bakıldığında Dostoyevski’den Schopenhauer’e, oradan Flaubert’e nihilizm Batı ve onun düşünsel süreçleriyle ama özellikle de inanç dogmalarıyla ilişkili olacaktır. Ve belki de onun için totaliter oluşumları önceleyecektir.

    Doğal olarak sözü edilen boşluk, öncelikle, Tanrısız ve inançsız kalmış bir dünyanın bunalımını yansıtacak, “Tanrıya yeryüzünden el çektirilmesinin tartışmaları”nı içerecek ve bu anlamda “inançla inançsızlığın sınırları”nda ve ilişkin olarak, tüm değerlerin değersizleşmesinde yaşam bulacaktır nihilizm.

    “Değersizleşme”:
    İnancın yok olmasından mı,
    Yeryüzünde insanın Tanrısız-inançsız kalmasından mı,
    Tanrının ve Hıristiyanlığın izlerinin ve kalıntılarının halâ var olmasından mı,
    Veya yeryüzü ile öte tarafın işlerinin ayrılmasından mı kaynaklanacaktır?

    Bunlar nihilizmin kuramsal tartışmalarında ele alınacaktır. Fakat, Nietzsche, yaşadığı dönemden sanki XX. yüz-yılı ve devamını görürcesine şöyle diyecektir: “Anlattıklarım, önümüzdeki iki yüzyılın hikayesidir.”

    İki yüzyılın hikayesi olmayacak mıdır gerçekten Nietzsche’nin anlattıkları?

    Bugün, “fanatizm ile boşluğun egemenliği” ve “inancın, tekrar, politiğin gündemine yerleşme çabaları”; Nietzsche’yi doğrulamamakta mıdır?

    Nietzsche’nin özetlediği şekliyle “Tanrının artık olmadığı dünyada”, teknoloji ve bilim kendi gündemini, “varoluş biçimini” oluşturduğunda bugünki bunalım “hiç”liğin bunalımı değil midir?

    “Fiyatın anlığı”nın, “değerin uçuculuğu”nun ve genel olarak “geçiciliği”nin dünyasında; inancın patlamalı arayışları bir anlamda Nietzscheyen “nihilizmi” veya “hiçliği” tekrar gündeme taşımamakta mıdır? Hiçlik de, kimi zaman kutsalın teröründe, kimi zaman bu dünyanın veya iktisadın-teknolojinin dünyasının sonsuz ihtirasında kaybolmayı anlatmamakta mıdır bugün?

    “Boşluk ve hiçlik”, varoluşu anlamlandıramadığında; “kutsal ve dinsel fanatizm” tüm yolları meşru görerek tehlikeli bir şekilde orayı doldurmaya çalışacaklardır.

    Flaubert’in dediği gibi; “Modern dünyanın ürünü ‘kuşku’ya kendini bırakmaktansa, hiçliğe teslim olmak” daha mı anlamlı görünecektir o zaman.

    (II)
    “Boşluğun” dünyasında anlamsızlığın anlamı

    Camus’nün dediği gibi “eksiksiz cinayet”in, “mükemmel yok etme”nin çağında yaşıyoruz bugün.

    Toplumun psikolojisi, içten içe, “cinayetin estetiği”ni öven geçen yüzyılın başındaki sürrealistleri hatırlatmaktadır sanki.

    Patlamalar içinde göz kamaştıran alevlerin temaşası, itiraf edilmese bile, ılıman bir ortamın sükûnetine tercih edilmektedir. İletişim araçlarında açıktan olmasa bile, sanki bu tür görüntüler aranmaktadır. “Kitle iletişimcileri” de bunu çok iyi bildiklerinden, bu tür haberlerin kaçırılmaması telaşında olacaklardır sürekli.

    I. Dünya savaşının başlaması ile De Gaulle’ün belirttiği gibi, insanlığın tarihinde ilk olarak “toptan bir yok etme ve yok olma çağı” başlayacaktır. İnsana ve topluma dair tüm bilimler (inanılmaz sayıda teori üretilmesine rağmen) yetersiz kalacaktır olan biteni açıklayabilmek için. “Güç arayışı” veya “maddi zenginlik biriktirme ihtirası” gibi çok az sayıda unsurla çok net analizler yapıp her şeyi öngörebilen, hiçbir şeye şaşırmayan zihinler dışında dehşeti açıklamakta çok zorluk çekilecektir. Dehşeti veya bu anlamsızlığı anlamak; şaşırmayı unutmayan bilge kişi için ise zor olacaktı.

    Ölüm; paradoksal ve şaşılası bir şekilde eyleme dökülmüş olacaktı. “Yok olma ve yok olurken yok etme” kutsanacaktı bir anlamda.

    Öte yandan, yüzyılın 1989’da bittiği, örneğin Hobsbawm tarafından ilan edilirken, Fukuyama gibi kimi düşünürler; iyimserlikte daha da ileri gidip tarihin sonuna gelindiğini savunacaktı. Fakat tam tersine, yüzyıl bugüne kadar uzayıp büyüyecek, “yok olurken yok etme tutkusu” bir öncekini aratmayacaktır.

    Asıl olan; saflığın egemenliğinde tek bir insanlığın kuruluş hülyaları idi.

    Teolojinin “1000 yıllık” rüyaları bu kez siyasalın ufkunu boyayacaktır; Stalin’den Mussolini’ye oradan Hitler’e, büyük ülkü, derinliğine bakıldığında, ortak temellere sahip olacaktı; “tek ve saf bir birlik amacı tüm araçları meşru kılacaktı.”

    “Proletarya”nın veya “seçilmiş şef”in önderliğinde yer üzerinde kutsalın saflığın da bir insanlık nihayet var edilebilecekti. Öyle ise şimdilik öldürülebilecekti, ölünebilecekti de. Öldürme ve intihar, “teatral bir görüntü içinde” kutsanacaktı. 1000 yıllık Germen egemenliği mitleştirilirken, “ebedi şefi” kendine yakışan bol patlamalı, renkli, albenili bir dekor içinde bu yeryüzündekiki yaşamına son vermeyecek miydi? “Katliam ve intihar”; aynı senaryonun kareleriydi artık.

    “Ölüme tapınma” veya “boşluğu kutsamak”, hiçliğe övgü düzmek XIX. yüzyılın son yarısından miras kalmamış mıydı bu çağa?

    Baudelaire şöyle diyecektir bir yerler de biraz da dalga geçerek;

    “Hem kurban olmaktan mutluluk duyacağım, hem de katil olmaktan”

    “Hiçbir mutsuzluk duymayacağım, ikisini de tatmak istiyorum.”

    Rimbaud da, yok olmanın albenisine övgüler dizecektir aynı tarihlerde kimi şiirlerinde.

    Anlamın anlamsızlığı, sanatta yerini bulacaktı XX. yüzyılın sonundan itibaren.

    Hemen aynı tarihlerde henüz genç bir disiplinde, iktisat biliminde ciddi bir dönüşüm yaşanacaktır.

    “Léon Walras”, Lozan’da ekonomi politiğin anlamsızlığına son verdiğini yazacak, ve yeni bilimin isminin artık “iktisat bilimi” olacağını dile getirecekti. Walras, “matematiksel niteliği ile iktisat bilimi artık söylencenin değil kesinliğin bilimi olacaktır” diyecektir.

    Ekonomi politiğin kavramsal kurgusu böylece yerini yenisine bırakacaktır. Örneğin; nedret (kıtlık) artık bireyin hazzıyla ilişkilidir. Bununla bağlantılı olarak insanın tatmin olma duygusu anlam değiştirecektir. Teorinin temel bireyinin bu duygusu, grafikleştirmelerden anlaşılacaktır ki sonsuza itilmiştir. Tatmin olamayacaktır birey artık, olsa olsa anlık ve geçici olacaktır tatmini. Kaçan bir noktada yakalamaya çalışacaktır bu duyguyu. Sonsuz tatminin mümkün olduğu yerde kuramsal olarak fiat yoktur. Arzusunun peşinde sürekli savrulacaktır birey.

    “İnsanın eylem nedeni artık tatmin olma arzusudur”; hiç durmadan susuzluğunu gidermeye çalışacaktır bu durumda insan, sonsuz haz arayışı, onun, aslında rasyonel davranmasına engel olacak ve artık boşluğu kulaçlamaya başlayacaktır. Yeni bir dünyanın kavramsal temelleri, bu anlamsız arayış ve boşluk duygusu üzerine örülecektir. Zola, Balzac finansın dünyasının uçuculuğunu dile getireceklerdir.

    “Uçuculuk”, “belirsizlik”, “geçicilik” ve “boşluk”; XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sanattan edebiyata, iktisattan toplumsal algıya tüm düzeylere egemen olacaktır. Flaubert şöyle yazacaktır: “Yanan muma bakarken ışığın aslında gözde mi, mumda mı olduğunu soruyorlardı”.

    İktisatçı Charles Gide de o dönemin en çok okunan iktisat kitabının bir yerlerinde şöyle diyecektir: “Gece gördüğüm yıldızlar nasıl sabah yok oldularsa fiat da böyledir. Fiat anlıktır, geçicidir.” İktisat ama asıl finans teorisi bilimsel bir kesinlikle bunu anlatıp ispatlamaya çalışmayacak mıdır uzun uzun?

    Boşlukta her şey anlık ve geçici olacaktır. Kuşkuya dayanamayan Flaubert’de boşluğu tercih ediyorum diyecektir. “Boşluk duygusu” ürkütücü olacak ama cazibesi de aynı oranda güçlü olacaktır. Gerçeklik ise, bu kez, André Gide’in veya Flaubert’in dediği gibi “yaratılabilir” olacaktır. Feuerbach, “kutsalın bile bizzat insan tarafından yaratıldığını” ileri sürecektir. Şöyle yazacaktır: “Kutsal, günümüzde gerçekliğin bizzat kendisi ile ters orantılıdır. Kutsal, ancak, yanılsamanın olduğu yerde ve sadece orada var olabilecektir.”

    Feuerbach’ın veya Flaubert’ın, XX. yüzyıldaki bu yazdıklarında şaşıracak bir şey olmayacaktır. Lipovetsky, ustalıklı tespitinde bugünü “boşluğun dünyası” olarak nitelerken, çağdaş bireyin narsisizmini, onun kendisini bizzat yaratıcı olarak tasavvur etmesine bağlayacak ve şöyle ilave edecektir: “Narsisizm; sınırlı bir bireycilikten, toplam bir bireyciliğe geçişin sonucudur bugün.”

    Bireyin kendini temel yaratıcı olarak düşlemesi ile aslında temel amaç “boşluğun doldurulması” olacaktır. Feuerbach’ın dediği gibi, bu boşluğu kendi tahayyülünde doldurmak için insan, önce, “kutsalsız kalmış bir dünyada yine kendi kutsalını yaratacaktır.” Çünkü, boşluk, temelde XVII. ve XVIII. yüzyıldan beri yeryüzünden uzaklaştırılmış Tanrının bıraktığı boşluk değil midir?

    “Descartes – Spinoza süreci”nde; yeryüzündeki tanrısal iktidara son vermenin düşünsel temelleri inşa edilecek, ve başarı da sağlanacaktır. “Ekonomi politik” de nihayet bu aşamada aslında siyasanın ve dinselin ötesinde, “insanı özgürleştirme çabaları”nın bir sonuç belgesi olmayacak mıdır?

    İnsan, aklının eşliğinde ve güvencesinde Tanrıdan boşaltılan yeryüzünü yönetmeye koyulacaktır bundan böyle. Rasyonalitesi de (iktisat biliminin çok iyi bildiği) “etkinlik”le ölçülecektir.

    “Etkinlik”; bu dünya üzerinde var olma biçiminin neredeyse tek ölçütü hâline gelecektir. XX. yüzyıl gerçekten de pozitivizmin doruğunda ki batının bilimine olan güveninin eksiksiz olduğu bir dönem olmayacak mıdır? Tanrısız kalmış bir dünya üzerinde, “bilimiyle insan”, olanı biteni kavrayabilecektir. İnanç; artık kutsal olana değil, tekniğe ve teknolojiye inançtır. “Bilimsel yasa” da aslında bunun dile getirilişi değil midir? Bununla birlikte; bütün bunlarla uyum halinde olduğu düşünülen “insan ahlakı”na da inanılacaktır bundan böyle. Dinsel ahlaka ihtiyaç kalmayacaktır böylece.

    Tanrısız yeryüzünün, salt akılla ve bilimle yönetilebileceğinin ve bilinmezliğin mümkün olamayacağının iddiasında ki bu yüzyılda boşluğun derinliklerinden belki de metafizik bir red yükselecektir ilginç bir şekilde. Turgenyev’den Dostoyevski’ye, oradan Kafka’ya, ama mutlaka Nietzsche ile bir “yabancılaşmanın dramı” verilmeye başlanacaktır.

    Dinsel, ahlaki, politik, bilimsel her türlü mutlağın reddinde XIX. yüzyılın ortalarından XX. yüzyılın sonlarına değin, bir yokluğun ve hiçliğin içinde, rasyonalitenin kurgusundaki bireye ve topluma tümden red başlayacaktır.

    Hatırlatmak gerekir ki; nihilizmin bu reddi temel de dinsel inanca dönüşü değil, tersine ondan devralınan bütün kültürel bir mirasın yeni baştan biçimlendirilmesi gerekliliğinde büyüyecektir.

    XXI. yüzyılın, XX. yüzyıldan tüm devraldıklarında bugün açıkça görülmektedir ki, bir tür nihilizm de miras olarak belirleyici bir ağırlığa sahip olacaktır. Kutsalın reddinde, boşluğun ta içinde ve “yok ederken yok olmanın büyüsünde” savrulan birey ve toplumu anlamak; nihilizmi yeni baştan gündeme getirmekle de kolaylaşmayacak mıdır?

    (III)
    Nihilizmin “Hiç”liği

    “‘İnsan Hakları Cumhuriyeti’ aslında ne Teisttir ne de Ateist; Nihilisttir yalnızca.” (Anacharsis Cloots)

    (XVIII. Yüzyıl Sonu)

    Tanrıya yeryüzündeki görevinden el çektirip, dinin dogmalarını akla, fanatizmi de toleransa teslim etmeyi amaçlayacaktır batı bütün bir aydınlanma boyunca.

    XIX. yüzyılın ortalarına doğru ise bir “varoluş bunalımı”nın içinde olacaktır. Turgenyev 1862 de “Babalar ve Oğullar”da, Bazarov’un tüm “dinsel gelenekleri” ve “ilerleme miti”ni eleştirerek, halkına nasıl hizmet etmek istediğini anlatacaktır. Her şeye rağmen, kutsalın yeryüzündeki gölgesinden kendini kurtaramamış, üstelik bu süreçteki kazanımlarında içkin bir anlam bulamamış batının “değer veya değersizliklerinin bunalımı”, böylece, ilk olarak Turgenyev tarafından nihilizmle adlandırılacaktır.

    Bu doğrultuda, boşluğun üzerine kurulu olacaktır batının uygarlığı. Nihilist düşüncenin gücü, boşluğun hacmi ile orantılı olacaktır.

    Anlamın anlamsızlığında kök salacaktır nihilist düşünce.

    Bilimselin kesinliği aranırken, belirsizliğin ve anlamsızlığın bütün kapıları sonuna kadar açıldığında, Nietzsche’de nihilist olanı; “hiç bir şey istememektense ‘hiç’i isteyen” olarak tanımlayacaktır. Nietzsche, böylece, bir amaca ihtiyacı olduğunu düşünen insanın, “hiçliği” amaçsızlığa tercih edeceğini ileri sürecektir.

    Nietzsche, “Tanrıya inancı” ve “onu savunan azizleri”; “bunamışlığın boşluğa tapınma belirtileri” olarak görürken, nihilizm de dinsel olduğu kadar teknik-teknolojik dogmaların reddi olacaktı.

    Belirsizliğin esas olduğu dünyanın asıl olduğunu vurgusunda, Nietzsche, teknik-teknolojik araçsallığın bilimci algısının neden olduğu düş kırıklığının altını çizerken bugünün dünyasını da anlatacaktır sanki.

    XIX. yüzyıldan sonra XX. yüzyıl da gerçekten tüm dehşeti ile teknolojiye olan inancın yarattığı bir ahlaki çöküntüyü getirmeyecek miydi?

    Auschwitz – Hiroşima – Nagazaki – Çernobil – Fukuşima:

    Hepsi birer birer ve topluca tarihsel ve siyasal olgu olmaktan çok, “insanın etik bir sorunu”na işaret etmeyecek midir bugün?

    Ve yine bugün, yokluğun özlemini taşıyacaklar; XIX. yüzyılın (romantizmlerinin dışında) nihilistlerini uzaktan da olsa hatırlatmayacaklar mıdır?

    * * *
    XX. yüzyılın sonundan itibaren, “yok ederken yok olma eylemleri” yaygınlaşırken, görüntüde ki anlam bolluğunda, anlaşılamayanı anlamak için Nietzsche iyi bir rehber olacağa benziyor.

    Doç. Dr. Metin Sarfati
    Siyasal Bilgiler Fakültesi
    “İktisadi Düşünce Tarihi”, “İktidat Teorisi”, “Neo-Liberal İktisat”
    9 Haziran 2016

  31. (I)
    “İnanç” üzerine

    “Kendi değer ölçütlerimize göre davranmayan herkes bizim için barbardır.” (Montaigne)

    Modern zamanların çok başında yeryüzündeki yaşamın akla uygun düzenlenmesini önerecek olan Montaigne, aynı anda temel bir soruna dikkati çekecektir, kendisinin de mimarlığını yapacağı yeni dönemin kaçınılmaz bir çelişkisinin altını çizmek isteyecektir. Yeni zamanların onulmaz bir düalitesine (ikicilliğinde), “akıl/inanç çelişkisi”ne dikkat çekecektir; yeryüzü iktidarı Tanrıdan alınıp, hükümranlık akla devredilecektir. Buna kuşku yoktur, fakat, Montaigne bu süreçte inancın, aklın aklını çelmeye çalışacağını, hattâ daha da ötesi, aklı yoldan çıkarıp, belki de öteden beri gelen bir alışkanlıkla, onu da inançlaştırabileceğine dikkati çekecektir.

    Şöyle diyecektir; “kendi gerçeklik kriterlerimiz, ait olduğumuz topluluğun dini ve değerleri bizler için en doğru, en yüce ve en iyi olanlardır. Akla uygunluğun tek ölçütü budur.” Düalite, salt bir felsefi yazının sahifelerini doldurmakla kalmayacak, örneğin; bugünün çözümsüz “kanlı inanç boğazlaşmaları”nın da temel nedenlerinden birini oluşturacaktır.

    Şunun sorgulanması kaçınılmazdır bu durumda:
    İnancın temelinde yatanın ne olduğunun irdelenmesi gerekliliğinin yanısıra, kutsal olanı da kapsayacak şekilde “insanın bir şeye inanmasını neyin sağladığının anlaşılması” da gerekecektir.

    Kuşkusuz; ekonomik, felsefi, toplumsal, antropolojik, dini düzeylerde cevap aranacak bir sorgulama olacaktır bu ve bir kısa denemenin sınırlarını çoktan aşacak sayısız problematiği içinde barındıracaktır.

    Böyle olsa bile ve dar bir çerçeve içinde kalmanın sakıncalarını da bilerek tartışmayı “en azından başlatmak gerekliliği”nin var olduğunu düşünüyoruz.

    Serge Moscovici; “akıl/inanç düalitesi”nin çözümlenmesine basit ama ilginç bir soru ile başlayacaktır:
    “İspat edilemiyor olmalarına rağmen bazı düşüncelere inanılırken, tersine, kimileri de tüm elle tutulur kanıtlarına rağmen ve doğru oldukları apaçıkken nasıl oluyor da bizi ikna edememektedirler?”

    Düşünürün bıraktığı yerden sorgulamaya şöyle devam edilebilecektir; “akılla hareket ettiklerini ileri sürenler dahi varlıklarını akılla açıklanamayan şeylere kolaylıkla nasıl teslim edebilmektedirler?” Bunların hayali oldukları Spinoza’nın deyişiyle “apaçık” belli iken, pratikte yanlışlansalar bile, insanlar bırakın bu düşünceleri sürdürmeyi, örnekleri son zamanlarda da sıkça görüldüğü gibi nasıl oluyor da gözünü kırpmadan, rahatlıkla kendilerinin ve başkalarının hayatını bu inançlarının doğrultusunda yok edebiliyorlar.

    Şu ileri sürülebilecek mi o zaman:
    İnsan doğru/yanlış ayırımı yapmadan birçok şeye inanmaya hazırdır. Sokrates bu konuda bize şöyle demeyecek midir: “Bazı fikirler büyük bir çekim gücü taşırlar ve şeytana benzerler, dirensek de bunlar zihinsel yapımızın ta içine girmişlerdir ve bunlardan kurtulmamız asla mümkün olamayacaktır. Kanıtlarını bulamasak bile bu fikirler bize egemen olabileceklerdir.”

    “Düşüncelerimiz bize egemen oldular” diyen Jose Ortega y Gasset’i hatırlatacaktır filozofun bu can alıcı tespiti.

    Wittgenstein da neredeyse aynı şeyi söyleyecektir: “İnanca dair fikirler, deneylerden gelmezler; inanç sisteminin temellerini oluştururlar ve korkudan kaynaklanırlar.”

    Bu durumda Freudyen bir yaklaşımla aklın yönetimindeki bir özgürlüğün neredeyse mümkün olamayacağını ileri sürmeden önce, inancın, bireysel algının ötesinde, toplumsalın içindeki anlamını da irdelemek yerinde olacaktır. Görülecektir ki, o zaman, inanç kimi düşünürler için zihinsel bir kategori olmaktan çok, toplumsallığın tesisindeki işlevi açısından önemli olmaktadır. İnanç; bir birlikteliği, daha çok toplumsal düzeydeki bir ilişkiyi sağlayan olmaktadır bu durumda.

    Durkheim’a göre örneğin, toplum, tarihsel süreçte bireysel akıldan çok, dinsel kuralların, mitolojilerin etrafında yapılanır ve böyle ortaya çıkar (Michael Foessel, La religion) Bu durumda; tanrısal inanç, dinsel inanç, mitolojilerin varlığı, toplumsal olanın yapılandırılmasında olduğu kadar onların temsilinde de birincil dereceden işlevsel olacaklardır. Açıktır ki, o zaman, bu kültürlere özgü bir aklı simgeleyeceklerdir. Söz konusu inançlar o zaman Wittgenstein’ın dediği gibi korkudan üreseler bile, irrasyonel olup kanıtlanamasalar dahi, onları eleştirmenin anlamı kalmamış olacaktır.

    Bıçak sırtında tehlikeli bir yere gelinmiş olunacaktır böylece; her kültürün kendine göre bir aklı varsa, bu bir kutsala, inanca hattâ “hayale” aitse bile, gerçekliği ve doğruluğu ileri sürülebilecek midir bu durumda?

    Hattâ bu kültür, “inancı doğrultusunda köktenciliğe savrulsa da”, bu öneriden hareketle meşruiyet kazanmış da mı olacaktır?

    Claude Lévi-Strauss da, Durkheimyen anlamda değilse bile, inancın göreliliğini ve oradan kalkarak kimi toplumlarda işlevselliğini ileri sürecektir. Mitolojiler ve inançlardan da rasyonel bir bütün oluşturulabilecektir ona göre. Böylece, yine, her toplumun kendine göre bir rasyonalitesi olduğu ileri sürülebilecektir bu durumda. Nitekim Strauss, “tek rasyonalitenin savunusu”ndaki Descartes’ı şöyle eleştirebilecektir; “Descartes bir ‘toplumsal fizik’ yaratmak istemiş, ama o sırada insanı toplumdan soyutlamıştır.”

    O zaman sormak gerekecektir:
    İnsan topluma aitse ve toplumların kendilerine ait rasyonaliteleri varsa, hiçbir kültürün birbirinden üstün olmadığı hipotezinden hareketle, bu konuda bir sıralama yapmak da mümkün değilse, her inancın aslında bir akla dayandığı savunusu doğrulanmış olduğunda; uygarlıklar arası ortak ölçütler nasıl bulunacaktır?

    Ve modern zamanların temel düalitesinin açmazına gelinmeyecek midir böylece? Strauss’un tezi ile; toplumlar arası hiyerarşi kaldırılıp bütün akılların (inanca dayansalar bile) meşru ve eşit olduğu ileri sürülmektedir. Bu durumda, en azından, aklı ve inancı yeni baştan tanımlamak gerekmeyecek midir? Ayrıca “mit”in, “kutsal”ın gizemli dünyasına ne ile ve nasıl ışık tutulabilecektir bu durumda?

    “Bilinmeyenler”in ve “bilinemeyecek olanlar”ın dünyasında nasıl yol alınabilecektir o zaman?

    Spinozyen düşünce, kuşkusuz, “bilinmeyen”e, “hayaller”e ve “hayaletlerin dünyası”na kesin bir duruş olacaktır; inancın dünyasının radikal bir eleştirisini yapacaktı Spinoza aydınlanmanın henüz öncesinde.

    Felsefe ile dinin dünyasının ayrılması, Spinoza’nın temel amacını oluşturacaktır. İnsanın özgürleşmesi ve siyasanın, diğer bir deyişle yeryüzünün özgürleşmesi ancak bu sayede mümkün olacaktır. Düşünmenin özgürlüğü ama daha çok “düşüncenin iletilmesinin özgürlüğü” ancak dinsel inancın eleştirisi ile elde edilebilecektir.. Spinoza’ya göre; matematiksel akıl “gerçeği” amaçlarken, teoloji ve inanç “sadece saygılı bir itaat”i amaçlar. Kutsallık, itaatin epistemolojik statüsünün peşinde olacaktır. (Michael Foessel, La religion) Hattâ, Spinoza’ya göre bu yolla hedeflenen tanrısal tabiatın anlaşılması değil, “verilen kutsalın emirlerine itaat”tir sadece.

    Diğer bir deyişle; Spinoza için kutsalın inancı, aklın ve bu durumda özgür düşüncenin engelleyicisidir. Bu anlamda kuşkusuz kabından dışarı taşan ve kuşatan fanatizmin de beşiğidir.

    Açıktır ki Spinozyen tahlil, inanca işlevsel olarak yaklaşan mesela bir Durkheimın da karşısında olacaktır.

    David Hume ise radikal aydınlanmanın eleştirisinde, İskoç felsefesinin temellerini oluştururken Spinoza’dan ve Descartes’tan farklılaşacak, saf akla çok güvenemeyecek ama inancın ve ona dayanan kutsalın da eleştirisinden uzak kalmayacaktır. Şöyle yazacaktır: “Akıl bir balondan ibarettir.” Böylece akıl, duyguların sakladığı izlenimlerin düzenleyicisi olacak, bunları sıraya sokacaktır. Fakat bu, kesinlikle bir “akla red değil”; bilginin kaynağında önceliğin “dış dünyadan gelen izlenimlerin bulunduğu”nun vurgulanması olacaktır.

    İnanç, açıktır ki, burada da akılla çelişecektir.

    Kuşku yok ki inancın, mitin, ve kutsalın radikal eleştirisi temelde Fransız aydınlanması tarafından yapılacaktır. Bununla birlikte, yeryüzünü “kutsal”dan, “büyü”den ve “inanç”tan arındırmak amacındaki aydınlanmanın da kendi inancı olacaktır, ama bu ilk olarak “insan olana inanç” olacaktır.

    Hümanizma neredeyse bu anlama gelmeyecek midir?

    Bu inanç; sorgulayıcı olacaktır. İnsanı, göksel inancın hiyerarşisinde değil, aklın önderliğinde ele alacaktır. Bu sorgulama; göksel olsun/olmasın, bir mitin kabulünden, bir hiyerarşiden yola çıkmayacak, en azından teorik olarak, “eşitler arası bir inanç” olacaktır. İnsan olan, insan olana, “inanç duyacak”tır. İnanç, “insanı insan yapan”; aklına, kavrayışına, anlama yetisine duyulan inanç olacaktır. Kaçınılmaz olarak “bilimsel bir tahayyül çerçevesi”nde gelişecektir bu akıl yürütme.

    Genel olarak insana ama özel olarak tüm insanlara dair bir umudu besleyecektir bu inanç. Tabii, kaçınılmaz olarak evrensel bir akıl tahayyülünden yola çıkacaktır. İnsanın öncel (a priori) olarak sahip olduğu tek ve evrensel olan aklını kullanmasını önerecektir.

    Immanuel Kant, örneğin, rasyonel aydınlanmayı şöyle tanımlayacaktır; “Aydınlanma, insanın kendini, kendi kabahati ile hapsettiği azınlık durumundan çıkarmasıdır.”

    Voltaire’den Diderot’ya insanın kendi kendini hapsettiği bu yer; mitlerin ve inançların dünyasıdır ve Kant’ın deyişiyle, “insanın kendini azınlık durumundan kurtarması da aklı sayesinde mümkün olacaktır.”

    Onun için belki de Voltaire evrensel aklı savunacaktır. İnanç ve mit, körlüğün karanlıklarında gelişir ancak. Akıl bir kez güçlü projektörünü tuttuğunda, mitlerin ve inancın yaşaması mümkün olmayacaktır.

    Akılla inanç karşı karşıyadır onun felsefesinde. Düşünür için felsefe, aklın büyüye ve mite karşı koyduğu yerdir. İnancın ve mitin fanatizmi, akıl karşısında, felsefe karşısında yenilgiye uğrayacaktır. “Fanatikler, akıl karşıtları olarak kitabınızın yakılmasını isteyecekler ve parlamentoda da, halkın arasında da bunun destekçilerini bulacaklardır” diye korku içinde seslenenlere Voltaire, umutla bekleyelim diyecektir: “Bir tohum ekiyorum, hasadını görmek için biraz bekleyelim. Aklın gücü ve aydınlığı mutlaka galip gelecektir.” diyerek cevap verecektir.

    (V)
    Bin Yıllık Rüyaların Sonu

    Kabul etmek gerekir ki; modern zamanların başından bu güne, daha çok batı kaynaklı bu “düalite”ye en azından pratikte çözüm getirilmiştir.

    Yine temelde batıda, fakat oradan da yavaşça dünyanın geri kalan bir çok bölgesinde, kutsal olan, yeryüzü yönetiminden uzaklaştırılmış, inanç, kişisel bir düzeye indirgenmiştir. Kutsalın inancındaki “öte taraflı soyut bir sonsuz yaşam anlatısına alternatif olarak”; bu yeryüzünde “aklın öncülüğünde bilimin ve teknolojinin somutlaştıracağı neredeyse bir yeryüzü cenneti önerilmiştir” böylece.

    “Din”in, artık, çoktan aşılmış arkaik bir kurum olarak insanlık müzesinde yerini alabileceği düşünülebilecekti artık. Fakat bu aşamada Marx’ın deyişiyle “halkların afyonu”, yerini, yeni uyuşturuculara mı bırakacaktır?

    “Bilim ve teknoloji” bu dönemin yeni peygamberlerinin, “bilim insanlarının”; yeryüzünde mutluluk vadeden yeni “afyonları” mı olacaktır?

    Burada mesela Saint Simon’un, “yönetimi, akla ve bilim insanına veren” ütopyası düşünülecek, fakat hemen ardından, “bilimsel zihniyetin, aklın, en azından insanın ruhsal yaşamında bir diktatörlük oluşturmasını bütün gücümle temenni etmek istiyorum” diyebilecek olan Freud hatırlanacaktır.

    Aklın yönetimindeki bin yıllık rüyalar 20. yüzyıla damgasını vurabileceklerdir artık. Örneğin, birbirine zıt da olsalar, genel olarak “kutsalsızlaştırılmış yeryüzünde” evrensel olma iddialı iki büyük projenin gelişimine tanıklık edilecektir bu süreçte.

    Yüzyılın başında; işçilerin önderliğinde ama mutlaka bilimsel, dolayısıyla “akla dayalı olduğundan kuşku duyulmayacak olan sosyalizmin enternasyonal olma iddiası”ndan sonra, uluslararası kapitalizm de yine aynı savda olacaklardır.

    [Yüzyılın sonuna doğru ise, işçilerin enternasyonalizminin hüzünlü sonuna tanıklık edilecektir. Tüm insanlığı kapsadığını savlamak, artık, sadece “teknolojili-kapitalizm”e veya “finansal kapitalizm”e kalacaktır. Bu sistem; iktisadın sistemi ile bütünleşerek bugün halâ tüm insanlara, yeryüzünde “cenneti” vaad edebilecektir.]

    Bu öneriden çok ayrı düşünülemeyecek olan teknolojili bilimin sistemi ve evrenselliği tezi ise daha önce işaret edildiği gibi, 19. yüzyıldan bu yana kuşku ile karşılanacak, şiddetle eleştirilecektir. Kutsalsız kalmış dünyada boş hayallerin üretilmesine neden olduğu ve böylece insanı, aslında, “olmayanın”, “yok olanın”, dipsiz bir boşluğun içine yuvarladığı ileri sürülecektir. Düşlerin gerçekleşemediği bu tahayyülün dünyası, böylece, bizzat anlamsızlığın dünyasını yaratacaktır.

    Kutsala inanç ne kadar anlamsızsa, Nietzsche’nin deyişiyle “Tanrının ölümü” ile boşalan yerin “evrensel düzeyde akıl ve bilim” ile doldurulabileceği tezi de, aslında neden olduğu boşluktan dolayı o kadar hazin olacaktır.

    Söz konusu tez Nietzsche ile beraber değişik düzeylerde bütün bir 19 ve 20. Yüzyıl boyunca Johann Gottlieb Fichte’den Georg Friedrich List’e, Dostoyevski’den Flaubert’e, Schopenhauer’den Kafka’ya sorgulanacak ve eleştirilmiş olacaktır.

    Klasik iktisat dünyasının da sahiplendiği ve tüm kuramını üzerine inşa ettiği “evrensel akla, evrensel insana ilişkin kuşkusu”nu Balzac şöyle dile getirecektir:
    “Parisli bir entelektüel, Emile Blondet, kırsal alanda bir köylü ile karşılaştığında şöyle düşünecektir: ‘Bu garip yaratığın ne türden adetleri vardır, ne düşünebilir acaba? Bu benim benzerim bile olamaz. Benim onunla ortak ne yanım olabilir ki? Onunla tek ortak yanım şekilden ibaret değil midir?'”

    Ortak ve tek akla, tek bir insanlığa, kesin bilimsel öngörüye kuşkudur Kafka’nın da içini kemiren. O da günlüğünde aslında birlikte yaşadığı Çek’lerin kaderlerine nasıl ilgisiz kaldığını anlatacaktır. Askerler savaşa alınmaktadır. Birçoğu ölecektir. O ise onların arasında bir yahudidir ve hiristiyan Çek’lerin kaderi onu hiç ilgilendirmemektedir. Şöyle yazacaktır:
    “Onlara karşı sadece haset ve kin hissediyorum, bütün varlığımla onlar için kötülük temenni ediyorum. Sadece aynı türden bir yaratık olmanın dışında, beni onlarla birleştiren ne var? Hayır, zaten aynı türden bile değilim.”

    Nihayet, Nietzsche daha henüz bütün “tek insanlık, ve tek akıl hülyaları”nın çökmediği 19. Yüzyılın sonunda şöyle yazmayacak mıydı?

    Önce soracaktır: “Nihilizmin gelişi neden gerekli hâle gelmiştir?”

    Sonra yanıtlayacaktır: “Çünkü şimdiye kadar sahip olduğumuz tüm değerler son sonuçlarını vermektedir. Çünkü nihilizm, büyük değerlerimizin ve ideallerimizin son mantıklı karışıklığını temsil etmektedir… Kimi zaman yeni değerler istiyoruz.”

    * * *
    İnancın ötelendiği bu günün dünyasında evrensellik ütopyalarının çöküşü ile Nietzsche’nin 100 yıl öncesinden anlattığı boşluk; bireysel ve toplumsal dünyaları sessizce ve derinden kuşatmaktadır sanki.

    “Hayalin dünyası”nın veya “finans kapitalizmin hüzünlü evrensellik tezi” anlamını hızla yitirmemekte midir bugün?

    Yanıtı çok açık değilse de en azından soru somut olacaktır artık; “‘din’in kutsalının geri dönüşünün, bu boşluk algısının büyümesi ile bir ilgisi yok mudur?”

    Fakat; “kutsal”, “boşluğu” tekrar ikame edebilecek midir?

    “Ölmeli”, “öldürmeli”, “yok olmalı”, “yok etmeli”; bugünün dünyasının temel sorunlarından birkaçı bunlar olacağa benzemektedir.

    Doç. Dr. Metin Sarfati
    Marmara Üniversitesi
    Siyasal Bilgiler Fakültesi
    “İktisadi Düşünce Tarihi”, “İktidat Teorisi”, “Neo-Liberal İktisat”
    23 Haziran 2016

  32. “Boşluk ancak dinle doldurulabilir.” (Paris saldırısındaki bir terörist)

    (VI)
    Kutsalın geri gelişi mi ?

    “Din-Aydınlanma ilişkileri”ni ve bunun günümüzdeki yansımalarını en iyi tahlil edenlerden biri olarak “Marcel Gauchet”, modern zamanların başındaki temel kırılmayı şöyle betimleyecektir:
    “Yüzyıllar boyunca yaşamın her alanını Tanrıyla ilişkilendirdik. Ne zaman, ne mekân, ne gündelik yaşam, ne de herhangi bir yasal otorite Tanrıyla ilişkilendirilmeden bir anlam kazanmadı. ‘Din’, her varlığın, her bilincin temelini oluşturuyordu, toplumları ve politikayı yapısallaştırıyordu. Ama uzun bir sekülerleşme döneminden sonra ‘kutsalın hatırası’nı bile kaybettik.”

    Evet, “modern zamanlar”, öncelikle, Tanrıya yeryüzündeki işlerinden el çektirildiği ve bu tarafın yönetiminin insan aklına devredildiği bir dönem olacaktır.

    Kuşkusuz coğrafi-teknolojik düzeyde dönüşümler tüm belirleyiciliğiyle yaşanacak ama hemen onunla birlikte zihinsel ve ruhsal dünyadaki çatırdamalar ve kozmozu yeni algılama biçimleri; modern zamanları vizyona taşıyacaktır. “İnsan aklı”, “tanrısal aklı” ikame etmeye hazır olacaktır artık. Copernicus ile birlikte dünyanın güneş sisteminin merkezinde olmadığı anlaşılacak, “Tanrı”, merkezi konumunu kaybetmeye yüz tutacak, ama sanki bu hayal kırıklığı, insanın aklı eşliğinde ondan boşalan yeryüzü tahtına talip olması ile dengelenmeye çalışılacaktır.

    Yeryüzü artık “kutsalsız”dır. Siyasa “inançsız”dır. Aydınlanmanın, ardından kapitalizmin, önce “bireyci”, sonra “hiper-bireyci” demokrasinin, ve nihayet artık “afyonsuz” halkların iktidarda olduğu ve kutsalın sadece siyasal düzeyde değil, bireysel düzeyde bile dışlandığı marksizmin egemen olduğu coğrafyalarda da; insan, “aklı ile”, “teknolojili bilimi ile” mağrur, tek başına tahttadır artık.

    Yaşam “bu tarafta” ve “sadece bu tarafta anlamlı”dır artık. “Öte tarafın en azından formel düzeyde anlatacak bir şeyi kalmamıştır.”

    Gördük ki, XX. Yüzyıl boyunca “bin yıllık tahayyüller”; faşizan olsun, marxist veya kapitalist olsun; daha önceki “kutsallı bin yıllık hayallerin” tersine, tüm insanlara “aklın yönetiminde, sonsuz bir yeryüzü cenneti” vadecekti. “Cennet”; bunların tümünde, bu tarafta, teknolojili-bilim ile inşa edilecekti aslında. Ve bu evrensel tez, nihayet 19. yüzyıldan itibaren şiddetli eleştirilere uğramaya başlayacak, evrensel aklın ürettiği tahayyüllerin aslında nasıl bir “boşluk” (néant) oluşturdukları XX. yüzyılın başlarından ortalarına doğru giderek daha net algılanmaya başlanacaktı.

    Faşizm ve komünizm deneyleri, Auschwitz ile birlikte, “anlamın anlamsızlığında” insanlığa neredeyse bilinç kaybı yaşatırken, iki kez kullanılabilen tümden yok edici silah (nükleer), asıl olanın, artık, Nietzscheyen anlamda bir tükeniş ve boşluk olduğunu düşüncelere kazımaya başlayacaktır. (Jonas, 1994:8)

    Yazınsal düzeyde ama özellikle artistik platformlarda, örneğin, “anti-romanla” veya “soyut sanatla”; “boşluğun ve hiçliğin anlatısı” başlamıştır bile.

    Örneğin Marcel Duchamp, sanatın yokluğunu anlatmaya soyunacaktır. “Tümden inançsızlığına” sanatı dahil edecek, “sanata inanmadığını” söyleyebilecektir. “Artık önemli olan, aslında önemsiz olan değil midir?” diye soracaktı Duchamp. “Aklın yok edici dünyasında, ‘olmayan gerçeğin sanatı’nı nasıl yapmamı istiyorsunuz ki?” diye üsteleyecekti. Hattâ şöyle yazacaktır bir yerlerde: “Anlam, cümlelerin kuruluşunu bile zor hâle getiriyor. Her bir fiil gördüğümde, bu, bana bir anlam düşündürüyor ve o zaman fiili dahi ortadan kaldırmak istiyorum.”

    “Rasyonel olanın alternatifinde, tüm anlamları sıfırlamak…”

    Sanatın tek işlevi bu olmalıdır Duchamp için.

    Aynı dönemlerde Valéry, “insanlığın tarihinde ‘belirsizliğin’ böylesine egemen olduğu bir dönem hiç yaşanmamıştır” diyecek ve Nietzsche’nin yüzyılın başındaki tespiti akıllara düşecektir: “‘Eskimiş ve immoral (ahlaksız) bir değerler dünyası’na denk düşmektedir artık bugünün dünyası” diye not düşecektir “Güç İstenci”nde. (Nietzsche, 2010:121)

    “İlerlemeci”, “teknolojili” insanlığın durumunu yine Nietzsche daha o zamandan şöyle tanımlamayacak mıdır:
    “Aslında her önemli yükselişle birlikte olağanüstü bir ‘ufalanma’ ve ‘göçüp gitme’ gelir. Çöküşün semptomları olan çile, olağanüstü ilerlemelerin zamanına aittir; insanlığın her verimli ve güçlü hareketi de aynı zamanda bir nihilizm hareketi yaratmıştır. Pesimizmin en aşırı biçimi olan ‘hakiki nihilizm’in dünyamıza gelişi çok önemli ve başlıca bir büyümenin, ve yeni varoluş koşullarının dönüşümünün işareti olabilir. Benim bundan anladığım budur.” (Nietzsche, 2010:98)

    Ve, devam edecektir:
    “’İlerlemeye inanç’, zekanın daha düşük seviyelerinde, yükselişteki bir yaşam gibi görünmektedir; ama bu, kendi kendini aldatmaktır; çünkü zekanın daha yüksek seviyelerinde ‘inişteki bir yaşam’ gibi görünür.”

    Nietzsche’nin deyişi ile, bu, pesimizm, kötümserlik, “yararsızlık korkusu”, boşluk, nihilizm, Duchamp’ın “sanat dahi yoktur”u ile birleştiğinde; bugünün temelde “anlamsızlığın somutlaşması” olarak değerlendirilmesi kaçınılmaz olmayacak mıdır?

    Ve o zaman, boşluğun (néant) doldurulması ve “anlamsızlığın anlamlandırılma arayışları” kaçınılmaz olacaktır.

    Hattâ, tekrar, “eski olan” ve kim bilir “belki hiç eskimemiş olana” geri dönerek…

    Kutsal olanı tekrar ve tekrar yeryüzüne çağırarak… Umutsuzluğa umut bulma umuduyla, hiçliği yok etme isteği ile…

    Tüm sakıncalarıyla birlikte onu yeryüzüne, yani bireysel ve toplumsal yaşantılara dahil etmeye çalışarak. Hattâ onun yöneticiliğini ontolojik düzeyde yeniden tescil ederek.

    “Kutsal”; bugün bir anlamda, ilk “bininci yıl rüyaları” gibi söz konusu boşluğun doldurulmasına talip olmaktadır tekrar.

    Geçmişe dönmek ve kutsalın referansı ile “yeni baştan ama eski dünya mı” inşa edilmek istenmektedir?

    (VI)
    Din savaşları

    Nietzsche 19. yüzyılın sonunda “Tanrının öldüğünü” ilan ederken Duchamp da 20. yüzyılın ilk yarısında “total bir anestezi arıyorum” demiyor muydu?

    Total anestezide, yitirilen bilinçte iyi yoktur; kötü de yoktur.

    İki büyük tek tanrılı din, 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren “Tanrının ölmediğini” ilan edip anesteziden çıkışın yollarını göstermeye soyunacaklardır. “Kutsal”, siyasaya geri dönerek boşluğu doldurmaya taliptir artık.

    Örneğin, Ronald Reagan, ateizmin resmi kalesini, zamanın SSCB’sini, tuhaf bir tesadüfle mi “kötünün egemen olduğu imparatorluk” olarak tanımlayacaktır? Siyasa, “kötü ve iyi” ile anlamlandırılmaya çalışılacaktır bundan böyle. “Bilim ve akılla” değil; siyasaya, “metafizik ile yön verilme süreci” başlayacaktır artık. Bu perspektifde kuşku yok ki, kötü, öncelikle “Tanrının olmadığı bir dünya”dır. Reagan da, Sovyetler’i “kötünün merkezi” olarak tanımlayacaktır. Dünyaya, apokaliptik-karanlık bir perspektiften bakmak imkânı doğmuştur artık.

    “Sürreelin optiği”nden algılanacaktır neredeyse dünya böylece. Atom bombası, “en son ve kıyamete gidecek savaş”ı başlatacaktır. İnsanlık tarihinin sondan bir evvelki durağı dinsel bir perspektif içinde somutlaşacaktır böylece. Doğru olan budur ve inananlar kötüye karşı korunmalıdırlar. Modern dünyanın tam merkezinde aklın ürünü dehşetin silahı, “iki bin yıllık kutsallı bir optikt”e anlamlandırılacaktır. Kıyametten önce, İsrail oğullarının kadim topraklarda varlığının şart olduğu da buradan bakıldığında doğal karşılanacaktır.

    “Siyasetin dünyası”, “iktisadın dünyası” tarafından belirleniyorsa; o da “kutsal”ı yardımına çağıracaktır.

    “İktisadın yönetimindeki siyaset”; kutsalla garip bir ilişkiye girecektir artık.

    Baba-oğul Bush da, “şeytanı”, siyasaya geri getirecek. Ağırlıklı olarak, “iktisadi motifli Ortadoğu savaşları”na kutsalın apokaliptiğini-karanlığını geri çağıracaktır.

    Saddam Hüseyin’e “cehennemi bir savaş vadeden” Bush, neredeyse, İşaya’dan örnek alıp şöyle seslenecektir Iraklılara: “Babil den çıkın.” Humeyni ve Saddam da, diğer tek tanrılı dinin aktörleri olarak, böylece, “bol şeytanlı siyasetle kutsalın geri çağırılması ayinleri”ne katılacaklardır. Herkes “Deccal”dır bundan böyle. “Babil her yerde olacaktır artık.” (Barnavi, 2006:46)

    Humeyni’nin dönüşü Foucault ve bir kesim sol tarafından salt siyasi ve iktisadi bir eylem olarak onaylanacak ve alkışlanacaktı. Sol, kutsalın siyaset ve iktisatla kol kola girmesine fetva verecek, kimin kimi yönettiğinin belli olmadığı garip bir balayı başlayacaktı.

    Açık olan bir şey vardır artık. Tevrat, İncil ve Kuran boşluğun doldurulmasına açıktan taliptirler.

    Diderot’dan Kant’a, oradan Voltaire’e ve Russell’a, tümü insanlık tarihinin müzesine kaldırılmak istenecektir.

    Fakat, kutsalın bireye ve siyasaya doğrudan yol göstericiliğe soyunması insanlığın tarihi kadar eski değil miydi?

    İnsanlık tarihinin “ölmeli, öldürmeli, kanlı resimlerle boyalı” olduğu da ayrı bir gerçek değil miydi?

    Ve yine insanların boğazlaşma için mutlaka bir neden bulabilecekleri, fakat, “kutsal adına yapılan savaşların” tarihte ayrı bir vahşet içerdikleri bilinmiyor muydu?

    İnsanlar kendi iradelerinin üstünde, kendi iradelerini aşan bir üst otorite adına, tabii ve mutlak bir hak için yola çıktıklarını düşündüklerinde, “geri dönüşsüz bir yok ediş süreci” başlamıyor muydu?

    Üstelik, din adına yapılan savaşın bundan dolayı, mutlakiyetinden dolayı, uzlaşmasının olmadığı da öğrenilememiş miydi?

    Kutsalın emirleri tartışılmaz ve mutlak değil miydi? (Barnavi, 2006:10)

    “Uzlaşma” ve “anlaşma”nın mümkün olamayacağı kutsalların savaşında sonuç mutlak ve açıktır:
    Ya tümden boyun eğilecektir,
    Ya tümden yok olunacaktır veya yok edilecektir.

    “Tarihsel optik”ten bakıldığında, açık olan, kutsalın savaş için gerçek bir neden olabileceğidir. Bu durumda, “din adına savaşa çıkanları ciddiye almak gerekecektir.”

    İnançları ve içtenlikleri “tehlikenin boyunu arttıracaktır.”

    Tarihte böyle olmuştur. Kutsalın geri çağırıldığı bugün de böyle olmaması için bir neden var mıdır?

    Tek tanrılı dinlerin yeryüzünden yönetimine dair önerileri mutlak olduğundan, bu amaçla zor kullanımı meşru olacaktır. Tek tanrılı dini tanımayan Romalılar ise genel olarak Tanrıları için savaşmayacaklardı. Kendi dinlerinin başkalarınınkinden daha doğru olduklarına dair bir inançları olmadığı için de toleranslı olacaklardı.

    Yahudiler ise kendilerine tek gerçeği getiren Tanrıları için savaştıklarında, rakip kabul etmeyeceklerdi. Kendi dinlerinin dışındaki her inanç, ya batıl, ya da büyü olacaktı. Tek tanrılı dinlerin eskatolojik beklentileri tarihsel süreç içinde insanları sakinleştireceğine, tahrik edeceklerdi.

    Bu durumda “dinsel savaşlarda”, kaçınılmaz; “inananlar” ve “inançsızlar” olacaktır.

    Örneğin, İslam’la Mekke ile Kudüs, Ramazan’la Yom Kippur, Cuma ile Cumartesi savaş ve rekabet halinde olacaklardır.

    İslam adına yapılan savaşlardan sonra “ilk bininci yılın sonlanışı”, kutsalın savaşlarını hızlandıracak bütün bir yüzyıl sürecek olan Haçlı Seferleri, şiddeti doruğuna çıkaracaktır.

    [Yüzyılın başında bu kez Almanya’da din savaşları başlayacaktır. Bu kez “Katolikler”le “Luterci”ler arasındaki savaş, bir yandan diğer tarafa kana boyayacaktır tüm ülkeyi.

    Tanrıya ne düşündüğü sorulmadan, onun doğrusuna sahip olduğuna inanan “iki taraf da” onun adına yorulmadan birbirini yok edecektir.

    İnsanların inançları uğruna birbirlerine uygulayabildikleri vahşetin anlatımında 1562-1572 Fransız din savaşlarını da unutmamak gerekecektir. Fransızların kutsal savaşları 1573-1598 arasında devam edecektir. Devamında da 1618-1651 arasında ki 30 yıl, ve daha sonra da acımasız “Balkan savaşları”nı da; kutsal motifin etkisinin görmezden gelinemeyeceği boğazlaşmalara dahil etmek gerekecektir.]

    Kutsallı savaşlarda herkes ölecektir; Arnaud Amaury hatırlanacaktır. Söyle seslenecektir, “hepsini öldürün, merak etmeyin, Tanrı ölülerin arasından kendininkileri ayıracaktır.”

    Anlaşılıyor ki “anlamsızlığın anlamlandırılmasında” modern zamanların ürünü sorunların çözümlenmesinde, kısaca umutsuzluğa ve tükenmişliğe çare olacağı düşünülen dinselin dönüşü; ilk aşamada “eski inanç hesaplaşmalarını da beraberinde getirebilecektir.”

    Tarih buna tanıktır.

    Bu da, zaten fanatizmin ve mutlakiyetçiliğin alevlerinin dünya üzerinde birçok coğrafyayı ama özellikle eski ve yorgun “kutsal toprakları” bugün sarmasından bellidir.

    Fakat bunun dışında çare arananın bizzat kendisinin de krizde olduğunun tespiti yerinde olacaktır. (Foessel, 2000:13)

    İlk bakışta öyle görünmüyorsa da bugün dinsel, bir anlamda kendi özüne ihanet edebildiği sürece kurumsallaşabilecek gibi görünmektedir. Weber, “din”in, kapitalizmin tesisi üzerindeki etkilerini incelemişti. Bugün “din”den beklenen, kendi temel ilkelerine, bir anlamda felsefi özüne uygun bir toplum oluşturmasından çok; “kutsalın değerlerinin teknolojili-kapitalizmin yeni biçimlerine uyum sağlaması” değil midir?

    Ayrıca, kutsalı çağıranların arasında bizzat ondan kuşku duyanlar, paradokslarını aşabilecekler midir?

    Auschwitz’den sonra Tanrının yanıtsızlığı eleştirilmeyecek miydi?

    Levinas da sorgulamayacak mıydı, ona inananların çağrısına sessiz kalan Tanrıyı? Halbuki Sodom’da Tanrı söz vermemiş miydi, dememiş miydi: “Oraya geleceğim ve bakacağım.” Ama işte, Tanrı sessiz seyredecekti Auschwitz’de. Gelmeyecekti…

    “Kutsal”; bu üç büyük soru işareti ile birlikte mi çağırılacaktı yine de?

    Bütün bunlarla birlikte mi “anlamsızlığa anlam kazandırması” beklenecektir?

    Ve tüm bunlarla birlikte; “kutsal”, “boşluğu” doldurabilecek güce sahip olacak mıdır günümüzde hâlâ?

    Notlar:

    Arnaud Amaury (1160-1225):
    Haçlı seferlerinin sadece Müslümanlara karşı olmadığını gösteren, inançsız olan her toprağa ulaşmasını sağlayan papa delegesi başrahip. Bir buçuk asırdan fazla bir zaman süresince, Avrupa, inançsız topraklara doğru sekiz tane haçlı seferi düzenledi. İsa’nın kutsal mezarını sahiplenen İslam; “uzaklardaki düşman”dı. İlk Haçlı seferinde sinagoglar yakıldı ve tüm Alman şehirlerinde bir tane canlı Yahudi bırakılmadı.

    Auschwitz-Birkenau:
    Nazi Almanyası tarafından II. Dünya Savaşı döneminde Yahudiler için kurulmuş en büyük “toplama”, “zorunlu çalışma” ve “imha” kampı.

    Emmanuel Levinas (12 Ocak 1906 – 25 Aralık 1995):
    “Yahudi felsefesi”, “varoluşçuluk”, “etik” ve “ontoloji” çalışmalarıyla tanınan Litvanya doğumlu Yahudi kökenli Fransız filozof.

    Sodom ve Gomore:
    Tevrat’a göre; ayyuka çıkan günahkârlığından dolayı Tanrı bu kenti yok etmeye karar verir.

    Kaynakça:

    Hans Jonas, “Le Concept de Dieu après Auschwitz”, 1994, Payot, Paris.

    Friedrich Wilhelm Nietzsche, “Güç İstenci”, 2010, Say Yayınları, İstanbul.

    Élie Barnavi, “Tuez-les tous”, 2006, Perrin, Paris.

    Michaël Foessel, “La religion”, 2000, Flammarion, Paris.

    Doç. Dr. Metin Sarfati
    Marmara Üniversitesi
    Siyasal Bilgiler Fakültesi
    “İktisadi Düşünce Tarihi”, “İktidat Teorisi”, “Neo-Liberal İktisat”
    1 Ağustos 2016

  33. Türkiyenin Suriyeye müdahalesi herşeyden önce kokuşmuş burjuva rejimlerini ve bölgedeki emperyalizmin hakimeyetini güvence altına almak için yapılmıştır. Devrimci marksistler bölge halklarının kendi aralarındaki sorunların barışcıl yöntemler ve dostluk ilişkileri içinde çözülmesinden yanadır. Tamamen bir kangrene dönüşmüş suriyedeki iç savaş suriye halkının Esad diktatörlügüne karşı demokrasi ve özgürlükler için kitlevi eylemlerinin İhvan tarafından bir an önce emperyalizmin müdalesini saglamak için silahlı mücadaleyi baslatmasıyla bölge monarşileri ve emperyalist büyük devletlerin müdahalesiyle kanlı bir iç savaşa dönüşmüştür. Suriye halkının devrimci mobilizasyonu yenilmiş çeşitli monarşi ve düyük devletlerin nufus alanları için giriştikleri savaş kabileler, “etnik” ve dini gruplar arasındakı karşı devrimci bir savaşa dönüşmüştür. Milyonlarca suriyeli Ürdün, Lübnan ve Türkiyeye sığınmış, Akdeniz ve Ege denizi suriye halkına mezar olmuştur. Yalnızca burjuva rejimlerine ve emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden bu iç savaşın baş aktörlerinden birisi olan Türkiye nihayet emperyalizmin onayı ile Suriyeyi işgal etmeye girişmistir. Başından beri Libya ve Suriyedeki “isyancılara” emperyalist devletlerde dahil tüm ülkelerden her türlü silah ve asker yardımı istiyen “sahtekarlar” Türkiyenin tamamen kendi örgütlediği ve yetiştirdiği ” Özgür Suriye Ordusu” ile birlikte Suriyenin işgal girişimine acaba ne diyeceklerdir. Emperyalizm ve Monarşiler, Türkiye, İran ve Suriye Rusya taraflara silah ve paralı askerler saglıyarak koskocaman bir toplumu dokularına kadar bölmek ve parçalamak ve kendi nufus alanları yaratmağa çalıstığı bu iç savaşdan işci sınıfı ve emekcı yoksul halkın hiç bir çıkarı yoktur. Ne varki ne işci sınıfı ne emekci halk bizzat bu savaşın hedefi olduğu için büyük bir yenilgiye ugramış ve şu an mücadele edebilecek bir durumda degildir. Hatta işci sınfı ve emekciler ya sürgün yada büyük bir baskı altında yaşamak zorunda kaldığı için sınıfsal birliğini ve konumunu yer yer kaybetmiştir.
    Devrimci marksistler, Troçkistler bölgeye her türlü müdahaleye karşı çıkmakta ve Emperyalizmin bölgeden defolması ve yenilgisinden yanadırlar. Bölgeye demokrasi ve özgürlüleri ancak sosyalist devrim ve bir İşci İktıdarı getirecektir. Emekci kitlelerin yararına ve onların sınıf çıkarlarını güvenceye alacak başkada bir çözüm yoktur. Bu baglamda Suriye halkı ile Uluslararası işci sınıfı ve dünya haklarının dayanışması bir zorunluktur. Etnik temellerde ve dinsel temelde her türlü devletciklere ,karşı çıkmak, Suriyenin parçalanmasına ve çeşitli burjuva devletlerin kukla nufus alanlarına karşı çıkmak bir zorunluluktur. Bölge halkları , silah tekellerine yem olmak degil tersine kendi arasındakı sorunları dostluk ilişkileri ve barışcıl yöntemlerle çözmek zorundadırlar.

  34. anlayamadığım bir şey var.dünyada ve türkiyede onca olay olur(amerika 11 eylül.ingilterenin ab’den ayrılması.türkiyede darbe teşebbüsü vs piyasalar düzgün tepki vermiyor.neden sakın istikrar demeyin türkiyede ve dünyada istikrar yok.neden.gün bey bu konuda bir yazınızla bizi aydınlatabilirmisiniz. leninin teşhisi gene doğrumu çıkıyor.ekonomi yoğunlaştırılmış politikadır der.piyasa tepkisizliği soru bu ve kimse ciddi analiz yapmıyor.siz yaparmısınız gün bey.

  35. [1]
    BİR PARADOKS MU?

    “Sertlik ve katılık ölümün,
    Kırılganlık ve esneklik hayatın yoldaşıdır.” (Lao-tseu, Tao-tö king)

    Daraltıcı politikalar (kemer sıkma politikaları) halkın, özellikle yoksul kesimi için olumsuz sonuçlar veriyor.

    Eşitsizlikleri genellikle arttırıyor veya en azından sabit tutuyor; fakat azaltmıyor.

    Bu da doğal olarak aslında varlıklı kesimin desteklenmesi anlamına geliyor.

    Kimi toplumların bu sıkıntılı duruma bir süreliğine katlanıp daha sonra düze çıkabilecekleri ileri sürülecekse de bu beklenti belirsiz bir zamana da ertelenebilecektir. Kamu harcamalarının daraltıcı politikalar ile birlikte kısılması sonucunda daha önce toplumun nispeten varlıksız kesimlerinin bedelsiz veya daha düşük bir bedell ulaşma imkânını buldukları mal ve hizmetlerin “satın alınamaması sonucu” derinleşen kriz durgunluğu katmerleştiğinde, yoksullaşma süreci de kaçınılmaz olarak ivme kazanacaktır. Daraltıcı politikalar böylece kısır bir döngünün körükleyicisi hâline gelip, “durgunluğun” ve “gerilemenin” bizzat hazırlayıcısı da olacak, toplumsal eşitsizlikleri ve yoksulluğu yapısallaştırabilecektir.

    Yunanistan örneği, söylenenlerin somut bir kanıtı olacaktır. Resesyon (durgunluk) özellikle Yunan krizinde olduğu gibi uygulamaya konulan politikaların sonucunda güçlenirken; halkın, günlük yaşamında en acil hizmetlere ulaşması da zorlaşacaktır.

    Bununla birlikte bu tezlerin doğruluğu ve önemi zaman zaman başka bir tehlikenin gözden kaçmasına, kaçırılmasına sebep olmamakta mıdır? Salt daralma politikalarının sakıncalarına odaklanmak en az kendisi kadar riskli başka oluşumlara ve sonuçlara yol açmamakta mıdır?

    Daralmanın karşıt ucu veya alternatifi, “sonsuz zenginleşme”, veya iktisatçının diliyle “sonsuz büyüme”, hattâ son zamanlardaki moda deyimle “sürdürülebilir büyüme” olarak konulduğunda; koşulan riskler artık görmezden gelme sınırını çoktan aşmamış mıdır?

    “Sonsuz zenginleşme” ihtirası veya Spinoza’nın* deyişi ile “arzusu”, bireysel planda ve makro düzeyde, en az daralmanın sakıncaları kadar ciddi tehlikelere yol açmayacak mıdır, açmamakta mıdır?

    (* Konu hakkında ayrıntılı bilgi için; “İktisat ve Toplum Dergisi”nin 57. Sayısındaki, “İstekten Arzuya veya Arzunun Kıskacında” isimli makalemize bakılabilir.)

    Modern zamanların başından itibaren (ve özellikle sanayileşme ile birlikte) “var olma”, “sahip olma”ya dönüşecektir. “Sahip olma”, bu yeryüzünde var olmanın birincil, hattâ neredeyse en önemli koşulu hâline gelecektir.

    Her zaman olduğu gibi burada da “sahip olma” ve “zenginleşme” tutkusunun modelliğindeki var olma biçimi süreç içerisinde zengin toplumlardan daha yoksullara doğru, aşağıya doğru bir örnekleme oluşturacak ve bugün neredeyse tüm coğrafyalardaki bireyin ve toplumun ilk referansı haline gelecektir.

    Zenginlik veya iktisadi deyişle “milli gelir” bugün toplumların uygarlık sıralamasında dahi neredeyse bir ölçüt olarak kabul edilmemekte midir?

    Yine bugün, modern toplumlarda bireyler arasındaki “saygınlık ve prestij sıralaması”; “sahip olunana göre”, “maddi varlığa göre” yapılmayacak mıdır?

    Hattâ bu, hangi “din”de olursa olsun, “Tanrının evinde”, kutsal mekânda da geçerli olmayacak mıdır? Orada da üstü örtülü olsa bile sıralamada aynı kriterlere göre davranılmayacak mıdır?

    Teknolojinin inanılmaz sıçramalar yaptığı günümüzde, “zengin olma” (makro anlamda “ekonominin büyümesi”) arzusu, tutkusu, ihtirası başka bir tutsaklıkla birleşecektir. “Hız”; zenginleşmenin temel ve olmazsa olmaz koşulu olacaktır. İktisat biliminin sözlüğünde de bunun karşılığı “etkinlik” olabilecektir. Etkinlik, verimliliğin;, o da büyümenin temel koşulu değil midir?

    Üstü örtülü de olsa iktisat bilimi bugün “finans bilimine” indirgenmemiş midir?

    Finansın dünyasında zenginleşmenin temel koşullarından bir tanesi de “an” içinde davranabilmektir.

    An; “hız”dır.

    Bu durumda “zenginleşme – iktisadi büyüme”, açıktır ki “hız”lı olmaktan geçecektir. Eş bir deyişle; “etkin olmak”tan geçecektir.

    Zenginleşme arzusunun gerçekleştiği yerde “var” olduğunu duyumsayan birey de toplum da bundan böyle “hız”lı olmak zorundadır.

    Zenginliğin hazzı, “hız”la bütünleşecektir böylece.

    Varlık, “hızın ve hazzın” doruğunda ancak yaşadığını duyumsayabilmektedir bugün. “Hız”ın ve hazzın zirvesindeki bu yaşam da kuşkusuz “iktisadın dünyasının” değerleri ile bütünleşmektedir. Hattâ ötesinde, “iktisadın dünyası”, bugünün insanına bir tür yaşam kılavuzluğu yapmaya da soyunmuştur. Ne pahasına olursa olsun , “ben”in sonsuz, sınırsız ve doyumsuz hazzı temel referanstır bu dünyada. Bu; tüm dünya toplumları için geçerli değil midir bugün?

    Bu türden bir yaşam önderliği ve yol göstericiliği kuşkusuz, gücünü, “iktisadın” kendini geçtiğimiz yüzyılın başından itibaren gerçek bir bilim olarak algılama inancından da kaynaklanacaktır.

    “Bilim” de modern zamanların başından ve yeryüzündeki “Tanrısızlaşma”* sürecinden itibaren kendini usul usul yeni dönemlerin peygamberi ilan etmemiş midir?

    (* Bu kavram hakkında geniş bilgi için; “Ekonomi Politiğin İnsanı Kim’dir?” isimli kitabımıza bakılabilir.)

    Rasyonalitesini kuşanmış bilim, “peygamberliğine yaraşır bir şekilde” kesin doğrulara ulaşmaya ve şaşmaz öngörülerde bulunmaya soyunmuştur. Çağın bilimi de, kaçınılmaz, “hız”lı olmak isteyecektir bugün. “Zaman, para” (!) ise; bilim de bu büyük referanstan (!) ayrılmamalıdır. Bilim, böylece, bugün, eczacı ve ziraat bilimci Seralini’nin* deyişi ile kesin doğrulara hızla ulaşma telaşı içinde olacaktır.

    (* Gilles-Éric Séralini; “Moleküler biyoloji çalışmalarını Caen Üniversitesi’nde devam ettirmektedir. Böcek ilaçlarının ve hava kirliliğinin sağlık üzerindeki etkileri üzerine çalışmaktadır.)

    Bu telaş ve inanç içinde, modern zamanların bilimi, teknoloji ile birlikte yaşamlarımızın temel düzenleyicisi haline gelmiştir. “Fizik bilim” olmaya soyunan iktisat da bu yeryüzünde bireysel ve toplumsal varoluşlarımızın zorunlu resimlerini çizecektir.

    Hazzın ve “hız”ın doruğunda ancak kanatlanan “ben” tüm görkemiyle (!) bu resimlerin vazgeçilmezi olacaktır.

    İnsanlığın on binlerce yıllık büyük serüveninde aynı türden resmin izlerine rastlanacak mıdır? Sanmıyoruz.

    Ölüm, arkaik toplumlarda muhtemelen doğal bir olgu idi. Bilimin ve teknolojinin yanılsamalı vaatlerinde, bugün, insan, “sonsuz yaşamın arayışı”, ve neden olmasın, “inancı” içindedir.

    Tüm inançlar gibi, bu da, büyüyü içerdiğinden “büyücü”ye de ihtiyaç olacaktır. Bugün bu hayal dünyasının rahipleri hattâ büyücüleri kimi zaman bilim insanları olmamışlar mıdır?

    Hayal dünyası, bilinir ki aslında masum bir dünya değildir. Şizofreninin prim yaptığı bir dünya da olabilecektir bu pekâla. Hasta, gerçeklik nasıl olursa olsun onu kendi istediği şekilde görecek ve buna inanacaktır. İnançlı olacaktır bu anlamda.

    Düşünmeden durulamıyor; sonsuz hazzın ve “hızın” arayışında, bilimin önderliğinde bir hayal dünyası inşa edilmeye çalışılıyor ve her defasında giderek sıklaşan aralıklarla hattâ artık soluk aldırmadan gelen krizlerle kumdan kaleler gibi yıkılıp gidiyor her şey. Buna rağmen bilim adına sözü alacak olan (iktisatçı-finansçı), yılmadan, yıkılanın ve tükenenin gerçeklik olmadığını anlatıyor. Çizdiği sürreel(gerçeküstü) portrelerde kendi gerçeklik algısını resmettiğinde, yıkıntının altındaki bireyi ve toplumu yeni baştan aynı kumdan şatoları inşa etmeye teşvik ediyor.

    Şizofrenin algısındaki ölümsüzlük arayışında filizlenen “sonsuz zenginleşme ve büyüme hayali” bugünün bireyi ve toplumu için tek gerçeklik hâline gelirken iktisat-finans “bilimleri” de bugünkü hâliyle sistemin temel mimarları olarak hiç durmadan bu “arzuyu” kışkırtmamakta mıdırlar?

    Gerçekten düşünmeden edilemiyor; yıkılanın yerine, yine aynı kumun üzerine yeni baştan aynı hayallerin tohumları nasıl ekilmeye başlanmaktadır? “Finanslaşmış iktisat” ve finans, yeni baştan ve yine kumun üzerine “sonsuz zenginlik veya sonsuz büyümenin hayalleri”ni nasıl resmetmeye başlamaktadır?

    Bununla birlikte çok temel bir şey unutulmayacak mıdır? Çöken her hayal kendi ile beraber, insan dünyasında olduğu gibi fizik dünyada da tükenişleri beraberinde getirecektir. Fakat sözü edilen bilimlerin dünyasında, kurgulanmasında büyük bir sorumluluğunun olduğu “sonsuz zenginlik veya sonsuz büyüme düşü”, üstü örtük olsa bile yerküreyi sınırsız ve düz algılayacaktır.

    Dünyanın yuvarlak ve kaynaklarının sonsuz “olmadığı” yalın bir gerçek olsa bile bugünün “şizofrenik” dünyasında bunun kabulü mümkün olmayacaktır.

    “Son”suz olmak arzusundaki modern zamanların bireyi, bilimi sayesinde doğanın egemeni olduğu hayalini kurup, onun da, tabii kaynakları ile birlikte, sonsuz olduğunu hayal etmek isteyecektir sanki.

    Spinoza ise modern zamanların en başında uyarmış olacaktı; “insan; bir imparatorluk içinde bir imparatorluk değildir” diyecek ve “‘istek’ ile ‘sonsuz olan arzu’nun” arasındaki farklılıkları ve sınırlarını çizecekti. Modern zamanların toplumlarında ise doğal istekler tatmin edildikçe “arzu ve ihtiras” bireysel ve toplumsal yapılara ve psikolojilere hakim olacaktır.

    Modern zamanların başından itibaren, ama özellikle bugün, ihtiras ve kıskançlığın kışkırttığı “arzu”; zengin olmanın temel motoru haline gelmemiş midir? Bu durumda iktisatçının diliyle söylenecek olursa “iktisadi büyüme” arzunun eseri olacaktır. Sonsuz ve sınırsız olacaktır. “Hız”lı ve hemen, “an içinde” gerçekleşmesi istenecektir.

    Bunun için de iktisatçının deyişi ile “büyümenin temel motorlarından” tüketimin “hız”lı ve sınırsız yapılması istenilecektir.

    “Sınırsızlık”; her anlamda iktisat biliminin örtülü temel varsayımlarından biri değil midir?

    Bu arada bilim olmanın tanrısal gururu, tevazuyu, sukuneti ve yavaşlığı ardında bırakmış olana, Heidegger’in deyişi ile “hiper-bireye”, yukarıda belirtilen sıradan basit gerçeği unutturmamakta mıdır?

    Seralini’nin anlattığına göre 1650 yılında Madagaskar’a ayak basan batılıların ilk yapacağı şey, eskiden beri orda yaşayan fil-kuşunu ortadan tümüyle kaldırmak olacaktır.

    Ardından 1769 yılında deniz aslanı,
    1879 yılına kadar fare-kanguru,
    1889 yılında bir tür zebra,
    1939 yılında Tazmanya Kurdu,
    1969 yılında Antiller’de yaşayan bir tür fok,
    1989 yılında batağan ortadan kaldırılacaktır.

    Son on yıl içinde nesli tükenmek üzere olan hayvanların arasında fil ve aslan da vardır.

    Yarın sıra kime gelecektir? Düşünmesi bile ürkütücü değil mi?

    * * *

    Yoksullaştırmanın destekleyicisi daralmaya “hayır!” Peki, arzunun güdümünde kör edici bir tutsaklıkta “iktisat dünyasının” değerlerinin içinde, “durmaksızın zenginleşme, büyüme arzusu”nda varlığını sürdürmeye, bunun için üzerinde yaşanılan yerküreyi, “dönüşü olmayacak bir biçimde yok edip tahrip etmeye”, ve nihayet yoksulluğun da ortadan kaldırılamamasına?

    Bütün bunlara evet mi?

    Yoksa “uzayda yeni yerleşim yerlerine yelken açmanın nedenlerinden biri” de burada mı gizlenmektedir?

    “Borç” krizini, iktisat teorisinin sahifeleri kadar, buralarda da aramaya gerek yok mudur acaba?

    [2]
    “HAZ”ZIN DÜNYASINDA “KEMER SIKMA”YA KARŞI OLMANIN VEYA “BORÇ”UN ANLAMI

    Krizden sonra, 2010 yılından itibaren sanayileşmiş ülkelerde, özellikle “Euro bölgesindeki ekonomilerin birçoğunda”; kemer sıkma politikaları uygulamaya konulacaktır.

    Amaç, özellikle kamu açıklarını daraltıp sonra da ekonomileri canlandırmaktır.

    Bununla birlikte genel olarak hem bu uygulamalardan beklenen yararlar sağlanamayacak, hem de söz konusu ekonomilerin resesyona (durgunluğa) sürüklenmesinde bunların ihmal edilemeyecek etkileri görülecektir.

    Resesyon eğilimi güçlenecek, büyümenin temelleri tahrip edilecektir.

    Kemer sıkma politikalarının en olumsuz etkileri istihdam üzerinde görülecek, gençlerin iş bulması zorlaşacak, ekonomilerin de yeni iş yaratma imkânı büyük çapta düşüş gösterecektir.

    Öte yandan, gençlerin ve halkın büyük bir kesiminin sağlık ve sosyal güvenceden yararlanma imkânı, kamu harcamalarının kısılması nedeniyle doğal olarak daralacaktır.
    Eğitim imkânları, yine aynı nedenle olumsuz etkilenecek ve kaçınılmaz olarak bu toplumların geleceği de tahrip edilmiş olacaktır.

    Böylece kemer sıkma politikaları, genel olarak harcama eğilimini düşürdüğünde kamu açıkları bundan olumsuz etkileneceğinden yeni baştan ve daha sıkı istikrar politikalarının uygulanması gündeme gelecektir.

    Bu süreç özellikle güncel Yunan krizinde belirgin bir şekilde yaşanacak ve sonucunda Yunan halkı yoksullaşacaktır. Bu da doğal olarak toplumun borcunu ödeyememesine-ödememesine ve hemen sonrasında yeni bir borç arama gerekliliğine yol açacaktır.

    Söz konusu süreç doğal olarak “bu durumun sorumlularının aranması”nı gerektirecektir.

    Bu aşamada, salt iktisadi analizi bırakıp borç olgusunun toplumsal-etik anlamına da bakmak gerekecektir:

    Önce şunu söylemek gerekiyor; borç ve özellikle “kamu borçları”, derinliğine bakıldığında bir ilişki biçiminden başka bir şey değildir. Borç, tıpkı bir mübadelede veya bedelsiz alışverişte olduğu gibi kendine özgü bir bağ oluşturacaktır. Bireysel ve toplumsal yapılanma bu borcun bileşiminden, tutarından, ödenebilir olup/olmamasından derinliğine etkilenecek ve bunların doğrultusunda biçimlenecektir. Borç, son “Yunan-Alman ilişkileri”nde de görüldüğü gibi, borcu alan için de, borcu veren için de iktisadi olduğu kadar, hattâ onun ötesinde psikolojik ve toplumsal bir davranış ve ilişki biçimine yol açacaktır. Borç veren ve borç alan tarihsel süreç içinde yer değiştirebilecektir. Bu da borç ediminin aslına bakıldığında bireyler ve toplumlar arasında karşılıklı bağımlılığı oluşturmak gibi olumlu bir işlevinin de olduğunun teyidi demektir. Anlaşılıyor ki; “borç olgusu” iktisadi olduğu kadar toplumsal ama ondan da ötede “ahlaki” bir anlam içermektedir. Tüm dinlerde ve uygarlıklarda borcun sıkı bir şekilde düzenlenip kurallara bağlanması da bize bunu göstermektedir. Borcun ödenmesini sağlamak veya bundan vazgeçmek yasal olduğu kadar ahlaki kurallara da tabi olacaktır.

    Bu durumda borçlanmanın gerekliliği, boyutu ve ödeme biçiminin “sorgulanması” gerekecektir.

    Bu kısa fakat gerekli tespitlerden sonra bir denemenin boyutları içinde şöyle diyebilir miyiz? Örneğin, Yunan krizinde borç verenin de borç alanın da karşılıklı iktisadi ve etik sorumluluğu vardır. Borç veren, alanı; iktisadi, toplumsal ve ahlaki açıdan kendine bağımlı hale getirmek istemiş, fakat öte yandan, borç alan da başkalarının tasarruflarını bedelsiz kullanmak arzusunda olmamış mıdır?

    Bugünün dünyası “an” içinde ve “hızlı” zenginleşmenin dünyası değil midir? Bu arzu, ihtiras; bireylerin olduğu gibi dünya toplumlarının da “hiyerarşi” içinde en varlıklıdan daha az varlıklısına doğru, bu yeryüzünde temel bir eylem nedeni hâline gelmemiş midir? Eğer öyleyse, önce borç veren zengin (Alman, Fransız), ama sonra, onu örnekleyen en azından Yunan halkının geniş kesimleri de sorumlu olmayacak mıdır bu krizden? Yunan halkının büyük bir kısmı da çok ucuz parayı sonuna kadar borçlanmakta bir sakınca görmeyecek midir?

    Borç veren zengini, borç alan yoksul takip etmiştir aslında. “İktisadın dünyasının” değerlerine uygun davranmak temel referanstır bugün. “An içinde” hemen sahip olmak arzusu, var olmanın “temel biçimlerinden en önemlisi hâli”ne gelmemiş midir günümüzde?

    Yunan halkı da “iktisadın dünyasının” değerlerine uygun davranacaktır. Varlığının çok üzerinde yaşamaya çalışmakta hiçbir sakınca görmeyecektir. Devlet ve diğer aktörler de bu kritere göre hareket edeceklerdir.

    Modern zamanların “hiper-bireyi” için bu yeryüzünde var olmanın anlamı; “sahip olduklarının tutarı ile” koşut olacaktır.

    “Varlık, zengin olduğu oranda varlığını duyumsayacaktır.”

    Sahip olduğu ile ancak var olduğunu duyumsayabilen birey, bir aşama sonrasında “görünerek” de tatmin olmak isteyecektir. Var olmak bugün, böylece, önce “sahip olma”ya sonra da “görünme”ye endeksli olacaktır.

    “Görünebilir olmak” bugünün bireyi için karşı tarafın onayını da almak anlamına gelecektir. Zenginlik böylece Debord’un deyişi ile; “önce var olma sonra da görünebilir olma arzusunun tatmini”nde aracı olacaktır.

    Bununla birlikte; “görünür olma”, teknolojinin zirvesindeki dünyada “an” ile özdeştir. Görüntü anlıktır bugün; çünkü, şu anda var olan “bir an sonra” yoktur. Finansın, diğer bir deyişle “uçuculuğun dünyası”nda, “bugün var olan zenginlik yarın yok olabilecek”tir.

    İletişim ve sosyal medya araçlarının tümü bu mantık üzerine inşa edilmemiş midir? Birey burada tekrar ve tekrar görünmek isteyecektir, ve bu da tekrar ve tekrar varlıklı olmayı istemekle koşut olacaktır.

    “Hızın” ve hazzın dünyası bugünün bireyinin ve toplumunun dünyası olacaktır.

    Sonsuz haz, sonsuz zenginlikte aranacak, “durmaksızın görünmek” de “sonsuz tüketim”de aranacaktır. Bir hayal veya “karşılıklı kandırmaca” oyunu başlayacaktır.

    Bu dünyada “ihtiyaç” kelimesi, anlam değiştirmiştir.

    Birey ve toplum, ihtiyacının ne olduğu konusunda dahi artık belirgin bir bilgiye sahip olmayacaktır.

    Kaçınılmaz olarak kendisini “sürekli yoksunluk içinde hissedecek” ve bunu gidermek için “durmaksızın zenginleşme”yi arzulayacaktır.

    Adam Smith’in “zenginleşmenin nedenlerinde” son derece isabetli analiz ettiği süreç*; modern zamanlardaki hayal oyununda saklı olacaktır.

    (* Konu ile ilgili ayrıntılı bilgi için; “İktisat ve Toplum Dergisi”nin 57. Sayısındaki, “İstekten Arzuya veya Arzunun Kıskacında” isimli makalemize bakılabilir.)

    KAYNAKÇA

    Guy Debord, “La Société du spectacle”, Buchet­Chastel, Paris, 1967.

    Philippe Descola, “Par-delà nature et culture”, Galimard, Paris, 2005.

    Jean-Marie Pelt & Gilles-Éric Séralini, “Après nous le déluge”, Flammarion, Paris, 2008.

    Richard Leakey & Roger Lewin, “La sixième extinction: Evolution et catastrophes”, Paris, Flammarion, coll. “Champs”, 1997.

    Metin Sarfati, “Ekonomi Politiğin İnsanı Kim’dir?”, Derin Yayınları, İstanbul, 2010.

    Metin Sarfati, “İstekten Arzuya veya Arzunun Kıskacında”, İktisat ve Toplum Dergisi, No:57.

    Doç. Dr. Metin Sarfati
    Marmara Üniversitesi
    Siyasal Bilgiler Fakültesi
    “İktisadi Düşünce Tarihi”, “İktisat Teorisi”, “Neo-Liberal İktisat”
    24 Kasım 2015

  36. [3]
    “KAYNAKLARIN KITLIĞI”NDA VE “İHTİYAÇLARIN SINIRSIZLIĞI”NDA KRİZİN KAÇINILMAZLIĞI

    “Tabiat konuşuyor, söylüyor fakat insanlık kulak asmıyor.” (Victor Hugo)

    İktisat bilimi temel bir varsayımla yola çıkacaktır. Seyrek (nadir) kaynakların varlığında insan sonsuz ihtiyaçlarını karşılamaya çalışacaktır. Rasyonel yaratığın, “homo economicus”un, temel işi bu paradoksu çözmektir.

    İşe koyulurken bilecektir ki tüketeceği kaynakların büyük bir kısmı seyrektir ama fiyatını ödediğinde onlara sahip olabilecektir. Bu durumda kaynaklar açıktır ki kıt değildir; “nadir”dir. O zaman rasyonel insan, hipotezin ikinci kısmına odaklanacaktır. “Homo economicus”; ihtiyaçlarını gidermeye koyulacak fakat bunu başaramayacaktır. Akıllı olmasına, sofistike tüm hesapları yapabilmesine rağmen, bu akıllı yaratığın, yalın ve sıradan görünen kimi gerçekleri algılayamamasına şaşmamak gerekecektir.

    Kendinden daha az akıllı olduğunu ileri sürdüğü doğadaki yaratıkların büyük bir kısmı çok daha zor şartlar altında dahi ihtiyaçlarını giderip zamanlarının büyük bir kısmını dinlenmekle geçirmelerine rağmen rasyonel insan(!), kendisinin bunu başarmamasına şaşırmayacaktır. Şaşırmak aklına bile gelmeyecektir.

    İktisat biliminin temel önerisinde, hayret edilmesi gereken şey “doğal bir hale getirilmemiş midir!”; ihtiyaçlar tatmin edilemeyecektir, çünkü onlar sonsuzdur!

    Bilimsel olduğu ileri sürülen bu inancın peşinden bütün bir yaşam boyu sürüklenecektir böylece “homo economicus”.

    İhtiyaçlarının peşinde yaşamını tüketecek, kendini yok edecek olanın, başkasının yaşamına değer vermesi kaçınılmaz olarak beklenemeyecektir. “Homo economicus”, etrafına ve varlığını borçlu olduğu her şeye karşı saldırganlaşabilecektir.

    İhtiyaçlarının, tatmin edilememiş susuzluğunun yarattığı çılgınlıkta “seyrek” kaynakların bu kez gerçekten “kıt” kaynaklara dönüştüğünü dahi fark edemeyecektir.

    Bugün “homo economicus”ların rekabet ederek birbirlerini alt etmeye çalıştıkları dünyada kaynaklar nihayet kıt hâle gelmemiş midir?

    Hattâ bir kısmı tümden yok olmamış mıdır? Üzerinde yaşam bulunulan toprak, altında soluklanılan gökyüzü dahi, “üretim faktörü” olarak değerlendirilerek yok olma aşamasına getirilmemiş midir bugün?

    Toprağın, unutulmuş ismiyle “toprak ananın”, önceleri sessiz çığlıkları artık alarm sirenlerine dönüşse bile bu seslere kulaklar tıkanabilmekte, kaçınılmaz büyük felaketin öncü uyarıları gerçekleştiğinde bunlar hayretle ve dehşetle izlenmemekte midir?

    Bu kriz, bugün Yunan krizinin, Suriye’deki göçmen krizinin vb. temel nedenlerinden biri değil midir, üstelik bunu çoktan aşan bir nitelik kazanmamış mıdır artık?

    Kriz bugün gerçekten yok edilen doğal kaynaklara rağmen, “tatmin edilemeyen çıldırtıcı ihtiyaçların boşluğunda savrulurken”, yoksulluk sorununu çözemeyen “insanlığın durumunun” krizidir bugün.

    Sorun bugün iktisadın “denge” sorununu çoktan aşıp genelleşen bir “uyum” krizine dönüşmemiş midir? Spinoza’nın uyumu Tanrı-tabiat ve insanın tekliğini yansıtıyordu. İnsan bugün kendiyle, ötekiyle ve tabiatla uyumunu yok etmemiş midir?

    “Homo economicus”un vicdanının-vicdansızlığının genelleşmesi değil midir bugün asıl kriz?

    İhtiyaçlarının sonsuz tatminini kaynakların tükenişinde arayan vicdanların, buharlaşması-buharlaştırılması bugün iktisadın dünyasında temel ve genel bir bunalımın alt yapısını oluşturmamış mıdır?

    Üzerinde yaşanılan yeryüzü, toprak, su artık salt bir yaşam kaynağı olmaktan çıkmış, bugün üretimin ilk maddesi hâline dönüşmüştür. Yaşamın bizzat kendisi ve garantisi olan her şey artık üretim süreçlerinde anlamlıdır.

    Beslenme yaşamın temel öğesidir. Bugün mükemmel verimlilik (!) hesaplamaları yapabilen büyük şirketlerin tarım politikaları sonucunda beslenme (beslenebilen halkın büyük çoğunluğu için) ihtiyacı şekil değiştirmiştir. Artık “her şeyin her an tüketime hazır olması esastır.” Bu olmadığında “tatminsizlik hissedilmesi”; büyük şirketlerin politikalarının temel unsuru olacaktır.

    Bunun için durmaksızın kullanılan tarım ilaçları, dramatik bir boyut kazanmıştır. Bu bilimsel yöntemler (!) kanserden, obeziteye, oradan kalp hastalıklarına kadar birçok hastalığın temel nedeni hâline gelecektir. Gıda, yaşamın temel unsuru olacakken, tersine, onu yok edici bir hâl almıştır.

    Deli-dana, kuş gribi, kirlenmiş deniz ürünlerinin vb.’lerinin yarattığı korku ve panik, şiddetin başka bir unsuru hâline gelmemiş midir?

    Tüm yaşamsal ürünler “finansal spekülasyon konusu” olarak, gerektiğinde üretimleri uyarılarak, gerektiğinde kısılarak bir verimlilik-etkinlik döngüsü içine sıkıştırılmıştır. İktisatta kaynakların seyrek olduğu varsayımı, bu bilimi, kaynakların ve dünyanın sonsuz olduğu düşüncesine götürmüş görünmektedir. Bu da, “sonsuz tüketim-üretim sarmalı”nı körüklemektedir. Bugün iklimsel değişiklikler sonucunda artık yeryüzünün de gök kubbenin de sonsuz olmadığı anlaşılmasına rağmen bunun henüz bilincine varıldığı ileri sürülemeyecektir.

    “Bilinçsizliğin bilincine varıldığında”, var olmanın en doğal gereksinimlerinden olan “beslenme”nin görüntüdeki bolluğa rağmen gerçek bir kıtlığa doğru nasıl hızla evrildiğini görmek mümkün olacaktır. (Rabhi, 2008, s:54)

    Biyolog Seralini, temel krizi açıklarken, iktisatçıların kriz analizlerinden daha kapsayıcı görünecektir. Şöyle not düşüyor: “Böyle devam ederse, insanlık kendi geleceğine sağlıklı bir gezegen devredemeyecektir. İnsanlık, kendi kanserini büyütecektir.” Devam ediyor: “Hayat, muhteşem bir mekanizma. Fakat artık son derece kırılgan bir zeminde… Kimyevi, genetik kirlenmelerle binlerce tür yok ediliyor. Bunun tek sorumlusu yaşam biçimlerimiz. Dünyayı algılama şeklimiz…” (Seralini, 2008, s:72)

    Seralini haksız mı? Uygarlık bugün en azından bilindiği kadarıyla daha önce hiç karşılaşmadığı bir krizle karşı karşıya değil mi?

    İnsan soyunun bizzat kendisi bugün evrenin temel hastalık nedeni hâline mi gelmiştir? “Durmaksızın ilerleme, zenginleşme” fikri genel refahı değil adaletsizliği oluştururken, “her şeye sahip olma isteği” de büyük yoksulluklara neden olmamakta mıdır?

    “Zaman-para”nın ve “sınırsız büyüme”nin ideolojisinde bugün tarihimizin en dramatik olguları yaşanmaktadır. (Rabhi, 2010, s:21) Bunların üstesinden gelinmek için de ancak daha önce kriz nedeni olmuş politikalara başvurmanın dışında bir şey yapılmamaktadır. Yunan veya diğer ekonomilerin krizlerinin aşılmasında önerilebilen tek yol; “büyümenin tekrar uyarılması”, “tüketimin arttırılması” ve bütün bunlar için “teknolojik gelişmeye başvurulması” olmaktadır. Bu da kaçınılmaz bir şekilde, yine, “yeni kaynak tüketimleri”ne, “yeni kirlenmeler”e ve “yeni sömürüler”e yol açacaktır.

    Öyle bir yaşam biçimi oluşturdu ki insanlık, temel eylemi, iktisadi eylemi tükenmez bir toprağa, tükenmez kaynaklara dayanıyor.

    Paradoksal gibi görünse de kapitalizmin gelişmesinin ötesinde iki zıt tarihsel ve toplumsal olgu burada belirleyici gibi görünüyor:

    Öncelikle, insan soyunu diğer bütün yaratıklara ve tabiata göre bir üst konumda tutup ona “egemenlik hakkı”, hattâ “hakim olma emri” veren teolojik olgu, insanın bu davranışında ihmal edilemeyecek bir yere sahip olacaktır. Onun dışında, insan aklını kutsallaştıran modern zamanların düşüncesinin de bu davranışta yerini belirtmek gerekecektir.

    Bacon, modern zamanların başında insan soyuna tabiatı işaret edip şöyle dememiş miydi: “Bütün bunlar sizindir. Onların yeni egemeni sizsiniz. İstediğinizi yapma hakkına sahipsiniz.”

    Romantikler, modernitenin tekli gerçekliğinin düşüncenin erdemi yerine “şiddeti doğurduğu”nu ileri süreceklerdir. Bu da totaliter bir baskıya dönüşebilecektir gerçekten de. Hâlbuki modern düşüncede aklın tek gerçeklik kaynağı olması, insanın tek despot olarak tabiat üzerinde kendini efendi ilan etmesi, aynı zamanda Spinoza’nın dediği gibi “yabancılaşmayı” da getirmeyecek midir? “Yabancılaşma”, öncelikle “içinden gelinen tabiata ve birlikte yaşanan diğer yaratıklara yabancılaşma” değil midir?

    Levi-Strauss şöyle demeyecek miydi: “En azından bir kez bir hayvanla tam anlamıyla ilişki kurmak isterdim. Bu ulaşılamayacak bir amaç. Bu bana büyük acı veriyor. Çünkü biliyorum ki bir hayvanla tam anlamıyla ilişki kurmadığım için hiçbir zaman maddenin neden yapıldığını bilemeyeceğim ve evrenin yapısını tam anlamıyla çözemeyeceğim. Bu şu demektir aynı zamanda: Bir kuşla konuşma imkânımın olmaması, aşılamayacak bir sınıra gelinilmiş olması anlamına gelir. Bu sınırı geçebilseydim bu benim için büyük bir mutluluk olacaktı. Eğer bana, benim dileklerimden en azından birini yerine getirebilecek bir peri bulabilseydiniz o zaman bu isteğimi seçerdim.” (Strauss, 2015, s:126)

    Ne demektir bir kuşla konuşmak? Levi-Strauss, belki Amerikan yerlilerinin mitolojilerinde anlatılan, bir zamanlar insanlarla hayvanların birbirlerini anladıkları bir dönemi mi, henüz “yabancılaşmanın olmadığı bir zamanı mı” işaret etmeye çalışmaktadır?

    Bugün, “sürdürülebilir büyüme”, büyümenin yerine geçirilmeye çalışılmaktadır. “Sonsuz büyüme ve sonsuz zenginleşme” tüm sakıncalarıyla meşrulaştırılmaya çalışılmamakta mıdır böylece?

    [4]
    “SINIRSIZ İHTİYAÇLAR”, “ERDEM” VE “İNSANLIK TARİHİ”

    İçinde yaşadığı anı genelleştirmeye ve öteden beri var olduğunu düşünmeye eğilimlidir insan. Finansın ve iktisadın değerlerinin, biçimlendirilmesinde büyük payı olduğu bugünkü var olma biçiminin de, insanlığın kendisi kadar eski olduğu ve değişmeden kalacağı düşünülecektir böylece.

    Bu varsayım, insan tabiatını özcü (essentialiste) bir yaklaşım ile algılamaktan da, bu var oluş biçiminden büyük çıkarı olanların, bunu bireylere ve toplumlara değişmez ve ebedi bir gerçeklikmiş gibi benimsetmek istemelerinden de kaynaklanabilecektir.

    Bu önerilerden yola çıkılırsa şu sonuca varılmayacak mıdır:
    Bugünkü var oluş biçimi insan doğasının bir sonucudur. İnsan doğasıyla eylemi arasındaki bu uyum başka bir yaşam biçiminin olmadığının ve olamayacağının kanıtı olacaktır böylece.

    Bu durumda insanın temel eyleminin, sonsuz bir arzu içinde durmaksızın sahip olma, zenginleşme ve tüketme güdüleriyle örülmüş olduğu “varsayımı” evrensel düzeyde ve zaman – tarih ötesinde doğrulanmış olacaktır.

    Hâlbuki kutsal metinlerden, destanlara, oradan edebiyat ve felsefe tarihine, süratli bir göz atış; yeryüzünde bu tür bir var oluş biçiminin daha çok modern zamanlara ait olduğunu gösterecektir: İnsanın bugün benzerleriyle ve aslında ürünü olduğu tabiatla ilişki biçiminin temelleri bu dönemde atılacaktır. Örneğin, doğanın, insanın sistematik ve bilinçli eylemi sonucunda oluşan bugünkü krizi çok yakın bir dönemde ve sanayileşmeyle başlayan bir zaman dilimine ait olacaktır.

    Gerçekten de bugünkü yaşam biçimlerinin oluşturabileceği sakıncalara ve onların temel dinamiklerine ciddi eleştirilerden biri örneğin Rousseau’dan gelecektir. Düşünür, ufukta beliren tehlikeyi sezinleyecek ve alternatif yaşam biçimlerinin de mevcut olabileceğini yazacaktır.

    Yazar, “Yeni Heloise” de alternatif bir var oluş biçiminin övgüsünü yapacaktır: Doğanın düzenini şiirsel bir yaklaşım içinde övecek, oradan hareketle tabiatla uyumlu bir yaşamı yüceltecektir. Doğal isteğin arzuya, ihtirasa, “kendine sevginin” (amour-de soi), salt kendine dönük sevgiye (amour-propre) henüz dönüşmediği bir yaşam ütopyasını ayrıntılı bir şekilde anlatacaktır burada.*

    (* Konu hakkında ayrıntılı bilgi için; “İktisat ve Toplum Dergisi” nin 55. Sayısındaki “Rousseau’nun Ütopyası” isimli makalemize bakılabilir.)

    “Yeni Heloise”de Milord Éduard’a yazdığı mektupta sevgilisi şöyle not düşecektir: “Ne kadar geç buldum bu güzelliği… Üç haftadır içinde bulunduğum tabiatta, bu yaşamda günler; sukunet, dinginlik içinde ve insanın içini ısıtan tatlı bir arkadaşlık atmosferinde geçiyor. Burada telaşlı tutkular yok. Öylesine ılıman bir hava var ki burada Milord, içinde yaşanılan ev o kadar düzenli ve basit ki… Burada insanın içini sımsıcak tutan bir masumiyet, bir düzen ve barış havası her şeye egemen. İhtişam ve gösteriş yok burada… Kır, sukunet, istirahat, hemen önümde çağlayan su, dağların vahşi görüntüsü, her şey bana Tinian Adası’nı hatırlatıyor. Nihayet rüyalarımın gerçekleştiğini düşünüyorum. Burada yüreğime göre bir hayat yaşıyorum. Çünkü yüreğime göre bir toplum buldum… Sizi bu kadar yumuşak ve saf zevkleri yudum yudum tattığım bir yerde beklerken aynı zamanda bir ‘ev ekonomisinin’ ayrıntılarını anlatmak istiyorum: Burada evin sahipleri ve evdeki bütün konuklar mutlular… Burada, gerçek bir bolluk ekonomisi egemen.”

    Modern zamanların ufkunda beliren bugünü seziyordur Rousseau sanki. “Clarens ütopyasını” anlatmaya şöyle devam edecektir: “Bu ev görülmek ve göstermek için değil; oturulmak, yaşanmak için yapılmış bir ev. Basit ve rahatlatıcı eşyalar var. Orada her şey gülümsetiyor. Orada her şey bolluğu ve saflığı simgeliyor. Burada refahı soluyabilirsiniz ama zenginliği ve lüksü asla düşünemezsiniz bile.” (Rousseau, 1993, s:54-55)

    Sonsuz zenginlikte, sonsuz bir iktisadi büyümede “elde edilemeyecek” saf bir mutluluğu anlatmıyor mu burada Rousseau? Bolluk bugünkü iktisadi büyümenin sonuçlarından başka bir anlam taşıyacaktır burada.

    Ev ekonomisinde “bolluk” tabiri, gerekli olanın üretimi ve tüketimi demek olacaktır. Yavaşlık, hıza sukunetin tatlı mutluluğu kışkırtıcı hazza, tercih edilmiştir Clarens de. Etkinlik arayışı söz bile olmayacaktır bu dünyada.

    Ekonomi Rouuseau’da politik dahi değildir. Rousseau, “ekonominin, evin dışına taşması”na izin vermeyecektir.

    Bu durumda bugün anladığımız şekliyle bir iktisadi kriz Clarens’te doğal olarak mümkün olmayacaktır.

    Rousseau’dan çok önceki zamanlarda, uygarlık tarihinin değişik coğrafyalarında da bu tür yaşam önerilerinin tasvirlerine rastlanabilecektir:
    Örneğin İsa’dan önce 8. yy’a kadar uzandığımızda, Homeros’un anlatılarında sade ve basit bir yaşamın izlerine rastlamak çok da zor olmayacaktır. Artık “çoraklaşmış bugünün Suriye’si”ni değil; kadim zamanların bereketli topraklarını, ülkesini anlatır Homeros. Eski Yunan kentlerini yazar. Bereketlinin bereketlisi parlak bir güneşin aydınlattığı muhteşem Sicilya’yı anlatır. Homeros, bu topraklar üzerinde yaşayan dürüst insanlardan bahsedecektir. Bu insanlar verimli bir doğa üzerinde sade bir yaşantı süreceklerdir. Şiirsel bir uslup içinde basit ama doğayla uyumlu bir yaşam resmedecektir burada Homeros. Ilıman iklim, sanki yüreğini ısıttığı insanları ihtiras ve rekabetten uzak tutup bolluğu ödül olarak onlara verecektir. (Fleury, 1923, s:39)

    Bu topraklar üzerinde bir dönemin insanlığının bir kesitini Homeros, pastoral renklerde anlatacak ve sadeliğe övgü dizecektir.

    Homeros’dan bakıldığında bugünün insanının ve toplumunun patolojisi daha da belirginleşmekte midir?

    Biraz daha geriye gidildiğinde; dinsel anlatılarda, örneğin Tevrat’ın satırlarının arasında eski İbranilerin kimilerinin yaşam kesitlerinde, Homeros’un anlattıklarına benzer kareleri bulmak zor olmayacaktır. Yine Romalıların veya Yunanlıların; sade, basit, dingin yaşam kesitlerine çeşitli tarihsel anlatılarda rastlamak mümkün olacaktır. Buralarda da “azla yetinmenin erdemi” anlatılacak, “salt zevk ve hazza odaklanmamış yetingen bir yaşam resmedilecek”tir. Bu anlatıların ortak paydası; el emeğinin ve özellikle “toprakta çalışarak yaşamını kazanmış olmanın vereceği mutluluk”tur.

    Yine Romalıların bazı kentlerinde olduğu gibi, İbranilerin de sadece iki elbiseleri olacaktır. Bunlardan bir tanesi yıkanınca diğeri giyilecektir. Böylelikle gereksiz tüketimin ve gösterişin önü alınmış olacaktır.

    “Platon’un cumhuriyeti”nde, bilindiği gibi, benzer erdem örneklerine rastlamak mümkün olacaktır.

    Anlaşılıyor ki; doğanın içinde olmak, yaşam kaynağını somut olarak hissetmek, durmaksızın rekabetin ve iktisadi etkinlik arayışının gerginliğinde yaşamamak; eski uygarlıklardan Rousseau’ya krizsiz bir var oluşun temel öğelerinden biri olarak belirecektir. Spinoza da tabiatın bir parçası olarak onunla birlikte var olmayı; sade, yavaş ve ihtirassız bir yaşamı, “sevincin” temel unsurlarından biri olarak görecektir.

    Birçok tarihçiye göre; tarımın gözde olduğu eski dönemler, Çin’in de en mutlu olduğu zamanlardır. Bugün ise; dünyanın neredeyse birinci iktisadi ve siyasi gücü olmaya aday bu ülkenin (Çin’in), kirlilikten artık soluk alınamayan kentlerinde, kıran kırana bir rekabetin içinde yaşayan insanın mutlu olduğunu iddia etmek mümkün müdür acaba?

    Xenophon’dan Ciceron’a, oradan Rousseau’ya kadar birçok düşünür; “tarımla uğraşmanın”, “tabiat içinde ve onunla birlikte yaşamanın”, sade ve erdemli bir hayatın temelini oluşturduğunu anlatacaktır. Tarımın veya tabiatın içinde olmanın “geriliğin, geri kalmışlığın sembolü” olduğu düşüncesi çok daha yakın dönemlere ait olacaktır.

    Claude Fleury’nin anlattığına göre; tabiatla birlikte bu tür bir yaşam, bir yandan hazzın dallanıp budaklanmasını ve egemenliğini önlerken, bir yandan da basitliğinden dolayı lükse ve gereksiz harcamalara yol açmayacaktır.

    Bu da şiddeti azaltacaktır. (Fleury, 1923, s:36)

    [5]
    GELECEKSİZLİK…

    İnsan kendi özüne, benzerlerine ve içinde oluştuğu tabiata yabancıdır bugün.

    Bütün bunlara egemen olma ihtirası, şiddeti körüklemektedir. Tabiata ve benzerlerine şiddetle davranışı kaçınılmaz bir biçimde, aynı karşılığı görecektir. Şaşacak bir şey yoktur bunda.

    Ruhsuz ve geleceksiz bir aşamada bugün insanlık. Henüz kimişeylerin bilincinde değil ve vahim olan “bilinçsizliğinin bilincinde olmaması”…

    “Seyrek mallar, fiyatı yükseldiğinde satın alınabilir” der iktisatçı. Fakat bugün hangi fiyattan olursa olsun, örneğin çözülmüş bir buzul kütlesini eski hâline getirmek mümkün değil, yok edilmiş bir fil-kuşunu tekrar var edip satın almak da ihtimal dışı!

    Tarihe bakıldığında insan bu dünyaya sanki diğer üretimlerinin yanı sıra asıl “ıstırap üretmek için”, buna da, yeryüzünü kendisiyle paylaşmaktan başka suçu olmayan diğer yaratıkları ortak etmek için gelmiş. Baconyen bir mirası sahiplenen insan, evreni kendi arzu ve ihtiraslarına göre düzenlemek istemektedir. Fakat insanın kendi kısıtlı zihniyle sonsuzluğa egemen olmaya çalışması anlamsız değil midir?

    Spinoza’ya göre tabiatla birlikte tabiatın ürünüdür “entelekt.”

    Bugün bu “entelekt”in dönüp her şey üzerinde egemenlik tesis etmek arzusunda olmasının yarattığı belirsizliğin endişesi hakimdir her şeye.

    Aslında bu geleceksizliğin endişesi değil midir?

    KAYNAKÇA

    Claude Fleury, “Les Moeurs Des Israëlites”, Bibliothéque des Fontaınes, Tours, 1923.

    Emmanuelle Loyer, “Lévi-Strauss”, Flammarion, Paris, 2015-12-07.

    Jean-Marie Pelt & Gilles-Éric Séralini, “Après nous le déluge”, Flammarion, Paris, 2008.

    Pierre Rabhi, “Vers la sobriété heureuse”, Actes Sud, Paris, 2013.

    Pierre Rabhi, “Manifeste pour la Terre et l’Humanisme”, Actes Sud, Paris, 2011.

    Jean-Jacques Rousseau, “La Nouvelle Héloïse II”, Gallimard, Paris, 1993.

    Doç. Dr. Metin Sarfati
    Marmara Üniversitesi
    Siyasal Bilgiler Fakültesi
    “İktisadi Düşünce Tarihi”, “İktisat Teorisi”, “Neo-Liberal İktisat”
    24 Aralık 2015

  37. “Tüm çabamız iyinin ilerlemesini ve yaygınlaşmasını sağlamak,
    buna karşılık kötüyü tecrit edip sistemleşmesine engel olmaktır.” (Jean Paul Gustave Ricœur)

    [6]
    KAÇINILMAZ OLANA HAYRET ETMEK!

    “Kaos”un teorisyeni, büyük matematikçi Benoit Mandelbrot, fraktalleri* incelemekle ünlenecek bununla birlikte, iktisadi düşünce tarihine ilgisi ve hakimiyeti onu finans ve iktisat teorisi üzerine verimli çalışmalara yönlendirecektir. Kuşkusuz, amacı yatırımcıya “zenginleşme reçeteleri önermek olmayacak”tır. Tersine; son derece karmaşık bir yapısı olan insanın ve toplumun, kendi deyişiyle; “çok basit kimi kriterlerin üzerinde yükselen finans matematiğin yol göstericiliği yapmasını nasıl kabul ettiğini sorgulayacak”tır.

    (* “Fraktal” terimi; ilk defa Benoit Mandelbrot tarafından kullanılmış, birçok farklı sınıftaki objeyi kapsayan bir kavramdır. Mandelbrot, fraktal terimini, Latince bir fiil olan “fractus”dan almıştır (Mandelbrot, 1982). Bu kavram, düzensiz anlamıyla birlikte, düzensiz parçalar yaratmak anlamına da gelen “frangere” (fragmented, re-fraction, fractus, fragment) kökünden gelmektedir. Fraktaller; tüm ölçeklerde, kendi içinde tekrar eden dokular-örüntüler sergileyen, yeni ve geleneksel geometrik kurgulardan tamamen farklı geometrik kurgulardır. Fraktal geometri; sahil şeritlerinden dağlara, yapraklardan hava durumu değişikliklerine, bulutların oluşumundan müzikal armonilere kadar her konuda rastlanabilir ve her türlü nesneyi matematiksel olarak tanımlayabilirler.)

    2004’de, “finans piyasaları” için şöyle yazacaktır:
    “Günümüzde bunlar toplumsal ve iktisadi refahımızın itici gücüdürler. Fakat, küresel finans sistemi hakkında bildiklerimiz; arabamızın motoru hakkında bildiklerimizden daha azdır.” Şöyle devam edecektir Mandelbrot: “Yaşantımızda böylesine ağırlıklı bir yeri olan finansın yöneticilerinin bu konudaki bilgisi, aslında Şaman rahiplerininkinden fazla değildir. Anlaşılıyor ki; hayatımızı, bu rahiplere emanet etmeye karar verdik.” (Mandelbrot, 2014:32)

    Haksız da olmayacaktır Mandelbrot, “finansın büyüsü”nü Şamanizme benzetirken. İkisi de gerçekliğin efsunlu bir algısını, bugün, dünya toplumlarına üfleyip “yanılsamalar ve hayaller içinde yaşamaları”na neden olmamakta mıdırlar?

    Denge ve etkinliğe dayanan iktisat teorisini eleştiren Mandelbrot’a göre; bireylerin ve toplumların eğilimlerini, “hesaplanabilir ve öngörülebilir olguların ortalamasıyla ilişkilendirmek” doğru bir yöntem değildir. Bunların hepsi zaten eğrinin orta noktasına doğru birikecektir. Bu şekilde, ancak, öngörülen hesaplanabilecektir. Hâlbuki buradan yola çıkarak, “beklenmeyen”, yani, “kriz durumu” açıklanamaz. Fakat asıl önemli olan eğrinin iki ucundaki bu oluşumları açıklamaktır. İktisadi yaşamı krize sürükleyecek olan “beklenmeyen oluşumlar”dır. “Öngörülemeyenler” ancak uçlarda tahlil edilebilecektir. Şöyle yazacaktır bu konuda Mandelbrot: “Standart finans teorileri rahatlıkla bilinebilen ve genellikle en iyi huylu tesadüfleri dikkate alırlar. Hâlbuki piyasaların vahşi ve korkutucu durumlara tanık olmaları sıradan bir olgudur; bu durumlarda vahşi denebilecek ihtimaller somutlaşabilirler.” Mandelbrot buna fraktal şekiller diyecektir (Mandelbrot, 2014:46). Bu şekiller “çan eğrisi”yle, yani, normal diyebileceğimiz dağılımla çelişki hâlindedirler. Burada “normal dağılım çerçevesi”nde pek ihtimal dahilinde görülmeyen, mümkün hâle gelebilecektir. Sorun, bu durumda “mümkün olabilecek olandan bizi ayıracak zamanın” tahmin edilememesidir. Örneğin, bir finans krizinin veya felaketin başlaması ile, “bizi ondan ayıran zaman” belirsizdir. Mandelbrot “fraktal yasa”ya göre, o belirsiz zaman geçtiğinde felaketin gerçekleşeceğinin mutlak olduğunu ileri sürecektir.

    İşte krize giden yolda “aktörlerin çılgınlığı” burada yola çıkılarak anlaşılabilecektir. Aradaki sürenin “bilinmezliğinde yatacaktır temel sorun.” Bu aralık uzadıkça finans aktörleri, “beklenen hiç gerçekleşmeyecekmiş yanılgısı”nda, “son ana kadar yükselişten yararlanma”ya çalışacaklardır.

    Felakete çok yaklaşıldığında bile yatırım çılgınlığının, daha doğrusu “spekülatörün çılgınlığının artması” buna bağlanabilecektir. Nihayet büyük bir sarsıntı ile çöküntü başladığında, diğer bir deyişle aslında “beklenen gerçekleşip, kriz patladığında”; bu büyük bir “hayretle” karşılanacaktır.

    Gerçekleşmesi kaçınılmaz olan “biliniyor olmasına rağmen”, gerçekleşme süresi uzadıkça gerilimin artması; aslında “tek olan gerçekliğin farklı biçimlerde algılanma olasılığını” da doğuracaktır: Felaketi görenler, onun yaklaştığını haykırırken aradaki zamanın uzaması, son anda bile bundan fırsat umanları, olabilecek olanı görmezden gelmeye itecek, ve “uyaranları ‘felaketçilik’le suçlayabileceklerdir.”

    1989’da Sovyetlerin çöküşü üzerine de aynı doğrultuda şöyle yazacaktır Mandelbrot: “‘Kaos teorisi’, bize, insanın, ‘tarihi inşa etme nedenleri’ ile ‘tarihi fark etmeme nedenleri’nin tıpatıp aynı olduğunu gösterir.”

    Kaçınılmaz olanın, “kaçınılmaz olmadığı” artık anlaşıldı. Yaklaşan felaketi görmezden gelenler; “tarihi fark edemiyorlar” mı Mandelbrot’un belirttiği gibi?

    [7]
    ANTHROPOCENE’İN ETİĞİNİ AŞMAK…

    Alexander de Humboldt, Schiller’e yazdığı bir mektupta, “yeryüzündeki yaşamın nasıl kök saldığını ve ardından nasıl evrildiğini inceliyorum” diyecektir. Humbolt burada insanın, çevresini yavaşça nasıl dönüştürdüğünü ve kendi yaşamına, kullanımına uygun ekosistemleri nasıl yarattığını vurgulamak isteyecektir. Tabii, problematiğinin özünde, insanın bu sistemlerin içinde temel bir karar verici güç olduğunu vurgulamak olacaktır. Bu tezde “insanın doğal tarihi”yle, “tabiatın insana ait tarihi”ni ilişkilendirmek isteyecektir.

    Modern zamanların ise böyle bir tezi olmayacaktı. “İnsanın tarihi”, “evrenin tarihi”nin merkez noktası olacaktır çünkü. Tabiat olsa olsa “edilgen ve insana tabii konumda”dır burada.

    Humbolt’un ölümünün ardından neredeyse 200 yıl geçmiştir bugün ve onun tezi modern zamanlarınkinin yanında kaybolup gitmiştir. “İnsanın tarihi”, “doğanın tarihi”nden koparılmıştır. İnsan, birbirine karşıt olsalar da; “teolojik öğreti”ye ve “kendi gururlu rasyonalitesi”ne uygun bir şekilde tabiatı “ötekileştirerek” ona egemen olmaya soyunmuş ve bitmez ihtiraslarının, tatmin olmaz ihtiyaçlarının yönetimine sokmuştur “tabiat”ı bugün artık. Humbolt’un önerdiğinin tersine, yerküreyi “daha az yaşanabilir” hâle getirmeye çalışmaktadır (Descola, 2015:8). Bunu da başarmaktadır!

    “Nadir kaynaklar efsanesi”nden hareketle, tabiat üzerinde oluşturduğu despotizmini “etik bir çerçeveye oturtmayı” da ihmal etmeyecektir bugün insan.

    İktisadi daralmanın tek alternatifinin “sonsuz bir iktisadi büyüme ve zenginleşme olarak algılandığı günümüzde”, Claude Lévi-Strauss’un da belirttiği gibi; tabiatın ve diğer tüm yaratıkların tarihinin, insanın tarihinden koparılması ve sonuna kadar sömürülmeleri, kaçınılmaz olarak “yabancılaşma”ya ve “tabiatın, alt edilecek bir düşman olarak görülmesi”ne yol açacaktır.

    “İhtiyacının sonsuzluğunda savrulan” iktisadın, insanı, “homo economicus”, benzerlerinin yanı sıra tabiatın egemenliğine ve sömürüsüne soyunurken, modern zamanların sözü edilen insanına modellik de yapacaktır bir anlamda. Bu, rasyosunu kuşanmış, teknolojisinin öncülüğünde doğayı tahakküm altına alan bir insan modelidir. Modern zamanlardan itibaren son derece hızla gelişen güçlü bir dönemin kapıları böylece açılacaktır.

    “Tabiat – insan ikilemi”nde temel belirleyici artık “insan”dır: Bu durumda kaçınılmaz bir şekilde, olan bitenin sorumlusu da insan olacaktır; “Anthropocene’nin”* dönemi açılmıştır. İnsanlık, artık bizzat insan eyleminin son ufku değildir.

    (* “Anthropocene”, Antroposen: Öncelikle, bilim insanı Paul Crutzen tarafından 2000’lerin başında ortaya atılan yeni bir “jeolojik çağı” ifade ediyor. Faaliyetlerimizin insanı ekosistem zincirinin bir parçası olmaktan çıkarıp, gezegenimizin dengelerini değiştirebilecek önemli bir faktör hâline geldiğinin altını çiziyor. Buna göre; insanoğlunun, gezegenimizi yeni bir “jeolog çağa soktuğu”nu savunuyor ve bu çağa “Antroposen” adını veriyor. Eski, Yunancada insan anlamına gelen “Antropo” kelimesinden türetilen Antroposen, “İnsan devri-çağı” anlamına geliyor. Antroposen’in ana fikri; “insanoğlunun önemli bir jeolojik faktör olduğu”ndan yola çıkıyor. Bu konsept; sanayi devriminin başından itibaren, 11500 yıldır süregelen “Holosen çağı”ndan çıkıp, “Antropesen çağı”na geçtiğimizi var sayıyor.)

    Kimi filozoflar ve doğa bilimciler buna karşı çıkacaklardır; doğal olarak Tanrının en çok tercih ettiği, yaratığı veya modern zamanların en büyük mimarını, “insan”ı, bugün, evrende ve tabiattaki tüm tahribatın temel sorumlusu olarak kabul etmeleri kolay olmayacaktır. Fakat bugün tabiattaki tahribatın, iklim değişikliğinin ve nihayet bütün ekolojik sistemin yok olma eşiğine gelmesinin, temel sorumlusu bu insan modeli olacaktır. “Anthropocene çağ”a geçişin temel mimarı gururla seyredecektir eserini.

    Bugün ise “tahakküme başkaldıran tabiatın gazabının korkusu” ufukları sarmıştır. Yeryüzündeki yaşam, görmek isteyenler için artık bellidir ki tehlike büyüktür. Buradan itibaren ilginç bir tartışma başlayacaktır (Larrére, 2015:46). Bir teze göre; iklim mühendisliği ile, yani, rasyolu bilimle ve iktisadın düzeninin içinde kalarak bugün varılan aşamadaki yıkımlar tümüyle telafi edilebilecektir. Modern zamanların şaşmaz bilimsel öngörüleriyle rasyo, kendi yarattığı yıkımlara çare bulabileceğini ileri sürmektedir. “İklim mühendisliği” böylece yukarıda vurgulanan modern zamanlara ait temel bir çelişkiyi dikkate almadan, sanki ortada bir şey yokmuş gibi algılayacaktır dünyayı. Modern zamanların temel çelişkisinin üzerine ve onun devamında konumlandıracaktır kendisini. İnsan aklının yerküre üzerindeki egemenliği böylece devam ettirilecektir. Evrendeki yok oluşların temel unsurlarından, teknolojili-bilim, “şaşmaz ve tevazudan uzak öngörüleri”yle, yeni baştan, bunun sonuçlarını düzeltmek için kullanılacaktır. İlke aynıdır; “madem biliyoruz, öyleyse yapabiliriz.” Bilim, öngörüye muktedirdir. Öyleyse, iklim mühendisliği “anthropocene çağ”ın etiğine dokunmadan sonuçların düzeltilebileceğini anlatacaktır. “Modern zamanın insanının ve ihtiraslarının özü”ne dokunulmayacaktır; Homo-Economicus’un ihtiyaçları, yine, sonsuz kalacaktır. “Gelecekten, gelecek kuşaklardan” bireysel, toplumsal borçlanmalar devam edecektir. Doğaya ve diğer yaratıklara olan borçluluk söz konusu dahi olmayacaktır. Ödenmesi bir yana, yenileri aranacak ve ödenmeyen eskilere ilave edilecektir. “Gelecekten borçlanma”, “anthropocene’nin etiği”nin temel unsurlarından olmaya devam edecektir. Onun özüne dokunmak, tasavvur dahi edilmeyecektir. “Modern zamanların insanının tutkuları asla gemlenmeyecek”tir. İnsan olan, “fethetmek ve sömürmek için” gelmemiş midir dünyaya?

    Humboldt, tersini göstermek istemişse bile, modern döneme ait bir olgu olarak; “tabiatın tarihi”yle “insanlık tarihi” veya toplumun tarihinin ayrılığı, bu mühendisliğin felsefesinde devam ettirilecektir. “İnsan/tabiat parçalanmışlığı” modern zamanların bir karakteristiği olarak devam ettirilecektir. “Anthropocene çağ”da dünyaya nasıl müdahale edileceğinin ipuçları da burada saklı olacaktır (Latour, 2015:49 ). “Teknik” tabiatı, “politika” da insanları “yönetme biçimi” olmaya devam edecektir.

    “İklim mühendisliği” modern zamanların temel yabancılaşmasını, Spinoza’nın deyişiyle “insan/tabiat ayrılığı”nı devam ettirecektir.

    Mandelbrot’un gösterdiği gibi “bugünün ‘borçlu uygarlığı’nın yarattığı tahribat”ta artık olabilecek olanlar “olabilecek aşamaya geldi.” Zaman uzadıkça aynı yolda devam ederek “çıkarını en yükseğe çıkarmak çılgınlığı” da her türlü tasavvuru aşmış görünüyor.

    Bugün, bu tahrip süreci, hangi önlem alınırsa alınsın zaten başlangıç noktasına dönülemeyecektir. Süreç başlayalı çok oldu ve dönmek mümkün olmayacaktır. Bugün, ekolojik sistemde ve iklim koşullarında oluşan kayıplar “geçici olmayıp” ve kimi önlemlerle telafisi de söz konusu değildir. Geriye dönüşün mümkün olmamasını anlatır “anthropecene çağ” bir anlamda.

    Süre uzadıkça “olabileceğin olmayacağını tasavvur etmek”le, “olabileceğin sonuçlarının tümden düzeltilebileceğini ileri sürmek”; aynı tehlikeli yerde buluşuyor gibi görünüyor.

    Felaket, son aşamada, bütün krizler gibi; “insan denetiminin dışında oluşabilecektir.”

    Agnés Sinaï şöyle yazacaktır: “Oluşabilecek büyük felaket, artık, ‘küçük bir çakıl taşının bir çığa neden olması’na benzetilebilir.” (Sinaï, 2015:48 )

    Sinaï ve Mandelbrot’un teorilerinden yola çıkılırsa; lineer olmayan ilişkilerin, küçük tekil noktaların belirleyiciliği asıl olacaktır “anthropocéne çağ”da. Anthropocéne, böylece; “belirsiz bir gelecek”, “lineer olmayan bir gelecektir.” Burada norm şudur: Büyük çalkantıların, büyük bir yıkımın çağı olacaktır.

    Küresel yıkım, o zaman gerçekleşebilecektir.

    Yıkımdan geriye ne kalırsa uyum sağlanmak zorunda kalınacaktır. Ama o zaman Aragon’un yazdığı gibi: “Bu mudur insan hayatı” diye düşünülmeyecek midir?

    Anlaşılıyor ki yeniden “gururlu bilim”le yola çıkmak değil, öncelikle “anthropocene’nin etiği”ne veda edip yeni bir etiğin arayışına geçmek gerekmektedir.

    [8]
    YETİNGENLİĞİN ACİLİYETİ VE ERDEMİ

    Bugün Dale Jamieson’un dediği gibi, yeni bir problemle karşı karşıyayız. Üzerinde yaşam bulduğumuz küre, bizzat üzerinde yaşayanlar tarafından yok edilebilme aşamasında, ve vahim olan; bundan kimsenin sorumlu olmayabileceği. (Jemieson, 2015:23)

    “Öngörebilmeye dayanan modern zamanlarda öngörülemeyen egemenliği” ilginç bir parantez olacak gibi görünüyor. Dünyaya ve bütün kozmosa “tepeden bakan insan gücü” bakalım bu parantezi tersine çevirebilecek mi? İnsanlık halâ örneğin “iklim mühendisliği”yle, aklının gücüyle dünyayı değiştirip dönüştürme peşinde.

    Spinoza’nın “caute”sine* ve Aristo’nun “temkinine” rağmen; “ölçüsüzlük”, insan aklının iflasına neden olacak gibi görünüyor.

    (* “Caute”: Eski Yunancada “temkin” manasına gelmektedir.)

    Papa François şöyle uyarmayacak mı: “Sorun çok acil, sadece ‘kâr dürtüsü’ne bırakılarak yok ettiklerimizi yerine koyamayız.” Ekonomistler ise olayın “nedeni”yle uğraşmaktansa “sonuçlarını düzeltme”ye çalışacaklardır. “Fiyat ekonomisi”ne bırakacaklardır, yok olanın yerine konulmasını. Bilemiyoruz ki iktisatçının dünyasında; “yok edilen fil-kuşu”, “yok edilen buzullar” hangi fiyat mekanizmasıyla yerine getirilebilecek?

    Sormadan edilemeyecek:
    En yüksek kârın oluştuğu yerde; insana, tabiata ve diğer yaratıklara ait gelecek kuşaklara bırakılacak olumsuz sonuçlar doğacaksa, “homo economicus” bu etkinlikten vazgeçer mi? Vazgeçerse “Homo Economicus” olmaktan çıkmayacak mı?

    Her şeyin alınıp-satıldığı dünyada, çıkarıyla eyleme geçen Homo Economicus’un kozmik bir sorumluluk içerisinde davranması mümkün olabilecek mi?

    Yapılabilecek olanın ipuçları görünmeye başlandı mı? Artık “anthropocene etiği”nden, tabiata tahakküm ettiğinden; tabiatla birlikte oluşturulacak, eşitlik içinde yeni bir etiğe geçmek gerekmiyor mu?

    Pek bilinmez ama, Adam Smith, ahlaki duyguların kuramında “yetingenliğin erdemi”ni anlatıp bu bireyin davranışını övecektir (Smith, 2014:32). Aristo da; “ılımlılığı yüceltip, erdemi ‘iki ucun ortası’ olarak” tanımlamamış mıydı? Burada anlatılan “yetingenliğin övgüsü” değil midir? Üstelik bunu yazanlardan biri “kendine özgü bir liberalizmin filozofu” da değil miydi?

    Bugün varılan yerde, önce, iktisadın dünyasının benimsettiği “var olma biçimini aşmak üzerine düşünme”nin zamanı geldi gibi.

    “Denge”, yerini, “uyum” kavramına bırakırken, “ılımlılık” ve “sükûnet” içinde tabiatla bir uyum aranabilecektir belki o zaman. Bu; modern zamanların “durmaksızın ilerleme” kavramına da bilinçli bir eleştiri olacaktır.

    “Doyumsuzluğun övgüsü sonucunda yoksunluk”, bugün, insanlığı tutsak etmiş ve “gerçek sefaletin gizlenmesine” de neden olmuştur. Bu da, her türden bunalımın, şiddetin ve adaletsizliğin nedeni olacaktır. Bir bilim olarak “bugünkü egemen iktisat” ve bir var olma biçimi olarak “iktisadın dünyası”; yoksunluğun, kıtlığın, şiddetin ve yoksulluğun yaratılmasında büyük pay sahibi değil midir?

    “Finansal birikim”, bugün, “teknolojik gelişim”le birleşerek; “doyumsuzluğun”, oradan da “öldürüp yok etmenin hizmeti”ne koşulmamış mıdır?

    Tabiatla birlikte yeni bir etik, yeni bir yaşam algısı, insanı, “güçle egemenlik tesis etme algısından uzaklaştırabilecek”tir belki de. Smithyen anlamda veya Rousseau’nun övgüsündeki “yetingenlik”; etik, politik ve nihayet ekolojik olamazsa, felaketin önlenmesini sadece “aklın öncülüğündeki bilime bırakmak” ne kadar anlamlı olabilecektir ki?

    SONUÇ

    Bugün, yaşam serüveninin ve sevincinin Spinoza’daki anlamı bir kenara itilmiş durumda. “Sonsuz bir iktisadi büyüme miti”; binlerce yıllık kültür ve uygarlıkta “tabiata duyulan saygı”nın anlamını yok etmiş görünüyor. Anton Tchekhov’un bir yapıtında; “kiraz ağacı” bir toplumun içindeki uyumu simgeler. Bu uyum da, doğal olarak, “narsisizm” ve “doyumsuzluk” olmayacaktır.

    Spinoza’nın tabiatla teklik içinde ve bütünleşmiş birlikteliğini reddeden bugünkü insanının temel bunalımı; “kökten bir yabancılaşma”yı yansıtmaktadır. Bugün, “yabancılaşan insan” için finans ve iktisadın dünyası “metafizik bir öz” kazanmış durumda neredeyse. “Para” ve “finans”, bütün hayal kırıklıklarının “çaresi” olarak görünüyor. Despotizm yabancılaşmayı, yabancılaşma finansta çare bulmayı, o da şiddeti doğuruyor.

    “Gerekliliğin sükûneti”, yerini, “hemen-şimdinin doymazlığı”na bırakmış durumda. Artık “ılımlılık”, anlamsız!

    “Kemer Sıkmaya Hayır’ın” alternatifi; “hızın ve sonsuz hazzın dünyasının değerleri” midir? Asıl sorgulanması gereken yer burası!

    “Kemer sıkmaya hayır”, evet, ama; doğa üzerindeki egemenlik hakkına, diğer yaratıklar üzerindeki egemenlik hakkına “evet” mi?

    “Kemer Sıkmaya Hayır’ın” alternatifi; mesela, Rousseau’nun “ılımlılığı” ve “sükûneti” olamaz mı?

    “Yok olunabileceğini” kuramsal olarak Mandelbrot kanıtlarken, deneysel olarak da bakmasını bilen herkes görmüş durumda. Anders’in* deyişiyle; “olabilecekler olmadan, son dönemeçte, serinkanlılığa, ılımlılığa ve yetingenliğe ihtiyaç yok mu?”

    (* “Günther Anders”: 1902’de Polonya’da doğdu, 1992’de Viyana’da öldü. Avrupa “anti-nükleer hareketi”nin ve bugüne uzanan “yeni muhalefet akımları”nın önde gelen kuramcısı idi.)

    KAYNAKÇA

    Philippe Descola, “Par-Delà Nature et Culture”, Gallimard, Paris, 2005.

    Dale Jamieson, “Respecter La Nature”, Esprit No:420, Paris, December 2015, s:23-34.

    Catherine Larrère, “La Nouveau Grand Récit”, Esprit No: 420, Paris, December 2015, s:46-56.

    Benoît Mandelbrot, “Les Objects Fractals”, Flammarion, Paris, 2014.

    Benoît Mandelbrot, “Fractales, hasard et Finance”, Flammarion, Paris, 2014.

    Pierre Rabhi, “Vers La Sobriété Heureuse”, Flammarion, Paris, 2010.

    Agnès Sinaï, “Penser La Décraissance”, Presses de Sciences, Paris, 2013.

    Doç. Dr. Metin Sarfati
    Marmara Üniversitesi
    Siyasal Bilgiler Fakültesi
    “İktisadi Düşünce Tarihi”, “İktisat Teorisi”, “Neo-Liberal İktisat”
    21 Ocak 2016

  38. Bir düzeltme:

    Yukarida Suriyeye müdehale konusundaki yazimda bir yazma var. ” Başından beri Libya ve Suriyedeki “isyancılara” emperyalist devletlerde dahil tüm ülkelerden her türlü silah ve asker yardımı istiyen “sahtekarlar”. cümlesinde “ülkeler den” kelimesi “devletlerden” yerine kullanilmistir. “devletler” dogru biçimidir. Düzeltir. okuyuculardan özür dilerim.
    LTT

    Read more: http://www.gunzileli.com/2016/08/24/turkiyenin-suriye-mudahalesi-iflasin-esigidir/#ixzz4IhOlupT7

  39. “Vatandaşa Karşı, Devleti Savunan Vatandaş”

    Devleti bir terör örgütünden ayıran farklardan biri, kendi evinde ve ailesinin önünde silahsız birini infaz etmemesidir.

    Gayet düşük bir medeniyet standardı. Ama asıl test şurada başlıyor: “Hasbelkader” böyle bir olay olduğunda, devlet bunu nasıl soruşturuyor, vatandaş bunun takibini nasıl yapıyor? Bahçemizden çürük elma mı ayıklıyoruz, yoksa tüm bahçeyi kurutuyor muyuz?

    Bizde bizzat bahçevan bahçeyi kurutuyor, yani vatandaşın kendisi devletin hatalarını kapamaya çalışıyor. Dilek Doğan’ın evindeki arama esnasında vurulması ertesinde, hemen polisin yardımına koşmak gibi:

    “Arama izniyle eve gelen polise mukavemet gösterirsen, o da seni vurur, diğer ülkelerde de böyledir.”

    Yahut, misyonu gereği otoriteden hesap sorması gereken medyanın, onun yerine, ideolojilerine ters giden kurbanı “geçmiş ilişkileri üzerinden karalaması” gibi (guilt by association):

    “Ama o da sütten çıkmış ak kaşık değil ki, haketmiş, bak canlı bombayla çekilmiş fotoğrafı bile var.”

    (http://static1.squarespace.com/static/540efafce4b02e0dc20adb52/t/567812a5cbced60a2379e6aa/1450709670117/?format=750w)

    Güçlünün yanında yer almak sarhoşluk verici ve kör edici bir deneyim.

    Halbuki, arama izni ile dahi olsa, evine zorla giren polise mukavemet göstermek, normal insan davranışı aralığında bir davranıştır. “Sadece suçluların saklayacak bir şeyleri olur” mantığı, sadece baskıcı devletlerin propaganda ağzı değil, aynı zamanda insan psikolojisini de hiçe sayıyor.

    Örneğin “cognitive dissonance” teorisine göre; yasalara saygılı, kendine güveni az ve sisteme inanan biri (yani tam da sistemin “örnek vatandaş” sayacağı biri) kendini böyle bir durumda bulduğu zaman, “hata bende olmalı ki bu polisler burada” diyerek suçlu psikolojisine bürünmeye başlayabilir. Bunun aksi kişiliğe sahip biri de suçlu olmadığı halde sırf otoriteye tepki olarak bu psikolojiye bürünebilir. Yani herkes koyun gibi, eve gelen polis karşısında sıfır beyin aktivitesiyle gidip çay demlemez.

    Hukuk da cezalarını bu gerçekleri ve normal insan davranış aralığını gözönünde tutarak belirler. Polisin basit de olsa psikoloji eğitimi alması bu yüzden çok önemli. Her halükarda, polis, psikolojiden bir öküzün anladığı kadar bile anlasa, kendisine yapılan mukavemet silahsız olduğu sürece, polisin yapacağı en fazla şey tutuklayıp götürmektir. Polis, önce asıp, sonra yargılayamaz, “öldürdük ama bakın meğer ne iğrenç biriymiş” diye sıvışamaz.

    Aslen polis, asmadan önce de yargılayamaz. Çünkü kendisi aynı zamanda “part-time hakim”, “stajyer savcı” ve “hobi olarak infazcı” değildir. Henüz J”udge Dredd evreni”ndeki kadar distopyan bir dünyada yaşamıyoruz şükür.

    Zaten polise mukavemet, evinin mahremindeyken bile yargısız infaz edilmeyi haklı çıkaracaksa, o zaman evinin dışında sokaklarda izinsiz gösteri yapanlara tomalardan su yerine kurşun sıkmak gerekirdi. “Sözcü” gibi bir gazete de, ölenlerin arkasından, “bilgisayarında hayvan pornoları bulundu” gibi iddialarla habercilik görevini yerine getirirdi.

    Maharet, polisi karşısında mum gibi olunacak “büyük devletler” yaratmak değil, devletin birimlerinin birey haklarını çiğnememek için mağduriyete varan fedakarlıklar yaptığı “büyük milletler” oluşturmaktır.

    Bu yüzden de, öldürülenin, sonradan Ayşecik yerine Hitler çıkması, sadece kurbana duyulan sempatiyi azaltır, devletin yükümlülüklerini değil.

    Devletin yükümlülüklerine uyması, güçlünün yanında olmanın verdiği konfordan da intikam iştahımızın tatmininden yüzlerce kat daha önemli, çünkü %99’u zulüm ile geçmiş insanlık tarihinde, nihayet merkezi otoritelerin gücünün ilkelerle sınırlanabildiği bir noktaya geldik. Bu güç, doğası gereği kabından taşmak istediğinde, gösterilen tepki zayıfsa, uğruna çok şeyin feda edildiği bu modern kazanımlar da senelerce geriye gider (slippery slope).

    İşin acı tarafı, o “gücün” toplumları zorla ele geçirmesine gerek olmuyor; bir çocuk gibi, anlık ihtiyaçlarının tatminini ve gönüllü köleliğin rahatlığını, ilkelerden daha çok umursayanların alkışlarıyla tahta davet ediliyor.

    Immanuel Tolstoyevski
    21 Aralık 2015
    “Fularsız Entellik”

  40. Necmiye Alpay bildiğim kadarıyla dilbilimci bir akademisyen, bilimkadını.

    Fikirlerini beyan eden insanları hapse etmak garabetinden nasıl kurtuluruz?

    Necmiye Hoca’nın durumu hakkında neler dersiniz? 12 Eylül 1980’de de başına çoraplar örülmüş galiba.

    Fikirlerden niçin bu kadar korkuyorlar?

    Düşünmekten korkulur mu?

  41. Aslı Erdoğan içerideyse, hiçbirimiz dışarıda değiliz!

    https://pbs.twimg.com/media/CquNF0tWYAA5yQh.jpg:large

  42. Necmiye Alpay’ı 1960’lardan, FKF döneminden tanırım. iyi bir devrimci, nitelikli bir dilbilimcidir. aynı dilden konuşmayanlar tarafından hapse atıldı.

  43. Bir insanı gerçekten sevmek, onun tuhaflıklarını başka hiç kimsenin, kendisinin bile benimseyemediği hatta fark etmediği huylarını sevmektir. İnsanların en esaslı yönleri uyumsuzluklarında saklıdır çünkü. / Aslı Erdoğan

  44. 33 senedir iktisat ağırlıklı sosyal yazılar yazıyorum.

    Bu yazıların birinci amacı iktisadi sistemin sebep-sonuç ilişkilerini açıklamaktır.

    İkinci amacı, “siyasi partiler, devlet, hükümet, belediyeler, kamu işletmeleri ve özel firmalar” tarafından, propaganda veya reklam amacıyla halka sunulan bilgilerin içindeki “yalan ve yanlışları” ayıklayıp teşhir etmektir.

    Üçüncü amacım ise, “küçük çerçevede düşünüp, kendisinin ve yakınlarının kısa vadeli çıkarı için davranan” bireylere, “büyük çerçevede düşünüp, toplumunuzun vadeli çıkarı için davranmalarının” bilimsel ahlak olduğunu ve bunun dışında dinsel bir ahlak olmadığını anlatmaktır.

    TÜRKİYE EKONOMİSİ UÇMUYOR!

    15 Temmuz lanet darbe girişiminden sonra medya, çok sesliliğini yitirdi. Hepimiz, “aman şu sıralarda eleştirel yazı yazar veya haber yaparsam ‘milli birliği’ bozmuş olurum” endişesine düştük.

    Daha da kötüsü, “yanlış anlaşılırım, Allah saklasın ‘darbeci’ diye damgalanırım” korkusuna kapıldık.

    Durumdan vazife çıkarıp, halkı “Türkiye Uçuyor” palavrasına inandırmaya soyunduk.

    Hayır arkadaşlar! Türkiye uçmuyor!

    Tam tersine Türkiye’nin başı fena hâlde belada ve üstelik kötü yönetiliyor.

    Eğer ortada bir uçma ihtimali varsa, o da, uçurumdan aşağı uçmasıdır. İnşallah milletimizin sağduyusu, böyle bir şey olmasına izin vermeyecektir.

    THY’NİN REKOR ZARARI BİLE MEĞER BAŞARIYMIŞ!

    Medarı iftiharımız Türk Hava Yolları (THY), 2016 yılının ilk yarısı için rekor büyüklükte zarar açıkladı. Amerikan Doları’yla yapılan hesaplara göre, 2015’in ilk yarısında 192 milyon dolar “Esas Faaliyet Kârı” (olağan dışı gelir-gider ile kur farkı falan hariç) elde eden THY, bu yıl aynı tanımla 411 milyon dolar zarar etmiş.

    TL ile yapılan hesaplamada “Vergi Öncesi Kâr” rakamı 2015’de 1 milyar 456 milyon lira. Bu yıl ise bu rakam 2 milyar 391 milyon lira zarara dönüşmüş.

    Bu feci sonuçlar bile “THY yüksekten uçuyor” başlığıyla gazetelerde yer aldı.

    Gazeteci arkadaşlar herhalde “her zamankinden daha çok birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu kritik günlerde” moral bozmak istememiştir. Bu tutum kesinlikle yanlıştır!

    MÜZELERİN ÖZELLEŞTİRİLMESİ

    AKP iktidarı bir “harcama canavarıdır”.

    Dış borç, iç borç, özelleştirme, gelecekteki devlet gelirlerini peşin paraya kırdırma, kamu arazilerini ranta açma dâhil nereden para bulmak mümkünse, bulup görkemli bayındırlık yatırımları yapma peşindedir.

    Son olarak Türkiye’deki bütün müze ve ören yerlerinin “tek bir paket” hâlinde ihale yoluyla özelleştirilmesi gündeme geldi.

    “Müzelerin ve ören yerlerinin özelleştirilmesi” diye adlandırılan projenin, “özelleştirme” kavramıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bu, “gelirlerinin kırdırılmasıdır”. Ayrıca, işi üstlenecek firmanın seçimi için kullanılacak yöntemin doğru adı da “ihale” değil “müzayede”dir. Çünkü iş, en düşük değil; en yüksek bedeli teklif edene verilecektir.

    Özelleştirme değildir; çünkü doğası itibariyle rekabete açık olamayan iktisadi faaliyet alanları özelleştirilemez. Mesela, dünyada adı ayasofya olan (Türkçesi Kutadgu Bilig) isimli birçok kilise vardır, ama bir tane “büyük kilise” yani İstanbul’daki Ayasofya vardır.

    Bu müzenin, temizliği, bilet satışı, bakım ve onarımı, “en düşük fiyatı veren özel bir firma”ya ihale edilebilir. Ama Ayasofya, en yüksek bedeli veren firmaya teslim edilemez. Yani, özelleştirilemez.

    Eğer Türkiye’deki tüm müzeler ve ören yerleri bir paket hâlinde “en yüksek fiyatı veren”e verilir, yani sözde özelleştirilirse, şunların olacağına şimdiden kalıbımı basarım:

    Birincisi; bu imtiyazı kazanan firma, derhâl bu yerleri birer ikişer taşeronlara devredecektir.

    İkincisi; giriş bedellerine zam yapacaktır.

    Üçüncü ve en önemlisi, buraları şu veya bu şekilde, geçici veya kalıcı olarak ranta açacaktır.

    Son söz: Müteahhidin zengini, zararına aldığı işi kârlı bitirendir.

    Ege Cansen
    28 Ağustos 2016

  45. TC ic ve dis politika iflasinin uzerinde oyun oynamaya basladi. Icdeki muhalefeti kendine demokrasi kurtaricisi yapti, Fatullah karsiti olarak CHP ve MHP yide yanina aldi. AKP ve RTE Mazlumu oynadi. Baris demokrasi kurtarici olarak her kesimden onay aldilar. HDP yi disladi. HDP turkiyede parlamenterist sistemde yok sayiliyor. Bu sekilde ic de kendine karsi olanlar bertaraf edildi. Orduyu ve polisi kendi koruma gucu yapti. Dis politikada ise. PYD nin rus ya ile flortunu durdurdu. Rusya suriyeden ABD ile anlasarak cekildi. RTE Putin e yalvardi ve baristi. Zaten suriyede rusyanin isi bitmisti. ABD ye gorevi devretti. ABD Rakka ve Halep icin PYD yi kulanma politikasi uyguladi ve basarili oldu. turkiye Esadla baristi ve PYD yi ortak dusman ilan ettiler ve birlikte Rojavanin yikilisi ve PYD nin durdurulmasina baslandilar. ABD ve rusyanin butun bu gelismelerde payi cok buyuk. turkiye Iran kapisina gidip gulucukler atti ve iranla baristi. Bu sekilde PYD ve Rojavayi koruyan kimse kalmadigina gore TC suriyeye rahatca girdi. Avrupa, Esad, rusya, iran, irak, ABD hicde rahatsiz olmadiklari gibi TC nin oradaki Rojava yapilanmasinin PYD nin bitirmesini istemektedirler.

  46. KANADA’YA GÖÇ EDEN BİR ÇİFTİN ELVEDA YAZISI

    Biz eski Türkiye’nin insanları, yeni Türkiye’yi terk ediyoruz.

    Biz gidiyoruz. Artık tanınmaz halde olan, doğduğumuz bu topraklardan, doyacağımız topraklara göç ediyoruz. Gezi zamanı içimizde alevlenen minicik umut kıvılcımı maalesef artık tamamen söndü.

    Asıl sorunun bizi yöneten ayak takımı değil, böyle olması gerektiğine inanan, bundan son derece memnun olan, senden benden sırf onun gibi olmadığımız için nefret eden halk olduğunu anladık artık.

    Böyle nefret dolu bir çevrede barınamıyoruz.

    Azınlığız. Mutsuzuz.

    Her gün ayrı bir katliamın yaşandığı, insan hayatının 5 para etmediği, üstüne bir de ülkenin yarısının inancınıza, doğduğunuz yere, ideolojinize, düşüncenize göre “oh olsun, iyi ki geberdi” dediği bir yerde daha fazla yaşayamıyoruz.

    Belki tesadüfen o gün denk gelmeyip, patlayan bir bomba ile ölmüyoruz ama bu da pek yaşamaya benzemiyor doğrusu.

    Biz artık insan yerine konmak istiyoruz.

    İyilik yaptığımızda “enayi”, saygısızlık yapmadığımızda “ödlek”, eğitimliysek “entel”, görgülüysek “elit”, dürüst isek “saftirik”, oruç tutmuyorsak “kâfir” diye yaftalamadığımız bir hayatımız olsun istiyoruz.

    Öyle ya, başka hangi dilde “entel” diye hakaret var? Ne acıklı değil mi? Daha basit bir hayat istiyoruz. Daha güzel bir hayat istiyoruz. Ayıp mı?

    Her şeyden önemlisi, koca bir hayatın henüz en başında olan Uzay’ın sorumluluğu var artık üzerimizde. Sadece kendimiz için değil, onun için gidiyoruz en çok.

    Bu ülkede her şey çok zor. Çalışmak, kazanmak, okumak, eğlenmek, dinlenmek, seyahat etmek, çocuk büyütmek…

    Maalesef istediğiniz kadar çok para kazanın, bazı şeyleri satın alamıyorsunuz.

    Kendi fanusunuzda belki huzur bulabilirsiniz ama burnunuzu kapıdan dışarı çıkardığınız an bu kötü insanlarla muhatapsınız. Sokakta, trafikte, okulda, iş yerinde…

    Belki çocuğunuzu yılda 40.000 tl vererek en iyi okula gönderiyorsunuz ama canını eğitimsiz, saygısız, hatta kuvvetle muhtemel daha önce içeri girip çıkmış eski bir dolmuş şoförünün kullandığı servise emanet ediyorsunuz… Siz gece gündüz çalışıp didinip tüm servetinizi yıllarca bu okullara, kurslara yatırıyorsunuz ki çocuğunuz mezun olduğunda 1500 tl maaşla, dayısının torpiliyle yönetici olmuş bir hanzonun altında çalışabilsin…

    Bu ülkede artık gerçekten, taraf olmayan bertaraf oldu.

    Göz göre göre hem de.

    Ramazan’da sigara içene verdikleri tepkinin yarısını 45 çocuğa tecavüz edildiğinde vermeyen insanlarla nasıl yaşanır?

    Yaşayamıyoruz.

    Niye terk edip bu ülkeyi onlara bırakıyoruz? Niye hep biz gidiyoruz?
    Çünkü gitmezsek hep biz ölüyoruz.

    Eğer başımıza bir iş gelmeden, hayatta kalmayı başarırsak, bu ay sonunda, binip uçağımıza yeni hayatımıza başlıyoruz.

    Çokça buruk, bir o kadar heyecanlı, oldukça da öfkeliyim aslında. Tam bir duygudurum bozukluğu. Bakalım nasıl olacak…

    Biz eski Türkiye’nin insanları, yeni Türkiye’yi terk ediyoruz.

    http://t.thenewyoungturk.com/amerika/kanadaya-goc-eden-bir-ciftin-elveda-yazisi/

  47. “Biz eski Türkiye’nin insanları, yeni Türkiye’yi terk ediyoruz.”

    Goruldugu uzere, iyi seyler de oluyor bu ulkede –gec bile kalmis olsa da.

    Good luck and good riddance.

  48. Ooooo… Necip…

    Sen Cerablus’u geçmemiş miydin yahu?

    Zekai Paşa’nın ‘Şam’ı alma rüyaları’na destek olmuyor musun oralarda birlikte manevra planları yaparken, plastik bardakta çay içip, eritilmiş üçgen peyniri içine akıttığınız hazır lavaşı dürüm yapıp kemire kemire?

    General George S. Patton da sizler gibiydi, ‘yahu Berlin’i aldınız da niye durdunuz?! Dümdüz devam etseydiniz ya, Moskova’yı da kıskıvrak yakalayıp, komünist hülyaların başını ezseydiniz! Beni yıllarca Afrika cephesinde kasten tutsak ettiniz, ah ah ah Avrupa cephesinde ben olsaydım tarihin akışını çoktan değiştirmiştim, tüh sizin yapacağınız işin içine…’ diye kükremişti Eisenhower’a ve arkadaşlarına.

    Şu, yukarıdaki çiftin kararına gelirsek:
    Senin, ‘good luck and good riddance’ gibi nazik görünme meraklısı bir ifade ile değil; ‘s*ktirin gidin lan! Bakın exit şu tarafta!’ diye bağıra bağıra, elinde palayla, Kanada Başkonsolosluğu kapısının önüne kadar kovalaman gerekirdi bu çifti, senden bunu beklerdik Necip. Ama bu kez, ummadık taş, baş yarmayacak galiba. Necip’te, belki, değişim emareleri gözükmeye başlamış olabilir…

  49. “Eski” ya da “Yeni” Türkiye diye birşey yok.
    Kazananların/kaybedenlerin eski/yeni olduğu bir ülke var sadece.
    1920-30’larda da birileri “Biz eski Türkiye’nin insanları, yeni Türkiye’yi terk ediyoruz.” diyebilirdi. Ki birçoğu terk etmişti/etmeye zorlanmıştı zaten.

  50. “Biz Eski Türkiye’nin insanları, Yeni Türkiye’yi terk ediyoruz”un geçmişteki başka benzerleri:

    1492, 710’lar: Biz Eski İspanya’nın insanları, Yeni İspanya’yı terk ediyoruz
    1453, 1204: Biz Eski İstanbul’un insanları, Yeni İstanbul’u terk ediyoruz
    1979, 1500’lerin başı, 1230-40’lar, 642, İ.Ö. 332: Biz Eski İran’ın insanları, Yeni İran’ı terk ediyoruz
    476: Biz Eski Roma’nın insanları, Yeni Roma’yı terk ediyoruz
    İ.Ö. 1.000.000’lu yıllar: Biz Eski Afrika’nın primatları, Yeni Afrika’yı terk ediyoruz

  51. -“Eski” ya da “Yeni” Türkiye diye birşey yok.-

    Var.

    Ülkeleri ülke yapan ‘insanlar’dır. ‘Ülke’, tek başına bir anlam ifade etmez. (‘Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır’ sözü aklınıza gelmesin peşinen. Ulvi ve milliyetçi bazda söylemiyorum. Ontolojik bir hatırlatmada bulunuyorum, ‘ülke’, tek başına bir anlam ifade etmez, derken. Aborjinler, Tayvanlılar, Ahıskalılar, Kürtler, Ruslar veya Normanlar, gibi ontolojik tabirlerden bahsediyorum.)

    Evet, 1920-30’larda da birileri ‘Biz eski Türkiye’nin insanları, yeni Türkiye’yi terk ediyoruz.’ diyebilirdi, demekten daha katmerli bir şey yaptılar; fiilen gerçekleştirdiler. Yukarıda okuduğunuz, Kanada’ya yerleşmek isteyen çift gibi yazmak; ya akıllarına gelmedi, ya da o zamanların (1920-30’ların) temaşasında, ‘ülkeyi terketmeden önce, hiciv dolu metinler yazmak alışkanlığı’ yoktu, bunları bilemeyiz. Birçoklarının mektuplaşmaları, bugünlerde ‘anı’ formatında kitap raflarında yer alıyor. 1920-30’ların ülke terketme öncesi/sonrası hicivlerini, o mektuplar ve benzeri dökümanlardan öğrenebiliriz.

    (Baskın Oran’ın siyasi görüşlerini, yazılarını tartışmalı bulabilir/bulmayabilirsiniz. Eğer kendinizi nötrleyebilirseniz, üst paragrafta bahsettiğim ‘mektup & anı’ meselesine ‘hiciv’ ve ‘acı çekme’ penceresinden giriş yaparak, Oran’ın yazdığı şu kitap faydalı olabilir:

    ‘M.K.’ Adlı Çocuğun Tehcir Anıları – 1915 ve Sonrası
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/mk-adli-cocugun-tehcir-anilari-1915-ve-sonrasi/70138.html

    Zileli’nin, yukarıdaki kitap hariç, Oran hakkındaki görüşlerini de şuradan okuyabilirsiniz:
    http://www.gunzileli.com/kategori/portreler/baskin-oran-kisiler/)

    Kazananların/kaybedenlerin eski/yeni olduğu bir ülkeyi, veya ülkeleri, ‘eski Türkiye’, ‘yeni Türkiye’, ‘eski Suriye, ‘yeni Suriye’ gibi nitelemek büsbütün yanlış değil.

  52. Şu röportaj ve demeçlerle ilgili görüşleriniz nedir Gün bey?

    2dk28sn: https://www.youtube.com/watch?v=EBY7aA51l58

    2dk32sn: https://www.youtube.com/watch?v=AFTGDCTozwI

    2dk4sn: https://www.youtube.com/watch?v=0Xl_UIXBtEY

    Görüşlerinizi paylaşır mısınız?

  53. her birine ancak 30 saniye tahammül edebildim.

  54. Ülkemin polisi yanımda olacak tabii, karşımda mı olsun…

    Havaalanı yaptık, köprü yaptık diyorum eleştiriyorsunuz…

    Basın da işin içinde…

    https://www.youtube.com/watch?v=kpJRPAkfm0g

  55. Gun agabey,

    Iki sene once Ukrayna halk ayaklanmasini muteakip orada yasayanlarin goruslerini de dikkate almanin onemi babinda yazilarimizi burada yayinlamistiniz.

    O zamanda tartistigimiz uzere Turkiye’nin Putinist bir rejime dogru evrildigi, cumhuriyet (republic — checks & balances) rejiminin adim adim tek adamin hukmettigi nasyonalism-din kaynakli plebisiter cogunluk diktatorlugune donusecegi, tarihi referanslardan destek alarak genislemeci bir dis politika izleyebilecegi dusuncemiz TR ordusunun Suriyeye mudahelesi ile gercek oldu.

    Ukrayna halen Rus isgali altinda, Suriye paramparca olmus.

    Genc bir arkadasin yazisi tam da bunu ele almis

    http://yeniarayis.com/genel/2016/09/putin-sevdasinin-turkiye-halleri/

    Nasil degerlendirsiniz Gun agabey?

  56. ÖSO türkiye topraklarında terör eylemi mi yapıyor YPG / PKK gibi? neden aynı sınıfta değerlendirilsin yahu?

  57. TC’nin derdi DAİŞ değil, Kürtlerdir!

    Abit Gürses

    TC’nin müttefikleri de karşıtları da Rusya ve ABD icazeti ile Suriye’ye giren Türk askerinin DAİŞ için değil, Kürtler için girdiğini çok iyi biliyor. Nitekim yıllardır sınırdaş oldukları DAİŞ’le gül gibi geçindikleri herkesin malumu olduğu gibi, Türkiye hudutlarını DAİŞ katillerinin yolgeçen hanı etmelerine göz yummakla yetinilmemiş, cephane, lojistik ve petrol kaçakçılığındaki ortaklıkları Rusya vasıtasıyla nerdeyse BM’ye kadar iletilmiş, ABD Başkan yardımcısı Joe Biden ağzından bu destek dile getirilmişti!

    Şimdilik PYD/YPG’de ifadesini bulan Kürt tarafının siyasi ve askeri temsilcilerinin isimleri değişse de TC’nin anti-Kürt tavrının kolay kolay değişeceği pek muhtemel görünmüyor.

    TC Cumhurbaşkanı, Başbakanı ve diğer yetkili ağızlar her fırsatta ‘’Suriye’nin Kuzeyinde bir Kürt oluşumuna müsaade etmeyeceğiz’’ diye açıklamalar yaptılar. Başta Suriye yönetimi olmak üzere hiçbir bölgesel veya küresel güç dönüp de Türk yetkililerine siz hangi hak ve hukukla böylesi laflar ediyorsunuz demedi/diyemedi!

    TC’nin bu anti-Kürt duruşu ancak bölgesel ve küresel aktörlerin tavır alması ve kuvvetli ve hedefi net olan ortak bir Kürt temsili ile değiştirilebilir.

    Bu gün bu koşulun en önemli ayağını bütün avantaj ve dezavantajlarına rağmen PYD/YPG teşkil ediyor. Suriye Kürtleri siyasi, idari ve askeri ortak bir yapıya kavuşmaları halinde (Hewlêr, Duhok anlaşmalarının hayata geçmesi ile) dostları ve düşmanları nezdinde hesaba katılan hatırı sayılır bir taraf olabilirler.

    Bu günkü durumun (PYD/YPG’nin diğer Kürt güçlerinin faaliyetlerini engellemesi, olur olmaz her güce yeşil ışık yakması, Kürdistanı ilgilendirmeyen alanlara hayırhah bir tutumla gerilla gönderip savaştırması, Kürt ulusal taleplerini net bir şekilde savunmaması vb.) sür git devam etmesi Kürtlere bir yol aldırmayacağı gibi, onun bunun hesabına çarpışan bir güç olma tehlikesiyle yüz yüze kalınabilir.

    Oysa Suriye Kürdistan’ı meselesi çok net ve açıktır. Suriye Kürtleri kendi topraklarını her türlü tecavüzkâr güce karşı savunmak ve varlıklarını korumak için dünyanın takdirini kazanan destansı bir direnişin sahipleridir. Bu konuda YPG gerillalarının gösterdikleri fedakârlık ve kahramanlıklar bütün Kürtlerin ve demokrat insanların gurur kaynağıdır.

    Keşke Suriye Kürtlerinin durumu böyle dağınık, PYD’nin tavrı böyle tekçi olmasaydı. Ama maalesef durum budur ve süreç Kürtlerin aleyhine işliyor. Oysa Kobani direnişinden bu yana dünya kamuoyu ve önemli devletler nezdinde Kürtlere karşı çok büyük bir sempati ve destek oluşmuştu. Bu destek bir anda kesilecek veya kaybolacak diye düşünmek yanlıştır ama PYD’nin bu günkü duruşunun devam etmesi halinde kazanılmış olan sempati ve destek kaybolabilir.

    Keşkelerle yorum yapmak yorum sayılmaz lakin Kürtlerin işi keşke lere ve beklenmedik leyhteki gelişmelere kalmış görünüyor!

    TC devletinin hedefi hiçbir zaman DAİŞ olmadı, olmayacak da! Ama kendi eliyle vuramadığı Irak ve Suriye Kürtlerini yıllardır DAİŞ ve benzerlerinin eliyle vurdurmaktadır!

    Crablus’ta DAİŞ’le bırak savaşmayı mantar tabanca bile patlatılmadan bir devir teslim olayı yaşandı. Kim bilir kaç DAİŞ katili MİT eliyle ÖSO’na bağlı gruplara transfer edildiğini?

    Sonuç olarak, TC yetkililerinin defalarca belirttikleri, Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt oluşumuna müsaade etmemek Türkiye’nin Suriye ve bölge politikasının mihenk taşıdır.

    Kürtlerin mihenk taşı ise,

    Kürdistan’ın bir ülke, Kürtlerin kendi geleceğini belirleme hakkına sahip bir millet olduğu gerçeği üzerine kurulu ulusal demokratik bir strateji olmalıdır…

    İşte o zaman sadece TC değil hiçbir güç Kürtleri engelleyemez!

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/abit-gurses/2563-tc-nin-derdi-dais-degil-kurtlerdir

  58. ÖO da sonuç olarak reaksiyoner bir islamcı örgüttür. Türkiye, bu örgütü ve IŞID da dahil tüm islamcı örgütleri Suriye’deki faaliyetleri için silahla besledi, IŞID’ın TR’de kaç kez intihar bombası eylemi yaptığını biliyorsunuzdur umarım.

  59. 6 Eylül 2016

    Osmaneli İlçesi Cami Kebir Mahallesi Beşevler Sokak’ta oturan ve bekar olan Mustafa Güneyler’den geçen cuma gününden buyana haber alamayan yakınları durumu polise bildirdi.

    Kapısı çilingirle açılan evde Mustafa Güneyler’in cesediyle karşılaşıldı.

    Tüpgazı açarak intihar ettiği belirtilen Mustafa Güneyler’in bir süre önce FETÖ/PYD soruşturması kapsamında açığa alındığı ve ardından da meslekten ihraç edildiği belirlendi.

    Geride yakınları için bıraktığı notta vasiyetini yazdığı belirtilen Güneyler’in cesedi otopsi için Bursa Adli Tıp Kurumu’na gönderildi, olayla ilgili soruşturma sürüyor.

    http://www.cnnturk.com/turkiye/meslekten-ihrac-edilen-ogretmen-mustafa-guneyler-intihar-etti

  60. Türkiye’de son dönemde yükselen şiddet ortamı, Gezi sonrası dönemde protestolarda maruz kaldıkları şiddetle travmatize olmuş gençlerde politikadan kaçış refleksinin ortaya çıkmasına neden oldu.

    Bugün, Gezi’de sokakta taleplerini getiren, şiddete ve antidemokratik politikalara direnen gençleri terörize edilmiş kamusal alanda görmek neredeyse imkansız. Birçok insan “sokak öldü” ya da “sokak hareketi, ‘örgütsüzlüğün bedeli’ni ödedi” derken, bazıları da sokak hareketi kimliğini artık farklı politik öznelerin üstlendiğini söylüyorlar.

    Türkiye’de son yıllarda ortaya çıkmış ve kavramın karşılığı olabilecek tek sokak hareketi olduğunu söyleyebiliriz: Gezi Direnişi.

    Kendi dilini, yaşam pratiğini oluşturan, siyaseten etkileşime girdiği geleneksel özneleri dönüştüren bu sokak hareketi, tıpkı İspanya ve Yunanistan örneklerinde olduğu üzere, Türkiye’de de sol üzerinde ciddi bir “silkme etkisi” yarattı. Ancak bu “ani yükseliş” öyle büyük bir baskıyla ve siyasal gündemle yüz yüze geldi ki, erimese de etkinliğini yitirdi. Geriye bir kültürel sermaye bıraksa da sağlıklı bir politik miras bırakamadı. Kaybedilen isimler üzerinden sürdürülen ve bir hafıza hareketine dönen romantik bir siyasal dalga halâ mevcut; ama Gezi’nin üstüne oturduğu politik talepler ve gerekçelere dair mücadelelere bu dalganın katkısı olduğunu söylemek güç.

    Gezi’nin romantik dalgaları kıyıları dövmeye devam ederken, belli ki mevcut durumdan pek de umutlu olmayan insanlar, Gezi sonrası seçim atmosferinde kendilerini kaptırdıkları “temsiliyet rüzgarı”ndan da oldukça uzaklaşmış görünüyorlar. Zira öyle bir döneme girdik ki, insanlar siyasal olarak kendilerini bir parti çatısı altında ifade etmekten çekiniyorlar.

    2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nde Demirtaş’a veya 7 Haziran 2015’te HDP’ye oy veren, ardından şiddet ortamı baskınlaştıkça bu eğiliminden pişman olmasa da çeşitli gerekçelerle uzaklaşan, yahut Kılıçdaroğlu’nun “bir bildiği var” dene dene yaptığı anlamsız birçok siyasal manevrayı sindirmekte zorlanan bu insanlar, Castells’in bahsettiği “isyan ve umut ağları” üzerinden örgütlenerek çıktıkları meydanlara geri dönmekten çok uzakta görünüyorlar.

    15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası ortaya çıkan OHAL ve OHAL’i izleyen, darbeci örgütle bağı olanları fazlasıyla aşan “insan avına” bakıldığında, temsilde de aradıklarını bulamayan insanların kendilerini ifade etme konusunda nemrutlaşmaları sürpriz bir durum değil.

    İnsanlar değil politik eylemlerden, geçmişte yaptıkları şakalardan dahi sorumlu tutuldukları yeni bir süreci tecrübe ediyorlar bugün. Yazık ki “isyan ve umut ağları” yerlerini “baskı ve gözetimin egemen olduğu alanlar”a bırakırken, söz terörize oldu. Tüm bunlar Gezi’de sokak hareketinin parçası olan gençlerin yeni tarz-ı siyasetten uzaklaşmasına neden oluyor. Elbette bu gençlerden kastım; Michael Hardt ve Antonio Negri’nin bahsettiği çokluğun parçası olan, yahut Herbert Marcuse’un umudunu bağladığı gençler. Peki “o gençlerin” boşalttığı meydanda bugün kimler var?

    28 MAYIS – 15 HAZİRAN 2013 GEZİ PARKI PROTESTOLARI
    15 TEMMUZ – 10 AĞUSTOS 2016 DEMOKRASİ NÖBETLERİ

    Sokaklar özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında demokrasi nöbetlerine teslimdi. Hattâ geçtiğimiz ay BBC Türkçe’de yer alan bir haber dosyasında, darbe girişimi sonrası ortaya çıkan demokrasi nöbetlerine “sokak hareketi” tanımlaması yapılmıştı.

    Bu politik olarak sorunlu bir tespit.

    BBC Türkçe’den Fatma Yörür’ün darbe sonrası süreçte sokağın nabzını tutarken yaptığı bu tanıma ilişkin temel itirazlarımızı sıralamak şart.

    Birincisi, yüzyılımızda sokak hareketleri, aşağıdan ve yatay, yerel ve ulusal yönetimden gelen ayrıcalıklar yahut yönlendirmeler etrafında hareket etmiyorlar. Spontaneler, geçici liderlikler üstüne kurulular, belirli lider kültleri üzerine konumlanmıyorlar. Tüm bunların, demokrasi nöbeti tutan kitlede ne kadar etkin olduğunu mevcut araştırmalardan öğrenmek pek mümkün değil. Buna rağmen, darbe girişimi süreci ve sonrasında, KONDA araştırması da, alanda yapılan diğer araştırmalar da; alanlardaki çoğu katılımcının ilk eylem deneyimi olmakla birlikte, çoğunlukla iktidar partisi destekçileri (%84 oranla) olduğunu ortaya koyuyor. Nöbetlerin adı olarak ortaya konan “demokrasi nöbeti” kavramını, katılanların demokrasiye ilişkin tanımlarıyla birlikte düşününce de ortaya farklı bir fotoğraf çıkıyor. Çoğunlukla demokrasi kavramına ilişkin net olmayan bir anlayışla ve demokrasi yahut parlamenter sistemin korunması gibi motivasyonlardan çok; “Cumhurbaşkanı’nın şahsının ve ona bağlı olan siyasal sistemin korunması”, kişilerin Erdoğan’a duydukları vefanın sonucu olarak sokakta olmaları gibi bir sonuçla karşı karşıyayız.

    Zira demokrasinin “Batı icadı” olduğunu söyleyenden, demokrasi “vatandır, millettir” diyenlere geniş bir kitle var. Bazıları; demokrasi nöbetlerinin tek başına bir demokratik sistem örneği olarak yeteceğini, yani “böyle bir nöbet tutma refleksinin bile Türkiye’de demokrasinin var olduğunun kanıtı” olduğunu söylüyorlar. Ve eylem yapacak olanlara, kendi çizdikleri bu eylem çerçevesini “uyulması gereken” bir çerçeve olarak öneriyorlar.

    PEK DE MÜKEMMEL OLMAYAB BİR SİYASAL BOŞLUK

    Aslında bu tür dönemlerin önemli siyasal avantajlar sağladığını, kriz dönemlerinden Mao’nun kaosa dair söylediklerinde olduğu üzere önemli sonuçlar elde edilebileceğini söyleyenler çok.

    Bizim açımızdan şu dönemden “fırsat çıkarmanın” oldukça güç olduğu ise ortada.

    Travmatize olmuş, kendi içerisinde yapay problemlere dalmış sosyal ağların “şimdicilik girdabı”nda slogan üretirken, siyasallaşmayı sekterleşmenin, yahut gelenekselleşmenin tekeline bırakmış sokak hareketinin kendini ifade etme konusunda önemli sorunları var.

    15 Temmuz sonrası en basit tabirle “Şok Doktrini”yle (https://www.youtube.com/watch?v=Xjhz33B6_zs) açıklanabilecek siyasal gelişmeler ve 1 yılı aşkın süredir Türkiye’de hakim olan ve yüzlerce insanın ölümüne neden olan şiddet ortamı, pek de Mao’nun bahsettiğine benzer bir fırsatlarla dolu kaos ortamı sunmuyor önümüze.

    Bizim, Avrupa’da, Tarık Ali’nin Brexit sonrası temsil ettiği Lexit damarına benzer bir iyimserlik içerisinde olmamız oldukça güç. Ki bana kalırsa Ali’nin pozisyonu da tam olarak tatmin edici bir argüman üzerinden şekillenmiyor. Bu konuda Varoufakis’in Jacobin Mag’de çıkan son yazısını okumak iyi bir zihin jimnastiği sağlayabilir.

    Varoufakis’in (yahut DIEM’in) ortaya koyduğu hegemonya içerisinde (AB’yi lanetlemeden AB’yi kıyasıya eleştirerek ve onun demokrasisiz alanını delik deşik ederek) direnme stratejisinin OHAL koşullarındaki Türkiye’de mevcut yollar dışında bir üçüncü yol olarak savunulması çok güç.

    Netice olarak yeni sosyal hareketlerin kaderine ilişkin Türkiye özelinde soracağımız soru, OHAL şartlarında adeta cevabı askıya alınmış bir soru niteliği taşıyor.

    Mevcut siyasal partilere dair Gezi ve Gezi’nin hemen sonrasında da ortaya çıkan güvensizlik ve temsiliyetin yarattığı teslimiyet probleminin aşılması için yapılması gereken şeyler var.

    Emek politikalarının “demode” gibi görüldüğü günümüzde, Avrupa’da olduğu üzere aslen Türkiye’de de güçlü bir siyasal damarın yalnızca bu temele dayanabileceği ise bir sır değil.

    Buradaki sorun, günümüzde 1960’lardan bile geriye düşürülmüş bir sendikal örgütlenme ortamının varlığı ve emeğe-ücrete-örgütlülüğe ilişkin tüm soruların daha sorulmadan, yakın toplumsal hafızanın “sakıncalı soruları” arasında yerlerini çoktan almış olmaları.

    “Sokak hareketi” kendini beklemeye almış durumda; ama reaktif bir “yoğun duygulanım hareketi” olarak tekrar ortaya çıkmasını bekleyecek, “tarihsel sıçrama anının” tesadüfen gelmesini umut etmeyi yöntem belleyecek durumda değiliz.

    Güvencesiz, Türkiye’deki demokratik sistemin sorunlu temsil sistemine kapatılmış, güvenlikleştirilmiş ve borçlandırılmış insanlar olarak yeni ve kapsayıcı bir stratejiye acilen ihtiyacımız var.

    (Yanis Varoufakis’in makalesi: https://www.jacobinmag.com/2016/09/european-union-strategy-democracy-yanis-varoufakis-diem25/

    Çevirisi: https://dunyadanceviri.wordpress.com/2016/09/06/brexit-sonrasi-avrupa-solu-yanis-varoufakis/#more-3966)

    Sarphan Uzunoğlu
    5 Eylül 2016
    ‘jiyan news’

  61. Dinci İran rejiminin, dinci Lübnan Hizbullahı’nın, dinci Iraklı Şii milislerin IŞİD, ÖSO, Nusra gibi dinci teröristlere karşı savaşmalarına ne demeli peki sizce sayın Zileli?
    Ve sözkonusu teröristlerin bazen kendi aralarında da çatışmalarına?
    Gerçi bunun yeni veya ilginç bir tarafı yok. İslam, Hıristiyanlık, devrimci sol gibi ideolojilerin tarihi aynı ideoloji adına birbirlerini katledenlerle dolu. Siz de bazen Stalin’in en büyük komünist katili olduğuna değiniyorsunuz.

  62. Son yorumumda bahsettiğim konuya S. Nişanyan da değinmiş. Bir tweetine gelen yorumu şöyle yanıtlamış:

    Kemalizm, Müslümanlığın bir mezhebidir, başka bir şey değil. Ucuz Avrupa cilası sürülmüş bir mezhebi.

    ne alaka ya? kemalizm adına asılan hocalar ne oluyor o zaman? iskilipli atıf mı kubilay mı şehittir? sap saman karıştı sende

    En kanlı kavgalar mezhep kavgalarıdır şefim.

  63. Tunceli’nin Ovacık İlçesi Belediye Başkanı Komünist Partili Fatih Maçoğlu, organik kuru fasulye ve nohuttan sonra Ovacık, Pülümür ve Hozat İlçesi’nde organik bal üretimi yapan 40 arıcı ile anlaşarak, Tunceli Arıcılar Birliği ve Dersim Dernekleri Federasyonu ortaklığında, organik balları Türkiye piyasasına sunacak.

    Ovacık Belediye Başkanı Fatih Maçoğlu, Türkiye’deki en kaliteli balı piyasaya sunacaklarını belirterek, “Komünist balı alan, hem kaliteli balın tadını alacak, hem de bizim tadımıza varacak ve komünistleşecek” dedi.

    Tunceli Arıcılar Birliği’nin denetleme ve araştırmaları sonucunda tamamen organik bal üretimi yaptığı tespit edilen 40 bal üreticisinin ürünlerini, Tunceli Arıcılar Birliği ve Ovacık Belediyesi işbirliği yaparak internet üzerinden tüketiciye satacak.

    Ovacık Belediye Başkanı Fatih Maçoğlu organik balları tanıtırken yaptığı konuşmada, Türkiye’yi daha önce komünist nohut ve fasulye ile tanıştırdıklarını, şimdi ise komünist bal ile tanıştıracaklarını söyledi. Komünist balı tadanların koministleşeceğini savunan Başkan Maçoğlu, Türkiye halkını kaliteli tamamen organik ürünlerle tanıştıracaklarını, bunu nahut ve fasulyede kanıtladıklarını kaydetti. Başkan Maçoğlu, şunları söyledi: “Geçen yıl üreterek piyasaya sürdüğümüz nohut ve fasulyeden alan herkes, ‘komünist nohut ve fasulye aldık’ demişti. Bugünden itibaren Türkiye literatürüne bir de komünist bal girdi. Bu doğal balı tadanlar, muhtemeldir hem bizim tadımızı alacaklar, hem komünistleşecekler.”

    http://www.hurriyet.com.tr/komunist-bal-serbest-piyasada-40217469/

  64. YPG ve DSG türkiye topraklarında hangi eylemi yaptı?????
    İktidar medya devletin zehirlediği aklı evveller şimdiye kadar 98 km dışındaki 810 km suriye sınırını kontrol eden PYD türkiye tarafına taş atmamışken bu sınırdan şimdiye dek 100 yakın çoluk çocuk kadını tc askeri öldürmüştür daha yeni kobanide örülen duvarın sınıra değil kobani topraklarında sınır duvarını protosto eden kobanili çocukları türkiyeden açılan ateşle öldürdüler.
    Anonim 55 tc nin derdinin işid olmayıp kürtler olduğunu bilmesine rağmen pyd hakkında hiç bir şey bilememiş tekçiymiş yok diğer kürtleri engellemiş ne yapsın ülan barzaninin eğittiği bir kısım kürt öso ve t.c eliyle pyd ye saldırıyor rojowada patlayan canlı bomba araçları işid için kim patlatıyor ne yapsın onlara önlem almasınmı????
    İsmi bile türkiyenin iş yaptığı cihatçılardan çok farklı daha size ne diyeyim PYD=Demokratik birlik partisi YPG=Halk savunma birliği isminde demokrasi geçen suriyedeki tek örgüt türkiyenin iş tutukları öso içindeki gruplar suriye köylerinde bastıkları yerde cihatçı olmayan alevi kürt hırıstiyan ezidi Süryani ermeni kim varsa onların kafasını kesmekle övünenler aradaki fark çok açık değilmi???
    Yok minbiçte kürt yokmuş falan filan ne biliyorsun ülan sen minbiçlimisin utanmaz SDG her bölgenin askeri meclisini kuruyor öz savunma birlikleri ve o bölgenin halkından oluşuyor özgürleşen bölgede askeri meclis çekilip sivil meclisle kent birlikte yönetiliyor işte asıl en tehlikeli olanda bu efendiler buna izin verirmi yerel halk o kentin yaşayanları kendi kendini yönetiyor yani efendiye ihtiyaç yok ???bundan tehlikeli örnek olabilirmi??
    göreceksiniz gelecekte abd de de dahil bütün bölgesel küresel efendiler rojowa sistemini yok etmek için birleşecek yinede bizzat bölge halkının öz savunması ve gücüne dayanan bu sistem hem kendini savunmayı becerecek hemde bölgede ve dünyada örnek olacaktır.Bu satırların yazarı moğti laz özgürlükçü toplumsal devrimcidir kürt olup bu sisteme atanlar daha çok utansın????

  65. İzlemenizi öneririm…
    samimi bir insana benziyor… Rakka operasyonu…

    http://www.unsalunlu.com.tr/Gundem/abd-suriye-batakligini-uzerimize-zimmetliyor-/120/1

  66. “Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli Türkiye’nin Rakka operasyonuna sıcak baktığını belirterek “Rakka’ya yapılacak operasyonda Sayın Obama’nın sayın Cumhurbaşkanımızdan bir talebi oldu. Talebe sıcak baktığını ifade etti. teknik görüşmeler yapılması için karara varıldı. Bu görüşmeler devam ediyor. Henüz bir takvimlendirme anlamında netlik kazanmadı. Türkiye ile bu operasyona sıcak baktığımızı belirtmek isterim” ifadelerini kullandı.”
    *
    Türkiye’den 250 km içeride bir Suriye Kenti Rakka. IŞİD’in başkenti….
    7 saat süren Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası açıklama…

    “. Türkiye ile bu operasyona sıcak baktığımızı belirtmek isterim.”

    Sanırım… Kürdistan korkusu ve iktidarını sürdürmek isteyen iktidar.. Bu işe gerçekten “sıcak” bakıyor. Batı Emperyalizmine güven vermek için… Önderlik seçiminde ölçütü… “Kılavuzu karga olsun; alnı secdede ama…”
    “PEKİ ÖYLE OLSUN!”
    *
    “Hoşuma” gidiyor bu durum!
    Duygusuz, tarihin adaleti adına, yaşayanların acılarını umursamayan “ruhsuz” aklın seyredeceği trajedilerden birisine tanık olacağı heyecanıyla!

    Der Zor, 1914 de Ermenilerin yaz sıcaklarında yürüyerek gitmek üzere tehcir edildiği bölge.. Zor… Rakka’nın 150 km güneyinde…

    Ermeni düşmanlığı ile koşullandırılmış bir halkın, yine aynı yollarda, aynı coğrafyada kurban edilmesi…

    Dilerim gerçekleşmez… Sanırım yaşanacak…

  67. IŞİD bombaları iktidarın ihtiyacı olduğu zamanlarda patladı… (IŞİD-AKP ittifakı… IŞİD, biliyorsunuz, terörö örgütü değil, ‘öfkeli çocuklardı’ ! ) aaa.. Terör örgütüymüş!
    Şimdi IŞİD’e karşı topyekun savaş için de ikna edilebilecek koşullar oluştu!

    *
    Fetö.. iktidarın ikinci ayağıydı.. Olmasa olmazdı! Şimdi de yok edilmesi iktidarı güçlendiriyor… Ve bahane edilerek ilan edilen OHAL ile tüm muhalefeti sindirme politikası…
    Fethullah .. ne büyük ve değerli hocaydı… aaa.. teröristmiş meğer…
    **
    Bu trajedi ile sonlanacak, bugün komik sayılacak süreç, özünde iktidarın “zekice” manevraları ile değil, salağa yatan kitlelerin; aciz ve korkak-öngörüsüz resmî muhalefetin sefaleti ile inandırıcı oluyor…

    Yakın gelecekten ümit duymak gerçekçi değil…

    YIKIM SONRASI POLİTİKAYI HAZIRLAMAK GEREKLİ SANIRIM…

  68. “1920-30-40-50-60’lı yıllar boyunca Kemalistler halkı sekülerleştirmek amacıyla çeşitli baskılar uyguladılar. Bu baskılar toplumun her alanında öyle yaygınlaştırıldı ki, Kemalistler laikliğin bekçisi olarak gördükleri TSK’yı da daima laik tutmak için, daha önemlisi, TSK’yı adeta ‘din dışı’ bir kurum olarak inşa etmek için, ellerinden geleni ardına koymadılar. Toplum kendini Kemalistlerin bu baskıcı tavırlarına karşı koyabilecek güçte görmediği için, devlet kurumlarında, emniyet teşkilatında ve elbette TSK’da, Fethullah Gülen cemaatinin örgütlenmesine ses çıkarmadı, ‘cemaat’in bir tür ‘denge vasfı’ göreceğini düşünüp Fethullahçıların yükselişinin önünü açmış oldular. En nihayetinde bunun bir ‘cemaat’ değil bir terör örgütü, yani FETÖ olduğu, 15 Temmuz günü net anlaşılmış oldu. Eğer Kemalistler halkı seküler yapmak için ‘dini, hayattan koparmaya’ çalışmasaydı, FETÖ gibi unsurlar asla bu kadar güçlenmezdi. Kemalistler kabahatlidir.”

    Erdoğancı hizip bu iddiayı canlı tutmak için her fırsatı kolluyor.

    Gün bey siz her ne kadar ‘vatandaş’ olmasanız da, bu ülkenin mayasını iyi bilen ‘kıdemli’ bir insan olarak, yukarıdaki iddianın (Erdoğancılar dillendirse de – dillendirmese de) haklılık payı olduğunu düşünüyor musunuz?

    Bu tür iddialara verdiğiniz yanıtlar nedir?

  69. bu tam bir safsatadır, kendi suçlarını örtbas etme çabasıdır.

  70. Türkiye’de yönetim değişikliği yapmak için yeni kalkışmalar olduğunda, halkın pasifize-paralize-hasta olup sokaklara çıkamaması için, şebeke suyuna kimyasal maddeler karıştırıldığı söyleniyor.

    “Kahramanmaraş’ta yaklaşık 10 bin kişi hastaneye başvurdu: İçme suyu şebekesinde zehir şüphesi”
    http://www.diken.com.tr/kahramanmarasta-yaklasik-5-bin-kisi-hastaneye-basvurdu-icme-suyu-sebekesi-zehirlemis-olabilir/

    “Erzurum’da içme suyundan 553 kişi hastanelik oldu”
    http://www.haberturk.com/gundem/haber/1293604-erzurumda-553-kisi-hastanelik-oldu

    Kahramanmaraş ve Erzurum’da deneme yapıldığı, yakında tüm Türkiye’de bu vakaların artacağı dillendiriliyor.

    Gün, bu iddialara nasıl yaklaşmalıyız?

    *

    On yıllar önce Köy Enstitüleri ve Halkevlerinde, genç kızların toplu hâlde hamile kaldığı, ve hâttâ tuvalet deliklerinden bebek fetüsleri çıktığı da söylenmişti.

    Ve hâttâ Adnan Menderes’i devirme sürecinde, CHP’ye, “Menderes’in CHP’li gençleri kıyma makinesinde öldürttüğü” haberleri geliyordu. İsmet İnönü olayın araştırılmasını istiyordu. “Menderes, gençleri öldürtüp kıyma makinelerine gönderiyor” şeklindeki propagandanın yalan olduğunu tespit eden CHP Araştırma Komisyonu’nu İsmet Paşa azarlıyordu: “Olmaz! Yoktur demeyeceksiniz, vardır imajı vereceksiniz!”

    (Kâmil Kırıkoğlu, “Anılar”, sf. 103
    http://www.kitapyurdu.com/kitap/anilarla-kamil-kirikoglu/18374.html)

    (http://www.milliyet.com.tr/inonu-ve-ihtilal/taha-akyol/siyaset/yazardetayarsiv/18.08.2010/1243978/default.htm)

    Ve hâttâ Celal Bayar, “bu kış, Türkiye’ye komünizm gelecek” de demişti.

    Ve hâttâ 17 Ağustos 1999 depreminin bir doğa olayı değil; fay hatlarında patlatılan bombalar sonucunda meydana getirilen deprem olduğu da söylenmişti.

    Ve hâttâ Taksim Gezi parkı protestoları sürerken, Kabataş’ta bir başörtülü kadının deri eldivenli adamlar tarafından tartaklandığı da söylenmişti.

    (http://t24.com.tr/haber/kabatasta-yalan-kesin-rivayet-muhtelif-iste-emniyetten-elif-cakira-zehra-gelin-metinleri,290216)

    Ve hâttâ ve hâttâ “faiz lobisi”nin Türkiye’yi çökertmek için hâlâ planlar yaptığı da söyleniyor.

    Bu sebeplerle:
    Şebeke suyuna karıştırılan zehir sayesinde bu ülkenin yönetim sistemini değiştirirlerse; şaşırmamalıyız.

    Zaten Mustafa Kemal Atatürk de, Çinli bir anne ile ABD’li bir babanın İsrail’de evlenip Selanik’e göç etmeden önce sabetay olmaya karar verip İskoç Masonluğu’ndan aldıkları izin ile 33. dereceden üstad olması peşinen sağlanmış, uzaylı kanı taşıyan siyonist Rockefeller & Rothschild hanedanlarından Napoléon Bonaparte koluna mensup olup, FED’in gizli kurucuları arasında yer alan ve 2008 küresel ekonomik krizin başlangıç tohumlarını taaaaa 1929 küresel buhranında hazırlayan, Türkiye Cumhuriyeti’nin illüminati + Thule Gesellschaft + Opus Dei + Tapınak Şövalyesi + Kral Arthur’a özenen + P2 mason locasının mahfili cumhurbaşkanıydı.

    Di mi?

  71. bunalımı kendileri yaratıyor, sonra da bu tür zırvalıklarla insanların kafasını iyice bulandırıyorlar.

  72. temeldeki çatlak,cavit orhan tütengil hocanın kitabı unutulan kitabı hatırlatmak istedim.

  73. ABD’li komutan: Irak’taki Türk askeri illegaldir

    DEAŞ karşıtı uluslararası koalisyonun ABD’li sözcüsü Albay John Dorrian, Irak topraklarında bulunan Türk askerleri hakkında açıklamalarda bulundu. Dorrian, Türk askerlerinin, Irak hükümetine DEAŞ ile mücadelesinde yardımcı olan ve destek veren uluslararası koalisyon güçlerinin içerisinde olmadığını söyledi.

    Dorrian, açıklamasında, “Irak topraklarında bulunan Türk ordusu, Irak hükümeti tarafından verilen resmi izinle gelmemiştir ve illegaldir” iddiasında bulundu.

    Dorrian, “Bilindiği üzere uluslararası koalisyon gücü içinde, bazı ülkeler Irak hükümetinin izniyle burada bulunmaktadır. Bu güçler DEAŞ ile mücadelede Irak ordusuna havadan ve karadan destek vermektedir” dedi.

    http://www.hurriyet.com.tr/abdli-komutan-iraktaki-turk-askeri-illegaldir-40240209

  74. Başlık eksik gibi.

    “Türkiye’nin Suriye ve Irak müdahaleleri iflasın eşiğidir.” olmalı.

    Bugün Iraklı protestocular son günlerde tırmanan Başika krizi nedeniyle Türk bayrağı yakmışlar.

    Daha doğrusu “bugün DE yakmışlar” demeli.

    Malum Irak ve Suriye’de epeydir Türk bayrağı yakılıyor.

  75. Şii milislerden Türkiye’ye ‘Irak’ tehdidi

    Times gazetesi, Musul’un batısındaki Şii milis varlığının, Başika’ya 2 bin asker konuşlandıran Türkiye ile Irak arasındaki gerilimi arttırdığını yazdı.

    BBC Türkçe’nin aktardığı habere göre İngiliz Times gazetesi, Musul’un batısındaki Şii milis varlığının, Irak ve Musul’un kuzeyindeki Başika’ya 2 bin asker konuşlandıran Türkiye arasındaki gerilimi de tırmandırdığını belirtti.

    Habere göre, Şii milislerin bir sözcüsü, Ankara’nın Başika’daki askerlerini çekmemesi durumunda saldırmaya hazır olduklarını söyledi.

    Cevad el Tilbawi adlı sözcü “Musul’daki Türk birlikleri meşru bir hedef olacak. Türk askerlerine, DEAŞ’a nasıl muamele ediyorsak, o şekilde davranacağız” dedi.

    Gazete, Türk askeri varlığını bir işgal eylemi olarak tanımlayan Bağdat yönetiminin Türk askerinin çekilmesini talep ettiğini hatırlattı. Türkiye’nin ise Sünnilerin bölgeden çıkartılmasını önlemek için askerlerinin Kuzey Irak’ta kalmasında ısrarcı olduğu vurgulandı. Times, Başbakan Binali Yıldırım’ın “Musul, Musullularındır. Dışarıdan getirilen başka sivillerle şehrin demografik yapısı bozulmasın, yeni bir iç savaşın, yeni bir anlaşmazlığın kapısı açılmasın” şeklindeki sözlerine de yer verdi.

    Times, Türk askerlerinin, Iraklı Türkmenleri eğittiğini ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da Türk askerlerinin Musul operasyonunda yer alabileceğinin sinyalini verdiğini belirtti.

    http://www.hurriyet.com.tr/sii-milislerden-turkiyeye-irak-tehdidi-40245450

  76. Sadr’dan Türkiye karşıtı gösteri çağrısı

    Irak’ın önde gelen Şii liderlerinden Mukteda Sadr, yandaşlarını yarın Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliği önünde toplanmaya çağırdı.

    Irak’ın önde gelen Şii liderlerinden Mukteda Sadr, yandaşlarını yarın Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliği önünde toplanmaya çağırdı. Sadr, “Türkiye Irak’a akın etmemeli ve Irak’ı, kozlarını paylaşma sahası haline getirmemeli” dedi.

    Sadr, yarınki gösterinin Irak’ı işgal etmek isteyenlere de bir ibret mesajı olacağını söyledi.

    Şii liderin bu çağrıyı yapmasının gerekçesi, uzun bir süredir hazırlıkları devam eden ve gece saatlerinde başlayan Musul operasyonuna Türkiye’nin de katılma isteği.

    Şii lider Mukteda Sadr, Bağdat yönetimi ile Ankara arasındaki Başika krizinde de bir süredir sorun yaşadığı Bağdat yönetimini desteklemiş, Türkiye’nin Başika’yı terk etmesi gerektiğini söylemişti.

    http://www.birgun.net/haber-detay/sadr-dan-turkiye-karsiti-gosteri-cagrisi-131769.html

  77. Musul’da;
    Tüm Bölge devletleri ve bağlı çeteler Mezhepçilik yapıyor;
    Sadece Pêşmerge her halkın ve her inancın güvencesidir…

    (Nasname)
    https://www.facebook.com/Nasname.Sayfasi

  78. Sadr yanlılarından Bağdat’ta Türkiye karşıtı gösteri

    Irak’taki Sadr Hareketi lideri Mukteda el Sadr, Musul operasyonuyla ilgili video mesajında yandaşlarını Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliği önünde gösteri düzenlemeye çağırdı. Göstericiler Türk Büyükelçiliği önünde toplanmaya başladı.

    Sadr, televizyonlardan yayımlanan mesajında, yandaşlarının cumhurbaşkanı yardımcılarıyla ilgili kararı protesto etmek için Irak Federal Mahkemesi önünde yapmayı planladığı eylemi, Musul operasyonu nedeniyle ertelediklerini açıkladı.

    Bunun yerine Başika’daki askeri varlığından dolayı Türkiye’yi protesto etme çağrısında bulunan Sadr, yandaşlarının bugün Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliği önünde gösteri düzenlemesini istedi.

    Sadr’ın çağrısı üzerine göstericiler sabah saatlerinden itibaren Türk Büyükelçiliği önünde toplanmaya başladı.

    Bağdat’ın Veziriyye semtindeki Türkiye’nin Bağdat Büyükelçiliği binası önünde toplanan Sadr yanlıları Türkiye karşıtı sloganlar attı.

    ÜST DÜZEY GÜVENLİK ÖNLEMLERİ ALINDI

    Irak güvenlik güçleri, yaşanabilecek taşkınlık ve şiddet olaylarını engellemek için çevrede üst düzey güvenlik önlemleri aldı. Söz konusu önlemler kapsamında, büyükelçilik binasına giden tüm yollar dün gece itibarıyla trafiğe kapatıldı.

    Irak Federal Mahkemesi, geçen hafta, Başbakan Haydar el İbadi tarafından cumhurbaşkanlığı yardımcılığı makamının kaldırılmasının anayasaya aykırı olduğuna hükmetmişti.

    http://www.hurriyet.com.tr/sadr-turkiyeye-karsi-eyleme-cagirdi-40251600

  79. bir habere bir okuyucunun yorumu:

    “Musulda mezhep savasi cikacak diye telaslananlar, nedense Irakta Türkmen siilerin, Ezidilerin, Suriyede Alevilerin ISID tarafindan katledilmesine yorumsuz seyirci kalmisti. Simdi ne bu ayak?”

  80. cheerleader mukteda es-sadr

    (Şii lider Mukteda es-Sadr)

    tezahuratlarıyla ırak basketbol milli takımını coşturan ponpon lider.

    https://eksisozluk.com/entry/28388800

  81. Ruhani’den Türkiye’ye imalı mesaj

    İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, üçüncü bir ülkenin Irak yönetiminden izin almadan Irak’a müdahalede bulunmasının “çok tehlikeli” sonuçlar doğuracağını uyarısında bulundu.

    Ruhani, Arak kentinde gazetecilere yaptığı açıklamada, “Irak ve Suriye yönetimi talepte bulunursa başka bir ülke onların topraklarında terörizme karşı eylemde bulunabilir. Müdahale bu şekilde yapılırsa uluslararası kurallara göre yapılmış olur aksi takdirde bölgedeki güvensizliği artırır” diye konuştu.

    Ruhani, ülke ismi zikretmeden, “İran olarak, yabancı bir gücün ev sahibi ülkeden izin almadan o ülkeye müdahalede bulunmasını çok tehlikeli buluyoruz” dedi.

    “Sınırların değişmesi çok tehlikeli olur”

    İran Cumhurbaşkanı, “Coğrafi sınırlara saygı göstermeliyiz, çünkü sınırların değişmesi tehlikeli olur” ifadesini kullandı.

    İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Behram Kasımi ise bugün düzenlediği basın toplantısında Türkiye’nin Musul operasyonunda yer alma girişimlerini eleştirerek,” Terörizme mücadele bahanesiyle başka ülkelerin egemenliğini ihlal etmek kabul edilebilir değil” dedi.

  82. MUSUL’A VE MUSUL OPERASYONUNA BİRÇOK AÇIDAN BAKMAK…

    İbrahim GÜÇLÜ

    Musul ve Musul Operasyonu, bugünlerde, hatta uzun zamandır, Dünyanın, Orta Doğunun, Kürdistan’ın birinci gündem maddesini oluşturmaktadır.
    Bu konuda yoğun tartışmalar, farklı analizler, tezler var.
    Ondan daha önemlisi büyük devletlerin ve uluslararası güçlerin, Musul’u, başka bir deyimle Kürdistan’ı yeniden bölme, enerji ve petrol kaynaklarını ele geçirmek için her türlü yola başvurdukları görülmektedir.

    ( I )

    Musul Kürdistan Şehridir. Ama Musul’da sadece Kürtler değil, Araplar, diğer etnik ve ulusal topluluklar, dini ve mezhebi gruplar da yaşamaktadırlar.
    Musul Kürdistan şehri olmasına rağmen, daha Kürdistan Federe Devletine bağlı olmayan bir şehirdir. Ama tamı tamına merkezi Federal Irak’a da bağlı değildir. Tabir caizse biraz da otonom bir şehirdir.
    Ama şimdilerde IŞİD’in işgali altında olan bir şehirdir.
    Musul Şehri, Maliki Hükümetinin bilinçli ve planlı hareketiyle IŞİD’in işgaline terk edildi.

    *****

    Kürdistan’a IŞİD saldırısının planlanması, Kürdistan Bağımsız Devletinin kurulmasının engellenmesi içindi.
    Musul, Kürdistan için önemli olduğu kadar, Irak, bölge ve dünya için de önemli bir tarihi ve zenginliği bol olan bir şehirdir. Bundan dolayıdır ki, üzerinde bir Kurtlar, sömürgeciler dansı yapılmaktadır.
    Musul’un IŞİD İşgalinden Kurtarılması, Irak Federal ve Kürdistan Federe Devleti’nin sorunudur. Araplar ve Kürtler Kendi Kaderlerini Kendileri Tayin edeceklerdir.
    Kürdistan Federe Devleti’nin ve Irak Federe Devleti’nin iradesine rağmen yapılacak bir müdahale ve ortaya konulacak bir davranış, uluslararası hukuka aykırı olduğu kadar, milletlerin hukukuna, milletlerin eşitlik hukukuna, komşuluk hukukuna da aykırı bir durum yaratır.
    Bu durum da, yeni çatışmalara ve savaşlara ebelik eder.
    Musul’da IŞİD’in güçlenmesine yeni bir konsept çerçevesinde yardım ve yataklık eder.
    Musul’un bölünmesine yol açar.
    Milletler arasında yeni düşmanlıklara yol açar.
    Barışın ve değişik milletlerden insanlarımızın yaşam güvenliğinin yollarını kapatır.
    Yeni hukuksuzluklara yol açar. Hukuksuzluğun olduğu yer de çatışma ve savaş kaçınılmaz olur.

    *****

    Kürdistan pêşmergeleri IŞİD’e karşı kahramanca savaşıyorlar. İlk gün, birçok köyü IŞİD’ten kurtardılar.
    IŞİD’in Musul’da yenilemeyeceği efsanesini yerle bir ettiler.
    Başta ABD olmak üzere koalisyon güçlerin neden bugüne kadar Musul Operasyonuna karar vermediklerini tartışma gündemine taşıdılar.
    Kürdistan Başkanı ve yönetiminin ortaya koyduğu irade, Musul’un kaderinin kendileri tarafından tayin edileceğini ve çizileceğini şimdiden ortaya koydu.
    Kürdistan Başkanı’nın, yabancı güçlerin Musul’a alınmayacakları,, Mezhep Savaşına izin verilmeyeceği, uluslararası gücün uluslararası hukuk çerçevesinde destek vermeleri gerektiği, Türkiye ve Irak’ın uzlaşmasının gerektiği, intikam hırsıyla hareket edilmesine izin verilmeyeceğini açıklaması, Musul’un kaderini kendilerinin tayin edeceğinin en somut göstergesidir.

    ( II )

    Musul’un İşgaldan Kurtarılması İçin Uluslararası Güçlerin Desteklerine ihtiyaç var…
    Musul’un IŞİD işgalinden kurtarılması için açık ki, uluslararası güçlerin desteğine ihtiyaç var. Irak Federal Devleti ve Kürdistan federe Devleti de bu ihtiyacı ortaya koymakta ve beklemektedir.
    Uluslar arası güçlerin desteği: Başta Irak Federal Devlet ve Kürdistan Federe Devlet izni olmak üzere, uluslararası hukuk, Birleşmiş Milletlerin Kararları çerçevesinde olmak zorundadır.
    Bu destek, Arap ve Kürt milletinin iradesine müdahale seviyesine kesinlikle gelmemelidir.
    Tersi Bir yaklaşım Paylaşımcı ve emperyalist sömürgeci bir yaklaşım olur.
    Kürdistan’ın ve Irak’ın enerji kaynaklarını ve petrolünü ele geçirme arzusu anlamına gelir.
    Irak Federal Devleti ve Kürdistan Federe Devletinin buna kesinlikle izin vermemesi gerekir.

    ( III )

    Türkiye Irak ve Kürdistan’ın izni, uluslararası hukuk ve Koalisyon Güçleri Kapsamında Musul’a destek olmalıdır…
    Türkiye’nin dile getirdiği kaygılar önemli.
    Ama bu kaygıların giderilmesi, hukuk dışı yaklaşımlar ve müdahalelerle gerçekleşemez.
    Hukuk dışı müdahaleler, Irak’ta ve Orta Doğu Bölgesinde yeni ve derinleşmiş bir kaosa yol açar.
    Yeni çatışma ve savaş alanlarının yaratılmasına yol açar.
    Türkiye’nin hele ki “Misak-i Milli Tezine” dayalı olarak Musul’a destek yapacağını söylemesi, emperyalist-sömürgeci bir taleptir. Yeni bir işgali ifade eder, buna en başta Kürtlerin onay vermesi mümkün değildir.
    Musul Eyaleti, Osmanlı İmparatorluğunun bünyesindeydi. Bir Kürt Eylaetiydi. Özerk ve otonomdu.
    Kemalistler, Osmanlı İmparatorluğunu yıkmaya karar verdikten ve Türk Devleti kurdukları zaman, aslında Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki milletlerin ve ülkelerin otonom ve özerk yaşamlarına son verdiler.
    Arap Dünyası bunun sonucu olarak birçok devletini oluşturdu.
    Kemalistler, Kürdistan’ın bir parçasını işgal ve ilhak ettiler. Sömürge altı bir statüye Kürt milletini mahkûm etti.
    Bundan dolayı Türkiye’nin devlet olarak Musul üzerinde bir hakkı yoktur.
    Kürdistan’ın Türkiye, İran, Irak ve Suriye Devletleri arasından bölünmüş olması, bir talihsizlik. Yeni bir işgal ve sömürgeci statünün oluşmasıydı.
    Bundan dolayıdır ki, Kürtler yüz senedir bağımsızlık savaşlarını sürdürüyorlar.

    ( III )

    Musul’a, Haşdi Şabi ve PKK gibi, İran Tarafından yönetilen Güçler Kesinlikle Girmemelidir.
    Bu güçlerin Musul’a girmesi, Musul’u bölmekle kalmaz. Yeni egemenlik alanlarını yaratılmasına yol açar. Bu durumda yeni çatışmalara ve savaşlara zemin hazırlarlar.
    Mezhep Çatışmasını körüklerler.
    İç savaşa neden olurlar.
    Musul’un demografisini değiştirirler.
    Büyük toplumsal göçlere ve acılara sebep olurlar.

    Amed, 20 Ekim 2016

    Gelawej
    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/ibrahim-guclu/2596-musul-a-ve-musul-operasyonuna-bircok-acidan-bakmak

  83. ‘Türkiye ile savaşa hazırız’

    Irak Başbakanı Haydar el İbadi, Bağdat’ın Ankara’yla savaşmak istemediğini ancak buna hazır olduğunu söyledi.

    Irak Başbakanı Haydar el-İbadi, “Türkiye ile savaşmak istemiyoruz ancak karşı karşıya gelmemiz halinde buna hazırız” dedi. AFP’nin haberine göre, televizyonlardan canlı yayınlanan basın toplantısında İbadi, Türkiye’nin Irak sınırındaki Silopi’ye askeri sevkiyat yapmasını değerlendirdi.

    ‘TÜRKİYE PARÇALANIR’

    İbadi, “Irak’ın işgali, Türkiye’nin parçalanmasına neden olur. Türkiye ile savaşmak, karşı karşıya gelmek istemiyoruz. Ancak karşı karşıya gelmemiz durumunda, buna hazırız. O zaman Türkiye’yi düşman olarak nitelendirir ve buna göre davranırız” diye konuştu.

    Öte yandan büyük çoğunluğu Şii milislerden oluşan Haşdi Şabi güçleri de resmi twitter hesabından Türkiye’yi tehdit etti. Paylaşılan mesajda, “Türkiye’nin Yezidi Sincar’ı herhangi bir şekilde işgali Iraklı PMU’nun (Haşdi Şabi) tüm gücüyle yüzleşecektir. PMU topraklarımızı Türkiye’ye karşı koruyacak” denildi.

    DEAŞ GERİLİYOR

    Bu arada Irak ordusu, DEAŞ’ın 10 Haziran 2014’te ele geçirdiği Musul kentini geri almak için 17 Ekim’de başlattığı operasyonda kentte ilerleyişini sürdürüyor. Fransız haber ajansı AFP’nin haberine göre Irak ordusuna bağlı özel eğitimli terörle mücadele timleri, kentin güneydoğusundaki Cudeytat el Mufti bölgesine girdi. Dün önce Kokceli köyünü ve kentin televizyon binasını ele geçiren Iraklı güçler ardından kentte ilerleyişini sürdürdü.

  84. İktidarın dış politikası ve olgular

    Abdürrahim Gümüştekin

    T.C. devleti göstermelik de olsa “Yurtta sulh, cihanda sulh” söylemini dile getirirdi ve ancak olası bir savaş durumunda yedi düvele karşı gard alabileceğini ima ederdi, ama AKP iktidarı, bu söylemin yerine “Yurtta harp, cihanda harp” söylemini ikame etti ve yedi düvele karşı kollarını sıvamış bulunuyor. Enver Paşa ruhu yeniden canlanıyor işte.
    Böylece Kemalizm’den Panottomanizm’e dönüş yapılmış bulunuyor. Bu noktada Panottomanizm ile Panislamizm arasındaki ilişki de dikkate değerdir. R.T. Erdoğan’ın reisicumhurluğu değil, başkanlığı (siz buna reislik diyebilirsiniz) istemesi, Büyük Osmanlı ve halifelik hayalinden kaynaklandığı açıkça anlaşılıyor. “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır” derken de bu hayalini politikaya dökmüş oluyor.
    (Bu arada Panottomanizm, Panislamizm ve Faşizm arasında ruhsal bir rabıta olduğunu da vurgulayıp geçelim.)
    Söz konusu bakış ve yaklaşımdan ötürüdür ki Kuzey-Kürdistan ve Türkiye, resmen kan gölüne dönmüş bulunuyor ve bu kör gidişin önünün alınacağına dair ufukta ışık da görünmüyor.
    Böylece Kürt tarihi zapturapt altına alınmaya çalışılırken, Türk tarihinin doğal mecrası da molozlarla doldurulmaya çalışılıyor.
    İktidarın Ortadoğu hesapları ve reel durum
    Türkiye’nin bölge politikasından ne anlaşılabilir?
    Bugün Ortadoğu, neredeyse bütün dünya devletlerin kendini direk ve/veya dolaylı denediği, dolayısıyla denebilir ki devletlerarası ilişki ve dünya diplomasisinin kıran kırana sürdüğü, sözcüğün dar anlamıyla bir yandan üçüncü dünya savaşının yaşandığı, diğer yandan diplomatik kulislerin alabildiğine yoğunlaştığı bir alan konumundadır. Zira Ortadoğu dışında bütün dünyanın toplam petrol rezervi 579 milyar varil iken, Ortadoğu’nun toplam petrol rezervi 754.2 milyar varildir. (AHBR)
    Kürdistan emvali metruke olarak ortada duruyor ve fırtına Musul ve Kerkük gibi petrol yüklü Kürt kentleri üstünde kopuyor.
    Öteden beri bölgede yaşanan büyük sorunlar olduğu da malum… Filistin ve adı pek duyulmamış (seslerini duyuramamış) ufak ulus ve nice etnik kimlik sorunları var. Dinsel ve mezhepsel farklılıklar nedeniyle ciddi saldırılar alan ve fena halde ezilenler var.
    Aslında henüz pek dillendirilmeyen sınıfsal sorun (emek dünyasının mağduriyeti) ve kadın sorunu (kadınlık konumu ve farklı cinsel eğilimlerinden ötürü ezilenlerin durumu) bölgenin örtbas edilmiş ağır sorunlarıdır.
    R.T. Erdoğan ve Feridun Sinirlioğlu, bu kozmopolit tabloyu nasıl görüyorlar ve bu durumdan nasıl bir vazife çıkarmaya çalışıyorlar?
    Evvela R.T. Erdoğan’ın bölgeye ilişkin görüş ve yaklaşımını ele alacağım, ardından da Feridun Sinirlioğlu’nun Türk dışişleriyle ilgili çeşitli gazetelere verdiği mülakatta yaptığı bazı saptamalarının üstünde duracağım, zira konuyla ilgili bugün en yetkili ve etkili ağızlar bunlardır. Biri geminin kaptanı, diğeri de geminin dışişleri şefi sayılır.
    (Hemen söylemek istemezdim, zira bu yazı kompozisyonuna biraz ters, ama söylemeden duramıyor insan, bari laf arasında söyleyeyim, bu gemi fena halde su alıyor… Zira üst akıl alt olmuş gibi, zira duvar arkasından bakmak bir üstünlük vermiyor, zira kör topal yürüyen bir sağduyu da yok artık.)
    R.T. Erdoğan’ın anlayışı ve hayalleri
    R.T. Erdoğan, Beştepe’de düzenlenen 28. muhtarlar toplantısında konumuz açısından yeterince açıklayıcı olan cümleler sarf etti. İnceleyelim, görelim:
    “Osmanlı öylesine büyük bir devletti ki, bu devletin yıkılışı milletin üzerinde maddi ve manevi derin yaralar açtı. 1914 yılında, 2.5 milyon kilometre kare olan topraklarımız 9 yıl sonra 780 bin metrekareye düştü. Kurtuluş Savaşı’na girerken hedef Misak-ı Milli’ye sahip çıkmaktı.”
    Bu cümlelerden ne anlaşılabilir?
    Osmanlının çözülüş tarihini 1. dünya savaşının geçtiği zaman dilimine bağlamak, tarihten bir şey anlamamaktır. Öyleyse Osmanlının çözülüşüyle “toprak kaybı” arasındaki ilişkiyi doğru anlamak gerekir. Altını çizerek belirtelim, Osmanlı önce çözüldü, sonra (dokuz yıl içinde) “toprak kaybetti.” Bir başka deyimle 1. dünya savaşı başlarken Osmanlı devleti öylesine büyük bir devlet değildi, içi çözülmüştü, çökmüştü, komadaydı, işte yıkılışının (yerine cumhuriyetin kuruluşunun) nedeni de buydu.
    Ayrıca “kaybettiği topraklar” da savaşla fethettiği başka milletlerin topraklarıydı. Mesela Doğuda Irak, Suriye, Libya gibi… Doğuda savaşla fethettiği toprakların hepsini değil, bir kısmını kaybetmişti. Mesela Kürdistan’ın bir kısmı hala Osmanlı devletinin devamı (ama yeni bir şekli) olan cumhuriyet devletinin denetimindedir.
    R.T. Erdoğan, bu gerçekleri bilmiyor olamaz ama “yok hükmünde” sayıyor. Galiba onun baz aldığı yalnızca Osmanlı devletinin en geniş toprakları egemenliğine aldığı dönemdir. Kafasında canlanan tablo budur, geleceğini görmek istediği tablo da odur. Oysa Osmanlı devletinin o zamanki hali de matah değildi. Nasıl matah olabilirdi ki? Tahta gelmek için, bütün kardeşlerini ve kardeşlerinin bütün erkek çocuklarını kılıçtan geçiren ve egemenliği altındaki bütün insanları kendine kul yapan iktidar biçiminin (hükümranlığın) neresi matah olabilir ki?
    Bu tarihte yaşanan bir olaydır, bu gibi şeyleri dünyada yalnızca Osmanlı yaşamadı, ama bunu matah görmek, hele ki buna özenmek çok başka bir şey olsa gerek.
    Devam edelim.
    “… Asıl vahimi, zorunluluklardan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısırdöngüye hapsedenlerin amacı coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır” diyor R.T. Erdoğan, aynı toplantıda
    Bir açıklamasında da “Suriye’de de olacağız, Musul’da da olacağız, Libya’da da olacağız” demesinin altında yatan nedenin bu alıntıdan sonra daha iyi anlaşılacağını sanıyorum.
    Zira şöyle bir düşünelim, atalarının at izlerinin bulunduğu topraklar üstünde vesayet (veya mülkiyet) sahibi olduğunu düşünen biri (veya bir devlet), tabiri caizse fırsat bulduğunda yine o topraklara konmaz mı?
    Feridun Sinirlioğlu’nun sihirli sözleri
    Şimdi de Feridun Sinirlioğlu’nun konuyla ilgili görüşlerine bakalım:
    “ … Türkiye’ye bu kadar çok sopa göstermelerinin arkasında da Türkiye’nin artık “haddini bilmez” bir tavır alması yatıyor. Bu da hem Türkiye’nin büyüdüğünü, iddialı bir ülke haline geldiğini, tarihinin ve coğrafyasının hakkını verir hale geldiğini, hem de diplomasimizin güçlendiğini kanıtlıyor.” Kübra Par/Gazete Haber Türk 15 Ekim 2016
    “… 19. yüzyılın başından itibaren Türkiye’de bir içselleştirişmiş aşağılık kompleksi var. İddialı işlere giriştiğimiz zaman ‘Bir dakika, boyumuzdan büyük işlere kalkışmayalım… Türkiye’nin bölgesinde ve ötesinde söyleyecek sözü vardır, olmalıdır.” Cansu Çamlıbel – Hürriyet Gazetesi 23 Ekim 2016
    “… Kendimize güvenimiz arttı, herkesle aynı göz hizasında konuşmaya başladık. ” Cansu Çamlıbel – Hürriyet Gazetesi: 23 Ekim 2016
    Feridun Sinirlioğlu, “Türkiyesiz bir Avrupa’nın seküler olamayacağını” söylemesi (bu boş bir sav ama maksadı farklı) ve Ortadoğu’nun geleceğini seküler bir yapıda görmesi dışında, özellikle dış politika konusunda R.T. Erdoğan ile hemfikir olduğu açıkça anlaşılıyor.
    Demek ki AKP iktidarının bölgede ve dünyada yeni hedefleri vardır ve bu hedefler, tam da R.T. Erdoğan’ın sevdiği hedeflerdir.
    Ama bu yönelimin kapısı maceraya açılıyor.
    Türkiye’nin giriştiği “Fırat Kalkanı” harekâtı, Başika Askeri kampında kalmada ayak diremesi ve Musul operasyonuna katılma ısrarı (iştahı) bölgeye dönük hesaplarının ne olduğunu yeterince ifade ediyor.
    “Fırat Kalkanı” yeni bir maceranın ilk adımıdır. Kürtlerin Rojava’daki kazanımlarını bertaraf etmek ve Kürt özgürlük mücadelesinin yükselişini önlemek maksadıyla atılan bu adım, ucunda ışık görünmeyen bir tünelde maceraya atılmaktan başka bir şey ifade etmiyor, edemeyecek de. Ayrıca yarın Suriye devleti toparlandığında “Fırat kalkanı”nı gerekçe göstererek Hatay meselesini gündeme getireceğini de şimdiden bilmek lazım.
    Dünyayı yönetenlerin sırları ve sınırları
    Siz Amerika ve Rusya’nın Türk Ordusunun Suriye’ye girmesine gizli onay vermesine bakmayın… Bu iki devletin rekabeti ve ayrı-gizli hesapları, uzlaşmalarına ve ortak taktik gütmelerine engel değildir. İki devletin savaşa tutulma ihtimalinin zayıf olduğuna göre, birinin diğerini bölge sorunlarının görüşüldüğü düzlemden dışlayabilme olasılığı da aynı ölçüde zayıftır. Bu demektir iki devlet, uluslararası diplomasinin başaktörlüğünü paylaşacaklar ve dünyanın öteki belli başlı devletleriyle uluslararası diplomasi düzlemini oluşturmaya devam edeceklerdir.
    Emperyal ve bölge devletleri, bölgede derinlemesine gelişecek savaşın olası sonuçlarını önceden hesaplamaya ve buna göre tedbir almaya çalıştıkları belli oluyor, ama her şeye mutlak surette hakim olmadıkları ve olamayacakları da aynı şekilde anlaşılıyor. Tam da bu saptamadan sonra şu hususun altını çizmemiz gerekir. Küresel diplomasi, her şeye rağmen IŞİD gibi denetim dışı gruplara karşı inisiyatifi elden bırakma niyetinde değildir. IŞİD veya herhangi bir devletin, uluslararası hukuk dışında (en azından dünyayı bir çeşit yönetmede kendini mecbur ve aynı zamanda muktedir gören emperyalist devletlerin kabulü dışında) başına buyruk hareket etmesine, özellikle Ortadoğu gibi dünyanın petrol küpü olan bir yerde at oynatmasına izin verilmeyeceği açıktır. Ortadoğu, yeniden dizayn edilmeye çalışılırken, Türkiye’nin Osmanlı vesayetinden dem vurarak, Osmanlı’nın at izleri üstünde cirit atmaya kalkışmasına ne bölge devletleri, ne de emperyalist devletler izin verir.
    Haddini bilmezliğin de, daha açık bir deyimle alt emperyalist bir devlet olmanın verdiği güvenin de bir sınırı (nesnelliği) var, bunu bilmeden hareket ederseniz baltayı taşa vurursunuz, daha kötüsü geleceğinizin nerede olduğunu hiç bilemezsiniz.
    Oysa Feridun Sinirlioğlu, Türk diplomasinin dünyanın sayılı bir ekolü olduğunu, görüşlerine başvurulduğunu söylüyor, ama ayağı hiç yere basmıyor, zira eğer öyle olsaydı bölge diplomasisinde böyle çuvallamazlardı. En azından bölgeye ilişkin söylemlerine dikkat ederlerdi, hele Osmanlı’nın Musul ve Kerkük ile tarihsel münasebetlerinden, yok Osmanlı’nın bölgedeki eski vesayetinden falan hiç söz etmezlerdi. Zira bu bağlamda Osmanlı’dan söz edildiğinde bölge halkları cinnet geçiriyor. Şimdi bölge halkların neredeyse hepsi Türk devletinin Osmanlı’yı yeniden canlandırma derdinde olduğunu ve topraklarını işgal etme niyetinde olduğunu, diplomatik bir tabirle bölgede yeni bir güç ve yer edinmeye çalıştığını düşünüyor.
    İktidarın başka bir paradoksu da şudur: Bir yandan Kürt düşmanlığı üstünden bir politika sürdürüyorken, diğer yandan da Başika kampının varlığını KDP’nin kendilerine olan talebiyle açıklamaya çalışıyor. Bir yandan Osmanlı’nın Musul ve Kerkük ile olan tarihsel ilişkisini öne çıkartırken, diğer yandan da bu iki kentin Kürtlerin (dolayısıyla KDP’nin) olduğunu söylemekten kendini men ediyor. Yani dostuna madik atıyor. Bir yandan bölgede tek dostları KDP olduğunu söylerken, diğer yandan PYD’ye kalkan (Fırat kalkanı) çıkıyor.
    Kürt düşmanlığıyla nereye varabilir Türk devleti?
    Ne zaman Kürtlerle ilgili bir gelişme olursa Türk devleti, kıyametleri koparıyor. Yalnızca dünyadaki Türkleri değil, bütün dünya devletlerini ve milletleri Kürtlere karşı kışkırtmaya ve karşı tavır almaya zorluyor. Güney Kürdistan’da Federal Kürt devleti kurulma sürecinde müthiş bir zahmetkeşlikle Kürt oluşumunu engellemeye çalıştı. Elinden geleni ardına koymadı ama nafile hiçbir şey yapamadı, yapamayacaktı da…
    Şimdi de Rojava Kürdistan’ındaki gelişmeleri engellemeye çalışıyor. Fırat kalkanıyla Kürt kantonlarının birleşmesini engelleye çalışıyor, ama bu gelişmeyi de engelleyemez. Zira bölgede yükselen en dinamik güç artık Kürtlerdir. En önemlisi de dünya Kürtleri tanıdı.
    Kısacası AKP iktidarı, hem iç politikasıyla ve hem de dış politikasıyla deyim yerindeyse bir çuval inciri berbat etti. Türklerin geleceği de kötü karartılıyor.
    Abdürrahim Gümüştekin

    Gelawej
    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/89-abduerrahim-guemuestekin/2604-iktidarin-dis-politikasi-ve-olgular

  85. Barzani: Geri çekilmeyeceğiz

    Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesut Barzani, Peşmerge güçlerinin, Musul operasyonu kapsamında DEAŞ’tan geri aldıkları bölgelerden geri çekilmeyeceğini açıkladı.
    Barzani, Irak ordusu ve Peşmerge güçleri tarafından ortak başlatılan Musul’u kurtarma operasyonu kapsamında geri alınan kentin kuzeydoğusundaki Başika kasabasında bir basın toplantısı düzenledi.
    Rudaw televizyonunun haberine göre, Barzani Kürtlerin Kuzey Irak’taki otonom bölgelerini, DEAŞ’tan geri aldıkları yerleri katarak genişletecekleri sinyalini verdi.
    Barzani, Peşmerge güçlerinin, Musul operasyonu kapsamında DEAŞ’tan geri aldıkları bölgelerden geri çekilmeyeceğini söyledi.
    Bağımsızlığın, Kürtlerin en doğal hakkı olduğunu belirten Barzani, “Her zaman söyledim, bağımsızlık Kürtlerin en doğal hakkıdır. Bu sürecin şiddetten uzak, diyalog yoluyla masaya yatırılması gerekiyor. Bağdat’ta yaptığım son ziyarette bu konuya da değindik. Emin olun iyi bir ilgi topladı. Bu şekilde ilgi toplaması, süreçte ortak hareket edilerek bir sonuca varılacağını işaret ediyor. Eğer ortak bir uzlaşıya sahip olmadıysak, iyi bir komşu olmaya çalışacağız. Bağdat ile uzlaşıya varırsak belki hiç referanduma gitmeye de gerek kalmayabilir. Aksi takdirde referandum yapılacaktır” ifadelerini kullandı.
    Irak merkezi hükümeti ve IKBY arasındaki tartışmalı bölgelerdeki terör örgütü DEAŞ tehdidinin ortadan kaldırıldığının altını çizen Barzani, şunları kaydetti: “Kürdistan toprağı büyük çoğunlukta DEAŞ teröristlerinden temizlendi. Bugün Başika başta olmak üzere teröristlerin tehdidi ortadan kaldırıldı. Mevcut ortaya çıkan tablodan da çok gururluyuz. Tüm etnik ve dini unsurlar kardeş gibi bölgede ortak yaşıyor. Peşmerge’nin uğruna kanını döktüğü ve bizim de istediğimiz Kürdistan işte budur. İmam camiden ezan okuyor, kilisede çanlar çalıyor, Ezidiler tapınaklarında ibadet ediyor. Doğrusu da budur. Yeni bir sürece girdik. DEAŞ büyük bir yenilgi içerisinde. Irak ordusu ve Peşmerge güçleri arasındaki ortak dayanışmayla uluslararası koalisyon güçlerinin desteği sayesinde büyük kazanımlar elde edildi. Bu DEAŞ’ın gelecekte yerinin olmadığını işaret ediyor.”

    DEAŞ ÖNCESİ MUSUL’DA 300 BİN KÜRT YAŞIYORDU

    Musul’da DEAŞ’ın varlık gösterdiği sürece IKBY’nin güvende olmayacağına dikkati çeken Barzani, “Musul’da teröristler varlık gösterdiği sürece, Kürdistan Bölgesi’nin güvende olduğunu söylemek mümkün değildir. Her zaman güvenlik riski olacaktır. Kürdistan Bölgesi’ndeki halkın güvenliğinin sağlanması için Peşmerge güçlerinin Musul’u DEAŞ’tan kurtarma operasyonuna katılması gerekiyordu. DEAŞ Musul’u ele geçirmeden önce yaklaşık 300 bin Kürt kentte yaşıyordu. Bu insanların kaderi ne olacak. Tabii sadece Kürtler değil, Arap, Hristiyan, Ezidilerin hepsinin de ne olacağı sorulması lazım. Biz arkamızı 300 bin Kürt’e dönemeyiz” diye konuştu.
    Barzani, Peşmerge güçleri tarafından DEAŞ’tan geri alınan bölgelerin geleceğine ilişkin ise şunları söyledi:
    “Bölgenin geleceği konusunda bazı endişelerin olduğunu duyuyorum. Sizi temin ederim ki dökülen kan tekrar bu halkın başka bir felaketle karşılanması için dökülmedi. Irak Savunma Bakanlığı ve ABD Savunma Bakanlığı ile bizim bir anlaşmamız var. Musul’u kurtarma operasyonunda önce oluşturulan savunma hattı, tartışmasız olduğu gibi kalıyor. Amacımız, bölgedeki halkın kendi emniyet ve güveninin kendisi tarafından sağlanmasıdır.”
    Son olarak Barzani, Musul’un DEAŞ’tan kurtarılmasının kolay olmayacağını ancak kısa bir süre içerisinde sona ermesi temennisinde bulunduklarını kaydetti.

  86. Bugün Suriye’de 3 Türk askerinin öldürüldüğü saldırıyla ilgili:

    https://eksisozluk.com/entry/64287491

    “haber sitelerinde hain saldırı diye geçiyor. ulen adamların toprağı mı, toprağı.

    nasıl hain saldırı ben anlamadım. rejim gücü nedir allasen? resmi olarak suriye ordusu adı. suriye’yi tanımıyorsak tanımıyoruz diyelim bm’ye gidelim.
    esad zaten toprağımızda kim devleti yıkmaya çalışırsa hepsiyle savaşırız demiş mi demiş.
    adam seçilmiş mi seçilmiş.
    ulen bu nasıl kafalardır ya? bu bademler gerçekten ne içiyorlar? “

  87. 93; e

    bunlar için, Suriye de müslüman kavimlerinin toprağıdır.. ve en hakiki, en öz, en essah müslüman olarak orada da her haltı yeme hakları vardır; saldırırsan hainsin; IŞİD katilleri saldırsaydı.. kardeşleri; bir yanlışlık olmuş olurdu..
    Bunlar adet görmüş 10-11 yaşındaki çocukların ırzına geçme “hakkına” sahiptir. İtiraz ediyorsan “sen kimsin ya!”
    bunlara köle, köpek olmazsan; gerizekalılıklarına itiraz edersen, yakalarsa eğer.. zulümlerden zulüm beğen…
    *
    Hülasa,
    bunlar komşu ülke topraklarına,
    Kürt’lerin seçim iradelerine ve
    kız çocuklarına tecavüz etme haklarına sahiptir..
    “sen kimsin ya!”

  88. beşşar esed

    (bkz: son selefi bükücü)

    şam’da namaz kılmayı hayal edenler için halep’de cenaze namazı kıldıran büyük lider.

    https://eksisozluk.com/entry/64664954

Comments are closed.