“SB Döneminde halkın emeği, RF döneminde halkın emek birikimi yağmalandı” İkinci El Zaman Üzerine Gün Zileli ile Röportaj – Melih Dalbudak
Çağdaş Ses’te yayınlanmıştır.
İkinci El Zaman Üzerine Gün Zileli ile Röportaj – Melih Dalbudak
Svetlana Aleksiyeviç, İkinci El Zaman (çev: Sabri Gürses, Kafka, 2016)
– Öncelikle kitabı nasıl bulduğunu sorayım; seçilen kişiler, röportajcının araya girişleri, öğrenmek istediklerini tam olarak alıp alamaması gibi açılardan nasıl buldun?
Sovyetler Birliği’ni ve bugünkü Rusya’yı sıradan insanların gözünden değerlendiren ve kıyaslayan röportajlara dayanan böyle bir kitap muazzam bir emek ürünü olmalı. Seçilen kişiler bakımından özellikle. Rus toplumunun çeşitli katman ve eğilimleri yansıtılmış. Röportaj yapılanların yaşları belirtilmiş ama röportajın hangi yıl yapıldığı belirtilmemiş. Bu bir eksiklik bence ama yine de anlatılanlardan aşağı yukarı zamanı çıkarmak mümkün olabiliyor. Netice olarak, çok güzel bir kitap. Heyecanla okudum sonuna kadar.
– Sosyalizm gerçekten bitti mi? Güler yüzlü, insanî yüzü ön planda bir sosyalizm inşa edilemez mi?
Bir şeyin bitmesi için önce başlaması gerekir. Sosyalizm hiç olmadı ki bitsin. Sovyetler Birliği, Çin gibi devletçi sistemlere sosyalizm adını takıyorsak o başka tabii. Üretim araçlarının devlet mülkiyetine geçirilmesi sosyalizm olarak ilan edildi. Oysa sosyalizm, üretim araçlarının, o üretim araçlarını yapan ve çalıştıran emekçi sınıfların elinde olmasıdır. Eh devleti “işçi sınıfının temsilcileri” ele geçirdiğine göre… denebilir ama bu da çok yanlıştır. Birincisi, nerden bellidir onların “işçi sınıfının temsilcisi” olduğu, ikincisi, üretimdeki bir sınıf temsil edilebilir mi? “Temsilcilerin” o sınıfı anında sattıkları binlerce tecrübeyle sabittir. Hem emekçilere en yabancı aygıt olan silahlı külahlı devlet nasıl oluyor da işçi sınıfını temsil ediyor. Sömürücü sınıfların devletleri olur ama üretimdeki işçilerin devleti olmaz. İşçi sınıfının olduğu farz edilen devleti günde sekiz, on saat çalışan işçiler nasıl olacaktır da yönetecektir? Bunun olamadığı da pratikte ispatlanmıştır.
Soruyu, “devletçi sistemler gerçekten bitti mi?” diye sormak daha doğru geliyor bana. Böyle sorulduğu zaman da cevabım, “gerçekten bitti,” olacaktır. Böylesine baskıcı bir monolitik devlet sisteminin 70 yıl yaşaması bile bir mucizedir. Svetlana Aleksiyeviç’in İkinci El Zaman kitabı da bize bunu söylüyor zaten. “Güler yüzlü sosyalizm,” Prag Baharı’nın sloganıydı. Asık yüzlü, gri bir devlet sistemine karşı ileri sürülmüştü. O zaman haklı ve doğru olan bu sloganı bugün genelleştirmek bana doğru gelmiyor. Böyle bir sosyalizm türü yok. Sadece gerçek sosyalizm var, o da bugüne kadar gerçekleşmediği gibi, pratiğe hiçbir şekilde geçmedi. İnşa edilemez mi? “İnşa etmek” deyimi de bana pek doğru gelmiyor. Kapitalizme alternatif böyle bir toplum elbette adım adım gerçekleşebilir. Bunun tek koşulu da gerçekten toplumu oluşturan insanların bunu istemeleridir. Dayatmayla hiçbir şey yapılamaz.
– Sovyetler deneyimi, sosyalist bir kültür ve bellek oluşturmadı mı? Sosyalizm; NKVD, toplama kampı ve Demir Perde’den mi ibaret yoksa?
Bugüne kadar “sosyalist” iddialı rejimler ne yazık ki bunlardan ibaretti aşağı yukarı. Bu tür rejimlerde, aynı bizdeki ilk cumhuriyet dönemi gibi bir kültür oluşturuldu elbette. Bunlar baskıcı ama aynı zamanda ilerlemeci rejimlerdi. Dolayısıyla vatandaşlarına belli bir kültürü aşılamışlardır. Kitapta da görülen, bazı Sovyet vatandaşlarının özlediği bu kültürdür. Bu kültür bir yanıyla ileri bir kültürdür ama aynı zamanda otoriter bir rejime razı olmaya da cevaz verir. Bizim cumhuriyet dönemi kültürü gibi.
– Özgürlük öğretilebilir mi veya insanlar köleliği neden sever ve seçer? İnsanın en yakınlarının birbirini ihbar etmesi nasıl mümkün olabilir?
İnsanların köleliği sevdiğini ya da seçtiğini sanmıyorum. Olsa olsa köleliğe alıştıklarını ve giderek benimsediklerini söyleyebiliriz. Totaliter bir rejimde insanların birbirlerini ihbar etmesinin nedeni polis korkusudur. Örneğin Stalin döneminde “muhalif fıkra” anlatanları ihbar etmeyenler bile içeri alınıp mahkûm edilmiş veya işinden olmuştur. Topluma bilinçli olarak öyle bir korku empoze edilir ki, “ihbar etmediğim anlaşılırsa hapı yutarım,” korkusuyla insanlar ihbara yönelir. Tabii bu bir ahlâki yozlaşmadır aynı zamanda. Ama bunun verdiği ruhsal rahatsızlık da, “sosyalist anavatana hizmet” propagandasıyla biraz olsun yatıştırılır. Vatandaşlarının “kültürel geriliğinden” endişelenen bu tür rejimler aynı vatandaşların ahlâki yozlaşmasını “sosyalizme bağlılık” olarak kutsamaktan geri kalmamışlardır.
– Stalin bir kişi veya döneme ait bir ad mı, yoksa bir anlayış mı?
Kısaca belirtecek olursam, Stalinizm, bu tür total diktatörlüklerin en özet ve beliğ ifadesidir.
– Rusya’da Marksizm-Leninizm’in yerini Ortodoksluğun almasını nasıl değerlendiriyorsun?
Sovyetler Birliği’nde “Marksizm-Leninizm” devletin resmi ideolojisi, yani bir anlamda dinidir. Bizde Kemalizm’in devletin resmi ideolojisi olması gibi. Ortodoksluğun ağır ritüelleri ve manevi ağırlığının yerini devlet dini almaya çalışmıştır. Zaten bu yüzden de halk, “Marksizm-Leninizm”e Ortodoksluğa yaptığı muameleyi yapmıştır, yani ritüellerine uyarmış gibi yapmış ama kendi gerçek hayatının dışında tutmuştur. Nazilere karşı savaşta halkı savaşa sürmekte resmi devlet dininin yeterli olmadığını gören Stalin, kadim Ortodoksluğu yardıma çağırmış, kiliseye eski itibarını geri vermiştir. Kısaca söyleyecek olursak, halkın pek fazla benimsiyormuş gibi sarıldığı veya sarılır gibi yaptığı her din veya ideoloji o halkın toplumsal yabancılaşma ölçüsünü ortaya koyar.
– Kitapta kırk küsur yerde salam kelimesi geçiyor, bunu nasıl okumalıyız?
Rusların yiyecek kültüründe salamın çok büyük yeri var. Sovyetler Birliği döneminde, elbette özel dükkânları olan nomenklaturanın dışında kalan sıradan halk salamdan yoksun kaldı ya da kitapta sözü edilen “köpek salamı”na mahkûm edildi. Bir halkı en sevdiği şeyden yoksun edersen onun düşünü görmeye başlar ya da onu nerede bulacağını hayal ediyorsa oraya yönelir.
– Bu kadar basit yani?
Evet, bu kadar basittir. Rusların, kısa sürede başka bir hayal kırıklığına uğrayacakları kapitalizme yönelmelerinde salamın önemli bir payı olduğu anlaşılıyor ya da belki salam sadece bir simge.
– Rusya halklarının ölümle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun?
Ruslar tutkulu bir halk. Bu yüzden de uçlarda oynamayı seviyorlar. Bu bakımdan bize de benziyorlar biraz. Tutkulu insanlar yaşamı ne kadar severlerse ölümle oynamayı da o kadar severler. Onu yüceltmeyi de. Sanırım Rus ruleti bile bunun göstergesi!
– “Stalin tüm bunları yaptı ama faşizmi yendi, büyük bir devlet kurdu,” argümanını nasıl karşılıyorsun?
Ooooo… Bu başlı başına büyük bir tartışma konusu. Hatta temel tartışma da diyebiliriz. Bir kere yukarıdaki ifadeye itiraz etmek istiyorum. Faşizmi yenen Stalin değil, Sovyet halklarıdır, Balkanlardaki ve Avrupa’daki partizanlardır, tüm yeraltı direnişleridir, vb. Tarihi, kişiler yapmaz, büyük toplumsal gelişmeler ve halklar yapar. İkincisi, kişiler açısından bakacak olursak, evet Stalin’in bu “yurtseverlik savaşı”nda birleştirici bir rolü olmuştur. Özellikle savaşlarda halklar böyle figürlere ihtiyaç duyar. Bu anlamda uzaktaki Çar’ın rolünü oynamıştır. Fakat kişi olarak gerçek rolüne gelirsek, faşizme karşı savaşa çok büyük zararları dokunmuştur. Hitler-Stalin Paktı’nı imzalayarak anti-faşist cepheyi çökertmiş ve faşistlerin savaşı başlatmasını hızlandırmıştır. Hitler Sovyetler Birliği’ne saldırıncaya kadar Nazi’lerin Avrupa’yı istila etmesine yardımcı olmuş ve faşizme karşı direnişleri kırmıştır. Almanların Sovyetler Birliği’ni istilasına karşı hiçbir ciddi önlem almamış ve büyük Kızıl Ordu tümenlerinin esir düşmesine yol açmıştır. İçeride uyguladığı baskıcı rejim yüzünden Sovyetler Birliği içinde birçok yerde halk başlangıçta Nazi’leri kurtarıcı gibi karşılamıştır. Neyse ki, faşistler tüm zorbalıklarıyla halkın üzerine yüklenmiştir de, Nazi’lere karşı direnişin zorunluluğu kısa sürede anlaşılmıştır.
“Büyük devlet kurdu,” argümanını ise gülünç buluyorum. Devrimcilerin “büyük devlet” kurmak diye bir amacı olacağını sanmıyorum. Büyük devlet demek, büyük hapishane demektir. Sovyet devleti de zaten büyük bir halklar hapishanesiydi. Lenin’in kulakları çınlasın!
– Beni en çok; evini mafyaya rızasıyla veren kadının hikâyesi etkiledi. Seni en çok etkileyen anlatımlar hangileri?
O kadar çok var ki, hangisini söyleyeyim. Şimdi mesele şu: Sovyetler Birliği döneminde devlet halkın emeğini yağmaladı. Rus federasyonu döneminde ise halkın emeğinin birikimi olan devlet sermayesi yağmalandı. Sonuçta her ikisinde de gerçek anlamda yağmalanan çalışan sıradan halk. Bu durum Rusya halklarını neredeyse şizofren denebilecek bir konuma sokmuş. Beni kitapta en çok etkileyen bu. Aynı insan; bir bakıyorsunuz Sovyetler Birliği dönemine lanetler okuyor, biraz sonra da aynı Sovyet dönemine ağıtlar yakıyor. Çünkü gelen gideni arattı neredeyse. Artık mafya sokaklarda kelle götürüyor. Şöyle düşünüyor Sovyet insanı: Evet, Sovyet polisi beni bastırırdı ama can güvenliğimi de sağlardı. Sesimi çıkartırsam canımı alır, boyun eğersem yaşamamı sağlardı hiç değilse. Ya şimdi? Özgürlük geldi de ne oldu? Mafyanın önünde boynumuz kıldan ince. Eskiden polisin yaptığını şimdi mafya yapıyor. Üstelik eski polisten farklı olarak, sesimi çıkartmamak da fayda etmiyor ona. Kitaptaki röportajlarda çok tipik şeyler var. Sovyetler döneminde özgürlüğe susamış insanlar bile bir noktaya gelince eski rejimi, örneğin Brejnev’in “durgunluk” dönemini bile özlemle anabiliyor. Korkunç bir dilemma!
– Gorbaçov-Yeltsin dönemlerini ve özellikle Gorbaçov’a yönelik darbe girişimini nasıl değerlendiriyorsun? Gorbaçov, Rusya’ya kapitalizmi Yeltsin’in getirdiğini iddia ediyor.
Gorbaçov ne yazık ki çıkışsızdı. 70 yıl sürmüş baskıcı bir rejimi biraz gevşettiğiniz an insanlar kapılara hücum eder. Aynı şey Stalin’in ölümünden sonra ve Kruşçev reformları döneminde de olmuştu. Stalin ölünce rejimin gevşeyeceğini ve hatta hemen ertesi günü gevşemeye başladığını anlayan Gulag mahkûmları anında ayaklanmalara giriştiler. Bunlar duyulmadı tabii. Rejimin gevşetilmesi ihtiyacını ilk dile getiren, Kruşçev’den de önce Beria’dır, bu da pek bilinmez. Çünkü Gulaglardaki feci durumu en iyi bilen Beria’ydı. İşte bir dilemma daha. Sıkı rejimi gevşetmezseniz büyük patlamalar olacaktır; gevşetirseniz yine büyük patlamalar olacak ve belki de rejim yıkılacaktır. Kruşçev, Macar Devrimi’yle ve Doğu Avrupa ülkelerindeki işçi ayaklanmalarıyla bu yüzden karşılaştı. Gorbaçov da öyle. Rejimi gevşetmek zorundaydı, yoksa rejim büyük bir patlamayla yıkılacaktı. Ama gevşetince de yıkıldı. İşte diktatörlük-özgürlük diyalektiği böyle bir şeydir.
Biz o zamanki devrimciler –ben de dahilim buna- Gorbaçov’un değerini ve önemini yeterince anlayamayıp açıkçası ukalalık ettik. Hatta üniversitelerde gençler Gorbaçov’u protesto gösterileri yapmayı devrimcilik sandılar. O zaman Gorbaçov’un önemini anlayan bizim içimizde bir tek Halil Berktay oldu. Sovyetler Birliği içindeki halk, salama koşacağına gerçek anlamda özgürlüklerine koşsaydı belki de kapitalizmin restorasyonu bu kadar kolay olmayabilirdi. Ama ah vah etmenin bir anlamı da yok. Toplumlar kendi bildikleri yolda, oluşmuş birikimlerin gösterdiği yolda gidiyor.
– Ben de Ankara’da 1989 veya 1990 yılında Kızılay’da Mc Donald’s kuyruğu görmüştüm. Aynı şey Moskova’da da yaşanmış. İnsan nasıl olur da bir anda ihtiyacı olmayan şeyler için böyle davranır?
Bizdeki, bir modaya merakın sonucu, yoksa bir yoksunluğun değil. Ama Sovyetler Birliği’nde olan, tamamen insanların en basit ve doğal ihtiyaçlarından yoksun bırakılmalarıyla ve rejim tarafından yapay bir “açlığa” mahkûm edilmeleriyle ilgili. O meşhur atasözünü değiştirerek söyleyecek olursak: “İnsanları yoksun bırakırsanız ya Mc Donald’s’a ya da Coca Cola’ya koşarlar.” Örneğin İngiltere’de Mc Donald’s işçi sınıfının en alt kesimlerinin gittiği bir yerdir, kimse dönüp yüzüne bile bakmaz.
– Putin’i nasıl değerlendiriyorsun? “Putin gitse ne olacak, başka bir hırsız, despot oturacak tahta. Doğu ülkesiyiz biz, feodalizm var. Entelektüeller yerine papazlar var,” anlatımını Türkiye’ye de uyarlayabilir miyiz?
Özgürlük/diktatörlük karşıtlığı her yerde karşımıza çıkıyor, özellikle bugün. Özgürlükten uzak tutulmuş, ataerkil kültüre yatkın toplumlar, özgürlüğe değil de otoritarizme daha yatkın oluyorlar genellikle. Aslında bu da onların konformizmi. Bir özgürlük ağacını büyütmek için emek sarf etmektense kapitalizm cangılında otoritarizmin sopasına tabi olmak daha rahatlarına geliyor. Bu tür halklara güzelleme yapmanın bir âlemi yok. Gidip bir diktatöre seve seve oy veriyorsa ya da Putin gibi bir diktatöre rıza gösteriyorsa bir anlamda sopayı da hak ediyor demektir. Özgürlük zor iştir, çaba gerektirir. Baba dayağına alışmış insanlar bu dayağın karşılığında kendi hayat yollarını izlemek için çaba gösterme zahmetinden kurtulurlar. Baba bize yol gösteriyor!
– Eski sorgucusu ile cephede karşılaşıp silah arkadaşı olan ama onu öldürmeyi de düşünüp bunu yapamayan adamın hikâyesi sana ne düşündürdü?
Bu oldukça yaygın bir ruh halidir. Savaşta subaylar erlere asla sırtlarını dönmezler. Zulüm altındaki her insan bu tür fanteziler kurar.
– Svetlana Aleksiyeviç’in edebi tarzı hakkında ne düşünüyorsun ve çeviriyi nasıl buldun?
Çok ilginç bir tarz. Hem edebi, hem sosyolojik. O anlatımlarda gerçek insanın ruhunu buluyorsun. Ben çok beğendim. Şu anda Kadın Yok Savaşın Yüzünde (çev: Günay Çetao Kızılırmak, Kafka, 2016) adlı kitabını okuyorum. O da röportajlara dayanıyor.
12 Kasım 2016
Sosyalizm sınıfsız ve devletsiz toplumdur
Stalinizmin teorik alandaki suçlarından biri de, kapitalizmden komünizme geçiş konusundaki Marksist açılımları bilinçli olarak tahrif etmesidir. Bu tahrifat nedeniyle dün olduğu gibi bugün de dünya genelinde sol harekette, sosyalizmi proletarya diktatörlüğü dönemi ile özdeş sayan bir anlayış yaygındır. Böylesi bir vahim yanılgının pençesinden kurtulamayanlara, daha Marksizmin kuruluşu döneminde açıklığa kavuşturulmuş bulunan bazı temel gerçekler, yanlış, tuhaf veya özgün gelebilmektedir. Bu konuda verilebilecek en çarpıcı örneği, insanlığın kapitalizmden geleceğe uzanan tarihsel serüvenini bilimsel anlamda başlıca üç evreden müteşekkil gören Marksist yaklaşımın reddedilmesi oluşturuyor. Bu tarihsel evreler özetle, proletarya diktatörlüğü altında yaşanacak geçiş dönemi, sosyalizm (sınıfsız toplumun ilk evresi), komünizm (sınıfsız toplumun olgunlaşmış evresi) diye sıralanmaktadır.
Oysa Stalinist gelenek, sosyalizm evresini, kapitalizmden sınıfsız topluma geçiş dönemi yani proletarya diktatörlüğü dönemi ile aynı şeymiş gibi gösterir. Belirtmeliyiz ki, Troçkist saflarda da bu kapıya çıkan bulanık yaklaşımlar az değildir. Nihayet kısaca vurgulamak gerekirse, Stalinizmin icadı olan “tek ülkede sosyalizm” teorisi, sosyalizmi, sınıflı ve devletli bir toplumsal düzen düzeyine indirgemektedir.
Marksizmin açıklığa kavuşturduğu üzere, kapitalizmden komünizme giden yolda önce bir geçiş döneminin, bir devrimci dönüşümler döneminin yaşanması zorunludur. İnsan yaşamını sınıflı toplumların esaretinden kurtarıp, sınıfsız toplumun özgürlük dünyasına kavuşturacak olan bu devrimci dönüşümler ancak işçi sınıfı iktidarı altında gerçekleşebilir. Nüfusun üreten ve emeğiyle geçinen çoğunluğuna dayanan bu iktidar, proletaryanın, burjuvazi ve devrimi tehdit eden unsurlar üzerindeki diktatörlüğü anlamına gelir. Kapitalizmden komünizme geçiş döneminin siyasal karşılığı olan proletarya diktatörlüğü, tarihsel örneklerden bildiğimiz üzere komün tipi (ya da aynı anlama gelmek üzere sovyet tipi) bir yarı-devlete dayanır. İşçi sınıfının doğrudan egemen olduğu ve devletin bürokratik bir mekanizma olmaktan çıkarak daha baştan sönmeye yüz tuttuğu bir dönemdir proletarya diktatörlüğü dönemi. İnsanlığı sınıfsız toplum düzenine ulaştıracak olan proletarya diktatörlüğü döneminin olmazsa olmaz koşulu ise işçi demokrasisidir. Altını kalınca çizerek belirtelim ki, işçi demokrasisinin yaşatılmadığı bir durumda işçi sınıfının iktidarı kesinlikle ölmeye yazgılıdır.
Proletarya diktatörlüğü dönemi henüz sınıfların ve devletin yok olmadığı, ama tüm sınıflarla birlikte sınıflı topluma özgü kurumların da tasfiyesinin sürdüğü bir tarihsel evredir. Sınıflı toplumlar tarihinde ilk kez ezilen ve sömürülen bir sınıfın iktidar oluşu, tarihin gidişatını tamamen değişikliğe uğratacak muazzam bir eylemdir. Dünya devriminin ilerleyişiyle birlikte tüm gezegenimiz üzerinde işçi iktidarının kurulması, kapitalizmi ve sınıfsal ayrımları geri dönüşsüz biçimde sona erdirebilir. Ve zaten işçi demokrasisi sayesinde daha baştan bir yarı-devlete dönüşmüş bulunan devletin sönümlenmesini sağlayabilir. Proletarya diktatörlüğünün tarihsel görevi, insan toplumunun yaşam koşullarını kapitalizmin zincirlerinden kurtarmak ve sosyalizme taşımaktır. İşçi sınıfı bu soylu misyonunu evrensel düzeyde başarıyla yerine getirdiğinde, kendisi de dahil tüm sınıfların varoluş koşulları ortadan kalkacak ve proletarya diktatörlüğü dönemi tamamen son bulacaktır. Böylece insanlık sınıfsız toplum düzeninin sosyalizm adını verdiğimiz ilk evresini yaşamaya başlayabilecektir.
Sosyalizm, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayanan, sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz ve üreticiler arasında hak eşitliğinin sağlandığı bir toplumsal düzendir. Sosyalizm, sınıfsız toplumun olgunlaşmış evresine, yani bayrakları üzerinde herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre ilkesi yazan komünist toplum düzenine sıçramaya hazırlanan özgür üreticiler topluluğudur.
Sosyalizm konusunda yaratılan zihinsel karmaşa nedeniyle birkaç hususa daha değinmekte yarar var. İşçi sınıfının siyasal iktidarı fethetmesi ve burjuva devlet aygıtını parçalayarak kendi egemenliğini ilan etmesi, yalnızca siyasal devrimin başarılması demektir. Unutulmasın ki proleter sosyalist devrim, siyasal ve toplumsal devrimin bütünlüğünden oluşur. Ayrıca da bir ülkede proletarya diktatörlüğünün kuruluşu, aslında siyasal devrimin bile kısmi zaferi anlamına gelir. Zira siyasal devrimin bütünsel zaferi, işçi sınıfının dünya ölçeğinde egemen oluşuna bağlıdır. İşçi sınıfının amacı, işçi iktidarının yani işçi demokrasisinin tek ülkede kuruluşuyla yetinmek olamaz. Proletaryanın çıkarı, tüm ülkelere işçi demokrasisi bayrağının dikilmesinde, devrimin sürekliliğinin sağlanmasındadır.
Bir ülkede iktidara gelen işçi sınıfı, kapitalist üretim ilişkilerini tasfiyeye girişerek ve toplumsal ihtiyaçları gözeten planlı bir iktisadi işleyişi başlatarak, maddi zemini sosyalizme daha da hazır hale getirmeye koyulur. Bu nedenle işçi iktidarı altında gerçekleşecek bu tarihsel adımların, bir başka deyişle toplumsal dönüşümlerin sosyalist kuruculuk diye adlandırılmasında pek de mahzur yoktur. Tıpkı işçi sınıfının, ilerleyeceği hedefi belirtmek amacıyla kendi devrimini sosyalist devrim olarak nitelemesinde bir sakınca olmadığı gibi. İşte sosyalizm kavramının bu anlamda ve kapsamda kullanılmasıyla, tek ülke sınırları içinde sosyalizme geçileceği, yani sosyalizmin yaşanmaya başlanacağı iddiasının hiç ama hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır.
Sınıfsız toplumun ilk evresi olan sosyalist toplum hakkında yukarda özetlediğimiz hususlar dikkate alındığında, “tek ülkede sosyalizm” teorisinin saçmalığı kolayca anlaşılacaktır. Bu saçmalığın derecesini vurgulamak için yalnızca önemli bir hatırlatma yeter. Bir yandan bir ülkede proletarya diktatörlüğünden söz edilecek, yani sınıflar ve devlet varlığını sürdürecek, öte yandan o ülkede “yaşayan sosyalizm” olacak! Böyle bir iddianın, gerçeklikle, bilimle ve Marksizmle bağdaşabilir bir yanı yoktur. Sınıfsız toplum düzeni olarak sosyalizm, tek tek ülkelerde taksit taksit yaşanmaya başlanacak bir toplumsal olgu değildir. O yüzden, Stalinist veya merkezci akımların iddia ettiği şekilde, sosyalizmin tam zaferinden söz edilemese bile yine de tek ülkede sosyalizmin kurulabileceği iddiası bir fasaryadan ibarettir. Sosyalizm, gezegenimizi özgürlüğe kavuşturacak olan dünya işçi demokrasisi altında insanlığın hep beraber sıçrayacağı bir tarihsel moment olabilir ancak. Ve ancak bu sayede, insan toplumu yine tüm dünya üzerinde hep beraber sınıfsız toplum düzenini olgunlaştıracak ve onun komünizm dediğimiz olgunluk evresine ulaşabilecektir.
Stalinist bürokrasinin “tek ülkede sosyalizm” teorisini icattan muradı, kendi egemenlik koşullarını sosyalizm diye yutturabilmekti. Bunun gereğini yerine getirmek üzere yeniden yazılan “Marksizm”de, proletarya diktatörlüğü dönemi sosyalizm dönemi olarak lanse edildi. Ve bürokratik diktatörlüğün de kendini işçi iktidarı yerine ikame etmesiyle birlikte tahrifat tamamlanmış oldu. Böylece, sınıfsız toplum düzeninin ilk evresi anlamına gelen sosyalizmle alâkasızlığı bir yana, aslında işçi iktidarıyla bile hiçbir ilintisi bulunmayan bürokratik diktatörlükler, insanların belleğine “yaşayan sosyalizm” diye kazındı.
Bazı tartışmalı sorunlarda yanlış anlamalara fırsat vermemek için önemli gördüğümüz birkaç hususa daha değinelim. Bir dünya sistemi kurmuş bulunan kapitalizmin tasfiyesinin ancak dünya ölçeğinde gerçekleşeceği ve sınıfsız toplum düzeninin de ulusal değil bir dünya düzeni olacağı çok açıktır. Bu bakımdan işçi sınıfının devrimi (sosyalist devrim) bir dünya devrimidir. Ancak bu devrimin niteliğini derinlemesine kavrayabilmek için, bazı sorunları onun siyasal ve toplumsal boyutunu ayırt ederek tartışmak gerekiyor. Örneğin tek ülkede işçi sınıfı iktidarının kurulması mümkündür ve bu olasılık devrimin siyasal boyutunu ilgilendirir. Oysa sosyalist kuruculuk asla tek ülkede tamamlanamaz ve bu gerçeklik de devrimin toplumsal boyutuna işaret eder. Siyasal devrim boyutuyla sosyalist devrimin hangi ülkeden başlayarak patlak vereceği, ekonomik gelişme düzeyinin basit bir türevi olamaz. İşin bu yönü, bir ülkede siyasal ve toplumsal çelişkilerin derinleşip keskinleşmesiyle alâkalı bir sorundur.
Siyasal devrim pekâlâ şu ya da bu gelişkinlik düzeyine sahip bir kapitalist ülkede patlak verebilir ve işçi sınıfını iktidara taşıyabilir. Fakat esasen sosyalist devrim, işçi sınıfının çeşitli ülkelerde iktidara gelmesiyle birbirine eklemlenen ve bu sayede kapitalizmin geri dönüşsüz tasfiyesini mümkün kılan sürekli bir devrim sürecidir. Ve bu devrim ancak dünya ölçeğinde tamamlanabilir. Ayrıca tek ülkede sosyalizmin imkânsızlığı bir yana, bir işçi iktidarının tek ülkede yalıtık vaziyette uzun süre yaşaması da mümkün değildir. Bir başka deyişle, tek ülkede proletarya diktatörlüğünün akıbeti de tamamen iç ve dış koşullara bağlıdır. Kapitalist sistem tarafından kuşatılan yalıtılmış bir işçi iktidarı, dış müdahale tehdidi bir yana, nihayetinde içte biriken çelişkilerin kurbanı olabilmektedir. Bu gibi hususlar, 1917 Ekim Devrimi pratiğinin Marksist teoriyi zenginleştiren katkılarıdır.
Buradan hareketle, dünya devriminin ilerleyişine dair bazı öngörülerde bulunmak da olanaklı görünüyor. Siyasal boyutuyla dünya devrimi, tüm ülkelerde ani ve eşzamanlı bir tarihsel eylem biçiminde cereyan etmek zorunda değildir. Dünya işçi sınıfının devrimci siyasal atılımı, pekâlâ kopuşsuz bir tarihsel süreç içinde çeşitli ülkelerde patlak veren proleter devrimler zinciri şekline bürünebilir. Bu gibi konularda spekülasyona kaymamak koşuluyla çeşitli olasılıklar irdelenebilir. Fakat çok açık olan gerçek şudur ki, dünya devrimi süreci ancak kapitalist kuşatma tarafından esaslı bir kesintiye uğratılmaması, yani süreklilik arz etmesi koşuluyla ilerleyebilir ve zafere koşabilir. Bunun için, bir ülkedeki veya bölgedeki devrimin etkisinin dünyanın diğer alanlarına yayılması, şu ya da bu ülkede kurulan işçi iktidarının bir diğeri ile tam manasıyla enternasyonalist komünist tarzda kardeşleşmesi şarttır. Ve de dünya işçi sınıfının devrimci enternasyonalist önderliği olmadan bu görevlerin üstesinden asla gelinemeyeceği aşikârdır. Bu öznel koşulun yanı sıra, nesnelliğin önemi de büyüktür. Bir ülkede meydana gelen devrimin dünya devriminin ilerletici gücü olabilmesi için, kapitalist sistemin yalnızca çeperlerine değil merkezine esaslı darbeler indirmesi şarttır.
“Tek Ülkede Sosyalizm” İddiası Sosyalizmin İnkârıdır
Elif Çağlı
Marksist Tutum
http://marksist.net/MT/Elif%20Cagli-%20Tek%20Ulkede%20Sosyalizm-1.htm
Gun, tutan da olmayinca esmissin yine. Merak ettim, ” Hitler-Stalin Paktı’nı imzalayarak anti-faşist cepheyi çökertmiş ve faşistlerin savaşı başlatmasını hızlandırmıştır.” diyorsun, bana Stalin”in cokerttigi bu anti fasist cephenin bilesenlerini bir sayar misin?
1930’ları incele, o zaman o bileşenlerin ne olduğunu göreceksin. Komünistler, anarşistler, liberter komünistler, işçiler, çalışan orta sınıflar, sosyal demokratlar, liberaller, hatta bir kısım muhafazakar…
Stalin yüzünden koskoca İspanya İç Savaşı’nı kaybetti o antifaşist cephe Ahmet. Stalin’in ihanetlerini saymaya kalksak burdan Londra’ya yol olur.
Gerçek bir sosyalizme veya eşitlikçi bir düzene geçileceğinde, buna direnecek kapitalistlere karşı SB’de uygulanmış olan veya aşağıda anlatılan türden bir zor ve şiddet uygulanacak mıdır?
“Aksarayî, Vezir Yahya’yı bir hayduttan farksız tanıtır. Nitekim Vezir Yahya, Anadolu eşrafının ihbarları sonucu yargu’ya çekilir ve öldürülür. Ne var ki, Selçuklu Sultanı Alâaddin Keykubat III.’ün de tutumu farklı olmaz. Sultan, kendine karşı saydığı eşrafı, Aksarayî’ye göre, herhangi bir eşkiya gibi soyar ve öldürür. Gazan Han’dan «Erzurum sınırlarından Antalya kıyılarına değin» uzanan tüm Selçuklu ülkesinin sultanlığını alan Alâaddin, Harput’a gelince, Peygamber soyundan Kadı Seyyid Mecdeddin’i, aşırı servet sâhibi olmakla suçlar. Kadı’nın işkenceyle 500 bin dirhem parası alınır. Servetinin yerini söylediğinden canı bağışlanırsa da, işkencelerin etkisiyle Kadı ölür. Malatya’da Sultan Alâaddin, kendisini armağanlarla karşılamaya gelen eski elçilerden «doksanına merdiven dayamış» Nurettin Şahap’a yüklenir. Bu yaşlı zengin 40 bin dinar versin diye karlı havada soyularak çırılçıplak bırakılır. Yaşlı adam işkenceden ölünce, oğlu Malatya’da ayaklanır. Âsi oğul, vergi toplayıcılarını yakalatır, topladıkları paraları ellerinden alır ve sâhiplerine geri verir. Sultan, Malatya’yı kuşatarak öç almayı denerse de, başaramaz ve Divriği yolunu tutar. Orada, Aksarayî’nin deyişiyle, «kanı ve canı müslümanlar için haram olan» zengin bir hıristiyanı, diri diri yakmaya kalkışır. Zengin hıristiyan, tüm servetini getirerek yakılmaktan kurtulur. Yine Aksarayî’ye göre, Sıvas’a gelen Sultan, Ramazan ayında halkın can ve ırzına el uzatır. Aksarayî, Sultan ve çevresinin Ramazanda şehir meydanında top oynayıp at koşturmalarını, oruç bozup içki içmelerini, bu «çürümüş saltanatın sona erdiğini gösteren belirtilerden» sayar.”
EŞKİYALIĞA YÖNELEN SELÇUKLU SULTANI
Türklerin Tarihi Beşinci Kitap, s. 2153, 2154, Doğan Avcıoğlu
Hikaye okuyorsunuz, Alman sovyet saldirmazlik anlasmasindan dolayi coken hic bir cephe yoktur. At At tarih yaz, bu anlasmayi sevmeyebilirsin ama bu sana palavra atma hakki vermez.
Bu kadinin kitabini seviyorsun cunku o da senin gibi ” at at tarih yaz” ekolune inaniyor. Kadin yezhov doneminde gecen zulumleri anlatiyor ama Yezhov adini hic gecirmeden. Su an 220 . sayfadayim, Yezhov bu doneme iliskin bir kere aniliyor o da kurban olarak. Yezhov doneminden bahsediyorum, bu adamin imzasi ile bir suru insanin tutuklandigi, bir suru insanin kotalarla idam edildigi. Ama ayni doneme iliskin olarak bilincli olarak Beria”nin adi veriliyor. Rezillik, halbuki Beria icisleri bakani oldugunda bu tutuklamalari ve idamlari durdurmustu. Yezhov”u sevebilirsin, Beria yi sevmeyebilirsin ama bu sana yalan soyleme hakki vermez. Ayni seyi bir cok anti komunist yapiyor, Yezhov”u korumaya calisiyorlar, buna da tarih diyorlar tam bir rezillik!Bukharin”in karisi da Yezhov icin aslinda iyi adamdi diyor, kocamin arkadasi idi, neden boyle yapti? Adam kocasini idam etmis, kendini de idam etmek uzere iken Beria gelmis kurtulmus ama kitabinda sanki idamlari Beria yapmis gibi sadece ona saldiri var. Yezhov icin ise nasil oldugunu anlayamamislar.
tabu yikan solculuk deyince aklima ulrikeden baskasi gelmez:::
https://www.youtube.com/watch?v=cIi4fzPuctw
kürd düşmanı ırkçı faşist sovyetler birliği, 1946’da kürdleri destekler gibi yaparak mahabad kürd cumhuriyetini kurdurmuştur. arkasından kürdleri satarak yıktırmış ve kürd halkını kırdırmıştır.
ayrıca kafkas bölgesinden milyonlarca kürdü sürgün ederek büyük kürdistanın sınırlarını daraltmıştır.
kürde düşmanlık besleyen hiçbir rejim ayakta kalamaz. sümer devletinden beri süregelen bu paradigmayla sovyetler birliği de yıkılmıştır.
Türkiye’yi 1930’lar Almanyasına benzeten çok ama bana nedense daha ziyade 1950’ler, 60’lar, 70’ler “reel sosyalist” ülkelerini anımsatıyor. Almanya’yı anlatan kitaplardan çok Milan Kundera’nın romanlarına benzetiyorum ben.. Kundera’nın romanlarındaki o ağır polis devleti havası, o ağır sansür, “devlet düşmanlarını” ihbar edip duran “iyi vatandaşlar”, bir gece apansız ortadan gözaltına alınıp yıllarca sorgusuz sualsiz hapiste tutulan muhalifler ve bütün bunlardan türeyen büyük bir saçmalık, büyük bir “şaka” duygusu… Ne dersin Gün abi?
Ahmet’in yeni paradigması: Suçları Yejov’un üstüne yıkarak Stalin’i kurtarma stratejisi. Öte yandan, Beria’nın tutuklamaları görece ve bir süreliğine yavaşlattığı doğru.
Benzerlikler var evet. Özellikle atmosfer açısından.
Adam icisleri bakani, sonucta idamlarin tutuklanmalarin vb altinda onun emirleri var, yani sen niye Yezhov”un kurtarilmaya calisilmasini savunuyorsun? SYezhov bu cinayetlerden sorumlu ise neden bu kisilerin hepsi, ustelik bunlarin hepsi senin adamin, Ginzburg, Alexeyevic, Hatta Bukharin”in karisi, Kruschev, bu insanlar neden yezhov”u aklamak istiyorlar? Bana asil katil Stalin deme, bu sadece demogoji olur, eger asil sorumlu Stalin ise ikinci sorumlu onemli degilse neden surekli Beria”nin adi veriliyor. Beria nin gelisi ile idamlar ve tutuklamalar kesilir. Tedrici olarak azalmaz. Sadece Yezhov ve cevresi tutuklanir yargilanir ve idam edilirler. Benim icin tarihi gercekler onemli. Bu arada ustteki kadinin tek hatasi Yezhov”un suclarini kapatmaya calismak degil ki? Naziler Rusya yi isgal etmisler, ama halk buna direnmis, partizanlar her tarafta daga cikmislar. Bu arada nazilere asker yazilan bir suru fasist var ve bunlar milyonlarca sivili oldurmusler. Kitapta bu partizanlarin hepsi yamuk tipler, ama nazi ceteleri ise iyi insanlar. alman isgaline karsi savastigi icin yakalanan ve idam edilen Tanya var, Nazim onun adina siir yazar, iste o Tanya icin o zaman fasistler aslinda Tanya nin hayvan hirsizi oldugu icin yakalanip idam edildigini iddia etmislerdi, bu kadin nazilarin bu palavrasini aynen tekrarliyor, direniscilerin sigir hirsizi oldugunu iddia ediyor ama tanya adini kullanmais bu sefer en azindan okudugum yere kadar. Vlasov ordusuna katilanlar ona gore fena insanlar degil. Kadin partizanlarin yahudi katliamlari yaptigini iddia ediyor. Bunu cok asagilik bir bicimde yapmis, hesapta partizan birine soylettiriyor bunu, nazilerin katliamlarini anlatirken sonunu uzun uzun partizanlarin nasil yahudi kizlarini ve erkeklerini soyup sonra da vurdugunu anlatarak bitirmis, bu kadin igrenc birisi. Tarihci degil gazeteci degil desenformasyoncu. Adam tutmus nazilere polis olmus, Minsk de nazi polislerinin oldurdukleri yuzbinlerle aniliyor. Ama kitaba gore adam melekmis ama yine de onu oldurmusler. Olduren partizan da aslinda vatan icin degil ama karisina goz koydugu icin oldurmus onu. Hikayelerin hepsi boyle iyi naziler kotu komunistler. Nazi kamplarinda 90 bin civarinda mahkumu gas odalarina gonderenlerden birisi olan Buber, simdi bu. Gun sen nazilerden baskasini sevmez misin? Bu arada senin su yukarida ki cephen de kaynamasin? Bu bahsettigin icinde muhafazakarlarin da oldugu cephenin adi neydi? nerde kuruldu bu cephe? Tarihte bir cigir acmak uzeresin, bu cephen senin simdi tum tarih dergilerinde manset olmazsa ben bir sey bilmiyorum.
“Gun sen nazilerden baskasini sevmez misin?”
Tipik bir NKVD sorgucusu bu Ahmet. Bunu soran biriyle neyi tartışacaksın ki?
– İdamların, tutuklamaların sorumlusu Stalin değil içişleri bakanıdır.
– Türk devletinin Suriye politikası nedeniyle cumhurbaşkanı -RTE- değil başbakan -A. Davutoğlu- günah keçisi ilan edilip yerine başkası -B. Yıldırım- atanmıştır. Bkz; Yıldırım’ın atandıktan sonra Suriye ve isim vermeden Davutoğlu hakkında yaptığı açıklamalar.
sekiz, on saat çalışan işçiler nasıl devleti yönetebilir,davrimciler varken.siz o zaman ki, davrimciler gorbacov un değerini bilememişsiniz.gençlerde size göre yanlış yapmış. bende o tarihlerde gençtim.ekim devrimine küfür eden birinin genel sekreter olmasına şaşırmıştım. yanlış yapmanın güzel olduğuna inanıyorum.halil berktay ın , gorbacov la ilgili kitabı vardı.ben shp nin istanbul belediyesini aldığı 1990 ın başında halil berktayın akm deki paneline gitmiştim, rahmetli cahit tanyolda vardı. konu fuat köprülüydü, halil berktayın elinde karim sadinin takma adla fuat köprülü hakkındaki kitabı vardı.cumhuriyete küfür ediyor, kerim sadiye küfür ediyordu, panel sonunda bu kitabı ve kaynak yayınlarından çıkan kitabını okuduğumu ve yanımda olduğunu söyledim, görüşleri değişmişti.tarih sanılanın aksine bugün le ilgilidir.halil berktay akp ye bugün yol gösteriyor eski haline çevresine küfür ediyor. yarında bugün kü haline küfür edecektir hiç kuşkusuz.sscb de akıl hastaneleri, çalışma kampları yok muydu?sanırım siz bu konuda eski otobüs seyahat şirketlerinden yanasınız, öz, hakiki, en hakiki vs.bugün kü dünya dünden iyi mi?ben bugünde sosyalizmden yanayım.heybeliada
“Âsi evlâdın üzerine büyük bir askerî güçle babası Çoban yürür. İki ordu savaşa hazırlandığı sırada baba-oğul uzlaştırılır. Âsi Timurtaş, yeniden Anadolu Genel Vâliliğine atanır. Hiçbir şey olmamış gibi yapılan bu ikinci atama, Sultan’ın güçsüzlüğü ve baba Çoban’ın aşırı güçlülüğü ile açıklanabilir. Baba Çoban, oğlunu değil, çevresindeki din adamlarını ve beyleri suçlu bulur. Suçlu çevre cezalandırılır ve mâsum Timurtaş, Anadolu İlhanlı yönetiminin yine başında kalır.”
TİMURTAŞ AYAKLANMASI
Türklerin Tarihi Beşinci Kitap, s. 2161, Doğan Avcıoğlu
1 Nolu Anonimden Alinti : ” Marksizmin açıklığa kavuşturduğu üzere, kapitalizmden komünizme giden yolda önce bir geçiş döneminin, bir devrimci dönüşümler döneminin yaşanması zorunludur. İnsan yaşamını sınıflı toplumların esaretinden kurtarıp, sınıfsız toplumun özgürlük dünyasına kavuşturacak olan bu devrimci dönüşümler ancak işçi sınıfı iktidarı altında gerçekleşebilir” .
Soru ; işçi sınıfı iktidarı derken, nasil bir iktidar? ve iktidar derken yani iktidarlarin hakimiyeti gibi herseye hakim olmak mi? Bu iscilerin iktidarini denetleyen, organize eden bir kurum, parti, yoneticiler olacak mi?
Alinti; ” Nüfusun üreten ve emeğiyle geçinen çoğunluğuna dayanan bu iktidar”
Soru ; denetimli üretmeyen, sadece ihtiyaci kadar calisan ve cogunluk icin degilde kendisi icin calisanlarin durumu ne olacak? Baski ve yaptirim olacakmi? Toplum icin calisanlara dagitimi neye gore yapilacak ve kim karar verecek?
Alinti ” Kapitalizmden komünizme geçiş döneminin siyasal karşılığı olan proletarya diktatörlüğü, tarihsel örneklerden bildiğimiz üzere komün tipi (ya da aynı anlama gelmek üzere sovyet tipi) bir yarı-devlete dayanır”
Soru; Hem komun tipi, hem de yari devlet nasil olur? O yari devlet komunler uzerinde denetim ve yonlendirmesi olacakmi?
Alinti “İnsanlığı sınıfsız toplum düzenine ulaştıracak olan proletarya diktatörlüğü döneminin olmazsa olmaz koşulu ise işçi demokrasisidir.”
soru; isci demokrasisi bir diktatorluk altindami olacak? proleterya diktatorlugu derken, proleterya temsilcilerimi demokrasiyi uygulacak? Nasil demokrasi?
Alinti; ” Unutulmasın ki proleter sosyalist devrim, siyasal ve toplumsal devrimin bütünlüğünden oluşur”
Soru ; Toplumsal devrim ne demek ? yani siyasal ve toplumsali nasil ayriliyor? ikisi ayri ayrimi ? icicemi ? Donemin iktidarlari veya devletlerinde ekonomi ve siyasi yapilari hala ayrimi? birisi birisinimi belirleyip yon veriyor?
Alinti;”Ve zaten işçi demokrasisi sayesinde daha baştan bir yarı-devlete dönüşmüş bulunan devletin sönümlenmesini sağlayabilir.
Soru ; Devletlesmis ( kurumlasmis yasalar ve o kurumu yonetenler ) bu kurum nasil soner ve sonmeye musade eder?
Alinti; ” Ve de dünya işçi sınıfının devrimci enternasyonalist önderliği olmadan bu görevlerin üstesinden asla gelinemeyeceği aşikârdır.”
Soru; dünya işçi sınıfi hareketinin uluslararası dayanışma ve örgütlenmesini bir sekilde ulusal devrimi savunmuyormu? Ulusalciligin getirdigi seyler nelere yol aciyor? Enternasyonalik yerine Anti nasyonalik desek olurmu?
“Soru ; işçi sınıfı iktidarı derken, nasil bir iktidar?”
1789, 1848, 1871 Fransız, 1905, 1917 Rus, 1908 Türkiye, 1906, 1978-79 İran devrimlerinin ilk anlarında, 1968’de, 2011’de “Arap Baharı” adı verilen süreçte, ya da Türkiye’de Gezi ve 2014 Kürt eylemleri gibi kitlesel hareketlerde gördüğümüz türden bir “iktidar”.
“ve iktidar derken yani iktidarlarin hakimiyeti gibi herseye hakim olmak mi?”
Kitlelerin harekete geçtiği bu süreçlerde “herşeye hakim olmak” ya da iktidar kavgası gibi sorunlar -hareket bitene veya yenilgiye uğrayana kadar- yaşanmıyor görüldüğü üzere.
“Bu iscilerin iktidarini denetleyen, organize eden bir kurum, parti, yoneticiler olacak mi?”
Eğer uyum içinde hareket eden bir kitle varsa, bunu denetleyecek, organize edecek kişi ve kurumlara niye gerek olsun?
“denetimli üretmeyen, sadece ihtiyaci kadar calisan ve cogunluk icin degilde kendisi icin calisanlarin durumu ne olacak?”
Yazıda yanıtı var; “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre”. Öte yandan “kendisi için çalışanlar”ın bile başka insanların ihtiyaçlarını karşılayacak bir üretim sürecinde yer aldığı unutulmamalı.
“Baski ve yaptirim olacakmi?”
Bu baskı ve yaptırımı uygulayabilecek örgütlenmeler zaten ortadan kaldırılmış olacak. Bu tür baskı ve yaptırımlara da gerek kalmayacak.
“Toplum icin calisanlara dagitimi neye gore yapilacak ve kim karar verecek?”
Birileri tepeden dayatmalarla karar veremeyecek. Bu tür dayatmaların bugün bile ters tepebildiğini, yukarıda örnek verilen kitle hareketlerine yol açtığını şimdiden görmüyor muyuz?
“Hem komun tipi, hem de yari devlet nasil olur? O yari devlet komunler uzerinde denetim ve yonlendirmesi olacakmi?”
Yazıda açıklandığı üzere mevcut yapısı “aniden” değiştirilemeyeceği için devlet giderek sönümleneceği bir süreçte bu dönüşüme uğrayarak ortadan kalkacak.
GÜN BEY
Karga pek sevilmeyen bir hayvandır, ama akıllıdır, kendini savunmasını bilir, eğer köstek olmazsanız kargayla arkadaşlık bile kurabilirsiniz.
Ben yem veriyordum, 1 hafta sonra yine balkona geldiğinde bulduğu küçük cam parçalarını ve parlak metalleri hediye niyetine bırakıp yemi yiyip gidiyordu. Çok şaşırmıştım bu hediye bırakma davranışına karganın…
Kargaları da sevmenizi öneririm Gün bey…
Çok severim hem de. Çok akıllı ve feylezof hayvanlardır. Bizim burada da köpeklerin bıraktığı yemekleri temizlerler.
“15 Temmuz bir NATO girişimi ve Türkiye’yi işgal provası”
Paneldeki konuşmacılar:
Birgül Ayman Güler (CHP eski milletvekili),
Mustafa Yıldırım (Anayasa Mahkemesi üyesi, emekli),
Ümit Kocasakal (İstanbul Barosu eski başkanı),
Ümit Özdağ (MHP eski milletvekili).
Birlikte Türk Milletiyiz Hareketi’nin düzenlediği “Başkanlık Sistemi ve Milli Egemenliğimiz” konulu panelde, AKP ve MHP’nin anlaştığı yeni anayasa teklifiyle ilgili çarpıcı tespitlerde bulunuldu. Panelde, dikkat çekici uyarı ve iddialar da gündeme geldi.
İstanbul Barosu eski Başkanı Doç. Dr. Ümit Kocasakal, bu teklifle “Meclis’i, hükümeti ve anayasal düzeni ortadan kaldırma suçunun işleneceğini, bunun da ağırlaştırılmış müebbetlik suç olduğunu” söyledi.
MHP’ye, “Milliyetçi olmak sadece bazı işaretler yapıp, bazı ritüellere uymak değildir. Milliyetçi olmak önce emperyalizme, sömürüye karşı çıkmaktır. Milliyim diyen, vatanını, ülkesini seven birinin bu teklife izin ve destek vermesini kabul edemiyorum. Destek verirse, ben onun vatan sevgisinden şüphe ederim” sözleriyle yüklenen Kocasakal, AKP’lilere de, “Koca koca insanlarsınız. Korkacağınız bir şey olamaz. Çanakkale’de 14 yaşındaki çocuklarımız ölümü göze almışsa, hapisten bilmem neden korkmayın” diye seslendi.
MHP’den ihraç edilen Gaziantep Milletvekili Prof. Dr. Ümit Özdağ da anayasa oylamasında MHP’den 10, AKP’den 20’ye yakın fire beklendiğini, ancak AKP yönetiminin açık oylama yapmayı planladığını öne sürdü.
CHP İzmir eski Milletvekili Birgül Ayman Güler ise bu anayasa teklifinin ayıplı bir teklif olduğunu, bir an önce geri çekilmesi gerektiğini söyledi.
Bugün Türkiye Barolar Birliği’nde düzenlenen panel, saygı duruşu ve İstiklâl Marşı ile başladı.
Paneli yöneten emekli Vali ve Anayasa Mahkemesi Üyesi Mustafa Yıldırım açış konuşmasında, ülkenin anayasayı konuşacak ve referanduma gidecek durumda olmadığını belirterek, “Ülkenin milli birliğe en fazla ihtiyaç duyduğu bu zamanda yapılacak bir referandum daha fazla kamplaşma ve bölünmeye yol açacaktır. Bu teklif bir ön çalışmadır. İleride Türklük de Atatürk de çıkartılacaktır. Tek bir adama bu kadar yetki verilmesi hayal dahi edilemezdi. Türkiye bir diktatörlüğe gidiyor. Türkiye’nin ses çıkarması lâzım. Üniversiteler ve yüksek yargının sessizliği üzücüdür. Ayrıca bu Meclis’in anayasa yapma yetkisi yoktur. Gerçekten ihtiyaç varsa, tüm kesimleri temsil edecek bir Kurucu Meclis oluşturulur, anayasayı bu meclis hazırlar, halka sunar ve görevi sona erer” dedi.
İKİ ÜMİT BİR OLUNCA GÖNÜLLER SEYRAN OLUR
Panelin ilk konuşmacısı Doç. Dr. Ümit Kocasakal sözlerine, “İki Ümit bir olunca gönüller seyran olur” esprisiyle başladı.
Ülkemizde yaşanan herşeyin birbirine bağlı olduğunu, ancak tek tek parçalara bakıp, ayrıntıda boğulmaktan büyük fotoğrafı gözden kaçırdığımızı vurgulayan Kocasakal, konuşmasını şöyle sürdürdü:
“Anayasa, başkanlık sistemi, yaşanan bombalamalar, bunların tümünün 150 yıllık saldırıya, kuşatmaya bağlı olduğunu görmemiz lâzım. Türkiye daha Osmanlı’nın son döneminde başlayan büyük bir saldırı ve kuşatmanın altında. Biz bu oyunu bozmuştuk. 1 kişi, Büyük Önder çıkmış ve Türk Milleti’ne biçilen kefeni yırtmıştı. Bize bağımsız, üreten, borçsuz bir Türkiye bırakmıştı, ama biz ABD’nin 51. eyaleti, küçük Amerika olmayı seçtik. Büyük Önder, ‘Geldikleri gibi giderler’ demiş, ama dikkatli olunmazsa ‘gittikleri gibi gelirler’ mesajı da vermişti. Evet daha tehlikeli geldiler, yerli, işbirlikçi, devşirmelerle geldiler. Ölüm kalım savaşındayız, bu adı konulmamış bir savaştır. Satrancı şahlar, atlar, vezirler piyonlar oynamaz, bazı eller bunları oynatır.”
MİLLETİN ADINI KOYAMAYANDAN BU ÜLKEYE NE HAYIR GELECEK
Kocasakal, yeni anayasa teklifi ve başkanlık sistemiyle ilgili olarak da özetle şunları söyledi:
“Başkanlık meselesini doğru anlamak için doğru okumak lâzım. Büyük bir yutturmaca yaşanıyor. Zati Sungur görse, bunlarla övünürdü. Var olanı yokmuş, yok olanı varmış gibi gösterme ustası bunlar. Bir milli irade miti yaratıldı. Hangi millet? Adını koyamıyor. Acaba Amerikan, İsrail milleti mi? Milletin adını koyamayandan bu ülkeye ne hayır gelecek? Milli irade kavramını böylesine çarpıtarak kullanan iki isim vardı; Hitler ve Mussolini. Şimdi üçüncüsü çıktı. Bu getirilen başkanlık sistemi falan değildir. Bir de ‘Türk tipi’ diyorlar. Bunu söylemeleri, Türk Milleti’ni aşağılamaktır, TCK’nın 301. maddesi kapsamına girebilir. Bu anayasa teklifi örtülü bir af kanunudur. Bugüne kadar işlenen, buzdolabında falan denilen suçlara af getirilmesidir. Anayasa’yı, Meclis’i ilga suçuna af kanunudur. Gazi Meclis’ten bu geçerse, şehit Meclis’e dönüşecek, çünkü Meclis’in hayatiyeti bitecek. Atatürk’e bile verilmemiş yetkilerden söz ediyoruz. Bir hukukçu olarak kanım dondu. Bir kişiye özel oyuncak tasarlanıyor. Yürütmenin başı, partinin başı, yasamanın başı aslında çıban başı. Bu getirilmek istenen kesinlikle başkanlık değil, dünyada eşi benzeri olmayan belirli kişi için tasarlanan akıl mantık dışı birşey. Bir ucube sistemin ve eyaletin, federasyonun altyapısı hazırlanıyor. Milli egemenliğe el konuluyor, gaspediliyor ve bir kişiye veriliyor. Bu Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Milleti’ne karşı bir suikast girişimidir. Bununla, egemenlik kayıtsız şartsız Tayibbindir olacak.”
Kocasakal konuşmasının sonunda MHP ve AKP’lilere şöyle seslendi:
“Milliyetçi olmak sadece bazı işaretler yapıp, bazı ritüellere uymak değildir. Milliyetçi olmak önce emperyalizme, sömürüye karşı çıkmaktır. Bırakın milliyetçiliği, milliyim diyen, vatanını, ülkesini seven birinin buna izin ve destek vermesini kabul edemiyorum. Destek verirse ben onun atan sevgisinden şüphe ederim. AKP’lilere de sesleniyorum; Koca koca insanlarsınız. Korkacağınız bir şey olamaz. Çanakkale’de 14 yaşındaki çocuklarımız ölümü göze almışsa, hapisten bilmem neden korkmayın.”
BAHÇELİ BENİM GENEL BAŞKANIM DEĞİL
Panelin ikinci konuşmacısı Gaziantep Milletvekili Prof. Ümit Özdağ konuşmasına, kendisinin bu anayasa teklifine karşı çıktığı için MHP’den ihraç edildiğini hatırlatıp, “Bununla da gurur duyuyorum” diyerek başladı ve şöyle devam etti:
“Bu teklife destek veren bir Türk vatandaşı, Türk milliyetçisi olamaz. Başkancı, Führer, Reis rejimi kurulmaya çalışılıyor. Bu sistem, federal devlete hazırlanmak için kurgulanmış. Kendisine Türk milliyetçisi diyen bir milletvekilinin bu tuzağa düşmemesi lâzım.”
Bu sözleri üzerine izleyicilerden Bahçeli’ye yönelik tepkiler yükselince de Özdağ, “O benim genel başkanım değil” dedi.
Özdağ özetle şunları söyledi:
“Sistem üzerinden rejimi değiştirmeye çalışıyorlar. Yalanın sonu yok. Bu güç kimin eline verilirse verilsin, ki en iyi bir insanın elinde bile tehlikeli bir güçtür. Milletimiz bu gücü verirse, siyasi intiharını imzalamış olur. Teklif, Meclis’in onurunu çiğniyor. Yetmiyor, milletvekilleri görmediği bir metni imzalıyor. Bu, milletvekilinin milletten aldığı yetkiyi istismardır. Bunu yapan milletvekillerine sesleniyorum; Bir hata yaptınız, diğerini yapmayın, Meclisin onurunu ortadan kaldıracak adımı atmayın.”
Meclis’teki oylamanın bıçak sırtı olduğunu, kendisiyle birlikte 4 milletvekilinin oy vermeyeceğini açıkladığını, ayrıca 10 milletvekilinin oy vermeme niyetinde olduğunu belirten Özdağ, “AKP’de 5 milletvekili var, sayının 20’ye çıkabileceği de söyleniyor” dedi.
FEDERAL SİSTEM YOLU MHP İLE AÇILDI
Panelin son konuşmacısı CHP İzmir eski Milletvekili Birgül Ayman Güler “2016 önerisi” adını verdiği anayasa teklifi ile 3 önemli kurumun ortadan kaldırıldığını, bunların Askeri Yargıtay ile Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği ve hükümet olduğunu anlattı.
Anayasa görüşmelerine MHP’yi temsilen katılan Mehmet Parsak’ın, “Biz üniter ve milli devlete asla dokundurtmadık” sözlerinin gerçeği yansıtmadığını savunan Güler, “Üniter yapı adım adım ortadan kaldırılıyor. AKP’nin 2012 anayasa teklifinde bunların tümü vardı. Tek fark Türk sözcüğü çıkarılmamış ve yemin metni değiştirilmemiştir. AKP federal sisteme giden bu yolu MHP ile açtı. Türksüz anayasa için de HDP ve diğerleriyle mi yürüyecek acaba? Bu ayıplı bir öneridir ve bir an önce geri çekilmelidir” dedi.
GEL GİTLERİ OLAN BİRİ BİR SABAH ÜLKEYİ SAVAŞA SOKABİLECEK
2 saatlik panelin ardından soru-cevap bölümüne geçildi. İzleyicilerden gelen soruları ilk cevaplandıran Ümit Kocasakal oldu. Kocasakal bu bölümde de şunları söyledi:
“Anayasa teklifinde daha birçok ayıplı madde var. Bunlardan birisi TSK’nın kullanılmasına karar verme. Biri sabaha karşı uyanıp, hele gelgitler içindeki bir kişi ülkeyi savaşa sokabilecek.”
Kocasakal bir başka soru üzerine 15 Temmuz’un senaryo olduğuna inanmadığını, ABD destekli ve ABD’nin kucağına oturttuğu Cemaatle gerçekleştirdiği, ama iktidarın da etinden, sütünden yararlandığı bir girişim olduğunu belirttikten sonra, “Bu anayasa teklifinin de 15 Temmuz’dan farkı yok. Anayasa Mahkemesi’ne çok büyük görev düşüyor. İptal etmesi gerekir. Hukuken yapılamayacak bir değişikliği yapmaya teşebbüs etmek, Hükümeti, Meclisi ve Anayasal düzeni ortadan kaldırma suçunu oluşturur ve cezası da ağırlaştırılmış müebbettir. Çok umudum yok, ama AYM üyeleri çocuklarını, şu ülkeyi zerre kadar düşünüyorsa gereğini yapmalıdır” dedi.
Kocasakal halkın muhalefetten umudu kestiğine dair bir soruya ise şu karşılığı verdi:
“Meclis’teki tüm partilerden umudumu kesmedim. Ancak şu anda üzerlerindeki görevi yapacak durumda değiller. CHP için söylersem; Özüne, gerçek kimliğine dönecek. Kendileri yapmazsa, halk yapacaktır.”
Prof. Özdağ da Meclis’teki Anayasa oylamasında “direniş hakkını” kullanıp, kullanmayacağına ilişkin bir soruya, “Evet” karşılığını verdikten sonra şunları anlattı:
“Bir AKP yöneticisiyle konuştum, fireleri nasıl engelleyeceklerini sordum. Açık oy kullanacaklarını söyledi. Anayasa’ya aykırı olduğunu vurguladım, ‘olsun’ dedi. Açık oylama yapılaması ve milletvekilleri üzerinde baskı kurulması sözkonusu olursa, AYM’ye gitme konusunda da bir duruşum olacaktır.”
Prof. Birgül Ayman Güler ise 15 Temmuz konusundaki soruyu, “15 Temmuz’un bir NATO girişimi ve Türkiye’yi işgâl provası olduğunu düşünüyorum. Bir senaryo veya tiyatro değildi. Hepimiz büyük bir saldırıyla karşı karşıyayız ve bu saldırının bitmediğini düşünüyorum” diye cevaplandırdı.
(Müyesser Yıldız, odatv, 14 Aralık)
5’e
Alman Rus saldırmazlık paktı ile sovyetlerin kendi cephesi çökmüştür. Bu yüzden korkunç bir hızla Rusya işgal edilmiştir. SSCB’nin bu denli büyük kayıp vermesinde bu “saldırmazlık” anlaşması doğrudan sorumludur. Kararlı ve sevdalı bir Stalinist K. Okuyan’ın “Stalin’i Anlamak” kitabında bu rezaletin sonuçlarını dolaylı olarak okuyabilirsiniz.
Sonra nice idamların bizzat Stalin tarafından imzalandığına ait belgeler var. Sanırım 40-44 bin kişiye ait olanlar tespit edilmişti.
Yezhov’un Stalin’in bilgisi ve isteği dışında bu cinayetleri örgütlediğine inananın aklından zoru vardır.
yezhov-beria atışmasına şöyle bir göz gezdirirken aklıma şu düşünce geldi: günümüzde ülkemizde gün be gün yaşanan olayları bile çoğu zaman farklı farklı yorumluyoruz. sscb’de geçmişteki olayları nasıl hakikate yakın değerlendirebilelim? bu nedenle ayrıntılarda yanılma payımız çok yüksek.
stalin’in nazi almanya’sıyla giriştiği anlaşmanın faşizme karşı cepheye zarar verdiği ise ayrıntılı bilgiye değil, fikre dayalı. saldırgan ve işgalci bir rejimle ilkesizce ve taktik nedenlerle girişilen bir ittifakı savunmak solun değerlerine aykırı.
eskiden ben de savunurdum. bu geçici işbirliğinin nazi almanya’sının sscb’ye daha erken saldırmasını önlediğini, sscb’ye silahlanmak için zaman kazandırdığını söyleyerek savunanlardandım ben de. oysa bu hem ilkesel olarak yanlıştır hem de bilgi olarak doğru olmadığını bugün yeni çıkan belgelerden anlıyoruz.
nazi almanya’sıyla ilkesiz ve taktik bir işbirliğine giren sscb, bir süre sonra, yani kendine güveni gelince almanya’ya karşı saldırıya hazırlanıyor. almanya da bunu görüp önce davranıyor.
şimdiye dek hep neden almanya batı cephesi dururken sscb’de de cephe açtı, deli mi bunlar diye düşünürdüm. oysa saldırıya hazırlanan sscb imiş. almanya bu nedenle ikinci cepheyi orada açmak zorunda kalmış.
Sistemin tüm çarklarından en küçük dişlisine kadar sayıp sövmenize sebep olan.
Anlatılmaz, yaşanır.
Ortalama üniversite – hepsi yabancı ve dünya devi 3 şirkette toplam 6 sene tecrübe – 2 yabancı dilde yetkinlik – program yetkinliği.
Bocalama evresiyle başlar; her sabah 6:30’da kalkıp işe gider gibi hazırlanma etkisindedir beden. Pencereden işe gidenlere bakıp geri yatar, oyalanırsınız. 5 dk’sına bile hasret kaldığınız uyku şimdi sizi huzursuz etmektedir.
Hobi ve sevdiğiniz etkinliklerle geçer ilk zamanlar. ‘Fırsat bulsam…yapardım’ dediğiniz her şey (tabii maddi imkanlar çerçevesinde). Bir süre sonra sanki eski tadı vermez bu etkinlikler. Sistem nasıl yaşayacağınıza o kadar detaylı karar vermiştir ki, bir süre sonra hobilerinize körelirsiniz. İzlediğiniz filmler, okuduğunuz kitaplar hep bir perde arkasındadır sanki. Makineleşmek acıtır.
Yine de bir hobiye tutunur onla az çok mutlu olursunuz. Kendinizi en iyi hissettiğiniz yerlere atarsınız, sokakları koklar, dokuyu hissedersiniz. Unuttuğunuz denizin havasının, gökyüzünün renginin tadını çıkartırsınız. Bipolar evrenin manik kısmında olduğunuzu çok sonra farkedersiniz tabii.
Depresif kısım en sıkıcısıdır. Başvurular, mülakatlar, kazancınızın altında maaş verenler, niteliklerinizden fazlasını bekleyenler, kontenjan doldurmak için gittiğiniz görüşmeler. kendinizi raftaki herhangi bir ürün gibi pazarlama çabanız, beğendirmeye zorlamanız. (Nefret ediyorum övünmekten, yapay da davranamam zaten. Yapmayın bunu bana, en zoru bu.) Tüm egosunu sizin üzerinizde deneyen İK’cılar, sanki babasının şirketi. Cepte günden güne azalan para. Umutsuzluk. Ülkenin hali, her gün yeni bir olumsuzluk. Aileye işsiz olduğunu söyleyememek, iş saatlerinde sokaklarda aylak aylak dolaşmak.
İstanbul’un diğer yüzü, en sevdiğiniz semtlerin mekanların yalnızca iş saatinde görebileceğiniz çirkinliği.
Hayal ettiğiniz işe kabul edilmenizin hemen ardından, (haşmetlinin ağır saçmalamaları, AB görüşmelerinin durması, doların fırlaması, kriz sonucu) ABD menşeli firmanın Türkiye’deki tüm alımlarını durdurması. Peki.
İç çatışma, ‘keşke istifa etmese miydim’ sorunsalı;
Ben: Saçmalama. Parasız yaşanır ama onursuz yasayamazsın. Değerlerini kişiliğini unutma. Kolay gelmedin sen buraya.
Diger ben: Parasız yaşa şimdi o zaman. Onurun doyurur seni.
Ben: İşten istifa etmeseydin bedeninden edecektin. Zihninden. Sanat aşkın, tüm tutkularından. Ömrünü ruh hastası bireyimsilerle mi geçirmek istiyordun? Salak ve amaçsız işler yapıp körelmek?
Diger ben: En azından maaş geliyordu. Hadi git şimdi o festivallere, galerilere. Cebindeki parayı düşünmeksizin harca yine. En pahalı restoranlara git, yeni çıkan marka kazağı al. Bağış yap hadi hayvan derneklerine.
Ben: Sen değil miydin tüm o filmlerde, her bir sanat eserinde bu saçma düzeni eleştiren? Bütün değerlerin çiğnenecekti. Yalakalıkla yükselinen sözde büyük şirkette karakterini mi eritseydin? Neyi tartışıyoruz?
Diger ben: … Tamam haklısın. Ama yeniden başlamalıyız çalışmaya, bol şans.
Kisisel entrilerden hoşlanmamakla birlikte, iç dökme gereği yansıdı bunlar buraya. ‘Bir musibet, bin nasihatten iyidir’ diyerek sonlandıralım.
Firmalar çok çirkin bir şekilde kullanıyor Türkiye’nin içinde bulunduğu vaziyeti, maalesef. Etik dışı. Bu konuda makale yazılır ama canımızı daha fazla sıkmadan Yiğit Özgür ile kapatalım;
http://www.vekarikatur.com/wp-content/uploads/2012/04/Zam-istiyorum-patron-yi%C4%9Fit-%C3%B6zg%C3%BCr.jpg
https://eksisozluk.com/entry/64705064
Belki de devletin ve onun yasalarının ortadan kaldırılması işine başlangıçtan -doğumdan, hatta daha öncesinde evlilikten- başlanılmalı.
Yani eşlerin nikah yapmamaları, çocukları doğduğunda nüfusa kaydettirmemeleri, devletin okullarına ve erkek ise askere göndermemeleri, kayıt dışı ve gizli çalıştırmaları -özellikle tanıdıkları ve güvendikleri kişilerin yanında mümkünse- bu alanda atılabilecek ilk adımlar değil midir?
Bu sayılanları başlangıçta nüfusun çok küçük bir bölümünü oluşturan bir kesim, hatta onların da içinde az sayıda istisna birey yapabilir elbette. Ancak böylelerinin sayısının giderek artması, bu kişilerin giderek kendi kurallarını hayata geçirmeleri mümkün değil midir? “Devlet” dediğimiz merkezi yapı devamlı çoğalan bu on milyonlarca nüfusun her bir bireyini daha ne kadar tamamen kontrol edebilir?
—Yani eşlerin nikah yapmamaları, çocukları doğduğunda nüfusa kaydettirmemeleri, devletin okullarına ve erkek ise askere göndermemeleri, kayıt dışı ve gizli çalıştırmaları [özellikle tanıdıkları ve güvendikleri kişilerin yanında mümkünse] bu alanda atılabilecek ilk adımlar değil midir?
Bu sayılanları başlangıçta nüfusun çok küçük bir bölümünü oluşturan bir kesim, hatta onların da içinde az sayıda istisna birey yapabilir elbette. Ancak böylelerinin sayısının giderek artması, bu kişilerin giderek kendi kurallarını hayata geçirmeleri mümkün değil midir? “Devlet” dediğimiz merkezi yapı devamlı çoğalan bu on milyonlarca nüfusun her bir bireyini daha ne kadar tamamen kontrol edebilir?—
‘Endişe’ ve ‘cesaret’ kavramlarının da ne demek olduğunu hatırlamanızı tavsiye ederim.
Olayı sadece, insanların, ‘devlet mekanizmasına dahil olup-olmaması’ açısıyla değerlendiriyor gözüküyorsunuz. En temel insani ihtiyaçların yarattığı endişeler olan; aç-susuz kalMAmak, barınaksız-konutsuz-evsiz kalMAmak, parasız-ücretsiz-maaşsız-işsiz kalMAmak, en nihayetinde ‘ekonomi’ açısıyla da değerlendirmeyi; ya önemsemiyorsunuz, ya da hiç aklınıza getirmiyorsunuz.
Örneğin, Türkiye özelinde analiz edecek olursanız; geçmiş yıllarda erkeklerin askere gönderilmesi adeta merasim-tören-ritüel gibiydi, bugün de aynı şekilde, fakat toplumun ‘askerlik’ mefhumuna yüklediği anlam yavaş da olsa değişiklik göstermeye başladı. Eskiden, ‘askerliğini yapmayana kız yok’, ‘askerliğini yapmayana iş yok’, ‘askere gidin, orası kutlu peygamber ocağı’, ‘dış mihraklar ülkemizi parçalamak için pusuda bekliyor, orduya katılın, her Türk asker doğar’ ve benzeri sloganlarla toplum yoğruldu. Bugün de aynı sloganlar mevcut, fakat erimeye başladığını söyleyebiliriz, elbette epey vakit, yıllar geçecek bu sloganların etkisini yitirmesi için.
‘Bedelli askerlik’ denen şeyi bile, geçmişin ‘keskin’ miliyetçileri & ‘keskin’ mütedeyyinleri artık bugün savunur hâle gelmeye başladı. Vatana, millete hizmetin sadece peygamber ocağına katılmakla olmayacağını, başka alanlarda da hizmet edilebileceğini dillendirmeye, kendilerini ‘update’ etmeye başladılar. Meclisten çıkarılacak her torba yasa öncesinde, ‘acaba bedelli askerlik önerisi de bu torbada var mı?’ diye bekleyen yüzbinlerce kişi var. Bunların çoğu, sırf eğitim [üniversite, yüksek lisans vb.] hayatları sekteye uğramasın diye, veya, iş hayatında ulaştıkları pozisyon ‘zorunlu askerlik’ nedeniyle kayıp gitmesin diye; bedelli askerliği çok istiyorlar. ‘Devletler’ ile ‘kapitalist oligarklar’ aynı anda hamle yapıyorlar, daima.
En başta ‘kapitalist sistemin egemenliği’ neticesinde, insanlar, gündelik hayatlarının garanti altında olmasını ister. Tam bu noktada, ‘devletler’ ile ‘kapitalist oligarklar’ yan yana, işbirliğiyle hareket eder. İnsanları, kendilerine morfin gibi bağımlı hâle getirirler: ‘Eğer bu işte, bu pozisyonda kalmak istiyorsan, ilk önce askerliğini bitir. Sonra gel, şirkette yerin hazır.’ → En sık duyabileceğiniz ‘morfin’lerden biridir. Hem ‘devlet’, hem ‘kapitalist sistem’ aynı anda hareket ederek, kişiyi, kendi düzlemine çeker, onu adeta robotlaştırır, ‘eroinman’ gibi yapar.
Evliliğin ‘tescillenmesi’ için nikah şartı, çocukların okula ‘kaydettirilmesi’ ve benzeri pek çok mekanizma; sadece ‘devletler’in işine gelmez, doğrudan veya dolaylı yollarla ‘kapitalist oligarkların’ da işine gelir. O nikahın yapılması için; ‘düğün salonu sektörü’, ‘kuyumculardan altın almak’, ‘ev almak, eve eşya almak’, ‘bütün bunlara para yetiştirmek için bankadan kredi çekmek’ ve benzeri ‘domino taşı’ gibi yapılar kapitalist sistemin hücreleridir, ve bütün bunlar, ‘devlet’in tescili zorunlu kılmasından faydalanır. Çocukların okula ‘kaydettirilmesi’, sadece devletin bekasını sağlamak, ülkenin refah dolu yarınlara zıplaması için değil, aynı anda, kapitalist şirketlere ‘sömürecekleri damızlık eğitimli insan’ yetiştirmek için de zorunludur. Son kez uyarıyorum: ‘Devletler ile kapitalist oligarklar daima birbirlerinin sırtlarını sıvazlar, insanlara morfinler dağıtırlar. Sadece devlete karşı çıkarak mücadele etmeniz yetmez, kapitalist sisteme de aynı dirençle karşı çıkmak zorundasınız.’
Bir adres yazdım:
Çerkezköy – Robot hızına yetişemeyen işçiler!
http://www.gunzileli.com/2016/09/25/islami-fasizmin-bugunku-iki-temeli-gestapo-tipi-polis-teskilati-sokaklardaki-islamci-kitle/comment-page-9/#comment-228029
Bu ve benzeri işaretleri tecrübe etmiş olabileceğinizi düşünerek; ‘endişe’, ‘cesaret’ ve ‘kapitalist hegemonya’ başlıklarına yönelik daha ayrıntılı hamleler yapmanızı öneririm.