“Renkli Devrim” mi, Baskıya Karşı Başkaldırı mı?
Sol ve artık solun kendine “ideolojik rehber” kabul ettiği Putin, 2000’lerin başından beri icat ettikleri “renkli devrim” kavramını, Ukrayna’nın işgaliyle birlikte daha da hararetli bir şekilde tekrarlamaya başladılar.
Ne var ki, onların “renkli devrim” adını taktıkları olgu, aslında 20. Yüzyılın ortalarından beri, baskı altındaki halkların diktatörlüklere başkaldırısından başka bir şey değildir.
Tarih ironilerle doludur. Ne ironiktir ki, XX. Yüzyılın en büyük özgürlükçü devrimi olan Sovyet devriminden sonra kurulan rejim, tarihin gördüğü en baskıcı rejim olmuş, Stalin dönemiyle zirvesine ulaşmış, II. Dünya savaşından sonra Doğu Avrupa’ya doğru yayılmış, 1950’lerden itibaren büyük halk isyanlarına yol açmış, Putin Rusya’sıyla günümüze kadar sürmüştür. Bu acılı ve aynı zamanda onurlu tarihi kısaca gözden geçirelim.
Baskı rejimine karşı ilk ayaklanmanın, baskının en yoğun yaşandığı, Sovyetler Birliği’ndeki Gulag kamplarında, Stalin’in 1953’teki ölümünden hemen sonra meydana gelmesi (Gulag mahkûmları, korkunç derecede baskıcı Stalin rejiminde Stalin’in ölümüyle birlikte gedikler açılmakta olduğunu görmüş olmalıdırlar) hiç de şaşırtıcı değildir. Başkaldırı, öncelikle baskının en yoğun yaşandığı yerde başlar. Kazakistan ve Kengir kamplarında mahkûmlar ayaklanarak dikenli tellerin arkasında özgürlükçü komünal örgütlenmelere gittiler. O zamana kadar rejimin teşvikiyle siyasilere saldırtılan adi mahkûmlarla siyasi mahkûmlar arasında ilk kez kardeşçe bir dayanışma ortamı sağlandı. Kamplarda, rejimin kışkırttığı adi mahkûmların gasp ve tecavüzleri anında kesildi. Elbette bu, rejimin tahammül edebileceği bir durum değildi. Gulag mahkûmlarının kurduğu komünler şiddetle ve yüzlerce mahkûmun öldürülmesiyle bastırıldı.
Bundan sonra, baskı rejimine karşı ilk işçi ayaklanması Doğu Berlin’de meydana geldi. Haziran 1953’te Doğu Berlin’li inşaat işçileri daha iyi hayat şartları talep ederek ayaklandılar. Ülke çapında yüz binlerce işçi greve gitti ve işçiler serbest seçim talep ettiler. Ayaklanma Sovyet tanklarıyla ezildi, yüzden fazla işçi öldürüldü. İdamlar yapıldı.
Doğu Bloku’nda ikinci büyük işçi ayaklanması Polonya’nın Poznan şehrinde, Haziran 1956’da meydana geldi. 100 bin işçinin katıldığı ayaklanma yine Sovyet tanklarıyla ezildi.
Poznan, belki de 1956 Ekim’indeki Macaristan ayaklanmasının ilk işaretiydi. Macar öğrencilerinin gösterileriyle başlayan ayaklanma kısa sürede yayıldı. Göstericilerin ilk hedefi Stalin heykelleri ve Macar gizli polisi AVO binaları oldu. Stalinist Rakosi iktidarı devrildi. Kruşçev telaşla, Komünist Parti içinde reformcu bir lider olarak tanınan ve Rakosi tarafından kızağa çekilmiş İmre Nagy’i iktidara davet etti. Fakat halk ayaklanması o kadar güçlüydü ki, İmre Nagy kısa sürede ayaklanmanın rüzgârına kapıldı ve halk ayaklanmasının talebine uygun olarak Sovyet tanklarının Macaristan dışına çıkarılmasını talep etti. Sovyetler Birliği’nin buna yanıtı, tanklarını Budapeşte’ye sürmek oldu. Halk ayaklanması kanla bastırıldı. Yugoslavya Elçiliği’ne sığınan İmre Nagy, verilen söze uyarak Sovyet yetkililerine teslim oldu ve Moskova’ya götürülerek, sınırdaki Sovyet-Macar görüşmeleri sırasında esir alınan, Macar Devrimi’nin önderlerinden Albay Malater’le birlikte idam edildi. Bu arada, Macar Komünist Partisi’nin, eski rejim yanlılarının, “beyaz muhafızlar”ın, “batı ajanlarının” sınırdan girerek ayaklanmayı kışkırttıkları yönündeki yoğun propagandasından söz etmeyi de unutmayalım. O zaman henüz “renkli devrim” kavramı icat edilmemişti tabii.
1968 Prag Baharı da, bugünkü “renkli devrim” propagandacılarının hedefinde olacaktır elbette. Bu sefer Doğu Bloku rejimlerinden biri olan Çekoslovak rejimine karşı başkaldırı, aşağıdan öğrencilerin, entelijansiyanın ve işçilerin baskısından cesaret alan Çekoslovak KP yöneticilerinin reformcu bir tutum almasıyla başlamış oldu. Bu ne cesaret! Tamam, Sovyetler Birliği yöneticileri şimdiye kadar aşağıdan halk ayaklanmalarıyla çok karşılaşmışlardı ama bizzat emirlerindeki Çekoslovak KP yöneticilerinin başkaldıranların yanında yer alması olacak şey değildi. Buna bir kere cevaz verilirse diğer Doğu Bloku ülkelerine de yayılabilirdi bu eğilim. 1968 Ağustosu’nda Çekoslovakya’yı tanklarıyla işgal ettiler ve isyancıları kanla bastırdılar.
Doğu Bloku’ndaki en büyük başkaldırıyı gerçekleştiren ise Polonya işçi sınıfı oldu. 1980’de Gdansk Tersanesi’nde kurulan Solidarnoş sendikası kısa sürede ülke çapında yayıldı ve açıkçası işçi sınıfı Solidarnoş aracılığıyla rejimi köşeye sıkıştırdı. Çok traji-komiktir ki, resmen “işçi iktidarı”nın temsilcisi olan iktidardaki Jaruzelski, gerçek Polonya işçi sınıfına karşı sıkıyönetim ilan etmek zorunda kaldı. Zaten Sovyetler Birliği merkezli Doğu Avrupa rejimlerinin de sonu gelmişti. 1989 yılında Solidarnoş, Polonya’daki rejimi seçim yoluyla hezimete uğratarak rejime son verdi. “Renkli devrimcilerimiz” nedense bu devrimi görmezden gelmeyi tercih ederler.
Doğu Bloku’ndaki son başkaldırı Romanya’da meydana geldi. Halk, rejimin başı Çavuşesko’ya karşı ayaklanarak devirdi. Ne var ki, yerine gelenler de aslında eski rejimin görevlileriydi. Sadece üstlerindeki elbiseleri değiştirmişlerdi. Zaten Çavuşesko ve karısını on dakikalık göstermelik bir yargılamayla kurşuna dizmeleri de onların hangi kumaştan dokunduklarını ortaya koymaktadır.
Çin Halk Cumhuriyeti, Doğu Bloku’nda olmamakla birlikte, bugün de devam eden totaliter bir diktatörlüktür. Bu rejime karşı, 1989 Mayıs’ında Tienanmen Meydanı’nda meydana gelen büyük gençlik ve halk ayaklanması, keza Çin Kızıl Ordusu ve tankları tarafından şiddet yoluyla ezilmiş, tahminlere göre 2000’den fazla insan öldürülmüştür.
“Renkli devrim” propagandacılarımızın ağızlarının suyu akarak en çok sözünü ettikleri 2000’li yıllardaki halk ayaklanmalarına geliyoruz.
2003 yılında Gürcistan’da Şevarnadze, halkın barışçı gösterileriyle devrildi. Bu ayaklanmaya “Gül Devrimi” adı verildi. Bu tür rejimler, eski iddialarını (artık Sovyetler Birliği de yoktu ve yeni Rus yöneticileri kendi sorunlarıyla uğraşıyorlardı) kaybettiklerinden artık halka karşı sınırsız silah kullanımına gidemiyorlardı.
2004 yılında Rusya yanlısı Yanukoviç’e karşı bir halk direnişi oldu ve Başbakan Yanukoviç devrildi. Keza, 2014’te, bu sefer Devlet Başkanı olan aynı Yenukoviç Ukrayna-Kiev’de Maiden Meydanı’ndaki halk ayaklanmasıyla bir kez daha devrildi ve Rusya’ya kaçtı.
“Renkli devrim” diyerek halk ayaklanmalarını alaya almaya çalışan ya da bu ayaklanmaların “Batı”nın desteğiyle gerçekleştiğini ileri sürenler, halkın, işçilerin, özgürlük ve baskıya karşı mücadele tutkusunu ne zamandan beri küçümsemeye başlamışlardır? Bana soracak olursanız, bunun başlangıç tarihi, Kronstadt ayaklanmasının Sovyet rejimi tarafından bastırıldığı 1921 yılına kadar gider.
Onlar özgürlük bayrağını çoktan yere attılar ama lafzen ağızlarından düşürmedikleri işçi sınıfı, o bayrağı her zaman dalgalandırdı.
Batı mı? O, sadece elmanın içindeki kurttur. Elmayı iyice çürütür ve çürümeden beslenir.
Gün Zileli
9 Mart 2022
TARİHİN DEĞİRMENİ
Yavuz Alogan
Sovyet tankları 20 Ağustos 1968 günü Çekoslovakya’ya girdi. Dubçek’in, daha sonra bizde Mehmet Ali Aybar’ın savunacağı “güler yüzlü sosyalizm” deneyi ezildi; kurulma aşamasındaki siyasî partiler engellendi, sansür yenilendi.
Daha önce Sovyet tankları Budapeşte’ye girmiş (10 Kasım 1956), genel grevle desteklenen silahlı halk ayaklanmasını ezmiş, Varşova Paktı’ndan çıkmak isteyen İmre Nagy’i devirmiş, Yanoş Kadar’ı getirmişti.
Moskova, Varşova’ya tank göndermedi. Dayanışma (Solidarnosc) sendikasının genel grevini ve halk ayaklanmasını bastırmak için General Jaruzelskiy’e darbe yaptırdı (13 Aralık 1981). 2007’de General, La Republicca gazetesine demeç vererek, darbeyi “kâbus” olarak tanımlayacak ve Polonya halkından özür dileyecekti.
Bu olaylar doğu Avrupa halklarının belleğinde derin izler bıraktı, kalıcı bir Rus nefreti yarattı. Her üç olayda da sıradan insanlar tıpkı bugünkü Ukrayna’nın Herson kenti ahalisi gibi sokaklara çıkıp “Svoboda!” (Hürriyet) diye bağırdılar.
Doğu Bloku’ndaki halk ayaklanmaları sistemin iç çelişkilerinden doğdu, CIA vs tarafından örgütlenmedi. Voice of America (radyosu), Batı basını, hatta Papa Hazretleri (Polonyalı II. Paulus) tarafından doğal olarak desteklendi.
Özellikle Çekoslovakya’nın işgali kalıcı sonuçlar doğurdu. Bu olayla birlikte Sovyetler Birliği’nin askerî güç ve coğrafî bakımdan avantajlı olduğu, nükleer çatışmaya başvurmadan da Batı Avrupa’ya doğru genişleyebileceği görüldü. Topyekûn Mukabele’nin yol açabileceği otomatik karşılıklı imha (MAD) olasılığından kaçınmak için Harmel Raporu (1967) temelinde geliştirilen “esnek mukabele” doktrininin de Avrupa için yetersiz kaldığı anlaşılmıştı. SSCB âni bir hamleyle Avrupa’yı istila edip kıtalararası balistik füzelerini çalıştırırsa ABD ne yapacaktı?
Uzlaşmak zorunda kaldılar. “Detant” (karşılıklı yumuşama) başladı.
Stalin çoktan ölmüş (1953), 20. Kongre’de (1956) yaptığı Gizli Konuşma’yla sistemin vidalarını gevşeten ve Küba Krizi’nde (1962) barışçı tutum alan Hruşev bir Kremlin darbesiyle (1964) devrilmiş, Stalinist Suslov’u ciddiye alan olmamış; ve nihayet, otomobil koleksiyonu meraklısı konformist Brejnev’le birlikte SSCB “uzun kış uykusu”na dalmış, bürokrasi Milovan Cilas’ın deyimiyle “nomenklatura”ya (yeni sınıf/bugünkü oligarşinin babası) dönüşmüştü.
Neyse, uzatmayalım…
Neticede, Nixon ile Brejnev masaya oturup bir anlaşma yapmak zorunda kaldılar (29 Mayıs 1972). Buna göre ABD ile SSCB arasındaki ideolojik ve toplumsal sistem farkı bundan sonra eşitlik, egemenlik, içişlerine karışmama ve karşılıklı fayda temelinde normal ilişkilere dönüştürülecekti.
Birincisi 1968’de imzaya açılan (NPT) pek çok (SALT I-II, START vs) nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasından ayrı olarak siyasî uzlaşmaya; Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’na (1973) ve nihayet “detant” sürecini kurallara bağlayan Helsinki Nihai Senedi’ne (1975) giden yol böylece açılmış oldu.
Şu anda bunların hiçbiri geçerli değil.
Fakat aynı uzlaşma yolunun günümüzde de izleneceğini gösteren belirtiler var (Zaharova: “Hedefimiz Ukrayna’yı işgal etmeyi, hükümeti devirmeyi içermiyor). Tarafların uzlaşma istekleri değil, nükleer silahlar karşısındaki çaresizlikleri ABD-NATO ile Rusya arasında yeni bir uzlaşmaya ve nükleer silahları karşılıklı olarak denetleme anlaşmasına yol açabilir.
Nükleer reaktörleri ve CIA’nın biyolojik savaş fabrikalarını ele geçirerek kendi güvenliğini sağlayan Rusya’nın, Donetsk-Luhansk-Mariupol-Harkov-Kırım’ı bir şekilde elde tutması ya da ilhak etmesi, Ukrayna’nın geri kalanında Finlandiya modeline uygun silahsız ve bağlantısız bir tampon devletin bırakılması yegâne çözümdür. Muhtemelen Rusya nükleer tehdidi kullanarak Batı’yı buna razı etmeye çalışıyor.
Bu türden bir uzlaşmanın alternatifi, Doğu Avrupa, Baltık bölgesi, Kore Yarımadası, Tayvan ve giderek bütün kıtaları kaplayan ve taktik düzeyde başlayarak kıtalararası nükleer savaş felaketine yol açacak topyekûn bir dünya savaşıdır. Geri zekâlı CIA’nın İdlib, Peşaver ve Afganistan’daki vahşileri Ukrayna’ya sevk etmesi -bu yönde haberler var- Ukraynalı faşistleri iyice şımartarak daha fazla silahlandırması, Ukrayna hava sahasına müdahale etmesi gibi gelişmeler, savaşı Doğu Avrupa’ya ve Baltık bölgesine doğru genişletecektir.
Bugünkü savaşta faşizme ve emperyalizme karşı demokrasi ve sosyalizm mücadelesi gibi bir şey görmek nostaljik bir yanılsamadan başka bir şey değildir. “Rusya NATO’yu ayağının altına alıp çiğnese de yüreğimiz soğusa” duygusunu paylaşıyoruz elbette, fakat bunun bir geçerliliği, gerçekliği yok. Amerikan Conisi’nin Irak’ta ve Afganistan’da yüz binlerce insanı katletmesi, Rusların NATO ülkelerinde aynı şekilde katliam yapmasını herhalde haklı çıkarmaz. İki gücün ikisi de kötüdür; sömürü ve savaş dışında insanlığa katabilecekleri bir değer kalmamıştır; kendi halkları da bunun farkındadır.
Bugünün dünyasında tek sistem (küresel kapitalizm) ve ticaret yolları ile enerji kaynakları ve enerji nakil yolları için rekabet eden üç kutup (ABD-Rusya-Çin) arasında emperyalist bir paylaşım mücadelesi sürmektedir. Biraz itiştikten sonra fazla uzatmadan masaya oturup, Yalta’daki gibi paylaşmalarını ya da Brejnev-Nixon gibi masaya oturup anlaşmalarını ve nükleer silahlarını evreler hâlinde söküp toprağa gömmelerini ancak temenni edebiliriz. Aksini yaparlarsa insanlığı yok oluşa sürükleyecekler.
Temenni etmenin dışında, günümüzde savaşı durduracak ve onu besleyen vahşi neoliberal kapitalizmi dizginleyecek olan tek şey, tekil ülke halklarının eşitlik, özgürlük, sosyal refah ve nükleer silahlardan arınmış dünya için verecekleri örgütlü kitlesel mücadelelerdir. Batılı ve doğulu devlet başkanlarının ve orduların bu mücadelelere olumlu katkısı olmaz. Hakikat ile palavrayı ayırmak, propagandanın ardındaki soğuk jeostratejik mantığı ve her iki taraftaki kapitalistlerin kâr hırsını görmek gerekir.
Ukrayna’da orak çekiçli bayrak taşıyan zırhlı araç bizi heyecanlandırabilir. Sözlerine Stalin’in katkıda bulunduğu, Şostakoviç’in bestelediği Sovyet millî marşı Luhansk’ta topluca söylendiğinde ben bile “bituhaf” oldum. Ancak bu sembollerin Çekya, Slovakya, Polonya, Romanya, Bulgaristan, Baltık ve Ukrayna’da yaşayan normal insanlarda hortlak görmüş gibi dehşet uyandırdığını da unutmayalım.
Çok farklı bir dünyada yaşıyoruz. Tarihin değirmeni yavaş döner fakat ince öğütür. İnsan algısı ve bilinci olayları hep geriden izler.
Meraklısına bir not:
Hangi ülkenin klasik emperyalizm tanımına uyduğunu göstermek için Lenin’in 106 sene önce, 1916’da yazdığı “Emperyalizm” kitabından alıntı yapanlar, dünya savaşında devrimci tutumu anlamak için Zimmervald (1915) Konferansı’nda yaşanan bölünmeyi ve Kiental Konferansı’nın (1916) “Yıkıma ve Ölüme Sürüklenen İnsanlara” başlıklı manifestosunu bir kez daha okumalıdırlar.
yalogan@gmail.com
https://gercekgazetesi1.net/isci-ve-sendika/dilovasi-systemairden-bir-isci-emperyalist-savasa-karsi-sinif-savasi
https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/ozdemir-ince/bir-tuhaf-hesaplasma-2-1915370
Özdemir İnce yine ulusalcılığını konuşturmuş. Şaşırmadık!
Evet ulusalcı mulusalcı falan, ama çok güzel özetlemiş olayı.
ABD-AB-NATO Rusya’yı her taraftan kuşatıp yutmaya hazırlansın, bu amaçla Ukrayna devletini bu vekalet savaşında piyon olarak kullansın. Rusya da kendisini yok etmek isteyenlerin bu kuşatmasını yarmaya çalışınca “saldırgan” olsun!
Ya ne yapacaktı Rusya? ABD-AB-NATO’ya koyun gibi boynunu mu uzatacaktı?
Sokakta silahlı serseriler etrafınızı sarmış, sizi öldürmekle tehdit ediyor. Hatta tek kelime etmeden sadece silahlarını gösteriyorlar. Onlar vurmadan siz onları vurdunuz diye kim sizi suçlayabilir? İlk kurşunu onların atmasını mı bekleyecektiniz?
Hitler de kendini böyle savunabilirdi mesela (savunmuştur da). Benim hayat sahamı tehdit ediyorlardı. Zatein Versay Antlaşması’yla silahlanmamı ve kendimi savunmamı da engellelemişlrdi. Onlar vurmadan ben onları vurdum vb vb…
Hitler ve Nazilerin demagojileri tamamen kendi yayılmacılıklarına bahane bulmak içindi.
Bugünün yayılmacı ve saldırgan süper güçleri ABD-AB-NATO’dur, Rusya değil.
Afganistan, Irak, Suriye’de yaptıkları Rusya’ya yapacaklarının bir göstergesidir.
Vekalet savaşlarını genel bağlamından koparıp başka olgularla ilgisiz, soyut bir “Ukrayna savaşı”, veya Afganistan, Irak işgalleri, ya da Suriye, Yemen, Libya iç savaşları diye adlandırmak, resmin bütününü görmemek, özünü kavramamaktır.
Bütün bu ülkelerdeki çatışmalar ABD-AB-NATO’nun dünyaya tek egemen olmak için sürdürdüğü yayılmacı savaşın çeşitli cepheleridir.
Ukrayna’yı işgal etmeye kalkışmak neyin nesi peki?
Rusya da emperyal yayılmacıdır.