Re-Doktrine Edilmiş Pür Bir Leninizm Nereye Varacak!


Başarısız bir öğrenciydim. Sıkıcı öğretmenlerin, yıllardır anlatmaktan kendilerinin de gına getirdiği derslerini dinlemekten hiç hoşlanmazdım. Hele sıra Tarih dersindeki “Karlofça muahidesi”nin maddelerine gelince karnıma bir ağrı girer, öğretmenden dışarı çıkmak için izin istemek zorunda kalırdım. “Çift dikiş” giderek, ileri yaşlarımda Ankara Atatürk Lisesi’nde ikinci sınıfa kadar geldiğimde aniden bir değişiklik oldu. Bu değişikliğe yol açan, iki öğretmenimizdi: Felsefe öğretmenimiz Hayrünisa Köni ve Edebiyat öğretmenimiz Hicran Hanım (ne yazık ki soyadını bilmem). Bu iki öğretmenimiz de bize alışılmış kalıpları sunmak ya da “failatün failün” kalıplarını dua edermiş gibi tekrarlatmak yerine değişik bir yöntem uygularlardı. Hayrünisa Hanım, bir öğrenciyi ayağa kaldırır (bu öğrencilerin başında ben gelirdim) ve o öğrenciyle Sokrat tarzı bir tartışmaya girerdi. Bu felsefi tartışmalara mantığımı zorlayarak büyük bir hevesle katılırdım. Hicran Hanım ise, bir hafta önceki kompozisyon konusunda seçtiği en iyi kompozisyonların sahibi öğrencileri tahtaya çağırır (genellikle benim kompozisyonum da seçilmiş olurdu) ve sınıfı, o kompozisyonda ileri sürülen fikirler hakkında tartışmaya davet ederdi. Birdenbire bu iki dersin en parlak öğrencilerinden biri olmuştum. Demek, daha önceki başarısızlıklarımın kabahati bende değil, dogmatizme dayanan eğitim sistemindeydi.

Dün, “Elyazmaları” adlı grubun Şişli Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde düzenlediği “Lenin Sempozyumu”na gittiğimde kendimi, “karın ağrıtan” o eski sıkıcı derslerden birindeymişim gibi hissettim. Konuşmacılar, Leninizmin çeşitli veçhelerini aralarında paylaşmış, bizlere “Leninizm” dersi vermekteydiler: Lenin’in örgütlenme anlayışı; Lenin’de taktik ve Strateji; Lenin ve Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı (ilk iki konuşmacıya yetişememiştim). Bu “dersler” ya da “ilkeler” üstelik Lenin’in Ekim Devrimi sonrası pratiğinden büyük ölçüde kopuk bir şekilde anlatıldı. Tamam, ilkeler ya da yönelimler bunlardı da, bunlar pratikte nasıl uygulanmıştı, bu konularda en azından parti içinde ne gibi tartışmalar olmuş, ne gibi farklı tezler çıkmış, örneğin Troçki ne demiş, “kızıl terör” nasıl uygulanmış, Çeka neler yapmış, soyut işçi sınıfı değil ama somutta yaşayan işçilerin partinin uygulamalarına tepkisi ne olmuş, Kronstadt ayaklanması neden meydana gelmiş, Stalin’le Troçki arasındaki tartışmalar neymiş vb vb. bunlara dair hiçbir şey yoktu. Son konuşmacı UKTH üzerinde pratik bazı örnekler verdi ama bunlar da gerçeklikten epeyce kopuktu. Örneğin, Ekim’den sonra UKTH’nın aslında proletaryanın (yani somut pratikte partinin) kaderini tayin hakkı şeklinde uygulanıp uygulanmadığının, UKTH’nın sadece Beyazlar tarafından değil Kızıllar tarafından da ihlal edildiğinin, devrimin hemen başındaki Finlandiya örneğinin bir daha tekrarlanmadığının, çünkü Finlandiya’nın aslında zaten bağımsız bir ülke haline gelmiş olduğundan onun kaderini tayininin fiili bir durumun tanınmasından ibaret olduğunun üzerinde bile durulmadı.

Tam “izin isteyip” dışarı çıkacaktım ki, “derslerin” birinci bölümünün bittiği, şimdi tartışmalara geçileceği ilan edildi toplantı başkanı arkadaş tarafından. Evet ama saat öğleni bulmuştu, insanlar dinlemekten yorulmuş, dahası acıkmışlardı. “Tartışma” gibi, belki de toplantıyı canlandırması ihtimali olan bir bölümün böyle iki ara bir dereye sığdırılması doğru muydu? Toplantı başkanına “tartışma” bölümünün yemek arasından sonraya bırakılmasını önerdim ama bu önerim her şeyi daha önceden ayarlayan toplantı düzenleyiciler tarafından kesinlikle kaale alınmadı.

Beklediğim gibi, “tartışmalar” bölümü, kimsenin pek ciddiye almadığı kakafonik konuşmalarla (benimki de dahil) geçti. Zaten bu tür “tartışma” bölümlerinin, “bakın bizde de fikir özgürlüğü var” gösterisine olanak sağlamak için düzenlendiğini ne zamandır biliyordum. Tamam, herkese söz hakkı verilmesi iyi bir şey de, oraya gelenler hiç tanımadıkları kendileri gibi birinin beş dakika içinde söylediklerine neden kulak versinlerdi ki? Oraya gelenler esas konuşmacıları dinlemeye gelmişlerdi. Tartışma olacaksa isimleri ilan edilen konuşmacılar arasında olmalıydı. İşte o zaman tartışma ilgi çekici olabilirdi. Örnek verecek olursam, oraya, aralarında büyük bir anlayış birliği olan konuşmacılar yerine (beş kişiydiler ama tek kişi olarak kabul edilebilirlerdi, onları temsilen Perihan Koca ya da Nuray Sancar yeterliydi) Leninizmi farklı yorumlayan bir Stalinistin (örneğin Kemal Okuyan’ın), bir Troçkistin (örneğin dogmatik Troçkizmin temsilcisi Sungur Savran’ın ya da ondan farklı bir Troçkist yönelimi temsil eden Masis Kürkçügil’in), bir Maocunun (örneğin Emrah Cilasun’un), bir devrimci Marksistin (örneğin Fikret Başkaya’nın), bir anarşistin (örneğin Gün Zileli’nin), bir liberal Marksistin (örneğin Murat Belge’nin), hatta daha da ileri gideyim, bir sağ kanat Stalinistin (örneğin Doğu Perinçek’in) katılması (Evet, o zaman konuşmacı sayısı biraz fazla oluyor ama bunların arasından, tartışmayı alevlendirecek iyi bir seçme yapılabilirdi) gerçek bir tartışma ortamı yaratır ve toplantıyı verimli kılardı.

Böyle yapılmamış ve öğle arasına sıkıştırılan ‘tartışma” bölümü toplantıyı canlandıracak hiçbir katkıda bulunmamıştı. Zaten “tartışmaya” ayrılan konuşmaların yarısını da yine kürsüdeki konuşmacıların cevapları kapsadı.

Öğleden sonraki, sempozyumun ikinci bölümünü izlemedim artık. Nasıl olsa aynı şeyler söylenecek, aynı Leninist re-doktrine konuşmalar yapılacaktı.

“Tartışmalar” bölümünde de değinmeye çalıştım, kötü bir konuşmacı olarak (yazarlıkla konuşmacılık her zaman üst üste oturmaz; kısacası iyi bir şarkıcı olmak iyi bir balerin ya da balet de olunacağı anlamına gelmez). Leninizmin somut pratiğine değinmeyen ya da asgari düzeyde değinen “pür” bir Leninizm oluşturma çabalarının hiçbir faydası yoktur. Bu, Katoliktik, Protestanlık vb. gibi Hristiyan mezheplerine değinmeden Hristiyanlığı anlatmaya benzer. Koca toplantıda Lenin’in örgüt teorisinden söz edilirken bir kere Martov’un adı geçti. Bunun dışında, ne Troçki’nin, ne Stalin’in ne de herhangi bir başka Bolşevik’in adı yer aldı konuşmalarda. Bu da bir maharet aslında! Böylesine hiç tanık olmamıştım.

Marksizm-Leninizm büyük bir bunalım, hatta çöküş içinde. Onu kurtarmak için yeniden ilk kaynaklara dönülüp “pür” bir Leninizm yaratılmaya çalışılıyor ama bu, çöküşü hızlandırmaktan başka bir sonuca yol açacakmış gibi görünmüyor.

Gün Zileli

1 Aralık 2019

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

1 Comment

  1. Marksizm-Leninizm büyük bir bunalım, hatta çöküş içinde.
    Kemalizm ve Apoizm de öyle.
    Ortaya çıkan bu boşluğu doldurabilecek tek izm Erdoğanizm gibi görünüyor.
    Bir de Gülenizm vardı ama Erdoğanizm onu da yedi.
    Toplum boşluktan nefret eder.

Leave a reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir