Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Paris Komünü ve Esnaf

Direnişler, Duyurular

 

Arkadaşların uyarısı sonucu, Marx’ın 1848 Devriminde Paris esnafının tutumuna ilişkin sözlerinin bu metinde 1871 Paris Komünü’ne uyarlandığı anlaşılmıştır. Doğru metin, “Marx’ın, 1848 Devrimi’nde Paris Esnafının Tutumuna İlişkin Değerlendirmesi” başlığı altında yine burada yayınlanan ve İngilizcesi de verilen metindir. Esnafa ilişkin değerlendirmede özünde bir farklılık olmamakla birlikte tarihi gerçeklere uymadığı için aşağıdaki metin geçersizdir. Burada yayınlanan ikinci metni doğru kabul etmenizi rica eder, olayların sıcaklığı ve aciliyeti dolayısıyla kaynak araştırması yapamadan böyle bir metni yayınladığım için özür dilerim.

 

Gün Zileli

 

marx, paris komünü sonrasında esnafı şöyle değerlendirmişti:

“tarih hiçbir zaman bu kadar lümpen bir ahmaklar grubuna toplu olarak şahit olmamıştır. parisli esnaf, komünü savunmak için caddelerinde barikat kuran komünistlere saldırmış, caddenin yeniden normalleşmesine, barikatın açılmasına, komünün yıkılmasına yardımcı olmuşlardır. bunu günlük karları için yapmışlardır. ancak unuttukları bir şey vardı ki barikat yıkılınca caddeye girenler onun müşterileri değil alacaklılarıydı ve burjuvalar çoğunu ağır senetlere zorladılar, bir kısmının da kapısına mühür vurdular. küçük burjuvazinin müşterisi bizzat o barikatı kuranlardı. bunu acı bir deneyimle öğrendiler.”

http://tl.gd/n_1rlbaul · Reply
Report post (?)

 

 

Paris Komünü ve Gezi Parkı: Bir Yanıltıcı, Yaratıcı Çeviri

Posted by  on Temmuz 15, 2013 in Dil SorunlarıGüncel

Gezi Parkı olayları sırasında çeşitli sahte ya da temsili resimler dolaşıma girdi. Resmi şiddetin akıl almaz çirkinlikteki büyüklüğü bunların çirkinliğini gölgede bırakmış olması, bunların neden nasıl ortaya çıktığını sorgulamayı ihmal ettirmemeli.

Sahte ya da yanıltıcı mesajlar da dolaşıma girdi kuşkusuz; başka dildeki mesajların çeviri ve uyarlamaları da sıkça görüldü. Bunlar da ilerde inceleme konusu olacaktır.

Fakat büyük olasılıkla ilk kez, fazlasıyla gerçekçi görünen bir çeviri alıntısı ortaya çıkmış bulunuyor. Taksim semtindeki esnafla protestocular arasında yaşatılan gerilimi açıklamak üzere Marx’tan bir alıntı dolaşıma girdi.

Yaygın hali şöyle:

“tarih hiçbir zaman bu kadar lümpen bir ahmaklar grubuna toplu olarak şahit olmamıştır. parisli esnaf, komünü savunmak için caddelerinde barikat kuran komünistlere saldırmış, caddenin yeniden normalleşmesine, barikatın açılmasına, komünün yıkılmasına yardımcı olmuşlardır. bunu günlük karları için yapmışlardır. ancak unuttukları bir şey vardı ki barikat yıkılınca caddeye girenler onun müşterileri değil alacaklılarıydı ve burjuvalar çoğunu ağır senetlere zorladılar, bir kısmının da kapısına mühür vurdular. küçük burjuvazinin müşterisi bizzat o barikatı kuranlardı. bunu acı bir deneyimle öğrendiler.”

Bu metin, Marx’ın üslubunu tanıyanlar için de, dildeki özensizliğin farkına varanlar için de kuşku uyandırıcı. Nesnel bir analiz yapmak üzere yola çıkan biri “lümpen ahmaklar” diye girmez söze. Diğer yandan, kaynağın verilmemesi ve çevirmen isminin belirtilmemesi önemli bir sorun.

Bu alıntıyı, büyük olasılıkla ilk kez bir İtüsözlük yazarı, 2010 yılında, bir resim galerisine yapılan Tophane  saldırıları sırasında kullanmış; saldırganları açıklayan bir alıntı olarak düşünmüş.

 

Kısa süre sonra bu metnin şöyle bir metinden uyarlanmış olduğu anlaşıldı:

“… Haziran günlerinde, hiç kimse, mülkiyeti kurtarma uğruna ve krediyi yeniden tesis etme uğruna, Paris küçük-burjuvaları, kahveciler, lokantacılar, marchands de vin, küçük tacirler, dükkancılar, zanaatçılar vb. kadar bağnazca savaşmamıştı. Dükkan, bütün kuvvetini toplayarak sokaktan dükkana yeniden geçişi sağlamak için barikata karşı yürümüştü. Ama barikatın ardında dükkanın müşterileri ve borçluları, önünde ise alacaklıları vardı. Ve barikat devrilip işçiler ezildiğinde, ve mağazaların bekçileri zafer sarhoşluğu içinde yeniden dükkanlarına koşuştukları zaman, dükkan kapısının, mülkiyetin bir bekçisi tarafından, kendilerine birtakım göz korkutucu kağıtları uzatan resmi bir kredi memuru tarafından kesilmiş olduğunu gördüler: vadesi geçmiş poliçe, vadesi dolmuş senet, vadesi gelmiş bono, batmış dükkan ve batmış dükkancı buldular…”

Bu metin Marx’ın Türkçeye ilk kez Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 adıyla çevrilen kitabının içinde, 2. Bölüm’de yer alıyor. Fakat biri metni almış, başka bir duruma uyarlamış: ya iki ayrı metni bir araya getirmiş, ya da yanlış bir çalakalem çeviri yapmış. Daha da önemlisi, (bunu Seval Esaslı saptadı) Marx, 1848′de yaşananlardan bahsederken metni uyarlayan kişi metnin bağlamını alıp Paris Komünü’ne, 1871′e taşımış.

“Lümpen” metni şu anda internette çok değişik biçimlerde, metin olarak, resimleştirilmiş olarak vb. paylaşılmış durumda. Palalı Adam tipine karşı duyulan tiksinti duygusunun bir ifadesi olarak yayılıyor. İki metin arasındaki tarih ve bağlam farkı, önemsizleşmiş durumda. Her örneği yakalayıp düzeltmeye çalışmak beyhude.

Fakat metnin üretilmesine ya da ortaya çıkmasına yol açan en eski bağlam ilginç. Bu alıntıyı, büyük olasılıkla ilk kez bir İtüsözlük yazarı, 2010 yılında, bir resim galerisine yapılan Tophane  saldırıları sırasında kullanmış; saldırganları açıklayan bir alıntı olarak düşünmüş. Bu şaşırtıcı, çünkü Tophane saldırıları sırasında bir komünü düşündürecek herhangi bir şey yok ortada. O dönem için abartılı bir kıyaslama olmuş.

(Kuşkusuz burada metnin şu ana kadar saptanamamış bir kaynaktan alınmış olmalı olasılığını da bir yana yazmak gerekli; ama aşırı benzerlik bu olasılığı zayıflatıyor.)

Fakat bugün bu alıntının gerçek bir metinden mi alındığı, yoksa tümüyle uydurma mı olduğu sorusu önümüzdeki günlere kalıyor. Ama önemli bir bağlantı bu: Gezi Parkı avm’sinin, Taksim’in soylulaştırma süreci içinde bir yerde yer aldığını hatırlatıyor. Şu an için önemli olan bir çeviri metnin güncel duruma uygun şekilde dönüştürülerek anonim bir şekilde kullanılmasının mümkün olduğunu; gerçek ile kurgunun kolayca karıştığını bir örnekte daha görmek. Bu kez kıyaslama Gezi Parkı çevresinde yaşananlar nedeniyle daha etkili bir kıyaslama haline geliyor.

***

Tuhaflık burada bitmiyor, konunun bir de intihal boyutu var: Fransa’da Sınıf Mücadeleleri 1848-1850 adlı metnin ilk baskısı Sol Yayınları’nda M.E. imzasıyla 1967 yılında yayımlandı; İngilizceden yapılan bu çeviri daha sonraFransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850 olarak Sevim Belli imzasıyla yayımlandı. Kitabın ilk Almanca aslından çevirisiyse Erkin Özalp tarafından yapıldı. Bunun dışında çeşitli yerlerde yayımlanmış intihal çeviri örnekleri var ve nette süreç içinde bunlar da paylaşıma girdi; yukarıda internette yayılan bir örneği kullandık. 1967 yılında M.E. imzasıyla yayımlanan metin şöyle:

“Haziran olaylarında, mülkiyetin korunması ve kredinin eski haline getirilmesi için, hiç kimse, Paris küçük burjuvazisinden; kahveciler, lokantacılar, şarap satıcıları, küçük tüccarlar, dükkâncılardan daha bağnazca savaşmamışlardı. Dükkâncı, bütün gücünü toplayıp, sokaktan dükkâna doğru müşteri akışını yeniden tesis etmek için barikata karşı yürümüştü. Ama barikatın arkasında müşteriler, borçlular ve barikatın karşısında ise dükkânın alacaklıları vardı. Ve barikatlar devrilip işçiler ezilince, mağaza koruyucuları zafer sarhoşluğu içinde dükkânlarına doğru yeniden kendilerini attıkları zaman, dükkânlarının önrünün, bir mülkiyet kurtarıcısı ve göz korkutucu mektupları kendilerine uzatan bir resmi kredi memuru tarafından kesildiğini gördüler: vadesi gelmiş poliçe, vadesi gelmiş borç, vadesi gelmiş bono! Ve bunların altında ezilen dükkân ve dükkâncı!”

 

39 Comments

  1. Özgür

    Merhaba. Bu yazınızın kaynağını bulamadım. Kaynak belirtebilir misiniz mümkünse. Teşekkürler.

  2. Gün Zileli

    yazının altındaki linki tıklarsanız kaynağı veren arkadaşın adresi çıkıyor. Ben ondan aldım.

  3. Kadim Suhte

    Marx emmiye selam soyleyin; hakkaten de Paris esnafi, Paris Komununu kapattirdiktan sonra bir daha belini dogrultamadi.. o aci deneyimi hic ama hic unutamadilar.. o gun bugundur aglar dururlar..

    Kirk yillik esnaf cikarinin nerede oldugunu bilmeyecek; kart devrimcilerin pesine takilmis agzi sut kokan orantisiz zeki veletler bilecek he mi?..

    Yaw, birakin bu teraneleri..

    Agac-ot-bok-bortu-bocek ayaklarina, bir aydir ahalinin ocagina incir dikmenin, ne Marx’in ne de baska bir ahir zaman peygamberinin hadisiyle, savunacak bir taraf mi kaldi?

  4. Gün Zileli

    Buyrunuz. İbretlik böyleleri de var. G.Z.

  5. Kadim Suhte

    Gun bey,

    Ne yalan soyleyeyim; yayinlayacaginizi hic sanmiyordum. Bu bakimdan beni mahcup ettiniz –her ne kadar ‘ibretlik’ diyerek yayinlamis iseniz de.

    Ote yandan, gecmiste yazilarinizi okuyup takdir ettigim coktur, ama –ozellikle son yazilariniza bakaraqk– “hangi alemde yasiyor bu taife” diye sormadan edemiyorum..

    Tamam, anarsistlik guzel sey –tam anarsist olunamazsa da, oyleymis gibi davranmak da hos olmali– ama, baskalarinin hayatini kasden ve taammuden cehenneme cevirmek midir amac?

    Evet, ben de Gezi Parki olaylarindan bahsediyorum.. O ilk orantisiz siddete ben de karsi gelmistim; ama, takip eden hafta boyunca, ipini koparanin guruh olusturup anayollari/caddeleri sabahlara kadar gecilmez kilmasi, sabahin seherine kadar tepemizde tencere tava calarak cumle alemi uykusuz/huzursuz etmesi sayesinde, benim gozumde o sevda bitti.

    Zaten yeterince berbat olan Istanbul trafigi yetmiyormus gibi, o ilk bir hafta boyunca evime ekstradan 3-4 saat daha gec gittim.. gittim de ne oldu? uyku haram.. tencere tava gurultusunden..

    Acil birsey olsa, insan evinden cikamayacak; ciksa, yolda kalacak..

    Bu kadari benim baktigim yerden gorunenler..

    Bir de, gosterilerin odagi olan bolgede yasayanlari dusunmek lazim.. Konutlar cok degil; ama, ticaret bolgesi.. esnafin/tuccarin isi gucu var. Insanlar para kazanmak, ev gecindirmek pesindeler.

    Onlar ekmek derdinde; orayi isgal eden guruh ise “buralar bizden sorulur” havalarinda, keyfi ceken, cagriya uyan geliyor ‘eylem koyuyor’ sonra gidiyor, baska hicbirsey ya da hic kimse umurlarinda degil..

    Ve, burada siz (ve baska benzer yerlerde baskalari) daha etkili olmasi icin (ne demekse) teorik oneriler, katilan sevimli veletlere (!) de guzellemeler yaziyorsunuz..

    Bu mudur?

    Daha dogrusu, asil ibretlik olmasi gereken bu degil midir?

  6. Yusuf Cemal

    Bir ara vardı, özelleştirmeleri topluma yedirebilmek için durmadan medya eliyle “memur kafalı”, “memur zihniyetli” felan der dururlardı. Bunu diyerek, salla başı al maaşı zihniyetine laf ediyorlardı güya.

    E şimdi biz de, “esnaf kafalılık” sözünü devreye sokmalıyız. Yani, yarınını düşünmeyen, elinde avcunda ne varsa satıp savan, ordan burdan borç alıp, bu sefer olacak bu sefer olacak diye eş dost kazıklamaya kalkan, en büyük korkusu bir başkasından emir alacağı amele olma durumuna düşmek olan, çalışan olmaktan ölesiye korkan kişiler anlamında.

    Farkındaysanız, bu topraklarda Ermenilerle birlikte ortadan kalkan zanaat kültürü yerine bu bezirganlar başımıza musallat oldu. Minibüsçüsünü Demirel musallat ettiydi. Taksicisi ise, plaka sayısını düşük tutarak plakaların hava parasını trilyonlar seviyesinde tutan devlet. Hanutçu’sunu rüşvet verdiği polis.

    Ve yine fakındaysanız, esnaf için geçerli tüm sıfatlar aynen bu hükümet için de geçerli: Elde avuçta ne varsa, satıp inşaat yaptılar. IMF ile borcu kapatıp, o borcun 8 katı borç aldılar, üstelik 20 yıllık vade ile. Bu 20 yıl boyunca o borcu misliyle ödeyeceğiz demek.

    Kadim Suhte, sen durumu anlamamışsın. Yalnızca esnafın çıkarı bizde demiyoruz. Eğer ayağınızı denk almazsanız, görürsünüz çıkarınızın kimde olduğunu diyoruz.

    Ağzımız süt kokuyor olabilir. Ama istersen beni kazıklamak için bin dereden bin su getirken bunu söyle de, o zaman söyleyeyim senin ağzının ne koktuğunu. Dandirik malını da kime satarsan satarsın.

    Ben iş bulurum ağa. Emir de alırım, hakarete rağmen de, üç otuz paraya da çalışırım. İşsiz kalsam da atlatırım bir şekil. Sen şu önümüzdeki ekonomik kriz geldiğinde ben o mallarını almayınca, neyini satacaksın, onu düşün.

  7. İsmail Cengiz

    BEYOĞLU ESNAFI

    Son günlerde bir “Beyoğlu esnafı” türedi. Gezi direnişçilerini sokak aralarında teker teker yakalayıp saldıran birileri.

    Sosyal medyada da bunları “Beyoğlu esnafı” olarak nitelendirme rüzgarı esiyor.

    Beyoğlu esnafı Beyoğlu semtinin asıl esnafı, yani o semtin karakteristiğinden yararlanarak çalışan esnaf demektir.

    Gece kulübü, bar, içkili lokanta, meyhane, diskotek gibi alkol satan ve eğlence sektörüne hizmet eden esnaf. Yoksa kebapçı, büfeci, pastacı değil. Onlar Beyoğlu’ndan atılsalar da Esenler’de dükkan açarlar.

    Bu nedenle Beyoğlu esnafı kendisini bekleyen gerçek tehlikeden haberdar ve Gezi Direnişçilerinin safında yer alıyorlar.

    Paris Komünü benzetmesi bu duruma uymuyor.

    Beyoğlu’nda direnişçilere saldıranlar “Beyoğlu esnafı” değil, AKP’nin tetikçileridir.

  8. Gün Zileli

    Kadim Suhte arkadaşım, yazdıklarınız bana yüzde yüz ters olsa ve direnişçileri “velet” falan türü sözcüklerle aşağılamaya çalışsanız da son tahlilde kötü bir insan olmadığınız, ancak kavrayısızlığınız yüzünden böyle şeyler yazdığınız kanaatine vardım. Ekmek parası öyle mi? Ah size bir anlatabilsem. Sizin o mağdur olan esnafınız hem de o sokaklarda direnen insanların sırtından para kazandı bugüne kadar ve o insanların yüzde doksanı ücretli emekçiler. Sabahlara kadar polisin biber gazına, tazyikli suyuna göğüs geren o insanlara “velet” diye hitap ettiğinize bir gün pişman olacaksınız ama umarım çok geç olmaz. Ya demek tencere tava seslerinden çok rahatsız oldunuz. O yandaş medyanın günün yirmidört saati beynimizi yıkamasından rahatsız olmayanlar demek insanların kırk yılda bir başkaldırıp elinde başka araç olmadığından protestosunu tencere çalarak ifade etmiş olmasından şikayetçi olmuş, yazık. Yüreğinize ve vicdanınıza bir sorun derim. Selamlarımla.

  9. Kadim Suhte

    Gun bey,

    ‘Velet’ deyisimin rahatsiz bulmanizi yadirgadim; benim gozumde lise/universite ogrencileri velettir cunku.

    Ama, israrciysaniz, ‘orantisiz zekali cocuklar’ teriminde oldugu sekilde ‘cocuk’ da diyebiliriz –“gulun adi’..

    Sizin o mağdur olan esnafınız hem de o sokaklarda direnen insanların sırtından para kazandı bugüne kadar ve o insanların yüzde doksanı ücretli emekçiler.

    Bunu “yüzde doksanı ücretli emekçilerin issiz kalmasi onemli degil” diye mi anlamaliyim –yani, devrime giden yolda bunlar ‘collateral damage’ mi sayiliyor?

    Ya demek tencere tava seslerinden çok rahatsız oldunuz. O yandaş medyanın günün yirmidört saati beynimizi yıkamasından rahatsız olmayanlar demek insanların kırk yılda bir başkaldırıp elinde başka araç olmadığından protestosunu tencere çalarak ifade etmiş olmasından şikayetçi olmuş, yazık.

    Yok oyle degil. Siz bu baskaldiranlarin sadece dar bir kesitine bakiyorsunuz.

    Bahsettigim ‘tencere-tava orkestrasi’ sehrin varoslarinda degil. Uzun tasvire gerek birakmayacak sekilde soylece kisaca ozetleyeyim: Bu semtteki binalarin/villalarin garajlarina soyle bir bakacak olursaniz, 3 yasindan eski Merc, BMV, Audi, Porsche, Ferrari vb.den baska otomobil goremezsiniz diyeyim de gerisini siz anlayiniz lutfen…

    Ya da soyle soyleyeyim: Ben bugune kadar ezilen siniflarin baskaldirisini hic bir zaman kinamadim, kinamam da –tersine hakli da bulurum. Ammaa, ezilmek soyle dursun, artik degerin kaymagini yiyenlerin (kendilerinin ya da veletlerinin) “ozgurluk” su bu diyerek sokaklara dokulmesini, tencere-tava takirdatmalarini ne kabul edebiliyorum, ne de anlarim..

    Benim baktigim yerden, bu, birinci kademede, merkeze yuruyen cevrenin tehdidinden dolayi tedirgin olanlarin kalkismasidir.

    Bunun neresini romantisize etmege deger buldugunuzu anlamiyorum –hele de sol bakisla bunu nasil telif edebiliyorsunuz; anlamak kabil degil.

    Ikincisi, evet, genclerimizin ciddi issizlik sorunu var.

    Diplomasizlarin hep vardi da, simdi diplomalilarin sorunu daha bir belirginlesiyor. Diplomalarina layik is bulmak umitleri yok denecek kadar az; ve, bu onlari haliyle rahatsiz ediyor.

    Baska bir deyisle, sizin deyiminizle, “sırtından para kazan”acak isveren bulamiyorlar. Bu, onemli bir tedirginliktir; bu yuzden sokaga dokulmek isten bile degildir.

    Oyledir de, birilerinin bu “orantisiz zekali” veletlere/cocuklara/genclere bu problemi sokalara dokulerek cozemeyeceklerini –hatta issizligi daha da artiracaklarini– anlatmasi lazim…

    Lazim da.. nerde?..

    Gecen gun bir yerde (simdi linki bulamiyorum) ‘Fortune 500’ listesinde (yani dunyanin en zenginleri arasinda) TR’den 43 ismin oldugunu, buna karsilik dunyanin en buyuk 500 sirketi arasinda sirketlerimizin sayisinin bir elin parmaklarini gecmiyor oldugu istatistigi vardi.

    Yani, o kadar cok zengin bireyimiz var, ama o zenginligi temsil edecek sirketlerimiz yok denecek kadar az.

    Bundan, ben, bu zengin insanlarin buradan para kazandigini ama buralara pek de yatirim yapmadigini anliyorum –ranttan para kazaniyorlar.

    Asil ilginc olan da, eminim, bu zenginlerimizin –kendilerine ‘capulcu’ da diyerek– sokaga dokulenlerle dayanisma icinde olmasi olsa gerek..

    Buna ‘kurtlarla ulumak’ mi demek daha isabetlidir; bilemem. Ama, Marxistlerin, Anarsistlerin, Liberllerin, Anti-Kapitalistlerin, Isci Sinifinin temsilcilerinin vs vb ‘koprador’larla ayni saflarda bulusmasi bir ‘quantum moment’ olarak kayda gecmelidir..

    Bir yazinizda da bu garabete deginseniz mutesekkir olurum.

  10. Kadim Suhte

    Yusuf bey,

    Oyle bir intiba vermis olmaliyim; ama, duzelteyim: Ben esnaf degilim. Isyerim de Taksim/Beyoglu veya civarinda da degil.

    Gun beyin blogunda benim gibi birine rastalamak biraz garip olsa gerek –sundan dolayi: Kategorize etmek isteyenler icin ben bir ‘kapitalist’im. Otomotiv sektorunde dogrudan (yerli ve yabanci) ana sanayiye uretim yapan KOBI-irisi sayilabilcek bir sirketin sahiplerinden bir pir-i faniyim. Gunum, Gun beyin terminolojisinde “emekci” olarak gecen insanlarla beraber gecer; onlar bir vardiya calisir ben iki.. Yonetici kadromuzda villada oturanlar var; ben hala daha dairede oturuyorum. ‘Var-yemez’ diyenler olmustur; sikayetci degilim. Bunlarin hicbiri onemli degil. Gecelim.

    Kirk seneyi askin bir suredir sektorde olan birisi olarak sunu diyebilirim: ‘Patron kati’nda olmak pek de bir seyi degistirmiyor. Ben de emir alirim/aldim, ben de uc-otuz paraya calisirim/calistim. Turkiye’de hic de seyrek olmayan kriz donemlerinde bunlari fazlasiyla yasadik. Sag olanlarin daha da yasayacaginin garantisi de var.

    Issizlik herkes gibi beni de korkutur. Dolayisi ile, benim urettigim seyleri almazsaniz, tabii ki ben zorda kalirim/batarim.

    Ama, o madalyonun oteki tarafinda sizin sokaklara cikip ortaligi allak bullak etmeniz yazmak zorunda degil ki…

    Hatta, oylesinin, cozume degil soruna katki yapacagini demek daha isabetli olur.

    Cunku, ekonomi denen lanet olasi seyin istikrar denen bir baska lanet olasi seye ihtiyaci var.

    Bazan istikrari bozmak da evla olabilir tabii ki, ama bugun (bu ‘t’ aninda) bunun oyle oldugunu dusunmuyorum.

    Hele de basta zenginlerin (ve onlarin veletlerinin) –bence, dandik sebeplerle– sokaga dokuldugunu gordukce, yapilanin dogru olduguna kendimi hic ikna edemiyorum.

    Bir de –madem uzun bir yorum oldu– İsmail Cengiz beyin yorumuna yonelik de kisaca bir seyler yazayim:

    Kimin ne derece muteber esnaf oldugunu sizin belirlemenizi dogru bulmuyorum.

    Aralarindaki bazilarinin yaptiklari isi ben de muteber bulmasam da, kimin nerede ne yapacagina karismak hakkini ben kendimde gormuyorum.

    Ben gormedigim gibi, ‘ozgurluk’ istediklerini soyleyerek gosteri yapanlarin da –‘social eugenics’ icra edercesine– boyle bir seye yonelmelerini de dogru bulmuyorum.

    En dogal beklenti, ozgurluk isteyenlerin, baskalarinin ozgurluklerine saygi gostermesi olsa gerek.

  11. sait tabak

    kadim suhte bey-e. sizi tencere tava çalarak rahatsız ettiksek özür dileriz.,ayrıca 2-3 saat yollarda kalmışsınız.,işnize ğeç kalmışsınız.,vah vah.,,,karşınızda polis vahşeti.acımasız orantısız ğüç.,,seçilmiş kin dolu polis birlikleri.,,insanları öldürüyor.,yaralıyor, sakat bırakıyor.,siz uyuyamamaktan.,işe ğeç ğitmekten bahsediyorsunuz.siz nerede yaşıyorsunuz beyefendi..siz hariç insanların tahammüllerinin son noktasına ğeldiğini anlamıyormusunuz……. ayrıca tahammül sınırları aşılmış .,mücadele eden insanlara **ğürüh** kelimesi kullanıyorsunuz.si,ze sizin ğibi düşünmeyen insanların da bu toplumda var olduğunu hatırlatır aynaya iyice kendinize bakmanızı öneririm, **velet **sözcüğünü ise aynen evlatlarınız varsa size iade ediyorum.,,çünkü o ğençler arasında oğlum., ve kızım da var

  12. Alphan

    Kadim Suhte Bey,

    Siz korkuyor olabilirsiniz çünkü kaybedecek çok şeyiniz var ancak bu ülkede kaybedecek bir şeyi olmayan ve 11 yıldır artan her türlü baskılardan dolayı patlamaya hazır milyonlar var. Bu kişiler sizin gibi kısa vadeli değil, geleceklerini düşünüyorlar. Avrupa İnsan Hakları ve Türkiye’deki yasalar gereği, şiddete başvurulmadığı takdirde herkesin demokratik koşullarda yürümeye özgürce hakkı vardır. Bunu kısıtlayamazsınız ama maalesef kısıtlanmak isteniyor. Bu kısıtlamayı, barışçıl yürümeye çalışan insanlara karşı şiddet uygulayan polis ve onlara emir veren olmadı mı? Bunu dünyanın önünde farklı gösteremezsiniz. “Velet” veya “Vandal” laflarla hedef şaşırtmak ve şiddeti protesto yapan insanları küçük göstermek vicdanlı ve şık bir yaklaşım olmaz. Bugüne kadar polisin olmadığı her protesto veya yürüyüş barışçıl bir şekilde tamamlandığını görüyoruz (bkz. 7 Temmuz Kadıköy’de 100 binler vardı ve bir kişinin burnu bile kanamadı. Niye?)

    Sokaklarda yürüyenlerin büyük çoğunluğu orta sınıf (emekçi), eğitimli, zeki ve kültürlü bir kesim olduğunu da unutmayınız (siyasi görüşten ziyade her yaş gurubu, inanç, ideoloji, etnik kesim mevcut). Sizin bahsettiğiniz altında BMW, Mercedes olan insanlar çoğunluğu temsil etmediği gibi sizin onlardan da rahatsız olmanızı da pek anlamış değilim (aslında anlıyorum). Çıkıp sordunuz bu varlıklı kesime niye protesto ediyorlar ve tencere tava ile sizi uykusuz bırakıyorlar? Bu ülkede birikmiş çok sorun var ve her kesimin kendine göre hissettiği acı şiddeti farklılık gösterebiliyor. Ancak şunu söyleyebilirim, demokrasiye inan herkesin ortak aradığı ve bugün ülkemizde kaybolmak üzere olan insani değerler birçok insanı birleştiriyor: şeffaflık, hak, özgürlük, saygı, v.b.

    Siz bir iş adamı olarak yukarıda bahsettiğim orta kesimin dışında olabilirsiniz ve bu gösterilere de destek vermek istemeyebilirsiniz; olabilir, buna da saygı duyarız. Ancak bugün maddi hesapların yapılacağı bir gün değildir, çoktan geçti. Bunun farkında olduğunuzu düşünüyorum. O zaman sorun nerede? Birçok işadamı gibi siz de ya konfor alanınızın dışına çıkmaktan korkuyor olabilir veya yandaş olmayı tercih ediyor olabilir veya hükümetin ideolojine yakın olabilirsiniz. Bu seçimlerden hangisini yaparsanız yapın ama maalesef gerçekleri değiştiremiyoruz. İş adamlarımızın (TUSİAD) içler acısı haline bakınız, çözüm sürecinde hazırladıkları yeni anayasa taslağı raporunu okuyunuz (örneğin “T.C.”nin kaldırılması, “Türk” kimliğini kaldırılması gibi birçok bölücü öneriden bahsediyorlar).

    Meseleye mikro değil makro sevide bakmayı bilmeliyiz. Kendi çıkarlarımızı, ülkemizin ve çocuklarımızın geleceğinin üstünde tutmak büyük bir ihanet olur. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın düşüncesinde olduğumuz takdirde de çok kötü yönetilen bu güzel ülkeyi içinden çıkılmaz daha büyük bir kaosa doğru sürükleyeceğinden %100 emin olabilirsiniz.

    Zaman birlik olma zamanıdır ve bütün olumsuzluklara rağmen bu mücadelenin sonunda Türkiye’yi aydınlık bir gelecek beklemektedir.

  13. macar

    beyoğlunda esnaf varda adeviye meydanında esnaf yokmu…

  14. Kadim Suhte

    Sait bey,

    ‘Guruh’ kelimesini de, evet, bilerek ve secerek kullaniyorum; cunku, gordugum ve tasvir etmeye calistigim kalabaliklarin sosyoekonomik veya sosyopolitik acidan nerelerinin benzestigi hala daha izaha muhtac.. en azindan benim acimdan.

    Ote yandan, tencere tava calanlar arasinda sizi gordugumu sanmiyorum; eger ustu acik bir son model BMW’de elindeki o Fransiz mali dokme demir tavayi tingirdatan o hanim sizin esiniz ise, baska tabii ki. [Evet, elindeki tavaya da arabasina da, diger tavirlarina da iyice bakacak vaktim oldu –gecip gitsinler de yol acilsin diye beklerken.]

    Durumdan sadece benim rahatsiz oldugumu dusunuyorsaniz, daha genis bir perspektiften bakmanizi onermek isterim: Protestocu sayisini sehrin geri kalan nufusuna kiyaslamakla baslayabiliriz mesela.. Istanbul icin konusacak olursak, tas catlasa birkac onbin/yuzbin kisi ile geri kalan 14 milyonu kiyasliyor oluruz –dar gelirlilerin, emekcilerin, bu protestolara pek de istirak etmediklerini goz onune alirsak, bu kiyaslamalarin hayli isabetli olacagini kabul etmek zorundayiz.

    Hal boyle olunca, “tahammül sınırları aşılmış” oldugu gerekcesiyle yollari gecilmez kilanlarin kendilerinin –cok daha buyuk bir cogunlugun– tahammul sinirlarini bu derece asmalarini neden sinye cekmek zorunda oldugumuzu, evet, anlamak kolay olmasa gerek –hele de bunu yapanlar ozgurluk adalet vb gerekceleri ile yaptiklarini soyluyorlarsa.

    Son olarak: ‘Velet’ sozcugunu bana iade etmenizin beni rahatsiz etmeyecegini eklemek isterim. Yukarida da aciklamaya calistigim uzere, cogunlugu ebeveyn parasi ile hayatini idame ettirenleri ben en iyi bu kelimenin tarif ettigi kanaatindeyim. Yanilabilirim tabii ki; ama, sizin (Allah bagislasin) oglunuz ve kiziniz da –alinmasinlar– bu kategoride olabilirler, ya da olmayabilirler. Bilemem. Ama, sinav tarihine cok yakin bir zamanda, okul yonetiminden izin alarak, okul idaresinin goz yummasi (ya da aktif destek olmasi) sayesinde bu protestolara katilanlar benim baktigim yerden birer (orta sinif ya da daha uzt sinifa ait) ‘velet’tirler. Birer ‘simarik velet’ olup olmadiklari ayrica incelenmesi gereken konudur, o ayri.

  15. Yusuf Cemal

    Peki o zaman, mantıklıca konuşacaksak eyvallah.

    Ben de 15 senedir sigortalıyım ve sanayiden yeni ekonomi denen hikayeye kadar 2001-2002 arası kriz molası hariç bir çok yerde çalıştım. Ve bu yıllar boyunca gördüğüm şey, ne zaman o lanet ekonomi “istikrarlı” hale geldi, ben “kaybettim”. Ayrıntılarını vermeyeyim. Ama kaybetmek diyerek yaşamım giderek daha da kötüleşti demek istiyorum. 2002-2013 arası her yıl tam bir kabustu, her yılbaşı maaşım güya arttı ve her yıl sonu tepetaklak oldum. Vergisidir, algısıdır, enflasyonudur vs.

    Yani demem o ki, ben böyle istikrar istemiyorum. Her istikrarsızlık kriz demek değil. 90ları hatırlamayan çocuklar istikrarsızlığı kriz zannedebilir. Ama hatırlayan herkes, ekonomik anlamda durumun fecaat olmadığını bilir. 94’te 5 Nisan kararlarında bile. Mesela enflasyon oranında zam yapılmadığında nasıl fiili iş yavaşlatmalarla paramızı aldığımızı iyi hatırlıyorum. Şimdi enflasyon zammı ne olacak dediğimizde, burası özel sektör, devlet sektörü değil diyen denyo patronlarla dolu ortalık.

    Kusura bakmayın ama tam 12 yıldır sesimizi çıkaramıyoruz. 12 yıldır, kriz çıkmasın, atılmayalım diye gıkımızı çıkarmadan çalıştık durduk. Karşı komşumun taksi plakası var. Bana herşey yolunda daha ne istiyorsunuz diye sorma gafletinde bulundu. Ben de belki de komşuluk ilişkilerini bozacak şekilde, senin keyfin keka, benim anam ağlıyor demek zorunda kaldım. Bence Kadim beyle aramızdaki fark bu. Siz istikrarın devamından yanasınız, biz istikrarın ortadan kalkmasını istiyoruz. Çünkü siz az buçuk kazanıyorsunuz. Biz devamlı eriyoruz. Bilmem anlatabildim mi?

    İşin bütünsel bakış faslı başka tabi. Krizler bu sistemin kendisinden kaynaklanıyor, tam da patronlar var olduğu için. Şirketleri kötü yönettikleri vs için değil. Üreten (ve yığınsal olarak tüketen) ile üretilen mal arasında hiç bir korelasyon olmadığı için. Piyasa denen mekanizma üretime hakim olduğu için. Piyasaya ise kendisini daha fazla büyütmek isteyen para hakim olduğu için vs. Ama bu başka bir tartışma sanırım.

  16. Kadim Suhte

    Alphan bey,

    [Benim Sait beye yazdigim cevap sizin yazdiginizdan sonra cikmis; galiba ikimizin yazisi da onay icin bekliyordu; o yuzden gormemisim.]

    Soylediklerim zannedersem soylemek istediklerimle pek ortusememis: Insanlarin protesto yapmasina karsi degilim. Fakat, bunun herkesce kabul edilir (makul) bir tarz ve sekli olmasi gerekiyor bence…

    Sunu demek istiyorum: Diyelim ki ben –bence mesru bir sebeple– cok kizginim. Bu kizginligimi sizden, ya da baska birinden cikarmak hakkim olabilir mi?

    “Olamaz”da mutabik olacagimiza eminim.

    Peki, ben –yine de– oyle davranirsam ne olur?

    “Adamcagizin mutlaka onemli bir derdi var, o yuzden kulagimin dibinde bu yuzden avaz avaz bagiriyor” mu dersiniz?

    Hadi, diyelim ki, derdimin ne oldugunu da size anlattim; siz de derdimin hakikaten onemli olduguna katildiniz. Bu durumda bile, kulaginizin dibinde avaz avaz bagirmami dogru bir davranis olarak kabul eder misiniz?

    Sabirtasi degilsek, hakli bulsak da, durduk yerde boyle cezalandirilmagi uzun zaman sineye cekebilcegimizi pek sanmiyorum.

    Geri donecek olursam: Evet, ilk mudahale orantisiz bir siddet uygulamasi idi. Evet, ona verilen tepkiler de hakliydi.

    Fakat, ne o orantisiz siddet emrini ben verdim, ne de onu destekledim; hal bu iken, niye (benim gibi) hic dahli olmayan insanlar cezalandiriliyor?

    Benim bu itirazimi makul ve mesru goreceginizi umuyorum.

    Ote yandan, zannedersem biraz acikmalam gerekiyor: Yandas degilim –ben ‘yandas’ olamayacak ‘kadim’ ve eskiyim 🙂 Bu yasima geldim, hic oy kullanmadim. Parti siyasetinden hoslanmam. Dindar degilim –bilakis, bence dinler ve ideolojiler birer folklorik ogedir; bu tur ogelere ‘ait olmak’i zul sayarim. Bunlar benim acimdan, cok olsa, faydali buldugum derecede, istifade edecegim seyler olabilir. Kisacasi, nihilizm sayilmasa bile, fikirsel anlamda bir tur bireysel anarsizme ceker.. Gun Zileli’nin blogunu takip edisimi de bu baglamda addedebilirsiniz. 😉

    Bunlari sunun icin yazdim: Yok, ne yandasim (bunu aten yazdim), ne konfor dairemin sarsilacagindan endise ediyorum [ben boyle essek gibi calistikca, her duzen ve rejimde is bulurum], ne de Hukumetin ideolojisinin uydusuyum. Bunlardan herhangi birisinin sozkonusu olmasi bile (bunu hicbir sekilde kibirle soylemiyorum) zekama hakaret olurdu.

    TUSIAD’in ‘Anayasa Taslagi’ni okumadim. Turkce mi yayinlamislar? Eger oyleyse, ciddi bir ilerleme sayilir (ya da onemsemediklerine hukmetmek lazim); cunku, geleneksel olarak, TUSIAD, onemli yayinlarini hep Ingilizce dilinde yapmistir.. Gecelim.

    Etnik anlamda Kipcak/Cepni bir Turk olarak, sunlari soylemek isterim:

    Bir; kimin hangi etnisiteden oldugu degil, kimin neye hizmet ettigi bence daha onemli. Bugune kadar, ‘Turk’ kimligini haiz olanlarin (veya oldugunu soyleyenlerin) uzaktan yakindan ortak sayilabilecek hedeflere hizmet ettigini pek gormedigim icin, bu konudaki hassasiyetlerim sizinkilerle pek ortusemeyecek malesef.

    Daha da otesi, kendi isyerimizde de, beraber calistigimiz arkadaslarimizin (musterilerimizin veya tedarikcilerimizin) ‘kim’ligine bakmayiz –‘kim’ligini hic onemseyerek–, sadece durustluk, sadakat ve liyakatine bakariz. Bugune kadar bunun yanlis olduguna yonelik en ufak bir isaret gormedik. Devlet olarak da bunu boyle yapmanin dogru olacagi kanaatindeyim.

    Ikincisi, tarihte 16 devlet kurmus bir millet icin, gerekirse 17ncisini, 18ncisini vs kurmak sorun olmasa gerek –meger ki, bunu yapacak bilgi, kadro ve dinamizm mevcut olsun.. Baska bir deyisle, eger siz millet (ya da ulus) olarak kendinize guveniyorsaniz, bu tur seyler teferruattir. Yok, kendinize guveniniz yok ise (yani, bilgi, kadro ve dinamizminiz yok ise), “T.C.” kalkmis ya da kalkmamis pek farketmez.

    Makro bakmak istiyorsaniz, isterseniz bir de boyle bakmagi deneyin. Endise edecek o kadar da cok sebep olmadigini sizin de goreceginize eminim.

  17. sait tabak

    süslü kelime oyunlarına karnımız tok.,, size son iki ayda gezi olaylarında canlarını vermiş olan beş ğencin sınıfsal kimliklerine bakmanızı öneririm.tarif ettiklerinizle hiç uyuşmuyor.taraf olmanızı beklemiyorum ., ama biraz vicdanlı olabilirsiniz.

  18. Gün Zileli

    O yeni kurulacak devletten ben almayayım. Şimdikini yıkmakla yetinebilirim. 🙂

  19. Kadim Suhte

    Sait bey,

    Kelime oyunlari yapmiyorum; ozellikle de susluyor degilim. Bu benim uslubum.

    Neyse.

    Kaybettigimiz o insanlar ile ilgili olarak..

    Galiba 15 sene kadar once Aydinlik’taydi galiba (ya da ‘Ikibine Dogru’da), Isci Partisi yeniticilerinden Hasan Yalcin’in ‘Selim Uslu’ mahlasiyla yazdigi bir yazi aklima geliyor.

    Selim Uslu, kendileri disindaki solu, maceracilikla elestirdigi ve icinde –galiba kendisinin uydurdugu– ‘EYŞANDİRDÖN‘ diye bir kisaltma kullandigi bir yazi yazmisti.

    ‘EYŞANDİRDÖN’un acilimi da suydu: “eylemi şanlı direnişe dönüştürme“…

    Ve, su anlama geliyordu: Siradan bir protesto eylemini anlamli kilmak icin, katilanlari ve polisi yeterince tahrik edip sonunda en az bir kisinin oldurulmesini saglamak..

    Oldurulen kisi sayisi ne kadar yuksek olursa, EYŞANDİRDÖN katsayisi o kadar yuksek oluyordu.

    Gun bey terminolojiye, kronolojiye ve diger teknik detaylara cok daha hakimdir, eminim, hatirlayacagini saniyorum…

    Yine, anlasilan, o gunlere donduk ya da donuyoruz..

    Isin kotusu, ben bu filmi gordum –ustelik birden fazla defa.

    Bu filmin sonu hep ayni bitiyor: Apoletli birileri geliyor ve herkese ‘Hazirol!’ cekiyor. Ardindan da, kimi yakalarsa hapse tikiyor; iskence ediyor; idam ediyor..

    Sizin de bahsettiginiz 5 kisi, benim birkac defa gordugum o filmdeki idam edilenlerin onda biri bile degil..

    Biz buna mustehak degiliz. Fakat, nedense, bir turlu de ogrenemiyoruz..

    “Kanlari yerde kalmayacak!” sloganlarini kac defa duydugumu bilmiyorum.

    Sayisiz desem yeridir.

    Ama, gercek su ki, olenler oldugu ile kaliyor; ne mezarlarinin nerede oldugunu ne de isimlerini kimse hatirliyor.

    Dahasi, benden vicdan talep eden siz bile, bir kac seneye varmaz isimlerini dahi hatirlamayacaksiniz –artik cogu da reklamci ya da gorsel sanatci olan eski toprak eylemcilerin hayatta kalanlari hep oyle yaptilar cunku.

  20. Gün Zileli

    Hasan Yalçın arkadaşım olurdu, insan olarak severdim. Bir insan yanı vardı, bir de örgüte tabi politik makine yanı. Yazdığı o yazı işte bu politik yanının ürünüdür. Kadih Suhte’nin bu yazıyı kendine siper alması oldukça ilginç bir durum. Devrim martirlerinin unutulduğu ise tam bir karşıdevrimci palavradır. Bu sadece karşıdevrimcilerin temennisidir. Devrim, martirlerini de unutmaz onların katillerini de.

  21. Kadim Suhte

    Yusuf bey,

    Sizi anladigimi soylersem eminim garipseyeceksiniz…

    Dogrudan dogruya benim hayatim sizin bahsettiginiz sekilde etkilenmedi (henuz) ama beraber calistigim insanlardan hic de seyrek duymadigim bir manzara bu.

    Isin kotusu, bazi acilardan daha iyiye de gidecek gibi de gorunmuyor.

    Ornek vereyim:

    Eskiden beri, yabanci musterilerimiz (devasa global otomotiv ana sanayi sirketleri) bizden her yil indirim isterler, bizde mecburen uyariz. Kimisi yuzde 2 ister kimisi yuzde 5.

    Eskiden pek de sorun degildi. Cunku, yuksek enflasyon vardi ve TL hep deger kaybediyordu. Deger kaybi yillik yuzde 5’lerden cok daha fazla oldugu icin, bu indirimler pek de acitmiyordu.

    Daha sonralari, sizin bahsettiginiz ‘istikrar’ donemi geldi.. Kar marjlarimiz yuzde 10’lara 15’lere cekildi.

    Her sene 3-5 indirim verince birkac sene icinde kar sifirlanir hale geldi.

    Dahasi, ayni indirimleri yerli otomotiv sanayii de dayatir oldu.

    Olacak sey degil. Ya dukkani kapatip bin kisiyi kapiya koyacaktik, ya onlarin da maasinda indirim yapacaktik ya da baska bir care bulacaktik.

    Biz ‘baska care’yi tercih ettik.

    Yuksek meblaglarda kredi alip yatirim modernizasyonuna gittik ki maliyetlerimiz dussun.

    Birim uretim maliyetleri dustu biraz. Uretim kapasitesi de biraz artti.

    Ama, kredi dediginiz seyin faiz ve anapara odemesi var; az-buz da degil.

    Teknolojiyi yukseltip ayni kapasiteyi daha az kisiyle gerceklestirir hale gelmis olmak iyi mi oldu?

    Bir acidan evet: Kac sene icin bilmiyorum, ama sirket bir muddet daha ayakta kalacak gibi gorunuyor.

    Oyle gorunuyor, ama, bin kisiyken 3’te 2’sine indi nufusumuz.. sirketi ve geride kalan 700 kisiyi kurtarmak icin 300 kisiyle (en az 300 aile demektir bu) yollarimizi ayirmak zorunda kaldik.. hic de kolay degildi –hic kimse icin.

    Neyse.. daha uzatmayayim.

    Bunlari, tek eriyenin siz olmadigini soylemek icin yazdim.

    Ve, evet, ‘istikrar’ her zaman cok da iyi bir sey degil –istikrarli buyume olmadigi zaman ise hic.

    Istikrarli buyume icin bir firsat var gibiydi: Komsularimizla daha rahat ticaret yapmaktan bahsediyorum. Ama, gorulen o ki, sevgili muttefiklerimiz buna kolay kolay izin vermeyecek..

    Gol kucuk, balik da az oldugu icin; ben sirketin kredilerini odemek icin didinecegim, siz de (varsa) taksit borclariniz icin..

    Ve, birgun –belki de bugun– canimiza tak edecek ve hep beraber sokaklara dokulecegiz.

    Peki, de, daha iyi mi olacak?

    Herkes protesto etti diye aniden is sahalari mi acilacak?..

    Iste ben bu yuzden yine de istikrar diyorum –kuculurken, erirken de istikrar lazim.

    [“Butunsel fasli” baglaminda soylediklerinize katiliyorum.]

  22. Kadim Suhte

    Gun bey,

    Devrim martirlerinin unutulduğu ise tam bir karşıdevrimci palavradır. Bu sadece karşıdevrimcilerin temennisidir. Devrim, martirlerini de unutmaz onların katillerini de.

    TR’de devrim hic gerceklesmemis oldugu icin, sizin bu onermenizi malesef sinamak mumkun degil.

    Onun yerine, eger mumkunse –ve lutfen hic bir yazili/sozlu kaynaktan kopya cekmeksizin– 12 Eylul oncesi ve sonrasinda (kisacasi sizin omrunuzun yettigi donemde) kaybettigimiz insanlarin (‘Devrim martirlerinin’) bir listesini yapmagi dener misiniz?

    Bize gostermek zorunda degilsiniz; sadece kendinizin kac kisiyi hatirladigini gormek icin bunu yapmaniz yeterli.

  23. Gün Zileli

    Ekonomiyle birlikte şirketinizin de batıp gitmesini diliyorum. İnsanlık bu yoldan kurtulacaktır.

  24. Gün Zileli

    kitaplarıma bakarsanız görürsünüz bazılarını. Ayrıca bu listeyi benim değil sizin yapmanız daha doğru olur. Çünkü bugünkü tutumunuzla hesabını vermeye de aday gözüküyorsunuz.

  25. Anonim

    kıpçak/çepni ve de türk kardeş bize hem devlet kurmanın önemi üzerine ders veriyor, bir yandan da bireysel anarşistliğe ya (T)kınlıktan bahsediyor.

    ben bunu kutsal mülkiyetini savunmanın yeni kurnazlığı mı, diye soruYORUM.

  26. Kadim Suhte

    Gun bey,

    Ben hatirlamadigimi ihsas ettim yeterince; aksini iddia eden sizdiniz.

    Kitaplarda “bazilari”nin yazmasi yetmez –o hatirlamak degil zaten, cok olsa bir tur kutuk tutmak olur ki, o kadarini merak eden Adliye’den de bulur cikarir.

    Hesap vermek konusunda: Reha Muhtar’in son birkac gundur yazdiklarina bir bakmanizi oneririm. Benim elimde kimsenin kani yok; kimseyi eyleme gondermedim; kimseyi tesvik ya da tahrik etmedim.

    Sirket konusuna gelince: Sorun oysa kolay. Nasilsa hersey fani. O bir gun batacak elbet, tipki bu blogun da gun gelip Gun’suz kalip yok olacagi gibi..

  27. m. aliŞér

    devletini savunan herkes bilerek, bilmeyerek, aslında mülkiyeti savunmuş olmaktadır.

    onun içindir ki, bıkmadan yinelemek gerekir:
    “hakimiyet de mülk de sadece allahındır!”

  28. Gün Zileli

    haramileri ve eli sopalı polislerini savunduğunuz sürece elinizde kan var, siz göremeseniz de. Yine de şöyle bir dikkatli bakmanızı öneririm.

  29. Gün Zileli

    Tencere tavadan şikayetçi oldunuz ama geceleyin karanlık sokaklarda insan avına çıkıp gencecik çocukları öldürenlerden rahatsız olmadınız. Yazıklar olsun size.

  30. Alphan

    Kadım Suhte bey,

    T.C.’nin bölünmesini savunmanız karşısında size söylecek birşey bulamıyorum, gerek de yok. Verdiğiniz cevaplardan sizi tanıma fırsatı bulduk, teşekkürler.

    Tenceresiz, tavasız iyi günler ve iyi uykular dilerim.

  31. Yusuf Cemal

    Ben şirketlerin iflasıyla kurtulacak dünya konusunda Gün Zileli’ye katılmıyorum. Benim taraftar olduğum ve dünyaya daha uygun gelen çözüm başka. Üstelik tüm dünyanın lambur lumbur o noktaya gittiğini düşünüyorum. Güzel olan tarafı Kadim Suhte’nin gözlemlerinden yola çıkarak bu yol gösterilebilir durumda. Gözlemleriniz birazdan anlatacağım momentle aynı doğrultuda. Hatta o kadar ki, acaba gözlemler bilerek mi bu hale getirilmiş diye düşünesim geldi.

    Böyle düşünmemin bir başka nedeni aynı yıllara ilişkin bende başka gözlemler olması. Karlar yüksekken, çalışanlar daha yüksek ücretler isteyerek patronları modernizasyona zorlayabilirler. Karlar düşer, bu düşüş karşısında verilecek tepki, daha az insanla daha fazla iş çıkarmaya çalışmaktır. Bunun da bir sınırı olduğuna göre, modernizasyon dışında başka seçenek kalmıyor. Bu teknoloji geliştirme metodu, taa Ecevit Karaoğlan iken, Ortanın Solu broşüründe olan çözüm. Yani, elde torna makinası varken ve işgücü ucuzken, baya bir para verip CNC tezgahına geçmek pek akıl işi değil. Ama iş gücü maliyeti o yıllarda artmadı. Sabit kaldı diyebiliriz. Ve 90’lardaki bu dönüşüm, indirim istekleri sebebiyle kar oranlarındaki düşme yüzünden değil, yabancı şirketlerin zorladıkları AB standartları sebebiyle olmuştu. Adam sizden mikronuna kadar standart ürün isterken, tutup elde yapılan parçayı ya da uyduruk kalıplarda dökülmüş sağından solundan çapak yapmış parçayı yutturamazdınız. Ben sizin sektördeki modernizasyonun da buna benzer bir süreç geçirdiğine eminim.

    Anlattığınız mekanizma, aşırı bilindik mekanizma. Kadim literatürde “kar oranlarının düşme eğilimi” olarak bilinir. Ve bu mekanizma çözümsüzdür. Ortalama kar oranlarınız arada yükselmeler olsa da, düşmeye devam edecek. Siz yeni modernizasyonlarla yeni makineler aldıkça, başlangıçta markup yeseniz bile, makineler yaygınlaştıkça ve Çin gibi ekonomiler o makineleri daha da ucuza mal ettikçe, yine aynı çukura geri düşeceksiniz. Bu da devrevi krizler ve krizlerle baş edebilmek için extreme çözümler dönemi demek. Birileri 1945 ertesi 23 yıl boyunca ABD ve AB piyasalarının neden en küçük bir dalgalanma bile göstermediğini eninde sonunda farkedecektir. Ama savaş dışında bir extreme çözüm daha var.

    “Canımıza tak edecek ve hep beraber sokağa döküleceğiz” derken histerik kalkışmaları kastediyor olmalısınız. Bunlar olağan, bizi hiç bir yere götürmese bile olağan. Hatta öyle ki, bir yerlere götürmesi için böyle zıplamalara ihtiyaç var. Aksi taktirde, yalnızca sizinki gibi çıkarlar sebebiyle değil, temel dünya görüşünü oluşturan düşünsel katı yapılar sebebiyle bir dönüşüm imkansız hale gelirdi. Bu zıplamalar olanaksız olanın olası olduğunu ve temel düşünce yapımızın ne kadar temelsiz ve kırılgan olduğunu gösterdiği için mükemmel.

    Ama histerik kalkışmalar yolu açmıyor, yalnızca problemlerin altını çiziyor. Problemleri çözmek için çeşitli yollar denenmesine yol açıyor. Ve hali hazırdaki ana problem, krizlerin asla bitmeyecek ve krizlere karşı önlem olarak öne sürülen metodların (monetarizm, bunu uygulayacak sağlam otokrat yönetimler, Tayyip vs.) krizleri daha da derinleştirecek olması. Gezi olayları, krize karşı Türkiye burjuvazisinin kerhen de olsa desteklediği bir ekonomist çözümün patlaklığını gösteriyor. Anlamanız gerek, bu yoldan gidemezsiniz. Putin’i de gidemeyecek, Çin’i de gidemeyecek.

    Taraf olduğum extreme çözümse aslında çok basit. Bütün işletmelerin çalışanlara devredilmesi. Bunun devrevi krizleri nasıl engelleyeceği, piyasadaki sermayeler arası rekabeti yok ettiğimizde gelişmenin motorunun ne olacağı vs. gibi problemlere çözümler muhtelif. Konuşulabilir.

  32. Kadim Suhte

    Iyi ki populer olmak icin yazmiyorum 😉

    Alphan bey,

    Ben T.C.’nin bolunmesini savunmuyorum.

    Benim dedigim su: Devlet ve onun hudutlarini istedigimiz kadar kutsallastiralim; icinde yasayanlar yeterince memnun dedgilse, ne devleti ne de hudutlarini kalici kilmak mumkun olur. Bunu askeri gucle ya da kolluk kuvvetleri ile de saglamak (ya da devam ettirmek) mumkun olmaz. Terihsel deneyimler buna isaret ediyor.

    Bu kadarinda mutabik isek, devleti ve hudutlarini nasil surdurebiliriz sorusuna bakmak gerekiyor. [Gun beyin –yerine neyin gelecegi konusunda uygulanabilir cozum onerisi olmadigi halde– “kahrolsun hersey; tas ustunde tas kalmasin” temali temennilerini ciddiye almiyor oldugumuzu farz ediyorum.]

    Benim baktigim yerden, once ekonomi geliyor –cunku, ac karnina demokrasi ya da ozgurluk gibi soyut seyler pek de anlam ifade etmiyor. Vatandaslarin kabul edilebilir bir refah seviyesine gelmesi, ayrica yine kabul edilebilir bir refah dagilimi gerekiyor. Bunlari lafla konusmak kolay, ama gerceklesmesini saglamak hic de kolay degil.

    Ikincisi, gelir problemi yeterince hal yoluna konulsa bile, insanlarin kendilerini cenreye sIkIsmis gibi hissetmeyecekleri bir ortami saglamak gerekiyor. Ozgurlukler, yasam tarzlari vb.den bahsediyorum.

    Bu ulkede bu sartlari saglamak (tatmin edici bir seviyede saglamak) cok zor.

    Ulkede degisik fay hatlari var.

    Dindarlar –ya da din referansli yasamak isteyenler– oldukca buyuk bir kitle. Bir de bunun tam aksine yasamak isteyenler var. Laikler, Aleviler, la-diniler vs vs.

    Milliyetciler (ulusalcilar vb dahil) de hayli buyuk bir kitle. Fakat, bu cerceveyi reddeden onemli bir buyuklukte bir kitle daha var. Basta Kurtler olmak uzere, kendilerini farkli sayan diger etnik ya da iseolojik gruplar.

    Bunlar, bir benzetme yapacak olursam, herbiri birer erkek Siyam baligi gibi. Ayni akvarvumda serbestce dolassinlar dediginiz zaman cingar cikiyor –birbirlerinin bogazina sarilmalari an meselesi. Surdurulebilir degil..

    Peki, cozum ne?

    Eger ayni akvaryumda yasayacaksak, sivri/keskin kenarlarimizi torpulememiz, ‘vazgecilmezlerimiz’den geri adimlar atmasi sart..

    Bunu gormek zorundayiz.

    Yok, o kadarina dahi razi degilsek, kendi ellerimizle bolunmeyi dayattigimizi gormek zorundayiz.

    Bu cerceveden bakip, “T.C.” ibaresinin her resmi tabelada olmasini sart gormenin hangi amaca hizmet ettigini bence siz sorgulamalisiniz.

    Yusuf bey,

    Tasvir ettiginiz cerceve ile hemfikirim.

    Bunun bir fasit daire (‘vivious circle’) oldugunun da –tabii ki– farkindayim.

    Optimum bir cozumu de yok; onda da hemfikiriz.

    Palyatif cozum su olabiliyor: Belli bir donem icin rakiplerinizden daha iyi olabilirseniz, o donemlerde refah artisi saglayabiliyorsunuz –bireysel acidan da, sirketler acisindan da, ulkeler acisindan da bu boyle. [Acik arazide uzerinize gelen kaplana yem olmamak icin yanibasinizdaki arkadasinizdan daha hizli kosmak ornegi iyi bir ornek oluyor, malesef.]

    Taraf olduğum extreme çözümse aslında çok basit. Bütün işletmelerin çalışanlara devredilmesi. Bunun devrevi krizleri nasıl engelleyeceği, piyasadaki sermayeler arası rekabeti yok ettiğimizde gelişmenin motorunun ne olacağı vs. gibi problemlere çözümler muhtelif. Konuşulabilir.

    Ben, malesef bunun realist bir cozum olacagini dusunmuyorum. Daha dogrusu, piyasa sartlari musaitken sorun yok da, sartlar kotulestiginde, calisanlar tarafindan isletilen sirketler/olusumlar fazlasiyla rijid oluyor ve daha sert kirilmalara yol aciyor.

    [Baska ulkelerden daha modern ornekler de vermek mumkun ama, bu topraklardan ornek vermek gerekirse, Osmanli ve Selcuklu’daki loca sistemini (Ahilik vs) inceleyibiliriz. Rahmetli Prof Mustafa Akdag’in calismalari bu konuda yeterince isik tutacak kaynaklardandir.]

    Ahilik, ekonomik sartlar kotulestiginde, kendi kendini yok etti: Ustalar, rakip olmasinlar diye, calisanlarina el/icazet vermediler –onlari somurduler– ve mesleklerin olmesine yol actilar. Yeni is kollarinin acilmasina da musaade etmediler.

    Diger ornek de, TR’de gecmiste denenen, uretici/mustahsil kooperatifleridir. Kendi yagiyla kavurulabilmis, basarili bir ornegini ben bilmiyorum.

    Gun bey,

    Helal-haram konusunu bu kadar onemseyeceginiz aklima gelmezdi.. Hidayete mi eriyorsunuz ne?

    Ote yandan, ezberlenmis tekrarlari yinelemek yerine, yazdiklarim arasindan bulup cikarip hangi haramileri savundugumu soylemenizi beklerdim.

    ‘Eysandirdon’ler yaratmak icin elinden geleni ardina koymayanlarin, nihayet basarili olup topraga gonderdikleri canlarin ardindan da –‘dava’ya yeni mevziler kazandirmak amaciyla– bunlarin uzerinden duygusallilara hitap etmek gayretlerinin yeni bir sey olmadigini ikimiz de biliyoruz.

    Bkz: https://www.youtube.com/watch?v=NT9HvgON_aA

    25.ci saniyeye dikkat: “Birkaç kişi ölse güzel olur”..

    [Bunu kinadiginiza sahit olmadim. Eger oyleyse, onayladiginizi mi dusunmeliyiz?]

    Ah.. ah..

    Ne kadar cekilmez olsa bile –olmege kiyasla– yasamak daha iyidir.

    Ben, o cocuklarin yasamasini isterdim.

    Vuran polis olabilir, ama o cocuklari namluya surenlerin vebali –elerindeki kan– daha az degil.

    Dolayisi ile, yok, sizin ve sizin gibi bakanlarin –siddetin siddet doguracagini bile bile– “vurun kirin, yerle bir edin; can verin, can alin” yaklasiminiza ortak olmami beklemeyin.

    Baskalarini bilmem, ama artik kemale erdiginizi umut ettigim yasinizin geregi de olarak, ‘martir’ sayisini artirip bunlarla ovunmek ve bunlarin uzerinden ‘dava’nin hakliligini gostermege calismak yerine, insanlarin once yasamasini saglamak icin genclere daha makul yollar gostermenizi beklerdim.

    Fakat, galiba bazilarimizin degismesini beklemek ham hayal..

  33. Yusuf Cemal

    Güzel, Kadim bey. Şimdi beni kesinlikle anlamadığınızı iddia edebilirim. Bahsettiğim çözüm, geçmiş toplumun artıklarının yeniden canlandırılması üzerine bir kurguya sahip değil. Rekabet ortamında paramparça olacak çalışanlarca yönetilen şirketler de değil. Kooperatifleri saymıyorum bile. Bahsettiğim çözüme ilişkin eğilimler o kadar radikal, o kadar derinden, o kadar tedrici ki, görülememesi -hele hele sizin pozisyonunuzda- son derece normal. Bu biraz, insan insan olduğundan beridir geceleri kesintisiz 8-9 saat uyuduğu şeklindeki genel kabule benziyor.

    Bu eğilimleri görebilmek için endüstri tarihine göz atmak yeterli. Hatta illa bu tarihi okumaya gerek yok. Henry Ford’la Steve Jobs’un hayatını karşılaştırmak, hatta o bile değil, yaptıkları işi karşılaştırmak bunu görmek için yeterli. Henry Ford için, kurduğu şirketten dışlanmak düşünülemezdi bile. Jobs’un hikayesini ise biliyorsunuzdur. Yaptıkları işleri karşılaştırdığımızda her şey daha da açık hale geliyor. Henry Ford, üretimin en küçük ayrıntılarıyla bile ilgilenmek zorundaydı. İlgilendi de zaten. Yalnızca T-modelinin ayrıntılarıyla uğraşmak ama üretim şeklini umursamamak, Ford için düşünülemez bir şeydi. Oysa gözü dönmüş ve kimseyi dinlemeyen küçük adamlar olan yeni yetme beyaz yakalıların idolü Steve Jobs, Foxconn’un R&D müdürüydü adeta. Şirketinin hisse sahiplerine dağıttığı karlar, mark-up karlarıydı. Rekabet (üretimi esaslı bir şekilde kontrol eden Samsung’un baskısı) merhumun şirketinin karlarını ciddi ölçüde sarstı. Artık mark-up aslanın ağzında. Tabi bunun politikada bir yansıması olacaktı. Şimdilerde ABD “boşverin yalnızca mark-up’ı da, finansal kontrolü de. Bize üretim gerek.” diyerek teşvikleri geri getirmekle meşgul. O Brother, where art thou?

    Executive’lerin ortaya çıkışı bu eğilimin bir parçası. Büyük işletmeleri, hisse sahiplerinden çok, CEO’lar, adviser’lar, blackbelt’li aptallar yönetiyor. Üretimin kendisine ait ne varsa, sermayenin sahiplerinden çok, onların “vekilleri” yönetiyor. Sermaye sahipleri, kendileri yerine düşünecek “uzmanlara” ihtiyaç duyuyorlar. Hiç kimse bireysel olarak piyasalardan gelen binlerce çelişkili veriye, yeni üretim tekniklerinin, yeni geliştirilen R&D ürünlerinin tüm bilgilerine vakıf olamaz. Bu sebeple de, üretime ve bir süredir yatırımlara da bireysel sermaye sahipleri yerine daha kolektif çalışan ve kendilerini sermaye yerine koyan management katmanları karar veriyor. Daha küçük şirketlerse bu eğilimlere kurumsallaşmayla ayak uydurmaya çalışıyor. Kurumsallaşma demek, burjuvazinin yönetim erkininin aşınması demek. Aynı şekilde, özellikle hisse sahiplerinin bir bölümünün umursamamaları, vurdum duymazlıkları, kendi hırslarını bir sonraki nesle aktaramamaları sebebiyle de daha kolektif ama daha hırslı, alt sınıflardan bireyleri iç oğlanı ya da devşirme haline getirmek zorunda kalmaları zaten bilindik bir olgu. Kısacası, 250 yıllık burjuvazinin, üretimdeki çıkarlarını ağzı süt kokan endüstri mühendislerinden, yatırımdaki çıkarlarını ise ekonomistlerden, yatırım danışmanlarındaki yuppie kılıklı hırs küpü yeni yetmelerden öğrenmeleri gerektiği çok açık.

    Zaten insanlığın giderek artan teknik operasyon yeteneğini bu düzeye getirmesi, daha önce olağanüstü karmaşık olmaları sebebiyle akla bile getirilemeyecek olan bir çok şeyin yapılabilir olması da yalnızca gelişen teknoloji ile açıklanamaz.

    Ama bu eğilim temelde yalnızca bir eğilim. Buna karşılık, sermaye sahiplerinin kaprisleri, hiç bir şeyden anlamadan herşeye egemen olma istekleri, bön yargıları, ideolojik bakış açıları, buna karşı başka bir eğilim. Kadim insanların sözleriyle “üretim araçlarının gelişmişliğiyle üretimin biçimi arasındaki çelişki” artık aşırı göz önünde.

    Tabi, ilk anlattığım eğilimin bir eğilim olmaktan çıkması ve geleceğin üretim şekli haline gelmesi için çalışan sınıfların, bu iş için hazır olmaları, istekli olmaları, managerlar ve patronların egemenliğini devirdikleri anda hızlıca onlardaki know-how’ı ama bu kez kolektifçe içerebilecek bir bilinç seviyesinde olmaları gerekiyor. Bu da kadim insanlarımızın bazılarının unuttukları küçük bir ayrıntı. Allah’tan yüksek karlı sektörlerde giderek artan bir eğitim seviyesi gerekiyor ki çalışanlar giderek entellektüel kapasitede daha homojen ve öğrenebilir hale geliyorlar. Ve yine Allah’tan, burjuvazi kar oranlarını arttırabilmek için en okumuş katmanları bile bizim safımıza atıyor da, Gramsci’nin organik aydınları artık çalışan sınıfın içinden çıkmaya başladı.

    Ama bunun gelecek olan sarsıntıya yetişip yetişmeyeceği başka bir tartışma, hatta konu buna niyeti olan insanların varlığı konusu. Çalışanların, ekonomik sistemi yıkacak bir “fırtına” anından çok daha önce, işyerlerindeki kapitalist hiyerarşinin aşınmasını derinleştirmeye başlamaları gerekiyor. Eğilimlere güç vermek ve karşıt eğilimleri bastırma fırsatları çıkınca histerikçe de olsa bunun için ayağa kalkmak gerekiyor. Ama bunu sizle tartışmam pek mantıklı olmaz, değil mi?

    Bu arada şu yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Belki okumuşsunuzdur. http://www.radikal.com.tr/yorum/sirketlere_gezi_dersleri-1141963

    Yazıdaki dikkat çekilen nokta, Karatani’ci tüketimden gelen güç, üretimin “dışındaki” güç konusu. Bir de üretimin “içindeki” güçlerin, hele hele de Gezi’den sonra, ortaya çıkması söz konusu olduğunda neler olabileceğini varın siz düşünün. Umarım o gün geldiğinde loserlardan olmamak için bunca yıldır edindiğiniz know-how’ı bize aktaracak kadar rasyonel olabilirsiniz.

    He bir de not, ekonomistlerin matematik konusundaki yetenekleri çok hoş. Mahfi beyinki yalnızca anlatım hatası. Oysa şu habere bir göz atarsanız, milyonlarca insanın hayatının içine eden önlemlere ilişkin “bilimsel” matematiksel çıkarımların, sırf ideolojik olarak önceden ayarlanmış sonuçlara varabilmek için icat edildiğini göreceksiniz:

    http://dunya.milliyet.com.tr/hatayi-ogrenci-buldu/dunya/dunyadetay/24.04.2013/1697685/default.htm

  34. Kadim Suhte

    Yusuf bey,

    Anlasilan, ben omrumce bir kisiyi anlaMAdim; onu da yanlis anlaMAdim 😉

    Tabi, ilk anlattığım eğilimin bir eğilim olmaktan çıkması ve geleceğin üretim şekli haline gelmesi için çalışan sınıfların, bu iş için hazır olmaları, istekli olmaları, managerlar ve patronların egemenliğini devirdikleri anda hızlıca onlardaki know-how’ı ama bu kez kolektifçe içerebilecek bir bilinç seviyesinde olmaları gerekiyor.

    Ben ne kadar ‘kapital’i (‘sermaye’yi) temsil ediyorum, bilemem –buyuk bir ihtimalle cok degil, cunku bu sinifi/tabakayi ben sizden fazla elestiriyorum. Neyse.

    Siz, esasnda –evrim diliyle konusacak olursak– ‘evolving a better specimen from within the species’den bahsediyorsunuz.

    Yani, icinde bulunduklari prosesi/piyasayi/sirketi/conglomerate’i/yapiyi, o yapinin tepesine oturmus (hasb el kader ele gecirmis?) bir (grup?) ‘sahip’ten daha iyi anlayan [*] ve dolayisi ile daha verimli kullanacak bilgi ve yetenege sahip (i.e. donanimli) bireylerin (bir anlamda, yeni bir sinif da olusturarak) ele gecirmelerinden bahsediyorsak eger, bu utopya hic de yeni bir sey degil.

    Bunun gerceklesmesi icin, Batida gayretler olmadi degil –bkz https://en.wikipedia.org/wiki/Intrapreneurship –.

    Vaktiyle Steve Jobs da (ki, geberip gittigine ne kadar memnun oldugumu anlatamam; cunku, teknolojik urun ureticilerinin ‘musteri’yi ‘tuketici’ye indirgedikleri yetmezmis gibi, Jobs, bir adim daha ileri gidip ‘tuketici’yi ‘vassal’a indirgemek pesindeydi; onemli derecede de basarili oldu namussuz) bunu cok sevmisti; ama, daha sonraki tecrubeleri onu (kovuldugu Apple’a geri geldiginde) diktatorun feristahi haline getirdi..

    ‘Intrapreneur’ hayallerinin yelkenlerini suya indiren tek ornek bu degil; baskalari da var. Ozetlersek bu tutmadi.

    Nicin tutmadigini sabahlara kadar irdeleyebiliriz; ama, gerek yok: Butun ordularin zamanin imbiginden gecmis bir tespiti var elimizde: “Yaverden komutan olmaz”..

    Ordu terminolojisi ile devam edecek olursak, bir yolunu bulup ‘komutan’ –yani, hem mutesebbis hem de yonetim becerisi olan kisiler– yetistirmekten bahsediyorsunuz –benden “bunca yıldır edindiğiniz know-how’ı bize aktaracak kadar rasyonel” olmami isteyisinizden bunu anliyorum.

    Meritokrasiye inanan bir (non-Paretoist) elitist olarak, teorik acidan –hatta fiili olarak da– benim bununla bir sorunum olmaz.

    Sonucta, gercekten rasyonel olacaksak, ‘siz’e (buradan itibaren ‘siz’ ikinci cogul sahsi temsil eder) know-how’imi aktarmam icin bana yeterince iyi sebepler gostermek zorunda olacaginizi biliyorsunuz degil mi –yani, bunu Hilal-i Ahmer icin yapmami beklemiyorsunuzdur.

    Yani, sadece talep etmek, aday olmak, yetmez. Liyakatinizi (‘merit’inizi) de gormem lazim. Niyetinizin kurulu yapiyi har vurup harman savurmak olmadigini gormem lazim. Vs vb.

    Oeki, sistemik bir cozum olabilir mi bu?

    Pek sanmiyorum.

    Insanlarin egitim seviyesi arttikca, ‘komutan’ degil de ‘yaver’ olmak egilimleri artiyor.. Benim –sadece TR’deki gozlemlerime degil, global baktigimda da gordugum bu.

    O kadar ki, basarili global sirketlerin onemli bir kismi (ozellikle cirolarina bakarsak), temel egitimden sonra (ya da universiteden terk) hayata atilmislardan olusuyor.

    Yuksek egitimli olup da basarili olanlar da yok degil; ama, cogunlugu –belki de malesef– kurduklari sirketi ilk firsatta (GE gibi ‘startup’ kolleksiyonu yapan peynir gemilerine) satip bambaska islerle ugrasiyor ya da emekli oluyor.. zaten, kurduklari sirketlerde yonetim cogunlukla onlarda olmuyor (teknoloji yaverligi ile yetiniyorlar), ‘venture capital’cilerde oldugundan, bu tur ‘sartup’lar da sizin arzuladiginiz turden yeni bir sinifi pek de temsil etmiyorlar.

    Peki, geriye kim kaliyor bu sinifi olusturacak ve hepimizi selamete erdirecek?

    ……

    Bu arada, “Gramsci’nin organik aydınları” bana ‘komutan’dan maada ‘yaver’i (ustelik ‘glorified’ bir ‘yaver’i) cagristiryor.

    Hatta, nazik olmak yerine samimi olmagi secersem, ‘yaver’ de degil ‘murtezika’ demek daha dogru olur.

    [Osmanli’daki ‘evladiye vakiflari’na ve ‘mutezika sinifi’na bakmanizi onerebilirim; cunku, sizin tasvir ettiginiz konudan anlamayan sermayedarlarin sahip oldugu (miras vb yoluyla devraldiklari) kuruluslar ile ‘evladiye vakiflari’ cok benzesiyor. Mutezika da tam bu noktada ortaya cikiyor. (Kelimenin anlamini kasden vermiyorum; bakip bulursaniz, bircok ideolojik yapida da, hayatimizin baska vechelerinde de cok orneklerinin mevcut oldugunu goreceginize eminim.)]

    Son olarak: Idiocracy diye bir film vardi [ http://www.imdb.com/title/tt0387808/ ], bilmem seyretmisliginiz var midir; filmin kendisi cok da iyi oynayan aktorlerden olusmuyor, senaryo da daha iyi yazilabilirdi. Ama, gelecege yonelik tahminler acisindan bence en isabetli olani odur.

    [*: “Daha iyi anlayan” olmasi ne yeter ne de gerek sarttir. Butun yapilar, zaman icinde, daha iyi anlasin ya da anlamasin, kendi ic burokrasisi tarafindan teslim alinirlar. Bu bir doga kanunu kadar kesin; “tekkeyi bekleyenler corbayi icer”. Tekkeyi de, baska gidecek yeri olmayanlar bekler cogunlukla.]

    Melsa Ararat’in yazisini, Gezi Parki’na abartili methiyeler icermeyen bir yazi olmasi hasebiyle bilhassa begendigimi soylemem lazim. Icinde, dikkate alinmasi gereken birkac nokta var. Link icin tesekkur ederim.

  35. Yusuf Cemal

    Kadim bey, ben taraftarı olduğum çözümün yeni olduğunu iddia etmiyorum dikkat ederseniz. Ama bir kez daha sizin düşündüğünüz anlattıklarımı ıskalıyor. Sanırım incelikli anlatmaya çalışınca anlaşılamama gibi durumlar söz konusu olabiliyor. Burada hata sanırım bende. Ben yeni ortaya çıkacak, eğitimli bir başka sınıftan bahsetmiyorum. Aslında bundan bahsetmediğimi anlatabilmek için bunun bir eğilim olduğunu çokça vurgulamıştım. Ama yetmemiş sanırım.

    O zaman diktatöre Mahmut demeden, diktatör diyerek ilerleyeyim. Tam olarak kastettiğim şu: Ergatokrasi. Yunanca bir kelime. Ergato çalışan demek. Türkçe’ye ırgat olarak geçmiş. Çalışanların yönetimi demek. Executive’lerin, elitlerin, Platon’un Kelibolu’sundaki kralların yönetimi felan değil. Düpedüz, çalışanların yönetimi. Ve tedrici bir geçişten bahsetmiyorum. Tedrici bir birikim sürecinden/yaşlı köstebeğin tarlanın altını gizlice kazmasından ve ardından gelecek patlamalardan/toprak kaymalarından bahsediyorum.

    Eskiden bir zamanlar buna sosyalizm mi, ne denirdi. 89’u siz de ben de gördüğümüze göre, Çavuşesku’nun ya da Fidel’in böyle bir sistemin lideri olduklarına ilişkin fikirleri, Bükreş’teki saraydan çıkan malbuşları hatırlamayan kişilere emanet edebiliriz. Dolayısıyla şimdi, bu tip bir rejime ergatokrasi diyelim de, kızıl bayraklı ya da purolu, kişi kültlü sosyalizmlerden ayıralım.

    Karl Popper’ın Açık Toplum ve Düşmanları’ndaki Platon eleştirisi yeni değil. Zizek bu eleştirinin kökenlerini uzmanı olduğu Hegel’de dahi bulmuştu. Üstelik Popper’ın ikinci hedef aldığı kişi Hegel olduğu halde. Sizin eleştiriniz, bunun işi bitmiş bir dönem olduğu şeklinde. Benim eleştirimse, gerçekleşebileceği ve bunun hali hazırda zaten olduğu ve bir an önce ortadan kaldırılması gerektiği şeklinde. Apple’ın kaderini Jobs’a fazla bağlamışsınız bana kalırsa. Ama yine fazla karnımdan yazdığımı farkettim. Anlaşılması için şöyle izah edeyim: Executivelerin egemenliği, üretimin ve dolayısıyla toplumun karmaşık işler yapabilme kapasitesini öldüren, dolayısıyla operasyonel anlamda verimsizlik kaynağı bir gidişat. Ve iddia ettiğiniz gibi ölmedi.

    Her ne kadar “operasyonel anlamda verimsiz”se de, bu yönetim biçimi karları yükselttiği sürece yatırımcıların ilgisini bir süre daha çekecek. Jobs’tan yalnızca bir hafta sonra ölen Dennis Ritchie, şu anda kullandığımız her sistemin yazılım alt yapısını yaratan kişilerin başında olmasına rağmen kimse onu önemsemedi, önemsemeyecek. Eğer liyakattan bahsedeceksek, Jobs’la Ritchie karşılaştırılamaz bile. Ama sistem liyakat üzerine dönmüyor değil mi?

    Kısaca üstünden geçecek olursam, İdiokrasi’nin ana problemi, genlere karşı Dawkins’in memlerini, komedi unsuru sürebilsin diye önemsememesiydi. Buna bile gerek kalmadan, filmdeki genetik seçilim mantığına karşı yine aynı mantıkla karşı konulabilirdi. Stableford Asgard’da şöyle diyor: Yırtıcı zekidir, yırtıcı hile yapar. Reagan’ı işaret eder gibi görünen porno yıldızı başkanın seçilebilmesi demek, zaten rol yapmak üzerine kurulu bir seçim sistemine gerçekten liyakatli olanın gelmesi değil midir? Alem buysa kral da bu.

    Sizden farklı olarak ve Sennet’ı takip ederek meritokrasinin karşısına zanaat tedrisatını koymak gerektiğini düşünüyorum. Eğer onun “Yeni Kapitalizmin Kültürü” kitabına bir göz atarsanız, meritokrasiye karşı olması gerekenden daha yumuşak ama köklü eleştirilerine bir göz atabilirsiniz. Ama sizin meritokrasi taraftarı olmanız, zaten burjuva sınıfına dahil olmanızdan kaynaklanıyor. Yatırımcıları 1929’da gökdelenden atlatan mekanizmayla, işleri iyi giden, hele hele de işler kötü gittikten sonra reanimasyonla ayağa kalkmış yatırımcıyı meritokrasiye ikna eden aynı mekanizmadır: Bu cengelin ortasında, yamyamların, arkadan vuranların, zehirli otların ortasında ayakta kalmak, yetenek işidir, öyle değil mi? Liderler bunu yapabilir, yaverler yapamaz değil mi? Nietzsche “Önemli olan yıkıntıdan ayağa kalkmak değil, zafer anında zafer sarhoşluğuna kapılmamaktır” mealinde sözleri, Napolyon’un hayaletinden çok, mücadeleler vererek bugüne gelmiş ve bu sebeple kendi yeteneğine güvenen burjuvaziye uyuyor aslında.

    Son olarak daha fazla sıkmamak adına, şu yaver meselesine yine Sennett’la cevap vermek isterim. Beraber diye bir kitabı daha var adamcağızın. Bir bakmanızı tavsiye ediyorum. Her ne kadar başat hiyerarşiye dayalı sosyal yapılar kuran primatlardan olsak da, lidere körü körüne bağlılıkta diğer memelilerden çok daha büyük bir şansımız var: Biz beraber çalışıyoruz.

    Bizim, sizin liyakatli liderleriniz yerine kolektif akıldan beslenen Faustvari ama lider olmayan liderler çıkarma potansiyelinde olmadığımızı düşünüyorsunuz. Daha önce dediğim gibi, bunu sizle tartışmam uygun olmaz. Yine de içinize kurt düşürmek gibi olmasın ama sanırım fena halde yanılıyorsunuz. Sonuçta o gün geldiğinde, elimizde sizi ikna edecek yeterince iyi nedenler olacağına emin olabilirsiniz.

  36. m.aliŞér

    bu tarışmada , kapitalist taraf mülkiyetinden vaz geçemeyeceği için son tahlilde küresel kapitalist devletten; sosyalist taraf ise planlama olmaksızın ekonomik adaletin sağlanamayacağı fikrinden çıkamayacağı için sosyalist küresel devletten taraf olmaktan kurtulamayacak, gibi görünüyor.

    kimse kusura bakmasın ama, her iki tarafı da devletlu değnek yani…

    bence devletsiz-dolayısıyla da mülkiyetsiz, bu anlamda da gerçekten serbest, yani anarşist bir piyasa, bir çözüm arayışı olarak düşünülebilir.

  37. Kadim Suhte

    Yusuf bey,

    Ama bir kez daha sizin düşündüğünüz anlattıklarımı ıskalıyor. Sanırım incelikli anlatmaya çalışınca anlaşılamama gibi durumlar söz konusu olabiliyor. Burada hata sanırım bende. Ben yeni ortaya çıkacak, eğitimli bir başka sınıftan bahsetmiyorum. Aslında bundan bahsetmediğimi anlatabilmek için bunun bir eğilim olduğunu çokça vurgulamıştım. Ama yetmemiş sanırım.

    Iskaladigimi dusunmenizi yadirgadim.

    Kelime, iskalamak degil de ‘isabetli bulmamak’ olsaydi diyecek sozum olmazdi.

    Sizin “biz” dediginiz taife icin kazanim saydiginiz seyler bende bir tehdit algisi yaratmiyor ki: Ben, sadece, amiyane tabirle, ‘eski kerhaneye yeni kizlar getirmek’in (patronaj sistemi devam ettigi muddetce) yapisal bir degisiklik anlamina gelmeyecegini, dolayisi ile, onemli bir sosyal degisiklikten bahsedemeyecegimizi soyluyorum.

    Çalışanların yönetimi demek. Executive’lerin, elitlerin, Platon’un Kelibolu’sundaki kralların yönetimi felan değil. Düpedüz, çalışanların yönetimi. Ve tedrici bir geçişten bahsetmiyorum. Tedrici bir birikim sürecinden/yaşlı köstebeğin tarlanın altını gizlice kazmasından ve ardından gelecek patlamalardan/toprak kaymalarından bahsediyorum.

    Bu tur patlamalara yol acacak enerji birikmelerinden kimsenin (onceden) haberi olmayacagini, ‘derail’ ya da ‘defuse’ etmek icin kimsenin kilini kipirdatmayacagini dusunuyor oldugunuzu anliyorum…

    Bu, tabii ki, mumkundur –eger yonetici siniflar (yok olmalarini mustehak kilacak kadar) duruma bigane olmuslarsa sayet– mumkundur, ama muhtemel olmadigini dusunuyorum.

    Buna pratik ornekler de yok degil. Ideal bir ornek olmasa da, 70’lerde TR’deki sendikal faaliyete bakmak mustefit olabilir: Dise dis ve kiran kirana yasanan o donem hakkinda pek de yazilmayan gelismelerden birisi de, bir taraftan isgucunu militanize etmekle mesgul olan lider kadrolarin en azindan bir kismi karsi taraf ile ilginc bireysel isbirlikleri ve pazarliklar yapiyor olmasiydi.

    Lider kadro derken sadece sendika liderleri/agalari degil kasdettigim, ideolojik lider kadro daha onemliydi ve bunlar bireysel/kitlesel istikballerinin nerede yattigini cok iyi biliyorlardi..

    Disariya oyle yansimasa da, yapilan sey, bildigimiz ‘at pazarligi’ydi ve sonuclarinin biz fanilere ayan olmasi icin yillarin gecmesi gerekti: Orta-ust sinif mensubu olarak hayli rahat ve etkili entellektuel pozisyonlari isgal eden bugunku uysal eski tufek solcularimizin hangilerinin bu kapsama girdigini ayri bir arastirma konusu olarak incelenmelidir ama benim konum degil tabii ki.

    Gelelim sizin ‘ergatokrasi’ kavraminiza/utopyaniza:

    Aslinda, bir utopya oldugu muddetse tartisilmasi abes; ama, pratik uygulamasinin sozkonusu olabilcegini soylediginiz icin bir kac kelam edeyim isterim..

    Birincisi, ergatokrasi icinden tepeye tirmanan oldugunda, tarifi geregi artik bu zat-i muhterem farklilasmistir. Ya ‘sermaye’nin bir parcasi olmustur, ya da vekili/kahyasi. Artik, ergatokrasi mensubu filan degildir. Baska bir semayedari ikame etmis ya da etmemis olmasi onemli degil..

    Ikincisi, sizin profosyonel hayatinizdaki tecrubeleriniz hangi istikamettedir bilemem; ama benim bunca yildir –neredeyse istisnasiz– gordugum soyledir: Profosyoneller, diger profosyonellere karsi patrondan cok daha acimasiz oluyorlar.

    Islerin biraz kesat gittigi, piyasanin daraldigi donemlerde (ki, TR’de hic de seyrek olmaz bunlar), calisanlarin neredeyse yarisini kapiya koymak onerisi ile Yonetim Kuruluna (yalakalik icin degil, samimi olarak) gelen yonetici sayisini soylesem inanmazsiniz.. Biz karsi durmasak, sirketin emme-basma tulumbaya donmesi isten bile degil –yillarca yetistirdiginiz insanlari bu kadar kolay harcamak, ve daha sonra da lazim olunca raftan alir gibi tekrar bulabilceginizi sanmak.. inanilir gibi degil, belki, ama oyle.

    Ustelik, bizdeki ziyadesiyle kucuk bir ornek; cok daha buyuk olcekte bunu –tamamen profosyoneller tarafindan yonetilen– global olcekli sirketlerde gorebiliyoruz.

    Sirf ‘quaterly report’ iyi gorunsun diye, sirketin (kendilerine de bir miktar ‘bonus’ olarak verilmis olan) hisse senetlerinin degeri dusmesin diye, bir kalemde binlerce kisiyi kapiya koyabiliyorlar, yatirimlari erteleyebiliyorlar, isleri outsource edebiliyorlar –yani, gozlerini kirpmaksizin, her turlu stratejik salakligin daniskasini yapabiliyorlar.

    Kisacasi, bunu bu sekilde soylemek cok da ‘politically correct’ olmayacak belki ama “cingeneye beylik vermisler, once babasini asmis” lafinin uygulamadaki karsiligi rahatsiz edici derece yaygin..

    Simdi.. sizin ‘ergatokrasi’ kavraminiz benim tasvir ettigim realiteden farkli olabilir tabii ki. Ama, insan fitratinin aniden degisecegini farzetmiyorsak, utopyalarin da ayaklari yere en azindan bir miktar basmali.

    Bu “ayaklarinin yere en azindan bir miktar basmasi gerekir” noktasinda da, verili realiteyi acimasizca elestirdigi de soylenebilen feylesoflarin insani hayran birakan sairane gelecek tasavvurlari\tasvirleri, malesef, bir yol haritasi olmaktan fersah fersah uzak dusuyor.

    Jobs’tan yalnızca bir hafta sonra ölen Dennis Ritchie, şu anda kullandığımız her sistemin yazılım alt yapısını yaratan kişilerin başında olmasına rağmen kimse onu önemsemedi, önemsemeyecek. Eğer liyakattan bahsedeceksek, Jobs’la Ritchie karşılaştırılamaz bile. Ama sistem liyakat üzerine dönmüyor değil mi?

    Burada armutlarla elmalari (no pun intended) karistiriyoruz galiba.. yani, populer olanla layik olani karistiriyoruz.

    Jobs, en cok 10 sene sonra, hic bir seyin bir dipnotu bile olamayacak; Dennis Ritchie ise konuyla ilgili herkesin bir sekilde bilmesi gereken bir kisi olarak kalacak –bence.

    Sizden farklı olarak ve Sennet’ı takip ederek meritokrasinin karşısına zanaat tedrisatını koymak gerektiğini düşünüyorum. Eğer onun “Yeni Kapitalizmin Kültürü” kitabına bir göz atarsanız, meritokrasiye karşı olması gerekenden daha yumuşak ama köklü eleştirilerine bir göz atabilirsiniz.

    Bahsettiginiz kitabi okumadim. Dolayisi ile, sizin soylediklerinize cevap yazmak durumundayim: “Zanaat tedrisati” tabii ki lazim.

    Ama, bu yolla herhangi bir kitleye sinif atlatmak umitlerinin realiteden fazlasiyla kopuk oldugunu dusunurum.

    Belli bir isi iyi ya da cok iyi yapmak, o kisiyi sermaye tabakasina yuceltmeyecegi gibi, yonetici dahi yapmak icin yeter sart degildir.

    Tersine, ‘uzman’lasarak kendini bir omur bir pigeonhole mahkum etmek anlamina gelir.

    Ama sizin meritokrasi taraftarı olmanız, zaten burjuva sınıfına dahil olmanızdan kaynaklanıyor. Yatırımcıları 1929’da gökdelenden atlatan mekanizmayla, işleri iyi giden, hele hele de işler kötü gittikten sonra reanimasyonla ayağa kalkmış yatırımcıyı meritokrasiye ikna eden aynı mekanizmadır: Bu cengelin ortasında, yamyamların, arkadan vuranların, zehirli otların ortasında ayakta kalmak, yetenek işidir, öyle değil mi?

    Yok. Sadece yetenek isi degil. Kesinlikle degil.

    Sans cok onemli. Dogru zamanda dogru yerde bulunmus olmak sansindan bahsediyorum. Akil, o noktanin idrakinde olmak icin lazim. Yetenek ise, idrak ettikten sonra orada tutunabilmek icin elzem.

    Dolayisi ile, sadelestirerek soyleyecek olursak, meritokrasi, bu 3unu de saglayanlara “yolun acik olsun” demekle esanlamlidir.

    Liderler bunu yapabilir, yaverler yapamaz değil mi? Nietzsche “Önemli olan yıkıntıdan ayağa kalkmak değil, zafer anında zafer sarhoşluğuna kapılmamaktır” mealinde sözleri, Napolyon’un hayaletinden çok, mücadeleler vererek bugüne gelmiş ve bu sebeple kendi yeteneğine güvenen burjuvaziye uyuyor aslında.

    Ben, Batili mutefekkirlerin analizlerinin sanki bir kati-hal fizigiymiscesine kullanilmasi ile hicbir zaman cok da hemfikir olamadim.

    ‘Burjuvazi’ kelimesi de bunlardan birisi..

    Hele de Turkiye sozkonusu oldugunda; ‘burjuva’ kalitsal bir katmani temsil etmez; kisi, belli ‘t’ aninda birileri o katmanda olabilir; ama, –o ne kadar aksini umut etse de, dirense de– bu mensubiyeti gecicidir, konjonktureldir.

    Cok olsa 3 –bilemedin 4– nesil surer. Ardindan tepetaklak olup ya proleterlesir ya da lumpenlesir.

    Bu yuzden, orta ve uzun vadelerde, ben, “ikbal de zeval de bir kapida baki kalmaz” deyisini cok daha anlamli bulurum.

    Son olarak daha fazla sıkmamak adına, şu yaver meselesine yine Sennett’la cevap vermek isterim. Beraber diye bir kitabı daha var adamcağızın. Bir bakmanızı tavsiye ediyorum. Her ne kadar başat hiyerarşiye dayalı sosyal yapılar kuran primatlardan olsak da, lidere körü körüne bağlılıkta diğer memelilerden çok daha büyük bir şansımız var: Biz beraber çalışıyoruz.

    “Lidere körü körüne bağlılıkta diğer memelilerden” cok da farkli oldugumuzu dusunmuyorum.

    Nadiren hep/surekli ayni lidere bagli oldugumuzu iddia edemesek de, bu, verili bir anda belli bir surubasina bagli olmayacagimiz anlamina gelmiyor.

    Bizim, sizin liyakatli liderleriniz yerine kolektif akıldan beslenen Faustvari ama lider olmayan liderler çıkarma potansiyelinde olmadığımızı düşünüyorsunuz.

    Yoo. Ben, sadece, bu tur bir lider ciktigi andan itibaren sizin “biz” dediginiz sinifa/tabakaya ait olmayacagini soyluyorum. Tarifi geregi bu boyle.

    Daha önce dediğim gibi, bunu sizle tartışmam uygun olmaz.

    Nicin? Gizli bir tarafi mi var? Yoksa, duyarsam cok uzulecegimi mi dusunuyorsunuz?

    Yine de içinize kurt düşürmek gibi olmasın ama sanırım fena halde yanılıyorsunuz. Sonuçta o gün geldiğinde, elimizde sizi ikna edecek yeterince iyi nedenler olacağına emin olabilirsiniz.

    Nicin benim boyle bir gelismeden tedirgin olacagimi dusundugunuzu anlayabilmis degilim.

    Keske, sizin hayalini kurdugunuz kadrolar mevcut olsa da, ulkenin refahini artirmak ve daha genis bir kitleye yaymak mumkun olsa.

  38. Yusuf Cemal

    Yazınızı okumak gerçekten keyif verdi. Bu seviyedeki bilgileri böyle ilk elden alabileceğimiz kaynaklar olsa keşke. Böylelikle “arkadaki neden bunlar bunlar” diyerek komplo teorisi kuruyormuş gibi görünmezdik. Tabi bu sefer de, isteme/niyet ile yaşadığımız dünya arasındaki seviye farkı gözle görülür hale gelirdi, bu sefer de “aslında böyle böyle diyorlar ama bunun nedeni aslında bu!” diye anlat dur. Ama hiç değilse bir nebze ileriden başlardık.

    Neyse, belki kendi tecrübelerinize yeteri kadar önem vermiyorsunuz. Belki, kendi tecrübelerinizden doğru sonuçları çıkarmıyorsunuz. Ama bana kalırsa tecrübelerinizi, eski tedrisatınıza fazlasıyla uyumlulaştırıyorsunuz. Farz-ı misal, yöneticilerin, kendi elemanlarını atmak için sizin kapınızı aşındırdıkları zamana ilişkin gözlemlerinizi ele alalım. Sizin yerinizde olsam, bu durumdan bu sonuçları çıkarmazdım. Çıkaracağım sonuç, isteme ile gerçek dünya arasındaki bu ani ortaya çıkmış farkın nedenlerini incelemek olurdu. Tabi vaktiniz yoktur. Ama o zaman insanların yaptıklarına bu kadar kolay etiketler de koymamanız gerekirdi.

    Bahsettiğiniz tayfanın, tek niyeti çözüm sağlamak olsaydı ve çözümün insan atmak olduğunu düşünselerdi, yapmaları gereken bunu daha rasyonel planlarla yapmaktı. Attıkları insanları olabildiğince az mağdur edecek şekilde, belki başka iş yerlerine yerleştirmek için çabalayarak ve hatta durum değişince yeniden ilişki kurup belki de geri alacak şekilde yolları ayırmak rasyonel bir davranış şekli. Bunların getireceği ekstra yük, “madunların öfkesi” düşünülünce daha tercih edilebilirdir.

    Oysa sizin anlattığınız durum, bana fena halde şöyle geldi: Sizin nasıl düşündüğünüzü taklit edip, daha doğrusu kendi fantazilerinde sizin nasıl düşündüğünüze ilişkin kurgular kurup, kendi yerlerini kaybetmemek ya da ilerlemek için bu kurguları size teklif eden olmuşlar. Yalakalıkla bu davranış tarzını ayırt etmeniz gerekirdi. Karikatürleştirirsem, fantazileri, sizin elinizde viski kadehi, üstünüzde ropdöşambırla “Bin kişi mi? Atın gitsin!” diyen kişiler olmanız. Ya da Beşinci Element’te Garry Oldman’ın milyonlarca insanın işten çıkarılmasına ilişkin davranışı gibi. Eh, krizden kötü etkilenmiş, çünkü varyemez olamamış kötü durumdaki A firmasını bir süre idare edip, ardından “kendi istedi” diyerek iflasa bırakmamış mıydınız? O adamlar da bunu görüp size ilişkin böyle fantaziler kurguladılar, son derece normal. Hiç onları suçlamayın. Tamamen samimice hareket etmişler. Hatta bir adım daha ileri gidin ve hava tam tersine dönerse, kraldan çok kralcı, “biat kültürüne tamamen bağlı” bu insanların hele hele de mülkiyet hukukunun sıvılaştığı şartlarda nasıl bir davranış içinde olacaklarını siz düşünün. Doğu’da “Giden ağam gelen paşam” Batı’da ” Kral öldü. Yaşasın kral!”. Güzel haberler bunlar, ilk anda daha narin zamanlarımızda sanayiyi kolay handle edeceğiz. Hot zot yetecek yani. Çalışma şeklini değiştirmek ve kapitalist hiyerarşiyi parçalamak daha zor olacak ama bu da daha güçlü zamanlarımıza denk gelecek.

    Aynı şekilde şu çingene için geçerli sözünüzde benzer durumu görüyorum. O çingene neden ilk babasını asmış? Yoksa, babasıyla arasında mikro ölçekli iktidar ilişkilerinden kaynaklı sorunlar mı vardı, yoksa oidipus kompleksinin yansıması mı bu? (Sakın bu söylediklerimi kafa karıştırmak için ucuz bir numara zannetmeyin, sabrederseniz birazdan neden bunu söylediğimi anlayacaksınız.)

    Ya da daha önce söylediğiniz “Insanlarin egitim seviyesi arttikca, ‘komutan’ degil de ‘yaver’ olmak egilimleri artiyor.. Benim –sadece TR’deki gozlemlerime degil, global baktigimda da gordugum bu.” cümlesindeki problem de aynı. Neden? Gözlemin ötesine geçip sormanız gerekiyordu, bana kalırsa. Neden? Şu ana kadar söylediklerinizden anladığım, nedeni önemli değil, bu böyledir, diye kabul edip, ilerlemeye devam ediyorsunuz. Ama arka plana bakılınca, verili düşünsel yapının eğitim arttıkça daha da etkili olduğu, buradan sıyrılmanın zor olduğunu görebiliriz. Bu da “normal” yapılar devam ederken olagelen yaverliğin, o yapılar ortadan kalkınca (düşünsel yapılardan bahsediyorum) neye dönüşeceğini düşünmediğinizi gösteriyor.

    Genelleştirerek söylersem, toplumu stabil halde tutan ön kabullere fazlasıyla bağlısınız. Ve o kabullerin altında yatan mekanizmaları pek de irdelemiyorsunuz. Bu da toplumun gerisindeki parametreler değiştiğinde, bildiğiniz bütün aksiyom ve postulaların yıkıldığı anda çok şaşıracaksınız demektir. Eğer Gezi hadisesini bir histerik çıkış olarak değil, toplumsal bir fenomen olarak ele alıp bir şekilde dahil olsaydınız mikro ölçekte bu anlattıklarımı gözlemleyebilirdiniz. Mikro dediysem değişimler gözle görülecek kadar büyüktü. Gezi olaylarının kendisini bir giriş, makro olanın ilk görüngüsü olarak gördüğüm için mikro diyorum. Yoksa içinde olup da değişimi görmeyenin eline düdük, gözüne gözlük yani.

    Bu sebeple de, eğitim seviyesinin yükselmesiyle çalışan insanların politik ve ekonomik yönetimi kendi ellerine alması (ergatokrasi) arasında benim kurduğum ilişki size hep şu sıradan cümledeki ilişki gibi geliyor: Oku da adam ol. Ve siz de bunun neden olanaksız olduğunu, daha doğrusu adam olmanın ne olduğunu açıklamaya çalışıyorsunuz. Oysa ben eğitim seviyesinin yükselmesiyle bir eğilimin ortaya çıktığını, bu eğilimin kendisinin avantajları olduğunu ama önemli olanın o eğilimi ortaya çıkaran meta-prametreler olduğunu anlatmaya çalışıyorum. O parametre kurucu parametreler, kompleks işlerin eski hiyerarşi ile yapılamayacak hale gelmesi – bkz Challenger faciası-, operasyonel yeteneklerin olağan üstü artışı – bkz. Gezi direnişindeki biber gazına karşı alınan önlemlerin iletim hızı ve organizasyonu- vs.yi de beraberinde getiriyor. Ve o parametreler, kapitalist hiyerarşiyi de, kapitalist girişimcilik pozisyonunu da adım adım yiyiyor.

    70’li yıllardaki ideolojik kadrolarla burjuvazi arasındaki garip ilişki konusu daha çetrefilli. İlk olarak, 70lerde gerçekten bir çalışan sınıf merkezli düşünüş yok. Emperyalizmden kurtulmak, komprador burjuvaziden kurtulmak ve hatta işçi köylü iktidarını kurmak kalıp cümleler ima ettiklerinden daha azını ifade ediyor. Gösterenle gösterilen arasındaki ilişkinin, Batılı müteferriklerin gösterge dediği şeyin toplumsal aklın içinde adeta “yüzmesi” ve ancak dil öncesi gösterenle bir bağ kurulduğu zaman sabitlenmesi probleminin bir başka yansıması. İkinci olarak, zaten bu bağlar kentlileşme yolundaki ekonomilerin klasik olayıdır. Dostoyevski baya bir dalga geçer Ecinliler’de. Ve sonuncusu, aynı bağlar yukarıda anlattığım parametre değişim anlarında bu sefer de burjuvazi için can kurtaran simidi olur. Ki parametre değişimine bile gerek yok. Aziz Nesin Büyük Grev’de bu can simidi pozisyonunu anlatır. Gerçekten MESS grevlerinin böyle olup olmamasının önemi yok. Pozisyon olabildiğince gerçek, olabildiğince olası.

    Çalışan sınıfı tarif ederken, Kantçı bir düşünüş yöntemi izlediğinizi düşünüyorum. Postulalara aşırı bağlı oluşunuz, gözlemlerinizi bu postulaları destekleyecek şekilde kullanmanız bana bunu anımsatıyor. Zaten kategorik bir sınıf tarifine gireceksek, dünya tarihinde tek gerçek sınıf burjuvazidir. Proleterya, sınıf bile sayılamaz. Ama allahtan işler “bu sınıftır, bu sınıf değildir, o halde sınıf olan sınıf olmayana üstündür vs.” şeklinde işlemiyor. Yani çalışan sınıfın içinden çıkacak liderlerin artık sınıfa ait olmayacağını söylerken, çalışan sınıfı kategorik olarak sınıf gibi kabul edip ilerliyorsunuz. Oysa çalışan sınıf toplumsal kırılmalar dışında görülmezdir. Gözlemle yerini belirlediğiniz zaman hangi hızla değiştiğini hesaplayamazsınız. Değişimini hesaplarken bu sefer de nerede olduğunu, sınırlarını belirleyemezsiniz. Kuantum mekaniğinden çalıntı gibi oldu ama modelleme tam uyduğu için söylemek zorunda kaldım.

    Son olarak, neden gizlilik dediğimizi soruyorsunuz. Cevabı şurada: http://dazayn.blogspot.com/2012/08/neden-surekli-gizlilik-diyoruz.html

  39. Kadim Suhte

    Neyse, belki kendi tecrübelerinize yeteri kadar önem vermiyorsunuz. Belki, kendi tecrübelerinizden doğru sonuçları çıkarmıyorsunuz. Ama bana kalırsa tecrübelerinizi, eski tedrisatınıza fazlasıyla uyumlulaştırıyorsunuz. Farz-ı misal, yöneticilerin, kendi elemanlarını atmak için sizin kapınızı aşındırdıkları zamana ilişkin gözlemlerinizi ele alalım. Sizin yerinizde olsam, bu durumdan bu sonuçları çıkarmazdım. Çıkaracağım sonuç, isteme ile gerçek dünya arasındaki bu ani ortaya çıkmış farkın nedenlerini incelemek olurdu. Tabi vaktiniz yoktur. Ama o zaman insanların yaptıklarına bu kadar kolay etiketler de koymamanız gerekirdi.

    Galiba gozunuzden kacmis, ben yazdiklarimin benim gozlemlerim, ya da belki daha dogrusu ‘tespit’lerim oldugunu soylemistim.

    Gozlemlerime/tespitlerime bunlari demek ihtiyaci duydugunuza bakarak, mazallah, analizlerimi yazsam acaba ne diyeceginizi merak eder oldum..

    Bir blogun yorum kismina ayirabilecegim vakit cok degil, malesef; dahasi, analiz dedigimiz sey de –hakkini vermek uzere yola cikilmissa– oyle calakalem yapilabilcek sey degil. ‘Quality time’ gerektiriyor.

    O yuzden, analizden maada anekdotal gozlem/tespitler yazmak kolayima geliyor.

    Ote yandan, bu tur ‘anekdotal gozlemleri/tespitleri’ hemen gozardi etmemenizi onermek isterim: Birilerinin ‘anekdotal gozlemleri/tespitleri’, baska birileri icin bazan arayip da kolayca bulamayacaklari data olabilir.

    Ben, benimkilerin oyle olacagini soylemiyorum; ama, olmayacagini da garanti edemem tabii ki.

    Neyse.

    Yukaridaki paragrafta, “farkin nedenlerini incelemek” konusunu gozardi ettigimi ima/ihsas edisinizi ilginc buldum.. Yani, bahsedecek kadar onemli buldugum bir gozlemim uzerinde hic/yeterince kafa yormadigimi dusunuyor olmalisiniz..

    Bahsettiğiniz tayfanın, tek niyeti çözüm sağlamak olsaydı ve çözümün insan atmak olduğunu düşünselerdi, yapmaları gereken bunu daha rasyonel planlarla yapmaktı. Attıkları insanları olabildiğince az mağdur edecek şekilde, belki başka iş yerlerine yerleştirmek için çabalayarak ve hatta durum değişince yeniden ilişki kurup belki de geri alacak şekilde yolları ayırmak rasyonel bir davranış şekli. Bunların getireceği ekstra yük, “madunların öfkesi” düşünülünce daha tercih edilebilirdir.

    Aslinda, onceligi, ‘Ortadoguda baris’, ‘kuresel isinma’ vb gibi gunumuzu ve gelecegimizi tehdit eden cok daha onemli sorunlara cozum aramaga vermelerini onermek de dusunulebilirdi tabii ki.

    Ama, calistigi isyerinin ciddi sorunlar yasayacak bir zaman dilimine girmekte oldugunu dusunen insanlar acisindan bakildiginda bunun konuyu anlamamak ile yersiz bir espri yapmak arasinda bir yerlere oturacagini de gormek gerekir.

    Yani, diyecegim o ki, elestirinin de (onerilerin de) ayaklari yere basmali..

    Kurulus amaclarinin basinda ‘isci sinifinin haklarini korumak’ gelen (ya da, lafa gelince bu sekilde dile getiren) sendikalarin, nedense, isini kaybetmis olanlar icin killarini kipirdatmayislarini nasil oluyorsa hep gozardi ederiz.

    Daha dogrusu, ucret sendikaciligi yuzunden –daha once konustugumuz uzere– calisanlarin islerini (teknolojik yenilenmeler ya da isyerinin daha ucuz isgucunun oldugu yerlere tasinmasi vs gibi sebeplerle) kaybetmesi mukadder oldugu halde, bir bakima kendisinin sebep oldugu bu issizlige yonelik aktif hicbir adim atmayan (farkinda bile olmayan; farkinda olsa bile, umurunda olmayan), buna ragmen, hasbelkader is bulmus kisilerden aidat almaktan oteye baska bir sey yapmayan sendiklara yonelik bu iltimasin bir sebebi olmali.

    Olmali da, bugune kadar ben gorebilmis degilim.

    Anlasilan, siz de o denli kaniksamissiniz ki, sendikanin ustlenmesi gereken seyleri de isverenden bekleyebiliyorsunuz.

    Ilginc.

    [Bnezer seyler, fazlasiyla, tabii ki, ‘meslek odalari’ icin de gecerlidir; ve o konuda da benzer bir omerta hakimdir.]

    Oysa sizin anlattığınız durum, bana fena halde şöyle geldi: Sizin nasıl düşündüğünüzü taklit edip, daha doğrusu kendi fantazilerinde sizin nasıl düşündüğünüze ilişkin kurgular kurup, kendi yerlerini kaybetmemek ya da ilerlemek için bu kurguları size teklif eden olmuşlar.

    Zannettikleri gibi dusunmedigimizi ogrenmeleri icin kac defa ayni teklif/red dongusunu yasamalari gerektigini dusunuyorsunuz?

    Yalakalıkla bu davranış tarzını ayırt etmeniz gerekirdi.

    Oyle degil. Konunun yalakalikla alakali bir yani yok.

    Bunu daha once de yazmistim. Biraz daha aciklamam gerekiyor anlasilan.

    Sunu herhalde duymussunuzdur: Butun sirketlerin yoneticileri sirketin kar etmesinden sorumludurlar. O amacla oradadirlar.

    Kar az cikar ya da cok cikar; ayri bir degerlendirme konusudur. Fakat, hic bir sirkette hicbir profosyonel o sirketin –hele de bilerek– zarar yazmasina izin veremez, goz yumamaz. Zarari sineye cekmek kararini vermek yetkisi sermayenindir.

    Bu, zimni de olsa, en temel sozlesmedir.

    Benim garipsedigim, arkadaslarimizin, “sunlari isten cikarmazsak, su kadar zarar edecegiz; sizce ne yapalim?” diyerek yonetim kuruluna gelmek yerine, “piyasa daraliyor, sunlari isten cikarmayi oneriyoruz” demeleri..

    Aradaki nuansi bilmem gorebiliyor musunuz?

    Hem Nuansi hem de nuansin isaret ettigi acimasizligi..

    Karikatürleştirirsem, fantazileri, sizin elinizde viski kadehi, üstünüzde ropdöşambırla “Bin kişi mi? Atın gitsin!” diyen kişiler olmanız. Ya da Beşinci Element’te Garry Oldman’ın milyonlarca insanın işten çıkarılmasına ilişkin davranışı gibi. Eh, krizden kötü etkilenmiş, çünkü varyemez olamamış kötü durumdaki A firmasını bir süre idare edip, ardından “kendi istedi” diyerek iflasa bırakmamış mıydınız?

    Daha onceki yazimda hem elitist oldugumu hem de –sansi yaver giderek belli noktalara gelmis– bir ‘elit’in o noktada kalmasi icin akla ihtiyaci oldugunu soylemistim.

    Aklin isaret ettigi yerde su da vardir: Bu memlekette 6 ay yaz, 6 ay da kis yasanir..

    Sorumlulugu ne kadar harici ve kotucul karakterlere yuklemegi denersek deneyelim, yaza kanip asiri acilan (ustune ustluk, imkanlarinin limitlerinde masrafli bir hayati tercih eden) birisinin hikayesindeki husranli sonun birincil nedeninin kisinin kendisi olacagini teslim etmek zorundayiz.

    Baska bir deyisle, sizin karikaturize senaryonuzdaki A firmasini batiran kisi isin basindaki kisidir. Ben ya da baskasi degil.

    Daragacinin dibine kadar gitmis bir insanin boynuna gececek olan kemende nefretle bakmasi cok alisildik/beklendik bir seydir; de, yercekiminin ve kendi kutlesinin gercek musebbib olacagini biz de idrak edememissek, isabetli analizler/tesbihler yaptigimiz zehabiyla kendimiz calip kendimiz oynamis oluruz; baskalarinin bunlari kaale almasini beklemek hayalciligin bir ust kademesi olur.

    O adamlar da bunu görüp size ilişkin böyle fantaziler kurguladılar, son derece normal. Hiç onları suçlamayın. Tamamen samimice hareket etmişler. Hatta bir adım daha ileri gidin ve hava tam tersine dönerse, kraldan çok kralcı, “biat kültürüne tamamen bağlı” bu insanların hele hele de mülkiyet hukukunun sıvılaştığı şartlarda nasıl bir davranış içinde olacaklarını siz düşünün.

    Bu paragraf ilginc.. Ilginc, cunku, –birakin bizdeki yoneticileri–, ISO500 (ya da Fortune500 veya digerleri) gibi liglerdeki yoneticileri esasen karaktersiz birer android sayiyor gibisiniz.

    Bu bakisin etik ya da ‘politically correct’ olmayisi degil benim asil ilgimi ceken.. Ben, realiteden bunca kopuk bir bakisla, nasil oluyor da hala daha radikal bir degisiklik umit ediyor olusunuzu ilginc buluyorum.

    Doğu’da “Giden ağam gelen paşam” Batı’da ” Kral öldü. Yaşasın kral!”. Güzel haberler bunlar, ilk anda daha narin zamanlarımızda sanayiyi kolay handle edeceğiz. Hot zot yetecek yani. Çalışma şeklini değiştirmek ve kapitalist hiyerarşiyi parçalamak daha zor olacak ama bu da daha güçlü zamanlarımıza denk gelecek.

    “Tarim, koyluye birekilamaz” sloganini cagristirdiginiz bende. Sovyetik tedaileri var(di)..

    Simdilerde, eski bir Maoist (?) mutesebbisimiz/sermayedarimiz benzer seyleri soyluyor [ http://kiyamet-projesi.blogspot.com/2013/06/tarim-bakani-ve-isadamlari-ses-kaydi.html ]

    Siz de, cok isabetsiz bir tesbih degilse, “Kapitalizm sermayeye birakilamaz” diyorsunuz..

    Buna katilmiyor degilim –sonucta kimse hatadan munezzeh degil; herkesin aradabir ayar almak ihtiyaci olur.

    Fakat, siz isverenligi sadece para/sermaye sahibi olmak mi saniyorsunuz gercekten?

    Cafer Mahiroglu’nun, mesela, sizce bugun bulundugu yere gelisini asagidaki seceneklerden hangisi aciklar:

    a) Teoriyi cok iyi bildigi icin
    b) Cok para ile ise basladigi icin
    c) Iskolunu cok iyi bildigi icin
    d) Hicbiri.

    Bkz. Cafer Mahiroglu –Google. [Gecen aksam Aykiri Sorularda konuk idi. Ben merak edip baktim.]

    Ya da daha önce söylediğiniz “Insanlarin egitim seviyesi arttikca, ‘komutan’ degil de ‘yaver’ olmak egilimleri artiyor.. Benim –sadece TR’deki gozlemlerime degil, global baktigimda da gordugum bu.” cümlesindeki problem de aynı. Neden? Gözlemin ötesine geçip sormanız gerekiyordu, bana kalırsa. Neden? Şu ana kadar söylediklerinizden anladığım, nedeni önemli değil, bu böyledir, diye kabul edip, ilerlemeye devam ediyorsunuz. Ama arka plana bakılınca, verili düşünsel yapının eğitim arttıkça daha da etkili olduğu, buradan sıyrılmanın zor olduğunu görebiliriz. Bu da “normal” yapılar devam ederken olagelen yaverliğin, o yapılar ortadan kalkınca (düşünsel yapılardan bahsediyorum) neye dönüşeceğini düşünmediğinizi gösteriyor.

    Sormak tabii ki mumkun, hatta gerekli de…

    Dahasi, sormadigimi dusunmeniz de sasirtici.

    Fakat, iskaladiginizi dusundugum bir nokta var:

    [“Maksut bir, rivayet muhtelif” sozunu duymussunuzdur umarim. Bu konu da oyle.]

    Yani, kimin hangi patikalardan nereye hangi motiv ya da saiklerle geldigini analzi etmek, onlari da akademik dille yazmak filan cok hos bir hobi olabilir; ama, hepimizin bu tur ‘her sarkinin bir hikayesi var’lardan hareketle edebi metinler kaleme almak ihtiyaclari/luksleri olmak zorunda degil.

    Sunu demek istiyorum: Durduk yerde sosyolog/psikolog filan kesilip, toplumu ya da sistemi sorumlu tutmaklar vs. tabii ki fevkalade tatmin edici entellektuel tartismalara yol acar; bu tukenmez serbetinden icip icip keyifli mental hazlara da varabiliriz; ama, verili durumu degistirmek mumkun olyacagi icin, sadece hayal kirikliklarimizi tescil etmis oluruz.

    Gerci, o da muhakkak faydalidir. Fakat, gercek hayatta hayallerle/hulyalarla degil, elinizdeki/ortadaki malzeme ile calismak zorundayiz.

    Genelleştirerek söylersem, toplumu stabil halde tutan ön kabullere fazlasıyla bağlısınız. Ve o kabullerin altında yatan mekanizmaları pek de irdelemiyorsunuz.

    Bana beni anlatiyor gibi bir ses tonunuz var; ama, bana asina gelen birini tariflemiyorsunuz. Bilesiniz istedim. Bu bir.

    Ikincisi, sizin ‘kabuller’ dediginiz seyler benim yukarida bahsettigim “elinizdeki/ortadaki malzeme” ise, bunlarin “altında yatan mekanizmaları” irdelemenin pragmatik nasil bir faydasi olacagini dusunuyorsunuz?

    Ya da, soyle soyleyeyim, irdelemeleriniz sonucunda ortaya cikaracaginiz ‘TODO listesi’ni nasil uygulamaya koyacaginizi dusunuyorsunuz?

    Demokratik bir yontemle mumkun bir tarafi var midir?

    Bu da toplumun gerisindeki parametreler değiştiğinde, bildiğiniz bütün aksiyom ve postulaların yıkıldığı anda çok şaşıracaksınız demektir. Eğer Gezi hadisesini bir histerik çıkış olarak değil, toplumsal bir fenomen olarak ele alıp bir şekilde dahil olsaydınız mikro ölçekte bu anlattıklarımı gözlemleyebilirdiniz. Mikro dediysem değişimler gözle görülecek kadar büyüktü. Gezi olaylarının kendisini bir giriş, makro olanın ilk görüngüsü olarak gördüğüm için mikro diyorum. Yoksa içinde olup da değişimi görmeyenin eline düdük, gözüne gözlük yani.

    “Maksut bir, rivayet muhtelif” sozunu bu sefer baska bir baglamda kullanacagim..

    Siz, Gezi’yi (bir bakima Gun beyle rezonans cagristiracak sekilde), “bütün aksiyom ve postulaların yıkıl”masina yonelik bir ‘hadise’ sayiyorsunuz.

    Eminim, sizin dediklerinize uyacak bir element de iceriyordur mutlaka, ama bu bilinc ya da gudunun “eser miktar”da dahi oldugunu dusunmuyorum.

    Benim baktigim yerden, en temel etken, ‘eski orta sinif’in, (cevreden merkeze yuruyusu bir cok acidan basarili olmus olan) ‘yeni orta sinif’in rekabetinden rahatsiz olusudur.

    Yani, ‘yerlesik burjuvazi’, kendilerini burjuvazi namzedi gorup yer (ve pastadan/lavastan pay) talep edenleri geldikleri yere geri gondermek istiyor.

    Ha.. onemli etken kapsaminda, bir de, Alevi baglami da var konunun:

    Bu bahistekiler, ‘yerlesik burjuvazi’nin arasinda halen mevcut olanlar. Yeni gelecek olanlarin kendilerine ‘yasam tarzi’ acisindan tehdit olusturacaklarini dusunuyorlar.

    Bir de /diger/ Aleviler var –Sunni agirlikli ‘yeni burzuvazi’nin basarili olmasi halinde arzu ettikleri yeri bulamayacaklarini; yani, “Kurtler ve diger Sunniler anlasmak uzere, ‘bizim sonumuz hayra gitmiyor'” seklinde dusunenler..

    Bunlarin disindaki degerlendirmeleri, ortucu olmagi tercih edenlerin romantik ve –bir o kadar da kendilerini ve baskalarini– yaniltici tasvirleri olarak goruyorum.

    Bu sebeple de, eğitim seviyesinin yükselmesiyle çalışan insanların politik ve ekonomik yönetimi kendi ellerine alması (ergatokrasi) arasında benim kurduğum ilişki size hep şu sıradan cümledeki ilişki gibi geliyor: Oku da adam ol. Ve siz de bunun neden olanaksız olduğunu, daha doğrusu adam olmanın ne olduğunu açıklamaya çalışıyorsunuz. Oysa ben eğitim seviyesinin yükselmesiyle bir eğilimin ortaya çıktığını, bu eğilimin kendisinin avantajları olduğunu ama önemli olanın o eğilimi ortaya çıkaran meta-prametreler olduğunu anlatmaya çalışıyorum.

    Ben de, gunesin altinda pek de yeni bir seyin olmadigindan hareketle, sizce yeni olan bu ‘meta-prametreler’in sizin umit ettiginiz gelismelere yol acmak konusunda cok da heyecan verici olmadigini soylemege calisiyorum.

    Dahasi, egitim seviyesinin yukselmesinin sonucunun, hic de zannedildigi gibi, sinifsal anlamda ’empowering’ filan olmayacagini; tersine, egitim seviyesi yuksek olanlar arasinda cok daha acimasiz bir rekabetin olacagini, bunun da sizin bahsettiginiz ‘meta-prametreler’e ilave edilmesi ve zararli/yikici etkilerinin iyi degerlendirilmesi gerektigini eklemek isterim.

    Daha da ileri gideyim: Cok kati korumaci rejimler sozkonusu olmayacaksa, bugun fiziki saydigimiz isletmelerin de sanallasacagini; yani, bir fabrikanin tap burada tap kapinin arkasinda olabilcegini de dikkate almaniz lazim.

    Elinde amazon.com (ya da WalMart) gibi devasa dagitim aglari/kanallari olanlar acisindan bu zaten gerceklesmis durumda: Dunyadaki uretim kapasite fazlasini bu yapilar istedikleri gibi kullaniyor, uc kurus daha ucuza urettirecekleri bir urunu dunyanin herhangi bir yerinden –gereginde de sirf o urunu uretecek fabrikayi da kurdurtarak– tedarik edebiliyorlar.

    Hal boyle olunca, ‘egitimli isciyiz, dolayisi ile daha/muthis gucluyuz’ anlamina gelecek olan sloganlar, kisa vadede dahi –calisilan isyerinin sanallasmasi sonrasinda ya uretimini bir baska diyardaki ureticiye kaptirmasi, ya da isyerinin kendisinin fiziken baska bir diyara tasinmasindan oteye– pek bir anlam ifade edemiyor malesef.

    O parametre kurucu parametreler, kompleks işlerin eski hiyerarşi ile yapılamayacak hale gelmesi – bkz Challenger faciası-, operasyonel yeteneklerin olağan üstü artışı – bkz. Gezi direnişindeki biber gazına karşı alınan önlemlerin iletim hızı ve organizasyonu- vs.yi de beraberinde getiriyor. Ve o parametreler, kapitalist hiyerarşiyi de, kapitalist girişimcilik pozisyonunu da adım adım yiyiyor.

    Gezi konusuna bu denli onem atfetmenizi not ediyorum; ama, katilmiyorum.

    Ayrica, “kapitalist hiyerarşiyi de, kapitalist girişimcilik pozisyonunu da adım adım yiyor” deyisinize de katilamiyorum. Global olcekteki gelismeleri ziyadesiyle yerel filtrelerden okudugunuzu dusunuyorum.

    Dhasi; Starbucks’da kahvesini yudumlayip; Domino’s’da, PizzaHut’da, Arby’s’de, McDonald’s’da, Burger King’de vs vb karnini doyurduktan (ya da onlara ozenerek ‘mis’ gibi yapageldikten) sonra cevredeki yerli dukkanlari tahrip edenlerin oradaki kucuk sermayeyi zarar ettirip dukkani kapattirmak ve buyuk sermayeye (‘yabanci’ diye de okuyabilirsiniz) yer actigini farketmemek ancak bu kadar olur.

    Ve sonuncusu, aynı bağlar yukarıda anlattığım parametre değişim anlarında bu sefer de burjuvazi için can kurtaran simidi olur. Ki parametre değişimine bile gerek yok. Aziz Nesin Büyük Grev’de bu can simidi pozisyonunu anlatır. Gerçekten MESS grevlerinin böyle olup olmamasının önemi yok. Pozisyon olabildiğince gerçek, olabildiğince olası.

    Aziz Nesin’in ne yazdigini okumadim; ama (hangi ABD universitesiydi?) yillarca Sahaflar Carsisindan kiymetli kitap temin ajani olarak calismis olmasini (komprador kelimesinin lugati anlami neydi sahi) bir nebze onemsiyorum ama cok da degil; cunku, kompradorluk konusunda cok daha marifetli o kadar cok solcumuz oldu ki, muteveffa Aziz beyin yaptigi bahse bile degmez.

    Neyse.

    Son olarak, neden gizlilik dediğimizi soruyorsunuz. Cevabı şurada: http://dazayn.blogspot.com/2012/08/neden-surekli-gizlilik-diyoruz.html

    Bu muydu?..

    Hay $KUTSAL.. ben de gizli bir sey sanmistim..

    Nasil ki, Harp Okulunu bitiren her tegmenin ruyalarini Gn. Kur. Bsk. (eskiden Cumhurbaskani) olmak suslerse, ya da her mutesebbisin ultimate hayali ‘world domination’ ise, tabii ki, her isletmede de yonetimi alasagi (ya da ikame) etmek isteyenler olacaktir..

    Dolayisi ile, uzgunum ama, sizin verdiginiz linkteki hic bir sey beni zerre kadar sasirtmadi.

    Fakat, bu tur hayallerin sonunda opulen kurbaga prensese donusmez pek.

    Cunku, –bin tane sebebi var aslinda– bir isletmeyi ele gecirmek o isletmeyi ayakta tutmak, calisir kilmak anlamina gelmiyor.

    Cihet-i askeriyye bunu zor yoldan ogrendi; o yuzden –belki faydasi olur diye– emir-komuta zinciri diye tutturdular kendi aralarinda. Sonuc cok farketmedi.

    Dahasi, tipki isletmeler gibi, devletlerin de calismak zorunda oldugu baska devletler ve kurumlar oldugundan dolayi, calistiginiz diger sirketleri (yaptiginiz ‘saray darbesi’nin onlara sorun cikarmayacagina) ikna etmeniz gerekir. Bu, zannedildigi kadar kolay degildir.

    Bir de, sirketteki diger calisanlari da (neredeyse tamamini) iyice ikna etmek zorundasiniz. Oyle ya, bunca insan o sirkette ekmek parasi icin calisiyordur –oyle ya “viran olasi hanede evlad u ayal var”dir–; onlara daha iyi bir gelecek saglayacaginizi (sirf rakamlarla degil, sicilinizle de) gostermeniz lazim. Isin kotusu, bu ‘sicil’ meselesi aslinda tam da zurnanin zirt diyecegi yerdir..

    Vs. Vs. Vb.

    Ote yandan, isyeri ne kadar iyi ucret odese odesin, ortam ne kadar rahat olursa olsun –tipki, gittigi okul ne kadar iyi/modern/cagdas olursa olsun, ogrencilerin muhakkak sikayet edecek bir seyler bulacagi gibi–, sikayetlerin bitmeyecegini; kimisinin kendisinin somuruldugunu dusunecegini (dile getirecegini) de bilmek lazim. Bu, esyanin tabiatinda var; kisi, sirf sikayet etti –ya da baskalarini sikayet etmek konusunda tesvik etti ya da kiskirtti– diye kapiya konulacak olsa, ortalikta kimse kalmaz.

    Magazinel/lumpen ideolojik lakirdilarda ‘bordro mahkumu’ (ya da benzeri) ifadeler gorulur.. Bilmeyen de, ‘mahkum’ keilmesi kullanildigi icin, biraksalar kacacaklarini –saliverilseler gideceklerini– sanabilir. Bu, devlet memurlarinin gercekten vergi verisi kadar gercektir –yani, degildir.

    Tersine, ‘bordro mahkumu’, disaridakilerin aralarina katilmak icin can attigi bir ‘comfort zone’u temsil eder. Bunu biliriz –ozellikle de isverenler bilir.

    Bu ortulu realitede, en son arzulanan sey, bu ortamin radikal sayilacak bir derecede sarsilmasidir.

    Cogumuz pek de farkina varmasak da, isveren ile calisanlar arasinda sadece rekabet degil, onemli derecede kader birligi ve bunun getirdigi dogal ittifaklar da vardir.

    Bu realiteleri de dikkate alarak, verdiginiz likte bahsedilen ‘kapikullarinin saray darbesi’ni, cok usturuplu ve bir o kadar da gizli yapmak gerekir [faaliyetin dogasi geregi bu mumkun degildir tabii ki, o ayri].

    Aksi halde, en ufak yalpalama ‘devrim’in aleyhine yazilir; bir cok insan terkeder ya da cephe alir ve surec boyunca yol acilmis olan zararlarin/rahatsizliklarin faturasina muhatap olunur.

    Bunun yerine, yukarida ismi gecen, Cafer Mahiroglu’nun yontemini benimsemek, sinif atlamak babinda, cok daha isabetli hatta daha kolay bile olabilir.

    [Not: Buradaki “kolay” kelimesinin bir ‘tecâhül-i ârif’ denemesi oldugunu farkedeceginizi umuyorum.]

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑