Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Direniş Notları (10) Manzara-i Umumiye

Direnişler

 

 

Dün gece arkadaşlarla birlikte Kocamustafapaşa’daydık. Parkta yeryüzü sofraları hazırlanmıştı. Her zamanki gibi, kadın katılımı çok yüksekti. Benim yaşlarımdaki katılımcılar da epeyce vardı. Yani 40’lılar ve 50’liler. Onları gözlerinden, duruşlarından tanırım. Yaşları ilerlemiştir ama yaşlı değildirler. Anlaşılamaz genç bir duruşları vardır. Gözleri pırıl pırıldır. Dün de öyleydiler. Eli satırlıları, palalıları bekliyorlardı. O eli palalılar bir gün önce, sayılarını az görerek polisin himayesinde göstericilere saldırmıştı ve “yarın gelin bakalım, kaç ölü çıkacak buradan” demişlerdi ya, onun için gelmişlerdi. Geldik işte buradayız, diyorlardı. Oraya gelen her yaştan insan bunu diyordu. Gelmediler, gelemediler, korktular. Zaten biz bunları biliriz. Korkağın da korkağıdırlar. Onlarda onur diye bir şey yoktur. Cesaret diye bir şey yoktur. Sadece polisin himayesinde savunmasız insanların karşısında dayılanmasını bilirler. Ne kadar zalimlerse o kadar da yüreksizdirler. Gelemediler, gelemeyecekler.

Dünkü eylemin en güzel yanı, dayanışmanın ne güzel, ne görkemli, ne göğüs kabartan bir şey olduğunu göstermesiydi. Gezi hareketi bugüne kadar birçok güzel şey ortaya koydu. Ama dünkü eylem, ileride hatırlandığında bu güzel şeylerin en başında gelecektir. Hiç kimse kendini yalnız, savunmasız hissetmesin. Dayanışma sayesinde şehrin her tarafından insanlar oraya akın edecektir. Hiçbir örgütün talimatı olmadan, örgütlemesi olmadan, bir gün içinde hem de. Dünün parolası “Kocamustafapaşa”ydı. Ağızdan ağıza taşındı ve insanlar kardeşlerinin tehdit edildiği yere ikircimsiz akın ettiler. Çıkarsızca birleşmiş yüreklerin karşısında hiçbir güç duramaz.

Yeryüzü sofrasını dün gece Kocamustafapaşa’da açma çağrısını yapan Anti-kapitalist Müslümanlar gerçekten büyük bir iş yapmaktadır. Sadece gösterdikleri dayanışma örneğiyle değil. Daha üst düzeyde bir şeyden söz ediyorum. Anti-kapitalist Müslümanlar, sadece mütaassıp İslamın ezberini bozmadılar, aynı zamanda mütaassıp laisizmin ezberini de bozdular ve laik-dinci çekişmesini orta yerinden kırdılar. Bu kırılmada bence en önemli yan, ömürleri boyunca laikliğe tutunmuş ve İslamı toptan dışlamış birçok insanın hayatında ilk kez “demek böyle Müslümanlar da varmış” diye düşünmesine yol açmasıdır. Ve türbanlı kadınla başı açık kadının devletin dayattığı yasaklarla bölünmeyi bırakıp aynı amaçlar için aynı yeryüzü sofrasında birleşmesi gerçekten Gezi Hareketinin büyük bir kazanımı olarak tarihe geçecektir.

Gezi hareketinin içinde yer alan ulusalcı örgütlerin Kürtleri ve Kürt hareketini kenarından köşesinden dışlama girişimleri de her seferinde bizzat Gezi Hareketinin ruhu ve katılımcıları tarafından reddediliyor. Dün de öyle oldu. Gezi hareketi içinde yer alan bir siyasi partinin “padişah özentisi” türü jargonunu kullanarak Kocamustafapaşa Forumu adına basın açıklaması yapan bir genç, açıklamasının sonunda “devrim şehitleri”nin (şimdi burada gerekçelerini tartışmaya girişmeden, bu “şehitler” sözcüğünü hiçbir zaman benimsemediğimi, bunun yerine yabancı kökenli bir kelime olan “martir”leri tercih ettiğimi bir kere daha belirtmek zorundayım) adlarını kalabalığa ikişer kere söyledi ve biz de hep bir ağızdan “yaşıyor” diye bağırdık. Fakat ne hikmetse, bu genç, Lice’de jandarma kurşunuyla öldürülen Medeni Yıldırım’ın adını söylemeyi “unutmuş”tu. Bu, Gezi hareketinin ruhunu ve yönelimini açıktan bir ihlaldi. Her şeyi bir yana bırakın, Lice’de halka ateş açıldığında ve Medeni Yıldırım öldürüldüğünde, Gezi Hareketi, bu saldırıyı birçok yerde protesto eden yürüyüşler yapmış ve Kürt halkıyla dayanışma sloganları atmıştı. Bu ihlal üzerine kalabalıktan birileri duruma müdahale ederek, “Medeni Yıldırım’ı unuttun” diye bağırdılar. Bu hatırlatma üzerine gencin yanı başındaki birkaç kişi de onu uyardı ve forum sözcüsü genç, biraz sönük bir sesle de olsa Medeni Yıldırım’ın adını kalabalığa karşı söylemek zorunda kaldı. Bunun ardından topluluk, “Yaşasın halkların kardeşliği” ve “biji biratiya gelan” sloganını attı. Aynı ihlalin Hatay’da da yapıldığını görüyoruz. Asfalta Gezi mücadelesinde ölen dört gencin adını yazan arkadaşlar, Medeni Yıldırım’ın adını yazmamışlar. Bunu yapanlar, acaba bunun ne büyük bir ihlal olduğunu ve ırkçı Sözcü gazetesinin çizgisine düşmek anlamına geldiğini, dahası, Gezi Hareketini böyle bir rotaya sokmanın onu öldürmekten farksız olduğunu düşünmüşler midir? Oysa Gezi Hareketinin büyüklüğü, İslam-laik ayrılığını kırmanın yanı sıra, Türk-Kürt ayrımını da kırmasıdır. Bu hareket, nasıl kapitalist İslamcı AKP ile kıyasıya mücadele ederken türban yasağına da karşı çıkıyorsa, Kürt düşmanlığına veya Kürtlerin dışlanmasına karşı da mücadele eder, dahası Kürt burjuva politikacılarının Kürt hareketini AKP’nin yedeğine takma çabalarına rağmen Kürt siyasal hareketini ısrarla Gezi Hareketinin saflarına katılmaya çağırır.

Bazı arkadaşlar, forumlara katılımların düştüğünden, hatta giderek genel kitlesel hareketlere katılımda da bir düşüş olduğundan söz ediyorlar. Bu saptamalar kısmen bir gerçeğe tekabül edebilir ama resmin bütününü görmek açısından epeyce sorunludur bence. Bir kere, Kocamustafapaşa’daki dünkü manzara hiç de bir düşüşe işaret etmiyordu. İnsanlar, polisin himayesindeki canilerin tehditleri karşısında büyük bir dayanışma örneği göstererek Kocamustafapaşa’ya koştular. Çoğu işten çıkmış ve ertesi gün yine erkenden işe gidecek bu insanlar dinlenmeden etmeden oraya geldiler ve gece yarılarına kadar eylemi sürdürdüler. Onlara kimse bir talimat vermedi. Gelmeseler kimse neden gelmedin diye hesap soracak değildi. Tamamen kendi vicdanlarıyla, kendi bilinçleriyle, kendi kararlarıyla yaptılar bunu. Bu az şey midir?

Öte yandan, unutmayalım ki, toplumsal hareketlerin de tek bir birey gibi heyecanla ayağa kalktıkları, dinlenmeye çekildikleri, isteksizlik duydukları, içlerine kapandıkları, sonra yeniden gayrete geldikleri anlar vardır. Nasıl bir birey, aynı tempoda yüksek bir enerji gösteremezse, toplumsal bir hareket de bunu başaramaz. Hatta diyebilirim ki, böyle iniş çıkışlar olması bir sağlıklılık belirtisidir. Zaman zaman durulacaksın ki, yeniden ileri atılmak için bir istek doğsun; zaman zaman dinleneceksin ki yeniden yola koyulmak için güç toplayabilesin; hatta zaman zaman ruhsal bir dinlenmeye çekileceksin ki, yeni bir olayda ruhsal bir canlanma potansiyelini biriktirebilesin.

Sonuç olarak, bugün hareket, onca baskıya rağmen hiçbir kırılmaya uğramadan, hatta kitleselliğinden de hiçbir şey kaybetmeden ilerlemesini sürdürmektedir. Kitleselliği illâ o anda kitlesel harekete katılanların sayısına bakarak da değerlendirmemek gerekir. Burada tayin edici nokta, her harekete katılamasa da hareketi fiilen destekleyen insanların ruh halidir. Burada bir kayıp veya kırılma söz konusu değildir. Hatta bana kalırsa, hareketin fiili destekçilerinin sayısı da, kararlılığı da artmaktadır.

Hareket bu yazı, forumlarla, destek ve dayanışma eylemleriyle geçirecektir. Ben esas büyük dalganın sonbaharda geleceğini düşünüyorum. Eylül ya da Ekim aylarında ikinci bir büyük dalganın yükseleceğini şimdiden görmek mümkündür.

Bugün genel manzara böyle görünüyor.

 

Gün Zileli

13 Temmuz 2013

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

22 Comments

  1. antiochia

    Bizim Führer’in polisin üniversiteye yeniden gireceği söylemi ve yaz rehavetinden sonra önce Üniversitelerden başlayarak yeni bir atılım yapabileceğini ben de düşünüyorum. yalnız bir kritik sorun var. PKK-Hükümet ilişkisi şiddete kayarsa sorun olabilir. Bir de Kürt hareketinde egemen olan sağ sapmacılık bir kaç milletvekili dışında egemen gözüküyor. Doğu ve Batı’daki halk hareketleri şiddete başvurmadan birleşemezse bu faşist diktatörlük yıkılamaz. Hatay’la ilgili konuya gelince. Hatay’da bir kaç yıldır Suriye’ye yönelik mezhepçi politikalarına karşı bir tepki vardı. Gezi olayları kıvılcımı oldu. Buradaki Alevi Arap halkıyla kürtleri arasında mesafe olduğu doğru ne yazık ki. Ama bunu Kürt gençleri ve BDP yöneticilerinin direnişe katılarak aşılabileceğini de düşünüyorum.

  2. sıtkı

    hocam neye dayanarak sonbahar’da daha büyük bir dalganın geleceğini öne sürüyorsunuz? bizim kaçırdığımız bir nokta mı var?

  3. Gün Zileli

    Sonbahar her zaman yenilenmdir. Sosyal olarak da. Okullar açılır, insanlar tatilden döner, kültürel faaliyet canlanır vb vb.

  4. özgürlükçü

    yukardaki anti-kapitalist müslümanların gezi özgürlükçü devrimci isyanındaki çok değerli olumlu katkısını yerinde bir tesbit ve değerli bir katkı olduğunu hatta bu gibi genel hegemonyanın kendini üstünde yeniden üretip inşa etmeye çelıştığı müslüman kesimlerin içinden itirazın bizim itirazlarımızdan çok değerli olduğu gibi bu hegemonyanın kırılması çatlaması ve parçalanıp o alanında özgürleşmesinin asıl dinamikleri olabileceğini unutmamak lazım.bizdeki genel toplumsal muhalefetin dinamiklerinden saydığımız devrimci politik örgütler ne kadar değerli ise toplumsal muhalefet organizasyonu olabilmek için en az onlar kadar anti-kapitalist müslümanlarda değerli olduğunu bilmeliyiz din ve inanç alanının özgürleşebilmesinin asıl özgürlükçü demokratik programının anti-kapitalist müslümanların katkısı olmadan üretilemeyeceğini bilirsek onların önemi yoksul müslüman emekçilerin sistemin yeniden üretilmesinin yedeğinde olmasını engelleyecek seviyede toplumsal muhalefetin programını üretebiliriz.2012 hdk genel kurulunda yerel kocaeli programında yazılı ve kürsüden sözlü olarak anti-kapitalist müslümanlarında içinde yer alıp kendine gerçekleştirebildiği hdk toplumsal muhalefetin politik örgütü olabilir aksi halde toplumsal muhalefet bile olamayız demiştik o genel kurulda hdk da olmayan anti-kapitalist müslümanlar bir sonraki genel kurulda hdk ya katıldılar hdk nın şimdiyedek bütün eksiklerine rağmen en büyük başarısı bence bu oldu

  5. İsmail Cengiz

    ANLAMAKTA ZORLANIYORUM

    Gezi direnişi benim (bizim) birçok ezberimi bozdu. En önemlisi “örgüt”lü mücadele zorunluluğu ısrarımı.
    Örgütlüler ama bir örgütün emirleriyle (hiyerarşik zincire bağımlı) değil, ortak aklın müthiş hızlı ve sağduyulu kararlarıyla davranıyorlar ve (hiç ummadığım kadar) doğru sonuçlar alıyorlar.

    Anlamakta zorlanıyorum.
    Direnişin ortak sloganlarından biri “HÜKÜMET İSTİFA!”
    Hükümetin gitmesini istiyorlar ama bir alternatif hükümet talepleri de yok. “Bu gitsin, şu gelsin” demiyorlar. Ama ölümü göze alıp bu hükümeti gitmeye zorlayacak kadar da kararlılar.

    Anlamakta zorlanıyorum.
    ’68 gençliğinin bir üyesi olarak, karşı karşıya dövüşmekten hiç kaçınmazdık ve dövüşürken de pek acımalı da sayılmazdık. Bu çocuklar dövüşmüyorlar. Üzerlerine gidildiğinde kaçıyorlar. Ama gitmiyorlar. Yeniden toplanıyorlar. Yeniden çıkıyorlar ortalığa. Sanki hedef oluyorlar. Ama bundan da hiç yakınmıyorlar. Birgün sonra yine aynı ve sonraki gün yine aynı.

    Anlamakta zorlanıyorum.
    Talepleri birbirlerinden o kadar farklı talepler ki. Örneğin “savaşı durdurun” veya “harçlar kalksın” gibi bir talep etrafında birleşmiyorlar. Ama bu farklılıklar bir kakafoniye de yol açmıyor. Ortak tek talep etrafında anlaşmışlar görünüyor. “Hükümet İstifa!”

    Bilmiyorum yanılıyor muyum?
    Bireyin ayağa kalkışının müthiş bir örneğini yaşıyor olabilir miyiz? Bireyin başkaldırısının bir örneğini.
    O zaman sadece ülkenin iktidarları değil kendini muktedir sayanların hepsi korksun. Bu çocuklara bundan böyle kimse (ebeveynler de dahil kimse) “şunu yapacaksın, şunu yapmayacaksın” diyemeyecek.

    Sadece devlet erkanı ve şürekası değil, örgütler, örgüt şefleri, örgütlerin tepesine tünemiş akbabalar, size de güle güle!

  6. fırat

    taksim hareketinin cumartesi annelerinin eylemlerine dönük tepkisi ve katılı nedir?

  7. fırat

    Gezi: Karşılaşmalar, ittifaklar ve “Gazdanadam”

    TGB gibi genelde “ulusalcı” sıfatıyla anılan grupların, hatta Genç Türk veya HEPAR gibi “faşist” sıfatını hakeden kümelerin Gezi direnişi boyunca harekete bir biçimde dahil olduklarını hepimiz biliyoruz. Dahası, Devlet Bahçeli’nin aksi yöndeki beyanlarına kadar (kısa bir süre için) MHP tabanından da eylemlere sınırlı da olsa katılım olduğu bir sır değil. Bu sadece Türkiye’ye has bir durum da değil. Brezilya’da sağın, hatta neo-nazi grupların ya da Bulgaristan’da faşistlerin kitle hareketine katıldıkları biliniyor. Yunanistan’da bilhassa Sintagma Meydanı ile özdeşleşen meydan işgalleri sırasında milliyetçi sağ da kısmen de olsa bu eylemlerde pozisyon kapmaya gayret etmişti. Bu tuhaf durum, yani solla aşırı sağın değişik versiyonlarının (istemeden de olsa) aynı eylemlilikte bulunması, son yıllarda tanık olduğumuz yeni kitle mücadeleleri dalgasının solun dünya ölçeğinde örgütsel ve politik kapasitesinin geçmişe göre daha cılız olduğu koşullarda gerçekleşiyor olmasıyla alakalı. Dolayısıyla günümüzde muhtemel bir radikalizasyon sürecinin siyasal adres olarak tek bir yöne (sola) doğru gelişmesi söz konusu değil. Yani dünyada mevcut siyasal mimarinin kırılganlaşıyor oluşu, sola olduğu kadar sağa doğru da bir siyasallaşma anlamına gelebiliyor.

    Gezi’ye geri dönelim. Elbette Gezi direnişine rengini veren yukarıda anılan gruplar değildi. Daha ilk günlerden hareketin ulusalcı kalıplara sığması mümkün olmayan bir anti-otoriter halet-i ruhiyesi, oyuncul bir dili ve bir sol duyusu belirgin ve hâkim oldu. Lice’de Medeni Yıldırım’ın katledildiği saldırı sonrasında İstanbul ve başka illerde gerçekleştirilen protestoları hatırlamak yeter. Zaten hükümeti ve kişisel olarak Erdoğan’ı telaşa sevk eden tam da direnişi mesela yeni bir “cumhuriyet mitingleri” furyası olarak damgalayamamaları, kendi meşreplerine uygun siyasal kategorilere tıkıştıramamalarıydı. Elinde Türk bayrağı, “yaşasın halkların kardeşliği” sloganları atan insanların eylemi, Gezi direnişinin mevcut siyasal saflaşmaları muğlaklaştıran ve mücadele içerisinde yeni siyasal aidiyetler şekillendirebilen karakterinin en açık ifadesiydi. Gezi direnişinin bu özelliği, yani yarattığı “barikat kardeşliği” dolayısıyla mevcut siyasal ayrım ve farklılıkları belirsizleştiren, bu anlamda da yeni ve daha önce de düşünülmemiş ittifaklara kapı aralayan özelliği üzerine çokça yazıldı zaten.

    Ancak Gezi direnişinin mümkün kıldığı “karşılaşmaların” kendiliğinden, hareketin kendi başına seyri ve evrimi sürecinde yeni “ittifakları” mümkün kılacağı gibi bir beklentiye de kapılmamak gerekiyor. Gezi mevcut siyasal saflaşmaların “ayarını” bozan bir etkide bulunmuşsa da onun yarattığı bu etkinin süreklileşmesi, hatta kalıcılaşması öyle kolayca hallolacak bir mesele değil. Bir örnekle açıklamaya çalışalım: 2011 yılının yaz aylarında, genellikle “Arap Baharı” olarak anılan Arap devrimci süreci “tam gaz” devam ederken İsrail’de, toplumsal eşitsizliklere, hayat pahalılığına, özellikle de konut fiyatlarının artışına karşı gösterilir gerçekleşir. Tahrir esinli olduğu aşikâr meydan işgalleri söz konusu olur. Eylemler sırasında daha önce eşi benzeri pek olmayan sahneler yaşanır: İsrailli göstericiler Mısır ve Tunus bayrakları taşır, Arapça sloganlar atar, “Mısırlı gibi yürü” gibisinden pankartlar açarlar. İşgal alanlarında Filistinliler kendi çadırlarını oluştururlar ve etkinliklerini düzenlerler. İsrail gibi, hele hele son on yıllarda Arap düşmanlığının ve İslamofobinin zirve yaptığı bir ülkede hareket böyle sahneleri mümkün kılar. Ancak maalesef hareket bu benzersiz “karşılaşmayı” bir ittifaka, bir ortak mücadeleye dönüştüremez, yani onu kalıcılaştıramaz. Sosyal adaletsizliğe karşı kitlesel tepki, Filistin halkının on yıllara yayılan sömürgecilik karşıtı hareketiyle ortaklıklar inşa etmekte başarılı olamayınca, İsrail’deki hareketin (klişe tabirle) “hayat damarlarından biri” kopmuş olur. Dolayısıyla geri çekilen hareket ülkenin siyasal ikliminde ciddi bir dönüşüme yol açmaksızın nihayete ermiş olur.

    Kıssadan hisse: Hareketin yükseliş anındaki “kardeşleşme” bizi rehavete sevketmemeli. Kitle hareketinin kısmi de olsa geri çekildiği bir momentte eski siyasal saflaşma biçimlerinin ve özellikle de Kürt meselesi etrafındaki yerleşik kalıpların güncellenmesi, yeniden belirginleşmesi pekâlâ bir ihtimaldir, ciddi bir ihtimaldir. Dolayısıyla solun, açığa çıkmış kitle enerjisinin hareket içerisinde Kürt halkının meşru ve demokratik talepleriyle tanışması, buluşması için inisiyatif alması her zamankinden daha önemli. Mevcut “karşılaşmaların” daha sürekli “buluşmalara” dönüşmesi ancak böylesi bir inisiyatif ve kararlılıkla, adım atmakla mümkün. Kürt hareketinin Gezi direnişine katılmakta gösterdiği (kısmen anlaşılır) tereddüde hayıflanmakla yetinemeyiz, yetinmemeliyiz. Gezi, belki de ilk defa, ülkenin batısında kitlesel bir barış hareketinin inşası için olanaklar yaratıyor. Barışın AKP’ye bırakılamayacak kadar ehemmiyetli bir iş olduğunu düşünen bizler açısından bu tarihsel sıfatını hakeden bir fırsat.

    Bu fırsatın hakkını verebilmek içinse öncelikle hareket içerisindeki (yazının başında anılan) ulusalcı etkiyi mümkün mertebe pasifize etmek ve dahası ulusalcıların inisiyatif geliştirmesine mani olmak gerekiyor. Bunda şimdiye kadar belli bir oranda (güçler dengesi düşünüldüğünde ciddi bir oranda) başarılı olundu. Ancak pazar günü gerçekleştirilen “Gazdanadam” festivali bu kısmi ama anlamlı başarıya bir ölçüde gölge düşürdü. Ulusalcı cenahın destekleyip örgütlediği ve oldukça büyük kalabalıklara ev sahipliği yapan festival, sadece yapılan konuşmalar ya da atılan sloganların muhtevası itibariyle değil, daha önemlisi inisiyatifin bu kesime kaptırılmış olması nedeniyle geriye doğru atılmış bir adımdı. Cumartesi günü Taksim Dayanışması’nın çağrısıyla düzenlenen eyleme katılımla “Gazdanadam” festivaline katılım arasındaki muazzam fark, bizi iki açıdan düşündürmeli. Birincisi, artık sosyal medya aracılığıyla yapılan çağrılarla yapılan eylemlerin miadı doluyor. “Gazdanadam” misali “inşa edilen”, yani belli hazırlık ve faaliyetin ürünü olan çağrılar-eylemler çok daha ciddi kitleleri seferber edebiliyor (bu husus ayrı bir tartışmayı hakkediyor). İkincisi (ve bu yazı açısından daha önemlisi), böyle kritik bir eylem-etkinliğin ulusalcıların inisiyatifiyle gerçekleştirilmiş olması, (kürsüden ve meydandan atılan sloganlar ne olursa olsun) bu cenahın hareket içerisindeki etki ve ağırlığını pekiştiren bir husus maalesef. Solun hareket açısından böylesi kritik bir momentte inisiyatifi (kısmen de olsa) ulusalcı kanada bırakması hepimizin hatası. Solun bir bölümünün bu etkinliğe katılması (kimileri son anda da olsa etkinliğe katılmama kararı alarak neyse ki durumu kurtarsa da), yani aslında fiilen ulusalcıların peşine takılması ise vahim bir yanlış.

    Hareketin birliğini elbette muhafaza etmek gerek (hele hele devlet şiddet ve reaksiyonunun kızıştığı bu konjonktürde). Ancak hareket içerisindeki ayrım ve ihtilafların da ayırdında olmak ve hareketin sözünün ve eyleminin muhtevasının, taleplerinin (şimdiye kadar olduğu gibi) sol bir içeriğe sahip olması için de aktif çaba harcamak elzem. Unutmayalım: İnisiyatifi başkalarına kaptırınca o başkalarının mevcut iktidarla kavgalarının “nesnesi” haline geliveririz. O zaman da mevcut siyasal kapışma bizim mücadelemiz olmaktan çıkar. Dolayısıyla bayrakları aman karıştırmayalım.

  8. fırat

    Cumartesi Anneleri’nin adalet arayışı sürüyor

    13 Temmuz 2013

    Cumartesi Anneleri, adalet arayışlarının 433’üncü haftasında da Galatasaray Meydanı’nda ellerinde karanfiller ve yakınlarının fotoğraflarıyla kaybedilen yakınları için adalet istedi

    Cumartesi Anneleri, İstanbul Galatasaray Meydanı’nda 433’üncü defa buluştu. Adalet talebini yineleyen Cumartesi Anneleri bir oturma eylemi gerçekleştirdi.

    Oturma eyleminde, 1996’da Mardin’in Tepebağ Karakolu’nda gözaltındayken kaybedilen İsmail Efe’nin akıbeti sorulurken, Lice’de ve Gezi Parkı eylemlerinde öldürülenlerin katillerinin yargılanmasını istedi.

    Eylemde söz alan Kenan Bilgin’in abisi İrfan Bilgin, Başbakanın Bingöl mitingindeki “artık gençlerimiz ölmüyor” şeklindeki konuşmasına değindi ve şunları söyledi:

    Bir ay içinde demokratik taleplerini dile getirdikleri için 5 insan senin polislerin, askerlerin tarafından öldürüldü. Bunların anneleri, babaları ağlamıyor mu?

    Bilgin AKP’ye oy verenlere de seslendi:

    Siz oylarınızı polis insanları öldürsün diye mi verdiniz? Verdiğiniz vergilerin insanları öldüren polislere ikramiye olarak dağıtılması için mi verdiniz? Elinizi vicdanınıza koyun artık yeter.

    Müzakere sürecine de değinen Bilgin gelinen noktanın Kürt hareketinin mücadelesinin sonucu olduğunu söyledi.

    Başbakan sözünü tutmadı

    Cemil Kırbayır’ın kardeşi Fatma Kırbayır, Başbakanın Berfo Ana’ya verdiği sözü hatırlattı ve Cemil Kırbayır’ın kemiklerinin halen bulunmadığını söyledi.

    Murat Yıldız’ın annesi Hanife Yıldız ise Gezi protestolarında hayatını kaybedenleri andı. -Başbakan’a seslenen Yıldız şunları söyledi:

    Bu Başbakan değil, istenmeyen adam. Diyor ki, 2-3 ağaç için geldiler, geldikleri gibi de gittiler, siz bunlar için üzüldünüz mü? Üzülmeyin. Yani yaşamını yitirenler için, gözü çıkanlar için ‘Üzülmeyin’ diyor. Kendi yaptıklarına bakmadan da Suriye, Mısır, diyor. Senin yaptığın da darbe değil midir? Azınlığın çoğunluk üzerindeki baskısıdır bu yaptığın. İstenmediğin için insanların hayatına kastediyorsun.

    ‘İsa Efe’yi kaybedenler bulunsun!’

    Cumartesi Anneleri adına konuşan Sıla Gemicioğlu, İsa Efe kaybedilişini anlattı:

    İsa Efe, 9 Temmuz 1996 tarihinde Mardin Tepebağ Jandarma Karakolu tarafından arandığını öğrenince karakola gitti. Birkaç saat gözaltında kaldıktan sonra serbest bırakılan Efe, aynı gün saat 20.00 civarında köye gelen Üçyol jandarmasına bağlı askerler tarafından evinden alındı ve Tepebağ Jandarma Karakolu’na götürüldü. Efe’nin ailesi karakola gitti ancak aileye Efe’nin serbest bırakıldığı söylendi. Efe’den haber alamayan eşi Şevdet 22 Temmuz’da Derik Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurdu.

    Oysa 9 Temmuz günü karakoldaki nöbetçi subayın aktardıklarına göre jandarma komutanı Yüzbaşı Cemal Vural, saat 21.45’te iki tanıdığı ile birlikte İsa Efe’yi almaya geldi. Daha sonra İsa Efe’nin, Cemal Vural tarafından kan davalısı ANAP’lı Derik Belediye Başkanı Hasip Necmioğlu ve yeğeni Faruk Necipoğlu’na para karşılığında verildiği iddiaları basında yer aldı.

    Ailenin Derik Cumhuriyet Savcılığı’na yaptığı şikayet için 1,5 yıl sonra delil yetersizliği nedeniyle takipsizlik kararı verildi. 2004 yılında binbaşı rütbesiyle emekli olan Cemal Vural’ın varlıklı kişileri kaçırıp işkence ile senet imzalatan bir çetenin elebaşı olduğu gazetelerde yer aldı. İstanbul’da bir çete tarafından kaçırılan bir işadamı Vural’ı teşhis etti.

    Konuşmaların tamamında olduğu gibi oturma eylemi de şu sözlerle sonlandırıldı:

    İnsanlık için,özgürlük için insanlarımızı saygıyla anıyoruz

  9. fırat

    gazdanadam yazısı foti benlisoyun yazısıdır

  10. ...!

    Kış, baharı döller, ve baharda tabiat canlanmaya başlar, yazın olgunlaşır ve tekrar sonbaharda tabiat ölüme yatar daha ki, kış baharı dölleyinceye kadar…

  11. Yusuf Cemal

    Evet, sonbahar artik basa cikamayacaklari bir noktaya surukleyecek herseyi. Calisanlar tatillerini yapmis ve basik, donuk uretim merkezlerine donmus olacaklar. Koskoca igrenc baski altinda bir yilin daha onlerinde oldugunu farkedecekler. Ekonominin berbat manzarasi daha da goze carpacak. Gelecek mudahale edilmezse daha da karanlik olacakmis gibi gelecek herkese. Ve evet, biz mudahale etmezsek oyle de olacak.

    Bosuna dememis Celal Bayar, bu kis komunizm gelecekmis diye. Komunizm gelmez tabi. Ama Gezi’yi solda sifir haline getirecek olaylar onumuzde. Hazirlanmak hazirlanmak hazirlanmak gerek…

  12. özgürlükçü

    yukardaki yorumumun üstünde yorumunuz incelendikten sonra yayımlanacak yazısının 2 gün sonrada durduğunu görüyorum bu değişik sansür biçimi olabilirmi?hani gezi kendi iktidarımızla yüzleşmemizi sağlayacaktı?asıl gezi dersini bizim almamız lazım bu günlerdeki umumi manzaraya bakınca gezi hasılatını toplamaya çalışan kerameti kendinden menkul en devrimci öncü politik özneleri gördükçe gezi sürecindeki sağlıklı ve geziye saygılı davranış ve katkının ne olduğunu daha iyi anlayabildik

  13. Gün Zileli

    hepsi yayınlanıyor

  14. fırat

    http://www.youtube.com/watch?v=3fT4Jy5jGv0

  15. Anonim

    Hatay da çok acik TGB CHP isbirligi var. Oysa burada HDK ve diger sol güclerinde belirli bir etkinligi var..Sanirim bu kesimler direnis icinde sorun yasanmasin diye bir otokontrolle davraniyorlar. Ama TGB bunu kullanmakta tereddüt etmiyor. Kendi inisiyatifleri ile olmus bir eylem gibi göstermek istiyorlar herseyi.. Kitlenin önüne geç gerici sloganlarini haykir, tam polise karsi aktif direnis basladiginda kitleyi dagitmaya kalk . Kalkki sen öncü olasin.. Sol örgütler bu asamada beliriryorlar ve bu TGB IP kesimince bir avuc basibozuk olarak nitlelniyorlar..Ne ilginc sol yapilara ve halka çapulcu diyenlerle basibozuk diyenlerin bulunmasi..

  16. Anonim

    UYARIYORUZ…
    Armutlu direnişi; hiçbir siyasi oluşumun, sivil toplum kuruluşunun,demokratik kitle örgütünün, meslek örgütlerinin tekelinde değildir…Armutlu direnişiyle ilgili alınacak kararlar halk adına tertip komitesinin bileşenleri aracılığıyla alınır…Tertip komitesi bileşenleri kendi kurumsal kararlarını halka ve diğer bileşenlere dayatamaz…Bugün ki direnişi şoven unsurlar( İşçi Partisi,TGB vb.) kendi tekeline almak istemişler ve orada bulunan kitleye “Yürüyüş yok Uğur Mumcu meydanında bekleyeceğiz” şeklinde tertip komitesi bileşenlerinin önceden almadığı kararları alanda halka tek taraflı olarak duyurmuşlardır…İşçi Partisi ve diğer şoven unsurlar iyi bilmelidirler ki çeperini halkın ve Devrimcilerin oluşturduğu bir hareketi bu şekilde tekellerine alamazlar. Armutlu direnişinin mücadele ekseni devrimci ve dayanışmacı olmasındadır…Armutlu direnişi devrimci bir halk hareketidir ve öyle kalacaktır…SAMANDAĞ DEVRİMCİ GENÇLİK İNSİYATİFİ..

  17. Anonim

    Zileli direnisin savasci düsünenleri ile daha farkli düsünüp davrananlari ile ilgili bir yazimi yazmisti ? yada yazdigi bir yerde öyle biseymi geciyordu ? yada ben görmek istedigimimi görmüstüm?(icimde birisi israrla sempati duy bu ihtiyara diyor, icimdeki digeri birak aydinlikcinin eskisi olmaz diyor) aynisi üzerine daha kapsamli bir yazi yazsa ne iyi olurdu, direnis bir senfonidir yaylilarla vurmalilari karsi karsiya getirmenin ne anlami var….?? Ihsan Eliaçik çok güzel seyler yapiyor, yakindir basina bisey getirmeleri,(yüregim titriyor kaygidan) o zaman yeri gögü inletmeli solcular ..(buda riskli aslinda bakin diyecek ak müslümanlar ona bi tek allahsiz komünistler sahip çikti) en azindan sunu yapabiliriz, anti kapitalist müslümanlarin düzenledikleri iftarlarda simarip bira içmeye kalkan hafifleri biz onlardan önce uyarabiliriz… akp kullanmaya kalkiyor ve anti kapitalist müslümanlar bu sinavi da basari ile gectiler .. bisey olmaz diyolar icsin birasini :))) ama iste az bisey sorumluluk, bu insanlar cok güzel birsey yapiyorlar,, iciyosan bektasi gibi ic , niye adamlari zora sokuyorsun, bide özür dilemis , tek sucu foto ya yaklanmakmis, etme gözüm, tamam onlarin kara propagandasindan korkan yok ama, emeklerine , aldiklari riske inanclarina saygi göster,,,(tas atan adam degil asil salak provakator budur iste) ne demek Gay lerde geliyosa bende bira ile gelirim demek, (buna yakin bisey söylemis bence homofobik bu zat, gitsin gay lerden saygi ogrensin) zormu az öteye yarim siseyi birakmak, Anti Kapitalist Müslumanlari zorda birakacak Hafifliklere ilk tepkiyi ateistler vermelidir…

  18. Anonim

    kürt siyasetinin siyonistlesmesi,, filistinlilre zulmediyorsun,,,, vay bunu ancak bir fasist irkci nazi soyler…… sen kurt halkinin ezilmisligini basbayagi kullaniyor solu da kullaniyorsun, vay bunu ancak bir turk sovenisti solyer…

    e yeter artik oyleyim anasini satayim bana kimse sirri sureyya ile ahmet turk arasinda kalite farki oldugunu soyliymez,

  19. Gün Zileli

    yaylı çalgılar ve vurmalı çalgılar metaforunu beğendim.

  20. Anonim

    Türkiye solunun Kürt meselesiyle ilişkisi 1920’lerden bugüne uzanan uzun bir tarihe sahip. Ve bu tarih utanılacak bir tarih değil. Hatta kimi dönemleri ve kimi kişileriyle gurur da duyulabilecek bir tarih. Türkiye siyaset ve düşünce dünyasının Kemalizm, İslamcılık ve merkez sağ gibi diğer ideolojik evrenlerinde Kürt meselesine dair ya tam anlamıyla şoven tutumlar alınırken ya da en iyi ihtimalle koyu bir sessizlik hâkimken, Türkiye solu hem bireysel temelde hem de kolektif olarak özgürlükçü ve radikal çıkışlar sergileyebildi. Bireysel ölçekte, Hikmet Kıvılcımlı’nın 1930’larda “Kürdistan’da sömürge usûllerinin tatbik edildiğini” söylemesi, 1960’larda genç bir Türk akademisyen olan İsmail Beşikçi’nin Kürt meselesine dair çalışmalar yapmaya başlaması ve bunu sonraki onyıllarda her türlü baskıya rağmen sürdürmesi ve 1970’lerin radikal gençlik liderlerinden İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizmle kopuşu ve Kürt halkının kendi kaderini tayin dâhil, gaspedilmiş bütün haklarını savunması akla ilk gelenler.
    Politik hareket bağlamında ise, 1967’de Türkiye İşçi Partisi’nin düzenlediği Doğu mitingleri Kürtler için çok önemlidir. Bu mitinglerde meselenin etnik boyutu siyaset sahasında ilk defa açıkça gündeme getirilmiştir (Süleyman Demirel yirmi yıl sonra “Doğu Mitingleri çok büyük sıkıntılar çıkarmıştır Türkiye’nin başına” diyecektir). 1970’lerin etkili radikal sol örgütlenmelerinden Kurtuluş hareketi, Kürtlerin ve Beşikçi’nin ortaya attığı “Kürdistan sömürgedir” tezini desteklemiştir. 1990’ların başında Kürt hareketiyle ittifak eden SHP’nin sadece bir-iki yıl süren demokrasi tarihi bile bu alternatif siyasetlere merkez soldan bir örnek olarak gösterilebilir.

    Bireysel ve kolektif düzeylerde alınan bu tutumlar ve tutulan tarafların bedelleri büyük oldu. İnsanlar öldürüldü, dışlandı, hain olarak görüldü, hayatlarının önemli bölümünü hapiste geçirdi; partiler kapatıldı, siyasal hareketler kriminalize edildi. Vurgulamak istediğim, bugün haklı-haksız birçok eleştiriye tabi tutulan Türkiye solu tarihinin, bir yanıyla, politik ve entelektüel cesaret tarihi olduğudur. Benzer şeyleri söylemek ve yapmak, diyelim ABD veya Fransa gibi daha demokratik bir ülkede daha kolay ve daha bedelsizdir. Türkiye gibi ezici bir şekilde sağcı, muhafazakâr, milliyetçi ve devletçi bir ülkede ise çok büyük riskler içerir. İşte Türkiye solu böyle bir atmosferde gurur duyulacak kişiler ve hareketler çıkarabilmiştir. Türkiye’de benzer bir tarihe sahip başka bir ideolojik-siyasî akım yoktur.

    Ancak, Türkiye solunun Kürt meselesiyle olan ilişkisinin tarihi, aynı zamanda eleştirilmesi gereken yanlışlarla, eksiklerle, körlüklerle, sağırlıklarla, çarpıtmalarla doludur. Yukarıda saydığım olumlu örnekler, gerek bireysel düzeyde, gerekse de kolektif düzeyde istisna olarak kalmışlardır. Türkiye solu örgütlerinin çoğunluğu, 1920’lerden 1990’lara kadar Kürt meselesine sessiz ve ilgisiz kalmış, bir kısmı şoven tutumlar almış, bir kısmı da devletin yanında konumlanmıştır. Sol akademi ise 1990’lara kadar Kürt meselesine dair neredeyse hiçbir şey yazmamış, yazan mensuplarını da yeterince desteklememiş, hatta kimi zaman sükût suikastına uğratmıştır.1 Türk solunun önemli bir bölümü, Kürt meselesine neden ilgisiz, neden devletçi, kimi zaman ise neden açıkça şoven olmuştur? Bu yazı, bu sorulara cevap arayacaktır. Yazıda bu noktadan sonra Türkiye solu yerine Türk solu ifadesinin kullanılacak olması ise bilinçli bir tercihtir. Eleştirinin konusu Türkiye solu olamamış Türk soludur.

    Kemalizm, Marksizm ve Kürt Meselesi

    Türk solu üzerinde ideolojik düzeyde çok etkili olmuş, Türk solcularının ezici çoğunluğuna az ya da çok nüfuz etmiş Kemalizm en başta gelen nedenler arasındadır. Türk solu Kemalizmin modernleştirici, merkeziyetçi, ulus-devlet kurucu ve laik projesini büyük ölçüde desteklemiş, Kemalizmi ilerici, anti-emperyalist ve hatta zaman zaman anti-feodal bulmuştur. Bu bağlamda, örneğin Türkiye Komünist Partisi (TKP) geleneği ve sol akademi Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı girişilen ilk Kürt isyanları olan Şeyh Said ve Ağrı isyanlarını gerici, feodal ve emperyalizm oyunu olarak nitelemiş ve bazen açıkça bazen de örtük olarak devleti desteklemiştir.

    İsyan denilen, ama aslında bir soykırım olan Dersim olayları da aynı kadere mahkûm olmuştur. Kürt meselesinin cumhuriyetin ilk on yıllarına tekabül eden bu kritik ve kanlı aşamalarında devletin yanında yer alan Türk solu, doğal olarak bu aşamaların tarih yazımında da yer almış, ve sonuç olarak bugün bu aşamalara dair Türk kamuoyundaki müthiş bilgisizlik ve ilgisizliğe katkıda bulunmuştur. Resmî ideolojinin Türk kamuoyundaki etkisi ve nüfuzunda Türk solunun da önemli rolü vardır. Özetlemek gerekirse, Kemalist resmî ideoloji Türk solunun ayağına takılmış, kurtulunması çok zor olan ve zaman alan bir zincirdir.

    Bir diğer ve Kürt meselesine dair olumsuz sonuçları olan ideolojik etki, radikal solun temel ideolojik kökeni olan Marksizmin kendisindedir. Modern dünyada asıl politik hedef olarak gündemine proletarya devrimini koyan Marksizm etnik meselelere ve ezilen ulus milliyetçiliğine yeterince ilgi göstermedi. Proletarya devriminin gerçekleşmesi ilerlemeye, sanayileşmeye, modernleşmeye, feodal kalıntıların yıkılmasına bağlıydı. Bu bağlamda, Kürt isyanları Türk Marksistlerince uzun süre feodalite, köylülük ve aşiret kalıntısı olarak algılandı. Sosyalist devrim beklenirken veya bunun için çabalarken, Kürt meselesi bir ayak bağı olarak ortaya çıktı. Kürt hareketinin tanınmış simalarından Hatice Yaşar’ın 1980’lerde eleştirdiği gibi, “Enternasyonalist dayanışma bugünlerin bu kadar gecikmemesini gerektirirdi ama, sosyalizmin üretici güçlerin geliştirilmesi olarak yorumlandığı resmî biçiminde, hiçbir komünist egemen ulus milliyetçiliğinin tuzağından kolayca kurtulamadı. Resmî sosyalizmi, proletaryanın kurtarıcı ideolojisi olarak benimseyen Türk sosyalistlerinin de aynı tuzağa düşmeleri maalesef kaçınılmazdı…”2

    Ayrıca, yine Marksizmin kendine has, ama içinde doğduğu çağdan alarak içselleştirdiği, bir tür oryantalizmi de mevcuttu. Marx’ın Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliğini, değişime direnen eski yapıları yıkması bakımından, olumlu bulduğunu biliyoruz. Benzer bir yaklaşım Türk Marksistlerinin Kürdistan’a bakışlarındaki oryantalizmde de gözlemlenebilir. Türk modernleşmesi Kürdistan’da gaddar metotlar izlemiş olabilir, ama feodal ve gerici kalıntılar başka türlü yıkılamazdı… Düşünce buydu.

    Türk solunu derinden etkilemiş iki ideoloji –Marksizm ve Kemalizm– Kürt meselesine dair yaklaşımların belirlenmesinde neredeyse işbirliği yapmışlar, tamamlayıcı olmuşlardır. 1960’larda Türk sosyalistlerince ortaya atılan devrim stratejilerinde –ister sosyalist devrim, ister milli demokratik devrim– ve bunların üzerinde bina edildiği toplumsal yapı analizlerinde Kürtlerden neredeyse hiç bahsedilmemesi, Kemalizm ve Marksizmin neden olduğu körlüklerle ilgili olsa gerekir. Sonuç olarak, Kürdistan’daki devrimci potansiyel büyük ölçüde es geçilmiştir.3

    Bu ikili ideolojik etkinin ortaya çıkardığı körlüğe ve çarpık algılamalara, Kemalizm ve Marksizmin resmî ideoloji olduğu iki ülke olan Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasındaki yakın ilişkiler de önemli ve Kürt meselesine dair olumsuz etkilerde bulundu. SSCB dönem dönem yakın ilişkide olduğu, ama neredeyse her zaman incitilmemesi gereken bir stratejik komşu olarak gördüğü Türk devletini Kürtlere karşı desteklemiştir. Bu destek ise Türk solunun önemli geleneklerinden olan TKP geleneğinde doğrudan bir yansıma buldu. SSCB Türk devletini desteklediği sürece, TKP de Türk devletini desteklemiştir. Ya da en azından, alması gereken tutumları alamamıştır.

    SSCB eğer Kürtlerin yanında yer alsaydı, muhtemelen TKP de alacaktı. Yukarıdaki Marksizm eleştirisi bir yana, Marksizm içinde özellikle Lenin’in öncülük ettiği ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve ezilen ulus milliyetçiliği nosyonları böyle bir tavrı gerektiriyordu. Ama vurguladığım gibi, SSCB’nin aldığı pozisyonlar Türk solcularının da Marksizm içindeki daha zayıf ve tartışmalı noktaları benimsemesine yol açmış olabilir.

    Genel olarak reel-sosyalist ülkelerin ve özelde de SSCB’nin farklı ülkelerdeki farklı etnik/ırksal sorunlara ilişkin takındığı farklı tutumlar o kadar önemlidir ki, çeşitli ülkelerde birbirine tamamen zıt komünist geleneklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu bağlamda, Türkiye komünist geleneğiyle Güney Afrika komünist geleneğini kısaca karşılaştırmak öğretici olabilir. SSCB, Kürtlere karşı Türk hükümetini destekleme kararı aldığı 1920’lerde, Güney Afrika’da beyaz egemenliğine karşı siyahları ve siyah hareketlerini destekleme kararı almış ve bunu da Güney Afrika Komünist Partisi’ne (SACP) benimsetmiştir. Sonuç olarak, beyazların kurduğu SACP ve siyahların kurduğu Afrika Ulusal Kongresi (ANC) 1950’lerden 1994’e kadar Apartheid’a karşı birlikte, ittifak halinde mücadele etmişler, bedelleri birlikte ödemişlerdir.4 1994’den bugüne kadar ise iktidar ortaklıklarını bir koalisyon halinde sürdürmektedirler.

    SSCB iki ülkede neden iki farklı tutum aldı? Birinci neden, Türkiye’nin SSCB için büyük önemidir. SSCB bu kadar yakın ve güçlü bir devleti karşısına almak istemedi. Böyle bir stratejik neden Afrika kıtasının en güneyinde mevcut değildi. İkinci neden, siyahların Güney Afrika’da çoğunluk, Kürtlerin ise Türkiye’de azınlık olmasıdır. Çoğunluğun er ya da geç iktidara geleceği beklenir, dolayısıyla desteklenmesi pragmatiktir; azınlığı desteklemek ise, başına ne geleceği belli olmadığı için, pragmatik değildir. SSCB’nin farklı pozisyonlarının nedeni ne olursa olsun, bu iki farklı pozisyon Türkiye ve Güney Afrika’da ezilen ulus milliyetçiliği ve ırkçılığa karşı birbirinden hayli farklı iki komünist geleneğin oluşmasına katkıda bulundu. Bu nedenle, sosyalist bloğun çöktüğü 1990’ların başında TKP’nin dünyadaki ve Türkiye’deki prestiji epey düşükken, SACP’nin prestiji çok yüksekti.

    Bugün, Türk solunun büyük bölümü Kemalizmle olan bağlarını koparıyor, koparmaya çalışıyor. Bunda resmî ideolojinin son yıllarda aldığı büyük darbelerin etkisi çok önemli bir rol oynadı. Marksizm ise gelişmesine ve özgürleşmesine engel teşkil eden reel-sosyalizmin ayak bağından, bir başka deyişle sosyalist devletlerin resmî ideolojisi olma halinden kurtulmuş durumda. Dolayısıyla, bugün Marksizm çok daha özgürlükçü ve çok daha az devletçi, çok daha az oryantalist ve etnik meselelere çok daha fazla duyarlı. Bu gelişmelere paralel olarak da, Türk solu bugün Kürt meselesine karşı daha özgürlükçü ve eşitlikçi bir şekilde yaklaşabiliyor.

    Ancak, Türk solunun Kürt meselesine dair sorunlu tarihi sadece Kemalizm, Marksizm ve reel-sosyalizmle ilgili değildir. Bugün sorunun önemli bir bölümünü, benim “Türklük” dediğim ve Türkler tarafından hiçbir zaman sorgulanmayan bir imtiyazlar, fikirler, refleksler ve duygular bütünü oluşturmaktadır. Sol Türkiye’de Türklüğü nedeniyle Türk solu olarak doğmuş, Türk solu olarak hayatını sürdürmüş ve Türkiye solu veya sadece sol olamamıştır. Sosyal bilimler Türkiye’de Türk sosyal bilimleri olarak doğmuş ve öyle yaşamıştır. Yazının geri kalanında Türklükten ne kastettiğimi ve Türklüğün Türk solunu ve sol akademiyi nasıl bir Türk sorunu haline getirdiğini açmaya çalışacağım.

    Türklük ve Türk Meselesi5

    Türk solcusu kendisini Türk olarak görmez, görmek istemez; enternasyonalist, sosyalist, Marksist olarak görür, görmek ister. Etnisite dendiği zaman, kimlik siyaseti dendiği zaman, aklına Kürtler veya diğer azınlıklar gelir. Kendisinin bir etnisiteye dâhil olduğunu, çoğunluğun parçası olduğunu ve bu mensubiyetten dolayı ne kadar imtiyazlı olabileceğini, bilgilerinin ne kadar sınırlı ve çarpıtılmış, duygularının ne kadar fakir ve tekdüze olduğunu göremez. Bir başka deyişle, kendi bilgilerini, duygularını, imtiyazlarını görelileştiremez, bunların yapıçözümünü yapamaz ve bunların kendi Türklüğüyle ilgili bağlarını deşifre edemez. Kendi Türklüğünün farkına varamadığı ölçüde de başkalarının Kürtlüğünü yeterince algılayamaz, duyumsayamaz. Türk olmaktan kaynaklı imtiyazlarını göremediği sürece, Kürt olmaktan kaynaklı sayısız dezavantajı da yeterince anlayamaz, Kürtlerle hakiki bir empati kuramaz. Kendi kimliğinin farkına varamadığı için başkalarını kimlik siyaseti yapmakla eleştirir. Türk solcusu, Türklüğünü kavrayamadığı ölçüde Türk sorununun bir parçası olmuş ve Kürt sorununun çözümüne yeterince katkıda bulunamamıştır.

    Bir Türk solcusunun Türklüğü, şüphesiz ki, bir Türk milliyetçisinin veya İslâmcısının Türklüğüyle aynı değildir. Ama bu solcularda Türklük olmadığı anlamına gelmez. Türk milliyetçisinin katı Türklüğü çok kolay bir şekilde görünüp elle tutulabilirken, Türk solcusunun Türklüğü buhar halindedir, görmesi ve elle tutması zordur. Türklük solda kendine özgü haller almıştır. Ancak her ne kadar solun ve sağın Türklükleri farklı haller almışsa da, bu farklı Türklüklerin kökenleri aynı yerdedir.

    Türkiye Cumhuriyeti “Türklük sözleşmesi” dediğim bir metaforik sözleşme üzerine kuruldu. Buna göre, anadili Türkçe olanlar ve sonradan Türkleşenler (Türklüğe asimile olan Çerkezler, Lazlar, Kürtler, Araplar, Boşnaklar, vb.) sözleşmeden yararlanacaklar, potansiyel olarak siyasette, iş dünyasında, bürokraside, akademide ve sanatta çok iyi yerlere gelebileceklerdir. Sözleşmenin ilk şartı Türk olmak ve/veya Türkleşmekse, ikinci şartı sözleşmenin üzerinde yükseldiği gayrimüslimlerin Anadolu’dan tasfiyesi ve zenginliklerine el konulması üzerine konuşmamak, yazmamak, ses çıkarmamaktı. Üçüncü şartı ise, Türkleşmeye direnebilecek olan diğer Müslüman gruplara dair yazıp çizmemek ve siyaset üretmemekti. Bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin yazılı olmayan anayasasının değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen temel maddeleriydi.

    Bu metaforik sözleşmeyi her Türk ve her Türkleşen aktif olarak imzalamamış olabilir, ama sözleşme gereği, imzacı olmasa da, kişi bundan faydalanabilir.6 Burada kritik olan sözleşmeye direnmemek ve aykırı davranmamaktır. Aykırı davrananlar en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Bu cezalandırma öldürülme, hapsedilme, işkence edilme, işten atılma, işe alınmama ve dışlanma biçimlerini alabilirdi. Sözleşmeyi aktif olarak destekleyenler ve/veya sözleşmeye pasif olarak ses çıkarmayanlar ise çeşitli imkânların gerçek veya potansiyel faydalanıcıları olacaklardı. Burjuva, hâkim, öğretmen, profesör, bakan, cumhurbaşkanı, işçi, muhtar, müzisyen olabilirlerdi, oldular. Türklüğün maddî temeli bu metaforik sözleşme ve sözleşmecilere sunulan imtiyazlar setidir.

    Bahsettiğim sözleşmeye Cumhuriyet tarihi boyunca direnenler Kürtler olmuşlardır. Türkleşmeyi reddeden Kürtler ve Kürtleri direnişlerinde destekleyen az sayıda Türk doğal olarak çeşitli biçimlerde, ama en ağır şekilde cezalandırıldı. Bu yolda onlara destek vermesi beklenebilecek solcuların büyük bir kısmı ise arkalarını döndü ya da doğrudan devlet politikalarını destekledi. Bunu da çoğu zaman Marksizm, enternasyonalizm ve ilericiliğin gereği olarak sundular, çünkü kimlik kavgaları sosyalizmin hedefinden sapma olarak görülüyordu. Kürt meselesi önemli bir mesele değildi, emperyalizmin oyunuydu, işçi sınıfını etnisitelere bölen bir gericilikti. Solcular bunları söylerken ya da daha sıklıkla olduğu gibi konuya dair hiçbir şey söylemezken, gerçekten de enternasyonalist ve ilerici olduklarını düşünüyorlardı.

    Buna kendilerini inandırdılar, çünkü inanmak zorundaydılar. İnanmasalardı, Türklük sözleşmesine direnselerdi, Kürt direnişlerine destek verselerdi, bu desteğin kendilerine ne kadar büyük bir cezayla geri döneceğini –Türklük sözleşmesi gereği– biliyorlardı. Hayatlarından olabilirler, işlerinden atılabilirler, aileleri dâhil en yakınları tarafından dışlanabilirlerdi. Böyle cezalara maruz kalmamak, imtiyazlarından vazgeçmemek için teorik gerekçeler buldular, bazı hakikatlerden kaçtılar. Ancak bu bilinçli bir kaçış değil, bilinçdışı bir kaçıştır. Bilinçli kaçan korkaklığıyla yüzleşmek zorundadır. Bu da beraberinde utanç ve suçluluk duygusu getirir. Kaçışın gerçek bir kaçış olması için geride utanç gibi bir duygu bırakmaması gerekir. Bu nedenle, kaçışı bilincin dışına atarak gerçekleştirmek şarttır. İşte bu noktada Marksizm ve enternasyonalizm bir kaçış aracı olarak kullanılmıştır.

    Kürtlerle girişilecek somut enternasyonalizmin yerine soyut bir enternasyonalizm her zaman için daha güvenlikli oldu. Kürtçe yasakken (öz)Türkçe edebiyat günleri düzenlemek, mahkemede ve mecliste Kürtçe konuşanları milliyetçilikle eleştirmek, Kürdistan’da her türlü zulüm yapılırken Amerikan emperyalizminin Türkiye’deki oyunlarıyla ilgili yazmak, Kürt devleti fikrini “Marksistler devlete karşıdır, yeni bir devletin kurulmasını neden destekleyeyim, ayrıca kurulsa ne olacak, o da ABD’nin oyuncağı olacak” gibi gerekçeler ileri sürmek… Bunları yapanlar sadece Türkler de değildir. Kürt solcular da uzun süre Kürtçe konuşmadılar, Kürtçe savunma yapmadılar, çocuklarına Kürtçe isim koymadılar. Bunları da “biz milliyetçi değiliz, bir enternasyonalistiz” gibi gerekçelerle açıkladılar. İster Türk ister Kürt olsunlar, böylece hem kaçmış, hem de kendilerini ve başkalarını kandırmış oldular. Türklük ve Türklük sözleşmesi, solun önemli bir kısmını böyle Türkleştirmiştir. Kürt meselesinin gereklerinden kaçırarak Türkleştirmiştir.

    Türklük bir imtiyazlar bütünü olduğu kadar bir bilgi setidir. Türk solunun bilgi dağarcığında son yıllara kadar Kürt meselesine dair ciddi bir bilgi bulmak mümkün değildi. Bu iddianın doğruluğu ve yanlışlığı Kürt meselesine dair kaç Türk solcusunun ciddi bir araştırma yaptığına ve bunu yayımladığına bakılabilir. Kendileri yapmadıkları gibi, yapanları da ciddiye almamışlar veya yok saymışlardır. Özellikle geç 1990’lar öncesi gelişimini tamamlamış bütün önemli Türk sosyal bilimcilerinin yazdıklarına ve konuştuklarına bakılarak da bu iddianın sağlaması yapılabilir.

    Ancak, bu bilgisizlik, ABD’de ortaya çıkan beyazlık çalışmalarının beyaz entelektüeller için öne sürdüğü gibi, pasif bir bilgisizlik değildir.7 Bilgi yokluğundan değil, bilgilenmeme yoluyla bilgisiz kalınmıştır. Çünkü bilmek, kişiye bildiği şeye dair bir sorumluluk yükler. Bilirseniz, bilginin gereğini yerine getirmek durumundasınızdır, o da bedeliyle birlikte gelir. O nedenle bilmemek, bilgiyi yok saymak, bilgiyi üretenleri ciddiye almamak gerekir. Ancak, bunu yaparken de kendinize olan saygınızdan ödün vermeden yapmanız gerekir. Bu noktada yine bilincin dışına itilen mekanizmalar devreye girer. Solcu kişi, bilgilenmek istediği ilgi alanlarını belirlerken Kürdistan’da olup bitenleri çok da önemli bulmamaktadır. Gecekondulaşma, kapitalizmin aşamaları, Türkiye’nin yarı-sömürge durumu, Marksizmin farklı boyutları ve düşünürleri vb. gibi konular ilgi alanlarında ön sıralara yerleşirler. Ülkenin en yakıcı, yüz yıldır onbinlerce kişinin ölümüne yol açan bir sorunu ise ne sol akademisyenlerin, ne de genel olarak Türk solcuların bilgi repertuarına ve ilgi dünyasına çok uzun bir süre girebilmiştir. Türklük ve Türklük sözleşmesi solun bilgi repertuarını da belirlemiştir.

    İmtiyazlar seti ve bilgi repertuarıyla birlikte duygu repertuarı gelir. Duygular sosyalleşme ve bilgilenme yoluyla gelişir ve farklılaşırlar. Duygular öğretilebilir ve öğrenilebilir. Bu anlamda, Türk ve Kürt solcuları iki ayrı duygu dünyasında yaşamaktadırlar. Tipik bir Türk solcusuyla tipik bir Kürt solcusunun, sözgelişi, Atatürk’e, Kurtuluş Savaşı’na, Şeyh Said’e, Kürt gerillalara, Abdullah Öcalan’a yönelik hisleri arasında çok büyük farklar vardır. Aynı olguya bambaşka gözlerle, bambaşka duygularla yaklaşırlar. Türk solcuları Kürt muadilleriyle, Kürtlerin sorunlarıyla, duygularıyla, sevdikleriyle ve sevmedikleriyle çok zor empati kurmaktadır. Türkler için, taş atan Filistinli bir çocukla empati kurmak, taş atan bir Kürt çocukla empati kurmaktan daha kolaydır. Dünyanın bir ucunda bir devlete karşı savaşan gerillaya karşı sempati duyulurken, yanıbaşındaki bir coğrafyada kendi devletine karşı savaşan Kürt gerillası hakkında ne hissedeceğini bilemez. Türklüğün bir ölçüsü de duygu repertuarında neyin olup neyin olmadığıdır.

    Bütün bunlarda aslında şaşılacak bir şey yok. İmtiyazlar setinin korunması doğal veya bilgi ve duygu repertuarlarının fakirliği ve zayıflığı anlaşılabilir. Devlet, okul, ordu, medya, aile, kişinin içinde yaşadığı meslekî cemaatler onlarca yıldır Türklerin ve Türkleşenlerin üstüne çeşitli bilgiler ve duygular empoze ediyor. Kişi sözleşmenin dışına çıkmaya kalkarsa imtiyazlarından oluyor, aforoz ediliyor. Şaşılacak şey, Türk solcusunun neden böyle hissediyorum, neden öyle hissetmiyorum, neden bunu biliyorum, neden onu bilmiyorum, neden bu konuya ilgiliyim, neden bu konuya ilgisizim diye düşünmemesidir. İlginç olan, Türk Marksistlerinin bir konu hakkındaki düşüncelerinin sadece Marksizmle ilgili olduğunu düşünmeleri, düşüncelerinin ve duygularının Türklükle gölgelenmiş olabileceğini hiç akıllarına getirmemeleridir. Eleştirilmesi gereken, Türklük dünyasının imtiyazlar setinin, bilgi evreninin ve duygu dünyasının bir parçası olmaktan ziyade, bunların parçası ve yer yer yeniden üreticisi olunduğunu görememektir. Bu da, Türkiye düşünce dünyasındaki yaratıcılık eksikliğinin sanırım önemli bir nedenidir. Türklük özgür düşünce ve duygu zenginliğinin önünde görülmeyen bir duvar olarak varlığını sürdürüyor.

    İlk bölümde vurguladığım üzere, son yirmi yılda Marksizmin reel-sosyalizmin resmîliğinden kurtuluşu ve resmî ideoloji Kemalizmin çöküş sürecinde oluşu, Türk solunu ve akademisini önemli ölçüde özgürleştirdi. Artık Kürt meselesine daha özgürlükçü, daha bilgili ve daha duygulu yaklaşılıyor. Ancak Kemalizmin ve reel-sosyalizmin çöküşü Türk solunun içselleştirdiği Türklüğün kendiliğinden yok olacağı anlamına gelmez. Çünkü, bahsettiğim Türklük büyük ölçüde bilincinde olunmayan bir varoluş halidir. Belli görme, duyma, duygulanma, bilme ve görmeme, duymama, duygulanmama, bilmeme halleridir. Kendini pasif gibi görünen ilgisizlikle, duygusuzlukla, bilgisizlikle, eylemsizlikle ayakta tutar. Türklüğün farkına varmak, bilgisizliklerin, duygusuzlukların, ilgisizliklerin, eylemsizliklerin arkasında yatan bilinçsiz ya da yarı-bilinçli mekanizmaları kavramayı, neyin gerçek bir düşünce neyinse sadece bir refleks olduğunu bulup çıkarmayı, bütün bunları deşifre etmeyi gerektiriyor. Ancak bu başarılabilirse, Türk solu Türk olmaktan kurtulup Türkiye solu ya da sadece sol olabilir, Türk aydını entelektüel, Türk akademisi de üniversite olabilir.

    Dipnotlar

    1. Kürt meselesi ve Türk solu ilişkisinin tarihine dair Türk aydınlarının eleştirel görüşleri için bkz.: Sever, Metin (1992): Kürt Sorunu: Aydınlarımız ne Düşünüyor, İstanbul: Cem Yayınevi.

    2. Yaşar, Hatice (1988): “Kürt Milli Meselesi Karşısında Türk Sosyalistlerinin Tutumu”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c. 7, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 2114-15.

    3. Türk solunun ideolojik kaynakları ve Kürt sorunuyla ilişkisi üzerine çok faydalı bir derleme eser için bkz. Gültekingil, Murat, ed. (2007): Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Sol, c. 8, İstanbul: İletişim Yayınları.

    4. Bkz. Ellis, S./Sechaba, T. (1992): Comrades against Apartheid: The ANC and the South African Communist Party in Exile, London: James Currey.

    5. Türklük meselesini daha ayrıntılı ve mukayeseli bir şekilde şu yazımda incelemeye çalışmıştım: Ünlü, Barış (2012): Türklüğün Kısa Tarihi, Birikim, 274, s. 23-34.

    6. Burada, ABD’nin ırksal bir sözleşme üzerinde kurulduğunu ve her beyazın, ister imzacı olsun ister olmasın, bundan faydalandığını söyleyen Charles Mills’den ilham aldım. Bkz. Mills, Charles W. (1997): The Racial Contract, Ithaca: Cornell University Press.

    7. Örneğin bkz. Sullivan, S./Tauna, N., eds. (2007): Race and Epistemologies of Ignorance, Albany: SUNY Press.

    Barış Ünlü

    Lisans ve yüksek lisansını iktisat ve siyaset bilimi dallarında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, doktorasını ise sosyoloji alanında SUNY Binghamton Üniversitesi’nde tamamladı. Halen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesidir.

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑