Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Önemli Bir Dönüm Noktası…

Siyasi Tahlil

Tarihte belli dönüm noktaları vardır. Bir güç, erişebileceği en zirve noktaya erişir ve bu zirve nokta aynı zamanda onun düşüşünün de başlangıcı olur. Örneğin Bolşevik Partisi’nin Ekim 1917’de iktidarı eline geçirmesinin, onun düşüşünün başlangıcı olduğu düşünülebilir. Hitler’in Sovyetler Birliği’ni işgale giriştiği 1940 yılı, hem II. Dünya Savaşı’nın dönüm noktası, hem de bir dünya gücü olarak zirveye ulaşan Nazizmin düşüşünün başlangıcıydı.

İşte eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasını da böyle tarihi bir dönüm noktası olarak görmek gerekir kanımca. Bu tarih, İlker Başbuğ’un önemli bir şahsiyet olması bakımından değil, AKP’nin bir iktidar gücü olarak zirveye ulaşması açısından bir dönüm noktasıdır. İlker Başbuğ’un tutuklanması, AKP iktidarının, on yıllık mücadele sonucunda devleti tamamen ele geçirdiğinin ilanıdır. Polis, yargı ve ordu, yani kısacası devlet, AKP’nin eline geçmiş bulunmaktadır. AKP gücünün zirvesine erişmiştir. Bundan sonra düşüş başlayacaktır.

AKP’nin karşısındaki güçleri gözden geçirdiğimiz zaman dört muhalif odak ya da oluşum tespit edebiliriz: Birincisi, CHP’nin merkezinde yer aldığı ulusalcı odak; ikincisi, eski Dev-Yol’cuların ve yeni TKP’nin merkezinde yer aldığı, irili ufaklı sol grupları barındıran solcu odak; üçüncüsü, BDP’nin merkezinde yer aldığı Kürt muhalefet odağı; dördüncüsü ise, düşünsel gücü bakımından etkili olmakla birlikte fiili gücü bakımından çok zayıf olan (bir kısım anarşistin, Troçkistin ve devrimci Marksistin oluşturduğu) toplumsal-devrimci oluşum (odak bile diyemiyorum).

Bunların dışında iki güç daha bulunmaktadır. Bunlar, Taraf gazetesinin çevresindeki liberal oluşum ve MHP’dir.

Taraf  gazetesi ve liberal solcular şu anda iktidar blokundan kopma sürecindedirler. Özellikle KCK tutuklamaları ve son Uludere katliamı bu süreci oldukça hızlandırmıştır. Bir anlamda bir şaşkınlık içinde oldukları da söylenebilir. AKP’nin devleti ele geçirmesi mücadelesi sırasında AKP’ye tam destek verdiler ama bizzat AKP devletleşip devlet sinyallari verince büyük bir kargaşalık içine düştüler. Ahmet Altan, AKP’nin de devlet tarafından zehirlendiğini yazdı. Evet ama zaten AKP’nin tüm isteği bu zehri yutmak ve bizzat devlet haline gelmek değil miydi? Şu anda liberal cenah tam bir çalkalanma içinde. Örneğin Oral Çalışlar, Cengiz Çandar gibi yazarlar, süreç böyle devam ederse (ki eder) AKP’nin değil, muhalefetin yanında yer alacaklarını ilan etmiş bulunuyorlar. AKP ile daha köklü siyasi ve ekonomik angajmanları olan Taraf çevresi ise “maçın son dakikalarında” durumu lehine çevirebilmek ve AKP’nin devlet tutumu almaması için AKP kalesine son akınlarını ve kontrataklarını yapmaktadır. Hatta bugünkü nüshasında, Kurtuluş Tayiz aracılığıyla, Başbakan Tayyip Erdoğan’a, Kürtlerin desteğiyle cumhurbaşkanlığı “yemi” bile uzatmış. Evet ama Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olunca ne olacak ki? AKP’nin “devlet zehrini” içmesi süreci tersine mi dönecek? Tam tersine.

Her neyse. Çok kısa zamanda durum berraklaşacaktır. Taraf, ya AKP’nin devletleştiğini net bir şekilde görüp muhalefet saflarına geçecek ya da Başbakan’dan azar işite işite, “hem ağlarım hem giderim” diyerek Emre Uslu’ların yolundan gidecektir.

MHP ise, güçlü devletçi güdüleri olan bir partidir. Uludere katliamının arkasında durarak devletçiliğinin tavan yapmasından çekinmeyeceğini göstermiştir. MHP’nin AKP’ye muhalefeti, aslında devleti AKP’ye kaptırma korkusundan gelmektedir. Ama bugünkü durumda artık bu muhalefetin de fazla bir anlamı kalmamıştır. Çünkü AKP tamamen devlet partisi haline gelmiştir. O zaman MHP için iki yol kalıyor: Ya 1970’lerde oynadığı role geri dönecek, devletin (dolayısıyla AKP’nin) saldırgan bekçisi rolünü oynayacak, yani AKP-Devlet’in paramiliter gücü olacak ya da devletleştiği için ister istemez merkez-sağdaki rolünden bir ölçüde uzaklaşacak olan AKP’nin merkez-sağ’da bıraktığı boşluğa yerleşmeye çalışacaktır. Bunu da zaman içinde göreceğiz.

AKP’nin karşısında yer alan muhalif güçlerden ulusalcılar, bundan sonraki süreçte, kaybettikleri devleti yeniden ele geçirme gibi umutsuz bir mücadeleye girecekler. Devletle AKP’nin aynı şey olduğunu idrak ederlerse bir ihtimal devletçi söylemlerinden uzaklaşıp halka yaklaşabilirler (İP açısından biraz zor gibi görünüyor ama en azından CHP açısından mümkün bu).

Sol muhalefet, AKP’nin devletleşmesi süreci içinde kaybettiği demokratik hakları ve özgürlükleri kazanmak ya da yeni mevziler kaybetmemek için mücadele edecek.

Kürt muhalefet hareketi de keza, AKP’nin devletleşmesinden en büyük zararı gören odak olarak, Kürt halkına karşı başlatılan topyekûn savaşa karşı direnecek.

Elbette, yukarda sözünü ettiğim dördüncü oluşumun yönelimi, AKP-Devlet zorbalığına karşı toplumsal devrim mücadelesini ön plana çıkartmak olacaktır. Tüm zorbalıkların en müessir ilacı toplumsal devrimdir.

Bununla birlikte, farklı farklı, hatta zaman zaman zıt hedeflere sahip olan bu dört odağın, bundan sonraki on yılda çöküşe gidecek AKP-Devlet gücüyle kapışmada büyük bir muhalefet bloku meydana getirmekte olduğu söylenebilir.

AKP-Devlet’in işi esas bundan sonra zordur. Oy olarak olmasa da, toplumsal etkililik bakımından oldukça önemli bir gücü kendi elleriyle oluşturmuş oldular.

 

Gün Zileli

10 Ocak 2012

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

 

47 Comments

  1. Politikayi pek sevmektesiniz

    “Ahlak, ahlak” derken politikaya iyi bir dalis yapmissiniz. Sizi çok üzen general tutuklanmasi olayindan böyle bir sonuç çikarmaniz gerçekçi degil. Kendi arzularinizi analiz olarak sunmaktasiniz, çocukluk hastaliklarindan muzdarip tüm diger komünistler gibi (her ne kadar kendinize anarsist deseniz de, tavir ve egilimlerinizde tipik bir komünistsiniz) isinize gelenleri görüp isinize gelmeyenleri görmemektesiniz. Oysa siyaset biliminin elinde bazi araçlar var. Bütün anketler AKP’nin oy oraninin yükseldigini göstermekte. Karsisinda bir seçenek yok. CHP gittikçe bir mezhep partisi olmaya dogru evrilmekte. MHP ise çözülüyor ve seçmenleri AKP’ye katiliyor. BDP ise zaten milliyetçi kürt partisi olmaktan öteye gidemedi. Bu durumda AKP’nin alternatifi yine AKP. Birgün arzulariniz gerçeklesir de AKP bölünürse yerine gelecek parti de yine AKP gibi bir parti olabilir, halkin anketlere verdigi yanitlar bunu açikça kanitlamakta, bunlari okumadan analiz yapmayin. Bu tür perinçekvari afaki ve komik kelime oyunlarina dayanan analizler 1970’lerde kaldi.

  2. akın evren

    Ol mahiler ki derya içredirler, deryayı görmezler! Değişim ve dönüşümün kırılma noktalarını idrak edebilmek kolay bir iş değil.
    Gün’ün söylediklerinin “wishfull thinking” olup olmadığını da ancaak bir beş yıl içinde görebileceğiz. İlk yorumu yazan pro-AKP arkadaşın o anketlere fazlaca bel bağlamamasını önerebilirim.
    AKP’nin şu anda iktidarının zirvesinde olduğu görüşüne katılıyorum. Soru, ne süre bu düzeyi koruyabileceği! Cevap;
    karşıtlarının siyasi mücadele örgütleme ve direnme güçlerine bağlıdır.

  3. question

    ” Bolşevik Partisi’nin Ekim 1917’de iktidarı eline geçirmesinin, onun düşüşünün başlangıcı olduğu düşünülebilir.”

    1917’den sonra nasıl düşüş oluyor,70 yıl hükm ettiler,koca bir devlet kurdu Bolşevikler,Stalin ve sonrası bolşevik değil diyorsanız o ayrı tabi.

    ”Polis, yargı ve ordu, yani kısacası devlet, AKP’nin eline geçmiş bulunmaktadır. AKP gücünün zirvesine erişmiştir. Bundan sonra düşüş başlayacaktır.”

    Fazla iyimserce gibi. Herşey ellerindeyken,herşeye hakimken niye düşüş yaşasınlar ki? Ki muhalefeti hala sindiremediler,STKlar,Sendikalar yerli yerinde. Gerçi şimdi Putin rejiminin yaşadığına benzer bir sarsıntı yaşayabilirler böyle devam ederse.

    CHP’ye çok değer biçiyorsunuz;;o da yeni neoliberal düzenin bir parçası; AKP’nin alternatifi,zaten AKPnin kuyruğuna takılıp gitmeyi de seven bir parti. Ulusalcı da değildir,sol-liberaldir,eski devletçi damar tasviye edilmiştir Deniz Baykal’ın skandalıyla,Kılıçdaroğlu’nun seçilmesiyle. Ulusalcılık denen şey; yeni emperyalist-kapitalist düzene (neoliberalizme) karşı eski sömürü biçimi üzerinden (ulus devlet) başkaldırmaktır,eski dönemin kalıntılarıyla ittifak aramaktır ki, ulusalcıların önderleri Silivride yatıyor (Tucay Özkan,Perinçek,Avrasya emperyalizmi yandaşı kontrgerilla gibi.) ölmüş bir ideolojidir,hiç bir sınıfa dayanmıyor,dayandığı yapı çökertildi çünkü,yeni bir bujuvazi kuruldu.

    ”O zaman MHP için iki yol kalıyor: Ya 1970’lerde oynadığı role geri dönecek, yani devletin (dolayısıyla AKP’nin) saldırgan bekçisi rolünü oynayacak, yani AKP-Devlet’in paramiliter gücü olacak ya da devletleştiği için ister istemez merkez-sağdaki rolünden bir ölçüde uzaklaşacak olan AKP’nin merkez-sağ’da bıraktığı boşluğa yerleşmeye çalışacaktır”

    Bir yol diğerine tezat mı? MHP 70lerde yaptığını bugün de yapıyor,solcu gençlere,Kürt hareketinden gençlere saldırıyor,polisin korumasında,fiilen Cemaate,neoliberalizme yardımcı oluyor böylece. Ancak Cemaat MHPnin tabanını ve önderlerini tamamen kendine bağlama derdindedir.(seks kasetleri şantajları)

    ”AKP’nin karşısında yer alan muhalif güçlerden ulusalcılar, bundan sonraki süreçte, kaybettikleri devleti yeniden ele geçirme gibi umutsuz bir mücadeleye girecekler. Devletle AKP’nin aynı şey olduğunu idrak ederlerse bir ihtimal devletçi söylemlerinden uzaklaşıp halka yaklaşabilirler (İP açısından biraz zor gibi görünüyor ama en azından CHP açısından mümkün bu).”

    CHPnin öyle bir derdi yok,halinden az çok memnun;

    mecliste koltuk olsun,para gelsin,tutuklamasınlar yeter. Perinçek ise bir ara Silivriden ”Asker diye kuşum vardı öldü,işçi-köylü kaldı” göndermesi yapmıştı,Oda Tv’de çıktı. Ama sanmıyorumki bu saatten sonra orducu anlayışı,Kürt fobisi,komplocu çizgisi değişsin.

  4. erdem adar

    merhaba,
    taraf gazetesine dair kopuş tezinizin önceki yazılarınızdan birindeki yeni kriminal dalganın taraf’a doğru geldiği tespitinin devamı olduğu anlaşılıyor. bana kalırsa bu değerlendirmeye varmak için şu anda elde yeterli veri olmaması yanında taraf’ın iktidarla kurduğu ilişki açısından da bu tespit gerçeği yansıtmıyor.
    sizin de değindiğiniz üzere, bu odak türkiye’deki yeni rejim inşasında akp’ye koşulsuz destek vermiştir. ancak bu akp ile tam bir bütünleşme yerine, sanal bir dışsallık ilişkisi içinde lanse edilmiştir. bu ilişkinin bir benzeri zaman gazetesi için de söylenebilir. görüntüde özerk bir zeminde duruyor olmak konjonktüre göre ‘ben bu icraatin ortağı değilim’ diyebilmek gibi bir avantaja dayanıyor. bunun ötesinde, bahsi geçen gazetenin akp politikalarını sola ve kürt muhalefetine sızdırma, solu akp’lileştirme anlamında operasyonel vazifeler üstlendiği yaşam içerisinde sayısız örnekle sınanmıştır. bu gazete kurulduğu günden beri mevcut ekonomik sömürü ilişkilerinin ilerletilmesi yönündeki tarafını gizlememiş, ekonomik liberalizmden taviz vermemiştir. iktidarla arasındaki ortaklık da bu temele dayanmaktadır. ‘bu koşullar altında solu nasıl etkileyebilmiştir?’ sorusunun yanıtı da etki alanına giren solcuların sınıfsal iddialarını asker-sivil, merkez-çevre, vs. gibi rejim tartışmaları zemine çekmiş olmasında aranmalıdır. taraf solun kapitalizm karşısındaki pozisyonunu esnetmesinde bir rol üstlenmiştir. bu rolün yetmez ama evet çizgisinden, murat belge-halil berktay tartışmasına kadar bugün hala anlamlı olduğunu görebiliyoruz. uzattık, toparlayalım, taraf’a mevcut iktidar yapısının sürdürülmesinde bir manipülasyon aracı, ‘iyi polis’ faaliyeti olarak ihtiyaç vardır.
    sizin önceki yazınından itibaren izini sürdüğünüz akp-cemaat ya da akp-liberaller arasındaki gerilimin çözülmeye gittiği yorumu da başlangıçta bu nedenle mümkün değildir. oğuzhan müftüoğlu’nun deyimiyle, “akp, taraf, zaman ya da benzeri odakların arasındaki “ittifak” bugün çatlasa bile, ortada başka bir alternatif yoksa ittifak içindeki çatlak bir biçimde kapatılarak devam edecektir. bu yüzden bu gün ortadaki umutsuzluğun asıl nedeninin akp’nin “yenilmezliğinden” değil, düzen içi de olsa bir alternatif yokluğundan kaynaklandığını söylemek daha doğru bir ifade olacaktır.”
    meselenin ana güzergahı bana göre de burasıdır. doğrudan abd egemenliğinde tesis edilen türkiye düzen içi siyasetinde bugün iktidarı oluşturan odaklardan herhangi birinin tasfiyesi abd politikalarıyla bir uyumsuzluğun sonucunda gelişebilecektir. bugün için akp’yi oluşturan zeminde buna dönük en ufak bir eleştiri olmaması yanında, tüm odakların rüştlerini abd’ye bağımlılık içinde kanıtlama arayışlarının olduğu söylenebilir.
    dörde ayırdığınız akp karşıtı odaklar konusunun da biraz daha açılması gerektiğini düşünüyorum. bu benzemezlerin önümüzdeki dönemde bir muhalefet bloğu oluşturabileceği yönündeki göndermeden ‘cephesel’ bir aranış olduğu yorumu doğabilir. dolayısıyla buraya atfedilen siyaset tasarımının akp’ye karşı olmak dışında ne gibi ideolojik müştereklere dayanabileceğine dair yorumlarınızı merakla bekliyorum.
    kolaylıklar dilerim.

  5. çıracı

    “Bununla birlikte, farklı farklı, hatta zaman zaman zıt hedeflere sahip olan bu dört odağın, bundan sonraki on yılda çöküşe gidecek AKP-Devlet gücüyle kapışmada büyük bir muhalefet bloku meydana getirmekte olduğu söylenebilir.”

    Yarınlar Dergisi’nin bu ayki sayısında büyük bir muhalefet bloğunun nasıl örülebileceğine dair öneri ve analizler var. Linki: http://www.yarinlar.net/sayi-33-ocak-2012/

  6. Gün Zileli

    Tabii ki cephecilik siyasetine karşıyım ama toplumsal gelişmeler objektif olarak böyle bir bloklaşmayı dayatacak gibi görünüyor.

  7. Gün Zileli

    1917 Bolşevik partisinin zirvesi, 1938 temizlikleri ise ölümüdür.

  8. İbrahim Özkurt

    “Tüm zorbalıkların en müessir ilacı toplumsal devrimdir”
    Gün yoldaş, günümüze değin insanlık onlarca irili ufaklı toplumsal devrim yaşadı. Ne var ki, devrimlerin ertesinde, birileri iktidara gelerek devrimlerin sonunun başlangıcını ilan etti. Asıl olanın devrimlerden sonra devrimi gerçekleştiren halk adına birilerinin iktidar olması değil, muktedir olamasıdır. Bu konuda farklı düşünmediğini biliyorum da, muktedir olabilmek için ne yapmalı? Nasıl bir örgütlülük yaratmalı? Ki birilerinin iktidarı önlenebilsin ve insanlık muktedir olabilsin. Dördüncü oluşum bu soruların yanıtını vermekle yükümlü diye düşünüyorum.

  9. Anonim

    Taraf, ya AKP’nin devletleştiğini net bir şekilde görüp muhalefet saflarına geçecek ya da Başbakan’dan azar işite işite, “hem ağlarım hem giderim” diyerek Emre Uslu’ların yolundan gidecektir.

    Bu tespitiniz Tarafin cevresindeki isimlerin sermaye sinifi ve ideolojisi ile olan iliskisini biraz hafife almiyor mu?

  10. Gün Zileli

    Doğru ama 4. oluşum şu anda sanırım bunları cevaplamakta bir hayli yetersiz. Bence ideolojik ayrım yapmadan tüm toplumsal devrim taraftarları özyönetsel ve merkeziyetçi olmayan bir örgütlenme yaratmalıdırlar.

  11. Gün Zileli

    Bazı sermaye çevreleri de süreç içinde muhalif bir pozisyona geçebilir. CHP de belli bağlara sahip sermaye çevreleriyle ama bu, AKP’ye muhalefet etmesine engel değil. Taraf’ın sorunu, sermaye çevreleriyle bağdan çok, AKP iktidarına fazlasıyla angaje olmasından geliyor. Sanırım şu anda en zor durumda olan Taraf çevresi, durumu mümkün olduğunca çaktırmamaya çalışıyorlar ama… Uludere katliamı konusu açıklığa kavuşmazsa (ki bence kavuşmayacak) işte o zaman Taraf iyice zor duruma düşecek ve kendini kurtarmak için AKP’ye karşı muhalefete geçmek zorunda kalacak. Kanımca bunu teşvik etmek gerekir. Bugün muhalefetin en büyük zorluğunu ulusalcı kesim oluşturmaktadır. Bugün aydınlık gazetesini inceledim. Hâlâ devletçi söylemde ısrarlılar. Faşizan üslupları da yerli yerinde. Kürt muhalefet hareketine karşı düşmanca tutumları devam ediyor.

  12. dersimo

    öncelikle kürdleri aşağılamaktan vazgeçtiğiniz için teşekkürler…

    akp’nin gücünün zirvesinde olup olmadığını kimse bilemez, zira devlete tümüyle hükmetme bir zirve değildir. misal akla hayale gelemeyecek çok daha fazla güce erişebilir… tüm burjuvaziye direkt sahip olma (tüsiad’ın toptan tasfiyesi) ya da ortadoğu’da fiili işgal falan..

    chp’yi biraz hafifsemişsiniz gibi. şimdiye kadar kendilerini devlete sahip olma üzerinden konumlandırıyorlardı. şimdi mecburen daha fazla eleştirisel, demokrat olmak zorundalar.

    erdem’in taraf hakkında yazdıklarının hepsine katılıyorum. zaten daha önce kapitalizme tapınma babında ayrılığın olmayacağını yazmıştım. altan mantık babında ulusalcılar ile aynı kategoride. diğerleri ordu ile iktidara müdahale etmeyi planlarken, onlar ise muhafazakr bir parti ile aynı şeyi yapmaya çalışıyor. yani bir güce yamanma peşindeler.

    mhp ve aydınlıkçılar ateş olsalar zaten düştükleri….

    gelelim kürdlere… bence et fiyatları da dahil olmak üzere sorunların kaynağında bu sorun var. o yüzden bu ülkenin geleceği üzerine yorum yaparken en dikkat edilmesi gereken ayrıntılar kürdlerdir… komün tecrubeleri ve yeni yerel yönetim teknikleri de dahil olmak üzere iktidara ve tahakküme karşı alternatif geliştirebilirler. süreç farklı şekillerde yol alırsa, tersine iğrenç bi hiyerarşiye sahip garip sapkın bir yönetim modelini de neden olabilirler… şuanda bilmiyor, bilemiyoruz..

    tayyip’in hastalığı, cemaatın iktidar nimetlerine bakışı, ortadoğuda bir savaş, sert bir ekonomik kriz ve daha yüz binlerce olasılık herşeyi toptan değiştirme kabiliyetine sahip… büyük konuşmak en iyisi…

  13. Gün Zileli

    Dersimo arkadaşım biraz ağır ol bakalım. Çok hatalarım oldu ama hayatımın hiçbir döneminde ne Kürtleri ne de herhangi bir başka halkı aşağıladım. Dilerim bu yazdıklarım üzerinde biraz olsun düşünürsün. Yok düşünmem dersen de buraya Kürtleri “aşağıladığımı” gösteren tek bir sözcüğümü, satırımı getirmek zorundasın. Senin iftiracı durumuna düşmeni istemem.

  14. çıracı

    Dersimo, herhalde Gün Zileli’nin bazı yazılarda kullandığı “Kürt ulusalcısı” tanımını kastediyor. Fakat bu bir aşağılama değil, yerinde bir tespittir. Kürt özgürlük hareketi, her ne kadar önder kadroları antikapitalist olsa da içinde farklı sınıf ittifaklarını barındıran bir nevi “MDD’ci” bir harekettir.

  15. Anonim

    Silivri’den ilk görüntüler…Perinçek kendini savunduğu için 16 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

    http://youtu.be/u4yNlNhgJyA

  16. özgürlükçü

    nihayet toplumsal devrimi kendine dert edinip bulunduğu ve yaşadığı yerin sorunlarına gelecek beklentilerine ilişkin güzel bir yazı olmuş.hiç bir saptama yeni olmamasına rağmen zilelideki olumlu gelişmelere işaret etmek gerekirse ilk olumluluk kürt özgürlük muhalefetini nihayet önemli bir odak toplumsal muhalefetin dinamiği gibi görürken kürt ulusal muhalefeti demiyerek kürt özgürlük hareketinin kimlik mağduriyetinin yanısıra zalim düzenin gayrımeşru olduğunu söyleyip itiraz ettiğini fark etmiştir.bu durumu fark eden zilelinin chp ve ulusalcı faşist devletçi odakların tükenip tarihin çöplüğüne gitmiş anlayışları ile alternatif başarı siyaseti programı gerçekleştiremeyeceklerinide açık ederek doğru bir analiz yapmıştır.zilelinin fark edemediği 4.muhalefet bloğunda tarif ettiği kendi gibi anarşist,sosyalist,marksist ve özgürlükçü devrimcilerinin aslında şu anda bile özgürlükçü siyasi kürt hareketi ile birlikte iş yapıp birlikte iş yapma yetenekleri biriktirdiğini hatta kürt özgürlük hareketinin yerel yönetimlerde anarşizmin kendini yönetme kömün birlikte yaşama birlikte paylaşma deneylerinden etkilenerek yeni pratikler ve deneylerle sisteme itirazı olanlara yeni birikimler kazandırdığını anlayıp HDK gibi halkların demokratik kongresi deneyi ve pratiği ile kapitalist sistemin kimlik,sınıf,inanç,cinsiyet,çevre,engelli ve ayrımcılık mağdurlarıyla birlikte sistem mağdurlarının politik organizasyonu ve programının aşağıdan yukarıya inşasına çalıştığını hatırlarsak sosyal devrimlerin bizzat sistemin mağduru halkın iradesiyle olabileceği gerçeği ile sorunların yaşandığı hayatın içine müdahil olduğunu görebiliriz.en son pratik örneği kocaeli halkların demokratik kongresi kendi yaşadığı kentin sorunları ve çözümlerine ilişkin yerel programa odaklanıp çeşitli çalışma gruplarından en önemlisi ekmeğimize sahip çıkacağız komisyonu ülkenin en pahalı ekmeğini bize yedirerek ekmeğimizle oynatmamak ve ekmeğimize sahip çıkıp bir imza ile yöneticileri asıl görevleri olan ucuz ve kaliteli ekmek temini için göreve çağıran imza kampanyasında bir saatte bütün imzalanacak dilekçelerin imzalanması bile bizzat yaşanan hayatın içinde iş yapabilen geleceğin alternatif başarı siyasetinin ip uçlarını içinde barındıran geleceğin gerçek halk iktidarının nereden nasıl olacağının ip uçlarını vermektedir.aslında biz özgürlükçü anarşistlerin bu cenahta bütün iktidar ve devletlerin kirli ve sorunlu olduğunu söyleyip biz önceki anlayışlar gibi devletçi dilden devleti ben daha iyi yönetirim demeyip iktidar ve hegomonyayı asıl sahibi halka devredecek kural kurum veişleyişleri gerçekleştirmek için politik iktidara talibim deyip gümbür gümbür burjuvazinin ahırından hayatın bütün alanlarında toplumsal muhalefetin filizlenerek bütün muhalefet dinamiklerinin birlikte başarabilecekleri seviyede büyük ve önemli iş olan toplumsal devrimin ne denli büyük iş olduğunun bilincinde olup herkese yer olduğunu haykıran politik organizasyonu görememesi için ne yanlış ve eksiğimizin olduğunuda söyleyebilse anlayacağım.yinede geldiği yer dünden daha iyi bir yerdir zilelinin.chp den umutsuzluğuna katılıyorum chp deki değişim dönüşümleri devletteki değişimden farklı olamayacağını biliriz devletin partisi ancak devlet kadar değişebilir.önümüzdeki yerel seçime kadar chp de add ci ulusalcılarla liberal özgürlükçülerde ayrışabilir. akp deki zirve tamamlanmıştır şu andan itibaren 2 şey yapabilir ya hata yapacak ki sürekli yapıyor yada rol çalacak rol çalınca çaldığı rolun oyuncusu olmadığı açığa çıkıp tükenmesini hızlandırır asıl sorun toplumsal muhalefet dinamikleri bizdedir bunca kötülüğü yapan devlet-iktidar hegemonyasını aşacak seviyede alternatif başarı siyasetinin politik organizasyonunu inşa edemedik şimdi şu tartışmalara bakalım bu toplumsal muhalefet politik organizasyonunun inşasına hizmet edecek çaba varmı varsa kiminki?dürüstçe kendimize soralım pire kadar beyni ile dev gibi potansiyeli heba eden geçmiş aktörlerden hale beklentisi olanlar toplumsal mücadele tarihini hiç anlamamış olanlardır her zaman yeni doğup gelişen anlayış başaracaktır

  17. murat

    çıracı,
    sen gerçekten Kürt cephesinde neler olup bittiğini takip ediyormusun…?
    bir defa özgürlük hareketi(eleştirilecek yönleri hala vardır,her zamanda olacaktır)ulusalcılıktan ayrılalı çok olmuştur. Demokratik özerklik istmektedir, bu defaaten yazıldı bu sitede Zilelide yazdı…
    ama sen diyorsanki yok alttan alta niyetleri devlettir. o senin niyet okuyuculuğunla ilgilidir. bu hareket bulunduğu coğrafya, karmaşıklaşmış sosyolojisiyle çok çeşitli alanlarda aynı anda mücadele etmektedir.
    siyasal iktidarda gözü yoktur. toplumsal değişim geçirmekte ve geçirtmektedir.Kürt kadınının durumu, çeşitli komün deneyimleri, dinle olan bağları v.b.
    ulusalcı değldir. biraz daha titiz olalım.ama aşamadığı yönleri vardır. bunlarda ulusalcılıkla ilgili değildir…
    şimdilik bu kadar…

  18. çıracı

    Hayır. Ben Kürt hareketinin samimiyetine inanıyorum, onlar gerçekten ayrılmak istemiyorlar (ki zaten ayrı devlet kurmak isteseler buna da saygı duyarım, devlet-karşıtı bir perspektiften eleştiririm). Benim “Kürt ulusalcılığı” derken kastettiğim şey, Kürt özgürlük hareketinin Kürt burjuvazisiyle, Kürt sağıyla ve Kürdistan’daki gerici unsurlarla bir cephe halinde olmasıdır. “Ulusalcılık” deyince aklınıza sadece ulus-devletçilik gelmesin; “ulusal burjuvazi ile ittifak” politikası da ulusalcılığın bir çeşididir.

  19. çıracı

    Bu sitedeki “Kürt MDD’si ve Türk MDD’si” yazısı benim anlatmak istediğim şeyi gayet iyi açıklayan bir yazıdır.

  20. murat

    Ulusal burjuvazisi mi var Kürtlerin…
    Kürtlerin sorunu sınıfsal değil, ya da öyle bakılmıyor -iyi ki- soruna özgürlük perspektifinden bakılıyor gittikçe…
    burjuvazi dediğin üçbeş parası olan adamsa…
    unutmamak lazım paramın olması yok sayılma konusunda parası olmayanlarla aynı dertten müzdarip olmadığımı göstermez…
    eğer ulus-devlet perspektifinden bakılırsa bu dediğin anlamlı olur, yoksa değil…

  21. çıracı

    Yekpare bir Kürt burjuvazisinden söz edemeyiz, evet; aralarında pro-Barzani, pro-AKP ve son olarak sosyaldemokrat olanlar vardır. Hepsinin de oradaki ulusal kurtuluş mücadelesine bakışı farklı farklıdır. Sorsanız hepsi “ben anadilde eğitimi savunuyorum” der, fakat bulunduğu partiye veya ekonomik ilişkilerine göre devletten yana olan da vardır, Kürtlük bilincini samimi bir şekilde benimseyen, kurtuluşçu olan da vardır. Fakat hepsinin ortak zaafı TC devletiyle uzlaşmaya hep açık kapı bırakmalarıdır.
    * Oradaki burjuvazinin Kürtlük bilinci, orada yaşayan emekçilerin (günümüzde PKK’lilerin) mücadelesindeki dönemsel ivmeye göre değişir. PKK’nin ilk ortaya çıktığı ve zayıf olduğu yıllarda oranın burjuvazisi devletten yanaydı, mülklerini kaybetme korkusuyla kendi kimliklerini dahi inkar ediyorlardı (işte bu yüzden emekçi evladı bir Kürt gerillasıyla bir Kürt burjuvasını birbirinden ayrı olarak değerlendirmek gerekir).
    * Doğrudur, Kürt sorunu bir ulusal sorundur. Fakat ulusal sorunlar da sınıfsal ilişkilerden bütünüyle azade değildirler. Ulusal-demokratik haklar mücadelesiyle antikapitalist mücadelenin iç içe geçmiş olduğu durumlar da vardır. Mahir Çayan’ın “emperyalizm içselleşmiş bir olgudur” lafı var ya hani; bunu Kürt coğrafyasına da uyarlayabiliriz. Kürt burjuvaları yer yer devletle doğrudan doğruya işbirliği yaparak, yer yer devletin “açılım, diyalog, müzakere” gibi söylemlerine ayak uydurup halkı oyalayarak oradaki insanların kurtuluş mücadelesinin gazını almaya çalışırlar. Bu yüzden emperyalizm (TC’nin alt-emperyalizmi) Kürdistan’da içselleşmiş bir olgudur.
    * Paralel bir örnek: 1918’lerden itibaren Osmanlı topraklarının emperyalistlerce paylaşımından sonra Anadolu ve Kürt coğrafyasının çeşitli yerlerinde Kuvay-ı Milliye benzeri köylü ve emekçiler öncülüğünde gerilla hareketleri uç vermeye başladı. İlk dönemlerde Türk burjuvaları, Mustafa Kemal ve çevresi kurtuluşu mandacılıkta arıyorlardı (bkz. Erzurum kongresi). Sonraları emperyalist işgal karşısında İstanbul ve çevresindeki sanayi bölgelerinde hem Türk burjuvalarını hem de işgalcileri hedef alan onlarca grev gerçekleşti. Anadolu’daki gerilla hareketleri içerisinde de sosyalizan akımlar (Yeşil Ordu gibi) gelişmeye başladı ve isyanlar daha koordineli bir şekilde tüm işgal edilen yerlere doğru yayılmaya başladı. İşte bu aşağıdan gelen rüzgarı gören Kemalci ve/veya burjuva kadrolar buradaki halk mücadelesini kendi lehlerine çevirmek için kendilerini “ulusal kurtuluşçu” olarak takdim ettiler; emekçilerin rızasını almak için bir yandan kendi sahte sosyalistlerini yaratırken diğer yandan Mustafa Suphi gibi samimi Bolşevikleri şüpheli cinayetlerle tasfiye ettiler. Sonrası malum… Halkçı ve kurtuluşçu söylemlerle rüzgarı arkalarına alan Mustafa Kemal ve eski ittihatçı kadrolar, savaş bittikten sonra kendi diktalarını tahkim ederek emekçi düşmanı karaktere sahip bir cumhuriyet kurdular… İşte bu yüzden sık sık Kürt devrimci arkadaşlarımı “ulusal burjuvalarına” karşı uyarıyorum.

  22. özgürlükçü

    çıracı arkadaşa daha öncede anlatmaya çalıştık galiba sistemin hegemonyası bir miktar bizide zehirliyebiliyor etkilenmemek mümkün değil.yine kürt özgürlük hareketinin temel karakteri ulusalcı ve milli değil özgürlükçüdür diyebilmeliyiz tabiki hemojen %100 budur diyemeyiz ama türk milliciliği ve ulusalcılığının yanında lafı bile edilemez hal böyle iken türk MDD si gibi kürt MDD si cümlesi zehirlenen zihnimizle ilgili olabilir.aslında toptan türkleştirme olamayınca inkar ve imha operasyonlarına maruz kalan kürtlerin kürt özgürlük hareketiyle federasyon isteyeninden bağımsızlıkçısına ve ulusalcısına bütününü kapsamasını anlamamız gerekir aslında bu toptan imhacı kökünü kazıyıp soyunu kurutma devlet-iktidar-cemaat operasyonu karşısında kürt hareketinde ideolojik çoğulculuk beklemek yanlıştır hepiside farkındadır böyle bir birlikte kimliğini ve varlığını savunma yapamasa yok edilmek isteneceğini bilirler.bizim anlamadığımız ise kürt özgürlük hareketinin özünde bir halk hareketi olup aslında şimdiyekadar kimliğini ve varlığını kendi olarak savunabilme mücadelesini başardığıdır.onlar açısından bu bizim yukarda bahsettiğimiz sosyal devrimdir ağır bedellerlede olsa kürt halkı bunu başarmıştır şu anda yapmaya çalıştığı kürtlerin özgürleşebilmesi için bütün ülkenin özgürleşmesi gerektiğinin bilinci ile bunu başaracak politik organizasyonun aşağıdan yukarıya inşası ile toplumsal muhalefetin alternatif başarı siyasetinin programına odaklanmıştır(halkaların demokratik kongresi) zaten zileli seviyesinde toplumsal mücadele tarihini bilen birinin pratik hayatın dayattığı bu seviyede (dünyada bu seviyede bir mücadele nerdeyse yoktur)zorlu mücadeleden çıkan kadro ve siyasetin geleceğin alternatif başarı siyasetinin ana dinamiği olacağını bilir şu anda yeni cümle kuracak seviyede yaratıcı siyaset yapabilen fikir seviyesindeki eklektik anlayışları alternatif başarı programı seviyesine yükseltecek tüm siyaset pratiği içindeki kadroların özgürlükçü siyasi kürt hareketi yada birlikte iş yaptığı cıvarındaki kadrolar olduğu bilinmektedir.devlet-iktidar-sistem egemenleride bu durumu çok iyi bildiğinden daha önce 2009 da 103 belediyeyi akp nin elinden alan yaratıcı pratiği olan kadrolardan başlayıp en yetenekli kadrolarının 5 binini tutuklamasına rağmen tam tersine daha fazla halkın ve hayatın içinden mücadeleden yeni kadrolarla 1 milyon daha üye yapabilip yeniden reorganize olup teorik olarak ana muhalefeti temsil eden anlayışı pratik gelecek seçimde ana muhalefete yükselteceği görünmeye başlamıştır tek nedeni bu projenin bir halk hareketi olabilmesidir.yukarda bahsettiği gelecek ön görülerinde neler olabilire ilişkin daha öncede yorum yapmıştım belkide bu alanda ilk taşı atsın dediği zilelinin belkide ilk defa duyduğu cümlelerle yaptığım eski yorumların ne denli isabetli olduğu şimdi daha iyi anlaşılacaktır.yerel seçime kadar chp nin add ci ve liberal devletçileri ayrışacağından yerelseçim hüsranı yaşayacaktır akp nin yerel seçimi bütünlüklü atlatacağını söyleyebilirim en büyük hezimeti rol çalıp kürt seçmenini bu sorunu ben çözerim diyerek kandırdığı çok açık bir şekilde son katliam ve sonrasında kürt seçmenince anlaşıldığından yerel seçimde kürt seçmenler akp yi bölgeden yolcu ederlerse yerel seçim sonuçlarında akp den sonra en fazla belediye sayısı kürt özgürlük hareketininde içinde olduğu HDK si gibi toplumsal muhalefetin politik organizasyonu kazanırsa şaşırmayın bu durumun işte yukarda cevabını aradığınız alternatif toplumsal muhalefet oluşmasında bilinç sıçraması yaratıp hızla çözülen akp nin ilk genel seçime chp gibi ayrışarak dağılıp gireceği günlerin uzak olmadığını söyleyebilirim.

  23. özgürlükçü

    çıracı arkadaş samimi uyarına teşekürler ama hiç aklına kendini uyarabilip zihnindeki karakoldan kurtulmak neden gelmez.bu seviyedeki özgürlük hareketine ne katkımız olabilir birlikte ne yapabiliriz hiç aklımıza gelmeyince sistemin hegemonyasının uyarılarını özgürlükçü sandalyeden yapmak hep niye aklımıza gelir?çünkü biz efendiyiz üsten konuşmaktır tarzımız* hani anarşisttik ne oldu NE TANR NE EFENDİYE 200 yılda hala burdamıyız kürt özgürlük hareketi sizden özgürlükçü anarşizme daha yakın olmasındanmı fesatlandık sevinmek daha hayırlı bir iş olmazmı?

  24. çıracı

    …Ve son olarak benim eleştirilerimi dostça ve yapıcı eleştiriler olarak görmenizi isterim. Benim bunu yaparken amacım, Kürt özgürlük hareketi içersindeki sınıfsal ayrışmaları, hatta toplumsal devrimci-reformcu ayrışmasını tetiklemek; bununla birlikte bu siyasal harekete asıl dinamizmini katan Kürt emekçilerini daha etkin hale getirmektir.

  25. çıracı

    Kürt özgürlük mücadelesiyle devrimcilerin ilişkisi konusunda şu iki makale çok zihin açıcıdır, okunmasını tavsiye ederim:
    http://sdyeniyol.org/index.php/siyasal-guendem/566-kuert-hareketi-ve-sosyalistler-mkan-ve-htimaller-foti-benlisoy
    http://sdyeniyol.org/index.php/siyasal-guendem/559-sosyalistler-ve-kuert-meselesi-foti-benlisoy

  26. murat

    Çıracı,
    Kürt özgürlük hareketini elbette herkes eleştirmelidir. Ben de eleştiririm. benim söylediğim eleştiri paradigmasını yanlış yerden kurmuşsun…
    özgürlüğe doğru akarken, ulusların kaderini tayin hakkı , devlet olma hakkı falan değil…hareketin kendini uzun süredir, konumlandırmaya çalıştığı yerde özerkliktir. yani anarşizme doğru bir yöneliş…eleştiriler buradan yapılırsa anlamlı olur…mesela hem komünler kurup(vişranşehir,hakkarideki köy komünleri v.b.)bir tarafatnda aşırı hiyerarşik yapı ile çelişkisi ortaya konulabilir. daha doğrusu bu şu anda başvurduğu yöntemler arasında özgürlükçü olanın gelişmesi için eleştirmek gerekir…
    başardığı şeyleri öne çıkarmakk gerekir. mesela kadınların durumu v.b.

  27. çıracı

    Kürt özgürlük hareketi içersinde anarşizan bir damarın olduğu doğrudur. Ancak oradaki komün deneyimlerinin “önderlik” veya parti üyeleri tarafından kurulmuş bir şey olmadığını düşünüyorum. BDP’liler Viranşehir’deki Ax u Av kolektifine ve Hakkari’deki köy komünlerine destek veriyor olsalar da oradaki bu tarz gelişmelerin asıl öznelerinin Kürt yoksulları olduğunu düşünüyorum. Hele ki Kürt hareketi içersinde sıkı disiplinli, hiyerarşik, Leninist tarzda örgütlenmiş bir gerilla ordusu ve legal kesimde de belli ölçüde burjuva-gerici unsurlar varken, bu hareketin komün deneyimlerine sunacağı desteğin sınırlı olacağını, hatta hareketin ilerde komünlere karşı boğucu-önleyici bir role bürünebileceğini düşünüyorum. İşte o yüzden ısrarla, inatla Kürt yoksullarının sınıf bağımsızlığı temelinde öz-örgütlenmelerini kurmasını savunuyorum.

  28. çıracı

    ‘Öcalan Anarşizmi’ne Anarşik Bir İtiraz – Sami Görendağ

    12 Haziran 2011

    Qijika Reş Dergisi / Sayı:3

    Aram Yayınları’ndan çıkan Abdullah Öcalan imzalı “Özgürlük Sosyolojisi” adlı kitap, verimli bir tartışma konusu olabilecek, üzerine uzun bir değerlendirmeyi gerekli kılan bir kitap olmasına karşın biz şimdilik kitaptan bir bölüm olan“Anarşizmi Yeniden Değerlendirmek” yazısına odaklanacağız. Söz konusu yazı Anarşist düşünce geleneğinin kimi tarihi öngörülerinin, kapitalizm, modernizm ve otoriteye yönelik eleştirilerinin tarih tarafından doğrulanan hakkını teslim etmekle birlikte “Önder” bakışının tahrif ve yanılgılarından Anarşizm’de nasibini almaktan kurtulamamış. Tarihin sağlamasını yaptığı anarşist eleştirileri Öcalan maddeler halinde sıralayarak şöyle sahiplenmektedir:

    Kapitalist sistemi en soldan eleştirmektedirler. Ahlaki ve politik toplumu dağıttığını daha iyi kavrıyorlar. Marksistler gibi ileri rol atfetmiyorlar. Dağıttığı toplumlara yaklaşımları daha olumludur. Gerici ve çürümeye mahkûm görmüyorlar. Ayakta kalmalarını daha ahlaki ve politik buluyorlar.
    İktidar ve devlet yaklaşımları Marksistlere göre daha kapsamlı ve gerçekçidir. İktidarın mutlak kötülük olduğunu söyleyen Bakunin’dir. Fakat her pahasına olursa olsun iktidar ve devletin hemen kaldırılmasını talep etmeleri ütopik olup, pratikte fazla gerçekleşme sansı olmayan yaklaşımlardır. Devlet ve iktidara dayalı sosyalizmin inşa edilemeyeceğini, belki de daha tehlikeli bürokratik bir kapitalizmle sonuçlanacağını öngörebilmişlerdir.
    Merkezi ulus-devlet inşasının tüm işçi sınıfı ve halk hareketleri için bir felaket olacağını ve umutlarına büyük darbe indireceğini öngörmeleri gerçekçidir. Almanya ve İtalya’nın birliği konusunda Marksistlerle giriştikleri eleştirilerde de haklı çıkmışlardır. Tarihin ulus-devlet lehinde gelişim göstermesinin eşitlik ve özgürlük ütopyaları için büyük kayıp anlamına geldiğini söylemeleri ve Marksistlerin ulus-devletten yana tavır almalarını şiddetle eleştirip ihanetle suçlamaları belirtilmesi gereken önemli hususlardır. Kendileri konfederalizmi savunmuştur.
    Bürokratizme, endüstriyalizme, kentleşmeye yönelik görüş ve eleştirileri de önemli oranda doğrulanmıştır. Erkenden anti-faşist ve ekolojik tavır geliştirmelerinde bu görüş ve eleştirilerin önemli payı bulunmaktadır.
    Reel sosyalizme yönelttikleri eleştiriler de sistemin çözülmesiyle doğrulanmıştır. Kurulanın sosyalizm değil, bürokratik devlet kapitalizmi olduğunu en iyi teşhis eden kesimdir.[1]
    Sıraladığı maddeler bir siyasal hakikatin gecikmiş onaylaması olsa bile, siyasal kitlelerin ağzından çıkan sözlere baktığı bir lider tarafından söylenmiş olması kendi içinde anlamlı, bu topraklarda alışkın olmadığımız ve farklı politik karşılıklar yaratma potansiyeli olan değerlendirmeler olması itibariyle önemsenmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Ancak yazının ilerleyen bölümlerinde Öcalan, modern siyaset mantığını aştığını iddia etmesine rağmen Anarşizmi, modern egemenlik paradigmasının sınırlarını çizdiği çerçevede ele almakta, özgür öznelerin birlikteliğinden doğan anarşist mücadele geleneğini, modern iktidar siyasetlerinin kurguladığı; kitle, halk, taban gibi nicelikleştirilen ve edilgenleştirilen politik kategoriler ve özneler üzerinden okumakta ve anarşizmin tarihsel yenilgisini özetle anarşist öncülerin sınıfsal karakterine, alternatif bir toplumsal proje ortaya koyamamış olmalarına ve Avrupa-merkezli bakış açılarına bağlamaktadır. Öcalan’ın iddialı eleştirilerine kulak verecek olursak:

    “Geldikleri sosyal yapıların hareket üzerinde etkileri belirgindir. Kapitalizmin iktidardan düşürdüğü aristokrat kesimlerle eskiye göre göreceli olarak durumlarını daha da kötüleştirdiği şehir zanaatkârlarının sınıfsal tepkileri bu gerçeği yansıtır. Bireysel kalmaları, güçlü taban bulamamaları, karşıt sistem geliştirememeleri sosyal yapılarıyla yakından bağlantılıdır. Kapitalizmin ne yaptığını iyi biliyorlar, fakat neyi yapmaları gerektiğini iyi bilmiyorlar. Görüşlerini kısaca toparlarsak; oldukça önemli ve doğrulanmış bu görüş ve eleştirilerine rağmen, anarşist hareketin reel sosyalizme göre kitleselleşip pratik uygulama şansı bulamaması düşündürücüdür… Uygarlık çözümlemelerinin eksikliği ve uygulanabilir bir sistem geliştirememeleri bunda önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca kendileri de pozitivist felsefenin etkisini taşımaktadır. Avrupa merkezli sosyal bilimin pek dışına çıktıkları söylenemez. En önemli eksiklikleri, bence demokratik siyaset ve modernite konusunda sistematik düşünce ve yapılanma içine girememeleridir. Görüş ve eleştirilerinin doğruluğuna ilişkin gösterdikleri titiz çabayı sistemleştirme ve uygulama konusunda sergileyememişlerdir. Belki de sınıfsal konumları buna engeldir. Diğer önemli bir engel, teorik görüşlerinde ve pratik yaşamlarında her türlü otoriteye duydukları tepkidir. İktidar ve devletin otoritesine duydukları haklı tepkiyi tüm otorite ve düzen biçimlenişine yansıtmaları, demokratik moderniteyi teorik ve pratik olarak gündemleştirmelerini etkilemiştir. En önemli özeleştiri konusunun demokratik otoritenin meşruiyetini ve demokratik modernitenin gerekliliğini görememeleri olduğu kanısındayım. Ayrıca ulus-devlet yerine demokratik ulus seçeneğini geliştiremeyişleri de önemli bir eksiklik ve özeleştiri konusudur”.[2]

    Anarşist mücadele gelenekleri, farklı sınıf ve katmanlardan gelen karizmatik siyasal figürlerin ve bağımsız öznelerin anti-otoriter bir komünizmi gerçekleştirme ufkuna yaslanarak var olmuştur. Anarşizm, Marksizm gibi sınıf indirgemeciliğine saplanmadığı gibi, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin acımasız sömürüsüne maruz kalan yoksul köylülere de Marx gibi burun kıvırmamış ve kapitalizmin dışına süpürdüğü lümpen proleterya gibi tüm “sınıf olmayan” sınıflara da bağrını açmıştır. Anarko-sendikalizm geleneği mülksüz işçilerin özörgütlenmesini yaratmaya özel bir yatırım yapmışsa da, kapitalizmin çalışma disiplini içinde gittikçe atomize olan ve ehlileşen sanayi proleteryası, hiçbir zaman tek başına geleceğin toplumunu yaratacak “Modern Mesih” olarak görülmemiştir. Sanayi proleteryasının sosyal devlet politikalarıyla birlikte gittikçe sisteme entegre olan bir sınıf haline gelmesi ve günümüzde anti-kapitalist direnişin önemli oranda bu sınıfın dışındaki sınıf ve kimliklere dayanıyor olması, anarşizmin tarihsel sınıf politikasını doğrular niteliktedir. Ayrıca en alt sınıflara dayanan sosyalist hareketlerin öncülerinin iktidar tapınağının kanlı sunaklarına adım atar atmaz nasılda işçileri yeniden üretim köleleri haline getirdiklerini ve mülksüzleştirildiklerini bilen Öcalan’ın, sorunu otoritenin soğuk sularında araması yerine Ortodoks Marksizm’in sınıfsal karakter analizlerinde araması yanlış bir şifa arayışıdır. Bu analiz alışkanlığı sanırım “Kürdistanda Kişilik Sorunu” adlı total değerlendirme alışkanlıklarından kalmış olsa gerek. Anarşizmin teorik öncüleri, aydınlanmanın ilericilik mitine iman etmedikleri gibi modernizm öncesi toplumların eşitlik ve özgürlük deneyimlerini de önemli bir miras olarak görmüşlerdir. Anarşist Makhno’nun, Troçki’nin Kızıl Ordusu’na yenik düşene kadar, Ukrayna’da hayata geçirdiği özgür köy komünleri, Anarşist özgürlük felsefesinin modern proleteryayı beklemediğinin tarihi bir kanıtıdır. Bakunin gibi kimi anarşistlerin aydınlanma çağının ruhundan etkilendiği doğru olmakla birlikte, anarşistler genel olarak lineer tarih anlayışına kapılmamış, modern kapitalizmi ileri bir tarihsel uğrak olarak selamlamadıkları gibi aksine Proudhon, Kropotkin, Tolstoy gibi anarşistler kapitalizmin yayılmasını ve endüstri öncesi köylülük ve zanaatçılığın proleterleşmesini bir hastalık olarak görerek romantik devrimci eleştirilerini esirgememişlerdir.

    John Zerzan, Fredy Perlman, Theodore Kaczynski gibi uygarlık karşıtı anarşistlerin etkili uygarlık analizleri devasa bir literatür yaratmışken anarşistlerin bir uygarlık çözümlemesi olmadığını iddia etmek bu alana ilişkin literatürü hiç bilmemek anlamına gelmektedir. Tarım toplumuyla başlayan tahakküm tarihini ve bu tarihin üzerinde biçimlendiği toplumsal düzenin temellerini bir daha kurulamayacak şekilde yıkmayı öngören bu radikallerin öğretileri, günümüzde hala birçok ekolojik ve anarşist hareketin kalkış noktasını oluşturmaktadır. Öcalan, “demokratik otorite” kavramıyla ne kastettiğini tam olarak açıklamasa da, “Liderimizi” yıllardır tanıyor olmanın bize kazandırdığı özel sezgiler sayesinde Öcalan’ın bu argümanla kendi varlığını ve dokunulmaz konumunu bize onaylatma ihtimalini güçlendirmektedir. Anarşistler için demokratik veya anti-demokratik otorite ayrımları yoktur. Anarşizmin bütün akımlarının vazgeçilmez ortak ilkesi her türlü otoriteyi red etmesidir. Bu konuda Sevgili Başkan için yapabileceğimiz bir politik torpilimiz veya kayırma limitimiz maalesef yoktur.

    Öcalan’ın, “Anarşistler görüş ve eleştirilerinin doğruluğuna ilişkin gösterdikleri titiz çabayı sistemleştirme ve uygulama konusunda sergileyememişlerdir” eleştirisine gelecek olursak, modern dünyada anarşist bir topluluk oluşturma yönünde gösterilen çabalar hiç eksik olmamıştır. Anarşizmin modern tarihinde, küçük ölçekli komünal deneyimler, eğitim ve ekonomi alanında yaratılan kolektifler, bölgesel federasyonlar gibi önemli deneyim örnekleri yaşanmıştır. Bölgesel ya da ulusal ölçekte anarşiyi kurma çabalarının iki örneği mevcuttur. Biri, Rus devrimi sırasında Ukrayna’da diğeri 1936-1939 yılları arasında İç Savaş sırasında İspanya’da yaşanmıştır. Makhno ve yoldaşlarının kırsal bölgelerdeki toprakları ve büyük çiftlikleri kamulaştırarak oluşturdukları köy komünleri, Bolşeviklerin “kızıl terörüne” uğrayana kadar varlığını korumuştur. Bu komünlerde anarşist özyönetim hâkimdi. Pazarları tatil günüydü, fakat üyeler iş arkadaşlarına baştan bildirmek şartıyla başka zamanlarda da komünden ayrılabiliyorlardı. 100-300 arası üyeden oluşan komünün tüm idaresi bütün üyelerin katıldığı düzenli toplantılarla sağlanıyordu. Köylüler aynı zamanda ürünlerini takas edebiliyorlardı. Komünal mutfaklar ve yemek salonları vardı ve insanlar işlere isteyerek talip oluyorlardı. Kültür, eğitim ve sanatsal faaliyetler her komünde özgür katılımlarla yapılmaktaydı. Bu yüzyıl içinde anarşist bir toplum kurma çabalarından bir ikincisi, 1936 yılından başlayarak İspanya’da gerçekleşmiştir. 1939’a kadar süren dönem boyunca sosyal ve ekonomik yaşamda köklü değişiklikler yaşanmış, anarşistler tarafından bir dizi yeni sosyal kurum inşa edilmiştir. İspanyol hareketi esas olarak Bakuninciydi, zira toplumun yerel federasyonlar şeklinde birleşeceği ve daha geniş federasyonlar oluşturacağı bölgesel kolektifler halinde örgütlenmeyi öngörüyordu. Kurulan bölgesel veya kent komünlerinde, karar alma sürecine tam eşit katılımın sağlanması dikkate alınmış, herkes çalışacağı işi özgürce seçmiş, eğitim ve sağlık hizmetlerinin, ilacın parasız olduğu, komünler arası takas sisteminin işlediği yüzyılın en radikal ve en büyük ölçekli deneyimi hayat bulmuştur. Ayrıca yine ABD ve İngiltere de anarşist toplukların çiftlikler, kooperatifler ve kent kolonilerinde toplum denizi içinde eşit ve özgür ütopya adaları inşa etmek şeklinde anarşizm varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Mesele tarihe ve iktidara yenilmiş olmak ise, bu yüz yıl içinde iktidarın tırpanına uğramamış, yenilgiyle sonuçlanmamış bir özgürlük deneyimi veya ütopyası kaldı mı Sayın Öcalan? İktidarın kirletmediği bir devrim var mı acaba?

    Şu netameli Ulus mevzusunda da, Anarşistler başından itibaren “Ulus” gibi bütün toplumsal farklılıkları öğüten bütüncül kimliklere haklı olarak kuşkuyla yaklaşmışlardır. Modern devletin yarattığı ve tüm toplumsal eşitsizliklerin ve haksızlıkların üstünü örten bir kimliğin neleri görünmez kıldığını veya ertelediğini göstermek zorundaydılar. Ulusların boğazlaşması olan dünya savaşlarına, ulus adına gerçekleşen iç katliamlara, ulusu yüceltmek adına ortaya çıkmış faşist diktatörlüklere tanık olmuş bir özgürlük geleneğinin Ulus’tan yana zar atması elbette beklenemezdi. Devletin sınırlarını belirlediği vatan ve ulus kavramları o tarihlerde anarşistler için “alçakların son sığınağı” olarak görünmekteydi. Ancak bu anarşistlerin sömürgelerdeki baskılara karşı yürütülen ulusal kurtuluş direnişlerine, halk isyanlarına kayıtsız kaldıkları anlamına gelmemektedir. Valizine anarşist klasikleri doldurarak Filipinler’deki anti-sömürgeci mücadeleye koşan Malatesta’nın varlığı, Filipinlerde ve Küba’da sömürgecilik karşıtı Anarko-sendikalist hareket (hatta Anarko-sendikalizm Latin Amerika’da İkinci Dünya Savaşının başına kadar anti-sömürgeci hareketlerin mücadele bayrağıydı) bunun somut örnekleridir. Öcalan, her şeye rağmen Anarşizmin bir geleceğinin olması konusunda iyimser bakışını korumakta ve anarşistlerin dikkate alınması gereken bir siyasal müttefik olduğunun altını çizmektedir.

    “Günümüzde reel sosyalizmin çözülüşü, ekolojik ve feminist hareketlerin gelişmesi, sivil toplumculuğun genel bir kabarma sergilemesi şüphesiz anarşistler üzerinde olumlu etki bırakmıştır. Fakat haklı çıktıklarını tekrarlamaları fazla anlam ifade etmiyor. Yanıtlamaları gereken soru, neden iddialı bir sistem eylemliliğini inşasını geliştiremedikleridir. Bu da akla teori ile yaşamları arasındaki derin uçurumu getirmektedir. Çokça eleştirdikleri modern yaşamı acaba kendileri aşabilmişler midir? Daha doğrusu, bu konuda ne kadar tutarlıdırlar? Avrupa merkezli yaşam tarzını bırakıp, gerçek bir küresel demokratik modernliğe adım atabilecekler mi? Önemli olan tarihte büyük fedakârlıklar göstermiş olan, önemli düşünürleri bağrında taşıyan, görüş ve eleştirileriyle entelektüel camiada önemli yer tutan bu hareketin ve mirasının tutarlı, gelişebilir bir sistem karşıtı sistem içinde toparlanabilmesidir. Anarşistlerin reel sosyalistlere göre daha rahat bir özeleştiri ile güncel pratiğe yönelmeleri beklenebilir. Ekonomik, sosyal, siyasal, entelektüel ve etik mücadelelerinde hak ettikleri yeri almaları önemini korumaktadır. Ortadoğu zemininde hızlanan uygarlık ve kültür boyutları da öne çıkmış bulunan mücadelelerde anarşistlerin hem kendilerini yenilemeleri, hem de güçlü katkılarda bulunmaları mümkündür. Demokratik modernite sisteminin yeniden inşa çalışmalarında ittifak geliştirilmesi gereken önemli güçlerden birisidir”.[3]

    Anarşizmin günümüzde anti-kapitalist küreselleşme hareketi içinde önemli bir mücadele öznesi olduğunu ve belli kimlik hareketleriyle daha güçlü bağlar kurduğunu söylemek mümkün ancak bu Öcalan’ın vurguladığı liberal sivil toplumculuğun kabarmasıyla bir alakası yoktur. Marksist Solun yaşadığı teorik ve pratik krizler, değişen kapitalizm koşullarına cevap verecek bir toplumsal örgütlenme modelinden uzak olması ve sicili bozuk tarihi, aktivistlerin anarşizme yönelmesinde önemli etkenlerdir. Anarşistlerle ittifak geliştirmeyi düşünen Öcalan’ın Anarşistler tarafından da yoldaş olarak görülmesi ve ittifak geliştirilmesi için öncelikle Öcalan’ın yapıştığı liderlik konumundan ve topluma her konuda akıl veren rolünden vazgeçmesi gerekmektedir. Herkesin eşit olduğu, liderlerin ve hiyerarşik parti örgütlenmelerinin olmadığı bir mücadele dalgası içinde ‘Kürdistan Anarşist Devrimi’ne giden yolda Öcalan’la birlikte aynı saflarda olmak ve mücadele deneyimlerinden şüphesiz yararlanmak isteriz.

    ——————————————————————————–

    [1] Abdullah Öcalan, Özgürlük Sosyolojisi, syf: 308, 309, Aram Yayınları
    [2] A.g.e. s. 309
    [3] A.g.e s. 400

    ( http://qijikares.blogspot.com/ )

  29. Zileli'nin CHP umutlari

    AKP’nin karşısında yer alan muhalif güçlerden ulusalcılar, bundan sonraki süreçte, kaybettikleri devleti yeniden ele geçirme gibi umutsuz bir mücadeleye girecekler. Devletle AKP’nin aynı şey olduğunu idrak ederlerse bir ihtimal devletçi söylemlerinden uzaklaşıp halka yaklaşabilirler (İP açısından biraz zor gibi görünüyor ama en azından CHP açısından mümkün bu).

  30. Zileli'nin CHP umutlari

    Madem senaryo yaziliyor ben de yazayim. CHP ikiye bölünecek: Alevici-dinci CHP ve Kemalist-fasist CHP olarak , birinci grup yüzde 4, ikinci grup yüzde 7 oy alacak, CHP dagilacak . Is Bankasi hisselerine ve gasp ettigi mallara el konulacak. CHP-Marksist, CHP-ML, CHP-Halkin Birligi, CHP-Anarsist Federasyon gibi grupçuklar ortaya çikacak. Ana muhalefet partisi MHP olacak.

  31. pakistan'da halkin darbeci mücadelesi yükseliyor, devrim yakindir

    Pakistan’da ordu yetkilileri ile sivil hükümet arasındaki söz savaşında tansiyon giderek yükseliyor.

    Son olarak ordudan bugün yapılan açıklamada Başbakan Gilani’nin Genelkurmay Başkanı’nı anayasayı ihlal etmekle suçlamasının “çok ciddi sonuçlar” yaratabileceği belirtildi.

    Askerin bu açıklaması, 1947’den bu yana üç defa askeri darbeye sahne olan Pakistan’da sivil hükümetin bir kez daha darbeyle sona erebileceği endişelerini doğurdu.

    SAVUNMA BAKANI GÖREVDEN ALINDI

    Ordunun açıklamasından kısa bir süre önce, emekli bir general olan ve ordunun hükümetteki temsilcisi olarak kabul edilen Savunma Bakanı emekli Korgeneral Naim Halid Lodhi’nin görevine son verildi.

    Başbakanlık’tan yapılan açıklamada, Gilani’nin görevini kötüye kullandığı ve hukuka aykırı davrandığı gerekçesiyle Savunma Bakanı Lodhi’yi görevden aldığı bildirildi.

    Açıklamada, Savunma Bakanlığına hükümetin genel sekreteri Nargis Sethi’nin getirildiği belirtildi.

    “MEMOGATE”

    “Memogate” adıyla bilinen ve hükümetin, geçen yıl, askeri darbe korkusuyla ABD’den destek istediği öne sürülen skandal, siviller ile ordu arasındaki gerginliği iyice tırmandırdı. Yüksek Mahkeme, Memogate belgelerinin Zerdari hükümeti tarafından hazırlanıp hazırlanmadığının belirlenmesi için soruşturma başlattı.

    Skandalla ilgili soruşturma kapsamında, Genelkurmay Başkanı Kayani ve Pakistan istihbarat servisi ISI’ın başkanı Korgeneral Ahmed Paşa, mahkemeye ifade vererek, belgenin orduya karşı hazırlanmış bir komplo olduğunu savundu.

    Çin’e düzenlediği resmi ziyareti tamamlayarak dün ülkesine dönen Başbakan Gilani, Çin’deki bir gazeteye verdiği demeçte, Kayani ve Paşa’nın verdikleri ifadeyle anayasayı ihlal ettiklerini belirtti.

    Pakistan haber ajansı tarafından da yayımlanan açıklamaların ardından ordu, hükümeti sert bir şekilde uyardı.

    ORDUDAN MİSİLLEME
    Ordudan gelen cevapta, “Hükümetin açıklamasının dallanıp budaklanabileceği ve Pakistan adına çok ciddi sonuçları olabileceği” ifade edildi.

    Bu gelişmelerin yaşandığı günlerde, Savunma Bakanı Lodhi, ifadelerin mahkemeye sunulması aşamasında görevini kötüye kullandığı gerekçesiyle görevinden alındı.

    Lodhi’nin, orduyla olan bağlantısı nedeniyle bir sivil bir savunma bakanından çok daha güçlü kabul ediliyordu..

  32. murat

    Sevgili çıracı,
    son dediklerin olası şeyler, şu anki durum da dediğin gibi,zaten bunları bende söylüyorum. yalnız es geçilmeyecek ya da çok farkında olunmayan bir şey var.oda örgütün önce kitlesine hükmettiği, büyüdükçe birazda gönüllülükle bu hükmetme sürdü,lakin şimdi, kitle ile örgüt arasında bir denge var ve çoğu zaman örgüt halkın tavrına göre hareket etmek zorunda kalıyor. bunu kadınların örgütlülüğünde görebilirisiniz v.b.
    o yazıyı daha önce okmuştum…
    yani halk yürürken öğreniyor…esas düğümün bu komün ya da benzeri özerk,demokratik yapılar oluştukça insanlar bunun gereğini beklecektir, nitekim zaman bu tür şeylerde olmakta…
    önce örgüt kendi durumuna göre dönüşüm değişim yapıyordu, şimdi ise kitlesine göre yapmak zorunda, çünkü başka türlü halkın nabzınıda elinde tutmakta zorlanacaktır….

  33. çıracı

    Sevgili Murat,
    Ben de bunu umuyorum…

  34. özgürlükçü

    çıracı murat arkadaşların tartışmasında umarım murat arkadaşın genel olarak toplumsal muhalefet ve öznesi özgürlükçü siyasi kürt hareketini olumlu eleştirisi yararlanabileceğimiz verimli bir tartışma zemini vermektedir.muratın dikkatinden kaçmayıp biz özgürlükçü anarşistlerin dikkatine sunduğu kürt özgürlük hareketinin geleneksel leninist,stalinist örgüt anlayışına hiç benzemeyip giderek kitleselleştikçe daha fazla kitle çizgisinden etkilenip öğrenen organizasyon haline geldiğine dikkat çekerek başarı siyasetinin temel kuralı sorunu yaşayan halkın iradesini temel alan anlayışa oturmaya başlaması dikkat çekicidir.bu durum geleneksel bildik sol jargonun bir türlü başaramadığı halk iradesinin temel alınıp gelecek beklentilerinin programlaştırılabildiği siyasi pratik eski anlayış olan halkın devrimci öncüsü anlayışının tam tersi örnekler olup giderek bizzat hayatı yaşayan halkın kendini gerçekleştirip yönetmesinin özgün pratiklerinin ve özgün kadın hareketinin buradan çıkması tesadüf olabilirmi? yukarıda özgürlükçünün iki temel yorumuna nazire seviyesinde bile olsa çıracının öcalanın anarşizmi eleştiri yazısını koymasından bile öğreneceği olduğunu bilecek seviyede bütün dinamiklerin olumlu olumsuz eleştirilerini olumlu tüketecek seviyede sürekli öğrenerek değişip gelişen bir siyasi halk hareketi olduğunu söylemeliyiz.dürüst olup bu anarşizmi chp,perinçek,add,ortodoks marsizm,ip,yalçın küçük,stalinist sol,berktay, anarşizmi ile karşılaştırıp tüm eksik ve yanlışlarına rağmen öcalan anarşizmine tercih edebilirsiniz o da sizin anarşizminiz olabilir el insaf artık bir karar verin kendinize hangisini yakıştıracağınızı siz bilirsiniz özgürlük esastır sizin kararınız size benim anarşizmimde bana olsun

  35. ÇKP AK Parti’yi davet etti

    ÇİN Komünist Partisi (ÇKP) kurulduğu günden bu yana girdiği her seçimden zaferle ayrılan AK Parti’nin başarısını parti kadrolarından dinleyecek. ÇKP’nin daveti üzerine AK Parti Genel Merkez tarafından oluşturulan 10 kişilik heyetin kafile başkanı Antalya İl Başkanı Mustafa Köse, “AK Parti hükümetinin politikalarıyla 10 yılda Türkiye’nin nereden nereye geldiğini anlatacağız” dedi.

    AK Parti Antalya İl Başkanı Mustafa Köse, ÇKP’nin AK Parti’yi tanımak için Genel Merkez’den bir heyet istediğini söyledi. Çin’den gelen talep üzerine parti Genel Merkezi 7 il başkanı, 2 il başkan yardımcısı ve 1 ilçe başkanından oluşan bir heyet oluşturdu. AK Parti’nin Çin heyetinde Rize, Van, Diyarbakır, Sakarya, Sivas, Muğla, Antalya il başkanlarıyla birlikte Ankara ve İstanbul’dan il başkan yardımcılarıyla ve Çankaya İlçe Başkanı Süleyman Yılmaz yer aldı.

    Aynı zamanda kafile başkanlığını yapan Antalya İl Başkanı Mustafa Köse, yarın akşam saatlerinde Ankara’da Çin’e hareket edeceklerini söyledi. Şangay ve Pekin’de temaslarda bulunacaklarını açıklayan İl Başkanı Köse, programının 7 gün devam edeceğini kaydetti. İl Başkanı Köse, “AK Parti hükümetinin politikalarıyla 10 yılda Türkiye’nin nereden nereye geldiğini anlatacağız” dedi.

  36. Anonim

    ilk yorumu yapan arkadaş önemli bir noktaya parmak basmış ama akın evren sağolsun yorumcu arkadaşı hemen akp’ye bağlayıvermiş. gün kurt bir politikacı olarak bu işi biliyor doğrusu. lafın dönüp dolaşıp bi nevi 3 dünyacı muhalefet blokuna bağlanması ve bunun da yorumlar bölümünde objektif bir değerlendirme olduğunun ima edilmesi gerçekten şık bir politik çalım olmuş. teorizasyona girişirken söylemin kendi kanıtlarını yine kendisinden toplaması az görülür bir tutum değil. en bilindik örneğine marksizmin bilimsellik iddiasında rastlarız. bu tavır söyleme güçlü bir iç tutarlılık katar ama onu güçlü bir analiz haline getirmez.

    gün’ün ağzındaki tüm baklaların ulusalcı odakların ağzındaki baklalarla aynı familyadan geldiğini (gdo) anlamak çok zor olmasa gerek. kendi verilerini kendi söyleminden elde eden politikacı tavırlarının ilginç bir biçimde sözde tkp’ye benzeşmesi oldukça manidardır. o zaman tkp’nin solcu odakta ne aradığı sorusu ile itirazlarıma başlayabilirim. tkp’nin avrupadaki muadillerinin her biri az çok ulusalcı bir karakter taşırken tkp’nin onlardan farkı işçi hareketi içinde herhangi bir gücü olmaması… (böyle bir yönelimi bile olmadığı da ayrı bir gerçektir elbette) emekli subaylar, üniversiteliler ve “aydın”lar arasında örgütlenme çabasındaki (tesadüfe bakın ki mesela ip de bu zeminlere dayanarak güç toplama eğilimindeydi) “komünist” parti’nin işçiler arasında örgütlenmeyi özel olarak dert etmemesi bana ilginç geliyor. “yurtsever” cephe arayışındaki bu “komünist” parti dersim tartışmalarından rahatsızlık duyuyor. neymiş dersim tartışması yapmak 1. cumhuriyetin enkazı üstünde tepinmek falanmış. mustafa kemal’i eleştirirse tkp eleştirirmiş, tarihsel figürler artıları ve eksileriyle birlikte değerlendirilirlermiş. akp cumhuriyetin kazanımlarını yok ediyormuş. tkp’nin de yakın zamanda chp ve bdp’ye dönük fiili olarak birlikte tavır alma amacı taşıyan çağrıları gün’ün bu yazıdaki “tesbiti” ile örtüşmemekte midir? ergenekon davasındaki müthiş hassasiyetleri (ahlak güzel tabii ama aynı tkp’nin 19 aralık’tan sonra tayad’lı aileleri kapıdan kovmuş olduğunu, 2001’deki kongrelerinde mihri belli’nin mesajını okurlarken 19 aralık ve f tipi vurgularını sansürleyişlerini, sitelerinde ali suat ertosun’u yere göğe sığdıramayan bir yazıya yer verişlerini, sonradan çıkan tartışmalar nedeniyle yayından kaldırsalar da apaçık ırkçı tonlar taşıyan iki yazıya yine aynı sitede yer vermekten çekinmeyişlerini unutursak) göz yaşartıcı değil midir?

    gün’ün yazısında sol blok’a biçilen demokratik mevzilerin korunması rolü ile tkp’nin cumhuriyetin kazanımları hakkında söyledikleri nedense tuhaf çağrışımlara neden oluyor benim zihnimde. hangi kazanımlar gün? hangi mevziler? akp kürtleri katletti diğer hükümetler katletmedi mi? akp hapishaneleri doldurdu diğerleri boşaltmış mıydı? akp muhalif gazetecileri hapishanelere dolduruyor, diğerleri baş tacı mı ediyordu? akp’nin savcıları subjektif, diğerleri objektif miydi? akp’nin diğer hükümetlerden daha fazla olarak yaptığı ne var? bir tek şeyden söz edebileceğimizi hepimiz biliyoruz. “eski” devlet tayip erdoğan’ı hapse koyuyordu, “yeni”si ise İlker başbuğ’u… elbette dersim’deki apaçık soykırımı, istiklal mahkemelerinin astığı binlerce asker kaçağını, mustafa suphilerin katlini, 6 – 7 eylülü, varlık vergisi ve mübadele ile gayrımüslim azınlığın bu topraklardan hazin biçimde kovuluşunu, maraş’ı, çorum’u, sivas’ı, gazi’yi, 12 eylül’ü, 12 mart’ı, 19 aralık’ı, 1990’larda licenin, cizrenin neredeyse haritadan silinmek istenişini, 17 bin faili meçhulü, binlerce gözaltında kayıbı, yargısız infazları (bunlardan 90’ına bizzat ayhan çarkın’ın katıldığı söylendiğinde ayhan çarkın “bunlar operasyon tutanaklarında imzam olan infazlardır, ne yüzü ne iki yüzü bin adam öldürdüm ben” demişti.) mehmet ağar’ın bin operasyon’unu falan görmezden gelirsek tkp’nin ağzından düşürmediği cumhuriyetin kazanımlarına ağıtlar yakabiliriz. gün’ün bahsettiği demokratik mevzileri de samanlıktaki iğnelerle birlikte arayabiliriz.

    hazır 17 bin faili meçhul filan demişken gün’ün kürt hareketi üstüne söylediklerine de değinmekte fayda var. kürt hareketi tarihindeki en örgütlü pozisyona erişmişken, dört parçada birden aktif durumda olan fiili konfederal bir sistemin nüvelerini oluşturabilmişken, komünler, şehir meclisleri gibi sosyal organizasyon modellerini test edebilir hale gelmişken onun akp’ye karşı chp’yle ittifak yapmasını önermek (tamam anladık sen bunu önermiyorsun objektif durum bu diyorsun!) ya da bunu ummak apaçık ki körlüktür. aklıma gelen en hafif ifade bu olduğu için körlük diyorum.

    son olarak bir kısım anarşistin, troçkistin ve devrimci marksistlerin de içinde olduğunu söylediğin dördüncü blok da garip bir “blok” olmuş doğrusu. bu bir kısım anarşist ve troçkistin kimler olduğunu merak ettim. ve elbette devrimci marksistlerle kimleri kastettiğini de. ulusalcı blok (chp, ip, tuncay özkan, veli küçük…vb’den oluşan) ile akp’ye karşı yan yana gelecek devrimci marksistlerin ya da anarşistlerin kimler olduğunu öğrenmek hepimizin hakkı değil mi? bu “yeni” devlet ne menem korkunç bir devlettir ki “eski” devletle kolkola girmemiz gereksin? doğu blokuna karşı soğuk savaş koşullarında örgütlenen devletin tasfiye edilip “şer eksenine” karşı örgütlenen ılımlı İslam modelinin hayata geçirilmesi elbette vakıadır. elbette bu “yeni” devlete karşı mücadele anarşist olmanın olmazsa olmaz koşuludur, ancak senin hassasiyetlerinin ve önerilerinin muhtevasının bambaşka olduğunu söyleyerek sana haksızlık yaptığımı düşünmüyorum ne yazık ki. kusura bakma hoşuna gitmeyen yorumlara karşı getirdiğin polis, akp’li, mücadele dışı, mirasyedi gibi “eleştirilerin” hedefi olmayı göze alarak ulusalcılarla aynı blokta yer almayacağımı belirtmek istiyorum. kürtlerin ve türkiye’deki devrimci öznelerin de böylesi bir politik hattan uzak duracaklarını bilecek kadar bu dünyada yaşıyorum. başlı başına bir koalisyon vasfı taşıyan akp’nin kendi sınırlarına dayanmış olması, bundan sonra inişe geçecek olması ise ayrı bir tartışma konusudur. akp gider fethullah gelir, o gider başkası gelir. (türkiye’yle sınırlı olmayan) yeni devlet modelinin ve yeni soğuk savaşın karakterini anladığın zaman belki bunları da tartışmaya vakit buluruz.

  37. Süper bir analiz

    31 no’lu analiz gerçekten sosyalist bir analizdir, malum
    Kemalist genleri iyi deşmiş

  38. muhteşem gatsby

    Bence de muhteşem bir analiz 31 numaralı yorum. Kemalist genleri akp’lilik üzerinden deşip sosyalist kalabilmenin harika bir politikacılık örneği. AKP’nin sırtı yere gelmez yoldaş, sağol.

  39. Anonim

    KCK ve HDK Üzerine Notlar (1)

    Türk sosyalist grupları hiçbir vakit sınıfa ait olmadılar. 12 Eylül, özellikle Berlin Duvarı ve SSCB’nin yıkılışından sonra ise, açıkça ifade etmeseler de, sınıftan ve sosyalizmden iyice umutlarını kestiler. 60’larda ve 70’lerde daha çok Kürtlere ve Alevilere yaslandılar taban olarak. Ama 70’lerin ortalarından sonra Kürtleri, 80’lerde ve 90’larda ise Alevileri giderek yitirdiler ve marjinalleştiler. Geçmişten ders çıkarıp hiçdeğilse bu süreçte sosyalizm anlayışlarını gözden geçirip sınıfa yönelmek, bağımsız bir sınıf hareketine dönüşmeyi hedeflemek yerine PKK’nın güçüne imrendiler. Marjinal varlıklarını sürdürebilmenin formülünü PKK’ya yaslanmakta, ona benzemekte buldular. PKK’nın kendisi haricindeki bütün muhalefeti silah zoruyla bastırma, kendi içinden ve dı…şından yüzlerce devrimciyi katletme eylemlerine ses çıkarmadılar. PKK’nın en yakınında durmak için birbirleriyle rekabet ettiler. Birbiri ardı sıra Beka’nın yolunu tuttular. Apo’dan çok Apo’cu, PKK’dan çok PKK’cı olmaya başladılar. PKK’ya ‘Kürt Özgürlük Hareketi’ sıfatı yakıştırdılar. Dersim’i ve Kürdistan’ı tanımayan bu Türk solcuları, kendilerini Kürt olarak tanımlamayan azınlıklara, Dersim’e, Kızılbaşlara ve Zazalar’a da Öcalan’ın ve PKK’nın penceresinden bakmaya başladılar. Kızılbaş sorunu ile Kürt sorununu bile ayırt edemez hale geldiler. PKK’nın başka kimlikleri, dilleri ve kültürleri ve onların eşit haklarını inkar eden yaklaşımını sorgusuz sualsiz paylaştılar. PKK, her istediğini kolaylıkla dikte ettirdi onlara. Dersim fikriyatını savunanları ‘bölücü’, ‘devletçi’ diye suçlamak da dahil. KCK ve HDK gibi girişimlerle birlikte bu Türk solcularını PKK’dan ayırmak olanaksız hale gelmeye başladı. Bunların her biri PKK’nın birer küçük versiyonudur şimdi. PKK ağzıyla konuşmaları artık şaşırtıcı gelmemeli bize. Hayatta kalmak ve kendi ‘devrim’ ve ‘sosyalizm’ projelerini gerçekleştirmek için sınıfa değil, Kürtlere, daha doğrusu PKK’ya yaslanmaya karar vermiş görünüyor bu grupçuklar. HDK denen oluşum, sınıftan ve proleter sosyalizminden iyice uzaklaşmanın, popülizmin, Türk solunun PKK’lılaşmasının zirve noktasıdır. Şimdi artık tek bir PKK değil, HDK adı altında buluşan sayısız PKK’cıklar var. Olan biteni bu gelişmeler ışığında okuyalım, yani tek tek ağaçlara takılmaktansa ormana odaklanalım derim.

    http://www.forum-prinz.com/cgi-bin/forum.cgi?forum_name=1442&message_number=1846&pid=

    KCK ve HDK Üzerine Notlar (2)

    PKK’yı ve sözde sosyalist müttefiklerini tanımak için KCK Sözleşmesi’ni de okumak gerekir.
    KCK Sözleşmesi’nin en başındaki ‘Önsöz’, Abdullah Öcalan’ın dört parçanın Kürtlerine, Ortadoğu halklarına ve tüm insanlığa ‘yeni bir dünya yaratma’ ‘Çağrı’sı gibi sunuluyor.
    Bu önsözde Öcalan, Kürt sorununun demokratik çözümü olarak ‘Demokratik Konfederalizm’ diye bir formül önerir ve bunun ne anlama geldiğini anlatır.
    Öcalan’ın bu önsözdeki kendi açıklamalarına göre, Demokratik Konfederalizm, Kürtler için kendi kaderini tayin hakkını savunmaya karşı çıkmaktır. Kürtlerin devletleşmesine (ne türden olursa olsun) karşı olmaktır. Kürtleri bölen ‘siyasi sınırları’ asla sorun yapmamaktır.
    Kısacası Kürtlerin bağımsızlık ve birlik özlemine/talebine karşıtlıktır.
    Şimdi kendilerine ‘sosyalist’ diyen, ama ne dediğini bilmeden, okumadan etmeden, düşünüp taşınmadan konuşan HDK içindeki PKK muhiplerine soruyorum:
    Başında Tek Adam olarak Öcalan’ın bulunduğu PKK, sizin ileri sürdüğünüz gibi ‘Kürt Özgürlük Hareketi’ midir?
    Kendi halkının birlik ve bağımsızlık özlemlerine, kendi kaderini tayin hakkına karşı çıkan biri ‘Özgürlük savaşçısı’ olabilir mi?
    Bu sorulara ‘Evet’ derseniz, sıra sizin özgürlük ve demokrasiden ne anladığınızı, sosyalistlik şöyle dursun, hümanist ve demokrat olup olmadığınızı sorgulamaya gelecektir.

    http://www.forum-prinz.com/cgi-bin/forum.cgi?forum_name=1442&message_number=1847&pid=

  40. özgürlükçü

    HDK VE KCK notlarını yazanın özgürlükçü ve 31 nolu olumlu yoruma fesatlandığından ne diyeceğini bilmeyen dediğininde devlet-iktidar-sistemin HDK si ve kürt özgürlük hareketine saldırırken kullandığı ayni dili kullanmıştır.1.sonuç devlet ve iktidarın başkasına ihtiyacı yoktur senin gibiler olduğu sürece senin devlet ve iktidardan kürtleri,özgürlükçü devrimcileri,emekçileri,aydınları,emekçileri,sosyalistleri imha ederken bu imhayı meşrulaştırmaya çalışırken kullandığı dilden farklı yukarda ne yazdın? o yorumu okuyan birinin bunu özgür bağımsız işçi sınıfı derdi olan birinin yazısımı düşünür tam tersine bu gayrı meşru sistemin yok etmeye çalıştığı iyi kötü eksik yanlış tek özgürlükçü toplumsal muhalefeti yok etmek isteyen devlet ve iktidarın yandaşımı diye düşünür?HDK si pkk ağzıyla konuştuğuna göre sende pkk ve kürtlerin kökünü kurutup soyunu tüketmek isteyen devlet-iktidar-sistem ve cemaat ağzıyla konuşmadınmı?hatta bu dediğin bir miktar faşist anlayış sayılmazmı?şu anda 5 bin aktif özgürlükçü siyasetçisini hapsederek devlet-iktidar egemenlerinin sisteme görünür itiraz odağı en önemli toplumsal muhalefet dinamiğini yok etmek isteyip başaramayınca senin gibi faşist tetikçilere ihtiyacı olup onların işini yapıyor olabileceğin hiç aklına geliyormu?hangi sandalyeden o yukardaki cümleleri kurup savunduğun hiç aklına geldimi?senin geçmiş itiatçi faşist vesayetçi devlet egemenleri ile bu günün neo-kemalist,muhafazakar liberal devlet egemenlerinin farkın nedir?içinde emek,sınıf,çevre,cinsiyet,inanç örgütleri ile gayrımeşru sisteme itirazı olup kürtlerin ve bütün ülkede yaşayanların özgürleşmesini savunan HDK si gibi devlet-iktidar hegemonyasına alternatif politik organizasyon yaratanları biz hayatın içinde ve burjuvazinin ahırı parlamentodaki başarı öyküleri ile tanıyoruz galiba efendilerini ve seni rahatsız eden bu özgürlükçü birlikte iş yapma yeteneği gelişmiş hareketin tükenen iktidarın görünür alternatifi olması seni ve efendilerini çok rahatsız etmiş olmaliki efendilerinin bizim için söyledikleri yalanın aynısı ile burada saldırma ihtiyacı hissettin devam et sen ve efendilerin başka türlü tükenemezsiniz sadece bizim çabamız yetmez kendinizde yardımcı olup ne olup olmadığınızı açık edin geçmiş ve günümüzün faşistlerinden ne farkınız var?

  41. özgürlükçü

    hümanistin devlet-iktidar faşizmine hizmet ettiğinide gördük ne biçim hümanizm?

  42. kurd

    die zazacılar sind auch da… wie habt ihr Zileli denn gefunden? na ja, ihr alle seid sowieso gegen die Kurden… alle Kurden müssen gestört werden, oder etwa nicht?

  43. Anonim

    Türkiye kemalist partisi sol saflardaymış! Yapma be abi..

  44. çıracı

    Cemaat Cumhuriyeti’nde neler oluyor? – Mustafa Peköz

    21-01-2012, Cumartesi

    Türkiye’de bir rejim değişikliğinin yaşandığını artık herkes kabul ediyor. Halen adı resmileştirilmemiş bir cemaat rejimi oluşmuş durumda. Son hamlelerin yapılması bekleniyor. Bunlardan birincisi Anayasa, ikincisi ise ordudur.
    Peki, ‘Cemaat Cumhuriyeti’nde neler oluyor. Bunları alt alta sıralamaya kalkarsak sayfalar dolusu yazı ortaya çıkar. Ancak bunları bir kaç alt başlık altında özetlemekten yarar var.

    Birincisi, Cemaat’in Devleti, Ülkeyi Çok Ciddi Bir Ekonomik Krize Sürüklüyor

    Son bir yıldır ülke ekonomisinin gelişmişlikte olduğunu sıkça dillendirmektedirler ve hatta bir övünç kaynağı haline getirmiş bulunuyorlar. Hâlbuki süreç tam tersine işliyor. Özellikle 2010 yılı içindeki büyük oranının yüzde 9 civarı olmasıyla bir anda kendilerini Çin, Hindistan, Brezilya, Rus gibi ülkelerle kıyaslamaya başladılar.

    Peki, gerçekler öyle midir? Değil, Türkiye ekonomisi esasen uluslar arası küresel sermayenin sıcak para akışı üzerinde nispi olarak istikrarlığını sürdürüyor. Küresel kapitalist sistemin ekonomik politikalarına uyum sağlamak için özelleştirme de dünyanın önde gelen bir kaç ülkesinden biridir. Öyle ki şuan satılacak bir şey kalmadığı için, 20 yıl sonra üretilebilecek olan madenleri veya elementleri satışa çıkartmaya başladılar.
    Çünkü sıcak sermaye akışı kesildiği andan itibaren Türkiye aniden büyük bir ekonomik krizle karşı karşıya kalacaktır. Gelişme ekonomik büyüme üretim üzerinde değil, hareket halindeki sermayenin akışı üzerinde olduğu için çöküşü de hızlı olacaktır.
    Somut verilere bakıldığında bunu anlamak mümkündür. Örneğin 2002 yılında İslamcı AKP hükümete geldiğinde 92 milyar dolar olan iç borcu 2010 yılında 243 milyar dolara, dış borç ise 130 milyar dolardan 293 milyar dolara çıktı. Merkezi yönetim brüt borç stoku 2010 yılı sonu itibariyle 473,5 milyar lira olarak gerçekleşti.

    Ayrıca ekonomisi büyüdüğü iddia edilen cemaat rejiminde işsizlik en üst seviyededir. Resmi rakamlara göre % 15, özel kuruluşların yaptığı araştırmalarda ise % 20 civarında bir işsizlik söz konusudur. Genç nüfusta işsizlik oranı yaklaşık olarak % 23 civarındadır. Enflasyon ise yüzde 12,3 oranla son yılların yüksek düzeyine ulaştı.

    Türkiye cari açıkta dünya ikincisidir. Bu konuda hem Dünya Bankası’nın hem de IMF’nin çok ciddi uyarıları oldu.

    Amerikan’ın ılımlı İslamcı başbakan’ı krizin teğet geçeceğini söylemesinin koca bir yalan olduğu bütün verileriyle ortaya çıkmış durumda. 2012 yılında, büyüme hızının 2,4’e düşeceğini açıklaşan İMF, ekonomik durağanlığa geçecek olan Türk devletinin çok ciddi bir ekonomik sorunla karşı karşıya kalacağını açıkladı. Bunun tipik bir örneği de, İstanbul’da yapılmasına karar verilen 3.köprünün ihalesine hiçbir şirketin katılmamış olması ve ihalenin iptal edilmesidir. Ekonomik kriz kapıdadır. Hem de tahmin edilenden büyük etkileri olacaktır.

    İkincisi, Cemaatin İktidarı Ülkeyi Kirli Para Cenneti Haline Getirdi.

    Kayıt dışı ekonomi ile ekonomik dengeleri sağlamaya çalışan devlet, İslamcı kimliğine rağmen kirli işler imparatorluğu rolüne üstlenmiş durumda. Merkez Bankası’nın verilerine göre 2010 yılında kaynağı bilinmeyen 17 milyar dolar, 2011 yılında ise yaklaşık olarak 18,6 milyar dolar Türkiye’ye girdi. Gerçek rakamlar bunun çok üstündedir. Peki, bu paralar nerden geliyor. Kayıt dışı ekonomi olarak gösterilen uyuşturucu ticaretinden, fuhuş sektöründen, gizli silah satışlarından gelmektedir. Örneğin ülke ekonomisine fuhuş ve eroinden 5 milyar, esrardan 2 milyar 50 milyon, insan kaçakçılığından 1,2 milyar, kaçak sigaradan 1,5 milyar giriş olmuş. Maliye Bakanlığı esasen ülkeye giriş yapan kaynağı bilinmeyen ‘sıcak-kara paranın’ kaynağını çok iyi biliyor ama açıklamak işine gelmiyor.

    Üçüncüsü, Cemaatin Rejiminde Ekonomik Ve Sosyal Adaletsizlik En Üst Seviyeye Çıktı

    Cemaat rejiminde toplumun farklı kesimleri arasındaki ekonomik ve sosyal eşitsizlik en üst sınırlarına çıkmış bulunuyor. Bir avuç zenginin milli gelirde aldığı pay en yüksek seviyeye çıkarken, toplumda fakirleşme oranında ciddi bir artış yaşanıyor. Cemaat rejiminde zenginlerin kişisel serveti her yıl birkaç misli artarak devam ediyor. Örneğin Forbes dergisinin 2010 yılında, Türkiye’nin ilk 100 zenginin kişisel servetinin yaklaşık olarak 111 milyar dolar olduğunu açıkladı.

    Eşdeğer hane halkı kullanılabilir gelirlere göre oluşturulan yüzde 20’lik gruplarda, Türkiye’de en yüksek gelire sahip ve %20 olarak belirlenen grubun milli toplam gelirden aldığı pay yüzde 46,4 iken, yine % 20 ile en düşük gelire sahip olan grubun milli gelirden aldığı pay yüzde 5,3 civarındadır. Buna göre, yüzde 20’lik en zengin grubun toplam gelirden aldığı pay, 20’lik en fakir grubun aldığı paydan tam 9 kat daha fazladır.

    Türkiye İstatistik Kurumu(TÜİK) araştırmasına göre, Türkiye nüfusunun yüzde 16,9’u yani 12,5 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Sürekli yoksulluk riski altında bulunanların oranı da yüzde 18 olup 13,5 milyon kişi olarak belirlenmiş. Yoksulluk sınırının altında bulunanlar günlük 2 dolarla yaşamını sürdürürken, sürekli yoksulluk riski altında bulunanlar ise 4 dolarla yaşamını sürdürmek zorundadırlar. Cemaat sisteminde, bir yandan 100 kişinin 111 milyar dolar kişisel servete sahip, diğer yandan 12,5 milyon insanın yoksulluk sınırının altında, günlük 2 dolara yaşıyor.

    Dördüncüsü, Cemaatin Sisteminde Toplumsal Yozlaşma Ve Çürüme En Üst Boyuttadır

    Bu durumu birkaç noktada somutlaştırabiliriz. Örneğin, 2002 yılında resmi olarak kendi bedenini genelevinde satmak zorunda kalan kadın sayısı 1200 civarındayken, 2010’da bu sayısı 3000’e ulaşmış. Açılan genelevi sayısı da 57’ye çıkmış. 2002 yılında küresel sermaye’nin Ilımlı İslam Partisi AKP, seçimleri kazanıp hükümete geldiğinde kendi vücudunu satıp yaşamını sürdürmeye çalışan ve polis kayıtlarına geçen kadın sayısı 15 bin civarındayken, 2010 yılında bu sayı 100 bini geçmiş durumda. Bunlar resmi rakamlar olup, gayri resmi rakamlar bunun çok üstündedir. Yukarı da belirttiğimiz gibi aynı zamanda bir ekonomik sektör olarak kullanılmaktadır.

    Aynı şekilde yıllık iş hacmi 5 milyar dolar olduğu tahmin edilen uyuşturucu kullanımı cemaat düzeninde hızla artmaktadır. Örneğin 2002 yılında uyuşturucu kullanıcı veya satıcı olup hakkında işlem yapılıp tutuklanan insan sayısı yaklaşık 3,500, ama 2010 yılında bu oran 18 bin civarına çıkmış durumda. Uyuşturucudaki kast ise eroin, kokain ve esrar gibileridir. Yani sigara ve içki kullanımı bunların dışındadır. Kullanıcı yaşı da 12’ye kadar düşmüş durumda. Kadın pazarlanması gibi uyuşturucu da cemaat sistemini besleyen önemli bir sektör olarak işlev görmektedir.

    Beşincisi, Adalet ‘Cemaatin Temeli’ Haline Geldi

    Cemaat sistemi ele geçirirken özellikle hukuksal kurumların tamamını kendisine göre düzenledi. Böylelikle cemaatin savcısı, hâkimi kavramları kullanılır hale geldi. Kendisinden olmayan herkesi hedef tahtasına oturtan cemaat için demokrasi sadece kendisinin çıkarlarını kurmaya yönelik hale gelmiştir.

    Bu bakımdan cemaatin hedefinde öncelikli olarak Kürtler bulunuyor. Öyle ki, 12 Eylül rejimini geçen uygulamalarıyla tarihe tanıklık ediyor. Cemaatin hukukunda tutuklanma yaşı 9’a indirildi ve 3000’e yakın çocuk ‘terörist’ olmak iddiasıyla tutuklanmış bulunuyor. İlk kez 36 avukat, 35’i Kürt gazetecisi olmak üzere toplam 80 gazeteci tutuklanmış bulunuyor. İlk kez bir partinin 8.350’ye yakın belediye başkanı, il ve ilçe yöneticisi, çalışanı tutuklandı. İlk kez dokunulmazlığı olan milletvekilinin evinin kapısı kırılarak zorla içeri girildi.

    Cemaat tarafından organize edilen KCK davasıyla Türkiye tam bir açık hapishaneye dönüştürüldü. Her gün onlarca insan tutuklanıyor. Saldırıların merkezinde Kürtler ve demokratik Türkiye muhalefeti bulunuyor.

    Cemaat’in rejiminde kendisinden olan hiç kimseye karışmadığı gibi rüşvet, dolandırıcılık, soygunculuk yapanlar ödüllendiriliyor. Bunun en somut örneği ise Almanya Deniz Feneri davasıdır. Cemaatin elemanları tarafından 140 milyon euro ceplerine atmak için sahte şirketler, nitelikli dolandırıcılık örgütleri kuranlar hakkında tutuklanma süreci başlayınca, hukuka müdahale edildi ve hepsi serbest bırakıldı. Ayrıca davaya bakan savcılar görevlerinde alındı.

    Altıncısı, Dördüncü Kuvvet Denilen Medyayı Koşulsuz Olarak Teslim Aldı

    Medyayı kuşattı ve kendisine itaat etmeye zorluyon. Geleneksel İslamcı gruptan olan Zaman, Yeni Şafak, Yeni Akit, Yeni Asya, Yeni Çağ, Yeni Mesaj, Bugün, Milli Gazete ve Türkiye gibi gazeteler dışında, Sabah, Vatan, Radikal, Taraf gibi gazeteler de cemaatin etki alanına girdiler. Böylelikle psikolojik savaş aygıtlarını ele geçirmede büyük başarılar elde eden cemaat rejimi, kendisini eleştiren herkesi hedef tahtasına oturtmuş bulunuyor. Artık basında cemaati eleştirmek suç kapsamındadır. Kim eleştirilirse işine son verilir, hakkında soruşturma açılır. Böylelikle basın özgürlüğünün sınırları cemaate dokunmaya başlandığı andan itibaren bitiyor.

    Cemaatin basın özgürlüğünde, potansiyel tehlike olan her kitap, dergi toplatılabilinir. İlk kez henüz yazım süreci tamamlanmamış kitap hakkında toplatılma kararı verildi. Bu nedenle Nedim Şener, Ahmet Şık tutuklandı. Bir zamanlar cemaate destek veren, ancak yanlışlarını görüp dil ucuyla eleştiren Banu Güven, Can Dündar, Ruşen Çakır’ın işlerin son verildi. Bu son kervana Ece Temelkuran da katıldı. Yıllarca cemaate verdiği destekle tanınan Mehmet Altan’ın yazılarına ambargo uygulandı ve Altan, Star gazetesi ile yollarını ayırmak zorunda kaldı.

    Yedincisi, Bütün Demokratik Kitle Örgütleri Cemaatin Hedef Tahtasındadırlar

    Cemaat, Kitle örgütlerini, sivil toplum kuruluşlarını, sendikal kurumları, dernekleri vs tasfiye etmeyi hedefliyor. Böylece toplumsal mücadele alanında tek kalarak, alternatifsiz bir güç haline gelerek toplumun bütün alanlarına sızmaya çalışıyor. Toplumsal mücadeleyi geliştirme potansiyeli taşıyan kurumsal yapıları marjinalleştirirken, kendileri kurdukları örgütlenmelerle toplumun bütün kesimlerine yönelmektedirler.

    Böylelikle toplumun volan kayışları haline gelen cemaatin kitle örgütlerini yaratmış durumdalar. Devletin politik gücünü, elinde bulundurduğu ekonomik dinamikleri, dinsel mekanizmalarını, görsel ve yazılı medya gücünü kullanarak, cemaatin liderinin ifade ettiği gibi toplumun ‘kılcal’ damarlarına girerek etkili olmaya çalışıyorlar.

    Sekizincisi, Cemaat İktidarını Sağlamlaştırmak İçin İstihbarat Kurumlarını Kullanıyor

    Cemaat lideri rejimi ele geçirdiği istihbarat kurumlarını kullanarak toplumda bir korku imparatorluğu oluşturmaya başladı.

    MİT ve Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbaratı gibi kurumlarla siyasetçileri, kanat önderlerini, sivil toplum örgüt yöneticilerini, kendisine karşı olan gazeteci, yazar ve aydınları özel olarak takip ederek kontrol etmekte ve çok açık olarak şantaj yapmaktadır. Buna TELEKOM sistemini de dâhil etmiş bulunuyor.

    Cemaat eline geçirdiği istihbarat merkezlerinde edindikleri bilgileri kişi ve kurumlara karşı kirli savaş yöntemlerine dönüştürüyor. Özellikle siyasal alanda önemli bir şantaj aracı olarak kullanmaktadır. Baykal ve MHP yöneticilerine karşı bu yöntemi uygulayarak politikanın dışına itti. Hatta sözkonusu cemaate karşı olduğu söylenen Cübbeli Ahmet Hoca’ya da aynı yöntem kullanılarak tutuklattı.

    Bu kirli savaş yöntemi özellikle Kürt siyasetçilerine karşı çok yönlü uygulamaktadır. Yüzlerce Kürt siyasetçisi, cemaatin istihbarat kurumları tarafından elde edilen bir kısım sıradan bilgileri çok belirgin bir şekilde çarpıtarak tutuklanmanın bir gerekçesi haline getirilmiş durumda.

    Böylelikle toplumda oluşturulan korku imparatorluğu aynı zamanda örgütlü mücadeleyi de ciddi oranda etkilemekte ve tasfiye etmede önemli bir işlev göstermektedir. Sıradan insandan yaratılan etki: ‘dinleniyorum, takip ediliyorum, konuşmayayım.’ Bu durum aynı zamanda toplumda ciddi bir psikolojik bozulmaya yol açtığı gibi en yakınındakine karşı bir güvensizlik yaratıp içe kapanmasına yol açmaktadır.

    Dokuzuncusu, Cemaatin Silahlı Güçleri Ele Geçirme Stratejisi Devam Ediyor

    Cemaat sistemini sağlamlaştırmak için silahlı güçlere özel bir önem vermektedir. Cemaat devletleşmenin en önemli aracının silahlı güç olduğunun bilincinde, bu nedenle silahlı güçleri ele geçirmek için uzun yıllardan beri çok yönlü bir faaliyet içinde bulunuyor.

    Bunun için öncelikli olarak sayısı 350 bine ulaşan polis teşkilatını ele geçirdi. Sonra Ergenekoncu olarak bilinen ve sayısı 200 bine yaklaşan ‘Özel Tim’ şimdi cemaatin ‘Özel Tim’i haline getirildi. Özel yetiştirilmiş katiller ordusu Kürt halkına, toplumun muhalif kesimlerine karşı ‘cemaatin İslam’ı adına savaşmaktadırlar. Geriye ordunun ele geçirilmesi kaldı. Bunun için önemli hamleler yapıldı. Generallerin bir kısmını tutuklayarak, bir kısmını istifaya zorlayarak kendi ekibinin önünü açmada önemli bir mesafe almış durumda. Ancak süreç henüz tamamlanmış değil.

    Bu nedenle cemaat rejimi, savaş ekonomisi uygulamakta ve bunu çok ciddi olarak önemsemektedir. 2002-2011 yılları arasında askeri harcamaların toplam miktarı 120 milyarın üzerindedir. Ekonomik krizin sürekli kapıda olduğu, 12,5 milyon insanın açlık sınırında olduğu bir ülkede, savaş ekonomisi uygulamak, cemaatin devleti hakkında bir fikir edinmemizi sağlayabilir.

    Sonuç: Bütün bunlara rağmen, cemaatin rejimi sanıldığı gibi güçlü değildir. 2012 yılı birçok sürprize gebe. Cemaatin tek avantajı örgütlü ve planlı çalışmasıdır.

    Sisteme muhalif güçlerin ciddi bir örgütlülüğe ve birliğe ihtiyacı var. Hırant Dink’in katledilişinin beşinci yıl dönümünde on binlerce insan protesto eylemine katıldı. Dipten gelen güçlü bir toplumsal güç var. Sorun bunu örgütlemektir.

    Örneğin cemaatin devleti, bütün gücüyle Kürtleri bitirmek istiyor ama bir türlü başaramıyor. Bunun en büyük nedenlerinden birisi Kürtlerin örgütlü bir güç olmasıdır.

    Cemaat rejimine karşı gelişen ve yüz binleri kapsayan toplumsal gücü örgütlemek son derece önemlidir. Devlet bunun farkında onun için daha çok saldırıyor, demokratik güçlerde bu gerçeğin farkında olarak, çok ciddi olarak örgütlenmeli ve kurumsal yapılarını oluşturmalıdırlar.
    Cemaatin korkusu budur. Bu korkuyu onlarda süreklileştirmek, demokratik güçlerin elindedir. Marjinallikten kurtulmak, toplumsal muhalefeti örgütlemek, güçleri merkezileştirmek çözümün anahtarıdır.

    2012 yılı, herkes için bir bakıma final olacaktır.

    ( http://www.acikgazete.com )

  45. Anonim

    Prof. Türköne: Darbecileri yağlı kazığa oturtalım

    TÜRKİYE’de darbecileri için idam cezasının getirilmesi gerektiğini belirten Prof.Dr. Mümtaz’er Türköne, “Bana sorarsanız ben onlar için ’idam yerine’ eskiden olduğu gibi ’yağlı kazıklara oturtularak’ cezalandırılması taraftarıyım. Bizler, darbecileri cezalandıralım ki bir daha başkası darbe yapmaya yeltenmesin” dedi.

    Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu üyeliğine atanan ve tepkiler nedeniyle istifa eden gazeteci-yazar ve siyaset bilimci Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, Antalya’da Kumluca Belediyesi tarafından kültürel etkinlikler kapsamında düzenlenen ayın söyleşisine konuşmacı olarak katıldı. Belediye Kültür Salonu’nda düzenlenen ayın söyleşisini Kumluca Kaymakamı Salih Işık, Belediye Başkanı AK Parti’li Hüsamettin Çetinkaya, İlçe Emniyet Müdürü Nail Çetinkaya, CHP Kumluca İlçe Başkanı Dilek Engin, meclis üyeleri ve vatandaşlar katıldı.

    “DARBE GASP EYLEMİDİR”

    Türkiye’deki askeri darbeleri anlatan Türköne, darbelerin tam anlamıyla bir silahlı gasp eylemi olduğunu söyledi. 12 Eylül ile ilgili yargı yolunun açıldığını belirten Türköne, sonraki nesillerin bu tür olaylarla karşılaşmaması amacıyla kendisinin de bu davaya müdahil olduğunu kaydetti. Silahın üstünlüğünün Türkiye’ye çok şey kaybettirdiğine dikkati çeken Türköne, “Biz bu ülkede silah gölgesinde değil, hukuk çerçevesinde yaşamak istiyoruz. Bu ülke öyle bir yere geldi ki, artık darbeciler tarafından yönetilebilecek bir ülke değil” dedi.

    DARBECİLER İÇİN İDAM GETİRİLSİN

    Darbe yapan veya yapmak isteyenler için idam cezasının geri getirilmesi gerektiğini savunan Türköne, “Darbeciler için idam cezası getirilsin istiyorum. Darbeciler de bunu bilerek darbe yapsınlar. Bana sorarsanız ben onlar için ’idam yerine’ eskiden olduğu gibi ’yağlı kazıklara oturtularak’ cezalandırılması taraftarıyım. Bizler, darbecileri cezalandıralım ki bir daha başkası darbe yapmaya yeltenmesin” diye konuştu.

    DARBECİLERİN EŞYADAN FARKI YOK

    Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde bazı kesimlerin kendisine vatanı korumak için verilen silahı vatandaşa doğrultarak darbe yaptığını ya da darbeye teşebbüs ettiğini kaydeden Türköne, şunları söyledi:

    “Bunların Kurtuluş Savaşı’nda cepheden kaçarak dağda eşkıyalık yapanlardan farkı yok. Ben de asker çocuğuyum. Annem de, babam da Türk. Yani anlayacağınız gibi ben bu açıklamaları yaparken bir etnik kaygı taşımıyorum. Amacım geçmişle hesaplaşmak değil. Sadece gelecek nesillere bizim yaşadığımız acıları yaşatmamak için üzerime düşen görevi yapmaya çalışıyorum. Yoksa intikam almak gibi bir amaç gütmemiz zaten mümkün değil.”

    “12 EYLÜL DAVASINA MÜDAHİL OLDUM”

    12 Eylül iddianamesinin mahkeme tarafından kabul edildiğini hatırlatan Türköne, “12 Eylül davasına ben de müdahil oldum. Bir mağdur olarak, avukatım aracılığı ile davaya müdahil oldum. Mutlaka bu hesabın verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bir daha darbe olmaması için bu davanın görüşülmesi ve hesabının verilmesi gerekiyor. Darbeyi gerçekleştiren Kenan Evren’in ve darbe hazırlığında olduğu iddia edilen Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ’un yargılanıyor olması bile Türkiye’de özgürlükler adına, demokrasi adına, hukuk hâkimiyeti adına ileri bir gelişme olarak değerlendiriyorum” dedi.

    Programın ardından Kumluca Belediye Başkanı Hüsamettin Çetinkaya, Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne’ye bir plaket vererek katılımlarından dolayı teşekkür etti.

  46. çıracı

    (12 Eylül’ü üç-beş kıçı kırık generalden ibaret sanan mümtaz’erler ve bu sitedeki meşhur mümtaz’er-masası bu yazıyı okusun…)

    Aslolan sermayenin vesayeti (Melih Pekdemir)

    23 Ocak 2012

    Yarın 24 Ocak…

    Bundan 32 yıl önce “24 Ocak kararları” adıyla neo-liberalizmin demir yasaları yürürlüğe konulmuştu.

    12 Eylül’ü her boyutuyla tartışabilmek için 24 Ocak (1980) gününden başlamak gerektiği üzerinde çeşitli kereler durmuş olmalıyım. Bu hafta, 12 Eylül hakkında, özellikle gençlerin yeterli bir fikir sahibi olabilmesi için iktisadi boyuttaki gerekli bazı bilgileri, olguları da hatırlatmaya çalışacağım.

    İddialı bir laf olacak ama 24 Ocak sembolik olarak Türkiye sermayedarlarının, sermayenin küreselleşmesine dâhil olmaya başladığı önemli bir dönemeci temsil ediyor. Neo-liberalizm, 1980 dünyasında İngiltere’de Thatcherizm, ABD’de Reaganizm adıyla gündemdeydi. Keynesçi politikalar yerine Friedmancı iktisat politikaları, monetarist (paracı) politikalar öne çıkmıştı. Yani, bir dönem sosyalist sistem karşısında da rekabet edebilmek için refah devleti, sosyal politikalar filan gibi kapitalist aldatmacalar da bir kenara konulmuş, vahşi mi vahşi bir kapitalizmin küreselleşmesine girişilmişti.

    Türkiye ekonomisi ise o yılların da ünlü deyişiyle “Cumhuriyet tarihinin en büyük ve en derin krizini” yaşıyordu. Ve ekonomik krize yine IMF’nin direktifleri yönünde çözüm aranıyordu. IMF bağımlı ülkelere “yeni” bir ekonomik model dayatmaktaydı.

    Bu model Latin Amerika ülkelerinde bir süredir şekilleniyordu. Bu ülkelerin bir kısmı Chicago Okulu’nun Friedman çocuklarının “şok yöntemleriyle” ve askeri diktaların da desteğiyle, neo-liberalizmin laboratuarı haline gelmişti; özelleştirme, sosyal yardımların kesilmesi, sendikasızlaştırma… Yani para, para, daha fazla para ve kâr için ezilenlere her şeyin reva görüldüğü yerler.

    Ayrıntılara girmeyeyim. Dünya Bankası’nın Türkiye uzmanlarından Ballasa 1979 yılında düzenlenen MEBAN seminerinde Türkiye’ye yeni bir ekonomi politikası önerdi. Ballasa’ya göre Türkiye de “ihracata yönelik bir ekonomi modeline” yönelmeliydi. TÜSİAD bu önerileri derhal benimsedi. İşte 1979’daki bu tercihler 24 Ocak 1980’de alınacak kararların çerçevesini oluşturdu.

    24 Ocak kararları aslında IMF reçeteleriyle borç tuzağına nasıl düşüldüğünün de bir itirafıydı. Çünkü ekonomi gelinen noktada, yokluklar, karaborsa, enflasyon, döviz dar boğazı içine saplanıp kalmıştı; diğer yandan işçilerin insanca bir yaşam arayışı için gündeme getirdikleri grevler de giderek yaygınlaşıyordu.

    Biriken dış borçların faizleri bile ödenemiyordu. Aslında ekonomik çarkların yeniden dönebilmesi için gerekli döviz girişi yıllardan beri IMF’nin “yeşil ışığına” bırakılmıştı. Yeşil ışığın yeniden yanması için bir tek koşul vardı; IMF’nin son önerilerine de bütünüyle uymak. Çünkü içine düşülen bu borç tuzağı her geçen yıl Türkiye’nin pazarlık olanaklarını daha fazla daraltmış, ülkeyi dış baskılara boyun eğmeye zorunlu kılmıştı.

    1980 yılı başında IMF’nin istediği tek şey vardı, o da ekonomik operasyonun çok kapsamlı tutulması ve Türkiye’nin 1979’da Ballasa’nın önerdiği çerçevede “ihracata yönelik bir ekonomi modeline” yönelmesiydi. Yerli sermaye çevrelerine göre de ekonomik kriz esas olarak yüksek ücretlerden ve sosyal harcamaların (sağlık, eğitim vb.) yükünden ve grevlerden kaynaklanıyordu. Bu nedenle, IMF direktiflerine uyulmalı, Friedmancı-Monetarist ekonomik önlemlerin alınmasıyla ücretler, maaşlar ve taban fiyatları kısıtlanmalı, grevler yasaklanmalı ve işçi hakları ortadan kaldırılmalıydı. Böylece devletin bütün olanakları sadece ve sadece kendilerine sunulmalıydı. Kriz ancak bu yolla aşılabilirdi!

    Dönemin başbakanı Süleyman Demirel “parlamenter” düzende –kendisi de istemesine rağmen – bu isteklerin bütünüyle yerine getirilmesinin çok zor olacağını biliyordu. Demirel sadece “karar” alabilirdi, bu kararların nasıl uygulanacağını ise Latin Amerika’daki örnekler göstermekteydi.

    Kaldık ki tam da o günlerde generallerin verdiği bir Muhtıra (Aralık 1979) Latin Amerika’daki örnekleri çağrıştıracak biçimde, bu ortama denk düşmüştü. Generaller, elbette yalnız değildiler. IMF, NATO ve TÜSİAD da istim üstündeydi.

    6 Ocak günü Vehbi Koç, “kuvvetli bir hükümet; anarşik olaylar ve ekonomi konusunda cesur kararlar; fiyatların, ücretlerin, kiraların ve temettülerin dondurulması” şeklindeki taleplerini sıraladı. Vehbi Koç’un sözünü ettiği “ekonomi konusundaki cesur kararlar” kısa sürede alınabilirdi, diğer isteklerin (ücretlerin dondurulması!) için sadece 8-9 ay, yani 12 Eylül gününe dek beklenmesi yeterdi.

    Ve paranın ilahları Turgut Özal’ı da işte bu günlerde ve bugünler için yarattı. Turgut Özal en “militan” işveren sendikası MESS’in eski başkanıydı ve Demirel tarafından bakanlar üstü bir statü verilerek Başbakanlık müsteşarı yapılmıştı. Nihayet, 24 Ocak 1980 tarihinde hükümet IMF’nin ve TÜSİAD’ın talimatlarını yerine getirdi. Demirel, Turgut Özal eliyle ünlü 24 Ocak kararlarını ilan etti.

    Kararlar özetle şöyleydi: Art arda zamlar yapılacak, ücretler-maaşlar-tarımsal ürün fiyatları düşük tutulacak ve yeni vergi yükleri getirilecek, böylece emekçilerin alım gücü azaltılacaktı; ve böylece hem tekeller kâr üstüne kâr bindirecekler, hem de iç pazarın sınırlanmasıyla ihracata yönelmeye zorlanacaklardı. Ekonomik işleyiş bütünüyle özel kesimin denetimine bırakılacaktı. Kapılar yabancı sermayeye ardına kadar açılacaktı. Serbest kur uygulamasına geçilecek ve böylece ihracat bir kez daha teşvik edilmiş olacaktı…

    24 Ocak Programı, bir başka ifadeyle, fiyatların serbest-ücretlerin sıkı tutulmasıydı… Hemen 25 Ocak günü % 49 oranında devalüasyon yapıldı ve dolar 70 TL’ye çıktı. Devalüasyonla birlikte zam yağmuru başladı. Zamlar sayesinde bir çırpıda 300 milyar lira halkın cebinden alınarak tekellerin kasalarına aktarıldı.

    Ama işlem henüz tamam değildi. 23 Haziran’da Demirel “devletin hazinesi tükenmiştir” dedi ve 24 Ocak’ın haldeki (parlamenter sistemdeki!) başarısızlığını itiraf etti. Artık bu işi Demirel’in götüremeyeceği (kendisi dâhil) herkes tarafından anlaşılmıştı. Bütçe daha işin başında açık vermiş ve dış ticaret açığı % 32’ye tırmanmıştı. Temmuz ayında sanayiciler hükümeti uyarma kararı aldılar. Orta burjuvazi arasında iflaslar yaygınlaştı; ve “her ihtimale karşı” yurt dışına servet kaçırma işleri hızlandı, “yurtsever” zenginlerimiz paralarını artık İsviçre bankalarında saklıyorlardı…

    Latin Amerika ülkeleri gibi ülkelerde uygulanabilen bir programın, ancak Latin Amerika’daki gibi faşist rejimleri, askeri yönetimi zorunlu kıldığı da yine hemen herkes tarafından söylenmeye başlanmıştı.

    ***

    Elbette günümüz Latin Amerika ülkelerinde demokrasi bakımından 32 yıl öncesinin tersi rüzgârlar da esiyor. Ama Türkiye’de hem 24 Ocak hem 12 Eylül rüzgârları esmeye devam etmiyor mu?

    Özellikle 2012 yılının iktisadi bakımdan fırtınalı geçeceğinin öngörüldüğü bir dönemde 24 Ocak ruhundan medet umulacağı kaçınılmaz gibi…

    Demek ki neymiş? 12 Eylül sadece üç beş generalin askeri vesayet hırsıyla giriştikleri bir macera değilmiş. 24 Ocak gibi bir alt yapısı, iktisadi temeli de varmış!

    Yani? Askeri vesayet ya da sivil vesayet aslında tek başlarına hikâye, çünkü vesayetin asıl sahibi sermaye!

    ( http://www.birgun.net )

  47. シューズ 靴

    クリスチャンルブタンアウトレット

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑