ogürsel/ MERKEZÎ İKTİDAR PARADİGMASI (4)
Herkes biliyor Merkezî İktidar sisteminin adaletsizliğini, ahlâksız ve despot olduğunu…
“Herkes biliyor iyilerin kaybettiğini/… Herkes biliyor dövüş önceden ayarlanmıştı/… Herkes biliyor teknenin su aldığını/… Herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini. / Herkeste babaları ya da köpekleri biraz önce ölmüş gibi buruk bir his var. / ..Herkes cebi için konuşuyor/… Herkes biliyor anlaşmanın hileli olduğunu/.. Yaşlı siyah Joe senin kurdelelerin / ve fiyonkların için hala pamuk topluyor… ” (L. Cohen)
Despotik Merkezî İktidarların “karakteri ve yalanlarına” kaldığımız yerden devam edelim.
***
c)Merkezî iktidar savurgandır. Kendi güvenliğine ve gösterişe çok para harcar.
“Çin Tang dönemi boyunca ciddi dış saldırı tehdidine karşı nispeten güvendeydi… ve askeri erdemler oldukça aşağı bir statüde yer alıyordu… Bunlar haydutlar, hırsızlar ve dilencilerle birlikte toplumsal düzenin kategorize edildiği beş kategorinin dibine yerleştirilmişti. Bilgin-üst tabaka (gentry) grubu en tepede yer alıyordu.” (1)
Despotizm, kendi başına büyük bir “ekonomik” maliyet yaratır.
Despotlar, aşağılık kompleksinden muzdariptir! O, bu duyguyu ödünlemek için zalim ve buyurgandır. Yaptıkları, söylemleri, nobranlığı daha “dün” kıçında boku ile gezinen bir ezik çocuğun böylece aşacağını sandığı “acıklı” bir haldir; hiç bir sağlıklı insan onun yerinde olmak istemez. Babasından devralmadığı bir tahtı şahsen ele geçirmiş, üstelik “kendini bir araştırma nesnesi yapan insan’a” ait bilgi-kültürden de çok uzak kalmış insansı için, o ilk çocukluğun derin değersizlik hissinin ikamesidir despotizm. Er ya da geç “toplumca” kullanılmış, aldatılmış ve tiksintiyle anılacak bir “günah keçisi” olacaktır; bakınız K. Evren!
Despotizm her zaman maliyetli oldu; topraklarında petrol, elmas vb. kıymetli malları olmayanlar için bu maliyet, 21. yy. da sürdürülebilir değildir. Osmanlı İmparatorluğunun 16. yy.’ına özlem duyanlara çıkacak faturanın ekonomik-insanî-toplumsal bedellerine katlanılamaz; çok kan akar; o kanda çok insan ve despot da boğulur gider.
*
Despotik Merkezî İktidar, halkından korkar; sürekli artırılan polis ve asker ordusuna ait geri dönüşümsüz maliyet artacaktır.(*)
İnsafsız bir gelir dağılımının yarattığı sadaka toplumu, umursanmayan iş güvenliği, taşeronlaştırma sisteminin köle emekçileri, binlerce işçi cinayetine karşın cesetlerin başında yalnızca ağlayan ve arabasının yakıt giderini hesaplayan işçi sınıfının yaşadığı ülkede, despotik Merkezî İktidar yine de kalabalık bir polis ordusu ve askerî güvenliğe ihtiyaç duyar. Entrika ve komplolarla rakip partileri saf dışı bırakmış, “öyle ya da böyle” yüzde 40’lar civarındaki oy ile iktidarın tamamını, yasama-yürütme ve yargıyı tümüyle ele geçirmiş ve çoğunluğun “rızasını üretme” şansı da kalmamış bir “Devlet Partisi” son şansını kullanır; artık halkını sopa ile “yönetmeyi” deneyecektir. Biteviye yeni “sopa yasaları” çıkartıp duracaktır. İktidarı sürdürmenin maliyeti daha da artacaktır. .
İktidarın adalete, hukuka-meşruiyete, “rıza’ya” dayalı karakteri azaldıkça, yerini gösteriş ve gösteri siyaseti doldurur; gösteriş için yapılan sarayımsı binalar, uçaklar, makam otomobillerine ait harcamalar da “vergi” tahsilâtından karşılanır. Gösteri siyasetine inandırıcılık sağlamak; muhalefetin denetimi, ülkede hukuk, demokrasi, temsil sistemini varmış gibi göstermek, görevleri yalnızca parti “şefinin” buyruklarına uygun “evet-hayır” diyecek seçilmişlerin maaşları ve masrafları da “geri dönüşümsüzdür!” Sokağa atılmış, halkın emeğidir.
Doğu’nun despotik Merkezî İktidarları, muhalefeti sindirme, görünmezleştirmeye ait şiddet araçlarına; medya tetikçilerine, zorbalık ve adaletsizliklerine ait suçları “güvenle” işleyebileceği “mekânın” bekçilerine ödenecek maaş, silah, kurşun ve biber gazı “giderleri” de vergilerden çırpıştırılacaktır. (Bakınız örtülü ve örtüsüz harcamalar.) Okul yapımına para bulunmaz; milyonlarca çocuk halâ ikili öğretim yapar; sabahın köründe gider, akşam karanlığında evine döner. -Şaşırıcı değil; Sultan’lar çocukları sevmez; çok karılı, çok çocuklu adamlar için ne “karıların” ne çocukların değeri olur. Anımsatmalı, kadın ve çocuk sayısı az olsa da zihniyet bir kez kopyalanmıştır; farketmeyecektir!-
Ülkenin komşu ülkeleriyle tarihten devralınmış, süregelen bir sınır anlaşmazlığı yok; seksen milyon nüfusu, 700 yılın yerleşik toplum yapısı ve gelenekleri; “orta” gelişmişlikteki ekonomik-askerî ve yetişmiş insan gücü ile uluslararası koşullara bakıldığında, komşularından gelecek bir saldırı olasılığı; ülkeyi işgal amacı taşıyan bir düşmanı da yok. Ama yine de “soğuk savaş” dönemi ordu aynen korunuyor. Neye ki?
SSCB çöktü, “Komünist tehdit” ortadan kalktı ama ordu kadroları hiç azaltılmadı. Yoksa ordunun görevi gerçekten de “iç güvenlik” midir!
Kürt İsyanı da yenildi. Değişen bir şey olmadı. Ordu “iktidarını” kaybetti ama bu kez Neo-Osmanlı hayalleriyle kıvrananların ordusu da “güçlü” olmalıydı! “Güvenlik” maliyetlerinde azalma olmadı. Arttı. (**)
Ordunun bir “ulusallaştırma” fonksiyonu da vardı. “Ulusallaştırma araçlarından bir diğeri olan ordu okula paralel bir işlev görmektedir. Genelleştirilen ve zorunlu kılınan askerlik hizmeti kanalıyla bireylerde öncelikle “vatan” kavramı ulusal bir içeriğe büründürülmektedir.” (Ozan E sf 160) Ayrıca geçici “istihdam” sağlıyor; hem işsizliği gizliyor, hem de bedava emek deposuydu. Ve keşfedildi, “bedelli askerlik”, “bedelsiz” bir gelir kapısıydı. Artık zorunlu askerlik, para verilmesini zorunlu hale getirmek için sürdürülen bir uygulama mıydı? Modern Devletlerde askerlik yapana maaş verilirken, burada yapmamak için para vermek “devletin” hangi fonksiyonu sayılmalıydı? Zorunlu askerliğe yapıştırılmış “kutsallık” halesi şimdi ne olacaktı? Ama “kutsallık” zaten her zaman maddî ihtiyaçların maskesi değil miydi? Merkezî İktidarın para ihtiyacı her zaman “kutsal” olmadı mı? “Şanlı” tarihin özeti ne ki? Sadrazam arzeder. “Padişahım, hazine boşaldı!” Yanıt belli; “o zaman tiz sefer eyleyelüm!” Suriye üzerine yapılmak istenilen sefer de kuşkusuz aynı ihtiyaçtan kaynaklanıyor! (***)
***
O iktidar ki, güneşi yüzlerce yıl dünyanın çevresinde döndürebildi; burada “birisi” sanki polis-asker marifeti, müritleri ve kalemşorları, sadakaları ve tehditleri ile yine güneşi dünya çevresinde döndüreceğini sanıyor! Haksızlık etmemeli; petro-dolarları olsaydı kesin döndürürdü!
Örneğin “Bezm-î Alem Camisi” ve “Kabataş Halüsinasyonunu” gerçek kılma; 17-25 Aralık’ta “paralel evrenden faş edilenlerin yaşanmamış sandırılması az şey değildi; hemen sonraki seçimlerde yüzde 43 oy aldı; sorsaydı coşkulu kalabalıklarına; “bize hep yalan söylediler; güneş, dünyanın çevresinde dönüyor, değil mi?” Uğultulu kalabalıklar haykıracak. “Evet, evet!” Lider bu’dur; devam ediyor! “Millet iradesi isterse eğer…” Neylersin; ülke yoksul; üste para verirsen kim satın almaz ki yalanı!
Tek başına bu olgu bile bir merkezî iktidarın gücünden korkulmasını gerektirir; olmuş olanları yok saydıracak denli güçle donanmış bir iktidarın topluma yapamayacağı kötülük, sürükleyemeyeceği bir kanlı macera yoktur. Enver-Cemal-Talat’tan 100 yıl sonra da değişen pek bir şey yok; Merkezî İktidarı eline geçiren bir kaç adamın -yoksa tek adam mı- karşısındaki toplumsal, siyasal acziyet hem kültürel gerçekliğimize hem de bu gücün “behemehal” parçalanması gerektiğine dair çok şeyi anlatır. Bu olay, bu ülkede geçmiş Merkezî İktidarların da gerçekliğin bilgisini çarpıtabildiği, tarihi “kendince” yeniden yazarak işlediği korkunç suçları kolayca gizleyebileceğine dair tarihi de kanıtlayan bir delil sayılmalı!
Bir despot Merkezî İktidarın böylesi bir otorite, tahakküm gücü, o toplumda “önderinki” dahil, tüm bir hayatı öylesine yalan, rezil, değersiz kılar; öylesine çürütür ki, bu sefilleşmiş yığınlar kendilerini-sefil hayatlarını ancak aptal savaşlarda öldürterek değerli kılabilir! Hitler Faşizmi aynen böyle yapmıştı!
Yol ayırımında yaşıyoruz…
Bu “kötümser” çözümlemelerin, suçlamaların en büyük “günahı”, Merkezî İktidarın kendisine aittir; böylesi bir iktidarı arzulayan ve ele geçirenin suçu, “sistemin” kendisinden büyük değildir! Abartılı bir tanımlama ile o da bir “kurbandır!” Ve çok geçmeden o “önder”, işler kötüye gittiğinde “kurban edilecek” bir “günah keçisi” olacaktır. Topluluk kendine ait tarihsel-toplumsal temel kusurları ve tüm günahlarını yükleyeceği, malûm “Günah keçisi düzeneği” ile kendini arındıracaktır! Bu bağlamda Hitler, Mussolini, Stalin, M. Kemal de aynı zamanda birer “Günah Keçisidir.”
Olasıdır; günümüz despotizminin “birinci dereceden” suç ortakları kendilerinin ne kadar masum ve birer “günah keçisi” kurbanı olduğunu bildirecek ifadeleri şimdilik kafasında hazırlamaya başlamış olabilir!
***
d) Merkezî İktidar, yerli-yabancı sermaye taşeronudur; şalvar yerine takım elbise giyen bir elci’dir.
“Tüm güç ilişkilerinin kaynağı olma iddiasındaki devlet aslında kendisinden kaynaklanmayan ve kendisinin denetiminde olmayan, sermayenin özel ellerde toplanmasından doğan güç ilişkilerinin garantörü olarak davranmaktadır… Öncelikle modern devlet… yapay olarak oluşturulmuş bir yapıdır. Bilinçli olarak inşa edilmiş bir çerçevedir.” (2)
Ekonomi planlamalarını Uluslararası Para kuruluşlarına, bankalarını, süpermarketlerini bile uluslararası sermayeye, ülkenin birikmiş zenginliklerini yerli-yabancı özelleştirmelere, sağlık ve eğitimini kapitalist patronlara, ülke savunmasını emperyal çıkarlara devretmiş bir merkezi İktidarın ülke “hayrına” yapacağı bir iş kalmış mıdır geride?
Evet; yerli, yabancı şirketlerin daha çok para kazanmasını sağlayacak alt yapıya ait “işçi-memurların” işvereni T.C. devletidir; o halâ en büyük işverendir; Merkezî iktidarı ayakta tutan son “iddia” ve gerçek budur. Devlet, en fazla “işçi” istihdam eden işletmedir. Öğretmenler, polisler, bürokrasi, doktorlar; okul, hastane çalışanları… Merkezî İktidar, en büyük, pahalı projeleri ihale etmektedir. En büyük mal alımlarını o gerçekleştirir. Ve tüm bu işleri öyle “pahalı” yapar ki; bir birim harcama ile yapılacak her iş “rüşvet havuzlarına” akanlarla birlikte 2-3 katına mal olur.
Merkezî İktidarlar sürekli borçlanıyor; gelecek nesillerin emeğini, hayatını uluslararası sermayeye ipotek ediyor. (****) Örneğin Osmanlı’nın 1854 de Saray giderleri için başlayan borçlanması çok geçmeden iflas ile sonlanmıştı. Tefeciler çetesinin memurları yani Düyun-u Umumiye, halkların yurdu; evini, ekmeğini, anılarını ve ölülerinin mezarlarını taşıyan topraklarda değil de, güya “Osmanlı topraklarında” yaşayan insanları haraca kesti. Bu talana karşın bitirilemeyen borçların son taksidini de TC devleti 1954 yılında ilgili bankaya yatırmış! (5.*)
.
Devlet, son otuz yılda önce özelleştirmeler, sonra “taşeronlaşma” politikaları ile eğitim, sağlık, güvenlik alanlarını bile bir avuç yerli-yabancı kapitaliste peşkeş çeken en büyük elci’dir. Zamanın toprak ağalarına işçi toplayan, iş verdiği zavallı tarafından eli öpülen, “bokun yiyem” denilen bir elci!
Malum devlet, bir zamanlar kadrolu çalıştırdığı işçileri taşeron firmaların köle işçisi yapmıştır. Örneğin, Soma’daki katliam da bu politikanın “olağan” sonucudur. Kör olmayan görür; Merkezî iktidar bu katliamdan hiç bir suçluluk duymamıştır. Onlar; 16. yy.’ın “reenkarnasyonudur”; Afrika’dan Batı’ya taşınırken yollarda ölen milyonlarca “köle” için suçluluk duymayanların soyundan!
***
“20. yy’ın son çeyreğine gelindiğinde başlıca endüstrileşmiş ekonomilerde toplam endüstri üretiminin yaklaşık dörtte biri Uluslararası Şirketler tarafından gerçekleştiriliyordu.” (3) “1960’ların başında Ford… Yirmi yıl sonra (modelini).. üç ayrı fabrikada monte edilen ama aksamı on beş ülkede üretilen çok uluslu bir otomobildi. Anonim şirketler ucuz işgücünden veya diğer masrafların kısılmasından yararlanmak amacıyla işlerini dünya genelindeki taşeronlara yaptırıyorlardı.” (4)
1960’ların Merkezî İktidarları “üretim artığı” halkını, ellerini ovuşturarak çok uluslu şirketlerin ülkelerine “köle işçi” olarak ihraç etti. “İhraç malı” işçilerin hallerini TV’larda, zamanın siyah-beyaz yayınlanmış belgesellerinde gördük. Soyunmuş, üzerlerinde son olarak kalmış buruş, buruş, kirli beyaz donlarıyla. Yarı çıplak, seyredenin bile utanç duyduğu, insan haysiyetini yaralayan o muayene görüntüleri ne’yi anlatır? Alman’lar deneyimli ulus! Bir zamanlar, bu tür işlemlerle gaz odaları yerine, fabrikalarda ölümüne çalıştırılacak işçileri de böyle seçmişlerdi.
Sonra “devir” değişti; egemen ülkeler “işçi ithali” yerine “fabrika ihracatını” keşfettiler. Fabrikalarını ucuz emek deposu ülkelere kurdular; göçmen işçi derdinden de kurtuluyorlardı. Bu fabrikaların kendi ülkelerine yapılması için sömürge ülke Merkezi İktidarları ne çok hevesliydi; birbirleri ile yarışıyorlardı; ÇUŞ’ler onlara doğrudan dolar olarak komisyon ve dolaylı olarak da siyasi nüfuz artırıcı lobiler veriyordu; halklara da karın tokluğuna bir hayat ve ülke toprağının payına düşen zehirli atıklardı.
Ruhunu yitirmiş midesinin yönettiği “çok bilmiş ekonomistler” yazıp duruyor; “ülkede bir ‘tasarruf yetersizliği’ var; yabancı sermaye” şarttı! Polis, asker ordularına, gösteri siyasetine, siyaset sömürücülerine, parti yalakalarına, partizan müteahhit yağmacılarına para yetiştirmeye çalışan halkın “tasarruf yetersizliğini” bu midesinden yönetilen adamlar açıklıyordu; “tüketim toplumu.. efendim… Bu insanlar ekmek, peynir, zeytin, makarna, bulguru çok tüketiyor, tasarruf yaparak bankaya yatıramıyorlar! Yatırım için yabancı sermaye şart!”
*
Azgın Kapitalist bir parti, Merkezî İktidardan aldığı güçle ülkeyi olduğu gibi Neo-Liberal ekonomi politikalarına, “hür teşebbüsün”, tüm teşebbüslerini “doyuracağı” bir “gövde” haline getirdi. Artan iş kazaları bir rastlantı değil, yüksek kâr hırsı ile insan hayatını umursamayan 19. yy. vahşi kapitalist ekonomi politikasının bilinçli seçimidir. Bu acımasız ekonomi-sosyal politikalar Merkezî İktidar gücüne dayanılarak gerçekleşmekte. Yoksul, işsiz, donanımsız, özgüvensiz yığınlar “gocuklu celeplerin” önünde mezbahalarına koşar adım gidiyor.
Sosyal Devlet bir yalandır. Despot, faşist İktidarlar, insanlara “balık tutmayı” öğretmeyen sosyal yardım politikaları adı altında, lütfedeceği sadakalarına mahkûm dilencileşmiş güruh ister; üretim sürecinden kopmuş yığınları oy deposu ve paramiliter çeteler olarak kullanır. Bu umutsuz, karın tokluğuna satılmış halk cürufunu, gerektiğinde muhbir, sokak aralarında sömürüye-ahlaksızlığa isyan etmiş delikanlıları sopalarla, palalarla öldüren birer katil, kendinden görevli polis olarak muhafaza etme amacını taşır. Yaşadığımız gibi!
***
e) Despot Merkezî İktidar için “Millî birlik ve beraberlik” söylemi, azınlık hakları ve düşünceleri ezme girişimi; özünde dolaylı bir yağma emridir.
Bir topluma dışarıdan yönelik bir saldırıya karşı “birlik, beraberlik” söylemi gereksizdir; bu zaten kendiliğinden gerçekleşir. Örneğin Osmanlı Sultanlığı ve Fransa’da Merkezî İktidar, işgalcilerle utanç verici bir şekilde uzlaşmışken halk anılan beraberliği sağlayarak direnişe geçmiştir.
“Millî birlik ve beraberlik” dayatması, neredeyse her zaman, despot bir iktidarın zulmüne direniş gösteren özgürlükçü bir muhalefeti, ya da malını, emeğini gaspedeceği-sömüreceği azınlıkları yıldırmak, ezmek için çalınmış bir hücum borusudur. Toplumu zenginleştiremeyeceğini bilen, bunu gerçekleştirecek donanımda olmayan bir siyasal örgütlenmenin, birikmiş toplumsal serveti kendi ve yandaşlarına transfer politikalarına direnenleri sindirmek için höykürdüğü saldırı emridir. Bu politika, söylem, “Millî birlik ve beraberlik” retoriği ile halkı, egemen sınıfın ve çanak yalayıcılarının gerçekleştireceği gasp ve cinayetlere suç ortağı kılmak içindir. 90’lı yıllarda yaşadığımız da budur! Ve bu söylem “Gezi İsyanında” öne çıkmadı; azıcık inanılsaydı, denenecekti. “Milyonlar evinden” sokağa salınırdı; bu ülkenin özgürlükçü insanlarını katletmek üzere! (6.*)
Siyaset en derinde, üretilen maddî zenginliklerin nasıl bölüşüleceğine dair verilen bir yanıttır. İktidar öncesi nasıl üretileceği, nasıl çoğaltılacağına dair verdiği yanıtlar “farazî”, ama nasıl paylaşılacağına dair önermeleri “hayatî’dir!”
*
“Bu ülkede servet her 30-40 yılda bir el değiştirir” demişti 1900’lerin Sabancı ailesine benzeyen bir zenginlikten gelen, “görmüş, geçirmiş” torun. 80 yıl sonra bile arta kalan son mal, mülkü satarak yaşıyordu.
İktidarı hedeflemiş tüm siyasetler bilir; iktidarı eline geçiren muhaliflerini, yalnızca ideolojik yenilgiye uğratmıyor, yanısıra onların “para kazandığı” alanları da fethediyordu. Bu ülkede hala, ulusalcılar, Kürtlerin emeğini ucuza getirerek taraftarlarını daha iyi yaşatmayı hedefliyor; Laikçiler “din paradigmasına” mahkûm insanların ticaret alanlarını daraltmak istiyor. İktidarı eline geçirmiş Sünni mezhepçiler de TÜSİAD’ı bilerek düşmanlaştırıyor; aşağılıyor. Onların malında, İstanbul’daki mülklerinde, yalılarında gözü var! Seküler, laik “düşmanlarının” yaşam, gelir alanlarını daraltarak saldırıyor; kendi taraftarlarına aktarmak için; Allah, Kitap, Din karın doyurmaz ki! Ama ideoloji savaşı daha ucuza getirebilir! O nobranlık, “haddini bil” fırçaları, düşman topraklarını fethetmiş Sultan’ın özgüvenine ait. Seçim kazanmayı öyle sanıyor; anlayacağız; kaybetmeyi biliyor mu? O acımasız, aşağılayıcı söylemler; Laik-Mezhepçi kavga özünde ideolojik değil, ülke emekçilerinin ve birikmiş zenginliğin, para kazanılan alanların hakimiyetine ait bir “paylaşım” savaşının naralarıdır. -İki dünya savaşını çıkaran Almanya’nın istediği neydi; hammadde ve sömürge ülkeleri ele geçirmek; yeniden paylaşım isteği savaş çıkartıyor; o da çıkartıyor!- Son on yıllık savaş da özünde sermaye grupları arasında. Amerika’da zamanın mafya çetelerinin haraç alanlarına ait kapışmasına ait çok film yapılmıştır; o tamburalı makinelilerle işlenilen cinayetleri tuhaf, hastalıklı bir heyecanla seyretmişizdir; yine seyrediyoruz!
Adları, bıyıkları, ya da bıyıksızlıkları, giysileri, anma-tören tarihleri farklı görünse de bunlar aynı insanlardır. Bencil, kibirli, mülkiyetçi, yalancı, komplocu, entrikacı, tahakkümcü ve acımasız… Bu gerçek yanlarını ancak o Merkezî İktidarı tümüyle ellerine geçirdikten sonra görürüz! (7*) Daha önce nasıl insanlar olarak göründüklerini “yetmez ama evetçiler”, malum “sol liberaller” anlatsın!
*
Tüm Merkezî İktidar heveslileri, iktidarı ele geçirme sürecinde bir çok siyasal yapılarla ittifaklar kurarak yol alır; gün gelir; iktidar ele geçirilir. İktidar “manyağı”, ortaklığı sevmez; bilim-kurgu filmlerde olduğu gibi ittifak ettiği yapıyı yutar ve gücünü çoğaltır; şeytanî bir entrika, acımasızlıkla eski ittifakını tasfiye eder; onu “düşmanlaştırır”. İktidarını büyütmek için yeni bir ittifak bulur. İktidar başlı başına bir amaçtır; yitirmemek için yapmayacağı hiç bir kötülük yoktur. Bakınız Stalin ve post modern Halife!
İttihat ve Terakki 1908 lerde Ermenilerle ittifak yaptı. 1914’de Ermenilere ne yaptılar?
1920’lerde Ulusalcı Türkler, Kürtlerle ittifak yaptı. Kürtlerin kaderine bakalım?
1950’nin solcuları DP’yi destekledi. Sonra?
AKP’nin sol liberaller ve Fethullahçıar ile ittifaklarının sonuçları?
Humeyni’nin TUDEH ile ittifakı?
Stalin’in ittifakları?
Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu denli çok örnek verilebiliyorsa sorun, kötülük ya da hastalığın yalnızca insanlara ait olmadığını görmek gerekli; patoloji Merkezî İktidarın kendine aittir; gücü eline geçiren şeytanlaşmakta, hikayede anlatıldığı gibi “ejderhalaşmaktadır!” (8.*)
Kuşkusuz ki, özerk yerel yönetimlerde de bu tür “azgın iktidar hırsı” politikaları mümkün olsa da bu riyakar yöntemler hem daha kolay görünür olacak, hem de tüm toplumu kaosa sürükleyemeyecektir; yerel bir sorun olarak ortaya çıkacak; diğer “yerel iktidarlar” ile dengelenme, sınırlanma şansı bulunacaktır.
**
İstanbul ile Ankara’nın; İzmir ve Diyarbakır’ın, Edirne ve Ağrı’nın, Antalya, Muğla ve Erzurum, Erzincan’ın… sorunları ne kadar farklıdır. Bir sanayi, ticaret ve turistik bölgesi olarak İstanbul’a katkı yapacak siyasal anlayış kendi içinden “doğduğunda” çok daha özgün ve yararlı olabilecektir.
Ülkemizde 1920’lerde ilk “Modern” Merkezi İktidar, kurumları ile birlikte tamamlandığında, toplam nüfus, bugün İstanbul’da yaşayanlardan daha azdı. O zamanlar ülkenin yüzde 90’ı, belki daha fazlası kapalı, ilkel bir tarım toplumuyken, bugün 80 yıl sonra, bir çok kent endüstriyel tarım, teknolojik üretim, turizm ve gelişmiş ticaret alanları ve bu ilişkilerin yarattığı kültürle, aralarında “çağ” farkı taşıyan gelenekler, farklı değerlerin egemen olduğu bir hayatı yaşamaktadır. Toplumsal-kültürel değişim son 80 yılda, bu topraklarda örneğin 1300-1800 arasındaki 500 yıla kıyasla, hatta 1800 öncesi bir kaç bin yılla karşılaştırılamayacak denli büyük çelişkiler üretmiştir. Bu çelişkiler içinde boğuluyoruz; bu çelişkileri de anılan değişimi anlayamamış ve sorunun da “sorumlusu” sayılması gerekli Merkezî İktidar modelinden bekliyoruz. Sorunun sebebi, çözümün de parçası olamaz!
***
f) Seçimler bir Gösteri siyasetidir; Merkezî İktidarı eline geçirmek isteyen parti ve politikacılar birer hayal taciridir.
“Herkes biliyor zarların hileli olduğunu”; en başında seçime hile karıştığını. Yüzde on barajı ile “görünmez” bir el, milyonlarca insanın oylarını verdikleri partiye değil “büyük” partilerin hanesine yazıveriyor. Seçim içi sahtekârlıklar bir yana, en büyük hile olan yüzde on barajına karşın “millet iradesinden” söz edebilenlerin siyasî ahlakı ölçülebilir düzeyde bile değildir.
Tüm partilerin, sosyalist olanları dahil, söylediklerini gerçekleştiremeyecek olmaları bir yana, vaatlerinin çoğu hayaldir, yalandır. En “dürüstleri” önce kendilerini, sonra halkı aldatır. Ekonomik ve toplumsal gerçeklikler; hukuksal düzen, parti-milletvekili karakterini biçimlendiren seçim ve partiler yasası bellidir!
Parti üyeliği, delege sistemi, milletvekillerini belirleme yöntemleri, parti içi hiyerarşi “insanlık-dışıdır.” Milletvekilliği isteyen adamların bu yolda harcadıkları parayı bir “yatırım” olarak görmeleri; milletvekili olma arzuları ile dillerindeki söz, bakışlarındaki eğreti samimiyet arasındaki çelişki iğrençtir. O “pek sayın’lı” riyakâr alçaklıklar; parti başkanının putlaştırılması, gülünesi vaatler, utanılası böbürlenmeler, “solucan” milletvekili aday adaylarının reklam panolarındaki o tuhaf duruşlar; aynı panoların yanlarında yazılı, seçimin ertesi günü, bir “azgının” tecavüz ettiği kadınları unuttuğu gibi unutulacak, “adalet, özgürlük, dürüstlük” gibi “iğfal edilmiş” kavramlar…
Gerçekten dürüst, gerçekten erdemli bir avuç siyasetçi ile aklanan; onların bir anlamda bu rezilliğe suç ortağı olduğu, söyleyenin de, dinleyenin de, okuyanın da inanmadığı bir gösteridir bu seçimler.
Bu “gösteri siyasetinin” maliyeti de elbet bir gün ödenecek! Ödenmesin istiyoruz; ama bu sistem böyle giderse, gereken “reform” yapılamazsa, sonunda korkunç bir trajedi ile sonlanacak! Çünkü hayat bu denli korkunç rezillikleri, sahtelikleri fazla taşıyamaz…
***
SONUÇ
1. Çok kültürlü ve çoğulcu siyaset geleneği bulunmayan toplumlarda, gelir dağılımın çok bozuk, yoksulluğun yaygın olduğu koşullarda, “paylaşılan pastanın” büyütülemediği zamanlarda ideolojisi, etnik, dinsel, ekonomik olarak sınıfı, dünya görüşü farklı görünse de Merkezî İktidarı ele geçirmiş her parti önce “ümmetini” kayıracak; “geri kalandan” kendi tarafına gelir “transferine” ait süreci zorlamak ilk işi olacaktır. AKP’nin yaptığı gibi!
2. İnsanların ekmeğinden parça kopartmak kolay değildir; itiraz eder. O zaman ideoloji devreye girer! Güçsüz, iktidarın periferisinde kalmış yığınları “ikna etmek” için ideoloji, tüm ölülerini bile savaşa çağırır! Peygamberler, veliler, hocalar; melekler, şeytan ve ecinnileri! Topyekûn saldırırlar; saldırıyorlar. “Ekmek” her zaman ilk sıradadır.
3. Bu kötülükler Doğu’nun Merkezî İktidarlarının “Fıtratındadır!” İflah olmazlar! Bu despot iktidar tipi gücünü yoğunlaştırmak için korkunç entrikalar çevirir; başarılı olduğunda, tüm gücü ele geçirdiğinde “dehşetli” bir tahakküm aygıtı haline gelir; ülkeyi bir yarı-açık cezaevine çevirir. Salt bu işin “parasal” maliyeti bile toplumn geleceğinden çalınanlarla sürdürülür. Merkezî İktidar gücü kimseye verilmemelidir; paylaştırılmalıdır!
4. Merkezî İktidar sistemi toplum-birey sorumsuzluğu ile uyumlu bir siyasal yönetim biçimidir. Toplum yerine getirmesi gerekli görev ve sorumluluklardan kaçar; her şeyi Merkezî İktidardan bekler. Er ya da geç işler ters gidecektir. Gider. Bir “Günah Keçisi” aranır! Merkezî İktidarlar zaten sürekli “Günah Keçisi” kurban ederek yaşar; sıranın kendine gelmesini geciktirir. Sadece geciktirir; sonunda kendisi de kurban edilecektir!
O gün geldi!
“Günah Keçisi” düzeneğinin güzelliği buradadır! Suç toplumsaldır; ama toplum kendini yargılamaz; suç ortaklığını unutur; “günah keçisi” üzerinden kendini vicdanında yargılamadan aklar! Suçlu yalnızca “o keçi” olmasa da bu “düzenek” topluma kendi içinde bir arınma süreci yaşatır. Toplumu koruyan bilgece bir düzenek!
Bu acımasız “arkaik” gelenek kısır döngüsünden kurtulmak, kurbanları azaltmak için de Merkezî İktidar gücü parçalanmalı; birey-toplumun sisteme katılarak sorumluluk üstleneceği güçlü Yerel Yönetim modeli tartışılmalıdır. Örneğin Vali’nin, Savcının da halk tarafından seçildiği… Hükümetlerin “sopaları”, “maşaları” olmak yerine…
——————————————————————————————————
Gelecek Bölüm; ULUS DEVLET PARADİGMASI
——————————————————————————————————
(*)2002’den bu yana öğrenci sayısında yüzde 32,2 oranında artış görülürken, öğretmen sayısındaki artışın yüzde 24,7 oranında kaldığı görülüyor. Dokuz yıllık iktidarı süresinde öğretmen artış oranı yüzde 24,7’de kalırken polis artış oranı yüzde 88,5 oldu… Halen Türkiye’de 340 binden fazla polis var. Avrupa’nın hiçbir ülkesinde bu kadar polis yok. … Nitekim Avrupa Birliği’nde yüzbin kişiye 338 polis düşerken, Türkiye’de 485 polis düşüyor… Çin’de 1,6 milyon polis olmakla birlikte, yüzbin kişiye düşen polis sayısı 120….. Türkiye’de halen 205 bin jandarma var. Bu sayı da Avrupa’nın en büyük jandarma örgütünü gösteriyor. …Türkiye’de de 1.500 şirkette 240 bin özel güvenlikçi istihdam ediliyor. Bu sayı da tek başına Avrupa’daki toplam özel güvenlikçilerin yüzde 15’ine yaklaşıyor. Bu durumda Türkiye’de 340 bin polis, 205 bin jandarma ve 240 bin özel güvenlikçi olmak üzere toplam 785 bin güvenlik elemanı görev yapıyor. …. Bu devlet güvenliğe doymuyor. Ne kadar güvenliğe ağırlık verse de korkuları geçmiyor. Polis devleti mi, değil mi, bilmem. Ama bunun normal olmadığı çok açık. (Bülent Danışoğlu İstanbul – BİA Haber Merkezi 23 Mayıs 2013)
(**)Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nurhan Yentürk’e göre; Türkiye’de ordu büyük, asker de fazla olunca personel ihtiyaçlarına ayrılan pay yüksek oluyor. Türkiye’de 52 sivil toplum örgütünün üye olduğu Kamu Harcamalarını İzleme Platformu’nun da sözcüsü olan Yentürk, uluslararası karşılaştırmalara göre Türkiye’nin dünyanın en büyük on birinci, Avrupa’nın ise Rusya’dan sonra ikinci en büyük ordusuna sahip olduğunu vurguluyor: “Rakamlara göre kaynaklar teknolojiye değil, personeli yaşatmak için kullanılıyor. Stokholm Barış Araştırma Enstitüsü verilerine göre 2011 yılında Türkiye dünyada en çok askeri harcama yapan 14. ülkeyken, 2012’de 9. sıraya yükseldi. Türkiye’de askeri harcamaların payı yıllar içinde azaldı, 2002’de pay yüzde 3.89’yken, bugün yüzde 2.3’e geriledi ama dünya sıralamasında ordunun yeri beş basamak yükseldi. Bunda Yunanistan, İtalya, Fransa gibi yüksek harcama yapan ülkelerin krizle harcamalarını kısmasının da payı var.”
… Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinden yapılan açıklamada, .. kuvvet komutanlıkları, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığında toplam 708 bin 54 personel görev alıyor. (2.12.2013.. TRT Haber)
(***) “Sözgelimi demokratik bir liderin yerine bir diktatör iktidara geçtiğinde sö konusu ülkenin savaşa girme olasılığı artar.” (N. Ferguson. Uygarlık. sf 17)
(****) “2002’de 129.6 milyar dolar olan Türkiye’nin toplam dış borcu, 2012 sonunda 336.9 milyar dolara fırladı. Bunun içinde kamunun dış borcu yüzde 59,8 oranında net 38.6 milyar dolar artarak 64.5 milyar dolardan 103.1 milyar dolara yükseldi. Merkez Bankası’nın dış borcu 22 milyar dolardan 7.7 milyar dolara gerilerken, özel sektörün dış borcu ise 2002-2012 döneminde yüzde 425’le artış rekoru kırdı. Bu dönemde net 183 milyar dolar büyüyen özel sektör dış borcu 43.1 milyar dolardan 226 milyar doları yükseldi.Bu da AKP politikalarının bir ürünüydü; devlet daha az dış borç alırken, özel sektörü buna teşvik etti. AKP’nin 10 yıllık iktidarı döneminde kamunun rekor borç artışı, büyük oranda piyasadan yapılan iç borçlanmadan kaynaklandı. Bu dönemde özel sektör dışarıdan, devlet ise özel sektörden borçlandı. Yoğun sıcak para girişlerinin reel döviz kurunu düşürmesinin de etkisiyle özel sektör çılgınlar gibi dış borç aldı, aşırı bir kur riski üstlendi
(5*) 100 yıl sonraki kuşak, Osmanlı Sarayına ait harcamalar için alınmış o borçları ödemiş! Ne adaletsizlik ve ne ahlaksızlık ama! Traji komik olan, bugün bizi aynı “kafa”, aynı “adaletsizlik ve ahlaksızlık” ve aynı yere sürükleyecek süreçlere yüz yıl sonra yine direniyor olmak. Ve kabul etmeli, şanslı insanlarız; daha şanslıyız; o günlerde yaşayan sayısı çok az da olsa benzerlerimizden.
(6.*) Kim bilir; belki de A. Gül ve B. Arınç’ın “üstlerinin çizilmesi”, Gezi İsyanındaki “ılımlı” tutumları nedeniyledir. Belki RTE topyekûn bir karşı saldırı istedi. A. Gül ve B. Arınç acımasız, katliamcı, iç savaşa yol açacak bu korkunç arzuya karşı çıktılar. “Sen, bir gez, gel” dediler! Ve RTE’de onları sildi!
(7.*) Aktaran A. İnsel. RTE 2003 Meclis konuşması..” “Bize göre sınırlandırılmayan, keyfiliğe ve hukuksuzluğa olanak sağlayan, katılımı ve temsili önemsemeyen, bireysel ve kolektif özgürlükleri hiçe sayan totaliter ve otoriter anlayışlar sivil ve demokratik siyasetin en büyük düşmanlarıdır. (…) Bize göre, katılımcı demokrasiden yoksun siyasal davranışlar, devletin sahip olduğu denetim gücüyle, ara kurumlarda geniş tahribat meydana getirmiş ve özgürlüğü büyük ölçüde kullanılmaz hale getirmiştir.”… Konuşan göreve yeni gelmiş başbakandır. Yeni kurulmuş hükümetin programını okumaktadır. “Sizlere, hükümet etme tekniğimiz üzerine açıklamalar yapmaya girişmeden önce, partimizin kimliği doğrultunda, siyasete, topluma ve hükümet kavramına nasıl yaklaştığımızı açıklamak istiyorum” diyerek başlar. Ardından partisinin çizgisini “muhafazakar demokrat” olarak tanımlar, bu kimliğin, “siyasal gücün bir kişinin veya grubun elinde yoğunlaşmasını destekleyen, bireysel ve siyasal özgürlüklere karşı olan, siyasal katılımın hemen tüm biçimlerini reddeden, baskı ve güç kullanımını öngören dayatmacı siyasal anlayışlarını reddettiğini” ifade eder. Ve “siyasal otoritenin (devletin ve hükümetin) sınırlandırılması düşüncesi bizim muhafazakarlık temelli siyaset kavrayışımızın en ısrarlı olduğu argümanlardandır” diyerek, partisinin “her türlü dayatmacı, buyurgan, tektipçi, toplum mühendisliğine dayanan yaklaşımları sağlıklı bir demokratik sistem için engel olarak” gördüğünü iddia eder.”
Bu samimiyetsizliğin “ustalık” olarak adlandırılması için “nasıl” bir insan olmak gerekir; insanlık denilen olgudan yüzde kaç nasibini almış olanlar bu “sıfatı” kullanır. Kullananlar için maliyeti karşılanan bedel ne kadardır? Az kaldı, öğreneceğiz!
(8.*) Zamanında, bir Köy halkı, köye bakan dağda, mağarada yaşayan bir Ejderha’ya sürekli yiyecek taşırmış. Zaman, zaman buna isyan eden delikanlılar, Ejderha’yı öldürmek üzere giderlermiş de hiç dönen olmazmış. Bir gün yine bir delikanlı, uyarıları dinlemeyip, Ejderha’yı öldürmek üzere kılıcını, mızrağını almış, dağa çıkmış. Mağaradan girdiğinde, içeri doğru ilerledikçe dikkatini çekmiş; kendinden önce gelmiş onca insanın tek kemiği bile yokmuş. Ejderha ile karşılaşmış. Dövüşmüşler. Delikanlı Ejderhayı öldürmüş ama bu sırada ellerinin bir pençeye dönüştüğünü görünce herşeyi anlamış. Ejderhayı öldürenin kendisi bir Ejderha oluyormuş..
Merkezî İktidarı eline geçiren “delikanlılar” da burada Ejderha olmuyor mu; özellikle “üniformalı ejderhayı” öldürenler!
——————————————————————
1. Antony Giddens. Ulus Devlet ve Şiddet. sf 80 Kalkedon Y. 2008
2. Gianfranco Poggi. Modern Devletin Gelişimi. sf 116. İ. Bilgi Ü. Y. 2014
3. C. Ponting. Dünya Tarihi. Alfa Y. 2011. sf. 770
4. agy. sf. 769
Bir “gelenek” olarak “Fetih”
M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
İkinci Meşrutiyet Dönemi’nden beri değişik biçimlerde kavramsallaştırdığımız “fetih”in günümüzde yaygın kabûl gören yorumu, Fatih’in ölümü sonrasında fazlasıyla aşınan tasavvurunu değerlendirmemizi zorlaştırmaktadır
Son yıllarda daha yoğun biçimde tartıştığımız “Fetih,” dar bir alana sıkışmakla birlikte Roma’nın devamı olma iddiasını sürdüren bir yapının yıkılmasıyla Osmanlı devletinin beylikten imparatorluğa dönüşümü sürecinin tamamlamasına atıfta bulunmaktadır. Her önemli tarihî gelişme gibi “fetih” de süreç içinde farklı biçimlerde kavramsallaştırılmıştır. Kendisine atfedilen önem modern çağda bir hayli azalan “fetih,” Osmanlı’nın “gelenek icat etmeye” başladığı yıllarda da fazla ilgi çekmemiştir. II. Abdülhamid döneminde Osmanlı devletinin kuruluş yıldönümlerinin kutlanması benzeri “gelenek”ler yaratılırken “fetih”e böylesi bir ilgi gösterilmemiştir.
İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde durum tersine dönmüş, eski rejimin “icat ettiği” gelenekler nispeten gözden düşerken, aralarında “fetih”in de bulunduğu diğerleri yaratılmış ve ön plana çıkarılmıştır. Bu şüphesiz milliyetçiliklerin yükselmesi ve Makedonya üzerine odaklanan mücadelenin yoğunlaşmasının neticesidir. Balkan Harbi öncesinde düzenlenen savaş yanlısı gösterilerin Fatih’in türbesinde irad edilen milliyetçi nutuklar ve düşmanların “kahrolması” için okunan dualarla sona erdirilmesinin de ortaya koyduğu gibi bu dönem farklı “gelenek”leri anlamlı kılmaktaydı.
Yunanlıların Selânik ve Yanya’ya, Sırpların Üsküb ve Manastır’a, Karadağlıların İşkodra’ya ve Bulgarların daha sonra terketmek zorunda kalacakları Edirne’ye muzaffer ordularla girdikleri, minarelerini yıktıkları camileri kiliselere çevirdikleri, Müslümanları “mahkûm” ulus-devlet azınlıklarına indirgedikleri Balkan Savaşları sonrasında “fetih”in sembolize ettiği değerler daha büyük anlam kazanmış, bu ise yeni geleneğe atfedilen önemin artışına neden olmuştur.
Fatih’in tasavvuru
Balkan Savaşları sonrasında ön plana çıkarılan “fetih” geleneğinin değişik biçimlerde kavramsallaştırılması Cumhuriyet sonrasında da sürdürülmüştür. Beş yüzüncü yıldönümü kutlamaları ile ivme kazanan yorumlar, daha sonra yükselen İslâmcı hareketin “geleneği” bir “ruh” olarak kavramsallaştırmasıyla farklı bir boyut kazanmıştır.
Bu yeni yaklaşım, “fetih”i ortaçağı da sona erdiren gelişme, medeniyetler arası bir çatışma sonrasında “bâtıl temellere dayanan” bir dünyanın yıkılarak onun yerine âdil, günümüz için de ideal olan değerleri esas alan bir düzenin kurulması olarak kavramsallaştırmaktadır.
İcat edilen tüm “gelenekler” gibi günümüzdeki “fetih” kavramsallaştırması da tarihî bir gelişmenin farklı yönlerinin altını çizmekte, diğerlerini ise gözardı etmekte ya da önemsizleştirmektedir. Benzer örneklerde görüldüğü gibi olgusal gerçeklikle bağ bütünüyle kopmamakta ancak yorumlama ve yorumların yeniden üretilmesi neticesinde tarihî aktörlere güncel yaklaşım ve değerlerden fazlasıyla etkilenen amaçlar atfedilmektedir.
Fatih’in “Ortaçağ”ı kapatma benzeri modern Batı düşüncesi merkezli amaçları olmaması bir yana düşlediği “Müslüman Roma”yı kurma tasavvurunun bu yorumlarla ne kadar bağdaştığı fazlasıyla tartışmalıdır. Genç sultanın Kayser-i İklim-i Rum olarak üçüncü ve son Roma’yı İslâmî ilkeler çerçevesinde tesis ve yaşatma tasavvuru günümüzdeki pek çok yorumun aksine bağdaştırıcı olmakla kalmıyor, hiyerarşi temelli emperyal bir çok kültürlülüğü de içeriyordu. Bu açıdan bakıldığında söz konusu tasavvur “yıkmak” değil “içine alma”yı hedefliyordu.
Dolayısıyla şehrin ağır biçimde yağmalanmasından sonra hapisten çıkarttığı Gennadius Skolarius’a kaybolan patriklik haçı yerine bir yenisini vererek değişik imtiyazlar bahşeden ve Rumları bir “millet” olarak Müslüman Roma’nın içine almak isteyen Fatih, kendisine atfedilenden çok daha kapsayıcı bir tasavvurun sahibiydi. Çağı için oldukça liberal olan tasavvurun süreç içinde fazlasıyla aşındığı ortadadır.
Fatih’in şahsî dostluk kurarak teolojik meseleleri tartıştığı Gennadius’un idaresine bıraktığı kiliseler, Patrik I. Theoleptus’un Yavuz Sultan Selim’in huzûruna çıkartmaya muvaffak olduğu çok yaşlı yeniçerilerin şehir fethedildiğinde değişik mahallelerin direnmeyi durdurarak teslim oldukları yolundaki şehadetleri sayesinde varlıklarını sürdürebilmişlerdi. Ama fetih öncesinde mevcut kiliseler üç istisnâ dışında dönüşüme direnememişlerdir.
Bu şüphesiz Fatih’in kendi dönemi için fazlasıyla kapsayıcı olan vizyonundan önemli bir sapmaydı. O, on beşinci yüzyıl gerçekliğinde oldukça liberal olan hiyerarşik ama “adalet” sayesinde “çatışmayan” bir çok kültürlülüğün egemen olduğu, kendisinden evvelki iki Roma’nın tesisinde başarısız kaldığı bir dünyayı yaratabileceğini düşünüyordu. Söz konusu emperyal tasavvur ilerleyen yıllarda fazlasıyla aşınmakla birlikte hiyerarşik, katmanları arasında ilişkinin sınırlı kaldığı bir çok kültürlülüğün sürdürülmesini mümkün kılmıştır. Dönemin Avrupa’sındaki gelişmelerle kıyaslandığında bu oldukça çarpıcı bir başarıdır.
Bir anti-tez olarak Bizans
Üzerinden beş asrı aşkın zaman geçen bir tasavvurun değişik biçimlerde kavramsallaştırılması mümkündür, ki “fetih” konusu tartışılırken bu yapılmaktadır. Güncel yaklaşım, bir “çağ kapatma,” “kokuşmuş bir düzeni yıkma” merkezli yaklaşımı nedeniyle fetih öncesi Konstantinopolis’in temsil ettiği geleneği de bu şekilde kavramsallaştırmaktadır.
Bizans’ın bilhassa Latin istilâsı sonrasında ciddî bir gerileme içine girdiği, Avrupa’nın doğusunda dahi ikincil plana itilmeye başladığı, siyasetinde entrikaların, teolojik tartışmasında ise yasakçılığın güçlendiği doğrudur. Ama bu onun arkasındaki geleneğin önemsiz sayılmasına neden olmamalıdır. Bu gelenek fetih sonrasında imparatorluğa dönüşen Osmanlı’nın kurumsallaşması üzerinde de etkili olacaktır.
Söz konusu etki, şüphesiz, erken dönem Osmanlı’yı kültürel değer yaratamamış bir “yağmacılar organizasyonu” olarak kavramsallaştırarak onun emperyal kurumlarını sadece “Bizans”ı taklit ederek tesis ettiğini savunan Batı tarihçiliğinin iddia ettiğinden azdır. Ancak yüzlerce yıllık bu geleneğin Osmanlı emperyal tasavvuru üzerindeki etkisinin objektif biçimde değerlendirilmesinin gerekliliği de ortadadır. Osmanlı’yı da etkileyen bu gelenek dışında, antik dönem ile Rönesans arasındaki bağın Bizans akademik faaliyeti üzerinden kurulmuş olduğu da unutulmamalıdır. İstanbul’un 1453 sonrasında İslâm dünyasında kazandığı akademik önem onun fetih öncesinde de böylesi bir merkez olduğu gerçeğini unutturmamalıdır.
Bu nedenle güncel siyasal nedenlerle fazlasıyla olumsuz biçimde kavramsallaştırılan Doğu Roma geleneğinin de bir “anti-tez” olarak değil “kendisi” olarak değerlendirilmesinde fayda vardır. Bu yapıldığında Türkiye’nin Bizans çalışmaları alanında büyük bir atılım yapması ve önemli araştırma merkezleri kurmasının gerekliliği de kolaylıkla anlaşılacaktır.
http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/06/07/bir-gelenek-olarak-fetih
Burada eleştireceğim görüş, sadece burada yazılanlar üzerine değil, yaygın bir anlayışla ilgili olduğu için kişisel algılanmasın.
Herşeyden önce, modernizmin öncesi ve sonrasıyla arada sadece kopukluk değil, aynı zamanda tarihsel bir devamlılık ve evrim olduğu unutulmamalı. Toplumsal kurumların evrimine ilişkin Osmanlı-Türk tarihinden bazı örnekler hatırlanmalı bu açıdan. Modern ordu ve kabinenin, basının, parlamento ve partilerin kurulması, hukuk, bürokrasi ve eğitimdeki reformlar (medreselerin yerini mekteplerin, kadıların yerini mahkemede savcıların, ilçe idaresinde kaymakamın alması) gibi. Son dönemdeki bu gibi reformlar ilk göze çarpanlardır. Osmanlının Batı etkisine açılmasının 18. yüzyıl başlarına uzandığı, önceki dönemlerde de Bizans’ın, Frenk kolonilerinin etkisi, ülkedeki gayrimüslim nüfus, Alevi-Bektaşilik, Hurufilik, Bedreddin hareketi gibi heterodoks akımlar unutulmamalı. Bunların dışında, Niyazi Berkes, “Türkiye’de Çağdaşlaşma” kitabında kahve ve tütünün ithaliyle kahvehanelerin yaygınlaşmasının, cami-tekke-kilise gibi dini mekanların dışında bir sosyalleşme ortamı yaratmasına değinir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür ama gerek yoktur.
Kısaca, modernizm öncesini sadece tek bir yönüyle dinin-geleneğin-despotik devletin baskısı altında ezilen, ilerlemeye kapalı bir toplum, modernizmi de bunun anti-tezi olarak aniden kopmuş bir tarihsel aşama olarak görmenin eksikliğine dikkat çekmek istedim.
Ama asıl önemlisi, dünyaya yayılan insan ırkını ve tarihini bir bütün olarak algılamalıyız. Din-mezhep-ümmet-ulus gibi hayali cemaatler bu yayılma ve bütünleşmede bir aşamadır. İslamiyet örneği, Arap yarımadasından çıkarak çevreyi fetheden Arapların kabile yapısının dağılarak uygarlaşmasıdır. Örneğin Mekke’deki Kureyş soyu dağılmış, Emevîler Suriye ve İspanya’da, Abbasîler Irak ve Mısır’da, İdrisîler Fas’ta, Zeydîler Taberistan’da egemenlik kurmuştur. Orta Asya’dan yayılan Türk ve Moğol istilaları, Selçuklu ve Osmanlı gibi hanedanların genişlemesi de böyledir. Bunlar bir anlamda Avrupa’nın keşiflerle birlikte tamamladığı bir sürecin önceki bir aşamasıdır. İşte, dünya tarihinin bu bütünlük ve devamlılık içinde, nesnel bir şekilde kavranması zihin açıcı olabilir.