Diktatörlüğe Karşı Direniş Barikatına Bir Taş da Sen Koy!
Bugün canım roman yazmak istemedi. Galiba biraz da romanın zor bir dönemecindeyim de ondan. Bugünlük erteledim. Bir yazı yazayım dedim.
Youtube’de Taylor Davis’ten Auld Lang Syne Scottish Medley’i dinliyorum. Bu hüzünlü şarkıyı sonsuza kadar dinleyebilirim, bıkmamacasına. Ayağımın dibinde, yaşayıp yaşamayacağı belli olmayan, annesini kaybetmiş, iki üç haftalık bir kedi yavrusu ağlayıp duruyor. Bizim Çıta (köpeğimiz) annelik yapıyor ona. Yalıyor, “bak annen benim” dercesine. Bu manzarayı köpekleri aşağılayan, onları tekmeleyen ya da onlardan korkan herkesin görmesini çok isterdim. Ceren, Mardin’den geldiğinde bir videolarını çeker, facebook’a koyarız. Tabii yavru salıya kadar ölmezse. Çünkü bu kadar küçük yavruların hayatı bıçak sırtındadır. Kim bıçak sırtındaysa yardımı hak eder. Dün de Ahmet Hakan’ın Selahattin Demirtaş’la yaptığı programda HDP’nin bıçak sırtında olduğu söylendi de.
Ahmet Tonak arkadaşım, Muhsin Kızılkaya’yla yapılmış bir röportajı facebook sayfasına koymuş, ibret olsun diye. Muhsin Kızılkaya’yı severdim. Hakkari’lerden çıkıp gelmiş, kendini yazarlıkla, edebiyatla var etmiş bir insandı. Komün (Yaba, 2007) romanında Kürtçe olması gereken bir bölümü onun Kürtçeye çevirmesini rica etmiştim, o zamanlar Birgün gazetesinin yazarıydı. Beni kırmamış, çevirmişti. Ben de kitabın dipnotunda ona teşekkür etmiştim. Röportajı tek kelimeyle iğrençti, burada hiç sözünü etmesem daha iyi olur. Kendini edebiyatla var eden bu insan siyasetle yok etmişti kısacası. O kızgınlıkla bir twit attım:
“AKP Mersin MV adayı Muhsin Kızılkaya’nın röportajını okudum. Birisi ‘satılık’ levhasını çevirip ‘satılmıştır’a getirsin.”
Arkadaşım Aytekin Yılmaz bu twitimi retweetlemiş. Bunun üzerine “lesfernidand” hesabından biri Aytekin’e şöyle sitemde bulunmuş:
“Aytekin abi, her şey bir yana şu faşist herifin küfrünü yayıyorsun ya, ne diyim sana!”
Aytekin de onu şu twitle karşılamış:
“Gün zileli devrimci bir dostumdur. Faşizme karşıdır.”
Gülçin Avşar adlı biri de topa girerek Ferdinand’a şöyle bir destek vermiş:
“Zileli denince, Melih’in tweeti ile kahkaha geliyor aklıma =)Tavsiye ederim”
Bu AKP trolleriyle uğraşmak yersiz bir şeydir ve boşa zaman kaybıdır. AKP trollerinin referans verdiği Melih Altınok, biliyorsunuz yandaş medyada cirit atan, gazete sunumları falan yapan, Muhsin Kızılkaya gibi eski bir Birgün yazarıdır. Kısacası, şu anda ikisi de, göğüslerindeki çevrilmiş levhayla birlikte vitrinden kaldırılmış bulunuyorlar.
Bunun ardından bir twit daha attım. Bu twit, basında “200 aydın” diye duyurulan, “Acil Çağrı” başlıklı bildiriyle ilgiliydi. Bu çağrıda benim de imzam vardı. Bildiriyi imzaladım, çünkü AKP diktatörlüğüne karşı bir duruşu ortaya koyuyordu. Fakat sonundaki cümleye dikkat etmemişim. Eğer dikkat etseydim, imzayı isteyen arkadaşa bunu belirtirdim. Katılmadığım son cümle şöyleydi:
“Ortadoğu’nun kan gölüne döndüğü, Türkiye’nin adil bir seçime her zamankinden daha çok muhtaç olduğu bugün, hükümeti, Cumhurbaşkanı’nın toplumsal barışı ve hukuku hiçe sayan müdahalelerine teslim olmayarak, acilen huzurlu ve güvenli bir seçim ortamı sağlamaya çağırıyoruz.”
Bu konudaki muhalefet şerhimi belirtmek için attığım twit şöyleydi:
“Aydınlar bildirisinde (gerçi ben de imzaladım) hükümet değil toplum göreve çağrılmalıydı. Hükümeti çağırmak kurda kuzu emanet etmektir.”
Bu twitim, en çok anarşist arkadaşların (bayrak ve sembollerinden öyle olduğunu anlıyorum) tepkisini çekti. Ağır sözlerle saldırıyorlardı ama bu saldırının nedeni tam olarak anlaşılmıyordu. Muhtemelen, bir anarşist olarak benim (tweeterde kullandığım sembol, İspanyol anarşistlerine ait, üzerinde CNT-FAI yazısı bulunan kızıl/kara bayraktı) seçimleri önemsememe kızmışlardı. Genel geçer anarşist bakış açısından böyle bir kızgınlık normal karşılansa bile, öfkenin tonu bana biraz dengesiz geldi. Sakın bunlardan bazıları, Gezi ve yerel seçim zamanlarında çok rastladığım anarşist kılıklı AKP trolleri olmasındı. Bu troller her türlü kılığa girer, bunu öğrendik artık; internet en son teknoloji de olsa kokusu yoktur. Böyle düşünerek şu twiti attım:
“tweterde dolaşan keskin anarşistler içlerinde kaç tane AKP trolü olduğunu araştırmalılar bence.”
Bu sefer de gelen cevaplara üzüldüm. Bazı anarşist arkadaşların bu “trol” suçlamasına epey alındıkları anlaşılıyordu. Özel olarak kimseyi kastetmediğimi açıklamak zorunda kaldım ama aslında dikkat çektiğim konu önemliydi. Belediye seçimlerinde de anarşist kılığında dolaşan çok sayıda AKP trolüne rastlamıştım. AKP trolleri, anarşizmin parlamento ve seçimler konusundaki genel teorisini ve geneldeki doğru saptamalarını kullanarak AKP karşıtı oy kullanacak olanları bu tutumlarından caydırmaya çalışıyorlardı. Bugün de aynı şeyi yapıyorlar. Bu durumda anarşizmin seçimler konusundaki tavrını bir kez daha özetlemekte fayda var.
Bireyin öziradesine inanan Anarşizm, her şeyden önce temsiliyet denen saçmalığa karşı çıkar. Anarşizme göre, kimse kimseyi temsil edemez. Dolayısıyla parlamento ve seçimler bireylerin iradesinin çalınması ve bir azınlığın iktidar birikimine hediye edilmesidir. Bu yüzden anarşistler genelde seçimleri şiddetle eleştirirler ve insanlara bireysel iradelerini hiçbir iktidar gücüne teslim etmemelerini önerirler.
Bu böyle olmakla birlikte, Anarşizmi genel bir ezber haline getirmek anarşizme yapılabilecek en büyük kötülüktür. Anarşizm her ne kadar genel doğrularını vazetmekten vazgeçmezse de somut durumun somut tahlilini yapmaktan ve bu duruma göre belli politikalar geliştirmekten de vazgeçemez. Eğer vazgeçerse bir din, bir tarikat durumuna düşer. Oysa anarşizm, canlı, toplumla güçlü bağları olan bir düşüncedir. Toplumun ruh halinden, insanların somut hayatlarından kopmamaya özen gösterir.
Seçimlere ilişkin gerçek yukarıda belirttiğimiz gibi olmasına rağmen, bugünkü somut durumda seçimlere ilgisiz kalmak, doğrudan doğruya özgürlükleri ayaklar altına almakta olan bir iktidar kliğine, AKP diktatörlüğüne hizmet anlamına gelecektir.
Bugün somut durum şudur: Bir diktatörün aleti durumunda olan AKP çetesi adım adım iktidarı bütünüyle ele geçirmiş ve bir devlet diktatörlüğüne dönüşmüştür. Bu seçimlerde eğer oy kaybına uğramazsa ve parlamentoda yeniden tek başına iktidar olacak çoğunluğu ele geçirirse “başkanlık sistemi” adı altında tek kişi diktatörlüğünü ilan edecektir. Eğer böyle bir diktatörlük kurulursa, kesinlikle emin olunmalıdır ki, bugün elimizdeki son özgürlükler de alınacak ve hepimiz bu keyfi diktatörlüğün köleleri haline getirileceğiz. Anarşistler için bireysel irade kadar, hatta ondan bile daha önemli olan, özgürlüklerin kaybedilmemesidir. Anarşistler, var olan özgürlükleri hiçbir zaman “burjuva özgürlükleri” diye küçümsemezler ya da keskin bir sınıfsal tutumla bu özgürlüklere karşı kadir bilmez bir tutum almazlar. Özgürlüklerin her milimi için canları pahasına mücadele ederler. Eğer bir genel seçim, elde kalan özgürlüklerin korunması/kaybedilmesi gibi bir ikilemi önümüze getirip dayatmışsa, burada genel teoriye sırt dayayıp konformist bir tutum almak esasen anarşizmin özüne aykırıdır.
İşte bu yüzden bugün anarşistler, seçimler ve parlamento konusundaki genel teorilerini terk etmeden, hatta bunu söylemekten de imtina etmeden, özgürlüğün savunulması için kurulan barikatlarda yerlerini almalı ve seçimlerde de bu barikata güç verecek bir tutum almalıdırlar.
Bugün “boykot” ya da seçimleri reddetmek bu somut durumda, AKP diktatörlüğünün anarşistlerden talebidir. Bu talebi reddetmeliyiz. AKP trollerinin çıldırması bundandır. Çünkü bu keskin önerileri yutmayan çok sayıda anarşist vardır bugün. Onlar, ellerindeki tuğlaları diktatörlüğü geriletecek barikatlara koyma çağrısı yapmaktadır.
Bu çağrının somut anlamı, AKP diktatörlüğünün en az kırk milletvekili kaybetmesini sağlayacak olan HDP’nin barajı geçmesidir.
Bu yüzden konformist ve keskin olmayan anarşistler, parlamentarizme de, HDP’ye de eleştirilerini bir an bile unutmadan HDP’ye oy ver çağrısı yapıyorlar.
AKP diktatörlüğüne karşı barikata bir taş da sen koy.
Bıçağın sırtından düşen, özgürlükler değil, diktatörlük heveslileri olsun.
Gün Zileli
28 Mayıs 2015
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
Ne keskin ideolojik görüşlerin ne de kırgınlıkların zamanı şimdi. Rubicon geçilmelidir ve AKP geriletilmelidir. 8 Haziran’da mutlu bir güne uyanabilmeyi diliyorum. Tutun ki, geçilmedi. Olsun. Kaldığımız yerden devam edeceğiz ağacı silkelemeye. Küçük kedi yavrusuna da yaşam gücü diliyorum. Halâ bir gün geleceğiz Erdal Hoca ile birlikte.
Her zaman beklerim Akın
http://demirden-kapilar.blogspot.com/2015/05/hdpye-baraj-ancak-erdogan-asrtabilir.html
Anarşistlerin seçimlere her koşulda karşı olmasına benzer bir durum Kürtlerin radikal kesimlerinde var. HDP’ye karşı olan bu çevreler, amaçları devletleşmek olduğu için HDP’yi bunun önünde engel görüyorlar. Seçimleri Türk devletine entegre olmak olarak görüyorlar.
http://haber.sol.org.tr/turkiye/baris-terkoglu-yazdi-kizilkayaya-kizmayin-117899
İdeoloji ezberdir. İnsan zekâsına hakarettir. Hayatın dinamiği karşısında ezberini bozmak istemeyen bir aklın dogmatik çaresizliğidir. “Somut durumun somut” analizi yapıldığı iddiasıyla alınan tavır alçakça bir reel-politik davranışı da olabilir, yeniden nefes almanın yarıklarını da oldurabilir. Aslolan hiç bir kişisel çıkar beklemeden, dogmatik olmadan sorumluluk alarak karar verme iradesidir. Bilerek, sakıncalarını teslim ederek bireysel ve toplumsal özgürleşmede bir adım daha ileri nasıl atılabileceğine ait bir analizi bir dogmatik ezbere ideolojik tutuma kurban etmemektir. Kendimi anarşist görmüyorum. Anarşizmin geleceğin sentezinde önemli bir yer tutacağını düşünüyorum. Ve “anarşizmin” de her dogma gibi bu seçimlerde de oy vermeme iddiasını dogmatik bulurum.
Gerçek çıplak olarak ortada; HDP barajı geçerse toplumsal özgürleşme yolunda bir yarım adım ileri gideceğiz… Bu bence ancak bir dogma ideoloji ile yok sayılabilir…
Neredeyse hepsi bireysel olarak HDP’ye oy vereceği halde, bunlar kendi anarşist grupçuklarında çoğunluk olduğu halde, utangaç davranarak bunu kolektif şekilde açıklayamayan, seçim meselesine sessiz/nötr giren anarşistlere ne diyorsun? (Benim gördüğüm çevrelerde durum bu)
Sadece bu mevzu üzerinden değil, örgütlenme hep vasatlaşma anlamına mı gelecek? En yuvarlak, geleneksel konumlanış ve ilkelerin içinde kalınıyor, farklı düşünüp yeni çıkışlar yapmayı caydıran bir ortam oluşuyor gibi. Muhalif görüşler, azınlık görüşleri nasıl sesini kendilerine zemin bulmalı, ne kadar bulmalı anarşist örgütlenmeler içinde? Tersinden hiç bir ön kabul, sınır olmamalı mı, çizginin nereden çekileceğine nasıl karar verilebilir?
Müzik parçasını dinledim, kulaklarımı tırmaladı keman sesi. Sanırım GZ yaşı ilerlediği için o en tiz sesleri tam duyamıyor ona daha güzel geliyor 🙂
Bu da benden bir devrimci romantik parça, beğeninize sunuyorum. Kiraz Zamanı
https://www.youtube.com/watch?v=GA0dDsKEIlY
O minik yaşayacak, ben ondaki direnişi gördüm. Ayrıca yılması için hiçbir sebep de yok, sadece talihsiz geldi dünyaya. Meraklanma, müsterih ol Gün Hoca
Olası oy dağılımlarının teknik-aritmetik boyutunu göstermeye yarayabilecek bir interaktif çalışma:
http://simulator.cilekagaci.com/
Yaşlanmak diye bir şey yoktur. İnanmayın böyle efsanelere. Kulaklarım da çok iyi duyar. Kemanda sana tiz sesler olarak gelen parçanın ruhudur. Bu parçayla ilgili en güzel versiyon bu bence.
az evvel muhsin beyazkaya nın röportajı okudum gazetede. rezalet resmen. hdp ye oy verelim tabi iyileşme sağlar ama kurtuluş devrimde bunu da unutmamalı. burjuva temsili demokrasi oyunu büyük aldatmaca.yetmez ama evet çilerin hazin sonunu yaşamayalım bu kez soldan hdp ile….
ukrayna da devrimci bir kalkışma olmadı nato rusya ya komşu olmak istedi. arap baharı denilen şey çöle kanlı kar yağdırdı.
ve bence barış sürecinin temelinde kenya komplosu var. onun doğal bilinçsiz uzantısı.
Aslında burada paradoksal bir durum var. İki istenmeyen şeyden birisini seçmekle karşı karşıyayız gibi görünüyor: burjuva demokrasisinde oy kullanmak veya diktatörlüğe razı olmak.
Böylesi büyük çelişkili durumlarda anarşistlerin diktatörlüğü engellemesi için oy kullanması anlaşılabilir. (Normalde ben de pek oy kullanmayan biri olmama rağmen bu seçimde oy kullanacağım, çünkü diktatörlüğe de izin vermek hiç de tercih edeceğim bir şey değil. )
Ama oy kullanma işinin de geçici bir çözüm olacağını düşünüyorum. Sadece zaman kazanmak gibi. Elbette kazanacağımız zamanın çok büyük önemi var. (Tabii kullanacağımız oylarla AKP diktatörlüğünü engelleyebilirsek.)
İktidar ve muhalefet olma meselesini görünüşe aldanarak partiler üzerinden ele almak yanlıştır ve bu yüzden hiçbir şey değişmiyor. Gerçekte partiler değil, kara toplumu, kıyı toplumu ve ülkenin bütününü etkilemeyen Kürt toplumu sözkonusudur. Son ikisi arasında mevcut düşmanlık olmasa ve biraraya gelseler bile birincisinin yerini alamazlar.
http://www.nasname.com/a/pkk-hdp-yine-kurd-kani-doktu
Anarşizmin de diğer sol ideolojiler gibi devri kapanmamış mıdır? Nasıl ki Marksizm, Leninizm, Troçkizm Marks, Lenin ve Troçki’nin döneminin ürünü olduğundan o dönem bittiği için güncelleşmesi mümkün değilse, Anarşizmin ortaya çıktığı dönemle bugünün koşulları çok farklı değil midir?
Herşeyden önce artık bütün dünyanın, evrimin başlangıcında yayılıp kopan insanlığın tekrar bütünleşmeye başladığı, bu sürecin giderek hızlandığı yeni bir çağa giriyoruz. Bu nedenle, Demir’in de yazılarında önemle üzerinde durduğu gibi önceliği ulusal sınırları ve ulus devletleri yıkmaya vermek gerekmez mi? Bununla ilgili güzel bir yazı;
Toprak kimsenin babasının malı değildir (Çağlar Yiğit)
Yok orası Türklerindi, burası Kürtlerindi, şurası Araplarındı mantalitesinden solculuk, sosyalistlik çıkmaz.
Yok o tarla senin, bu bağ benim, o daire babamın, bu kaynımın demeyeceksiniz.
Sosyalistseniz her tür ”mülkiyetçilikten” şiddetle uzak duracaksınız.
Kapitalist sistemde elinden geldiğince ama sosyalist sistemde muhakkak ve muhakkak her yerde ve her şeyde (havlundan, diş fırçandan bahsetmiyorum) ortaklaşmaya, paylaşmaya çalışacaksınız.
Düşünsenize,
Bundan sadece 1000 sene önce Anadolu topraklarında Türkler yaşamıyordu.
Bundan 2700 yıl önce Anadolu topraklarında Ermeni halkı diye bir halk da henüz yoktu, Traklarla Friglerin Urartularla, Arilerle ve bazı Kafkas topluluklarıyla karışması sonucu ortaya çıktılar.
Bundan 130 yıl önce bugün Düzce, Adapazarı yöresinde yaşayan Çerkes ve Abhazların hiçbiri orada yaşamıyordu.
Bundan 70-80 yıl önce İstanbul, İzmir gibi şehirlerde Kürtler yaşamıyordu.
Bundan 500 yıl önce Kuzey Amerika, Güney Amerika ve Avustralya kıtalarında hiçbir Avrupa kökenli halk yaşamıyordu.
Bundan 1200 yıl kadar önce Slavlar (Hırvat, Boşnak, Makedon, Bulgar, Sırp, Sloven, Slovak ve Çekler) Orta ve Güney Avrupa’yı işgal ettiler.
Bundan 1700 yıl önce Germenler Kuzeybatı Avrupa dan yola çıkıp Avrupa’nın ve hatta dünyanın her yerine yayıldılar.
Bundan 1400 yıl önce Araplar Kuzey Afrika’yı büyük ölçüde Araplaştırdılar.
Peki ne diyelim şimdi?
Hepiniz geldiğiniz yere geri mi dönün diyelim?
Tek tek çetelesini tutup ”Kim önce neredeydi?”, ”Kim kimin yerini işgal etti?”, ”O buradan değil”, ”Bu buraya sonradan geldi”, ”Burası onların”, ”Şurası bunların” mı diyelim?
Oraya nereden gelmişlerdi ki?
Bu soycu sorgulamayı, dinsel, inançsal, milliyetçi ve etnik kinciliği ve mülkiyetçiliği sürdürürsek zannediyorum Afrika’da savanlarda ilkel bir primat olarak sürüler halinde av yaptığımız dönemlere kadar gideriz.
O zamanlarda da zaten hiçbir yer hiçbirimizin değildi.
Gözümüzün alabildiği her yer ve her şey bütün canlılığa aitti kimsede yer ve mülkiyet kavgası vermiyordu, yaşayabileceği kadarını alıyor ve fazlası için mücadele dahi etmiyordu.
Kendilerine ”solcu” diyen birçok liberal, ulusalcı ve gerici zevatın bugün ”modern” diye pazarladıkları bütün düşünce sistematikleri bireyciliği, bencilliği, her türden gericiliği, kimlikçiliği, milliyetçiliği ve mülkiyetçiliği malesef aşamamaktadır.
İlkel komünal toplumdaki paylaşımcılığı, dayanışmacılığı, mülkiyetsizliği ve sınırsızlığı ”modern” bir zeminde savunup bu toplumsal ve ekolojik yapıyı yeniden inşa etmekten başka bir çıkış yolumuz yok.
Bu ”modern” dünya ütopyasını savunacak tek güç sosyalistler inşa edecek tek düşünce sistematiği de sosyalizmdir!
Yani ”Ya barbarlık ya sosyalizm” sözü öyle haybeye söylenmiş bir söz değildir.
Sosyalizmin kıymetini bilin/bilelim.
http://haber.sol.org.tr/serbest-kursu/toprak-kimsenin-babasinin-mali-degildir-caglar-yigit-haberi-99571
http://www.nasname.com/a/tevger-isgal-meclisine-hayir
Bu dehset muzigi -youtube: Andre Rieu Amazing Grace- de,topluca,askeri bicimde,fasistce,showuylada süper..
Mülayim Sert 28 Mayıs 15 / 10pm
Müzik parçasını dinledim, kulaklarımı tırmaladı keman sesi. Sanırım GZ yaşı ilerlediği için o en tiz sesleri tam duyamıyor ona daha güzel geliyor 🙂
Bu da benden bir devrimci romantik parça, beğeninize sunuyorum. Kiraz Zamanı
Gün Zileli Mayıs 29th, 2015 at 09:39
Yaşlanmak diye bir şey yoktur. İnanmayın böyle efsanelere. Kulaklarım da çok iyi duyar. Kemanda sana tiz sesler olarak gelen parçanın ruhudur. Bu parçayla ilgili en güzel versiyon bu bence.
Yine anonimden, veya nemo’dan, bir yanıt.
Yukarıdaki sık sık rastlanan bir halt etme: ideolojiyle bilgi karıştırılmakta. Sanırım yaşlandıkça bazı fizyolojik fonksiyonların dejenere olmasını bilmek için bilim-teknik uzmanlarına sormaya gerek yok. İnsan insan olalı bunu bilir. Ama Gün Zileli için bu geçerli olmayabilir, hiç değilse en son moda olan “bilim-teknik = istatistik veya ihtimal hesapları”, olduğunu iddia edenlere göre.
Zamanımızın en güçlü mitlerinden biri GENÇLİKtir. Ve konuları bu yaş ölçülerine indirgeyenler (devrimci arkadaş gibi) bu miti yutanlardır.
Doğru politika Newspeak konuşmak isteyenler bir haber: buna “ageism”, denir.
Buna çok sevdiğim iki yanıtı vereceğim.
Ne yazık, gençler, kapitalistlerin sürekli değişen tekniklere salt ayak uydurabilen enayi gençleri bu mitle şişirip koydukları kalıptan bir türlü çıkamıyorlar.
İkincisi çok güzel bir espri.
Gençliğin gençlere verilmesi büyük bir heder.
görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani.
İnsan yaşlandıkça bazı fizyolojik fonksiyonlar dejenere olur.
Düşünce babında yaşlı olduğum bu cümlede mi?
Yoksa sizin yaşlanmak yoktur, o bir efsanedir cümlenizde mi?
Cahillik mutluluktur !
Yoksa, tıp dünyasına hakim ve (sadece tıpta değil) olan istatistiksel açıklamalardan bihaber olmakta mı?
Cahillik mutluluktur !
Yoksa, gençlik mitini hem bilmediğiniz hem de yutmanızda mı ?
Ben düşünce babında yaşlı değilim, siz dediklerim anlama yeteneğinden yoksunsunuz.
Örneğin, geleneksel toplumlarda daha çok yaşlılar değerlidir. Bu ideolojiden kaynaklanır, kişilerin yaş bilgisinden değil. Biraz antropoloji öğrenseniz fena olmaz.
Yine, cahillik mutluluktur!
Gençlik miti ilerleme mitinin bir başka şeklidir ve dünyanın her yerinde tüm rejimler gençleri sergiler, ümitlerin onlarda olduğunu ima ederler. Ve siz, biz de bir zamanlar gençtik ve inandık ama bir şey değişmedi, diyeceğinize benim dediklerimin ne anlama geldiğini bile anlamaktan uzak olduğunuzu gösterdiniz. Taraftar toplama isteğiniz beyninize işlemiş.
Yine, cahillik mutluluktur!
Fikir katkımı anlamadığınızı söyleyeceğinize anlamış gibi küçük düşürmeye çevirdiniz. Ben düşünce babında yaşlı değilim ve daha önce söylediklerimle bu yazımda da söylediklerimi savunmaya hazırım.
Ama beni en çok şaşırtan ideolojiyle bilgiyi hâla karıştırıp bana ideolojik bir yanıt vermeniz. Bunun yaptığınızın asıl adı, ne yazık ki anarşistlik adı altında yapılıyor, eskimiş taraftar toplama politikası.
Sizin gibi bir politikacının bu anarşistlik modasına kapılışı bakirelikle kafayı bozanlara benziyor. Daha henüz denenip pisliği ortaya çıkmamış.
öfkelenmeyin bence.
Siz galiba pislik politikası içinde büyüdüğünüz için pisliğinizi görmüyorsunuz. İlk yanıtta da yazdıklarıma karşılık vereceğinize, kişiselliğe döktünüz. Ve dolayısıyla kızmakta haklıydım. İkincide de cahillerin sık sık başvurdukları psikoloji ve terapiye çevirdiniz.
Çok ayıp ve çok yazık!
http://marksist.net/okurlarimizdan/yine-secimler-yine-bildigimiz-yalanlar.htm
Seçim sonuçları belli. En azından AKP ve CHP açısından.
AKP’nin kazanmasının Batı’daki Kemalist-Devletçi-Faşist kitlenin zararına olması olumludur. AKP iktidarı zaten birçok iç ve dış etkiyle zayıflama sürecinde.
Seçim sonuçlarını değiştiremeyeceğimiz için – ki zaten seçimler bir şeyi değiştirmez – biraz da olumlu tarafından bakıyorum.
HDP Barajı geçince ne olacak?
Kemal BURKAY
7 Haziran seçimlerine şurada bir hafta kaldı.
Bu seçimde toplum başlıca iki karşıt cepheye ayrılmış: Bir yanda AK Parti, öte yanda AK Parti karşıtları…
İki cephe arasında amansız bir kavga yaşanıyor. Bir taraf AK Parti’yi düşürmeye, AK Parti ise can havliyle iktidarını korumaya çalışıyor.
Buraya kadarı aslında normal. Mevcut hükümet konumunu korumaya çalışacak elbet, muhalefet de onu yenilgiye uğratıp iktidar olmak isteyecek.
Ancak bu seçimde bunun dışında normal olmayan çok şey var, en başta, seçimde bir joker durumuna gelen HDP’nin durumu.
Bir kesim AK Parti’yi düşürebilmek için HDP’nin barajı aşması gerektiği fikrinde.
Bu kesimin başında TV’leri ve gazeteleri ile Doğan medyası geliyor. Öylesine kolları sıvamış ki, HDP milyarlar harcasa böylesi bir propaganda çarkını bulamazdı.
Bir bölüm sol ve liberal aydın da bu iş için seferber olmuş. Bunların çoğu geçmişte reformcu diye AK Partiye destek verenler, hatta onun devrim yaptığını ileri sürenler…
Son günlerde bu kesime Gülen Cemaati de eklendi. (Cemaat son iki-üç yıla kadar AK Parti ile can ciğerdi, aynı cephede savaşıyorlardı. Ama araya kara kedi girince düşman kardeşlere dönüştüler. Eski dostlar düşman, eski düşmanlar da dost oldu. Böylesi bir değişimi Kafka’nın ünlü romanı bile anlatamaz. Hani adamın biri bir sabah uyanınca kendini hamam böceği olarak bulmuştu ya… )
Peki nasıl olacak bu, HDP onları AK Parti’den nasıl kurtaracak?
Varsayalım ki HDP barajı aştı, böylece meclise 50-60 milletvekili soktu ve AK Parti tek başına hükümeti kuracak sayıya ulaşamadı. Ne olacak bu durumda? CHP, MHP ve HDP koalisyonu mu oluşacak? Böyle bir koalisyon oluşabilir mi? Oluşursa ülkeye özgürlük ve demokrasi mi getirecek?..
Malum, HDP, PKK ile Türk solunun izdivacıyla oluştu… Nikah memuru ise Hakan Fidan, yani MİT’ti. Bunu Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay kendi ağzıyla açıkladı: “Hakan Fidan’la Öcalan el ele vererek bu güzel projeye imza attılar,” dedi.
Bu projenin devlet için önemi ortada: Türkiyelileşme…
Bu elbet yılların projesi… Kürt kimlikli bir partinin olmaması… Kürtleri temsil ettiğini söylese de onlar için bir şey istememesi… Öcalan zaten bunu yakalanıp Türkiye’ye getirildiği ilk gün açıklamıştı. “Devletin hizmetindeyim; ne bağımsızlık, ne federasyon, ne otonomi istiyorum; bunlar ilkel şeylerdir,” demiş, üniter devleti ve Kemalizmi savunmuş, partisi de biri iki etmeden, “serok”, “güneş” ve “irade” olarak nitelediği Öcalan’ı izlemişti. “Apoculuk” böyle bir şeydir.
Ama ne olur ne olmazdı… BDP’nin lafta da olsa bir “Kürt Partisi” olması sakıncalıydı. Bir bölüm Türk soluyla yapılan izdivaçla bu iş daha da garantiye alındı. Hani hep derler ya, “etle tırnak gibi” olundu… Kürtçe deyişle “xinamî” olduk. Bundan HDP doğdu.
HDP’nin bir sözcüsünün Sırrı Süreya Önder olması her şeyi açıklamaya yetmiyor mu?..
1991 yılında da Erdal İnönü de böylesine önemli bir hamleyi başarmıştı. HEP’in bağımsız adaylarla seçime girmesini önlemiş, onları SHP şemsiyesi altına almıştı.
Bütün bu ayak oyunları da anlaşılabilir. (Gerçi Kürt canibinde hâlâ bunu anlamamış olan, ya da öyle görünmeyi tercih eden yığınla adam var.) Ama şimdi olan ne? AK Parti’nin kendi eliyle kurduğu HDP şimdi ona karşı mı kullanılıyor?
Örneğin “Türkiye Türklerindir” şiarını bayrak yapmış Doğan Medyası’nı şimdi cansiperane bir şekilde HDP’nin seçim propagandasının hizmetine sokan, diğer bir deyişle, bu büyük sermaye medyasını PKK ile ve Marksist yoldaşlarla bir araya getiren ne?
AK Parti gitsin de kim ve ne gelirse gelsin siyaseti mi?..
Öte yandan, HDP’nin 50-60 kişiyle parlamentoya girmesi AK Parti’yi hükümetten düşürmeye yetecek mi? Bir CHP, MHP, HDP koalisyonu oluşturmak mümkün mü?
Ya AK Parti seçim sonrası İmralı’daki “sözde masayı” tazeler, “süreç” devam ediyor der ve Öcalan da HDP’ye dönüp “hükümetle anlaştık, destek verin” diye ferman buyurursa ne olacak?
Büyük ihtimalle de böyle olacak.
Zaten Demirtaş daha önce kaç kez, AK partiyle bir koalisyona kapalı olmadığını, “Türkiye’yi hükümetsiz bırakmayacaklarını” açık açık söylemişken…
Bu durumda bütün hesaplarını AK Parti’yi düşürme üzerine kurmuş Doğan medyası, bunu ölüm kalım meselesi yapmış Gülen Cemaati ile bir bölüm solcu ve liberal aydın ne yapacaklar?
Varsayalım ki Öcalan bunu yapmadı, AK Parti’nin çoğunluğu yitirdiğini görünce 180 derece dönüp, 2010 öncesi pozisyonuna rücu etti; yani yeniden Ergenekonculara yanaştı ve bu kez karşı tarafa yani CHP-MHP koalisyonuna destek verdi. (Bu da ihtimal dışı değil.) O zaman ne olacak?
Doğan medyası bundan elbet memnun olacak. Ya ötekiler?..
Görülüyor ki her iki durumda da HDP ya bir AK Parti hükümetine destek olacak, ya CHP-MHP hükümetine…
Böyle bir durumda Kürt sorunu mu çözülecek, demokrasi mi gelecek?..
Diyelim ki Kürt sorununun çözümü de demokrasi de ne Doğan Grubu’nun, ne de Gülen Cemaati’nin umurunda. Peki sözde Kürt halkı ve emekçiler adına siyaset yapanlar, demokrat ve sol geçinen aydınlar, siz bu işe ne dersiniz?
Bütün mesele bu mudur? Kürtlerin, emekçilerin, özgürlük, demokrasi ve insanca bir yaşam isteyen halkın derdi bu mu?
Yani egemen güçlerin bir kanadından bıkınca diğer kanadının yanına sığınma… Yağmurla dolu arasında gidip gelme…
Kırk katırla kırk satır arasında bir seçim yapma…
Bu bir fasit dairedir. Sistem güçlerinin tepişmesine, ayak oyunlarına alet olarak bir yere varılamaz. Kürt hareketi için de Türk solu için de yapılması gereken, önüne doğru dürüst bir program koymak, doğru bir yol seçmek ve o yolda yürümektir.
Bu şekilde kitleler kazanılıp güç olunursa bu fasit daire yıkılır.
Yoksa, derin devletin şu veya bu kanadının çizdiği yolda yürümekle, egemen güçlerin kavgasına taraf olmakla özgürlük, demokrasi ve barış kazanılamaz.
Kimse kendini kandırmasın. Haydi kendini kandırdı, halkı kandırmasın.
Kendi payıma HDP’nin barajı geçip geçmemesini hiç önemsemiyorum. Gerçi bir yönüyle geçse daha da iyi diyorum. Böylece HDP üzerine boş hayaller kuran bazı çaresiz demokratların ve solcuların belki gözleri açılır.
Rantçılar ve müridan takımı için bir şey değişmez.
Hemen her seçimde Kürtlerin birliği adına oyları PKK çizgisindeki partiye yöneltmeye çalışan, “hele bu kez de oy verin” repliğini kullanan, feraseti bağlanmış birilerinin de gözü açılır mı dersiniz? Açılsa iyi, ama zor…
Biz HAK-PAR olarak elbet barajı geçemeyeceğimizi biliyoruz. Ama halka doğru yolu gösterdiğimize inanıyoruz.
Böylece aynı zamanda tarihe bir not düşüyoruz. Öyle ki tarih, “herkes şaşırmıştı, ne yaptığını bilmez haldeydi” demesin…
http://www.marmarayerelhaber.com/kemal-burkay/34772-hdp-baraji-gecince-ne-olacak
Galiba yaşlılığın ‘gerçekten’ başladığı evre, insanın ergenlikteki hallerine geri döndüğü zaman oluyor. İki dönemin ortak paydası, ‘huysuzluk’:-)
Doğru.
peki ben de kişiselliğe dökmeyeyim.
K. Burkay hala İsviçre’de mi?
Ülkeyi savaşa sürüklemeye hazır, insanların kişisel hayatlarına karışan bir despotizmi görmüyor mu? RTE’nin Başkanlık ile ne yapacağını sanıyor? HDP barajı geçince ortalık güllük-gülistanlık olmayacak. Ülkenin bir yarı-açık cezaevi olduğunu da çok “uzakta” yaşadığı için bilemeyebilir.
AKP yalakalığının ince hali değil midir bu?
yazıklar olsun; bu insanı da bu hale getirmişler!
Yalnızca Suriye Politikası için bile iktidardan gitmesi gereken bu adamlara böyle ince, dolaylı destek vermenin arkasında kuşkusuz kirli şeyler yatar…
http://devrimcidemokrat.com/halim-kar/1634-halim-kar-abd-cia-goelgesinde-7-haziran-2015-secimleri.html
Ne yazık ki Burkay, artık küçük AKP projelerinden biri. Yazdığı yazı da bunun kanıtı.
Çok tepkiselsiniz. AKP’li diye suçlamaktan başka bir argümanınız yok.
Bu ülkenin seçmen kitlesinin ne olduğu belli. Seçimleri görmek için kahin olmaya gerek yok.
Gezi benzeri direnişler de bir şey değiştirmez. Bir değil, iki değil, üç değil on kere Gezi olsa hükümet değişmez. Anadolu sağcılığının oy kitlesi de değişmez. CHP kıyılara sıkışmış bir getto partisidir. HDP de kendi bölgesine sıkışmıştır. CHP-MHP koalisyon kuramaz. En fazla AKP’yle kurabilirler ama bu bile çok zor.
Başlığı görünce ”aha” dedim, Gün gerçek bir anarşist gibi davranıp ‘ metal Fırtına’ sı ile ilgili bir yazı yazacak, tüm anarşistleri hep savundukları gibi kendi komitelerini kurup ilk defa burjuvaziye geri adım attıran metal işçilerini ve kurulan işyeri komitelerini savunmaya sokağa çağıracak! Bu arada işçileri komunistlere karşı da uyaracak! Meğer ki direniş dediği ”hadi hep beraber HDP ye oy verelim” politikası imiş, birader bunun için anarşist olmaya gerek yok ki, Daha dün AKP anayasasını destekleyen ”Yetmez ama evet” ciler bile aynısını söylüyor! Mir Dengi Fırat gibilerini saymıyorum bileç Valla hala ne varsa sizin Stalinist diye sövdüklerinizde var! Onlar bu işçilere ve kurdukları özyönetim komitelerine baya destek veriyorlar.
Çok iyi. Sevindim.
ilerde hatırlarsınız bu yazdıklarınızı. Devrilecekler. Hem de gümbür gümbür.
18 ve 19 numaralı yorumları yazan arkadaşımızı anlıyor ve yazdıklarının çok büyük bölümüne katılıyorum!
Bu arkadaşımız muazzam bir tehlikenin yaklaşmakta olduğunu işaret etmiş, ama (yanlış anlamış da olabilirim) sayın Zileli yazdığı “Diktatörlüğe Karşı Direniş Barikatına Bir Taş da Sen Koy!” başlıklı yazının içeriği bağlamında, Auld Lang Syne eseri minvalinde ve sayın Mülayim Sert’in yorumları çerçevesinde görüşünü beyan etmiş gözüküyor. Arkadaşımızın işaret ettiklerinin eriyip kaybolmaması için konuyu ilerletiyorum.
Ümit ederim sayın Zileli bu metni yayınlar ve yine ümit ederim “konuk yazarlar” sekmesinde ayrı bir başlık açarak müzakere yürütülmesi için olanak sağlar.
(NOT:
1. Maksadımın, popülerlik peşinde koşmak olmadığını bu yazının sonunda anlayacaksınız!
2. Bu bir tehdit değil, uyarıdır: Aynı tehlike sayın Irmak Zileli için de geçerlidir!)
Aşağıdaki metni aktarmakla amacım kimseye hakaret etmek değil; arkadaşımızın işaret ettiklerinin ne kadar mühim olduğunu kanıtlarıyla geliştirmek!
BAŞLIYORUZ:
“Turuncu-Mavi-Beyaz…Yaka” ile “Turuncu-Mavi-Beyaz…YaLAka” arasındaki farklar nedir?!
“Üniversite gençliği” ismi ile kategorileştirilen kesimin artık “roman” değil; “N.L.P. kitabı” okuması gerektiğini kimler, niçin dikte ediyor?!
Hayat; sadece “S.W.O.T. analizi”nden mi ibaret?!
Üniversiteden yeni mezun olan bir gencin, hayattaki yegâne gayesinin, istihdam edildiğinde “Junior Manager”lıktan “Senior Manager”lığa ulaşmak olması gerektiğini kimler, niçin dikte ediyor?!
“Emekli” öğretmenler “Atanamayan” öğretmenler ile omuz omuza vermedikçe hangi sorunun çözülebileceğini zannediyoruz?!
Özgeçmişlerde (CV) artık “Six Sigma – Black Belt” sertifikası olmasını şart koşmaya başlayan o anlı şanlı “şirketler”, nesilleri nasıl bir otomasyon sürecinde robotlaştırmaya çalışıyor?!
Metal İşçilerinin yürüttüğü mücadeleye niçin kendini tertemiz zanneden “Beyaz” Yakalar destek vermeye yanaşmıyor?! Bu “Beyaz” Yakalar, niçin patronun ayarladığı “ayrı servis minibüsleri” ile iş yerine, “Diğer” Yakaların toplanmadığı arka bölümlerden gizli gizli giriş yapmaya mecbur bırakılıyor?! Bu “Beyaz” Yakalar niçin ses çıkarmamayı tercih ediyor?!
“Mustafa İnan” bize ne öğütlemişti?!
“Wilhelm Reich” bize ne öğütlemişti?!
Bütün bu sorulara ve daha fazlasına yanıtlar aramak için:
NOT: Aşağıda okuyacaklarınız herhangi bir ürün & hizmetin satış amaçlı promosyonunu yapmak değildir.
“Sarp Mogan” mahlası kullanılarak yazılmış “Beyaz YaLAka” (Okuyan Us Yayınları, 2014) kitabı; “sürmekte olan boş bir hayalden uyanmaya başlamak” deyiminin ülkemizdeki güncel örneklerinden biri olmuş.
“İçeriden gelen eleştiri” ile “dışarıdan gelen eleştiri” arasında doğru orantılı bir ilişki çıkmasını her zaman beklememek kitaba daha geniş bir açıdan bakmamızı sağlayabilir.
Kitabında Mogan’ın içeriden birisi olarak eleştiri yapması ile “uyanmaya başlamak” görüşü destekleniyor. Peki kitapta anlatılanları dışarıdan birisi hiç mi bilmiyordu ve bunları yazamaz mıydı; tabii ki yazabilirdi. Fakat ilk önce içeridekilerin yavaş yavaş sesini yükseltmeye başlaması, alınması gereken yolda hepimize önemli bir zaman kazandıracaktır. Ve bu “uyanmaya başlamak – ses yükseltmek” devam ettikçe, bir sarmal gibi, her yönden – her “yaka”dan kitle yaşadıklarını içinde saklamaktan vazgeçecek, etkileşim büyüyüp gelişecektir.
Kitabı okurken ve okuduktan sonra; “ Amansız bir rekabet içinde — bir işte çalışan veya çalışmayan — her renk yakadan insan kendi hayatından ne kadar memnun? ” sorusunu aklımızda tutmayı tavsiye ederim.
“İstanbul/Maslak”taki yüksek bir iş plazasının camından öğle arası cappuccino yudumlayarak Taksim/Kazancı yokuşu taraflarından yükselen biber gazı dumanını + “protesto seslerini!” film izler gibi izlemek-dinlemek yeterli olmamalı!
Yaklaşmakta olan asıl ve kalıcı tehlike özellikle 1975 ve sonrası doğumlular için “Maslak” metaforudur sayın okuyucu!
İstanbul’da herhangi bir üniversitede okuyan öğrenciye de, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde okuyan öğrenciye de; bilinçaltından ağır ağır zamana yayarak, “Maslak” metaforu içinde bir iş hayatına sahip olmak özendiriliyor sayın okuyucu!
Çuvaldızı kendimize batıralım:
Bu soruyu hakaret etmek için sormuyorum, “gerçekle!” yüzleşmek için soruyorum:
Bir ebeveyni ele alalım:
Bir anne-baba (eğer varsa) savunduğu siyasi ideoloji ne olursa olsun; “acaba evladımın geleceği nasıl olacak? Ona iyi bir yarın bırakabilecek miyim?!” korkusunu yaşamış, yıllarca gözüne tek uyku girmediği geceler olmuştur muhakkak!
Örneği boş yere uzatmamak için, sadece; bu ülke tarihinde simge bir üniversite ismi olduğu için soruyorum (Amacım; aşağıda ismi verilen bu iki nadide kurumumuzu sorgusuz suâlsiz topa tutmak değildir!)
“Orta Doğu Teknik Üniversitesi”ni ele alırsak:
(a) 1968 kuşağı öğrencilerinin verdiği mücadele ne idi?!
(b) Şu anda bu üniversiteden yeni mezun olan bir gencin iş hayatına başlayacağı şirketler hangi siyasi ve iktisadi dünya içinde yaşıyor?!
Bu çelişki üzerine ciddi ciddi kafa yordunuz mu?!
2013’ün ilk yarısında “Fikir Kulüpleri Federasyonu”, özellikle ODTÜ metaforu içinde toplanarak, tekrar kuruldu.
Günümüzde: Hem bu öğrencilerin mezuniyeti yaklaştığı zaman, hem de varsayalım bu öğrencilerin büyük bir çoğunluğunun “Yeni FKF” içinde verdikleri mücadeleden sonra, hayatlarını ne yönde devam ettirecekler; hiç düşündünüz mü?! Cevabı: “Serbest Piyasa Ekonomisi”nin bayraktarlığını yapan “özel sektör!” içinde devam ettirecekler, söylediğinizi duyar gibiyim!
Eee.. nerede kaldı “1968 ruhu” ?!
Nerede kaldı “Yeni FKF” ?!
Gerçekler acıtıcıdır! Yüzleşmeyip kaçarsak acının şiddeti daha da artacak!
Ders bırakmadan 4 yılda orta hâlli bir üniversite bitirebilen öğrenci profilini temel alırsak: Daha 1. yıl itibariyle; bizzat “öğretim görevlileri”, “okutmanlar”, “yard. doç.”lar, “doç.”lar, “prof.”lar tarafından öğrencilere şu empoze ediliyor:
“Önümüzdeki hafta/ay, AAA şirketinin-iş kulübünün-derneğinin-odasının vd. fuarı-semineri-konferansı olacak. Kızlar en alımlı elbiselerini giyip en güzel makyajlarını yapsınlar, erkekler en ‘janti!’ takım elbiselerini giyip tıraş olsunlar; bu fuara yüksek katılım göstermenizi ve düzenlenen her panelde aktif görev almanızı bekliyorum! Böylece daha 1. yıldayken çevre edinmeye başlarsınız; mezuniyetiniz yaklaştığında ‘işsizler ordusuna düşer miyim acaba?!’ diye endişeye kapılmazsınız. Kendinizi, şirketlere ‘pazarlayabilecek!’ kadar çok donanımlı hâle getirmek zorundasınız! Eğer öğrenciliğiniz boyunca bu amaç için çaba harcamazsanız; mezun olduğunuzda kafanızı duvarlara çok vurursunuz! Kendinizi ‘satabileceğiniz!’ bir ürüne dönüştürün, böylelikle hayatta sırtınız asla yere değmez!”
Akademik hayatlarının daha birinci basamağında “üniversite öğrencilerimizin!” aklına rekabet denilen olguyu yukarıdaki gibi zerk edersek; bu öğrenciler, günlük koşuşturma içinde dikkatini vererek bir edebi roman mı okumak ister? Yoksa; otobüs-metrobüs-minibüs köşelerinde; “NLP*” başta olmak üzere her tür “kişisel gelişim!” kitabı mı okumayı tercih eder?!
(*NLP: Neuro-linguistic programming ~ Algısal Davranış Kontrolü ~ Duyu-Dil Programlama; DDP)
Bu öğrenci, yabancı dili, bir başka kültürün şiirini anlamak için mi öğrenmek ister; yoksa iş başvurusu yaptığı şirketlerde “İnsan Kaynakları Müdürü!”nün odası önünde kendisi gibi bekleyen diğer adayları elemek için mi öğrenmek ister?!
Bir konuda emin olabilirsiniz: Günümüz üniversitelerinde yetişen gençlerimizin çok büyük bir bölümünün “proletarya” kelimesinin varlığından ne yazık ki haberi yok! “Bu bilinçsizliğin tek sorumlusu — her zaman olduğu gibi! — gençlerdir!” cümlesiyle başlayıp beylik lâflar sıralayarak aradan sıyrılmak kendimizi kandırmaktan başka bir işe yaramıyor: Yukarıda bahsedilen “empoze!” devam ettiği müddetçe; haberleri olmayacak!
“Proletarya” kelimesini bilmeyen “praxis & praksis”i de keşfedemez;
“Praxis & praksis”i bilmeyen “lümpenleşme”yi de keşfedemez;
“Lümpenleşme”yi bilmeyen “snoplaşma~snoblaşma”yı da keşfedemez;
“Snoplaşma”yı bilmeyen “konformizm”i de keşfedemez;
“Konformizm”i bilmeyen “vasatlaşma”yı da keşfedemez;
“Vasatlaşma”yı bilmeyen “oklokrasi”yi de keşfedemez…
Bu zincir halkalarını gittiği yere kadar uzatabiliriz!
“Serbest piyasa ekonomisi” şırınga edildiği ve “Maslak metaforu!” içindeki bir iş hayatı özendirildiği müddetçe; bizler, kendini “uyanık!” zannedenler, bu gençlerin büyük çoğunluğuyla oturup; “Marx”ı, “Goethe”yi, “Ömer Ayna”yı, “Alberto Bayo y Giroud”u, “Ali İsmail Korkmaz”ı, “Mustafa Suphi”yi, “Behice Boran”ı, “Manisa/Soma’nın neyi işaret ettiğini” veya “Gülhane Parkı’nda bir ceviz ağacı olmak!” özlemini sindire sindire konuşamayacak duruma gelebiliriz!
Bizler, kendilerini “uyanık!” zannedenler, bütün geçmişi anlatıp, bu gençten bize soru sormasını beklediğimizde:
Birinci örnek:
“Peki sevgili büyüğüm, şu meşhur ‘ceviz ağacının’ daha fazla ceviz vermesi için ne tür toprak-gübre-sulama yöntemi kullanmalıyım? Kaç sandık ceviz toplayabilirim bu ağaçtan? Çünkü bu ceviz sandıklarını, üniversite dönemimde hocalarımızın bizlere okuttuğu ‘Anthony Robbins kişisel gelişim kitapları’ndan anımsayarak geliştirdiğim yepyeni satış-pazarlama teknikleriyle bir başka komünist memleket olan Küba’ya ihraç ederek çok para kazanmak istiyorum! Hem Cihangir’den stüdyo tipi evi daha dün aldım. Bankaya tonlarca kredi borcum da var! Şimdi sen bırak bir kenara o yeryüzüne ışık getirdiği söylenen kovulmuş Lucifer’i-Mucifer’i, bırak Marx’ı-Carx’ı, bırak Faust’u-Maust’u da; bana asıl şu ihracat konusunda yardımcı olmalısın!”
sözünü işiteceğiz ve sonra sinir krizi geçirip hastaneye yatacağız!
İkinci örnek:
Aralık 2013 / Ocak 2014:
Dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden biri olan “Bayer”in CEO’su “Marijn Dekkers”; şirketin kanser ilacı olan “Nexavar” için hasta başına yılda 67 bin dolar talep ettiğini hatırlattı ve “ilacı Hintliler için değil, zengin Batılılar için geliştirdik.” dedi!
“Business Week” adlı derginin son sayısında yer alan habere göre; etken maddesi “sorafenib” olan kanser ilacının patentsiz üretimine Hindistan hükümetinin onay vermesine tepki gösteren “Bayer” şirketinin Hollandalı CEO’su Dekkers; “Doğruyu konuşma zamanı geldi: Biz bu ürünü Hindistan pazarı için geliştirmedik. Kanser ilacını Batı’da yaşayan ve maddi güce sahip insanlar için geliştirdik.” dedi!
Hollanda’da üretilen ve hasta başına yılda 67 bin dolara mal olan ilacın Hindistan’da ise sadece 177 dolara satıldığına dikkat çekilen haberde, Dekkers’in bu şok açıklamaları nedeniyle birçok derneğin dava açmaya hazırlandığı ileri sürüldü.
Kaynak 1: http://www.haberturk.com/polemik/haber/918944-zenginler-icin-ilac-olur-mu
Kaynak 2: http://www.businessweek.com/news/2014-01-21/merck-to-bristol-myers-face-more-threats-on-india-drug-patents
Kaynak 3: http://www.cjr.org/the_audit/bloombergs_viral_misquote_1.php
(Dekkers’in açıklamasının orijinal İngilizcesi: “Is this going to have a big effect on our business model? No, because we did not develop this product for the Indian market, let’s be honest. We developed this product for Western patients who can afford this product, quite honestly. It is an expensive product, being an oncology product.”)
“Praxis & praksis” kavramı ve “Diyalektik; gül bitti!” özdeyişi başta olmak üzere, yukarıda yazılan terimlerin ne demek olduğunu hatırlayalım; ama hatırlamakla kalmayalım, en yakınımızdaki kişiden başlayarak herkese anlatmak için çaba sarfedelim!
21. yüzyılda hayat sadece; “bireysel pazarlama, bireysel hırs, bireysel kurumsallaşma-şirketleşme, piyasada sürekli popüler kalmayı sağlama” sembolleri üzerinden mi yürüyecek?!
Hangi mesleği yaptığınız farketmiyor! Bir perakende elektronik mağazasının genel müdürü de olsanız, tıp fakültesinden yeni mezun olacak bir beyin cerrahı da olsanız; “kişisel pazarlama” denilen kalın ve yüksek bir duvar önünüze dikiliyor!
İngiltere’yi ziyaret edenler ve ziyaret etme imkânı olanlar bir hususu iyi gözlemlesin. Fazla açılmaya gerek yok; Londra şehir merkezinden uzakta, il sınırının bitimine yakın yerlere giderseniz; orada geniş otoban köprülerinin çevresinde, mezralarda, küçük-küçük el yordamı köy benzeri yapılar görürsünüz. Eski minibüs, eski karavan, eski otobüs vb. her yerde vardır. Buralarda İngiltere’ye bir şekilde girmeyi başarmış, özellikle “Doğu Avrupa!” işçileri yaşıyor. Üstelik azımsanamayacak bir kısmı geldikleri ülkelerin en iyi üniversitelerinden yüksek derecelerle mezun olmuş! İngiltere’de bir umut; para biriktirmek ve/veya vatandaşlık elde edebilmek için, bir tekstil atölyesinde, bir şirketin “sigorta departmanı müdür yardımcısının evinde!” muazzam bir fizik öğretmeni veya laborant olduğu halde çocuk bakıcısı olarak “karın tokluğuna” yaşamaya hazır nice insanlar var!
Bizim vatandaşlarımız da var, merak etmeyin! Benzer manzarayı Tekirdağ/Çorlu’da “Avrupa Serbest Bölgesi” çevresinde de görebilirsiniz; İstanbul/Zeytinburnu da olabilir, Kars/Kağızman’da veya Şırnak/Roboski’de!…
Ali Akay (prof.), Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ünv. Sosyoloji Bölüm Başkanı (Mart 2012) uyarmıştı:
“Bugünkü üniversite sistemine baktığımızda; bilginin değeri ‘bildiğin kaç para ediyor?’ sorusu üzerine kuruludur. Bu görüş 1970’lerde hızla yayılmaya başlamıştır. Steve Jobs ve Mark Zuckerberg gibi kişiler bu konuya verilebilecek en iyi iki örnektir. Bu nedenle bir bilimsel kimlik/başarıya sahip olmanın üstüne ‘businessman-iş adamı’ kavramı inşa edilmeye, bu anlayışa sahip öğrenci profili yaratılmaya çalışılıyor.”
Celal Şengör (prof.), İstanbul Teknik Ünv. Jeoloji Mühendisliği Öğretim Görevlisi (Aralık 2006) uyarmıştı:
“Üniversiteler artık bilginin üretildiği değil, üretilmiş bilginin nasıl maddî kazanca çevrileceğinin öğretildiği yerler haline geldi.”
Mustafa İnan (prof.), İnşaat Mühendisi (1911-1967) uyarmıştı:
“Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu çocuklar?!
Oppenheimer gibi hissediyorsanız; bırakın yüksek binaları başkası yapsın, büyük barajlarda başkası çalışsın.
Bazılarına çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın.
Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirası ile yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bırakınız parayla da onlar uğraşsın.
Sizin kuvvetli olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi ‘Kuvvet nedir?’ diye merak ediyorsanız; buyrun, sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim.
Çünkü bazılarına göre ‘Kuvvet’; para ile organizasyonun çarpımına eşittir;
Bize göre de kuvvet; ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür.
Bu iki formülü birbiriyle karıştırmayın, olur mu çocuklar?!
Kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın, olur mu çocuklar?!”
Wilhelm Reich (prof.), Psikiyatr (1897-1957) uyarmıştı:
“Asıl açıklanması gereken:
Neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen insanın greve gittiği değil;
Neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir?!”
* * *
Belki de konunun dönüp dolaşıp geldiği yer şurasıdır:
“Para kazanmak için mi hayatımızı ekonominin dişleri arasına bırakıyoruz?
Yoksa çalışmaktan zevk aldığımız için mi yaşamaya devam ediyoruz?”
Bu iki temel ayrım üzerinde dikkatle durursak, Mogan bu kitabı yazmakla sadece istifra mı etmiş?
Yoksa cevabını kendisinin de hâlen aradığı bir soru peşinde sistemin dışına çıkmaya çoğumuz gibi cesaret edemeden koşmaya mı çabalıyor? sorularını sormaya başlarız.
Her sabah 6.45’de servis minibüsünün gelmesini bekleyen bir muhasebe departmanı çalışanı veya bir otomobil-montaj fabrikasında vardiyalı çalışan bir işçi, özellikle bugün, “rekabet” kelimesi hakkında neler düşünüyor?
“Para için çalışmak / Mutluluk için çalışmak” ikilemi hakkında neler düşünüyor? sorularını sormaya başlarız. Sadece muhasebe çalışanı, fabrikada işçi olmaya takılıp kalmayalım; meslekler çoğaltılabilir.
“Rekabet” kelimesini “başkalarının ayağını kaydırmak” olarak anlamaya nereye kadar devam edebiliriz?!
“Okumuş & eğitimli” olmak kusursuzluk mu?! İyi maaşlı bir iş bulup, yukarıda yazılanları ömür boyu görmezden gelmek mi?! “Ben kendimi zor kurtarmışım; başkasından bana ne!” demek mi?! Gölgeler içinde saklanarak yaşamak mı?!
“Okumamış & eğitimsiz” olmak bir kusur mu?! Küçümseme ve küçümsenme sebebi mi?!
“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” özdeyişi; “Kim eğitimli? – Kim eğitimsiz?” ayrımını ortaya çıkaran bir turnusol kağıdı mı?!
Bir kurtarıcı hiçbir zaman gelmeyecek. Hiç kimsenin size yön göstermesini beklemeyin. Yön, kendi aklınız ve kendi vicdanınız olmalı!
Aşağıdaki 18 kitap, bir animasyon video, bir belgesel dizisi, bir hiciv metni ve bir röportaj metni dikkatle tahlil edilirse; “Mogan’ı bu kitabı yazmaya sevk eden sebepler neler olabilir?” sorusunun cevabına birkaç adım daha yaklaşılabilir.
Aşağıdaki liste uzun araştırmalar sonucu ortaya çıkmış değil. Bu kitaplar, hiciv metni ve röportaj okunup, videolar da izlendiğinde; içinde yaşadığımız “serbest piyasa ekonomisinin görmezden gelinen tarafları”nın neler olduğu tam anlaşılacaktır, gibi bir çıkarım da doğru değil.
Mogan’ı ve umarız çok farklı meslek erbaplarından da gelecek benzeri kitapları daha derinden kavrayabilmek için hazırlanan bu liste, şu an okuduğunuz satırların yazıldığı anda akla gelen birkaç tavsiyeden ibarettir. Bu referanslar tabii ki çeşitlendirilebilir:
* KİTAP 1: Karakter Aşınması “Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
Yazan: Richard Sennett
Çeviren: Barış Yıldırım
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
* KİTAP 2: Prekarya “Yeni Tehlikeli Sınıf”
Yazan: Guy Standing
Çeviren: Ergin Bulut
Yayınevi: İletişim Yayınları
* KİTAP 3: Küresel Çarkın Dışında Kalanlar “Tüketim Toplumundaki Yeni Fakirlik”
Yazan: Kathrin Hartmann
Çeviren: Etem Levent Bakaç
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
* KİTAP 4: İşletme Hastalığına Tutulmuş Toplum
Yazan: Vincent de Gaulejac
Çeviren: Özge Erbek
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
* KİTAP 5: Yeni Orta Sınıf “Sinik Stratejiler”
Yazan: Ali Şimşek
Yayınevi: Agora Kitaplığı
* KİTAP 6: Aşk Yüzyılı Bitti
Yazan: Nuran Yıldız
Yayınevi: Doğan Kitap
* KİTAP 7: Modernite Nasıl Unutturur
Yazan: Paul Connerton
Çeviren: Kübra Kelebekoğlu
Yayınevi: Sel Yayınları
* KİTAP 8: İşsizlik Hakkı
Yazan: Ivan Illich
Çeviren: Deniz Keskin
Yayınevi: Yeni İnsan Yayınevi
* KİTAP 9: Aylak Sınıfın Teorisi
Yazan: Thorstein Veblen
Çeviren: Zeynep Gültekin & Cumhur Atay
Yayınevi: Babil Yayınları-İstanbul
* KİTAP 10: Oblomov
Yazan: İvan Gonçarov
(Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)
* KİTAP 11: Mülkiyet Nedir
Yazan: Pierre Joseph Proudhon
Çeviren: Devrim Çetinkasap
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Yayınları
* KİTAP 12: Leviathan
Yazan: Thomas Hobbes
Çeviren: Semih Lim
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
* KİTAP 13: Devlet ve Anarşi
Yazan: Mihail Bakunin
Çeviren: Murat Uyurkulak
Yayınevi: Agora Kitaplığı
* KİTAP 14: Dönüşüm
Yazan: Franz Kafka
(Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)
* KİTAP 15: Germinal
Yazan: Emile Zola
(Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)
* KİTAP 16: Gelecekten Sonra
Yazan: Franco Berardi
Çeviren: Sinem Özer & Osman Şişman
Yayınevi: Otonom Yayıncılık
* KİTAP 17: Huzur
Yazan: Ahmet Hamdi Tanpınar
Yayınevi: Dergâh Yayınları
* KİTAP 18: (İngilizce) A Precariat Charter: From Denizens to Citizens
(Bir Preker Anlaşması: Toplumsal Soyutlanmışlıktan Adil Vatandaşlığa Geçiş İçin)
Yazan: Guy Standing
Yayınevi: Bloomsbury Academic
Kitap hakkında ön bilgi (İngilizce)
http://www.bloomsbury.com/uk/a-precariat-charter-9781472510396/
* ANİMASYON VİDEO (7 dk.)
El empleo & The Employment
(Hayatta herkesin bir görevi vardır. Peki ama bu görevler ne ?!)
Hazırlayan: Santiago Bou Grasso (Arjantinli yönetmen)
Yayın yılı: 2008
Adres: http://vimeo.com/32966847
* BELGESEL: The Century of the Self (Bencillik Çağı ~ Ben Çağı)
Hazırlayan: Adam Curtis (İngiliz belgesel ve film yapımcısı)
Yayın yılı: 2002
Bölümler:
1. Bölüm: Happiness Machines
(Mutluluk Makineleri)
Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/22918234
2. Bölüm: The Engineering of Consent
(Rıza & İkna etme mühendisliği)
Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/23204840
3. Bölüm: There is a Policeman Inside All Our Heads: He Must Be Destroyed
(Herbirimizin kafasının içine birer polis yerleştirilmiş: Bütün bunları kafamızdan kovmalıyız)
Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/23485787
4. Bölüm: Eight People Sipping Wine in Kettering
(Kettering’de şarap yudumlayan sekiz kişi)
İngilizce video:
http://www.dailymotion.com/video/x17b3nc_the-century-of-the-self-eight-people-sipping-wine-in-kettering-4_news
* JONATHAN SWIFT’in 1729’da yazdığı ve günümüze ışık tutmaya devam eden hiciv metni.
18. yüzyıl başlarında Kuzey Avrupa’da iki algı ortaya çıktı:
(a) Halk, sadece ve sadece bir ülkenin zenginlerinden ibarettir.
(b) “Çalışan-emekçi-işçi sınıfa” düşük ücret ödenmesi gayet doğaldır; çünkü ücretler arttırılırsa bu insanlar daha az çalışmaya başlar.
Swift hem bu ekonomik yozlaşmayı gözlemleyerek hem de İrlanda’nın o dönemdeki durumunu temel alarak meşhur hiciv metnini yazar:
“ Mütevazı bir öneri: Çocuklarımızı niçin bir yiyecek olarak zenginlere satmalıyız? ” :
http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=663
* YANKI YAZGAN (prof., psikiyatr) ile Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği Boğaziçi Dergisi’nin Mart 2013’te yaptığı röportaj.
Röportajın tam metni:
http://yankiyazgan.blogspot.com.tr/2013/03/rekabet-yars-vs.html
“Rekabet & Yarış üzerine”:
Röportajdan bir bölüm:
Günümüzde bir başka egemen yaklaşım; “her şey ancak bir işe yarayacaksa öğrenilir, kullanılırlık değeri var ise öğrenilir.”
“Ne işime yarayacak?” sorusu bunu körüklüyor. Bu şekilde düşündüğünüzde, sınav sistemleri vs. rekabetten ziyade “ayıklamacı mantık” var. Toplumda işe yarayanlar ve yaramayanları ayırmak amaçlı bir bakış açısına; biz de ne kadar işe yarar olduğumuzu ispatlamak için bu sınavlara giriyoruz. Hepimiz girdik. Çoğumuz iyi puanlar aldı. İşe yarayanlar arasında yer alan birisi olduğumuz için, kazananlar grubundayız. Bunun rahatlığıyla konuşabiliyoruz. En azından kazananlara karşı bir kıskançlıktan konuştuğumuz söylenemez.
Her şeyin kazanmak ve kaybetmekten ibaret görüldüğü, kaybetmenin bir felaket sayıldığı bir durumda insanlar kaybetmeye tahammülsüz hale geliyorlar, kaybetmeyi dünyanın sonu gibi yaşayabiliyorlar.
Günümüzdeki sosyo-ekonomik düzen bizi birbirimizin önüne geçmeye teşvik edici ya da tahrik edici bir şekilde işliyor olabilir; rekabet denilince ilk aklımıza gelenin başka birilerinin sırtına, omzuna basarak yükselmeye benzer bir durum olması biraz bundan.
Oysa, spordan örnek alırsak, rekabetin ilkesi olarak belden aşağıya vurmamak, başka birisi zayıf düştüğünde üstünlüğü o anda ele geçirmek için uğraşmamak, yerdekine vurmamak ya da boş kaleye gol atmamak gibi bazı centilmenlik ilkeleri var.
Kıyasıya, öldüresiye, yok edesiye olan bir rekabetten bahsediyorsak, bunun insanlarda zamanla-ağır ağır meydana getireceği bir değişimden ziyade; insanların önemli bir bölümünü bu rekabete girmek zorunda hissettiren, insanı bu yönde iteleyen bir sosyal düzenden de söz etmeliyiz.
Diğer yandan, “düzen” eleştirisi yapmadan önce şu soruyu sorabiliriz: Bu rekabete girmek zorunda mıyız? Kendimize başka bir yol bulmak, bize önerilen kaynaklar ve erişim yolları dışında dünyada var olmanın yollarını aramak çok mu zor?
Çoğu kişi bu soruyu kendisine sormadığı için mevcut itiş kakış içerisinden kendisine bir yer açmaya çalışıyor. Bu başka yolları arayanlara; gerçekçi olmayan, ütopik, romantik denilebilir; zira ütopik ya da romantik olarak yaftalanan arayışlar hemen o anda bir tatmin yaratmaz, arzunun hemen doyurulmasından öte bir arayış içinde olmayı, beklemeyi, yokluğa ya da darlıklara dayanabilmeyi gerektirir.
Biz ise hem HEMEN istiyoruz, hem de HEPSİNİ istiyoruz. Hemen ve hepsini elde etmek için, pek centilmence olmayan, kuralların sıkça bozulduğu, koşulların kendinize doğru büküldüğü, güçlünün haklı olduğu bir rekabet ortamına dalıyoruz.
“Ben neyim ve benim sınırlarım nereden geçiyor?” Güvenin belirleyicisi biraz da bu sorunun yanıtında. Ama biraz önce konuştuğumuz rekabet türü; açık vermemek, zayıf gözükmemek, daha aşağıdaymış hissi uyandırmamak üzerine bir kültür ve davranış silsilesi oluşturduğu için sınırlarımızı bırakın başkalarına belli etmeyi, kendimiz bile öğrenmek istemiyoruz. Dolayısıyla “sınırsız ve müthiş gücü olan birisi izlenimi vermek makbul olandır” algısı maalesef yaygın.
Reklamlarda, iş başvurularında, CV’lerde, herkes neyi ne kadar müthiş ve mükemmel yaptığını gösterme çabasında.
Hiç mi başarısız olmuyorsunuz, hiç mi bir şeyinizin işe yaramadığı olmuyor? Hayat; S.W.O.T.* analizinden ibaret değil! O nedenle, en çok satan kitaplar başarı öyküleri; en çok okunan, dinlenen gurular, konferansçılar nasıl müthiş şeyler yarattıklarını anlatıyorlar devamlı. Böyle bir “güven enflasyonu!” söz konusu.
(*S.W.O.T.: Strengths, Weaknesses, Opportunities, Threats ~ G.Z.F.T.: Güçlü yönler, Zayıf yönler, Fırsatlar, Tehditler. – Bu analiz özel sektörün birçok alanında fakat yoğunlukla “İnsan Kaynakları [İK]” birimleri tarafından; iş başvurularını değerlendirme sürecinde, mülakata katılan adayın/adayların yetkinliklerini test edebilmek için kullanılır. Analiz ile ilgili işe alım sürecini de kapsayacak şekilde; şirket içindeki her kademede “çalışanların kapasitelerini geliştirmek ve motivasyonlarını yükseltmek!” cümlesi de yine İK birimleri tarafından sık sık söylenmekte!)
O nedenle rekabet başlığı altında; kazanmak için her şeyi mübah gören anlayış bizim ruhlarımızı kemiriyor ve zehirliyor. Hepimiz belki de istemediğimiz tipte insanlar oluyoruz. Sonra da, 50-55 yaşına gelince, Budist tapınaklarına gidip veya başka dinsel arınma gelenekleriyle; “rekabetten uzak” bir köyde küçük bir çiftlik sahibi olmak için çırpınarak bugüne kadar yaşadıklarımızdan kurtulmaya çalışıyoruz!
Hayatı bu şekilde yaşamaya nereye kadar devam edebiliriz ?!
PATERNALİZM,
SEÇİM,
OY KULLANMAK!
“SEÇİM ÖZGÜRLÜĞÜ” GİBİ BİR KAVRAMDAN BAHSEDİLEMEZ; ZİRA ÖZGÜRCE OY KULLANMA YETİSİNE SAHİP OLDUĞUNU SANDIĞIMIZ TOPLUM, REJİM TARAFINDAN OLABİLDİĞİNCE HİPNOTİZE EDİLMİŞ VE SİSTEMİN ÇİZDİĞİ SINIRLARIN DIŞINA ÇIKMAYI AKLINDAN BİLE GEÇİREMEZ HALE GETİRİLMİŞTİR!
Yazan: Serhat Halis
Tarih: 31 Mayıs 2015
“Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi; yasaklanırdı!”
—Emma Goldman—
Paternalizm; başta toplum yönetimi olmak üzere uzmanlık gerektirecek meselelerde kararları, ilgili hususta uzmanlığı ya da belirli bir birikimi olan kişilerin vermesi gerektiğini ileri süren tutarlı mantığıyla, Sokrates ve Eflatun felsefelerinin politik alana bıraktığı en “kıymetli” miras. “Eski Yunan”dan kalmış bir başka miras ise, bugün politik ve sosyal hayatı dizayn eden mekanizmanın en önemli lokomotifi olan “demokrasi“.
Demokrasinin güneş yüzü gördüğü ilk andan günümüze değin özünde ve biçiminde belirli değişiklikler olsa da, kitle bilincini bulandırmak yönündeki esası, kendisini hâlâ korumaktadır. Şöyle ki:
Demokrasinin bize eşitlik ve özgürlüğün garantörü ve onun bir tecellisi olarak sunduğu seçim/parlamento girdabı, bağrında üç yanılgılı bir önerme taşıyor:
1) Seçimde oy kullanan seçmenin tercihlerinin esasen egemen aklın ideolojik propaganda bombardımanı altında şekillenmiş zihinlerin ürünü olduğu gerçeğini kamufle edip, her bireyin özgürce karar verdiği yönündeki yanılgılı salınım.
2) Seçimin, yaşanan toplumsal sıkıntıları ortadan kaldırmak ve yaşanılası bir “yeni hayat“ı yaratmak için biricik çözüm yöntemi olduğu yönündeki yanılgılı salınım.
3) Toplumun yönetimi ve hayatın düzenli ve müreffeh organizasyonu için gerekli olan kararda, her bir bireyin eşit rey hakkına sahip olduğu gerekçesinden hareketle, seçim ve demokrasinin bir eşitlik düzeni olduğu yönündeki yanılgılı salınım.
“Herkesin eşit oy hakkına sahip olması” söylemi, kof bir retorikten öte bir şey değildir zannımca. Bu sebeple, bu retoriğin sahibi olan demokrasi, kofun eşitliğinden başka hiçbir kıymet-i harbiye taşımaz nazarımda.
İçi doldurulmamış bir “eşitlik”, demokrasinin en güçlü silahıdır. Demokrasi denen şey de kapitalizmin en güçlü silahıysa -ki tam olarak öyledir-; denebilir ki demokrasi, kapitalizmin halkın eline tutuşturduğu bir oyuncaktan öte bir şey değildir. Hem de halkın oynamaktan en çok haz aldığı oyuncak.
Demokrasi bugün kendisini, “seçim özgürlüğü” ve “oy kullanma eşitliği” gibi argümanlar üzerine inşa etmiştir. Oysa, demokrasi ve parlamento tarihi bize öğretmiştir ki ne seçim denen şey tam anlamıyla bir özgürlüktür, ne de oy kullanma denen şey tam anlamıyla bir eşitliktir.
“Seçim özgürlüğü” gibi bir kavramdan bahsedilemez; zira özgürce oy kullanma yetisine sahip olduğunu sandığımız toplum, rejim tarafından olabildiğince hipnotize edilmiş ve sistemin çizdiği sınırların dışına çıkmayı aklından bile geçiremez hâle getirilmiştir.
Zaten doğal yapısı gereği “geri” bir unsur olan halkın “bilinç damarlarına”, devletin güdümünde hareket etmesi için “düzene sadık olma” aşısı enjekte edilmiştir. Çok yoğun bir bilinçsizleştirme politikasına ve devletin “tılsımlı” asimilasyonuna tabi tutulmuş olan halkın yapacağı seçimin özgür olduğundan bahsetmek, tutarlı bir tarih ve sınıf ilişkileri ağına dair analizden yoksun olmakla açıklanabilir ancak.
Egemen sınıfın aracı olan devletin ideolojik propaganda aygıtları ve baskı mekanizmaları tarafından tarumar edilmiş ve alabildiğine egemen aklın çıkarlarına göre hareket etmeye güdümlenmiş bir toplumsal bilincin verdiği kararlara güvenmek ve bu kararlara “saygı duymak” demek olan demokrasi ve seçim, çok açık ki hakim sınıfların “yığınları uyutma organizasyonu”dur.
Daha açık bir ifadeyle; demokrasi/seçim bir illüzyon, bir sanıdır. Halkın kendi kendini yönettiğini sanmasına “demokrasi” diyoruz.
Oy kullanma denen şeyin eşitliğinden bahsetmek ve buna güzellemeler dizmek, eşitliği hayvan yarışlarında koşulların eşitlenmesi olarak algılayan statik zihnin lafazanlığından başka bir şey değildir. Zaten seçimi ve oy kullanmayı bir yarışa benzeten egemen akıl da, at yarışlarında atın sırtına binip gerek gördüğü zaman beygiri kamçılayan güç pozisyonundadır.
Bir yarışta koşulların eşitliği, o yarışı eşit ve objektif kılmaz. Daha doğrusu, o eşitliği sağlayacak şey, sadece katedilecek mesafenin aynı olması ve yarışçıların başlama çizgisindeki eşitlikleri vb. değildir.
Yarıştaki eşitlik, aynı zamanda, yarışa katılanlar arasındaki denklikle mümkündür. Böylesi bir denklikten yoksun yarışlar, ister oy kullanmak ve seçim isterse de koşmak olsun, hiçbir şekilde eşit değildir. Zira eşitlik, tüm nesnel ve öznel koşulların denklendiği düzlemin adıdır.
Mesela bir at yarışında yarışa katılan atlardan birisinin üç ayaklı oluşu -yani yarışçılar arasında tutarlı bir denkliğin olmayışı-, bu yarışı, eşitsizlik üzerine kurulu bir yarışa çevirir.
Özneyi, olayı ve olguyu oluşturan arka plan, geçmiş ve şu an dâhil tüm nesnel ve öznel koşulları eşitlemeden ve buna dair veri oluşturmadan, sadece ‘an’a ve spesifik bir alana ilişkin nesnel zemin yaratılarak eşit bir zemin oluşturulamaz.
Öznenin tüm “background”u ile “an”daki öznel durumu değerlendirilmeden ve yarışçılar ya da oy kullanıcılar arasında bir denklik oluşturulmadan, eşitlikçi bir yarış sağlanamaz. Oy kullanmak da dâhil olmak üzere bir yarış, ancak denkler arasında olursa eşitlikçidir.
Bu söylenenlerden hareketle diyoruz ki: “Demokrasilerde oy kullananların oylarının eş değerde olması, sanılanın aksine tam bir eşitsizlik “şaheseridir”.”
Toplum yönetimine dair hiçbir birikimi, deneyimi, öngörüsü, bilinci ve tutarlı fikri olmayan birey ile bu alana ilişkin çok daha fazla birikime sahip olan bir bireyin oy değerlerinin denk olması, başlı başına bir hak gaspıdır; eşitsizliktir.
Bilgi, birikim, bilinç, deneyim, öngörü ve hatta zekâ hususlarında denk olmayan bireylerin, toplumun nasıl yönetileceğine dair karar verme hususunda denk sayılmaları; yeryüzünün kendini en iyi kamufle etmiş, en derin eşitsizliğidir. Demokrasi ve seçim, bu anlamıyla, yeryüzünün en büyük eşitsizliklerini yaşamın en ileri eşitlik sistemi gibi gösterme başarısına sahip olan en yalancı rejimin adıdır.
Bir televizyon spikerinin sokaktaki vatandaşa sorduğu “Türkiye hangi yarım kürededir?” sorusuna “Türkiye orta yarım kürededir.” diyen yüksek “bilgi” ürünü bir çoğunluktan oluşan toplumun, toplumsal hayatın idaresi noktasında oy kullanarak söz sahibi olması ve bu çoğunluğun kullandığı oyun, bahsi geçen hususta belirli bir uzmanlığa ve birikime sahip bireylerinki ile aynı değerde sayılması, eşitliğin değil; tam anlamıyla bir eşitsizliğin göstergesidir.
Sanata, edebiyata, felsefeye, bilime, politikaya, tarihe, toplum yönetimine ilişkin bilgi birikimine sahip bir kişi ile hayatında hiç kitap okumamış, sadece futbola dair fikir beyan edebilen, ortaokul üçüncü sınıf zekâsıyla konuşup dinleyenleri ‘’Ulan, tüm memleket böyle mi acaba?’’ şaşkınlığına sevk eden bir kişinin, toplumsal yaşamın idaresi ve kendi geleceğimizin inşası konusunda eş değer oy ve söz hakkına sahip olması, dolayısıyla da geleceğimiz üzerine karar verme kudretine ve olanağına aynı ölçüde haiz olması, ancak demokrasilerde görülebilecek bir durumdur.
Bu durum; doğru kararlar verme ihtimali yüksek olan insanları, yanlış kararlar verme ihtimali yüksek olan insanlara kurban etmekten öte bir şey değildir.
Deprem mühendislerinin bir binanın yıkılıp yıkılmayacağına dair verecekleri karara, o binanın altında yer alan bakkal dükkânını işleten amcanın da eş değerde bir oyla ya da sözlü-yazılı-fiilî bir müdahaleyle dahil olması gibi tehlikeli bir durumdur bu aynı zamanda.
Düzen tarafından hipnotize edilmiş ve egemen akıl tarafından istendiği gibi şekil verilebilecek bir “oyun hamuru” hâline getirilmiş olan halkın kullanacağı oylarla vuku bulacak bir seçim, aslında “-miş gibi” yapılan bir oyundan ibarettir. Tam da bu nedenle, “Halkın idaresi, halkın iradesine bırakılamaz.” diyoruz.
Son söyleyeceklerimiz, düzen tarafından “sevgi yumağı” kıvamına getirilmiş yeni tasarım “solculara” çok can sıkıcı gelecektir; ama sanırım entelektüel mayayla yoğrulmuş ilerici/devrimci paternalizm, bu hususta tutulması gereken ana halka olma niteliğini sürdürüyor!
http://gezite.org/paternalizm-secim-ve-oy-kullanmak/
Ahmet bu konuda haklı bence. Bazı Anarşistler ve Troçkistler (Marksist Tutum, Küçükaydın gibi) oy vermeyi savunurken, mesela Kurtuluş Cephesi bu konudaki tavizsiz tutumuyla onlardan ileridedir. Oy vermeyi savunan sol, bu konuda bağımsızlıkçı Kürtlerin hatta radikal İslamcıların bile gerisine düşmüştür.
Genelde doğru.
Özelde yanlış.
“HDP’YE OY VERELİM” ÇAĞRISI DOĞRU OLMAKLA BİRLİKTE; HDP İÇİNDEKİ “KAPİTALİST HİZBE” DİKKAT EDİLMELİDİR! BU HİZBİN EN ÖNEMLİ TEMSİLCİLERİNDEN BİRİ “ALTAN TAM” İSİMLİ KİŞİ; “LİBERAL İKTİSAT POLİTİKALARI”NIN SAVUNULMASI GEREKTİĞİNİ HER FIRSATTA YİNELER!
“CHP” İSE ARTIK BİR PROJE PARTİSİDİR! (“PARALEL YAPI” SAÇMALIĞINI HARİÇ TUTARAK UYARIYORUM!)
“SELİN SAYEK BÖKE” VE “KEMAL DERVİŞ” İSİMLİ ŞAHISLAR; TAM MANASIYLA BİR KAPİTALİSTTİR! ÖZELLİKLE BU İKİ İSMİN NİÇİN ISRARLA “MEHMET ŞİMŞEK” VE “ALİ BABACAN” İSİMLERİNİ ÖVDÜĞÜ UNUTULMAMALIDIR!
Bayram değil seyran değil “Kemal Derviş” beni niye öptü!
Yazan: Ahmet Müfit
Tarih: 31 Mayıs 2015
Neo-liberalizmin yani ekonomik ve siyasi bağımlılığın kurumsallaştırılmasına yönelik olarak, 90’lı yıllarda Doğu Bloğu ülkelerinde gerçekleştirilen Dünya Bankası operasyonlarının başındaki isim olarak kazandığı tecrübeyle, 2001 krizi sonrası, ülkemiz ekonomi ve siyasi yapısının benzer şekilde dönüştürülmesi görevini yerine getirmek üzere Türk siyasi hayatına paraşütle indirildi. Kemal Derviş’den bahsettiğimizi anlamışsınızdır. Derviş’in, o tarihten bu güne, hassas dönemlerde ülkemize yaptığı ziyaret ve açıklamalardan birini daha izledik geçen hafta içerisinde.
Bu sefer Ahmet Hakan aracılığıyla verdi mesajlarını. Son dönemde yerli yabancı piyasacılardan sıkça duymaya alıştığımız şekilde, AKP Hükümetinin ekonomiden sorumlu kıdemli Başbakan Yardımcısı Babacan ve Maliye Bakanı Şimşek’e övgüler dizerek başladı konuşmasına. En önemli mesajı ise Ahmet Hakan’ın, “Şu anda kriz yaşıyor mu Türkiye?” sorusuna “2001 zamanına benzeyen bir kriz yok ve olmayacak da. Biraz şimdi riske giriyorum. Belki bazı CHP’li dostlarım ‘Nasıl olmayacak Kemal Bey?’ diyecekler ama önümüzde finansal kriz görmüyorum” şeklinde verdiği cevap oldu.
Konuşmasının devamında, “Eğer bir değişiklik olmazsa yavaş büyüme, yavaş büyümeye rağmen oldukça yüksek bir hayat pahalılığı ve enflasyon, işsizliğin yavaş yavaş, hızlı değil yavaş yavaş artması ve dünya yarışında Türkiye’nin yavaş yavaş geride kalınmasını yaşarız” diyerek, “kriz” lafını ağzına almaksızın tam bir ekonomik kriz senaryosu çizdi.
Büyüme düşecek, işsizlik ve enflasyon yani hayat pahalılığı hızla artacak ancak kriz olmayacak. Bir yandan stagflasyonu yani ekonomik krizi tarif edecek diğer yandan, “finansal kriz olmaz” yani ülkeye borç para girişinde sıkıntı yaşanmaz (pahasının yurtdışına daha çok kaynak aktarmak olduğunu söylemeksizin) diyeceksiniz.
Özünde doğru olan ancak sıradan vatandaş tarafından, ilk bakışta çelişkili gibi algılanacak bu iki açıklamanın, Derviş gibi, hassas dönemlerde, hassas bölgelerde, hassas görevleri “başarıyla” yerine getirmiş bir insanın yapabileceği basit bir kavram karışıklığı olarak algılanmasının yanıltıcı olacağını, “ekonomik kriz” yerine “finansal bir kriz” denilerek vatandaş gözünde kriz olmayacak algısının yaratılmaya çalışıldığını söylemeliyiz.
Esas soru ise, Dervişin bu bilinçli yönlendirmeyi, tam da seçimler öncesinde taa ABD’den gelerek niçin yapma gereği duyduğu?
Dervişin bu zahmete girmesinin üç temel nedeni olduğu kanısındayız.
Birinci nedenin, 2001 sonrasında kemdi mimarlığında son şekli verilen, övgüye değer bulduğu Babacan eliyle AKP tarafından tavizsiz şekilde uygulanan neo-liberal ekonomi politikalarını ve bu programın uygulayıcısı siyasileri, kendisinin de açıkça söylediği gibi, yaşanması kaçınılmaz bir ekonomik krizin neden olacağı olumsuz algılardan korumak olduğunu söylemek mümkün.
İkinci neden de en az birincisi kadar önemli. 12 Eylül Özal-Evren darbesiyle başlayan, yerleşmesi için çok “emek” verilen neo-liberal siyasi ve ekonomik bağımlılık projesinin geleceğini tehlikeye atacak, Yunanistan’daki SYRIZA ya da İspanyadaki PADEMOS benzeri sol, ekonomik bağımsızlıkçı çıkışların önünü kesmek.
Üçüncü ve sonuncu neden ise bizce en önemlisi. CHP’ye verilen, AKP’nin ekonomik politikalarını çok fazla eleştirip, kriz var falan demeyin, seçim sonrasında vatandaşa çıkacak acı faturanın sorumluluğunu birlikte üstlenmeniz gerekebilir mesajı.
http://odatv.com/n.php?n=bayram-degil-seyran-degil-demeyin.-dervisin-konusmasinin-3-nedeni-var.-3105151200
Ahmet Müfit’in yazısı çerçevesinde aktarılan uyarıda:
HDP milletvekili adayı “Altan Tan”ın soy adı yanlışlıkla “Tam” olarak yazılmıştır.
Düzeltir, özür dileriz.
HDP’NİN (EĞER TEK BAŞINA İKTİDARA GELİR veya KOALİSYON ORTAĞI OLURSA) UYGULACAĞI EKONOMİ POLİTİKALARI HAKKINDA DETAYLI BİLGİ ALMAK İÇİN ŞU VİDEOYU İZMELEMENİZ TAVSİYE EDİLİR:
HDP İstanbul 2. bölge milletvekili adayı Yrd. Doç. Dr. Sezai Temelli (İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi) anlatıyor:
https://twitter.com/sezaitemelli
http://www.cnbce.com/video/11-de-ekonomi-1252015
“Partimiz yeni bir kamuculuk getiriyor!
Ama ısrarla altını çiziyorum; artık 1960’ların ‘devletçilik’ zihniyeti tarihe karıştı!”
AKP düzenin sadece bir parçasıdır. Bütün partiler, meclis, ordu, yargı, bürokrasi, burjuvazi, devletin para birimleri, okulları, nüfus cüzdanları ve ikametgahları da düzenin diğer araçlarıdır. Bunların hepsini kabul edip AKP’ye karşı mücadele etmek akıntıya kürek çekmektir.
Bunları kabul eden mi vöar. Ama şiu anda bütün bu kurumların kumanda merkezinde AKP var.
Bunları kabul eden var. Örneğin anadilde eğitim ve zorunlu din derslerinin kaldırılması talepleri, kuşkusuz ileri bir adım olsa da, bunu savunanlar aslında zorunlu eğitimi zımnen kabul etmiş oluyorlar.
Ayrıca, düzenin sadece siyasi boyutuna muhalefet ederken ekonomik boyutunu görmezden geliyoruz. İnsanları statükoya bağlayan tüketim ekonomisinin araçları, örneğin bütün şans oyunları, TV’deki gereksiz program ve yarışmalar, futbolun aşırı ticarileştirilmesi gibi. Bazı şeyler de (yiyecek, giyecek, konut, otomobil gibi) ihtiyaç olmasına rağmen israf boyutuna vardırılıyor.
Şu İKTİSAT (EKONOMİ) konusuna kafa yorun diye bağırıyoruz ama tınlayan yok!
Gün Zileli’nin kendisi ve bu siteyi takip edenler,
Fazla değil Eylül 2015’ten itibaren:
Türkiye’nin 1 numaralı gündem maddesi EKONOMİ olacak!
Ne “Kürt sorunu”,
Ne “Suriye’ye müdahale”,
Ne “Fuat Avni’nin kimliğinin ortaya çıkması”,
Ne “Paralel kovboyların kökünün kazınması”,
Ne “Fethullah Gülen’in kendini mehdi ilân etmesi”,
Ne “Gün Zileli’nin ‘Stalinizm’e geri dönmesi”,
Ne “AKP’nin evrim geçirmesi”,
Ne “CHP-B’nin iktidara gelmesi”,
Ne “TÜSİAD’ın ‘fabrika işçilerini’ kızgın kazıklara oturtmaya başlaması”,
Ne “Figen Yüksekdağ & Selahattin Demirtaş’ın başbakan olması”,
Ne “Abdullah Öcalan’ın Kandil’e geri dönmesi”,
Ne “Windows 10 işletim sisteminin 29 Temmuz’da piyasaya sürülmesi”,
Ne “Cem Yılmaz’ın yeni bir stand-up show’la milleti kahkahaya boğması”,
Ne “Hulki Cevizoğlu’nun NTV’de program yapmaya başlaması”,
Ne “Emine Ülker Tarhan’ın CHP-A’ya genel başkan olması”,
Ne “Kemal Kılıçdaroğlu’nun SGK’nın başına geri dönmesi”,
Ne “Devlet Bahçeli’nin ülkü ocaklarının başkanlığına terfi ettirilmesi”,
Ne “Turhan Çömez’in İngilere’den Türkiye’ye dönüp, evrim geçirmiş AKP’nin başına koyulması”,
Ne “Recep Tayyip Erdoğan ve tayfasının Malezya’ya hicret etmesi”
Ve daha da çoğaltılabilecek olaylar;
“EKONOMİ”nin yanında cüce kalacak!
Sizler inatla “antikapitalizm” temelinde yazılar yazmazsanız;
Hoş ama boş romantik “geçmişten geleceğe” güzellemeleri ve hicivleri ile kendinizi kandırmaya devam edeceksiniz!
Derhâl okuyunuz ve öğreniniz:
“Ekonomiyle ilgilenmeyebilirsiniz. Ancak bu sizi ekonomik krizin sonuçlarına maruz kalmaktan muaf kılmaz!
2008 yılında ABD’de patlak veren 21. yüzyılın ilk büyük krizi sadece bir ekonomik daralmaya yol açmadı, birçok ülkede emekçilerin yaşamını alt üst eden reformların uygulanmasına da gerekçe oldu!
Peki:
Kriz esasen neden ortaya çıktı?
Nasıl bir dönemin içinden geçiyoruz?
Türkiye ekonomisinin gidişatı nasıl?
2008’de yıkıma yol açan politika tercihleri birçok ülkede neden halen geçerliliğini koruyor?
2014 ile gelen ekonomik çalkantılar küresel krizin yeni bir dalgası mı?
Yukardaki sorulara ve yüzlercesine 2011’den itibaren Kriz Notları’nda yanıtlar arıyor ve aklımıza gelen notları paylaşıyoruz. Umarız burada paylaştıklarımız, konu hakkındaki daha geniş bir kamusal tartışmanın bir parçası haline gelebilir!”
New York Üniversitesi’nde misafir öğretim görevlisi Ümit Akçay
http://kriznotlari.blogspot.com.tr/
https://twitter.com/umitak
***
Hazine eski müsteşarı, Kadir Has Üniversitesi yarı zamanlı öğretim görevlisi Dr. Mahfi Eğilmez
http://www.mahfiegilmez.com/
***
Erkin Özalp’in yazılarını takip etmek için:
1. http://ilerihaber.org/yazar/erkin-ozalp/
2. http://erkinozalp.blogspot.com.tr/
REFERANSLAR:
KİTAP: “Borç” İlk 5000 Yıl
Yazan: David Graeber (Antropolog ve anarşist)
Çeviren: Muammer Pehlivan
Yayınevi: Everest Yayınları
Adres:
http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1454
KİTAP: Aylak Sınıfın Teorisi
Yazan: Thorstein Veblen (İktisatçı ve sosyolog)
Çevirenler: Zeynep Gültekin & Cumhur Atay
Yayınevi: Babil Yayınları (İstanbul)
Adres:
http://www.kitapyurdu.com/kitap/aylak-sinifin-teorisi/68349.html
KİTAP: “Yabancılaşma” Marx’ın Kapitalist Toplumdaki İnsan Anlayışı
Yazan: Bertell Ollman
Çeviren: Ayşegül Kars
Yayınevi: Yordam Kitap
Adres:
http://www.yordamkitap.com/book.php?bookId=185
KİTAP: İktisat
Yazan: Prof. Dr. Zeynel Dinler
Yayınevi: Ekin Kitabevi Yayınları
Adres:
http://www.kitapyurdu.com/kitap/iktisat/92072.html
KİTAP: İktisada Giriş
Yazan: Prof. Dr. Zeynel Dinler
Yayınevi: Ekin Kitabevi Yayınları
Adres:
http://www.kitapyurdu.com/kitap/iktisada-giris–prof-dr-zeynel-dinler/97370.html
KİTAP: Mikro Ekonomi
Yazan: Prof. Dr. Zeynel Dinler
Yayınevi: Ekin Kitabevi Yayınları
Adres:
http://www.kitapyurdu.com/kitap/mikro-ekonomi/97371.html
KİTAP: Makro Ekonomi “Türkiye’den Örneklerle”
Yazan: Mahfi Eğilmez
Yayınevi: Remzi Kitabevi
Adres:
http://www.remzi.com.tr/kitap.asp?kitapID=2815&anaKategori=128&kategori=244
KİTAP: Makroekonomi
Yazan: N. Gregory Mankiw
Editör: Prof. Dr. Ömer Faruk Çolak
Yayınevi: Efil Yayınevi
Adres:
http://www.efilyayinevi.com/tr/urun/s/33/Makroekonomi/
KİTAP: Makro İktisat ve Yeni Makro İktisat
Yazanlar: Bernhard Felderer & Stefan Homburg
Çevirenler: Prof. Dr. Oğuzhan Altay & Prof. Dr. Osman Aydoğuş
Yayınevi: Efil Yayınevi
Adres:
http://www.efilyayinevi.com/tr/urun/s/97/Makro+Iktisat+ve+Yeni+Makro+Iktisat/
KİTAP: Marx’ın İntikamı
Yazan: Prof. Dr. Meghnad Desai
Çeviren: Dr. Gökçer Özgür
Yayınevi: Efil Yayınevi
Adres:
http://www.efilyayinevi.com/tr/urun/s/98/Marx_in+Intikami/
KİTAP: İktisat Kuramının Geçmişine Bakış
Yazan: Mark Blaug
Yayınevi: Efil Yayınevi
Adres:
http://www.efilyayinevi.com/tr/urun/s/621/Iktisat+Kuraminin+Gecmisine+Bakis/
KİTAP: Milletlerin Zenginliği
Yazan: Adam Smith
Çeviren: Haldun Derin
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Adres:
https://alisveris.iskulturyayinlari.com.tr/tanim.asp?sid=ICQJOHJCQ10SGVOENZJS
KİTAP: Yeni Başlayanlar İçin KAPİTAL
Yazan: Mike Wayne
Çeviren: Ümit Şenesen
Yayınevi: Yordam Kitap
Adres:
http://www.yordamkitap.com/book.php?bookId=221
KİTAP: Kapital “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” – 1. cilt
Yazan: Karl Marx
Çevirenler: Nail Satlıgan & Mehmet Selik
Yayınevi: Yordam Kitap
Adres:
http://www.yordamkitap.com/book.php?bookId=139
KİTAP: Kapital “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” – 2. cilt
Yazan: Karl Marx
Çevirenler: Mehmet Selik
Yayınevi: Yordam Kitap
Adres:
http://www.yordamkitap.com/book.php?bookId=179
KİTAP: Kapital “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” – 3. cilt
Yazan: Karl Marx
Çevirenler: Erkin Özalp & Mehmet Selik
Yayınevi: Yordam Kitap
Adres:
http://www.kitapyurdu.com/kitap/kapital-3-cilt-karton-kapak/369253.html
KİTAP: Teorisyeniniz Devrimciydi “21. Yüzyılda Marksizm ve Sosyalizm”
Yazan: Erkin Özalp
Yayınevi: Yordam Kitap
Kitabı doğrudan indirmek ve okumak için tıklayınız:
http://bit.ly/1AJ8xwA
KİTAP: Puslu Camın Arkasından
Yazan: Sadun Aren
Yayınevi: İmge Kitabevi
Adres:
http://www.imge.com.tr/product_info.php?products_id=60444
Saygılar
http://demirden-kapilar.blogspot.com/2015/06/secimler-chpliler-matematik-ve-tutsak.html
AKP karşıtı modern şehirli kitlenin tüketime dayalı yaşam biçimi değişemeyeceği için statik durumları sürecektir. Bu sanayi toplumu böyle devam ettiği sürece insanlar rahat hayatlarından vazgeçerek hayatlarını bir amaç için mücadeleye adayamazlar.
Kişisel siyasal bir bakış açısı değil yazdıklarım…
Olabilecek olanları kestirmeye çalışıyorum…
**
1. olasılık HDP barajı geçti, RTE’nin hali nicedir?
2. Olasılık…
Aydın Doğan’ın, N. Ilıcak’ın .. militanlaştığı bir ülkedeyiz! Can Dündar mevzusu ortada…
Ve HDP barajı geçmezse, 2. bir Türk-Kürt Modernite devrimi yaşanır mı bu ülkede!!!
RTE’nin hali nicedir..
*
Çok ilginç zamanlara doğru yol alıyoruz?
Sıkı bir hesaplaşma bekliyor ülkeyi…
RTE bu kadar çok cephede savaşabilir mi?
Büyük olasılıkla MİT tırları da uluslararası bir suç!
Hitler o yeraltı sığınağında nasıl da kuşatılmıştı…
http://www.nasname.com/a/bu-pislikler-gercegi-gormeyenlerin-ve-tepkisizlerin-eseridir
(ÖZELLİKLE “KAPİTALİST”) EKONOMİLERDE BİLMENİZ GEREKEN EN BASİT 12 GERÇEK:
1. Bir hükümet harcama yaptığında bunu er ya da geç o ülkenin vatandaşları öder. Bu ödeme; “vergi” gibi açık yollarla ya da “enflasyon” gibi kapalı yollarla olabilir.
2. Çoğu insan kamusal ürün ve hizmetler için başkalarının para ödemesini ister.
3.
“Piyasa”,
“Borsa oyuncularının elindeki bilgilerin toplamından oluştuğu için hisse fiyatları”,
“Faiz oranları”,
Ve “döviz kurlarının hangi yöne hareket edeceği” hakkında tahmin yapmak zordur.
4. Bir neslin, maliyetleri sonraki nesillere aktarması uygulanabilir bir durumdur. ABD’nin “Ulusal Borç ve Sosyal Güvenlik Sistemi”nin yaptığı budur.
5. Arzu edilen çoğu şey uygulanabilir olmayabilir.
6. “Bireyler” ve “toplumlar” karşılıklı ödünler vermek zorunda kalır.
7. Diğer insanlar kendi yetenekleri, çabaları ve tercihleri hakkında sizin sahip olduğunuzdan daha fazla bilgi sahibidir.
8. Sizin yardım etmek istedikleriniz de dahil olmak üzere tüm insanlar teşviklere tepki verir. Bu yüzden sosyal güvenlik programları her zaman istendiği gibi çalışmaz.
9. “Eşitlik” ile “verimlilik” arasında tavizler söz konusudur.
10. Bir oyunda veya ekonomide denge hâli olduğunda insanlar seçimlerinden tatmin olur. İyi niyetli kişilerin dışarıdan gelerek koşulları değiştirmesi bu yüzden zordur.
11. Gelecekte siz de teşviklere tepki vereceksiniz. Bu yüzden de tutmak isteyip tutamayacağınız sözler vereceksiniz. Bir söz vermeden önce, durumlar değiştiği takdirde bu sözü tutup tutamayacağınızı gözden geçirin. Bu şekilde iyi bir üne kavuşabilirsiniz.
12. Hükümetler ve seçmenler de teşviklere tepki verir. Bu yüzdendir ki hükümetler bazen temerrüde düşer veya verdikleri sözleri tutamazlar.
Bunları söyleyen “nobel ödüllü!” iktisatçı Thomas J. Sargent’tir.
http://www.cnbce.com/foto-galeri/ekonomide-bilmeniz-gereken-12-sey/1
“KAPİTALİZM”İN SONU MU GELİYOR?
(Mahfi Eğilmez, Hazine Eski Müsteşarı, 3 Haziran 2015)
KÜRESEL SİSTEMİN İTİCİ GÜCÜ “SERMAYE HAREKETLERİNİN SERBESTLEŞMESİYDİ”
Küreselleşme; sermaye hareketlerinin bütün dünyada serbestleşmesine,
Sermaye hareketlerinin serbestliği de kapitalist sistemin son konjonktürel yükselişine yol açtı.
“Gelişmiş ülkelerde” biriken fazla sermaye; sermaye akımlarının serbestleşmesi sonucunda “gelişme yolundaki ülkeler”e aktı.
Geçmişte; gelişmiş ekonomilerden gelişme yolundaki ekonomilere bu çapta bir kaynak akışı yaşanmamıştı. Bu akımı tetikleyen iki gelişmeden birisi yukarıda değindiğim gibi sermaye hareketlerinin serbest kalmasıdır. İkincisi ise Sovyet blokunun dağılması sonucu bu ekonomilerin kapitalist sermayenin yeni pazarı hâline gelmesidir.
Aşağıdaki grafik çeşitli bölgelerdeki gelişme yolundaki ekonomilere 1980-2009 yılları arasında net sermaye akımlarındaki gelişmeyi gösteriyor:
Tıklayınız:
http://bit.ly/1K9uuqU
(Kaynak:
Atish R. Ghosh, Mahvash Saeed Quereshi,
‘What Drives Surges in Capital Flows’,
26 January 2012, Vox CEPR’s Policy Portal.)
“Küreselleşme” ve “sermaye hareketlerinin serbest kalması” sonrasında gelişme yolundaki ekonomilere doğru yaşanan sermaye akışkanlığı artışı grafikten açıkça görülebiliyor.
Teorik olarak sermaye hareketlerinin serbestliği; “tahsis etkinliğini”, “verimliliği” ve sonuçta “ekonominin büyümesini” artırarak sisteme yararlı olacak bir hamle olarak kabul edilir. Bu yaklaşım ilk bakışta doğru olsa da bu sonucu elde edebilmek için altyapının sağlam olarak hazırlanmış olması gerekir. Eğer altyapı sağlam olarak hazırlanmamışsa bol paranın yaratacağı pek çok sorun ortaya çıkabilir.
Başta “Uzakdoğu ülkeleri” olmak üzere birçok ülke; sermaye akımlarının artmasından yararlanarak “inşaat sektörünü kullanmaya” ve bu yolla ekonomik büyümesini hızlandırmaya yöneldi! Gelişme yolundaki birçok ekonomi gibi Türkiye de bu akıma kendini kaptıran ekonomiler arasında yer aldı!
Bir yandan sermaye akımlarını çekerken bir yandan da inşaat sektörünü kullanarak büyümeyi sağladı. Buna karşılık giderek artan sermaye akımlarının bir gün kesilmesi ya da azalması hâlinde bu bağımlılığın nasıl bir alternatifle dengelenebileceği konusu ihmâl edildi!
2008’DE BAŞLAYAN “KÜRESEL EKONOMİK KRİZDE” ÜÇÜNCÜ AŞAMAYA NE ZAMAN GİRERİZ?
Küresel krizin ABD’de ortaya çıktığı, henüz Avrupa’ya sıçramadığı dönemde yazdığım yazılarımda ve konuşmalarımda küresel krizin üç aşamalı bir kriz olacağı yolundaki öngörümü dile getirdim.
Örneğin:
(23 Ağustos 2011) http://www.radikal.com.tr/yazarlar/mahfi_egilmez/kuresel_krizin_ikinci_asamasi-1060981
(29 Eylül 2011) http://www.radikal.com.tr/yazarlar/mahfi_egilmez/krizin_ucuncu_asamasi-1064748
Bu öngörü çerçevesinde ABD ile başlayan küresel kriz Avrupa’ya yayılacak, oradan da gelişme yolundaki ekonomilere sıçrayacak diye düşünüyordum.
Bu düşüncem zaman içinde doğrulandı:
Küresel kriz ABD’de başladı,
Bir süre sonra oradan Avrupa’ya sıçradı,
Şimdilerde gelişme yolundaki ekonomilere yayılıyor.
Özellikle Çin’de başlayan yavaşlama ve diğer birçok gelişme yolundaki ekonomide ortaya çıkan sıkıntılar bunun en önemli göstergesi.
Küresel krizin gelişme yolundaki ekonomilere sıçrayacağına ilişkin düşüncemin altında:
Yukarıda sözünü ettiğim “yabancı kaynak bağımlılığını dengeleyecek bir çabanın ortaya konulmamış olması”,
Ve 1990’larda başlayan “büyük sermaye akımının artık sonuna geldiğimize ilişkin tahminim” yatıyordu.
Buna karşın sermaye akımları; biraz hız kesse de, gelişmiş ekonomilerin uygulamaya koyduğu parasal genişleme programlarıyla tahminimden daha uzun süre devam etti. Hâlâ da iyi kötü devam ediyor.
Ne var ki bu akımlar sonsuza dek böyle sürmeyecek!
ABD Merkez Bankası “Federal Reserve – FED”in parasal gevşemeye 29 Ekim 2014’te son vermesi,
Ve artık “FED’in faiz artırma aşamasına” gelmiş olması,
Avrupa Merkez Bankası’nın da eninde sonunda aynı noktaya gelecek olması;
Bir süre sonra sermaye akımlarının hızla düşeceği anlamına geliyor.
Zaten son dönemde sermaye akımlarında düşüş eğilimleri ortaya çıkmaya başladı.
Bundan sonraki aşamada likidite akımı:
“Gelişmiş ekonomilerden” → “Gelişme yolundaki ekonomilere” doğru değil;
“Gelişme yolundaki ekonomilerden” → “Gelişmiş ekonomilere” doğru olacak!
İşte o noktaya geldiğimizde de küresel kriz üçüncü aşamasına geçmiş,
Ve “gelişme yolundaki ekonomilerin krizi” başlamış olacak!
PEKİ BU “ÜÇÜNCÜ AŞAMA”;
DÖNGÜSEL BİR KRİZE YOL AÇARAK KAPİTALİZMİN SONUNU GETİREBİLİR Mİ?
ABD ve Avrupa; küresel ekonominin yaklaşık beşte ikisi büyüklüğünü oluşturuyorlar.
İkisi aynı anda krize girmiş olsaydı; başlamasına sebep oldukları krizin büyüklüğü küresel sistemde çok daha büyük bir depreme yol açacaktı. Ama öyle olmadı.
ABD toparlanmaya geçtiğinde Avrupa krizi başladı. Dolayısıyla küresel sistemde etkiler beşte bir ile sınırlı kaldı.
Buna karşılık; “gelişme yolundaki ekonomiler” küresel ekonomide, sistemin yarısı dolayında bir ağırlığa sahipler. Dolayısıyla bunlarda çıkacak bir kriz; ABD ve Avrupa’nın yaratabileceği krizin toplamından çok daha ağır hasarlar yaratabilir ve bu çapta bir kriz dönüp yeniden ABD ve Avrupa krizi yaratarak kriz döngüsünü yeniden başlatabilir.
Aşağıdaki şema; küresel krizin döngüsel bir görünüm alması hâlinde ortaya çıkacak durumu anlatıyor:
Tıklayınız:
http://bit.ly/1Q6Dy4N
Eğer gidişat şemada gösterdiğim gibi olur ve “gelişmekte olan ekonomilere” sıçrayacağını düşündüğüm küresel kriz o aşamada durdurulamazsa bu kez en başa dönerek krizi en baştan tetikleyecek konuma gelebilir! Ve eğer bu tür bir durum yaşanırsa; tarihte ilk kez bir krizin “kriz kısır döngüsü” yaratarak sürgit devam ettiğini görebiliriz!
Kapitalizm; ekonomik sistemler içinde en esnek, en uyumlu olanıdır. Öylesine uyumludur ki; kriz hâlinde dönüp “sosyalizmin yöntemlerini bile” kendine monte edebilmektedir!
Kapitalizm bugüne kadar irili ufaklı bütün krizleri bu esnek ve uyumlu yapısı sayesinde atlatmayı başardı.
Ama unutmamak gerekir ki:
Önceki krizlerin hiçbiri küresel kriz değildi! Çünkü kapitalizm, 2000’ler öncesinde küresel bir sistem değildi. O nedenle de eski krizler “küresel döngü yaratmadan” çözümlenebiliyordu. Kapitalizmin krizinden etkilenmeyen ya da daha az etkilenen ekonomiler vardı. Örneğin şemada yer alan bazı Avrupa ekonomileri, bazı Asya ve Uzakdoğu ekonomileri kapitalist sisteme entegre değildi. Dolayısıyla krizin ucu oralara gelip kalıyor, devre tamamlanamıyordu.
Bugün ise “kapitalizm” artık küresel bir sistem; yani bütün ekonomiler “devrenin parçaları olarak” yer alıyorlar. Kapitalizmin artık bütün dünyayı kapsaması, devre dışında kalıp da krizi dengeleyebilecek ekonomi bulunmadığını bize gösteriyor. İşte bu yüzden; küresel kriz bir “döngüsel krize” dönüşebilme potansiyeline sahip gibi gözüküyor. Eğer böyle bir “döngüsel krize dönüşürse”; içinden çıkılmaz bir hâl alabilir.
Büyüdükçe,
Yaygınlaştıkça esnekliğini kaybeden “kapitalizm”;
İlk kez çökme olasılığına yakın bir görünüm içinde bulunuyor.
http://www.mahfiegilmez.com/2015/06/kapitalizmin-sonu-mu-geliyor.html
Yukarıda Mahfi Eğilmez’in yazısına cevap verelim:
Kapitalizm bitiyor!
Yeni bir akım geliyor: COMOLOKKOİZM!
Her yer “tikky” insanlarla dolacak!
Her yer “AVM” ile dolacak!
7264 yıllık birkaç tane çınar ağacının dışı çelik-metalle kaplanıp, gelecek kuşaklara numune kalması manâsında korumaya alınıp; AVM’lerin ortasındaki açıklıklarda sergilenecek!
Dünyayı CEO’lar yönetecek!
İktisatçılar, CEO’ların başdanışmanları olacak!
Mars’ta inşa edilecek üslere:
M.B.A. yapmış,
En az 7 yabancı dil bilen,
Comolokkoizmden başka bir hayatı bilmeyen,
5 adet mobil cihazı aynı anda kullanma meziyetine sahip,
Prezentabl özellikleri yüksek,
Steve Jobs, Bill Gates, Elon Musk ve Mark Zuckerberg’i peygamer kabul eden,
“Beyaz” dışındaki her yakaya düşmanca bakan,
Küçük haplara sıkıştırılmış nutrientlerle sıvı & gıda ihtiyacını karşılayabilen;
Sadece ama sadece “tikky” insanlara özel turistik seyahatler düzenlenecek!
Biz “normal” insanlar mı?
Dünya gezegeninde:
Hektarlarca alana yayılmış steril tarım bölgelerinde yetiştirilen maddelere mineral sağlamak için;
Vücudumuz özel işlemlerden geçirilecek,
Ve hayatımız yukarıda yazılan “küçük haplar” içinde “tikky” insanların hizmetine sunulacak!
Bütün bu okuduklarınız saçma mı?
Ne yazık ki değil!
Kanıt mı istiyorsunuz:
13 Mayıs 2014 SOMA cinayeti !
7 Eylül 2014 Mecidiyeköy asansör cinayeti !
28 Ekim 2014 Ermenek cinayeti !
Nisan 2015 Akdeniz açıklarında “hayatını kaybeden” 700’ün üzerinde “kaçak insan” !
Daha fazla kanıt okumak isterseniz Gün Bey’in sitesine yazmak değil; internet yetmez!
Reformist kafali solcunun secimlerdeki durumu, mart ayindaki disi kediye benzer.. Mutlaka vermelidir mutlaka birine vermelidir…
https://eksisozluk.com/entry/25901582
Olabilir ama kullandığınız dil fazlasıyla maço. Kimse kimseye vermez. Herkes birbirinden alır. Vermek olarak gören sadece maço zihniyetidir.
http://marksist.net/levent-toprak/2015-genel-secimlerinin-siyasal-baglami.htm
http://marksist.net/okurlarimizdan/7-haziran-secimlerinde-neden-hdp-desteklenmeli.htm
Hükümetler ve partiler sistemin basit bir icra organıdır, gelip geçicidir. Beyaz Ya(la)kalar ise kalıcıdır. Bu iktidar döneminde bütün dünyada olduğu gibi büyüme yaşamışlardır.
Bütün ülke homojen bir bütünmüş gibi her yerde AKP-RTE diktatörlüğünden söz ediliyor.
AKP-RTE düşmanlığının egemen olduğu bir yerde yaşıyorum. Burada iktidarın baskısını değil, Kemalist devletçi, aşırı milliyetçi kitlenin mahalle baskısını yaşıyorum. Hiç AKP’li bile yok çevremde – AKP’ye oy vermiş bir eski TKP’li hariç.
Hangi ülkedesiniz?
Ne demek hangi ülkedesiniz? Tabii ki Türkiye’de. Ama aslında sorunuz doğru. Fanatik Kemalizm ve AKP düşmanlığı bakımından İzmir adeta başka bir ülke.
Bu parça da daha iyi gelecek hayal edenlere gelsin:
https://www.youtube.com/watch?v=rEgRzLXqWUI&feature=share
AKP düşmanlığını katmasanız size katılabilirdim. Eğer AKP düşmanıysa aferim İzmir’e.
Kemalist Devletçi, aşırı milliyetçi kitlenin mahalle baskısı.. nı yaşamak…
bu baskı yanlıştır, faşizandır.. Tamam…
ama ülke topraklarının % 99’u AKP faşizminin hükmünde! Siz bu ülkede o “faşizmden” kaçacak çok yer bulursunuz; ama Gezi İsyanı olmasaydı, o “çocuklar” yapmasaydılar isyanı, istediğiniz olacaktı! O %1 de AKP faşizminin eline geçecek ve sanırım “mutlu” olacaktınız?
Siz ya siyasal, toplumsal ve insanî duygulara çok kör, ya da AKP faşizminin destekçisisiniz.. Demek ki o % 1 lik Seküler Faşizm yerine AKP faşizminin yüzde 100 lük faşizmini tercih ediyorsunuz…
Büyük olasılıkla AKP’nin yağma ekonomisi ile dolaylı da olsa bir bağınız vardır…
http://www.adilmedya.com/turkler-birlesik-haziran-hareketi-baraji-asamiyor-h47783.haber
“Türkler (“Birleşik Haziran Hareketi”) Barajı Aşamıyor”
Zileli’nin kankası Demir Küçükaydın’ın bu rezil ırkçı faşist yazısını da buraya koyalım. bay iron littlehighbrow yalnızca küstahlık yapmakla kalmıyor, aynı zamanda en leşinden kokan milliyetçi. Hadi Zileli çevir şu küstahın tabelasını, “a-Satılıktır, b-Satılmıştır, c-Piyangodan çıkmıştır!”
Demir Küçükaydın’ı ben de eleştiririm ama ona “satılmıştır” levhasını yakıştırmanız tamamen saçmadır. Demir Küçükaydın hiçbir kimseye satılmayacak, karakterli bir insandır. Benim gerçekten satılık Muhsin Kızılkaya, Melih Altıok vb. ile ilgili kullandığım bir tweeti buraya bu noktada taşımanız anlamsız olmuş.
Gün Abi, iyi güzel de, karakterli insan HDP dışındaki partilere oy veren sosyalistleri “Türkler” diye aşağılayarak onlara hakaret eder mi? Bütün doktrinleri bir kenara, sosyalizm,anarşizm merkezlerine insanlığı koymuyorlar mı? Bu tarz ve üslup insanları sadece uzaklaştırmaya yarar..ne iknaya ne de kalp kazanmaya..Hiç bir teori insandan daha değerli değildir. istersen en büyük teorisyen ol istersen bütün marksist literatürü hatmet, nafile…gerçekten yazık! Demek ki bu topraklardan hakikaten aydın çıkmıyor..
Bunu ben de eleştiriyorum ama daıha önce yorum yazan arkadaş, benim Muhsin Kızılkaya ile ilgili söylediğim “satılmıştır” sözcüğünü Demir’e yakıştırmaya kalakışınca buna karşı çıktım. Demir’i dediğin açıdan eleştirmek ayrı bir şeydir, ona böyle yaftalar yakıştırmaya kalkmak ayrı. Demir’i elli yıldır tanırım. Ona “satılmış” diyecek olan birinin karşısına elbette çıkarım. Bir insan karakterli olabilir ama dünyanın en yanlış şeyini savunmasına engel değildir bu.
Daha önce yorum yazan arkadaşın kullandığı sıfat doğru değil…o sıfatı kullanarak tam da üslubunu eleştirdiğimiz kişinin konumuna düşüyor farkında olmadan…karakter konusunda da haklısın abi…yanlış şeyi savunma daha doğru tanımlama…son olarak, Demir insanlara ettiği hakaretlerle ulus teorisinde söylediği onca güzel şeyi sıfırlıyor aslında…ah şu kibir ve ego…
Adam iflah olmaz bir AKP muhibi liberal şimdi ise HDP gemisine yanaşmış. Ne satılık ne de piyangodan çıkmış sadece egoyu patlatmış bir anti-Marksist hepsi o kadar. Vakit kaybı.
Seçim yoluyla “diktatör” deviren ilk ülke biz olacağız desenize. 🙂
Hayır ama seçimler de bir darbe indirmeyi sağlayabilir. Esas 2017 yılı sonbaharında bir halk ayaklanmasıyla devrilecekler.
D. Küçükaydın’ın yazısı çok acıklı!
“Satılmış” değil.. ama sanki bu iyi hazırlanmış.
O “Türkler” dediği kim? BHH, HDP’ye oy vermiyormuş! Nasıl anlamış bunu? BHH’ne katılan, sevinen çok insan ve çevremde MHP’ye oy verebilir dediğim çok insan HDP’ye oy vereceğini söylüyor.
HDP yüzde 10-11 oy alabilir; bunun en az % 4’ü “Türklerden” gelecek.. Ne acı; bu bir faşistik bir söylem değil mi? Türkler, Kürtler…
Bu yazarı izlemediğim için geçmişini bilmiyorum.. ama “konjonktürel” olarak böyle bir yazı yazmak kişiyi çok kuşkulu kılar; “Kimi MHP’liler bu durumu, “HDP’nin barajı geçmesini isteyeceğimi rüyamda görsem inanmazdım” şeklindeki ifade etmişlerdir” yazarak kendi iddiasını neden çürütüyor.
Bu ülkede Türk olmaktan önce hakkaniyet, adalet arayan, Kürtlerin İsyanına gönülden destek vermiş milyonlarca insan var..
D. Küçükaydın’ın bu olguyu inkâr etmekte kişisel bir beklentisi olduğunu düşünmek yanlış değil; böyle bir yazı, bir entelektüel, bir aydını bir sosyalist düşünce sahibi insana değil, bir Kürt Milliyetçisine yakışır…
Aylar önce “barajı geçemez” düşündüğüm HDP için sağımda solumdaki insanları etkilemeye çalışıyorum…
Bu yazı gerçekten kişisel olarak acıklı, içerik olarak utanç duyulacak bir yazı…
“2017 sonbaharı ayaklanma ile devrilecekler…” Abi, bunu tutturursan eğer o zaman “Ulu Şef” olduğunu ben de kabul edeceğim; sevinerek, saygım çoğalarak…
Dilerim aynen gerçekleşir…
Ama daha önce “ince işlerle” halledebilirler..
Sabah radyoda spiker anlatıyor. “Y. Hallaçoğlu RTE’nin yüksek okul diplomasının sahte olduğunu yineliyor… Beni neden mahkemeye vermiyor; versin istiyorum diyormuş.. ”
Mantıklı! Klozet iddiasını mahkemeye veren adam bunu neden vermiyor?
Örneğin araştırılıyor… aaa, sahteymiş gerçekten!” Cumhurbaşkanlığı düşüverir..
Sanırım bu tür yöntemler “egemenler” için daha “sağlıklı!”
” Hayır ama seçimler de bir darbe indirmeyi sağlayabilir. Esas 2017 yılı sonbaharında bir halk ayaklanmasıyla devrilecekler.” Gün
Ah gün hocam ah! Öldüreceksin beni gülmekten. Hâlâ mı ayaklanma, hâlâ mı devirim? 🙂 sen daha bana gezi’den 3 ay sonra hükumetin devrilip devrilmeyeceği ile ilgili girdiğimiz bahsin sözünü tutmadın. Hani bana bira ısmarlayacaktın? 🙂
Neden 2017? Neden sonbahar? Bunları sormuyorum. Şunu soruyorum: bu seçimde hükümet yeterli oyu alamazsa ve düşerse 2015’de “diktatör”den kurtulmuş olacağız. O zaman yine de 2017 sonbaharında ayaklanmamız şart mı, yoksa ayaklanıyor gibi yapsak yeterli olur mu? 🙂
gülmek de devrimci bir eylemdir 🙂
Günün, son yılların, ebedî İktidar politikasının sorusu; acaba
Diyarbakır “hadisesi”, IŞİD şefi, bay Makyavel’in onayı dışında gerçekleştirilmesi mümkün mü?
Şu yazılara ne dersiniz peki sn.Zileli?
http://www.nasname.com/a/kan-kurdlerin-kazanim-entegrasyoncularin
http://www.nasname.com/a/it-dalasinda-hep-kurdler-oluyor
Oylar HDP’ne, Ama…
Garbis Altınoğlu
Üzerinde, 7 Haziran 2015 genel seçimleri kadar yüzde yüze yakın görüş birliği bulunan bir politika konusu bulmak kolay değildir herhalde. Aynı ölçüde olmamakla birlikte, yüzde 10’luk seçim barajını aşabilmesi için oyların HDP’ne verilmesi ve HDP’nin barajı aşmasının sağlanması konusunda da oldukça yaygın bir görüş birliği bulunduğunu söyleyebiliriz.
Kürt ulusal hareketinin, değişik yazılarımda değindiğim kusur ve günahlarına rağmen, bu hareketin damgasını vurduğu ve onun hegemonyası altındaki HDP’nin bu seçimden başarıyla çıkmasını dilememizi gerektirecek bir dizi neden var. Bunlar arasında,
a) AKP’nin yeni bir seçim zaferi elde etmesinin ve bir tek parti-tek adam diktatörlüğü kurmasının önlenmesini,
b) Gerici İslami Ankara rejiminin Rojava’da ve Suriye’de IŞİD vb. çetelere verdiği çok yanlı desteğin önünün kesilmesini,
c) Ulusal özlemleri için uğraş veren Kürt halkı da içinde olmak üzere milyonlarca HDP seçmeninin oyunun boşa gitmemesini ve,
d) Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın emekçi yığınlarının siyasal ve ekonomik taleplerle giriştiği savaşımların ve demokratik hakların alanının genişlemesini sayabiliriz. Bu faktörlerin hepsi de HDP’ne oy verilmesini gerektiriyor. Ancak, birbirlerini etkilemekle ve asla birbirlerinden birer Çin seddiyle ayrılmamış olmakla birlikte bu dört faktörden birincisinin hepsinden önemli olduğunun altını çok kalın bir çizgiyle çizmeliyiz. Neden? Şundan:
Devlet aygıtını büyük ölçüde ele geçirmiş bulunan Erdoğan kliğinin başını çektiği AKP gericiliği, kabaca 12 Eylül 2010 anayasa referandumundan bu yana Türkiye ve Kuzey Kürdistan işçi sınıfı ve halklarının baş düşmanı konumundadır. Bu bakımdan; gerek özelde seçimlere ilişkin taktikler ve gerek genelde anlamda devrimci politika, -2010 öncesinde devlet aygıtına esas itibariyle egemen olan askeri kliğin yerini almış bulunan- bu kliğin baş hedef olmasını gerektiriyordu.
Ne yazık ki pek çok devrimci ve ilerici çevre ve kişi baş düşman konumunu, kabaca 2010’a kadar askeri kliğin, yani Türk genelkurmayı ve ortaklarının işgal ettiğini ve bu tarihten itibaren bu durumun değiştiğini unuttular ya da kavramadılar. Ve onlar işte tam da bu nedenle 2010 referandumunda doğru taktiğin “evet” oyu verilmesi olduğunu da kavramadılar. Kemalistlerin ve ulusalcıların “yetmez, ama evet” olarak nitelenen bu tavra yönelik içi boş yaygaralarına rağmen şunu söyleyebiliriz: AKP hakkında herhangi bir yanılsama beslememek kaydıyla o gün referandumda “evet” oyu vermek doğruydu. Kendi Kemalist ve ulusalcı bakış açıları nedeniyle AKP’ni başından bu yana baş düşman sayan bu bay ve bayanlar doğal olarak, liberal aydınların bu konuya ilişkin yaklaşımıyla Marksist-Leninistlerin yaklaşımı arasındaki ilkesel farkı ve bu farkın ideolojik köklerini kavramaktan acizdiler ve hala da öyledirler.
Burada, HDP’nin önceli olan Barış ve Demokrasi Partisi’nin (=BDP) 12 Eylül 2010 referandumunda takındığı boykot tavrının da hatalı olduğunu ve aşağıda biraz daha detaylı bir biçimde ele alacağım benzer tavırlarla uyum içinde olan bu taktiğin bir “sol” çocukluk hastalığının ürünü olduğunu belirteyim. BDP’nin ardılı HDP benzer bir hatayı, 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de yapacak ve böylelikle R. Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesine dolaylı yoldan destek verecekti. Bunda Kürt ulusal hareketinin; 2012 sonu ve 2013 başında başlatılan sözde barış ve/ ya da çözüm sürecine ilişkin derin yanılsamalarının ve/ ya da tutsak konumda bulunan Öcalan’ın telkinlerinin belirleyici bir rolü olduğunu söyleyebiliriz.
Aslında sadece Kürt ulusal hareketi değil, devrimci ve ilerici çevre ve kişilerin büyük çoğunluğu da 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde doğru taktiğin, CHP ile MHP’nin ortak adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’na oy verilmesini gerektirdiğini anlayamadı ya da anlamak istemedi. O seçimlerde doğru taktik, CHP, MHP ve Ekmeleddin İhsanoğlu hakkında herhangi bir yanılsama beslememek kaydıyla İhsanoğlu’na oy vermeyi gerektiriyordu. Engels, puddingin kanıtının onun yenmesinde olduğunu, yani tüm teorik önerme ve tezlerin pratik alanında sınanmasının gerekli olduğunu söylemişti. Bu çevre ve kişilerin önemli bir çoğunluğu sorunu, “devrimciler gerici bir adaya oy vermez” ya da “iki gerici adaydan biri tercih edilemez” biçiminde özetlenebilecek bir siyasal ilkellik düzeyinde koydu ve ona göre tavır aldı. Gene de, Kürt ulusal hareketi bütün yumurtalarını Erdoğan kliği ve AKP’nin sepetine koymamış, “kaç-Aksaray”daki zalimin cumhurbaşkanı seçilmesine karşı çıkmış, Demirtaş’ı bağımsız cumhurbaşkanı adayı göstermemiş ve CHP ile MHP’nin adayını desteklemiş olsaydı sonuç ve durum bugünkünden farklı olabilirdi.
Artık bugün gelinen noktada 10 Ağustos 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerinden İhsanoğlu’nun zaferle çıkmış olmasının, Türkiye ve Ortadoğu halklarının çıkarları açısından DAHA İYİ ya da aynı anlama gelmek üzere DAHA AZ KÖTÜ olacağını, herhalde konu hakkında düşünen hemen hemen herkes kavramış olmalıdır. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturduğu ve dolayısıyla siyasal iktidarın Erdoğan kliğinin tekelinde OLMADIĞI bir Türkiye DAHA İYİ ya da aynı anlama gelmek üzere DAHA AZ KÖTÜ olacaktı. Böyle bir Türkiye’nin siyasal görünümü bugünkünden daha farklı ve ezilen sınıflar ve Kürt ve Alevi halkları başta gelmek üzere ezilen halkların hak arama savaşımı açısından daha elverişli olacaktı. 28-29 Temmuz 2014 tarih ve “Cumhurbaşkanlığı seçimine doğru” başlıklı yazımda şöyle demiştim:
“Başbakan Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı yarışını yitirmesi AKP diktatörlüğünün yıkılması anlamına gelmeyecektir elbet; ancak böyle bir sonuç siyasal iktidarın tümünün Erdoğan kliğinin elinde toplanmasını engelleyecek, AKP’nin ve egemen sınıfın iç çatışmalarını keskinleştirecek ve ezilen/ sömürülen yığın ve katmanların savaşımının gelişmesi için daha elverişli koşullar yaratacak, onların siyasal öncülerinin manevra alanlarını genişletecektir. Bunun tersi ise, Erdoğan kliğine; Kürt halkı ve ulusal hareketi başta gelmek üzere, işçi sınıfına ve halklara ve demokrasi güçlerine daha pervasız bir tarzda saldırma olanağı verecektir; bu, iş ve kadın cinayetlerini, doğanın ve çevrenin yıkımını, Alevi halkının şeytanlaştırılmasını, kadınların toplumsal yaşamdan daha fazla dışlanmasını, bilim, sanat ve kültüre yönelik saldırıları, toplumsal yaşamın İslamileştirilmesini, sözümona barış sürecinin bir yana tümüyle bir yana bırakılmasını ve Türk ordusunun Rojava devrimine daha pervasız bir tarzda saldırmasını, Türkiye’nin Suriye ve Irak’a üstü örtülü ve açık müdahalesini sürdürmesini vb. onamak anlamına gelecek ve onun Ortadoğu’da yeni askeri maceralara girme ve Irak Şam İslam Devleti, Nusra Cephesi gibi örgütlerin Türkiye’de terör eylemlerine girişme riskini arttıracaktır.”
Tam da burada stratejik alanda sağlam ve katı bir duruştan yana olan Marksist-Leninistlerin, taktiksel alanda neredeyse sınırsız bir esneklikten yana olduğunun anımsatılması gerekiyor. Lenin, her türlü uzlaşmaya karşı çıkan “sol” komünistleri eleştirirken şöyle demişti:
“Devletler arasındaki sıradan savaşlardan yüz kez daha çetin, daha uzun ve daha çapraşık bir savaş olan uluslararası burjuvazinin devrilmesi uğruna savaşa girişmek ve önceden dolambaçlı yollara başvurmayı, (bir anlık olsa bile) düşmanlarımızı bölen çelişkilerden yararlanmayı (geçici olsalar da, pek o kadar güvenilir olmasalar da, sallantılı olsalar da, koşullara bağlı bulunsalar da), olası müttefiklerle anlaşma ve uzlaşmaları reddetmek son derece gülünç bir davranış olmaz mı?” (Komünizmin Çocukluk Hastalığı “Sol”
Komünizm, s. 66)
İşin tuhafı, hem PKK ve hem de Türkiye devrimci hareketinin özellikle HDP içinde yer alan bileşenleri Lenin’in bu söylediğinin neredeyse tam tersini yapıyorlar; onlar, taktiksel alanda görünüşte çoğu zaman sağlam ve katı, yani çok “devrimci” bir duruş sergiler gözükürken stratejik alanda alabildiğine esnek ve gevşek, daha doğrusu ilkesiz ve reformist bir duruş sergiliyorlar. Onlar Öcalan’ın, çeşitli yazılarımda eleştirdiğim tutumunu, yani Kürt ulusal hareketinin Türk gericiliği ile stratejik uzlaşma çizgisini ve onun 1915 Çanakkale savaşını,
1918-22 yılları arasında yürütülen Türk “ulusal kurtuluş” savaşını, 23 Nisan 1920’de kurulan TBMM’ni, Misak-ı Milli’yi savunmasını ve sahiplenmesini vb. asla eleştirmiyorlar; eleştirmek bir yana ALKIŞLIYORLAR. Böylece onlar, Kürt aşiret reislerinin Alpaslan, Yavuz Sultan Selim, II. Abdülhamit, Mustafa Kemal gibi figürlerle bağlaşmasını ve bu bağlaşmanın günümüze uyarlanmasını, yani Kürt halkı ve ulusal hareketinin Türk burjuva devletinin bir yedek gücü ve onun, yeni Osmanlıcı hayallerini gerçekleştirme girişimlerinin bir vurucu gücü haline getirilmesi projesini onaylıyorlar.
Bugün, hem Kürt ulusal hareketi ve hem de onun basit bir uzantısından başka bir şey olmayan ve olamayacak olan HDP, Erdoğan kliğine ve AKP iktidarına karşı daha net bir tutum takınmış gözüküyorlar. Umarım bu daha doğru tutum kalıcı olur. Ama bu doğru tutumu benimsemek için onların bugüne kadar beklemeleri mi gerekiyordu? Bunun olması için onların, 28 Şubat’ta hükümet ve HDP temsilcilerinin yaptıkları ve PKK’nın silah bırakmasını öngören anlaşmayı açıklamalarının ardından Erdoğan’ın çıkıp,
“Kardeşim ne Kürt sorunu? Artık böyle bir şey yok. Neyin eksik senin? Bir Kürt olarak sen bu ülkede cumhurbaşkanı oldun mu? Oldun. Başbakan çıkardın mı? Çıkardın. Bakan çıkardın mı? Çıkardın. Devletin en üst kademelerine yönetici gönderdin mi? Gönderiyor musun? Evet. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde varsın? Ne istiyorsun? Ne istiyorsun? Allah aşkına bizden farklı neyiniz var? Her şeye sahipsiniz” (“Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan: Kardeşim ne Kürt sorunu ya, neyin eksik senin?”, Zaman, 16 Mart 2015) demesini beklemeleri mi gerekiyordu?
Ve bunun olması için onların Erdoğan kliğinin ve onun hegemonyası altındaki Türk ordusunun, Suriye’deki gelişmeleri bahane ederek Rojava’ya askeri müdahalede bulunmak için yığınak yapmalarını beklemeleri gerekiyordu? Bu güçlerin yıllardır IŞİD, Nusra Cephesi ve benzer gerici-İslami çeteler üzerinden Rojava halkı ve devrimine karşı sürdürdükleri savaş, AYNI ZAMANDA PKK’ya ve Türkiye Kürdistanı halkına karşı yürütülmekte olan bir savaş değil miydi? Bu ve benzer soruların yanıtları bellidir.
Kürt ulusal hareketinin yöneticilerinin bütün bu yaşananlardan ve Türk gericiliğine ilişkin yanılsamalarından kurtulmalarını dileyelim.
Evet bu yazı, bütün bu eleştirel gözlemlere rağmen 7 Haziran 2015 milletvekilliği seçimlerinde oyların HDP’ne verilmesi çağrısı yapmaktadır. Ama, Kürt ulusal hareketinin kusur ve günahlarının unutulmaması ve dostça eleştirilmesi/ eleştirilebilmesi kaydıyla.
http://gelawej.net/index.php/yazarlar/garbis-altinoglu/1899-oylar-hdp-ne-ama
Tam tersine, 2010’da doğru tavır “Hayır”dı.
Hayır çıksaydı bugün AKP-RTE diktası yerine askeri vesayet rejiminin diktası devam ederdi.
İki durumda da otoriter rejimde değişiklik olmazdı. Rejimin başındakiler değişirdi sadece.
Bugün AKP’nin otoriterleşmesi nedeniyle referandumda Hayır çıkmalıydı demek biraz şunları demeye benziyor: Abdülhamid devrilmemeliydi, çünkü ardından İttihat ve Terakki diktası geldi – veya Osmanlı saltanatı yıkılmamalıydı, yerine Kemalist diktatörlük geldi. Eğer bu yönetimler değişmeseydi tarih olmazdı. Çünkü tarih değişimdir. Askeri vesayetin yerini AKP’nin alması ilerlemedir demiyorum. Ama tarihin akışını durduramazsınız.
yalnız şu var: referandum vesayet rejiminde değil, AKP diktatörlüğü altında yapılmıştı. sizin verdiğiniz örnekten hareket edersek 1910 yılında İttihat diktatörlüğünde ya da 1930 yılındaki Kemalist diktatörlükte yapılmıştı.
Aslında oy meselesi (birçok kişi gibi beni de) pek ilgilendirmiyor. Ayrıca şu saat itibarıyla bir anlamı da kalmamış durumda.
Üzgünüm ama “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” terimi niye acaba hep aklımı kurcalayıp duruyor?
AKP NATO emrinde, bu güne dek Türkiye siyasetini belirleyen diğerleri gibi işini yapıyor. NATO ne isterse onu yapıyor. 1950’lerden bu yana (aslında 1930’lar da diyebiliriz) Türkiyenin kaderini belirleyen siyasi “kimlikler” gerici, diktatörlük heveslisi, değersiz, zavallı ama aynı zamanda bütün uşaklarda görülen en değerli haslet olan soğukkanlı katil olabilme yetisiyle donanmış, toprak ağaları ve ticaret erbabı yöneti Türkiye’yi. Ecevit dönemlerinde bile.
Ancak bu sahipleri tescilli iktidar düşkünlerinin ortak tek hedefi oldu. Yurtsever, gelecekten (dünyanın da geleceğinden) endişe duyan, bağımsız bir siyaset ve iktisat talep eden, yetişmiş aydınlar. Hedef üniversite gençliği olduysa bundandır. İşçileri sendika ağalarının kıskacına alıp sindirmek (nispeten) kolaydı ama gençlik yemiyordu. Yeni numaralar bulundu. “SAHTE SOL”. Gençliğin arasına pıtrak gibi örgütler ektiler. Ve ne yazık ki hala biçiyorlar.
HDP, KCK, BDP, ve diğer harf kombinasyonları ne ifade ediyor?
Kürt halkını bu daha birçok kılığa bürünmüş, aslında asırlardır (hatta daha Türkler Anadoluya gelmeden de önce,) emekçi Kürt halkını sömüren aileler, aşiretler, kabilelerin süregiden siyasi temsilcileri değil mi?
Kafatasçı, gerici, halkları birbirleri arasındaki anlaşmazlıkları kışkırtıp kaşıyarak birbirine düşman eden emperyalist uşaklarının eline mi terkedeceğiz? Ne Türk milliyetçilerine ne de Kürt milliyetçilerine (hatta Laz, Çerkes, Ermeni, Rum milliyetçilerine) yurdumuzu terkedemeyiz. HDP’ye oy istemek sadece Kürt milliyetçilerine (PKK’ya) oy istemek değildir. Tüm emperyalist uşaklarına oy istemektir. Aldanmayalım.
Kapitalizm çağını çoktan aştık. Artık emperyalizm çağındayız. Halklar kendi kaderlerini tayin etmek istediklerinde ABD başkanı Wilson’un meşhur çağrısını hatırlamalıdırlar. Lenin bu çağrıyı duyamadı. “Halkalar kendi kaderlerini tayin etmelidirler!” Çünkü “ulus devletler” artık başa belaydı ve sosyalist bir kurtuluş çağrısını dahi ulus devletleri parçalamak adına kullanmak mübahtı.
http://www.nasname.com/a/isgal-sandigindan-bagimsiz-kurdistan-ciksin
http://marksist.net/tuncay-alp/metal-direnisini-dogru-anlamak.htm
Sayın Zileli,
Yalçın Küçük hakkındaki görüşleriniz nedir?
Ulusalcı Marksist.
Gün Bey,
Polemik yaratmaya çalışmıyorum, sadece öğrenmek istiyorum.
Kedi ve köpek başta olmak üzere birçok hayvanın vejetaryen gıda ile beslenmesi yönünde taleplerini ileten vejetaryen (ve ‘vegan’) insanlar var.
Hangisi doğru, hangisi yanlış diye keskin bir ayrım minvalinde sorumu sormuyorum.
Böyle bir konu hangi zeminde, dezenformasyona maruz kalmadan görüşülebilir? Kaynaklar nedir?
Ayrıca sizin şahsi görüşleriniz nedir?
KEMALİSTLERİN YAŞADIĞI TRAVMALAR
Başlık yanlış anlaşılmasın.
Bugünkü Kemalistlerin yaşadıklarından ziyade Mustafa Kemal ve arkadaşlarının; Cumhuriyeti kurarken yaşadığı travmalar ve Cumhuriyet sonrası bu travmaların etkileri arasında doğrudan bir ilişki kurmaya çalışacağım.
Mustafa Kemal ve arkadaşları dar bir elit gruptan oluşuyor. Ortak özellikleri şunlar: Hepsi batılı bir eğitim almış, aynı yaş aralığında, Osmanlı hiyerarşisine göre yüksek mesleklere sahipler (askerlik, memurluk, doktorluk gibi). Bir ortak özellikleri de İttihat ve Terakki cemiyetine katılmış idealistler olmaları. Ancak 1908 ihtilalinden sonra cemiyetin ülkeyi kötü duruma sokması bu dar ekip için ilk travmaya sebep oluyor. Cemiyetin ne kadar dengesiz olduğunu gözlemleyen Kemalistler; milli mücadeleyi başlatırken üyesi oldukları cemiyetten destek alıyor fakat karar mekanizmasını cemiyet üzerinden kurmuyor. İşte tam olarak bu yüzden Sivas Kongresi’ni “ulusal kongre” haline getiriyor. Cemiyetin Anadoluda yer alan yeraltı örgütlerini Anadolu direniş noktaları yani Kuva-yi Milliye’nin temeli haline getiriliyor. Çok akıllıca bir hareket olduğunu kabul etmek gerekiyor: Hem bu sayede cemiyet tasfiye ediliyor, hem de yeraltı örgütleri ve silahlı kuvvetler milli mücadele adına Kemalistlerin kontrolü altında bütünlüklü bir ordu haline geliyor.
Kemalistler cemiyeti büyük ölçüde etkisiz bıraktıktan sonra tekrar güçlü bir muhalefet çıkmaması için kurulan ilk meclise tüm toplumsal kesimden temsilci topluyor bu sayede muhalif duruma düşebilecek insanlar Kemalistlerin başlattığı milli mücadelenin taşıyıcısı oluyor. Bu mecliste en sert İttihat subayından en gerici din adamına kadar herkesi bulabilirsiniz. Meclis bu konuda çok yararlı olmasına rağmen mücadeleye zarar verici çatlak sesler engellenemiyor. Sadece politikada da değil; cephede bile mücadeleye hızlı başlayan ama sonra Ankara’ya sırtını dönen komutanlar oluyor. Yaşanan bu olaylar; Kemalistleri muhalefet konusunda daha sert bir tutum almaya itiyor.
Mücadelenin ne zor şartlar altında verildiğine dair uzun uzun ajitasyon yapmaya gerek yok. 1912 yılında 17 milyon insan var ve bunun %25’i kentli, %80’i Müslüman. Savaştan sonra mesela 1932 de 12 milyon insan var ve bunun %18’i kentli ve %98’i Müslüman. Bu istatikler şunu gösteriyor: Gayri-Müslümanlar ve Türk olmayanlara karşı bir asimilasyon politikası izleniyor. Bunun nedeni ise hem bu kesimin yaptığı muhalefet, hem de Türk bilinci altında birleştirilme amacı. Hattâ Fevzi Çakmak Kürt çoğrafyasında millet bilinci oluşmaması için ilginç bir yöntem izliyor. Mesela yol, hastane ve okul yaptırmıyor ki bilinçlenmesin Kürt halkı. Bunun sonucunu 2015 itibariyle gözlemleyebiliriz.
Kemalistlerin korktukları başka bir alan olan “yüksek köylü oranı”nın üstesinden gelebilmek çin kentlileşme hamleleri başlıyor. “Köy Enstitüleri” ve “Halk Evleri” bunun başarılı ve yararlı örnekleridir.
Bu zorluklar ve yukarıdaki yazdığım olaylar sonucunda Kemalistlerin “güvenlik takıntıları” meydana çıkıyor. Açmak gerekirse: Kemalistler kendilerini sürekli ipin ucunda hissediyor. Bunun sonucunda Kemalistler her türlü tehdide radikal bir şekilde yaklaşıyor; kimi zaman başarılı oluyor kimi zamansa başarısız.
Örneklerle başlıyalım:
Kemalistlerin Osmanlı’dan ziyade bugünkü Türkiye sınırlarının dışına dönük siyaset izlememesi güvenlik takıntılarıyla alâkalı. Öncelik zaten zor olan Anadolu kurtuluşunda hattâ İstanbul’un geri alınması hikayeleri eğlenceli ve enteresandır. Bu politika özellikle 1940’larda ve 50’lerde CHP’ye zarar verir çünkü muhalif bu politikanın yanlış olduğunu düşünmektedir.
Güvenlik takıntıları muhalefete karşı ezici bir politika izlemelerine sebep oluyor. Cumhuriyetin kurulmasından çok kısa zaman önce yaşanan Bolşevik devriminin Anadolu üzerinde yaratabileceği etki Kemalistleri korkutuyor. Bunun sonucunda 1920’de kurulan TKP önderi Mustafa Suphi ve arkadaşları öldürülüyor. Kimin öldürdüğü hala net olmamakla beraber “Ankara Hükümeti”nin haberi olmadan öldürülmeleri imkânsız gözüküyor. Kurtuluş Savaşı’nda, emperyalist karşıtlığından dolayı doğal bir dostluk besleyen Sovyetler Kemalistlere yardımda bulunuyor ancak bu politikanın ve olayların ardından Sovyetler ile Türkiye’nin arası açılmaya başlıyor.
Muhalefete karşı korku 1924 Anayasasını şekillendiren en önemli etken oluyor. CHP içerisinde bile eleştirilere; partiye zarar vermediği sürece izin veriliyor. 1924 Anayasası da tek parti ve tek hükümet kurmak zemininin üzerine ilerliyor ancak hiç tahmin etmedikleri bir şekilde çok partili sürece geçince anayasadan “Demokrat Parti (DP)”nin zaferi CHP ve Kemalistleri etkisiz muhalefete sokuyor. Demokrat Parti aslında CHP’nin bir çocuğu oluyor ki bu ayrı bir yazının konusu.
Objektif bakarsak:
Kemalistlerin yaptıkları açıkcası yaşadıkları tecrübeler sonucunda şekilleniyor ve daha farklısını beklemek mümkün gözükmüyor.
Bitirirken fikrimi söyleyeyim:
Günümüzün Kemalistleri 20. yüzyılın başındaki Kemalizmin aynısı ile mücadele etmeye çalışıyor ve bu yüzden eksik kalıyorlar. Hâlbuki konjonktür ve Kemalistleri şekillendiren etkenler de değişti. Bugünkü Kemalistlerin yaşadıkları (ve aşamadıkları) en büyük travma bu.
ONUR ÖZER
4 HAZİRAN 2015
BİLKENT ÜNİVERSİTESİ
http://gencgazete.org/kemalisterin-yasadigi-travmalar/
Sevgili Gün,
1916-34 arasında SSCB’ye karşı mücadele eden “Basmacı Hareketi” vardır, bilirsin. (Rusça: Басмачество, Basmaçestvo / Korbaşılar Hareketi olarak da adlandırılır.)
Bu hareket ile; günümüzde HDP’nin siyaset arenasında, PKK’nın da militer arenada T.C.’ye karşı mücadele yürütmesi düzleminde benzerlik kurabilir miyiz?
ABD’den bir örnek verecek olursak:
Texas bir gün bağımsızlık için ciddi ciddi kalkışırsa, federal hükümete ve U.S. Armed Forces’a karşı mücadeleye girişirse; bu benzerliği günümüz HDP’si ve PKK’sı için kurabilir miyiz?
Seçimde bütün umutlar azami düzeyde gerçekleşti. AKP tek başına hükümet kuramıyor, RTE büyük kaybetti, HDP büyük kazandı, CHP pozisyonunu korudu. Hatta, Sarıgül bile seçilemedi. Olabilecek en büyük zaferle çıkıyoruz. Ne diyorsunuz?
HDP siyasi devrim yapti.
Sol adina son 50 yilin eniyi durumu bu.. Tamda solun silindinmege baslandigi anda
Solun canlanmasidir bu..
Akp yikilmasi vs.önemli degildir..güzel oldu..
47 NUMARALI YORUMDA “EKONOMİZM” UYARISINI YAPAN ARKADAŞIMIZA CEVAP VERMEK İÇİN 7 HAZİRAN 2015 SEÇİMLERİNİN BİTMESİNİ BEKLEDİM.
https://eksisozluk.com/entry/25901582
CEVAP:
Evet, haklısınız; hayatı sadece ama sadece bir pencereden bakarak değerlendirmek, hele hele o pencerenin, kapitalizmin sürekli kafamıza çaktığı “ekonomizm” olması tehlikelidir. Bu önemli hatırlatmayı yaptığınız için teşekkürler.
Bununla birlikte unutulmamalıdır ki; “insan insan olduğundan acıkan karnı doymalıdır, boş laflarla karın doymaz yiyecek ekmek olmalıdır” diye ünlü sözler de vardır!
Sandıkların tamamının açılması ve hangi partinin ne oranda oy aldığı öğrenildikten sonra:
7 HAZİRAN 2015 SAAT 23:30 İTİBARİYLE:
1 ABD DOLARI = 2,7526 TL’YE TIRMANARAK YENİ BİR REKOR KIRDI!
http://www.cnbce.com/haberler/finans/dolar-secim-sonrasi-rekor-kirdi
Bu hatırlatmayı; herhangi bir partinin oy kaybetmesi veya herhangi bir partinin oy kazanması çerçevesinde değil; takip etsek de etmesek de, ekonominin hayatımızda ne kadar büyük bir yer işgal ettiğini ispat etmek için yaptım!
Unutmayınız:
“Türkiye Cumhuriyeti” isimli ülkenin; cari açığı patlamaya hazır bir bomba!
“Türkiye Cumhuriyeti” isimli ülkenin; 1 yıl içinde ödemeye mecbur olduğu dış borcu patlamaya hazır bir bomba!
“Türkiye Cumhuriyeti” isimli ülkenin üretim kapasitesi neredeyse durma noktasına geldi! “Piyasa” dedikleri mekân sadece bankalardan çekilen kredilerin sağladığı kısmi ve uçucu para ile dönüyor, çekler ödenemiyor, üretim için sipariş vermek isteyen artık olmuyor, ödeme yapacak olanlar 2016 ve hattâ 2017’ye kaydırmak için poposundan ter akıtıyor! Orta Anadolu, Akdeniz ve Ege boyunca fabrikalarda kitlesel işten çıkarmalar başladı! Seçim telaşına düştüğünüz için bu haberleri takip edemeyebilirsiniz! Tekirdağ/Çorlu işsizlik konusunda patlamaya hazır bir bomba! İstanbul’daki işçi çıkarımı dalgası da Çerkezköy’den başladı ve hızla yayılıyor!
Ve hattâ Kınalıada’da huysuz huysuz dolaşan Gün Zileli isimli şahsiyet bile elektrik ve internet faturalarını ödeyemeyecek duruma düşmek üzere! Artık evsizlere tahsis edilen, belediyeye ait spor tesislerindeki derme çatma yataklarda Zileli uyumaya çalışırken, bir bardak sıcak çorba götürenimiz olur umarım aramızdan! Şahsen ben gideceğim kendisini ziyaret etmeye!
Bütün bunları hasır altı ederek, bütün bunlara kulağımızı sağır ederek, gözümüzü kör ederek; kaçamayız!
17 Ağustos 1999 depreminden daha da şiddetli yaşayacağımız ekonomik kriz Eylül 2015 itibariyle geliyor! Çünkü o tarihte ABD Merkez Bankası’nin (FED) politika faizini 0;25 baz puan artırma olasılığı artık yükseldi. Bu faiz artışı geldiği an; dünya genelinde ve tabii ki “gelişme yolundaki ülkelerde (Türkiye gibi!)” dolaşan ABD Doları; kendi ülkesine, yani ABD’ye dönecek!
“Likidite bolluğu” denen “sıcak para” muslukları artık kapandı! Damla bile gelmiyor!
“Sıcak para” denen ABD Dolarının vatanına dönmesi, Türkiye’de döviz kıtlığı yaratır, kıt olan şeyin fiyatı artar, Dolar/TL paritesi tarihi zirveleri tam gaz test eder!
ABD Dolarının Türkiye sınırları içinde kalması için, TCMB politika faizini (1 haftalık repo faizi) artırmaya mecbur kalır! Bu durum da ekonomik büyümeyi yavaşlatır, yatırım iştahını azaltır, istihdamı daraltır, işsizliği zıplatır!
Türkiye; sanayi üretimini devam ettirebilmek için ithalat yapmaya mecbur!
İthal ettiği hammadde, yarı-işlenmiş mamul, ara-malı gibi onlarca, yüzlerce materyalin ödemesini “ABD Doları” cinsinden yapıyor! Kur yükseldikçe, bu malların fiyatı otomatik artar! Şirketlerin sırtına ek maliyet yüklenir! Şirketler de bu maliyetleri giderebilmek için; ya işçilerin maaşlarından kesinti yapar, ya da işçi çıkartır!
Burada “ekonomi” isimli alanı sizlere sonuna kadar anlatacak ne zamanım, ne de sayın Zileli’nin yeri var.
Bu nedenle:
Yukarıda bir arkadaşımızın yazdığı kitap isimlerini okumanız ve internet sitelerini takip etmeniz ISRARLA TAVSİYE EDİLİR!
“Ekonomizm” ideolojisinin tuzağına düşmeyelim!
Fakat bunu yaparken “ekonomi”yi yabana atmayalım!
Karl Marx’ı sevmek, ona saygı göstermek zorunda değilsiniz. Ama “Das Kapital”de, özellikle iktisadi saptamalarında ne uyarılar yaptığını öğrenmek, öğrenmekle kalmayıp “uygulamak” zorundasınız!
İlk sırada:
“Mehrwert” & “Surplus value” & “‘Artık değer’ veya ‘Artı değer'” teorisini,
İkinci sırada:
“Arbeitswerttheorie” & “Labor theory of value” & “Emek değer teorisi”ni araştırmanızı öneririm.
Böylece Renault, TOFAŞ, Türk Traktör veya Ford/Otosan emekçilerinin niçin ayaklandığını daha yakınan anlayacaksınız!
Gün Bey; peki siz ne cevap vereceksiniz bu yazılanlara?
vegan sitelerine bakılabilir. Olmayacak şey değildir.
Basmacıları biliyorum. Yoksul köylü hareketi olarak görülebilir, Rus sömürgeciliğine karşı. O anlamda benzetilebilir. Teksas’ı bilemeyeceğim.
Evet. Birazdan yazacağım.
bir cevap vermem gerekiyor mu?
“bir cevap vermem gerekiyor mu?”
sorusunu sormanızın nedeni ne?
yani her şeye cevap veremeyebilirim.
Yukarıdaki ekonomizm savunucularının paylaştığı yazılar bana çok ruhsuz geliyor.
Ekonomik yapı, toplum düzenini doğru anlayabilmek ve bir şeyleri değiştirebilmek için elbette önemlidir.
Burada karşı çıktığım, metanın-malın-mülkün yegâne ana değer olduğu materyalist bir ekonomiciliktir.
Bununla ilgili şu sözler güzel değil mi?
Bilgi maldan hayırlıdır. Bilgi seni korur, sense malı korursun. Mal vermekle azalır, bilgi öğretmekle çoğalır. Bilgi hakimdir, mal mahkum. Bilgi sahibi cömert olur, mal sahibi cimri olur. Bilgi ruhun gıdasıdır, mal cesedin gıdası. Mal uzun zaman sürecinde tükenir, bilgi uzun zaman sürecinde tükenmez ve eksilmez. Bilgi kalbi aydınlatır, mal kalbi katılaştırır. Mal, sahibinin vefatıyla kendisine hizmeti de son bulur, bilgi ise hizmet etmeye devam eder. Mal sahipleri mallarının bitmesiyle güçlerini yitirirler, bilgi ise bitmeyen, sönmeyen bir hazine ve varlıktır. Mal toplayanlar öldüklerinde unutulur, bilgi sahipleri eserleriyle her zaman yaşarlar.
Diktatörlüğe Karşı Direniş Barikatına Bir Taş da Sen Koy!
Yazınızı çok sevdim. Hele ta başta kendi kişisel, özel, günlük, gerçek yaşam dokunma duyuları eklemekle yazınıza canlılık, samimiyet katmanız beni çok etkiledi.
Hayvan sevgisini, gördüğünüz manzarayı, gerçek yaşamı videolara kaydedip zamanımıza egemen imgeciliğe dönüştürmeniz şahane bir fikir. Böylece bilgilerini sadece ve sadece İNTERNET, FACEBOOK, TWITTER, VE YOUTUBE gibi Dünya’ya egemen en BÜYÜK DİKTATÖRLERDEN edinenlere ulaşmanız sizin diyalektik mantığı ne kadar ustaca kullandığınızı gösteriyor. Çok güzel bir kurnazlık!
Tanınmış tanıdıklarınız, geçmişinizi anımsatan olaylar, yazarlar, gazete veya dergi yazarları, sevmediklerinize kısa ve öz trolleriniz, … tweetler-twitler, retweetler-retwitler, facebooklar, CNT-FAI gibi ünlü anarşist örgütleri tanımanız, anarşistlikte tecrübeli biri olarak yandaşlarınızı hafiyelik yapıp trölcüleri bulup çıkarmaya davet etmeniz, … sizin diğer medya artistleri ve ciritcilerinden biri olmadığınızı veya hiç değilse anarşistliğin ne olduğu tanımını (cahillere bir hatırlatma: tanım iç-dış sınırı çizer) yapacak kadar şiddetli bir anarşist olduğunuzu ve dolayısıyla dokunulmazlık kazandığınızı fazlasıyla kanıtlar.
Sanırım siz Uluslar Arası Anarşistler Örgütsüz-Örgütü’nün (UAAÖÖ) Ulusal Anarşist Temsilcisiniz (UAT).
Dünyayı İNTERNET, FACEBOOK, TWITTER, VE YOUTUBE’dan öğrenen ve sadece imgelere bakarlara (bu arapça bir sözcük), kısacası burjuva ruhunun en önemli olanı satıhta kalmayı tam benimsemiş olanlara bir hatırlatma.
Tüm canlılara saygıya birçok dinde ve devrimcilerde rastlanır. Örneğin, Hinduizm, Jainizm, Budizm, Orfeizm, … mistikler. İslam’da basit bir örnek: bir “efsaneye “göre, hayvanlarla çevrili Rābi’a ile ona yaklaşan sufi Hassan al-Basrî arasında geçenler. Bilgilerini İNTERNET, FACEBOOK, TWITTER, VE YOUTUBE’dan alanlar bunları benden çok daha iyi bilmeli.
Ne yazık ki, bu hatta taş devrinde taş üzerlerinde bile rastlanan “dinsel” eğilim, modern insanlarda bu kişiselleştirilir, bireycilleştirilir, duygulanma, hislenme, temizlik, beden ve ruh sağlığına erişme yöntemi olur. Ve nihayet tam modern olur, yani ticareti yapılır. Daha da kötüsü, modernler bu yeni dine, twitli-facebooklu anlamsız bir dünyada yaşadıkları ve özellikle cahil oldukları için için daha da büyük şiddetle sarılırlar.
İşte bu cahilliğe bir örnek:
“Eğer vazgeçerse bir din, bir tarikat durumuna düşer. Oysa anarşizm, canlı, toplumla güçlü bağları olan bir düşüncedir. Toplumun ruh halinden, insanların somut hayatlarından kopmamaya özen gösterir.”
Herkesin bildiği gibi din ve tarikatler insan tarihinde, insanların hücrelerine kadar giren inançlarında, insanları biçimlendirmede, toplumun ruhuna hitap etmede, toplumla güç bağları içinde olmada, çok az bir rol oynadılar. Batı, burjuva devrimiyle bu eski püskü din ve tarikatlerden vazgeçip gerçekçi ve herkesin açık açık gördüğü çıplak güce tapmaya geçti. Ve bu yeni din ve tarikat, din ve tarikat değil!
Anladığım kadar, din ve tarikatçılar sizin gibi Politically Correct (PC) değiller. Özellikle sizin gibi dinamik, tweit- miwit, retwit-metwit, facebook-macebook, falan filan yapmazlar. Oy vermeyenlere şantaj yapıp günahlamazlar.
Hatırlatırım, “bana bir oy ver, sana bir yalan veririm” CNT-FAI ülkesi anarşist karikatürüdür.
Dikkat ederseniz PC (yeni Newspeak’iniz) ile CP (eski Newspeak’iniz arasındaki tek fark tersine dönme.
New York Üniversitesi’nde misafir öğretim görevlisi Ümit Akçay veya 38 sayılı yorum’a bir “pipsqueak”den yanıt.
İçinde bulunduğumuz bataklığa, daha kibarca soruna, ” Olmak ya da olmamak” mantığı yerine “Olmak VE olmamak”, veya “Ekonomi HEM çok önemli Hem De bataklığın kendisi”, düşüncesiyle yaklaşılabilinir.
Örneğin, kafeste olanlar var, kafes dışında olanlar var. Ekonomi kafesin yapısını inceler ve dolayısıyla asıl konuyu anlamayanlar için akademik kariyer olur. Marx bile 19. yüzyıl ekonomi teorisyenlerini inceledeğinde eksikliği etmenden (failden), veya söylediğimi tekrarlarsam, kafestekilerden hiç söz edilmediğinden yola çıkar ve kafesi inceler.
Sonuçlarını, Rusya, Çin, … veya kısacası ekonominin ne kadar önemli olduğunu anlayanların getirdiklerini, biliyoruz.
Diğer bir örnek. Bu belki cahillerin dedikleri gibi, dağıtmak gibi olacak ama olsun.
11. yüzyılda modern çağın temelini atan Rönesans’ın ilk müjdecileri tüccarlar Kilise’den korktukları için yazılarını “Olmak VE olmamak” misali Eski Ahit’den alıntılarla süslerlerdi. İşte bir yazı ve sizin dediğinize bir bir örnek: “Para bilgenin dilini, yargıcın gözünü bağlar.” Sanırım birbirlerine söyledikleri, yani asıl neyin önemli olduğu, apaçık.
Bu kafesin ne kadar kadim bir kafes olduğu ve dolayısıyla “saygı ve huşu” içinde bakılması gerektiğinin daha da ilerde bir örneği:
M. Sahlins: Stone Age economics: Age of Abundance
Veya daha yakıntarihten bir örnek:
K. Polanyi: Great Transformation
Bir örnek daha:
Eleştirilerine ve vahşiliği tercih etmesine rağmen Thorstein Veblen ile Lewis Mumford kıyaslandığında, kafesi inceleyen Veblen’in nasıl “mechanistic” (mekanik veya mekanizma anlatımı) bir tutumla, eninde sonunda, kafes dışındakilere destek olduğunu görürüz.
Çok kısacası, dedikleriniz hem doğru hem de çok doğru.
Kropotkin Fransa’da hapisteyken gelen mektupların anarşistlerden gelip gelmediğini “toady”lik, “sycophant”lik yapma kıstasıyla ayırt edermiş.
Anarşistlere benzeyen ilk kinikler yandaşları olmak isteyenleri kovalarlarmış.
Bu aşağıdaki yazıyı yazan sizin yaşınıza mı yoksa başınıza mı saygıyla mı size “abi” ve “Ulu Şef” diyor. Yoksa o meşhur Anadolu evladı ahlakıyla mı?
61 ogürsel 5 Haziran 15 / 6pm
“2017 sonbaharı ayaklanma ile devrilecekler…” Abi, bunu tutturursan eğer o zaman “Ulu Şef” olduğunu ben de kabul edeceğim; sevinerek, saygım çoğalarak
Siz bu tip övücü lafları maşallah Papa gibi öz, kısa ve yoğun laflarla takdis ediyorsunuz. Eski (taraftar toplama politikacısı) huylardan sıyrılmak çok güç veya yaştan dolayı antenleriniz paslanmış.
http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc144_4.html
Sadece sembolik bir değer ifade eden kağıt paranın, bu sembolik değerinin geniş insan kitlelerince tanınışı bile, burada devletin oynadığı kurucu rolü görmemize yeter.
Ben anarchist oldugumu Iddia etmedim. Yuzde 50 olabilir! Benden 15 has buyuk herkese abi derim. Bu mevzuda bile asagilama sebebi bulanlarin yasi ne olursa olsun Ona abi de demem, insan olarak da kuskulu bulurum. Ekliyorum… Kisilerin degil, düsüncelerin önünde egilirim. Íyí bir sey söyleyin, o zamana ne yapacagima bakin… Ama hayatta olgulara böyle bakanlar íçîn bu pek mümkün olmaz!
anonim 82…Türkçeden anliyorsaniz “tutturursaniz” sözünün ne anlama geldigini de anlamaliydiniz. “bilirseniz” yazmama sebebi ne olaki? Burada yapilan espriyi bile gôrdürmeyen kîsisel bir hinç kendini ele veriyor
Başkalarına “satılık”, “satılmış”, vb. laf atmak kolay. Bir de satılığa çıkmışlar var. Allah’ın işine akıl ermezse kulların işine akıl hiç ermiyor.
Eski taptığınız asıl şefinizin fırsatçılığını yüzüne vuran kitabın sadece reklam ve satıcılığını yapacağınıza okusanız, veya daha, ve sonsuz daha, anlasanız fena olmaz.
Tekrar hatırlatayım tanrı ve din adı değişir ama tanrı ve din değişmez. Siz bakire anarşistliğin Türkiye temsilcisi olma coşkunluğuyla içindesiniz ama eski dininizden (Marxist-Leninist-vs.) ve eski tanrınızdan (Lenin) bir türlü sıyrılamamışsınız. Eski ve kokmuş taktikleri yeni ambalajlara sarıyorsunuz: “Gerçekçi olalım!”, oy verelim!
Hele sizin en azılı ve aynı coşkunluktaki yandaşınız. Transhümanizm, Libertarian transhumanism, vb. teorilerden yola çıkan, kısacası “gerçekçi olalım” (ama hangi gerçek?) safsatasıyla insanı organize olmuş insan yapmak isteyen eski şeflerinizin rüyalarını gerçekleştiren firmaların Türkiye temsilcisi olmak isteyen yandaşınız. CV’sini şatafatlı uzun yazılarla süslemiş, dersini sizin gibi o da çok iyi öğrenmiş!
Geleyim şu ikinize ortak “gerçekçi olalım” nakaratına.
Rosa Luxemburg’un 1918’de! (tarihe iyi bakın) Rus Devrimi kitabında eski şeflerinizin (Lenin & bolşevikler) hakkında söyledikleri:
“Tehlike salt bolşeviklerin zorunluluğu bir erdem yapmasıyla başlar…”
Ve ardından gelen Stalin felaketleri!
85 ve 86’ya yanıt:
Siz sadece ve sadece sizin fikirlerinizi beğenenlere veya fikirlerinize benzeyen fikirlere saygı gösteriyorsunuz. Ve daha da kötüsü bilim hakkında bilginiz sıfır ama politikacılığını yapıyorsunuz. Bilim verilerle başlar. İşte size bir örnek:
Sizi Ulu Şef’in sitesinde bir özdeyiş “Küçük beyinler kişileri, orta beyinler olayları, büyük beyinler fikirleri tartışır.”, der.
Benim ilk yazım bilimsellikle (yaşlılık ve getirebileceği fizyolojik sorunlar) ideolojik yaklaşımın ayırt edilmesinde yarar olduğunu dikkat çekmek istedim. Irkçılık, cinsiyetçilik, milliyetçilik, bireycilik, … ve bu durumda yaşçılık gibi ideolojilerin bilimsel temellere dayandığını savunanlar çok ve bu açıdan onlara karşı tek korunma bilimle ideolojiyi ayırt etmek.
İlk yanıtı sizin Ulu Şef verdi: ” görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani.”
Ve siz bu verilere bakıp Ulu Şef’in özdeyişteki küçük beyinlilerden olduğunu göreceğinize, dalkavukluk coşkunluğuyla ona savundunuz.
Ondan sonra da aynı şimdi yaptığınız gibi sözler ve sözlük oyunlarıyla işi başka yöne çektiniz ve şimdi çekiyorsunuz.
Ve hala her ikiniz de özür dilemiş değilsiniz. Ve eğer bir hınç varsa, evet benim hıncım bu. Sizin hıncınız ve özellikle Ulu Şef’in hıncı hınç değil tabii.
Sizin yazdıklarınız ve yanıtlarıma gelince: yazdıklarım ne hınçtan ne de kişisel fikirlerden doğmuştur. Eski fikirleri şu an daha da çaresiz gibi bir dünyada “tomurcuk”, “filiz”, “organik”, “tam özgürlük”, “merkezsiz” vs. laflarla süsleyen ve dünyayı saran yalanların bir propaganda olduğunu belirlemekti.
Makineler ve materyal dünyaya, ve hatta ne yazık ki tüm canlı varlıklara, hakimiyeti insanlara uygulama bu düşüncenin bir modelidir (veya sizin sevdiğiniz paradigmasıdır). Hastalanmaktan, yaşlanmaktan, acı çekmekten, sevip sevilmemekten, vicdan azabı çekmekten, utanmaktan (maşallah! siz ve şefiniz bu noktaya erişmişsiniz), … ve yüzlerce diğer insan olma niteliklerinden kim kurtulmak istemez? Bu sınırları kim aşmak istemez? Bunlar Rönesans’dan beri sadece kendi kendiyle konuşan yalnızlar yığınındaki çaresizlerin soruları. Ve siz ya bu gam yükünün tüccarısınız ya da dediklerimi anlamadınız ve anlamıyorsunuz. Cahilliğinizi benim egom, erdemsizliğim, vb. kişisel saldırılarla kapattınız.
Eğer fikirler önünde eğilmeye hazırsanız size Marks-Engels, Lenin, Lev Troçki, Stalin gibi eski devrimcilerin teknoloji hakkında aynı sizin dediklerinizi bulacağınız kitapların adları ve belki hatta sayfa numaralarını gönderirim. Üstelik bu fikirleri yeni paketlemelerle yeniden piyasaya sürenler çok, isterseniz size onların da kim oldukları ve ne dediklerini yazar gönderirim.
Sanirim konuyu kisisellikten uzak tutmaliyiz. Ve dusunceler onunde egilecegimi yazdigimi gormemissiniz. Mantik dizgemiz farkli isleyise sahip, bunu kabullenmeli. Sonucta düsüncelermiz de ücüncü kisilerin yrgisina birakilmali. O anilan adamlar eskisi kadar önemli degil! Inkar edilemezler, yeni sentezler icinde yer alacaklar. Bir insan hayati hic bir zaman o büyük “hakikati” anlatamayacak, bu da görüldü. Ve hepimiz bu adamlari kendi “mezhebimize” göre okuyoruz. Bir muz gibi! Yasliliga gelince. Insanlarin birbirine saygili davranmasi iyidir. Büyüge “büyük” diye, çocuga çocuk diye. Hayvana aciz diye. Belli kosullarda kadina gücsüz diye. “Önce kadinlar ve çocuklar!” Ne güzel bir gelenek degil mi.
89’a yanıt
Kişiciliği sizin Ulu Şef yaptı diyorum ve kanıtlıyorum (bu sayfaya bakmanız yeterli), siz bana hala ” Sanirim konuyu kisisellikten uzak tutmaliyiz.”, diyorsunuz. Dalkavukluğunuz hem potansiyel hem gerçek sonsuzu aştı.
Bu ahlaksızlıktan dolayı benden özür dilenmedi, diyorum. Siz ” Insanlarin birbirine saygili davranmasi iyidir.”, diyerek yaltakçılık ve iki yüzlülüğe devam ediyorsunuz.
Yazımın bir paragrafına ” Eğer fikirler önünde eğilmeye hazırsanız … “, diye başlıyorum, siz bana ” Ve dusunceler onunde egilecegimi yazdigimi gormemissiniz.”, diyorsunuz. Kafa kalınlığınız veya laf cambazlığınız hem potansiyel hem gerçek sonsuzu aştı.
Ben eski devrimcilerin teknoloji konusunda sizin söylediklerinizin aynısını söylediler diyorum, siz buna fikir ve bilgilerle cevap vereceğinize, her aciz düşenin taktiği olan görecilik ve kişisel görüş farkları laf kalabalığıyla saklambaç oynuyorsunuz. Kafanızı kuma sokmuşsunuz sizi görmüyorlar sanıyorsunuz. Tüm eleştirisini yaptığınız ve size benzer tüm solcuların hafızladıkları parolalarda adı geçen kapitalistler, sömürücüler, burjuvalar, şu an devleti ele geçirmiş olan parti, vs. vs. vs. sizin bana dediklerinizi (pencere, çerçeve, kapı, cam, mezhebim başka, zamanla hakikat değişir gibi her kapıyı açan anahtarlar misali) sözleri, onlar size diyebilirler ve Batı’da öyle yapıyorlar. Sizinle yazışma başlangıcında yazınızın sadece bilim-teknikle olan kısmına yanıt vereceğimi söyledim ve sonra kızmama neden sizin hiç bir şey bilmeden sırf yamaklık etmek için Ulu Şef’i savunmanız oldu. Bir de hiç, sanırım, yüzünüz kızarmadan, “Sonucta düsüncelermiz de ücüncü kisilerin yrgisina birakilmali.”, diyorsunuz. İşte Ulu Şef ile aramızda geçenin üçüncü kişisi: SİZ. Ve SİZ hala O’na yağcılık edip savunuyorsunuz. Osmanlılar yeniçerilik için Hristiyan çocuklar topladığında kafası çalışanları idareci, çalışmayanları asker yaparmış. Ulu Şef sizi asker yapmış.
Ulu Şef’in antenleri, özellikle medyada ve satıhtaki dalgaları iyi yakalarlar. Galiba paslanmışlar, tabii yaştan değil. Belki de sizin gibi basit beyinlilerle düşüp kalktığından. Her neyse, acaba neden bir anarşist olarak size “politically correct” olmayan “abi” demenize (kafanız o kadar kalın ki Ulu Şef’in kahinlik yapmasıyla dalga geçtiğimi anlamadınız bile), kendi adına konuşmanıza izin veriyor? Ve eğer organik olmayan bağınız, politika-pazarlamacısı stajyerliğiyse, neden “beni taklit et, kes sesini, çırpındıkça çamura daha fazla saplanıyorsun!”, demiyor?
Benden size bir uyarı: Türkiye’de satıcı temsilciğini ele geçirmek için yaltakçılık ettiğiniz eski-yeni teknolojiyle insanı kurtarma şirketleri sizin kadar cahil ve kalın kafalı birine bu işi vermez. Çünkü bir üçüncü olarak basit bir şeyi bile anlamaktan yoksunsunuz:
KİŞİLİĞİ ŞEFİNİZ BAŞLATTI ve MÜKEMMEL BİR ASKER OLDUĞUNUZDAN O’NU APTAL APTAL SAVUNDUNUZ!
Benden size bir hayranlık övgüsü: çok ama boş konuşmada ve utanmamakta Ulu Şefinizi bile geçmişiniz.
Sizin yüzünüze çarptıklarımı siz ŞEFTEN gelen kutsama yağmuru sanıyorsunuz.
Siz terbiye, insaf, hakkaniyet, insanilik, dürüstlükle bağinizi koparmissiniz. Sorununuz kendinizle ilgili. Size kizmak bile gereksiz. Yolunuz acik olsun. Kime neyi kanitlamak istediginizi anlamadim. Merak da etmiyorum. O espriyi anlamayanin hinci demek size aitmiş… şaşirmadim.. sizin egonuzu da biliyorum… kolay gelsin size, kendinize katlanmak kolay degil, yalanlariniza ve asilsiz ithamlariniza, insanlarin emegine, fedakarliklarina karşi bilinen kronik saygisizliginiz için kimsenin gereken aşagilamayi yapmasina gerek yok. Kendinizle yaşiyorsunuz ya…
Bu tip kisisei tartismalarin ortak bir sitede yapilmasi uygun degil. Mail adresimi yaziyorum. Istediginizi sorun yanitlayacagim. Dilediginizi burada yayinlayin. Mail adresim ogurselerk@hotmail.com
Pardon gurselerk@hotmail.com
91, 92, 93’e cevap
On iki yıl değişik üniversitelerde öğretim üyeliği yaptım senin gibi bir oduna rastlamadım.
Konu: Fikirlere yanıt yerine işi kişiliğe dökmek.
1. Bunu ilk önce, bir KOYUN POSTU TİCARETİ yapan eski Ulu Şef’ine sizin gibi yaltakçılık ve yamaklık yapmasına rağmen çiğnenip tükürülen ve şimdi KİTAP TİCARETİ YAPAN sizin yeni-eski Ulu Şefiniz yaptı.
2. Siz, YALAMAK galeyanına kapılıp, aynı diğer konularda gösterdiğiniz cahillikle O’nu savundunuz ve yine YALAMAK hevesiyle BENİ KİŞİLİĞE DÖKMEKLE SUÇLADINIZ ve hala, YAMAKLIK ruhunuza işlemiş, SUÇLUYORSUNUZ.
3. Dediklerimin KANITININ (siz tüm çaylaklar gibi episteme, paradigma, tez, anti tez vs. gibi cici bici lafları sevdiğiniz için) algoritması :
1. At gözlüğünü çıkar.
2. Bu sayfaya bak.
3. “Yine anonimden, veya nemo’dan, bir yanıt.”, yazıma ve hemen ardından gelen Ulu Şef’in Mayıs 30th, 2015 at 14:06 tarihli “görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani.” yanıtına BAK.
4. Ulu Şef’ini YALAMAYI unut, (varsa eğer) kafanı kullan.
5. Kimin fikir değil kişilikle kafayı yediğini anlamaya çalış veya bir arkadaşına okut, o size açıklasın.
Eğer bu da yetmezse.
Bilim-teknik fetişine tapan ama ne olduğunu bilmeyen sizden bile daha cahil olan Ulu Şefinizin Mayıs 29th, 2015 at 09:39 tarihli “Yaşlanmak diye bir şey yoktur. İnanmayın böyle efsanelere. …” sözü belki sizi uyuduğunuz taş uykusundan uyandırır.
Her ikiniz de politikacılık, pazarlamacılık, medya tiryakiliği hevesiyle sonsuz cahil kalmışınız. Hele din ve mitler, antropoloji, modern bilim, felsefe gibi konularda insanı kusturacak kadar cahilliğinizde.
Başınız kumda, arkanızı kimse görmüyor sanıyorsunuz. GÜCE TAPTIĞINIZIN farkında bile değilsiniz.
Ama bir şeyde haklısınız. Gücü eline geçiren, sözünü de geçirtiyor. Mantıkçı Lewis Carroll’u her ikinize tavsiye ederim. Carroll’a göre önemli olan mantık değil, kimin emir verdiği. Ulu Şefiniz o dünyanın mahsulü ama şimdi başka koyun postu giymiş.
Ben çok bilgili olduğumu bildiğim gibi sınırlarımı da biliyorum. Ama sizler gibi bilgiyi fetişleştirmediğim için başkalarının cahilliklerini yüzlerine vurmaktan çekinmiyorum ve çok şekerli, “politically correct”, “New Age”, herkes haklı , sana göre-bana göre gibi boş laflarla cahilliğimi örtbas etmiyorum.
Biraz araştırma yapın ve göreceksiniz, siz yeni kapitalistlerin reklamcılığını yapıyorsunuz! Ya bilerek utanmadan yapıyorsunuz veya gerçekten çaylak ve bönsünüz. ki bu onların medyaya ne kadar egemen olduğunu bir daha kanıtlar.
İşte sizleri bana en fazla hatırlatan site : http://www.thync.com
Şefinizin ve sizin rüyalarını benim kabusumu göreceksiniz. Her ikiniz de anarşistlerin hiç de sevmediği Hobbes’ın yeni ve ıslah edilmiş klonlarısınız.
Bir de şu siteye bakın.
http://criticallegalthinking.com/2013/05/14/accelerate-manifesto-for-an-accelerationist-politics/
Biraz da Silcon Valley, Google, IBM, Intel, Apple, Microsoft, … ve siz koyunların çobanları Twitter, Facebooklara beyninizi açın: aynı sizler gibi konuşuyorlar.
Dahası da var: trilyonların harcandığı araştırma merkezleri MIT, Harvard, Stanford; binlerce araştırıcı nörobilim, bilgisayar bilimi, bioteknoloji, nanoteknoloji teknisyenleri, ve nihayet asıl sizlerin beynine hakim olan “cyborg”lar. Binlerce diğerlerini “ego” safsatanızdan dolayı yazmıyorum.
Sizin Şef yeni kılıfına girmeden bu yaşam düşmanlığını biz ele geçiririz rüyaları içinde yoğruldu, şimdi o yeni kılıkla, aynı yaşam düşmanlığını beraber savunuyorsunuz.
Zaten yukarıdaki güçlüler, SİZ VE ULU ŞEFİ GÖRÜNCE korkularından HEMEN size ve size inanan (soyutlar soyutu) İNSANLIĞA gücü teslim edecekler.
Cahillik ancak bu kadar olur! G. Childe ile bu yaşam düşmanları arasındaki tek fark onun aynı şeyi eski dille anlatması.
Bir de buna bakın, dediklerinize çok benziyor.
The New Capitalist Manifesto
(1) Renewal: Use resources sustainably to maximize efficiencies,
(2) Democracy: Allocate resources democratically to foster organizational agility,
(3) Peace: Practice economic non-violence in business,
(4) Equity: Create industries that make the least well off better off, and
(5) Meaning: Generate payoffs that tangibly improve quality of life.
Not: İngilizce bilmiyorsanız Ulu Şef çevirisini yapar.
Yalanlarınızı veya aptallığınızı örtbas etmek kolay değil. Sizin ve Şefinizin yaşam düşmanlığı tiksindirici.
Benim sizinle kişisel konuşacak bir şeyim yok. Ben bu sitenin neye hizmet ettiğini göstermek istiyorum. En azından yeni ambalajlara sarılı KİTAP REKLAMCILIĞI ve SATICILIĞI!
94 numaralı yorumcuya,
muhtemelen O.Gürsel’in tabirleri dışarıdan bakıldığında “yalakalık” olarak algılanabilir, ama insana dairdir. Hangimiz bir “ağabeyimize” “yalakalık” derecesinde hayranlık duymadık ki, ta ki hayal kırıklığına uğrayana kadar. Bu ilişkiler,duygular gayet normal ve insanca, her zaman da olacaktır. Olması da gerekir çünkü insan budur; toplumun içinde olan bir varlıktır, soyut değildir ki. Eğer birbirimizin en ufak ayrıntısına kadar ahlakını,günahlarını,yanlışlarını vurgulamaya kalkarsak bir süre sonra kendimiz yanlış oluruz. Son olarak,bence, Gün Zileli’ye büyük haksızlık ediyorsun…68 yaşında halen ezilenlerin yanında ve pes etmemiş. Bu ölçüt yeter de artar bile varsın “Kitap Reklamcılığı” yapsın hiç zararı yok!
Siz kibirli bir zuppesiniz. Hic tanimadiginiz bir insana yalnizca ve yalnizca “sizinle zaman yitirmek istememis olabilir” sözlerine dayanarak bu denli asagilama ve hakaret edecek cümleler kurabilmek bir psikopatolojidir. Bilmeyenlere animsatiyorum. Bu zavalli. Cok dilli, cok okumus, insanilikten, vakardan zerre nasibini almamis bu kibirli züppe yalnizca tek bu cümle üzerinden ruhunda bulunan tek seyi, çamuru kusuyor. Ben gun z. Ile bir cok konuda farkli düsünürüm. Devrim, sosyalizm, anarşizm, teknoloji, hayvan haklari… bu zavalli bunlardan habersiz, aralarinda bag kuramadigi bilgi yiginlari icinde salya akitiyor. Uyarmistim, mail adrsimi verdim. Insan gibi konusuruz diye. Bu zuppe gun z. Hakkinda ne biliyor. Nasil yasadigini, gunluk ekmeginin olup olmadigini. Diyojen gibi yasayan insana bir kac konuda farkli dusunuyor diye bu hakaretler neden. Salt fikir ayriligi ile bu denli camurunu dökmek neden. Ögretim görevlisimis. Ben onlardan çok gördüm. O kendi sefil gövdesi, kibre bogulmus bakislari bilirim. Senin tum hayatinin arkasindan kalan yunus emreni , asik veyselin tek cümlesi kadar degerli olmayacak dogulu ezik… odun olmak bile bu batili eziklikten iyidir, kaldi ki bu ne telas.. bu hirs. Nasil bir cok dili ile cogaltilmis cehalet kibu, gun z agabeyime “tutturursan” demeyibile yalakalik olarak algiliyor. Insan utanir, “özür bekliyormuş. O zaman yazdim. Nerede ne konusuldu, gun z gercekten ne dedi, neden dedi bilmiyorum… tanidigim kadariyla dedim.. zamanini iyi kullanmak istemistir. Bu kadar. Salt bu sözden cikarak askerlik, yalakalik, ulu sefim. Vs… yuh.. siz iyi degilsiniz. Ogrendikleriniz o minicik ruhunuza fazla gelmis. Mail adresimi verdim. Yazsaydiniz. Bu mu sizin ögretim üyeligi.. sizin gibi birkac ogretim görevlisiyle dalasmistim. Haksizliga ugrayan arkadasimi savunmak icin ayaga firlamistim. Sizin gibi davranmisti. Iyi mi oldu simdi. Ogürseli gizlenmek için yazmiyorum. Adim osman gursel erkilinc. Egosalliktan kacinmak icin. Siz anoni m olarak bana mail adresini bile vermiyorsunuz. Siz ruhen bitmis, kötücül bir insasiniz. Insanlarin icindeki iyilige inanmiyan bir sefilsiniz. Burada yazdiklarimdan para mi kazaniyorum. Ün beklentim mi var. Bir parim de yok siyasal beklentim de. Derdim ne.. iste bunu anlayamayacak kadar kücük bir ruhunuz var. Ve o minik ruhunuz, bati karsisinda ezik kisiliginiz ile ahkam kesiyorsunuz. Siz bunu o zavalli ögrencilerinize cok yapmis olmalisiniz. Sizin gibi hocalari da biliri m. Yineliyorum.. odunluk yapmayin, adresime yazin…
95’e yanıt
Dediklerinize, bazı ince eleyip sık dokumaklığı bir tarafa bırakırsam, katılıyorum. Benim kullandığım aşağı düşürücü lafların nedeni bir haksızlık. G. Zileli söylediklerime yanıt vereceğine bana hakaret etti. Üçüncü bir kişi konuyu bilmeden Zileli’yi savundu, ben hatırlattım ama özür dileyeceğine savunmaya devam etti. Bu yarattığınız çerçeveyi, saygı ve ahlak gibi, aşıp kendisi saygısızlık ve ahlaksızlıktır. Ve duruma nesnel ve akılla bakmamanın, kişi ve ideolojileri körü körüne savunmanın ne kadar zararlı olduğunu tarihte tekrar ve tekrar gördük. Ne G. Zileli ne de üçüncü kişi hatalarını kabullenip benden hala özür dilemiş değiller.
Üstelik, ve belki uzatıyorum ama, benim ilk yazımda değindiğim ideoloji ile bilimi ayırt etme titizliğinin günümüzde sonsuz önemli olduğuna inanıyorum.
Üçüncü kişi beni “koca egon var” lafıyla suçladı ama kendisi ve G. Zileli’nin egolarından dolayı özür dilememelerini görmemezlikten geldi.
G. Zileli’ye haksızlık ediyor olabilirim. O ayrı bir konu. Ama hatırlatmak da isterim. Lenin, Stalin, Hitler, Mao ve benzeri cellatlar da ezilenler yanında yer aldı. Sanırım burjuvaların her şeyi insanlık için yaptıkları propagandasını size hatırlatmaya gerek yok. Siz daha yakında ve içerden baktığınız için daha emin olabilirsiniz; ben dışarıdan bakıyorum ve emin değilim. Örneğin, Kristof Kolomb ve ardından gelenlerin o zaman cenneti aradıkları şimdi unutulmuş bir tarih veya edebiyat. Her neyse. “Buldular ama tanımadılar!”, denir. Yaşamda kalmak için, örneğin kitap reklam ve satıcılığı gibi, zorunlu olduğumuzdan verdiğimiz ödünleri erdem etmek doğru değil. Ben sitede kitap ve yazının eleştirisini yapan birine rastlamadım. Ne var ki, yazının getirdiği zararlar öyle küçümsenek ölçüde değil. Ben bu ve buna benzer son derece önemli konulara değinmek isterdim ama daha baştan yanlış bir yerde olduğumu anladım.
Konu çok dağıldı ve gereksiz çeşitlenip ağaçlardan orman görünmez hale geldi. Devam etmemin tek nedenini tekrar ediyorum. İlk önce G. Zileli bana bunamışsın diyerek işi kişiliğe döktü, ve ben kızınca özür dileyeceğine alışagelmiş bir rahatlıkla bana “öfkelenme” guru bisküvisi attı. Konu bu ve lütfen , lütfen, lütfen çok dağıtmayın. Ve ne o ne de üçüncü kişi hala özür dilemiş değiller. Konu bu.
Gz 10 yil önce o. Çalışlar , h berktayin yolunu secseydi ihtimal ki o zaman sizin ulu sefiniz olurdu. Rektörün dekanin, ana bilim dali b.nin önünde süt dökmüş kedi gibi miyavlayan o ögretim görevlileri, zavalli ögrencileri karşisinda aslan kesilir. Bu ezikliginiz, bu hasta egonuzun kaynagi bu gecmiş olmali ki, bana mailden yazmadiniz. Bu cirkin diayologlari bana ortalik yerde yaptirdiniz. Bunu siz sectiniz. Adinizi da yazin.. ya da susun.. hala vakariniz kaldi ise eger.
79 ve 81 NUMARALI ANONİM ARKADIŞLARIMIZA KONUYU DAHA GENİŞ İFADE EDEBİLMEK İÇİN BİR HATIRLATMA DAHA.
“EKONOMİZM” BİR MORFİN, ADETA EN ÖLÜMCÜL UYUŞTURUCULARDAN BİR TANESİDİR!
ŞU YAZDIKLARINIZA SONUNA KADAR KATILIYORUZ:
“Bilgi maldan hayırlıdır. Bilgi seni korur, sense malı korursun. Mal vermekle azalır, bilgi öğretmekle çoğalır. Bilgi hakimdir, mal mahkum. Bilgi sahibi cömert olur, mal sahibi cimri olur. Bilgi ruhun gıdasıdır, mal cesedin gıdası. Mal uzun zaman sürecinde tükenir, bilgi uzun zaman sürecinde tükenmez ve eksilmez. Bilgi kalbi aydınlatır, mal kalbi katılaştırır. Mal, sahibinin vefatıyla kendisine hizmeti de son bulur, bilgi ise hizmet etmeye devam eder. Mal sahipleri mallarının bitmesiyle güçlerini yitirirler, bilgi ise bitmeyen, sönmeyen bir hazine ve varlıktır. Mal toplayanlar öldüklerinde unutulur, bilgi sahipleri eserleriyle her zaman yaşarlar.”
Bizler her ne kadar hayatın içinde ekonomi ne kadar olmalı / ne kadar olmamalı ayrımını ortaya koyabilsek de;
Gençliğin çok ama çok büyük bir bölümü “ekonomizm” ideolojisi ile zehirleniyor!
Anlatmaya çalıştığımız şey şu:
Çoğumuz iktisadi (ekonomik) tabirlerden, finans terimlerinden, döviz kurlarından, borsadaki dalgalanmalardan, GSYH’nin ne demek olduğundan, GSMH’nin ne demek olduğundan veya CDS’nin (Credit Default Swap) ne demek olduğundan pek hazetmesek de; ekonomi bizle bir oyun masasındaymışız gibi oynuyor! Yani ekonomiyi ne kadar ikinci plâna atarsak atalım; her zaman hayatımızı şekillendiren bir tür “gizli kanser” gibi gelişmeye devam ediyor! Size sadece “enflasyon”un hepimizin hayatını (anarşistler de dahil!) nasıl etkilediğinden bahsetmem yeterli!
Yukarıda Ümit Akçay’ın uyarısını tekrar yazmak zorundayım:
“Ekonomiyle ilgilenmeyebilirsiniz. Ancak bu sizi ekonomik krizin sonuçlarına maruz kalmaktan muaf kılmaz!
2008 yılında ABD’de patlak veren 21. yüzyılın ilk büyük krizi sadece bir ekonomik daralmaya yol açmadı, birçok ülkede emekçilerin yaşamını alt üst eden reformların uygulanmasına da gerekçe oldu!
Peki:
Kriz esasen neden ortaya çıktı?
Nasıl bir dönemin içinden geçiyoruz?
Türkiye ekonomisinin gidişatı nasıl?
2008′de yıkıma yol açan politika tercihleri birçok ülkede neden halen geçerliliğini koruyor?
2014 ile gelen ekonomik çalkantılar küresel krizin yeni bir dalgası mı?
Yukardaki sorulara ve yüzlercesine 2011′den itibaren Kriz Notları’nda yanıtlar arıyor ve aklımıza gelen notları paylaşıyoruz. Umarız burada paylaştıklarımız, konu hakkındaki daha geniş bir kamusal tartışmanın bir parçası haline gelebilir!”
Konuyu daha da anlaşılır kılmak için seçimlerden de bir örnek vereyim:
Türkiye’de “Kürt Sorunu yoktur!” diyen bir MHP var.
Peki meclise 80 milletvekili çıkaran bir HDP de var mı; evet!
Bu durumda MHP; nereye kadar “Kürt sorunu yoktur!” diyebilir ?!
“Ekonomizm”e karşıyız; kabul!
Ama “ekonomi”yi ikinci plâna attığımız müddetçe; hepimiz olmasa da çoğumuz bir girdapta kaybolmaya devam edeceğiz!
Şu üç metne de dikkat buyurursanız; yaklaşan tehlikenin büyüklüğünü, “ekonomi”ye niçin önem vermemiz gerektiğini daha yakından anlayacaksınız:
1. metin:
Yaşamın pek çok alanında olduğu gibi saçma duygusu ekonomi için de geçerli. Sonuçta içine kapatıldığımız bir sistem var. Kapitalist sistem. Bunun içinde sürekli bir şeyler geliştirmeye çalışmak belki bazı açılardan anlamlı ama bazı açılardan da saçma bir şey. Hayvanat bahçesinde bir kafese kapatılmış bir maymun düşünün. Kafesin dışındaki dünyayı biliyor ama dışarı çıkmayalı uzun zaman olduğu için yavaş yavaş da unutuyor. Bir yandan da sürekli olarak kafesini süslüyor, düzeltiyor. Bundan farklı bir yanımız yok.
(http://www.mahfiegilmez.com/2015/03/parasal-buyuklukler-ve-aralarndaki.html)
2. metin:
‘Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.’
Bir gün New York’ta bir grup iş arkadaşı yemek molası için dışarı çıkıp caddede yürümeğe başlarlar. İçlerinden birisi Kızılderilidir. Yürürlerken Kızılderili bir cırcır böceği sesi duyduğunu söyler. Diğerleri gülerek, bu kadar gürültü arasından cırcır böceği sesinin duyulamayacağını iddia eder. Kızılderili cırcır böceği sesinin geldiğini söylediği yöne doğru gider. Arkadaşlarından birisi onun nereye gittiğini gözlemek için takip eder. Gerçekten de o kadar yüksek binanın arasındaki küçücük bir yeşillik alanda cırcır böceğini bulurlar.
Arkadaşı “Sende insanüstü güçler var! O kadar gürültü içinden bu böceğin sesini duyman bir mucize” der.
Kızılderili “Bu sesi duymak için insanüstü güçlere sahip olmak gerekmez” diyerek arkadaşına kendisini izlemesini işaret eder:
Kaldırımın ortasında durur ve cebinden çıkardığı madeni parayı yere atar. İnsanlar madeni paranın düşme sesini duyunca sesin geldiği yöne bakarak ceplerini yoklamaya ve paranın kendilerinden düşüp düşmediğini araştırmaya başlarlar. Kızılderili arkadaşına dönerek “Önemli olan nelere değer verdiğindir. Her şeyi ona gore duyar ve hissedersin” der.
(http://www.mahfiegilmez.com/2014/12/ne-pahasna.html)
3. metin:
DÜNYA GENELİNDE KABUL GÖREN EKONOMİ YAKLAŞIMINA YÖNELİK ELEŞTİRİLER
Ekonomi, Adam Smith tarafından ayrı bir bilim olarak sunulduğunda içinde bulunduğu siyasal ortamın ve dolayısıyla biçimlendiği ideolojinin etkisini vurgulayarak siyasal ekonomi (political economy) olarak adlandırılmıştı. Adam Smith ve ondan sonraki klasik iktisatçıların yazdıkları kitaplar hep siyasal ekonomi adını taşıyordu. Ekonomi bilimine ekonomi (economics) denilmeye başlanması Alfred Marshall ile gündeme geldi.
Marshall’ın Principles of Economics kitabını yayınladığı 1890 yılından itibaren siyasal ekonomi (political economy); ekonomi (economics) oldu.
İşin içine önce geometri ve fizikten ödünç alınan kavramlar, sonra da cebir girdi. Zaman ilerledikçe matematik giderek ekonominin olmazsa olmazı haline geldi. Ekonominin bilim haline gelmesi Adam Smith ile olmuşsa da bugünkü görünümünü almasında Marshall’ın çok fazla etkisi oldu.
Bugün analitik araçlarını kullandığımız ekonomi teorisi, özellikle de mikroekonomi teorisi, zaman içinde birçok katkıyla zenginleşmiş gibi görünse de, büyük ölçüde Alfred Marshall ile doruk noktasına çıkmış olan neoklasik yaklaşımın yansımasıdır.
Bu yaklaşım bir takım varsayımlara dayanır:
1. İnsanlar rasyoneldir ve aldıkları kararları bu doğrultuda alırlar (rasyonellik varsayımı, homoeconomicus düşüncesi.)
2. Piyasaların açıklanmasında tam rekabet sistemi örnek alınır (rekabetin yaygınlığı varsayımı.)
3. Kararlar, marjlar dikkate alınarak verilir (marjinalite varsayımı.)
4. Tüketicinin amacı elde edeceği faydayı, üreticinin amacı ise kârını en üst noktaya çıkarmaktır (maksimizasyon varsayımı.)
Bir modelin, bir teorinin varsayımlarını tartışmak ancak o model ya da teorinin gerçeklere uyup uymadığını sorgularken gündeme gelir.
Uzunca bir süredir yerleşik ekonomi teorisinin gerçek yaşamı tam olarak açıklayıp açıklayamadığı tartışma konusu. Yani dayandığı varsayımlardan çıkarak ulaştığı sonuçlar tam olarak gerçek yaşama uymuyor. Oysa bir teori gerçek yaşamda karşılaşılan olayları basite indirgeyerek, sınıflandırarak ve genelleştirerek anlatmak için kurulur. Ne kadar iyi basitleştirmiş, ne kadar iyi sınıflandırma yapmış ve ne kadar esaslı genelleştirmiş olursa olsun ulaştığı sonuçlar gerçek yaşama uymuyorsa o teori işe yaramaz. Ve o zaman teori bir kenara atılmak yerine varsayımlarının doğru olup olmadığı gözden geçirilmeye başlanır. Uzun zamandır gerçek yaşama tam olarak uymadığı için eleştirilen neoklasik teorinin varsayımları, bu eleştirilerin en önde gelen parçası konumunda bulunuyor.
Çevremizden gözlemlediğimiz kadarıyla rasyonel davranacağı varsayılan insanlar çoğu kez rasyonel davranmıyorlar. Bu konuda benim irrasyonel davranışlar teorisi başlıklı yazılarım da var. Gerçek yaşamda tam rekabete hemen hiçbir zaman ve hiçbir yerde rastlanmıyor. Gerçek yaşamdaki piyasalar; “monopollü rekabet” ile “oligopol piyasalar” arasında yayılıyor. Kararların marjlar dikkate alınarak verildiği meselesi bazı konularda doğrulanmış olsa da; bazı konularda doğrulanmamış bir varsayım olarak duruyor. Üretici/satıcının “kâr maksimizasyonu” peşinde koştuğu çoğu kez doğrulanmış olsa da; tüketicinin “fayda maksimizasyonu” peşinde koşması çoğu kez sözde kalıyor.
Neoklasik yaklaşıma dayalı kitaplarda gerçek yaşamdan uzak soyut modeller kurulur ve buradan yavaş yavaş gerçek yaşama gelineceği belirtilerek yola çıkılır. Bu yapılırken birçok koşul sabit tutulur (ceteris paribus.) Her aşama geçildiğinde bir koşul kaldırılarak gerçek yaşama yaklaşıldığı öne sürülür. Ne var ki kaldırılan her koşulun yerine bu kez önceki koşul sabit varsayılarak ilerlenir. Dolayısıyla “ceteris paribus” deyimi neoklasik ekonominin tamamlayıcı parçası olarak sonuna dek devam eder gider. Genellikle de gerçek yaşama tam olarak gelinemeden kitap biter! Gerçek yaşamı işleyenler ancak uygulamalı ekonomi kitapları olur.
Ekonomi kitaplarında matematik, konuları daha iyi anlatmak ve daha kolay anlaşılmasını sağlamak için bir araç olarak kullanılmaya başlanır ama giderek amaç haline dönüşür. Bir aşamada insan; kitabı ekonomi amaçlı mı okuduğunu / matematiğini geliştirmek üzere mi çalıştığını karıştırmaya başlar. Oysa ekonomi; insanın üretim, tüketim, bölüşüm, yatırım, tasarruf gibi alanlardaki davranışlarını anlamaya ve analiz etmeye yönelik basit bir bilimdir. Ne var ki içinde yaşadığı siyasal sistem ve dolayısıyla üstlenmek zorunda kaldığı ideolojik çerçeve onu gerçek yaşamdan soyutlanmış bir yola götürmüştür.
Bu noktada neoklasik ekonominin; “kapitalist sistemi anlayıp analiz etmek için mi?” / Yoksa “kapitalizmin ideolojisini yaymak için mi?” geliştirildiği sorusu gündeme gelir!
Benim düşüncem; neoklasik yaklaşımın, başlangıçta kapitalizmin ekonomik yapısını daha iyi analiz edebilmek amacıyla yola çıkmış olmasına karşın sonunda kapitalizmin ideolojisini yaymak amacına geçtiği yolundadır. Ve bunu, matematik gibi pozitif bilimleri daha çok kullanarak o eski siyasal, sosyal havasından çıkmış, daha bilimsel bir havaya bürünmüş gibi görünerek sinsice yapmaktadır!
Oysa günümüzde kapitalizmin asıl ihtiyacı; krizlere, sıkıntılara yol açmış bulunan geçmiş ideolojisini yayacak kuramlara dayanmaktan çok; hatalarını gösterecek, bu hataların düzeltmelerini yapacak bir kuramsal çerçevenin gündeme getirilmesidir.
(http://www.mahfiegilmez.com/2015/06/yerlesik-ekonomi-yaklasmna-yonelik.html)
SON HATIRLATMA:
Yukarıdaki metinlerin yazarı bile (3.’sünün sonunda) kapitalizmi “restore” etmekten bahsetmiş; yani “ortadan kaldırmayı” yazmak için eli yetmemiş!
Bu durum belki de kendisinin daimi bir iktisatçı olmasından kaynaklanıyor da olabilir. Hani o meşhur pazarlama mottosu vardır ya; “Think outside the box!” & “Belirlenmiş sınırlar içinde düşünme! Kalıplardan kurtul!” sözü bile ekonominin ta kendisi için de geçerli!
İşin ehli bir iktisatçı bile “ekonomi” üzerine yaygın zihniyetlerin ve “kapitalizm”in bügünden yarına, hemen değişmeyeceğini gözlemliyor…
Bu sebeple sizlere ısrarla haykırıyoruz:
Ekonomiyi yabana atmanız, ikinci plâna ötelemeniz; onu yok etmiyor!
Tıpkı hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya benzer bir yaklaşıma benziyor bu!
Bu sebeple sayın Gün Zileli’ye ekonomi ile ilgili (“anti-kapitalizm” temelli!) yazılar yazın, eliniz yetmiyorsa dostlarınız yazsın siz yayınlayın diyoruz! Ama inatla umursamıyor! Dünyasını sadece Kınalıada’da geçiriyormuş gibi gözüküyor!
Bir “pipsqueak” olup/olmamanız hiç önemli değil. Aşağıdaki kitabı dikkatle okursanız; birçok konuda hemfikir olduğumuzu göreceksiniz!
KİTAP: “Borç” İlk 5000 Yıl
Yazan: David Graeber (Antropolog ve anarşist)
Çeviren: Muammer Pehlivan
Yayınevi: Everest Yayınları
Adres:
http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1454
Bir marxist olmamakla birlikte Marx’ın şu sözünü tekrar hatırlatıyoruz:
“Die Philosophen haben die Welt nur verschieden interpretirt; es kommt aber darauf an, sie zu verändern”
“The philosophers have only interpreted the world, in various ways. The point, however, is to change it.”
“Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.”
Feuerbach üzerine tezler (1845)
Yanlis anlasilmasin ben özrü bu siteyi okuyanlardan diliyorum, bu adamdan degil. Tiksinti duygusu ile doluyum…
“Bunamış” mı dedim. Hatırlamıyorum ama dediysem özür dilerim.
O.gürsel Tartisma olunca merak ederimde konu ne bir anlayabilsem..
Bir degerli ögretmenimiz heycanla bilinenleri Zileliye anlatiyor.
Oda ne ekleyimki diyor?Zaten yarim yamalak,derleme bilgi..
Oda tam heycan… Lenin Sofistlik demesi aklima geliyor
Sinirlenecek birsey göremiyorum. Birakalim insanlar anlatsin.
Sitemiz konusmaylada asinmaz..
Karışıklığın önüne geçebilmek için:
32, 33, 34, 38, 43, 44, 45, 77, 78 ve 99’daki referans metinleri + yorumları + uyarıları yazan kişi aynı anonim kişidir.
İsmimi açığa vurmayı çok isterdim ama ne yazık ki (en azından “şimdilik”) mümkün değil.
Ümit ederim;
“Ekonomizm” zehrine çoğumuzun karşı olduğu,
Ama “ekonomi”yi yabana atmamamız gerektiği biraz daha net anlaşılmıştır!
Eğer odanın ortasında bir fil duruyorsa, o fili görmezden gelerek sonsuza dek yaşayamayız!
Saygılarımla…
Ogürsel’e (85, 86, 96) korkarak bir yanıt
Ben kısaca eninde sonunda insanız deyip, konuya sakinlikle bakmada yarar olabilir düşüncesiyle yola çıkmak istiyorum. Ama lütfen sabırlı olun, anlatayım.
Aşağılayıcı sözler kullanmama kızmanızda haklısınız ve üstelik kendinizi savunmaya devam etmeniz beni sevindirip etkiledi. Ama ısrar ediyorum G. Zileli ile ilgili konuda ben haklıyım. Kafanızı bununla şişirmek istemem, ama isterseniz size e-maille bunu ispat ederim. Belki de sadece beni anlayan arkadaş Tezer Özlü’ye (29) bakarsanız yetebilir.
Sizinle olan konuya gelince, yazışmalarımız fikir alış verişiyle başladı, sonradan bozuldu. Ben sizinle olan farkımızı olmuş bir olayı kısaltıp hikayeye çevirerek anlatmak istiyorum.
Beyazlarla savaş eden bir halk yiyecek toplama mevsimi yaklaştığından haber gönderip savaşa ara verilmesini isterler. Reddedilir. Durumu tartışmak için halk toplanır ve “… bunlar yemeksiz nasıl yaşıyor?”, “…yaşamak mı önemli, yoksa savaş mı?”, gibi sorular sorulur. Aralarında ileri zekalı olan birkaç kişi (ve emin olun bunu alaylı söylemiyorum, tarihte defalarca gördüm, bütün varlığımla inaniyorum, kısacası zeka katsayısı IQ yüksekler) şu açıklama ve öneride bulunurlar:
“Biz onların düzenini inceledik ve anladık. Yiyeceklerini köylüler eker biçer, değirmenciler öğütür, fırıncılar ekmeklerini pişirir, …, satıcılar halka yetiştirir,…, elbiseleri ve ayakkabıları da öyle, silah ve aletleri demirciler madencilerin çıkartıkları madenden yapar, …, hatta sırf öldürme sanatının eğitimini yapıp sadece savaş yapan askerleri var, kısacası tüm ihtiyaçlarını binlerce aracılar onlara yetiştirir…vs., vs.”
Uzatmayacağım. Anladınız.
Ve işte yanıt:
“O zaman neden savaşa devam edelim? Onlar gibi olacağız ve savaşmamız için bir neden kalmayacak?”
Bir örnek daha:
Bu hayatı zehir edenlerle karşı direnişte şimdiye kadar benim bildiğim üç yol denendi,
Karşı savaşa gitmek. Eninde sonunda karşı tarafın yöntemlerini kullanmak zorunda kalınıyor ve düşmanla aynı olunuyor.
İkincisi kaçmak. Eninde sonunda “doğal” zenginlikler (maden, petrol, altın, uranyum vs.) veya turistik zenginlikler (doğa ve deniz güzelliği, yerel giysi ve yiyecekler, yerel müzik ve dans, vs.) bulup geliyorlar.
Ve en son ben ve bana benzerlerin durumu. İçinde doğuyorsun, seni çiğneyip kusuyor ve (laf) kusturuyor.
Kısacası daha henüz etkili bir yol bulunmadı.
Ama bulduğunu iddia edenler var.
Evet doğru, daha sizinle ilk yazışmalarımızda sizin (ve G. Zileli’nin yazdıklarından onun), bu yukarıdaki ileri zekalılardan (bunu alay ederek değil tüm samimiyetimle söylüyorum ve zaten dünyanın içinde bulunduğu durum bunu fazlasıyla kanıtlar) olduklarınızı gördüm. Yaptığım haksızlık bu insanlara karşı hislerimi veya kinimi (ki siz bunu güzel sezdiniz) size yansıtmak oldu. Bu tespitimim doğru olup olmadığını bilemem. Size bırakıyorum. Ve eğer yanlışım varsa söylediklerimin hepsi için özür diliyorum. Yoksa yine özür diliyorum çünkü sizi G. Zileli’yle olan sorunuma ben sürükledim. Ama lütfen iyi düşünün. Fark, farklı düşünme göreciliği, farklı fikirlere saygı, herkes istediği gibi düşünmede özgür olmalı, vs., vs. değil. Şu an yeni teknolojilerle eski tüketicilik, gelişme, ilerleme, mutluluk rüya ve umutlarına devama teşvik edenler çok. Aynı zamanda bunun imkansızlığını, dünyanın ve özellikle insanın sonu çanları çalındığını ileri sürenler de var. Ben ikinci gruba katılıyorum ve devrimcilerin büyük bir kısmının (-izm etiket farkları ne olursa olsun) hem son 4-5 yüzyıllık tarihte hem şimdi birinci grup içinde olduklarına bütün varlığımla inanıyorum.
Sizinle G. Zileli arasında bir çok konuda fikir farkları olduğuna da inanıyorum. Burjuvalarla Marksistler birbirlerini yok etme savaşına girdiler ama her ikisi de İlericilik ve Mutluluk’a inanıp vadettiler. Ben sizin bu düşüncelere inandığınızı ve hizmet ettiğinizi gördüm. Ve yine karşımda düşman görmüş gibi oldum.
Uzatmak istemiyorum. Ben bu konuda çok katıyım.
Şimdi pek sevmediğim bir konu olan kendi özel hayatıma değineceğim. Bunun sizi incittiğimden dolayı yapıyorum.
Ben matematik öğrettim. Üst seviyede bu dalı seçenlerle ilişki içinde olduğunuz için sizin sözünü ettiğiniz çirkin gönül ve gurur kırmalar pek olmaz. Konu otoriter bir konu, temelde fikir farkları olamaz. Zaten çok daha derin anlamda T. Kuhn bunun sosyal ilimlerde olmayışından yola çıktı. Alt seviyelerde ta başlangıçta ve sonra hep şunu düşündüm:
“Ben burada olmak istemiyorum, çok daha genç ve canlılık dolu oldukları için, özellikle onlar burada olmak istemiyorlar. Ama hepimiz burada düzenin soytarılığına devam ediyoruz.”
Ve ilk fırsatta hocalığı terk ettim.
Bir şey daha eklemek isterim. Ben sizin dediklerinizden ve kendi bilgilerime ve mantığa dayanarak savunduğunuz fikirleri tespit ettim. Bu bir meslek hastalığı olabilir. Yazılarımda bu fikirlere karşı olduğumu, ve savunanlardan nefret ettiğimi dile getirdim. İsa gibi, benimle beraber değilsen, benim düşmanımsın; veya düşmanımın düşmanı benim dostum değildir, demek istedim. Ve bunları bazı kitap, yazı, tarihle örnekledim. Eğer suçum “siz de haklısınız, ben de haklıyım”, demememdeyse, suçluyum ve söylediklerimi geri alıp özür dileyerek bu konuyu kapatmak istiyorum.
Sizinle tartışmalarda sözünü ettiğim tüm konuları kendi öğrendim. Yani otodidaktım. Sizin deyişinizle bu psikopatoloji, benim deyişimle uzmanlıktan tiksinti duymaktır. Bununla uzmanlıktan vazgeçilebilir iddaisında bulunmuyorum. Aynı para gibi, zararını biliyoruz ama onsuz, ne yazık ki, yaşayamıyoruz.
İşte bir züppelik daha , ve özür dilerim çeviremeyeceğim:
“ … We leave behind us the world of historical ironmasters and banker-historians, geological divines and scholar tobaconnists, with its genial watchword : to know something of everything and everything of something : and through the gateway of the Competitive Examination we go out into the Wasteland of Experts, each knowing so much about so little that he can neither be contradicted nor is worth contradicting.
Young G. M. Young : Victorian England, Portrait of an Age
Sizinle e-maille mektuplaşmak istemememin asıl nedenini de yine bir hikayeyle anlatmak isterim.
Şehirlerde etkenlik, verimlilik, kısa yollar buluculuk, zaman kazanma kavramları içinde büyümüş biri kıra çıkar. Eşşeği sırtında ağaça çıkmış bir köylüye rastlar ve sorar:
“Sen ne yapıyorsun?”
“Eşşeğime meyve yediriyorum.”
“Yahu, aşağı in, ağacı salla, meyveler düşer ve eşşek de onları yer”
“Neden?”
“Zaman kazanmak için!”
“Yahu, eşşek zamandan ne anlar!”
İşte ben köylüden tarafım ve sizin şehirliden taraf olduğunu sanıyorum. Ben size derdimi anlatamayacağımı gördüm ve vazgeçtim. Ve bu daha önce binlerce defa başıma geldiğinden imkansız olduğunu çok iyi biliyorum.
Özetimin özeti:
Burjuva-kapitalist-(ve dolayısıyla) bilim-teknik dünyasının getirdiği insanın kendini bile bir yatırım nesnesi gibi görmesi beni tiksindiriyor. Zamanın saat (-alet) oluşu, ve saatin kendimizi disipline sokma aleti oluşu bunun bir örneği. Ve bu, manastırlarda başladı. Ve bu, kapitalist dünya yaradılışında büyük bir rol oynadı. Sözü gelmişken bu manastırlardaki rahipler hemen hemen tüm işlerini araçlara (bilim-tekniğe) yaptırırlardı.
Tarihte doğan her şey ölüyor ve ben (İNŞALLAH!) bu da ölür diyorum. Ama belki siz haklısınız daha da sağlıklı olur. Emin olun bunu alay etmek için söylemiyorum.
Hoşça kalın.
Tezer Özlü’ye (29), (18, 19 dan) bir yanıt.
Merhaba Tezer Özlü,
İlk önce yazınızı görmeyip gösterdiğiniz anlayışa zamanında teşekkür etmediğim için özür dilerim.
Bir sonra da sözünü ettiğiniz kişileri tanımıyorum, Türkiye’de olup bitenler hakkındaki bilgilerim çok kısıt ve tavsiye ettiğiniz birçok kitapları okumadım ve hatta duymadım. Onun için cevabım genel olacak.
Fakat dediklerinizi kabacada olsa anladığımı sanıyorum. Eğer şakamsı ve abartarak ifade etmek istersem, yazdıklarınızı okurken gözümün önüne sık sık gördüğüm ve beni çok duygulandıran bir manzara geldi. Birbirlerinin dilini bilmedikleri halde birbirleriyle konuşmaya devam edip birbirlerini anlayanlar.
Başımıza gelen bir olayı anlatarak belki sizin çok daha zengin, çeşitli, uygun uyarılarınızın bir kısmını anladım demek isterim.
Arkadaşlar bize hazırladıkları bir afişi göndermişlerdi ve bizde kapımıza içerden asmıştık. Afişte Yeltsin elinde Rus bayrağını sallar ve “Dünya Bankacıları Birleşin”, der.
Bize Birleşmiş Milletler’de çalışan, görevinden dolayı dünyayı sık sık dolaşıp dünya liderleriyle sık sık el sıkışan, gerçekten yüksek zekalı bir hanım gelmişti ve çıkışta afişi gördü.
– Ha, siz de Yeltsin’i beğeniyorsunuz, dedi
“Dünya Bankacıları Birleşin”, lafının nereden geldiğini bilmiyordu!
Bu bence zamanımızı simgeleyen diğer son derece azılı bir saldırının işareti: tarihi silmek.
Çok güzel örnek ve alıntılarınızla bana umut verdiniz. Ve tavsiye ettiğiniz kitapları da okumak istiyorum. Tanıdıklarım sadece, belki Illich hariç, klasik sayılabilecek Veblen, Proudhon, Hobbes, Bakunin, Kafka, Zola, ve hele Swift ve çok sevdiğim, yazdıklarımda ondan sık sık “çaldığım”, hicivi!
VE HELE HELE VIDEOLAR!!!
Sizi sıkmak pahasına da olsa şu son yazdığım bir yanıtın bir kısmını “The Century of the Self” videosuna bir katkım olsun diye size aktarıyorum:
“Burjuva-kapitalist-(ve dolayısıyla) bilim-teknik dünyasının getirdiği insanın kendini bile bir yatırım nesnesi gibi görmesi beni tiksindiriyor. Zamanın saat (-alet) oluşu, ve saatin kendimizi disipline sokma aleti oluşu bunun bir örneği. Ve bu, manastırlarda başladı. Ve bu, kapitalist dünya yaradılışında büyük bir rol oynadı. Sözü gelmişken bu manastırlardaki rahipler hemen hemen tüm işlerini araçlara (bilim-tekniğe) yaptırırlardı.
Tarihte doğan her şey ölüyor ve ben (İNŞALLAH!) bu da ölür diyorum. Ama belki siz haklısınız daha da sağlıklı olur. Emin olun bunu alay etmek için söylemiyorum.”
Hoşça kalın
Gün Zileli Haziran 19th, 2015 at 14:35 yazısına yanıt:
“Bunamış” mı dedim. Hatırlamıyorum ama dediysem özür dilerim.
Haklısınız “bunamış”, demediniz. Ben yalan söyledim ve iftira ettim. Çok özür dilerim, siz, 18 yazıma karşılık
Gün Zileli Mayıs 30th, 2015 at 14:06’da
” görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani.”, dediniz.
Ben bu yanıtınızın, yanlışlıkla, fikirlerime karşı değil, beynimin yaşlandığı ve dolayısıyla zırvaladığım anlamına geldiğini, yani kişiliğime döktüğünü sanmıştım. Tekrar özür dilerim.
Sizin yanıtınızı Tezer Özlü’nün (29) yanıtıyla karşılaştırdığımda zırvalamadığım belli ama “bunamış” demediniz, çok doğru.
Önemli olan eşanlamlar ve eğer bildiğiniz iki eşanlamlı sözcükler varsa, geçekten merak ediyorum, sizden duymak isterim.
Türkiye’deki solcuların ve Türkiye solunun hali pür melaline çok güzel iki misal O.Gürsel ve 103 numara…Size tavsiyem ilk önce kendinize bir sorun: İyi de biz bu boku niye yedik?
Anonim (99) ve anonim (38)’e (tekrar ve kısmen) bir yanıt.
Yine ben “pipsqueak”.
Ben ilk yanıtımın kaynağında bir yanlışlık yaptım ve New York Üniversitesi’nde misafir öğretim görevlisi Ümit Akçay’la aynı sandım. Özür dilerim,
Önce bu adı (“pipsqueak”) neden seçtim? Dediklerinize katılıyorsam da benim iktisat konusunda bilgimin kısıtlı oluşu. Genellikle bilgilerim, eski tazeliğini kaybetmiş olsa bile, daha sonraki yazınızda belirlediğiniz (sosyal yaşamı içeren) siyasal ekonomiyle sınırlı. Ama Weber, Tawney, Veblen, Braudel, Wallerstein ve benzerleri gibi özellikle kapitalizmi inceleyen düşünürlerin çok güzel fikirlerinden yararlandım. Ve bir hayli ekonomi tarihi okudum. Siz de biliyorsunuz ki okuyup en azından yalanlardan uzak durmak başka, belli bir konuda aydınlatıcı bir yazı veya katkıda bulunmak başka. Tavsiye etiğiniz kitaplar (38’de) arasında daha henüz okuamadıklarımı okumaya çalışacağım. Benim de bir katkım olsun. Eğer fırsat bulursanız, aşağıdaki kitabı okumanızı isterim.
Medici Money: Banking, Metaphysics and art in Fifteenth-Century
Tim Parks
Eğer benim katkıda bulunabileceğim bir konu varsa o da bilmekten çok anlamakla ilgili. İşte bir örnek:
“Bilgi maldan hayırlıdır. Bilgi seni korur, sense malı korursun. Mal vermekle azalır, bilgi öğretmekle çoğalır. Bilgi hakimdir, mal mahkum. Bilgi sahibi cömert olur, mal sahibi cimri olur. Bilgi ruhun gıdasıdır, mal cesedin gıdası. Mal uzun zaman sürecinde tükenir, bilgi uzun zaman sürecinde tükenmez ve eksilmez. Bilgi kalbi aydınlatır, mal kalbi katılaştırır. Mal, sahibinin vefatıyla kendisine hizmeti de son bulur, bilgi ise hizmet etmeye devam eder. Mal sahipleri mallarının bitmesiyle güçlerini yitirirler, bilgi ise bitmeyen, sönmeyen bir hazine ve varlıktır. Mal toplayanlar öldüklerinde unutulur, bilgi sahipleri eserleriyle her zaman yaşarlar.”
Ben yukarıdakine hiç katılmadığım gibi tehlikeli bile buluyorum. Veya olsa olsa dünyayı zehir edenlerin mazeret ( kalbi aydınlananlar gibi) örnekleri.
Bu sitede bir E. P. Thomson’dan bir örnek vermiştim, tekrarlayacağım. 17. yy devrimcileri, bir meyhanede alt üst olmuş dünyayı tekrar alt üst etme yollarını ararlar. Biri bilenleri davet edelim bize yardımcı olsun der. Bir kunduracı bilenleri boş ver onlar hep gücün yanındadırlar diye cevaplar. E. P. Thomson da “biz hala bu meydan okumaya bir yanıt veremedik”, der.
Mala (daha doğrusu metaya ama ben mal sözcüğünü kullanmaya devam edeceğim) önem vermeyle bilgi o kadar iç içeki, ayırt etmek için dahi olmak lazım.
İşte diğer, ve son derece sevdiğim bir örnek:
Çocuklar için dünya bir oyuncak, bizim için mal.
Bu deyişteki çocuklar ya bizim bilmediğimiz ve hatta bilmek istemediğimiz ve hatta hatta bilsek de hiç bir şey yapamadığımız bilgilere sahip veya bizim bilgimiz dünyayı mala çevirme bilgisi.
Bunu pekiştiren bir örnek:
Beyazlar Amerika ve diğer “daha önce bilinmeyen” yerlerdeki insanların üzerlerinde oturdukları “doğal zenginliklerin” cahilliklerini görüp, ırkçılıkla ve diğer ideolojilerle, kırımdan geçirdiler. Doğru bilgi kalır, malları yer yer bilgi veya başka bir şey şekliyle ağzımızdan çıkarırız.
Eskiden köylü asırlara dayanan neyin nerede en iyi yetiştiği bilgisiyle eker biçerdi. Bunun safsatalara dayandığını gören yeni ve ileri bilgili bilim-teknik uzman bilgelerin maşallah akıl almayacak bilgi ve bilgilerine şükür kimyasal ilaçlar, böcek zehiri, yapay gübre ve benzeri mucizeler toprağı, suyu, denizi, havayı kullanılmaz hale getirdi. Şimdi de yeni teknolojileriyle eski masallarını yeni ambalajlarla satmaya çalışıyorlar. Gerçi aynı şey daha dolaylı insanlara da uygulandı ama o ayrı bir konu. Sadece birkaç örnek: elektriğe şükür geceler gündüze döndü ve işçiler ekonominin empoze ettiği geceleri de çalışmaya sürüklendi; televizyona şükür insanlar birbirleriyle konuşacağına inek trene bakar gibi ekonominin empoze ettiği düz ekrana bakarlar; ulaşım ve telefona şükür insanlar komşu veya sevdikleriyle olacaklarına ekonomi empoze ettiğinden arada bir görüşür ve arada bir konuşurlar; … örnekler sonsuza dek çoğaltılabilir.
Siz ekonomiyi bilmenin öneminde ısrar etmede haklısınız ve katılıyorum. Ne var ki, dünyanın %90’ında bile fazlası tüm gün çalıştıktan sonra zamanlarını televizyon önünde geçirirler, bu konuları çok sıkıcı bulurlar, anlamaları için gerekli tarih ve diğer bilgilerden yoksundurlar, … Kısacası böyle bir proje ancak, aynı Bolşeviklerin veya eski-yeni Bolşeviklerin inandıkları gibi, işi işi bilenlerin ele alıp yürütmesine yol açar.
İkinci dikenli konu.
Dünyayı değiştirenler düşünürsek pek iç açıcı bir sahne ortaya çıkmıyor. Devletler, savaşlar, krallar, imparatorlar, generaller, mal tüccarları, bankalar, kapitalistler, burjuvalar, okullar, araç-gereçler, ruh tüccarları, peygamberler,…
Ama her şeye rağmen siyasal ekonomi ve “anti-kapitalizm” içeren yazıların çok yaralı olacağına inanıyorum.
Şimdi de size baş belası olacağım.
Eğer dünya ekonomik güçlerini ellerinde tutan banka, endüstri ve diğer ekonomik kesimleri bilim-teknik teknisyenleri (uzmanlar, eksperler) yönetiyorlarsa, kapitalizm var ama ne burjuva var (sosyal ve kültürel açıdan tüm dünya burjuva oldu anlamda) ne de kapitalist var, diyebilir miyiz?
Eğer devlet adam veya başkanları ekonomide bir karar vermede bilim-teknik teknisyenlerine danışmak zorundaysa, siyasi güçler bile artık sözüm ona siyasi gücü elinde tutanlarda değil diyebilir miyiz? Bu koca devlet adamları da ekonomi de cahilse, benim cahil olmam daha zararsız değil mi?
Çok daha kısacası, sadece ekonomide değil bütün alanlarda dünyaya egemen olan teknisyenlerin, egemen olmada pek gözleri olmadıklarını (*) ve maaşlarını veren her efendiye hizmetkarlık etmeye hazır olduklarını ileri sürersek, yanlış mı?
(*) Bence bu çok önemli, çünkü kurtuluş modelleri tamamıyla değişik bir dünya görüşünden (Weltanschauung) haraket eder. Çok sayıda eski-yeni devrimcilerin söylemi (discourse) ve devrim modelleri gibi. Nitekim bu Rusya’da oldu.
Bu biraz Marx’ın binyılcı (millenarianists) ve diğer devrimcilere yöneltiği eleştiriye benzer. Asıl düşman kapitalizm yerine artık ölmüş düşman Kilise’ye saldırmak.
Mal-bilgi alıntıya dönüş.
Benim bildiğim kadar bilgiyi (ve daha sonra her şeyi) insandan ayırıp ölü kurumlara mal etme Sümer’de okul ve yazıyla başlar. Çok uzatmayacağım. Daha sonra bilgi tekel olur ve sadece maşallahlılara aktarılır (işte size entropinin, bilgiyle bağlamı açısından, arttığı yalanına bir örnek).
Daha daha sonra ve bilgi birikimini bankacılığa (veya benim deyişimle kabızlığa) dökenlerin bunu yapmayanlara egemen oluşunu hepimiz biliyoruz.
Ben eğer mal ölenle işlevliğine kaybetse (ki son derece yanlış: özgür toplumlar mal birikiminin siyasi güçle ayırt edilmez olduğunu çok iyi bilirlerdi, önlemeye çalışırlardı ve ekonomi yerine siyasi ekonomi demenin yararı bu) her türlü mal birikimine çoktan razı olurdum ama birikmemiş malsız kapitalizmin doğup gelişmesini düşünebilmem imkansız.
Şöyle diyeyim: asıl savaş ölüyle yaşayan arasında. Ve daha henüz ölüyü öldürme yolunu bulamadık.
Borç kitabı çıkalı okumak istedim ama daha henüz olmadı. Mutlaka okuyacağım.
Kızılderili örnekleriniz şahane. Doğru, biz kafeste etrafını süsleyen maymuna benziyoruz ama 3. metni yazan La Boétie’nin köleliği gönüllü seçenlerden birine benziyor.
Diğer verdiğiniz bilgiler için teşekkürler.
106 dahisine:
Bu bok yiyenlere şahane bir tavsiye: yok kadar az bir azınlık ve siz hariç tüm dünya için geçerli. Kim demiş Türkiye’den dahi çıkmaz? Dahi ressam çıkmaz? Herif bir fırça atmayla, hem zamanda hem mekanda, dünyayı boyadı!!!
“Meğersem bir Türk bir dünyaya bedeldir”, doğruymuş.
Ben dünyada tanıdığım bütün solculara telefon edip sizin bu dahi sorunuzu aktardım. Nihayet şifre çözüldü sevinci içindeler.
Ve sadece solcular değil, en az 7 bin senedir bok yiyen diğer insanlar da biz nasıl bu soruyu kendimize sormadık şaşkınlığı içinde. Hele zengin ülkelerde bu bok yemekten kafayı yemiş olanlar. Siz bir psikiyatrist olarak kafayı yiyenlere bu basit ama derin soruyu kendi kendilerine sormayı leblebi gibi dağıtın, eurolar cebinize leblebi gibi dolar. Siz bu dahisel yeteneğinizi Türkiye gibi geri kalmış bir ülkede boşuna harcıyorsunuz.
Ne mutlu keskin zekalı, yaratıcı, derin düşünücü, konunun aslına gidici, etkici, verimci, bir an önce sonuç bekleyici, işin özünü bilici, kısacası bir an önce zengin olmak isteyen solcuyum diyene!
(104’e cevaben,
Yazdıklarına daha dikkatle eğildiğim [107] “pipsqueak” rumuzlu kişinin yazdıklarına kısmi cevap)
Yanıtınız için teşekkürler.
103’te sayın Ogürsel’e yazdıklarınızı da okudum.
Sizle karşılıklı olarak konuyu daha detaylı görüşmek isterdim. Ama ne yazık ki hem zaman, hem mekân, hem de kimlik yönünden sıkıntılarımız var!
Bu sebeple:
4 adet alıntıyı aşağıya aktararak; “Günümüzde bizlere neleri unutturmaya çalışıyorlar?” sorusu temelinde birkaç adım ilerlemek için “potlaç” geleneğini hatırlamanızı ve “sosyoloji” alanına daha ciddiyetle eğilmenizi tavsiye ederim.
(Sadece bir isim vererek koca sosyolojiyi ona sığdırmak niyetinde değilim: Özellikle ve özellikle “Ulus Baker”in yıllar önce bizlere ne anlatmaya çalıştığına bugün tekrar tekrar dikkat kesilmeliyiz!)
NOTLAR:
(A)
Aşağıdaki metinleri “potlaç geleneği” ve “sosyolojinin önemi” temelinde değerlendirmenizi öneririm. Aşağıdaki birçok açıklama, siyasi zeminde şahsınızın da görüşleriyle uyuşmuyor olabilir. Kendimden örnek verirsem; bir anarşistim. Bir metinde bir devletin (mesela Osmanlı “İmparatorluğu” veya Türkiye Cumhuriyeti “Devleti”) güzellemesi çeşitli şekillerde yapılmış. Burada üzerinde durulması gereken husus “potlaç”ın izini sürmek olmalı. Unutulmamalıdır ki; bu gelenek, “devlet” isimli mekanizma dünya genelinde yaygınlık kazanmadan önce de vardı.
(B)
“Anarşizm” çok derin bir konu! (Ki bunu bu sitede belirtmek biraz abes kaçar!) Dallanıp, budaklandırmadan ifade edeyim: “Libertarianism”in market-friendly capitalism (piyasa dostu kapitalizm) kılıfına uydurulduğunu tecrübe ettiğimden, “liberal” kelimesinin tam mânâsıyla “patron kıçı yalayan!” bir anlam kazandığını yıllardır tecrübe ettiğimden; “anarşizm” kelimesinin önüne veya arkasına herhangi bir ek koymadan, onu öz hâli ile kabul ettiğimi ve hayatımın bu şekilde aktığını bildiririm. Bu hatırlatmayı yapmamın nedeni; “birey olarak insanın özgürlüğü” algısı ile “kapitalizmin kuyruğundan ayrılmayan ‘bireyci’ler” arasındaki farkın artık yok olduğunu ispat etmek içindir! Birçok yönüyle kendisine karşı olsam da Jean-Paul Sartre’ın şu ifadesinin ne kadar doğru olduğunu her gün daha iyi anlıyorum: “Liberal, iğrenç bir sözcüktür!”
Ve ekliyorum (1): “İnsan” tekildir, parçalanamaz! Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir. “Co-operation/birlikte çalışmak” ve “communal/birarada yaşamak” eylemlerini tarih boyunca gerçekleştirmiş bir varlıktır. Ne “yapayalnız” bir birey, ne de “bir koyun sürüsü gibi” sosyaldir! Hepsinden önce “insan”; Hobbes’un dikte ettiği gibi “doğuştan kötücül” değil, Rousseau’nun hatırlattığı gibi “doğuştan iyicildir”!
Ve ekliyorum (2): Özellikle bugün “şirketler”, “devletler”den daha tehlikeli ve ölümcüldür! Bu iki güruha karşı aynı anda mücadele etmezsek; bırakalım “anarşist” olmayı, “iyi insan olmak” tabirinin bile ne demek olduğunu unutmuşuz demektir!
***
Alıntı 1:
DİRENİŞ ve “ÖZGÜRLERİN EKONOMİSİ”!
Yazan: Olcay Çelik
Tarih: 1 Ağustos 2013
“Hakikatin tek kuralı ve koşulu vardır,
o da onu inşâ etmiş olmaktır!”
Giambattista Vico
Direniş ekonomisinden bahsederken aslında neyi ima ettiğimizi açıkça anlatmamız gerekiyor, zira kavram, bakılan perspektife göre birçok farklı içeriğe ve bağlama işaret edebiliyor. Eğer günlük borsa ve döviz verilerini yorumlayan bir TV yorumcusu ya da iktisat alanında bir akademisyensek, “direniş ekonomisi” bize 18 günlük direnişin ülke ekonomisini ne kadar zarara uğrattığı ile ilgili analizleri çağrıştıracaktır. İşgüzar bir muhabir ya da ülkenin başbakanıysak, aynı kavramdan bu sefer de bu direnişi kimin finanse ettiği ile ilgili soruları anlayacağız muhtemelen. Bir işinsanı için ise, direniş ekonomisi, çoklukla krizi fırsata çevirme ile ilgili stratejilere işaret edecektir… Aslında bu kavrayışların tamamı aynı bakış açısının farklı renkteki filtrelerle resme dökülmüş hâlleridir! Direniş ekonomisine gerçekten farklı bir perspektiften bakmak için, irade ve arzularını başkalarının emrine vermek zorunda kalmış kitlelerin, yani “ücretli emekçiler”in yanında durmamız gerekiyor! Bu da bizi direnişin ekonomi-politiği üzerine konuşmaya zorluyor.
Tanıklıklar önemlidir. Zira tanıklıklar, tekil olanın kendini olduğu gibi anlatmasına yardımcı olur ve gerçek benzerliklerin soyutlama ile değil, somutların yan yana durmasıyla açığa çıkmasını sağlar. Dolayısıyla direnişe tanıklıklar açısından baktığımızda; ne kaybedilen milyon dolarları, ne gizli güçleri, ne de yeni kâr olanaklarını görürüz! Görülen şey; ekonominin ontolojik unsurlarının, yani her bir somut emeğin, bölüşüme dair “daha önce tatmadığı” bir deneyimdir!
ÖYLE BİR İSTANBUL GÖRDÜK!
SORARLAR BİR GÜN SORARLAR!
Gezi Parkı merkez olmak üzere Harbiye mevkii, Taşkışla’nın sokakları, Tarlabaşı Bulvarı, Gümüşsuyu yokuşları ve elbette Taksim Meydanı; “devlet”in ve “sermaye”nin fiili olarak mevcut olmadığı 11 günlük bir süre boyunca direnişçilerin denetimindeydi!
Ben de dâhil birçok insanın daha önce yaşamadığı ancak hepimize bir o kadar da âşina gelen bir şeyler vardı bu mekânda. Öncelikle belki de ilk defa size ait bir mülkte yürüyormuş hissiyle adımlıyordunuz meydanı, sokakları ve parkı. Özgürdünüz! Bir noktadan kalkıp diğer noktaya giderken bunu sadece uygun gördüğünüz, yani istediğiniz için yapıyordunuz. Gerçi önceden de özgürce dolaşabiliyordunuz buralarda kimse size “nereye hemşerim?!” diye çıkışmıyordu! Bu sefer farklıydı işte! Örneğin iş çıkışında trafiğe kalmamak için “özgürce” koşmak zorunda değildiniz! Arabaların altında ezilmemek için “özgürce” kırmızı ışığın yanmasını beklemiyordunuz! Akşam saat geç olduğu için “özgürce” eve dönmek zorunda kalmıyordunuz! Karnınızı doyurmak için cebinizden “özgürce” bir 20 TL ödemenize gerek yoktu. 5 yıldızlı otellerin önünden başınızı “özgürce” öne eğerek geçip gitmek zorunda da değildiniz! Hâsılı, sizi önüne katıp akmak zorunda bırakan bir güç dalgası yoktu sanki artık! İlk defa bir şeylerin nasıl olması gerektiğini siz belirliyormuşsunuz gibiydi ki, sizi o bir hafta boyunca mülk sahibi yapan şey de bu otonomiydi aslında! Herkes bu otonomiye sahip olmuştu bir anda: Herkes her şeyin sahibiydi, ve aslında hiç kimse hiçbir şeyin sahibi de değildi! Bu da kafanızdaki “mülkiyet” kavramının çok da kolay kavrayamadığınız bir biçimde değişmeye başladığını gösteriyordu! Bireye ait mülkiyetten ortak mülkiyete geçişin bebek adımlarını deneyimliyordunuz!
ANAYASAL DÜZENİ YIKMAYA TEŞEBBÜS!
“Ekonomi-politik” açısından bu otonomi çok önemlidir, zira emek-gücünün ve iradenin kiralanamıyor, dolayısıyla devredilemiyor olması kâr kavramının da buhar olup uçmasına yol açar! Dolayısıyla biyolojik yeniden üretim ilişkileri açısından toplam iradenin evrileceği iki yön kalır: (1) “İzole bireycilik” ya da (2) “dayanışma”!
İlkinde herkes kendisine ait kaynakları kullanırken, ikincisinde “kaynak kavramı” ile “mülkiyet kavramı” birbiri ile ilişkisiz hâle gelir! Rock’n Coke Festivali’nde ilk forma evrilecek ve öyle kalacak olan kalabalık; Gezi’de enteresan (!) bir şekilde hızlıca ikincisine yöneldi! Ekonomik karar alma unsurları (bildiğiniz “insanlar” yani), park dışındaki hayatın itici gücü olduğu vaaz edilen kâr güdüsünü ve izole bireyciliği reddettikleri için karar alma eylemi de dolayısıyla artık bireyi değil, kolektifi ilgilendiren bir mesele hâline geldi! Dolayısıyla direnişin ilk günlerinde devletsizliğin ve patronsuzluğun getirdiği “sınırlanmama” hâlinin; özgürlüğün sadece bir yüzü olduğu kavrandığında yeni hayatın kurulabilmesi ve idamesi için gerekli olan güvenlik, barınma ve gıda ihtiyaçları için işbölümü yapmak ve çalışmak gerekiyordu. Bu görevlere sizi kimse atayamazdı! Siz de kimseyi herhangi bir göreve koşamazdınız! Ne yapılacağına, nasıl yapılacağına, ne ile yapılacağına, ne kadar sürede yapılacağına hep birlikte karar vermek ve verilen kararı da yine hep birlikte uygulamak gerekiyordu.
Başbakan konuyla ilgili olarak; “Gezi Parkı’nda her şey ücretsiz, kaynağı da enteresan!” diyerek, alışıldığı üzere iç ve dış mihraklara işaret etmişti!
[radikal.com.tr (13 Haziran 2013), “Başbakan Gezi eylemcilerine kızdı: Orası sidik kokuyor!”, Radikal]
http://www.radikal.com.tr/politika/basbakan_gezi_eylemcilerine_kizdi_orasi_sidik_kokuyor-1137438
Başbakanın söyleminin açık etmediği nokta; direnişçilerin yeni bir ekonomi-politik deneyimi gerçekleştiriyor olduğuydu! Kaynak aslında değişmemişti: Direnişten önce olduğu ve sonrasında da olacağı gibi, her türlü ekonomik değeri yaratan bu kaynak “insan emeği” idi! Dolayısıyla Gezi Parkı’nı anlamak için sorulan soru yanlıştı! Asıl soru; üretilen değer “neden böyle bölüşülüyor?” olmalıydı!
Muhakkak ki Gezi Direnişi’nde başından sonuna tam bir kolektif üretimden söz edemeyiz. Bu, teknik olarak mümkün değildi. Öncelikle, direniş alttan ve birbiriyle ilişkisiz kanallardan örgütlendiği için, bütünlüklü bir organizmadan ziyade daha küçük anarşist kolektiflerin yan yana durması ile oluşmuştu: Pratik sorunlara dair çözümler yerelden (çadır mahalleleri, taraftar grupları vb.) gelmişti ve ilk etapta yine bu yerellere dairdi. Yereller arasındaki işbirliği nispeten daha sonra kuruldu. İkinci olarak; yapı nispeten daha bütünlüklü bir işlerlik kazanmaya başladığında bile kolektifi besleyecek, koruyacak ve arıtacak metaların üretimi için gerekli hammaddeler (kuru gıda, şeker, çay vb.) ve üretim araçları (tencere, servis malzemeleri, gaz maskesi vb.) bitmiş ürün olarak “dışarıdan” alınmak zorundaydı. Ancak tabii ki bu faktörleri işlemek için, tarih boyunca olduğu gibi başından sonuna, yine emeğe ihtiyaç duyuluyordu! Bu emek nasıl ve hangi ilkeye göre sarf edilecekti? Ayrıca bu emek ile üretilecek olan yeni değerin nasıl paylaşılacağı da düşünülmeliydi. Bunların hiçbiri sorun olmadı. Kimse neyin nasıl yapılması gerektiğini anlatmadı. Hattâ bu konuda en ufak bir kuramsal tartışma bile dönmedi. “Mübadele ekonomisi”nin yerini ilk andan itibaren “dayanışma ekonomisi” almıştı. Dolayısıyla bazıları elinden geldiğince yemek pişirilmesine, dağıtılmasına, çöplerin toplanıp barikatların inşa edilmesine katkıda bulunuyordu. Sonunda ise elde edilen artı-değer (ürünler ve imkânlar); bireylerin katkıda bulunup bulunmadığına bakılmaksızın, herkesle paylaşılıyordu! Böylesine bir kalabalık elbette ki seyyar satıcıların da iştahını kabartıyordu. İlk günler buna engel olunamasa da, sonraki günlerde park mûkimlerinin parktaki her şeyi ücretsiz kılmak adına seyyarları dışarı çıkmaya zorlaması ve son günlere doğru bunu başarabilmiş olmaları, direnişçilerin nasıl bir mikrokozmos kurmaya çalıştığının en açık göstergesiydi! Birçok ağaca asılmış olan “Parktaki her şey ücretsizdir!” tabelaları da “yeni ekonomi-politiğin” ilkelerinden belki de ilkini dillendiriyordu!
Birçoğu bu kolektif üretime katılmadı elbet. Çekinenler olduğu kadar, böyle bir şeyi “fazla romantik!” bulanlar da oldu! Ayrıca kolektife katılan kesimin tamamının da kuramsal anlamda dört başı mamur bir kolektiflik algısıyla hareket ettiğini söylememiz imkânsız…
Ancak zaten dikkate değer olan şey de bu “otomatik kolektifleşme pratiğiydi”! Bu; çok net bir şekilde insanın kolektif eyleme yatkınlığının ya da ona duyulan arzunun bir göstergesiydi. Park içerisinde kitaptan ilaca, sigaradan içeceğe birçok metaya bilindik anlamıyla “bedelsiz” erişebiliyor olmak ve birçok insanın kendinden daha büyük ancak aynı zamanda kendini aşmayan bir şey için emek sarf ediyor olması; bu pratiğe aşina olmayanlara yapılabilecek belki de en verimli propaganda biçimi oldu diyebiliriz! Bu eğilimi küçümsememek gerekiyor: Zira direnişçiler ülkenin tam göbeğinde, üstelik tüm tahakküm biçimlerinin nesneleşmiş hâlleri olan “Cami-kışla-AVM troykası”nın inşa edilmesi istenen yerin tam ortasına biraz pilav, biraz fasulye, bir-iki bardak da çaydan oluşan, mütevazı da olsa bir emekçi sofrası kurmuş, haberli ya da habersiz, yeni bir komün deneyimi inşa etmeye çalışıyorlardı! Özümüz olduğu “iddia edilen!” homo economicus gitmiş, yerini “herkese ihtiyacı kadar” ilkesi almaya başlamıştı; üstelik bunu tüm dünya görüyordu!
Yaşanan bu deneyimin anayasayla ilişkisini görmek önemli… Anayasal düzlem mevcut ekonomi-politikten ayrı bir alan değil, tam tersi onunla eşbiçimli bir yapıya sahip. Bugün anayasal düzlemde insanlar, Negri ve Hardt’ın da belirttiği üzere, var olan bireyler olarak değil, sahip olan unsurlar olarak tanımlanıyorlar; tıpkı ekonomik düzlemde olduğu gibi. [Antonio Negri & Michael Hardt, “Commonwealth”, sayfa 7, Belknap Press of Harvard University Press, 2009]
“Sahip olmak” durumu; en geniş anlamıyla anlaşılmalı:
Maddî bir mülke sahip olmak/olmamak,
Belirli bir yeteneğe sahip olmak/olmamak (liyâkat),
İyi bir sicile sahip olmak/olmamak,
Belirli bir yetkiye sahip olmak/olmamak vb.
Bu da sosyal alanda karşı karşıya gelen bireylerin değerlerinin karşılaştırılabilir olmasını sağlıyor. Karşılaştırılabilme de “daha fazla” olana “daha az” olanı ezme şansı sağlıyor!
Daha yüksek fiyatı veren; kamuya ait ihaleleri alabiliyor!
Yeterli mülke sahip olan; mülksüz insanların emek-güçlerini kiralayıp istediği gibi şekillendirme hakkına sahip oluyor!
Daha eğitimli olan; toplam bütçeden daha yüksek bir payı hak ediyor!
Sicili daha temiz olan; daha etkin pozisyonlarda görev alabiliyor!
Böyle baktığımızda bu “daha” kavrayışını kavram kümesine dâhil etmeyen “Gezi Parkı deneyimi” (uçuk olduğu zannedilen bir yorum olsa da!) potansiyel olarak bizatihi anayasal düzlemi tehdit etmeye başlamıştı diyebiliriz!
Siyasetin ve bölüşümün “insan” ile “eşya” arasında değil;
“İnsanlar arasında” gerçekleşen bir faaliyet olduğu düşünüldüğünde:
Efendi arzudan kurtulup kolektif bir hayat inşa etmeye başlayan bir direnişin bedeli bu süre boyunca akamete uğrattığı finansal değerle değil, gelecekte vaat ettiği ortak yaşamın değeri ile ölçülebilir ancak!
“Sahip olan” bireylerin, yavaş yavaş “var olan” bireylere dönüşmeye başlaması da;
Yukarıda açıklığa kavuşturulan “daha!” kavramını savunan insanlar için sanılandan çok “daha!” maliyetli bir kalkışmadır!
ARZU TRAMVAYINDAN “ÖZGÜRLÜK TRAVMASINA”!
VE ŞU “ALTERNATİF KAPİTALİZM” DEDİKLERİ!
11 Haziran 2013 sabahı polisin Taksim Meydanı’na saldırması ve işgal etmesi öncesindeki 11 günlük sürecin sonlarına doğru direnişin iç dinamiklerinin hafif de olsa sekteye uğramaya başladığını biliyoruz. Hattâ öyle ki; direnişçiler arasında esprili bir şekilde “Polis saldırmasaydı zaten 2-3 güne bu direniş bitecekti” muhabbetleri döndüğüne şahidizdir!
Metin Yeğin “Patronsuzlar” adlı kitabında Brezilya’daki işgal fabrikalarında çalışan bir işçi ile yaptığı röportajlarından birinde sorar; “Patron ile mi çalışmak daha iyi, patronsuz mu?” İşçilerden bazıları; “Patronlu dönem daha iyiydi. Düzen ve disiplin vardı. Öyle herkes her şeye karışamazdı. Toplantı üzerine toplantı yapılmıyordu. Patron ne diyorsa o oluyordu” ya da “Patronla çalışmak daha iyi. Böylece yok genel toplantı, yok üretim toplantısı filan yapmazdık. Bu yüzden bir de Cumartesi, Pazarlarımız gidiyor” şeklinde cevaplar verir. [Metin Yeğin, “Patronsuzlar”, sayfa 83-85, Versus Kitap Yayınları, 2006]
Gezi’de de birçok kişiden duymuşumdur:
“Abi, birileri söylesin ne yapmamız gerektiğini de yapalım. Böyle sabaha kadar birbirimizi yiyoruz!”
Birilerinin neyi nasıl yapacağımızı söylemesi, şüphesiz önceki hayatlarımızdan kalma bir alışkanlık! Hattâ daha fazlası…
Arzu ve iradenin ancak ve ancak efendi arzu ve iradesinin yönlendirmesi ile harekete geçebiliyor olması, diğer bir deyişle otonomisini yitirmiş olması varoluşumuzun bu zamandaki gerçeği hâline gelmiş durumda! Bu yanıyla; “özgürlük” birçoğumuz için oksijenin yeni doğan bebeğin ciğerini yakması gibi bir doğum travması niteliğinde adeta! Bu açıdan bakıldığında Gezi Direnişi’ndeki sınırlı kolektifleşme ve dayanışma deneyiminin aşıladığı yeni ekonomi-politiğin kitlelere yayılmasının ve sürdürülebilir olmasının önündeki en büyük engelin maddi kısıtlardan ziyade; ortaya çıkan bu yeni özgürlük ile ne yapacağımızı çok da bilmememizden kaynaklandığı inancındayım.
Ancak bunu sadece bireysel bir noktadan okumamak gerekir!
Herkesin aynı anda özgürleştiği bir ortamda birey kendininkinin dışında, diğerinin özgürlüğüyle de ne yapacağını bilemiyor! 50 kişilik toplantılarda bile 10. dakikadan sonra bağırış-çağırışların yükselmesi, en basit tartışma kurallarının bile kolayca ihlâl edilebiliyor olması, saatler süren tartışmalardan neredeyse hiçbir karar çıkmaması tam da bu “ne yapacağını bilemememezlik hâli”ne işaret ediyor. Dolayısıyla 11 güne dair temel gereksinimler hızlıca ve umut vaat edici bir şekilde, dayanışma içinde hâlledilebilirken; biraz daha uzak ve geniş erimli kararlar dayanışma modeline dair umutları sekteye uğratabiliyor. “‘Diğeri’ni veya ‘öteki’ni” bir araç olarak görmeye alışmış özneler kendi egolarını dayatmaktan kendilerini alamıyorlar!
Tabii, varoluşumuzun kesit-zamandaki eğiliminin “efendi arzuya tâbiyet” ya da “küçük arzuları tahakküm altına almak” olması tespitinden “kolektif eylemin insan doğasına aykırı olduğu” sonucunu çıkarmak yanlış olur! Zira bu çıkarım, varoluşun güç ilişkilerinin sosyal ve tarihsel, ve dolayısıyla dinamik ve değişime açık yapısını göz ardı eder.
Tarih boyunca karşılaşılan amansız hastalıkları ve türümüze ait fiziksel yetersizlikleri “kader” olarak görmeyen bir bakış açısının; insanın ekonomik ve siyasal davranışlarını “değişmez kabul etmesi!” her şeyden önce bu bakış açısının kendi ilkeleriyle çelişmesi anlamına gelir! Medyamızda bu yeni ekonomi-politiğin insan doğasına aykırı olduğunu çekinmeden dile getiren bir grubun dışında; direnişi “herhangi bir siyasal ve ekonomik bir alternatif üretememekle” suçlayanlar da az değildir!
Bu zevata göre; direniş “kontrolsüz!” ve “hedefsiz!” bir yığın hareketi olarak kalmaya yazgılıdır!
“Alternatif” kavramından eğer:
Projelendirilmiş ve fizibilitesi yapılmış-bitmiş,
Finansman ve eylem plânı netleştirilip rol dağıtımı yapılmış bir dosyayı anlıyorsak;
Evet, bu direniş hiçbir şekilde “bir alternatif kapitalizm!” saçmalığını ne mutlu ki üretmemiştir!
Ama eğer kavramın İngilizce kökünün “to alter”, yani “değişmek” olduğunu görebilecek bir göze ve varlığın “bir an” değil de “bir süreç” olduğunu kavrayabilecek birikime sahipsek; bu direniş bize yeni bir ekonominin kapılarının zorlanmaya başlandığını, o koca kapının bir nebze de olsa hareket etmeye başladığını gösterecektir!
Birçoğumuz için rüya olan bir model; kısıtlı bir ölçekte, kısıtlı bir işlerlikle de olsa 11 gün boyunca vücut buldu nihayetinde!
Kimse kolay olduğunu söylemedi! Ama bunun “imkânsız” olmadığını artık biliyoruz!
BEKLENEN ŞARKI ve TÜSİAD + MÜSİAD GİBİ KALELERE KARŞI ÇIKMAYA NİÇİN KİMSE YELTENMEZ!
Direnişin yeni bir ekonomi-politiğin nüvelerini taşıdığını söylüyoruz. Peki, gerçekten ne beklemeliyiz?
Sol kesim olarak her daim beklentilerimizin zaten çok büyük olduğu ve bir şeyler kazanmaya pek de alışık olmadığımız gerçeğini göz önünde bulundurarak; ilk etapta bu hareketten neleri “beklemememiz” gerektiğini sıralamanın daha sağlıklı sonuçlar üreteceğine inanıyorum.
Bu direnişten; “ücretli-emek” ve “bölüşüm” sistemine darbe vurabilecek eylem biçimlerinden biri olan “fabrika işgalleri”ne evrilebilecek bir enerji görmek çok şimdilik gerçekçi olmaz. Zira bu direniş çoğunlukla özgürlük taleplerinin başlattığı bir orta sınıf hareketi ve bu hareket öznelerinin içerisinde üretken emek sergileyen, dolayısıyla fabrikalarda üretimden gelen gücü kullanabilecek ücretli işçiler azınlıkta…
Üretken olmayan emek sergileyen, yani “beyaz yakalı diye addettiğimiz” ve direnişin yönetici ruhuna daha yakın olan eğitimli kesimin grev ya da iş yavaşlatma tarzı eylemlere kalkışabilmesi de çok olasılık dâhilinde (şimdilik!) gözükmüyor.
Gezi Direnişi’nin birçoğunun ilk direniş eylemi olduğu ve sola eğilimlerinin kuramsal açıdan çok nitelikli olmadığı düşünüldüğünde, bu grubun tepkilerinin bir süre daha “kimlik-yaşam alanı özgürlüğü”, “partiler siyaseti” seviyesinde kalacağını öngörmek zor değil…
Direnişin 15. gününden sonra yayılmaya başlayan boykot çağrıları elbette değerli. Ancak bunların birçoğunun hedefini şaşırıp sadece hükümet yanlısı gruplara karşı yapılan boykotlara dönme riski de var! “Sermaye ama iyi!” diye bir şey olmadığını, bu talan ve soylulaştırma (gentrification ) saldırılarının sermayenin bizatihi iç mantığından türediğinin gösterilmesi gerekiyor. Bu gösterilse bile boykotların ne derece uzun erimli aksiyonlar olacağı konusu şüpheli. TÜSİAD+MÜSİAD gibi kalelere karşı çıkmaya niçin kimse yeltenmiyor? sorusu üzerine daha ciddi düşünmeliyiz!
Peki, “devrim yürüyüşü”ne değilse; nereye doğru evrilecek bu potansiyel?
Öncelikle teslim etmek gerekir ki; burada bahsettiğimiz “yeni bir ekonomi-politik deneyimi” tespitinin sadece bu konularda düşünmeye ve araştırmaya alışmış sınırlı bir sol sekt grup içindeki tartışmalar olarak kalması riski var! Bu deneyimi devamlı surette hatırlatmak hafızanın canlılığı için önemli!
Sonuç olarak; bu deneyimden dolaylı bir sonuç beklemek daha mâkul gibi duruyor: Her yerde söylenen ve benim de katıldığım asıl kazanım, kitlelerin politize olmaya başladığı gerçeği, şüphesiz! Direnişi gerçekleştiren orta sınıf, daha doğrusu eğitimli genç nesil artık kendine yeni bir ilgi alanı bulmuş gözüküyor. Bu kuşağın jargonuna “direnmek”, “polis saldırısı”, “kolektif”, “dayanışma”, “isyan”, “devrim” gibi kavramlar hafiften girmeye başladı! Tepkisel düşünebilecek şekilde eğitim görmüş bu kuşak; zihnine dolan bu pratiği kuramsız bırakmayacaktır diye tahmin ediyorum! Bu anlamda “sol idea”yı işleyen yayınlara eğilim artacak ve tartışmalar bu eksene kaymaya başlayacaktır. Sol entelektüellere düşen vazifelerden biri; yeni kavram setleri ve fikir sunumları ortaya atmak olabilir…
Bu açıdan Amerikalı marksist ekonomist Richard Wolff’un “Democracy at Work” adlı sosyal hareket projesi (http://www.democracyatwork.info/) iyi bir örnek olabilir.
Wolff, Marksist bir ekonominin ve komünist bir alternatifin gereklerini burjuvazinin pek sevdiği kavramlarla yeniden ifade ederek bir sosyal hareket başlatmış görünüyor. Hareketin kabaca argümanı şöyle: “Başkanı, valiyi seçebiliyor, siyasi anlamda temel hak ve özgürlüklerimi oylarımla belirleyebiliyorum. Peki aynı demokrasiye neden işyerinde sahip değilim? Neden işyerinde alınan kararlarda (ne üretilecek, nasıl üretilecek, gelir nasıl dağıtılacak), siyasette olduğu gibi söz sahibi değilim?”
Bu projenin amacı kapitalizmi direkt hedef almaktansa patronsuz işyerlerinin avantajlarını anlatmak, dayanışma ekonomisine özendirmek ve daha önemlisi, tamamen işçilerin yönettiği işyerleri arasında dayanışma sağlamak. ABD’de sayısız “Co-op Companies” (Müşterek İşletmeler) deneyimi var ve bu ağ ile birbirleriyle dayanışmaya başladılar. Orta sınıfın şartları büyük ölçekli şirketlerin işgaline imkân tanımasa da; “işyerinde demokrasi” fikrinin tartışmaya açılması ve KOBİ’iler ölçeğinde rastlanması muhtemel oluşumlara destek verilmesi çok da uzak bir hedef gibi gözükmüyor. Böylece hem “demokrasi” hem de “dayanışma” söylemleri üzerinden ekonomiye dokunabilmek mümkün olabilir. Diğer bir deyişle; sınıf mücadelesi “sömürü” üzerinden değil, “otonomi” üzerinden yürütülebilir.
Diğer bir açıdan; gençlerin yeni somutlanmaya başlayan bu sol pratiği konuşup tartışacakları, hattâ onunla yer yer dalga bile geçebilecekleri ve süreçlere aktif olarak katılabilecekleri yeni bir mekân oluşumu faydalı olabilir. Parkları bu açıdan potansiyel alanlar olarak okuyoruz bugünlerde. Sanal dünya dışındaki mekânların kolektifleşmeyi sağlama potansiyellerinin olması çok da anlaşılmaz bir mesele değil. Üreticilerin ve tüketicilerin birbirlerini görmeden, piyasa için üretim yaptığı ve yabancılaşmanın soyut emek üzerinden gerçekleştiği dünyada; parklar nispeten birbirimize daha fazla dokunabildiğimiz alanlar olduğu için, emeğin bu soyutluğunu ve mübadelenin yüzsüzlüğünü saf dışı bırakmak gücüne sahipler. Dolayısıyla parkla forumların dışında yeni bir ekonominin merkezi de olabilirler.
“Örgütlenmek” ve “diğer özneler ile ortak iş yapmak” pratiğine daha fazla sahip gözüken devrimci sol örgütlerin de bu mayayı işlemesi, yeni politikleşmiş bu gençlerin solu “kendi anladıkları gibi” yorumlamalarına fırsat vermeleri gerekiyor!
Tabii; solcu “ablalık” ve “ağabeylik” reflekslerinin ve örgüt yapılarının buna ne derece izin vereceği noktasında büyük şüphelerim var!
O yüzden; yeni örgütlenme biçimlerinin siyasal partilerden ziyade park ve semt meclislerinde oluşması, gençliğin kendi kimliğini belirleyebilme özgürlüğünü de teminat altına alabilir.
ÖTEKİ EMEKÇİLER?!
Tüm bu söylenenler elbette sadece ücretli-emekçi kitlesinin direnişe katılmış ve halihazırda rahatsız olan kesimine dair şeyler.
Netice itibariyle hükümetin “üretim ve tüketim hayatı”yla tanıştırdığı ve AKP’nin seçmen tabanı diyebileceğimiz geniş bir grup da var. Bu insanlar Cumhuriyet tarihinin kendilerine biçtiği “bidon kafalı!” rollerinin dışına AKP ile çıkabildiler ve hükumetin ekonomi politikaları sayesinde istihdama katılarak (asgari de olsa) bir yaşam standardı yakalamayı başardılar. Ekonomik göstergeler dışında asıl “Türkiye Mucizesi” işte tam da bu kitleyi anlatıyor! Sefalete mâhkum mütedeyyin ve az eğitimli kesim AKP’nin “inşaat yatırımları” ile istihdam çerçevesine girdi ve “kredi kartı borcu”yla da olsa tüketimin güzellikleriyle tanıştı.
[Sertan Batur, (14 Temmuz 2013) “Haziran Ayaklanması’na dair tespitler, öngörüler ve çıkarımlar”, sendika.org]
http://www.sendika.org/2013/07/haziran-ayaklanmasina-dair-tespitler-ongoruler-ve-cikarimlar-sertan-batur/
Gezi Direnişi’ne katılmayan ve hattâ bu direnişe karşı olan bu kesimin çok büyük bir bölümü; doğal olarak mevcut iktidar partisinin yıllardır kendilerine aktardığı, tarih boyunca görmedikleri “güzellikleri!” kaybetmek istemiyor ve karşısındaki her kalkışmayı bir tehdit addediyor! Şehirli-eğitimli ücretli-emekçiler “sömürülmekten öldük bittik!” diye isyan etse bile bu kesim, Nasreddin Hoca’nın dediği gibi “Biraz da biz ölelim!” diyebilir!
Dolayısıyla bu kesime “kolektifin güzel yüzünü” anlatmak; hâlihazırda direnişe kalkışmış kitleye anlatmaktan farklı, ve korkarım ki çok daha zor olacaktır!
Mahalle meclislerinin, park forumlarının bu kesimi kapsayabilecek nitelikte olup olmayacağını birlikte göreceğiz. Ya da topu tekrar “tarihin motoru”na paslayıp her şeyi kökünden sallayabilecek bir ekonomik kriz bekleyeceğiz!
Adres:
http://fraksiyon.org/direnis-ve-ozgurlerin-ekonomisi/
***
Alıntı 2:
GEZİ’DEN “YENİ ARMAĞAN” ÇIKTI!
Yazan: Deniz Yenihayat
Tarih: 14 Kasım 2013
“Bu hareket uluslararası düzeyde, insan hakları, adalet, özgürlük ve halkların refahı adına sorumluluk hisseden herkes açısından bir destek, dayanışma sebebi ve fırsatı olmalıdır.” (Noam Chomsky’nin “Taksim Gezi Parkı Direnişi” hakkında dünya kamuoyuna okuduğu video mesajından)
2013 yazını törenlerle açan Gezi Direnişi; sürecin sonucu ne olacaksa olsun, şimdiden Türkiye ve dünya siyasi tarihine geçmiş bir olay. Hükümetin ve başbakanın uydurduğu “dış mihraklar, “faiz lobisi”, “ergenekon”, “yahudi lobisi” gibi komik nedenlerle değil belki ama, gerçekten uzun bir sinir birikimi sonucu bir anda ortaya çıktı. Başbakan ve partisi iktidara geldiği ilk günden beri ve en çok da son birkaç yılda, farklı uygulama ve açıklamalarla halkın farklı kesimlerinin kelimenin tam anlamıyla damarına bastı. Farklı görüşteki insanlar ilk kez tepkilerini birleştirebilecekleri ortak bir baskı hissetti. Ülkenin büyük bir kesimi, bu iktidara duydukları ve biriktirdikleri tepkilerine bir de doğa ve kamusal alan katliamını da ekleyip sokaklara döküldü.
Haftalarca kentlerde direnen halk, bir yandan da aslında hayatlarımıza ve günlük yaşantımıza sürekli müdahale eden başka bir güce daha karşı durdu. Liberal ve kapitalist ekonominin at koşturduğu Türkiye’de ve aslında dünyanın genelinde özellikle gençler, üzerlerindeki bu “sistem baskısı”na tepki göstermeye başladılar. Varolan ekonomik sistemden ve bu sistemin dayattığı yaşam tarzından duydukları derin rahatsızlık gençleri alternatif bir sisteme özlem içinde bıraktı. Bazı noktalarda da bu alternatifler baş göstermeye başladı. Bunlardan biri de Gezi’de kendiliğinden ortaya çıkan, kısa süreli yaşanan, paylaşıma ve adil dolaşıma dayanan alternatif bir ekonomik sistemdi.
Hani Recep Tayyip Erdoğan’ın en büyük hayali Neo-Osmanlıcılık var ya, onlar bu yolda ilerlerken kendilerine yardımcı olarak Batı tarzı bir liberal ekonomi pratiğini seçtiler. Ama ecdadlarından aldıkları zihniyet mirasına bakılırsa, bunu da sadece biçim olarak uygulamaya çalıştılar, hiçbir gelişimi ve değişen toplumsal ihtiyaçları önemsemediler. Neo-Osmanlı sultanı olarak Ortadoğu’yu ele geçirme gibi naif hayalleri olan bir adam, Osmanlı’nın gelişimindeki en önemli etken olan “potlaç”ın içi boşaltılmış hâli olan neo-liberalizmi Batı’dan göz göre göre ithal etti! Ama anlaşılan o ki, işler Osmanlı’daki gibi yolunda gitmiyor! Batı’da zaten gün geçtikçe daha çok sayıda muhalif çeken bu ekonomik sistemler, Türkiye’de de kabul görmüyor. Buna duyulan tepkilerin en önemlisi tabii ki Gezi Direnişi. Üstelik parktaki gençlere atalarından miras kalan genetik bir bilgi yeniden açığa çıkıyor: “Armağan’ın hası” parka geliyor!
Önce “potlaç”la tanışalım:
“Potlaç”; erken dönem ilkel toplumlarda ortaya çıkmış, yeryüzünde binlerce yıl hüküm sürmüş, dünyanın ilk küresel ekonomik sistemi olan “Armağan Kültürü”nün temel kavramlarından biri. Potlaç kavramı; “vermek”, “almak” ve “fazlasıyla iade etmek” gibi bir süreçten oluşur. Sunulan şey, öncelikle ölü ataların ve tanrıların ruhunu taşımaktadır; zenginlik ve talih bu “şey”ler sayesinde dolaşıma girmektedir. “Değiş-Tokuş”un altında yatan bu manevi anlam; askeri, hukuki, ekonomik ve dini anlamda tanınmayı beraberinde getirir. Bu süreç esasen ekonomik olanı belirlemenin yanında toplumsal, politik, ahlaki ve kültürel olanı da belirler. Karşılıklı yükümlülük toplumlarında insanlar ve toplumlar; çıkarlarını gözetmek ve sürdürmek için savaşı değil, bu “değiş-tokuş yöntemi”ni benimsemişlerdir.
Armağan Kültürü’nün en önemli özelliklerinden biri; salt israfa dayalı sınırsız harcama alışkanlığı/adeti/yükümlülüğünün devrede olmasıdır. Birikim yasaktır ve mülkiyet kolektif bir anlama sahiptir. Bunun en yaygın uygulaması da şölenlerdir. Şölenler; ziyaretçileri türlü ikram ve güzellikleri kullanarak “gebe bırakmak” üzerine kurgulanır. Güç ve prestij gösterileridir. Ziyaretçiler daha fazlası bir şölen düzenleyemedikleri sürece; şölen sahibine gebe kalırlar.
“İlkel toplumlar”, “armağan kültürü” ve “potlaç ekonomisi” hakkında araştırmalar yapan ve birçok önemli metnin yazarı olan Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Oğuz Adanır’ın “Osmanlı ve Avrupalılar” kitabında ilkel sosyo-ekonomik-politiği analiz ederken de belirttiği gibi; “İlkel toplumlarda; harcamayan, biriktiren aşağılanmakta, hor görülmekte, cimrilikle suçlanmakta hattâ toplum dışına itilebilmektedir.”
Potlaç yükümlülüğünü üzerine alan şefler; ölü ruhları, ataları ve tanrıları temsil etmektedirler. Bu yüzden potlaç vermeyen, yani sınırsız tüketim yoluyla hem atalarına karşı “alan el” hem de kabilesine karşı “veren el” olmayan şef; ölü ruhları şereflendirmediği için “persona”sını yitirir ve simgesel anlamda ölür. “Vermek” üstünlüğü ilan eder, “almak” da bağımlı olmayı.
Osmanlı İmparatorluğu kurulduğu ilk andan itibaren de bu sistem sayesinde üç kıtada hüküm sürmeye kadar varan bir başarıya nail olmuştur. Osmanlı daima “veren el” olmuş, lütfederek genişlemiştir. Osmanlı, fetih politikasına sahip bir devlettir. Alabildiğine genişlemesinin altında yatan yüzeysel sebep budur: O dönemdeki tek evrensel kültür olan potlaç. Osmanlı (atalar ve tanrıların elçisi olarak) “veren el” konumundaydı. Oğuz Adanır “Osmanlı ve Avrupalılar” kitabında şöyle diyor: “Osmanlı fethettiği ülkelerin toplumlarına yaşamlarını bağışlama büyüklüğünü gösterdiği için sahip oldukları ne varsa aslında Osmanlı’ya geçmektedir.” Ayrıca fetihlerde kazanılan ganimetlerin bir kısmı, askere ve halka dağıtılmakta, geri kalanıysa aslında kolektiviteye ait olan devlet hazinesine aktarılmaktaydı. Hazinedeki bu para da sonuçta halk için ve kalkınma yolunda harcanmaktaydı. Tüm bunlar halkı gönüllü bir bağımlılık altına sokuyordu.
Osmanlı Devleti’nde 18. yüzyıl sonuna kadar en büyük servetler saray ve çevresindekilere aitti, onlar “veren el”di ve etrafta mülkiyetin m’si bile yoktu. Halkına hoşgörü ve refah vererek halkı kendisine bağımlı hale getirmişti. Ancak problem; saraydan çıkmayan padişahların, kolektif olana ait hazineyi kendi çıkar ve keyifleri için kullanma cüretini göstermesiyle başladı. Ganimetler halka ve askerlere dağıtılmıyor, buna bağlı olarak da imparatorluğun genel motivasyonu yitiyordu. Osmanlı saray eşrafı gününü gün ediyor, devletin bekasını ve yarınları düşünmüyordu. (Bu; ilkel potlaç kültüründeki sonuna kadar tüketme güdüsünün ayyuka çıkmış, şuursuz hâlidir!)
Bir yandan da Avrupa’nın (potlaç geleneğini ve metafiziği terk edip) aydınlanmasıyla Osmanlı da cazibesini yitirmeye başlamıştı. Avrupa’nın rasyonel bir düşünce sistemini baz alarak kısa zamanda büyük bir medeni gelişim göstermesiyle Osmanlı’nın 3 kıtadaki hükmünü ayakta tutan en büyük yapıştırıcı gücü, yani potlaçın kapsayıcı etkisi yeryüzünde demode olmaya başlamıştı. Bu durumu tersine çevirmek ve yine üstün konuma gelmiş bir devlet olmak için Batı’ya yetişmeye çalışmış, ancak Batı’da ortaya çıkan zihniyeti bir türlü özümseyememiş, aydınlanma çabaları yüzeysel ve içi boş kalmıştı. Sonuç olarak yüzyıllarca sürdürülen “Armağan Ekonomisi”nin artık işe yaramaz ve geçersiz bir sistem olduğunu fark edene kadar Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, yerini seküler bir yola girmeye karar veren Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakmıştır. Böylece Batı’nın kültürel ve ekonomik sistemine entegre olmaya çalışan ülkemiz; zaman içinde global trendlere de uyumlanarak “neo-liberal bir ekonomi pratiğini” uygulamaya sokmuştur.
Genel olarak bakıldığında yeryüzünde hakim olmuş ekonomik sistem ve zihniyetler kronolojik olarak şu şekilde sıralanabilir:
*Kapitalizm öncesi zihniyet (Armağan Kültürü/Potlaç)
*İlk kapitalistlere özgü zihniyet
*Sanayileşmiş kapitalizme özgü zihniyet (devamında da “Neo-liberal kültür”/”İçi boşaltılmış bir potlaç”)
“Baudrillard’ın tanımladığı simülasyon evreninde kapitalizm; bir ‘vermek-almak, çoğuyla iade etmek’ sistemi olan Armağan Kültürü’nü tersine çevirmiş, kapitalist burjuvaziye özgü zihniyet yalnızca ‘verdiğini çoğuyla geri alan bir düzen’ yaratmıştır!”
Binlerce yıl yeryüzünde hüküm sürmüş olan armağan kültürü ve potlaç anlayışı; metafizik ve rasyonelin ayrışmadığı zamanlardan sonra uzun bir süre yeryüzünde görünmez olmuştur. Aydınlanma sonrası kapitalist ve liberal ekonomiler ise güçlenmeye başladıkça potlaç kültürünün “artık değeri (artı değeri) tüketme” üzerine kurulu biçimini kopyalamış ancak diğer tüm manevi içeriğini ve “eşyanın ruhu”nu saf dışı bırakarak bunu “tüketim kültürü”ne adapte etmiştir. Şimdiyse dünyalılar bu zalim sisteme direnirken; örneğin Gezi Parkı Direnişi’nde park sınırları içinde potlaçın “ari” biçimi kendiliğinden ortaya çıkmış, ancak bu kez farklı ve günün koşullarına uygun biçimde dönüşmüş, özünü kaybetmeden güncellenmiş bir hâlde pratiğe geçmiştir!
Dünyanın gerçeklik algısı en çok manipüle edilmiş olan tüm halkları, fiziken ve ruhen insanoğlu için en uygun ekonomik sistemi bulabilmek için ellerinden geldiği kadarını yapmaya çalışıyor. Onlar, onlarca yıldır her şeyi tüketen bir kültüre sahip. Şimdi bu sistemi sorgulamaya çalışıyorlar ve “adaletsiz ekonomik dağılım”, “sosyal haklar” ve “insancıl bir toplum yaşamı” için dünyanın dört bir yanında, özellikle “Occupy hareketi”ni de kapsayan çeşitli örgütlü/örgütsüz protestolar düzenliyorlar. Son birkaç yıldır bu hareketlere Avrupa’daki ekonomik kriz mağduru halklar da eklenince tablo daha da netleşmeye başlıyor. Evet; dünya insanları zalim bir ekonomik sisteme karşı direniş gösteriyor! “Gezi” de temelinde buna dayanan ve diğer sosyal sorunlar tarafından da kışkırtılan çok insani bir haykırış, “yeter!”in ilamı! Üstelik Gezi’nin dünyanın geri kalanındaki benzer direnişlerden bir farkı da “alternatif bir sistemin kendiliğinden pratiğe dökülmüş olması”!
Gezi’de olan şey, kapitalist sistem tarafından içi boşaltılarak tedavüle sunulan “potlaç”ın içinin zamana uygun biçimde yeniden doldurulmasıydı!
Yeni Armağan Kültürü’nü yaratmaya çabalayan gençler; bunu içgüdüsel olarak dünyanın farklı yerlerinde ortaya çıkarırken, bu sistemin ilkel dönemlerinde var olan “veren el / alan el” kavramlarını eritmeyi seçtiler. “Aidiyet”, “mülkiyet” ve “sorumluluk” tüm topluluğa ait olmalıdır! Yalnız bunu komünizm ile karıştırmamak da çok önemli! Yeni dünyanın konformist ve egoist insanları bir araya gelirler evet; paylaşırlar, bölüşürler, direnirler, birlikte her şeyi yapabilirler; ancak kimsenin 68’lilerin komün fantezilerini, hippi klişelerini hortlatmak gibi bir niyeti yok! Bireysel yaşamlar ve haklar her zamankinden çok önemli, ve herkes en insani ve konforlu biçimde yaşamayı talep ediyor. Zira yeryüzündeki kaynaklar, artık değerler ve tüketim metaları, bu talebi fazlasıyla karşılayacak büyüklükte.
Önemli olan rant ve sermaye birikimi üzerine kurulu ekonomik sistemin kökten değiştirilmesinin yolunu açabilmek!
Oğuz Adanır, potlaç kavramının özünü ve derinliğini şöyle açıklıyor:
“Değiş-tokuş ettikleri şeyler yalnızca mal ve zenginlikler, mobilya ve binalar, ekonomik açıdan yararlı olan şeyler değildir. Bunlar her şeyden önce nezaket kuralları, şölenler, ritüeller, askeri hizmetler, evlilikler, kadınlar, çocuklar, danslar, bayramlar, panayırlardır. Pazar bunlardan sadece biridir.”
Bu paragraf hepimize çok yakın zamanda yaşadığımız bir deneyimi hatırlatmadı mı ?!
Evet; “Gezi”de, polisin ve müdahalelerin olmadığı zamanlarda, insanlar karınlarını doyurabiliyor, çocuklarının eğitimini sağlayabiliyor, birlikte eğlenebiliyor, sağlık ve kültürel ihtiyaçlarını karşılayabiliyor ve tüm bunlar için tek kuruş harcamıyordu! Çünkü herkes sahip olduğunu paylaşıyor, ekonomik metanın ve kültürel enstrümanların dolaşımı adil bir biçimde sağlanıyordu. Böylece dünyanın birçok yerinde ortaya çıkan yepyeni bir ekonomik sistem arayışı; “kendiliğinden hayata geçmiş” denemelerinden birini Türkiye’de de gerçekleştirmiş oldu!
Tüm bunların yanında Gezi’den sonraki dönemde “korku eşiğinin aşılması”nın da etkisiyle toplum; gündelik refahlarını tehdit eden her duruma karşı daha tepkisel davranmaya ve protesto yeteneğini geri kazanmaya artık başladı. Artık haklarının çok daha farkında, hukuksuzluklara ve kentsel rantlara boyun eğmeyen, eşitlikçi ve özgürlükçü taleplerini yaratıcı yöntemlerle ifade eden insanların dönemine giriş yaptık, ki bu bence hükümetin “sözde demokratikleşme paketi”nin bir tarafını yırtsa da başaramayacağı bir şeyi hayata geçirdi; gerçek demokratik sistemlere özgü ifade hürriyeti kendine toplumumuzda yer açmaya başladı! Buna da alışacaklar, şu an hakim ekonomik ve siyasi sistemler ve onun geçici oyuncusu olan karakterler meşruiyetlerini sarsan bu duruma direniyor ve can havliyle şiddete başvuruyor! “İfade özgürlüğü”, “örgütlenme hürriyeti” ve “muhalefet hakkı”nı köreltecek yasalar çıkarmaya çalışıyor, sivil toplum örgütlerinin çalışmasını engelleyen yaptırımlar uyguluyor. Ancak bilinmeyen şu ki; ülkemizde vuku bulan bu direniş, aslında tüm gezegende yaygınlaşmaya başlayan en insani taleplerin sadece bir parçası! Bu; kendini bilmez bir siyasi güruhun bölgesel olarak geçiştirebileceği ve söndürebileceği bir ateş değil! İnsanlar, dünyanın farklı halkları; zenginliğin artık paylaşılması, kaynakların adil kullanımı ve kendilerine layık bir yaşam biçiminin mümkün olduğu konusunda hemfikir! Ve bunun derhâl hayata geçirilmesini beklemese bile, rahatsızlıklarını ve homurtularını “hakim güçlere!” duyuruyor!
Kapitalizm ve neo-liberalizm belki de tarihinin en tehlikeli zamanlarını yaşıyor! Dünya içten içe yepyeni bir sistemin hayalini kurmaya başladı, şimdi de bunu nasıl gerçekleştirebileceğini düşünme safhasına geçiyor!
Kaynak ve Referanslar:
“Occupy/İşgal Et”, Noam Chomsky, Agora Yayınları
“Osmanlı ve Ötekiler”, Oğuz Adanır, Doğu Batı Yayınları
“Osmanlı ve Avrupalılar”, Oğuz Adanır, Doğu Batı Yayınları
“Türkiye’de Çağdaşlaşma”, Niyazi Berkes, Yapı Kredi Yayınları
“Sosyoloji ve Antropoloji”, Marcel Mauss, Doğu Batı Yayınları
“Tüketim Toplumu”, Jean Baudrillard, Ayrıntı Yayınları
Adres:
http://denizyenihayat.com/archives/63
***
Alıntı 3:
FAZLAYA LANET: “POTLAÇ” GELENEĞİ NEDİR?
“KAPİTALİZM” ADLI ÖLÜMCÜL SİSTEMİN, TARİHİN DOĞAL AKIŞI İÇİNDE KENDİLİĞİNDEN ORTAYA ÇIKTIĞINI ZANNEDENLERE YUMRUK GİBİ BİNLERCE CEVAPTAN BİR TANESİ!
Tarih: 6 Aralık 2012
“Güneş; hiçbir zaman almadan verir.”
Georges Bataille (İktisat ve sosyoloji üzerine önemli eserler vermiş düşünür)
“Potlaç”; Kuzey Amerika’da pasifik kıyısı veya kıtanın kuzey batısında yaşayan belli başlı bazı halkların, şölen & şenlik çerçevesinde, topluluk hâlinde (komünal) bir esrime olarak gerçekleştirdikleri “yararlılık ilkesi”nin yerini armağan ve paylaşımın aldığı bir ritüeldir. Takasın aksine; ölçülebilirliği, eşdeşliliği ortadan kaldıran bir mülksüzleştirme, kaybetme ve kaybettirme yarışı olarak ortaya çıkar.
Klasik ekonomi sisteminde; mübadele, birbirini “değer” olarak dengeleyen malların ya da ürünün değişimi olarak görülmüştür.
Oysa “potlaç”ta bu mübadele şekli; mal edinme ritüeline karşılık gelmediği gibi,
Tersine;
“Yitirmek” ve “elden çıkarmak”, “fazlayı yok etmek”e tekabül eder.
“Fazla”nın ve bu “fazlanın laneti”nin bir tür şölen, bir tür şenlik yoluyla “bağışlanması”, “dağıtılması” anlamına gelen “potlaç”; bir şef tarafından ya da “potlaç” veren aile, kişi tarafından rakibi aşağılamak, ona meydan okumak ve onu daha görkemli bir “potlaç” şöleni sunmaya mecbur bırakmak için uygulanır.
“Meydan okumak” anlamına gelen “potlaç”, kesinlikle bir geri-bildirim bekler. Ancak bu geri-bildirim ilk “potlaç”cının meydan okumasının üstünü kapatacak bir şekilde ve ondan daha etkili, daha cömertçe olmalıdır; çünkü “potlaç” bir “yükümlülüktür”.
Ne kadar fazla değerli eşya alırsan bir o kadar, hattâ daha fazlasını vermek “zorunluluğu” vardır. Aynı zamanda ne kadar fazla değerli eşya gözler önünde yok edilirse, ikinci “potlaç”cı da bir o kadar değerli mal yok etmek zorundadır.
“Potlaç” bir bağış mübadelesi olsa da salt bu (bağış-armağan) yönteme indirgenemez. “Serveti”, “mülkü” bir tören havasında yok etmek de rakibe meydan okumaktır.
Bu törenlerde bu değerli malların, servetin yok edilmesinin ötesine geçilerek;
Evlerin, kanoların, değerli bakır külçelerin de uçurumlardan atılarak, denize dökülerek ya da parçalanarak yok edilmesinin de ötesinde;
Bazı kabilelerde şeflerin insan ve hayvan kurban etmeleri de “potlaç”a konu olmaktadır.
“Potlaç” bir şölenden ayrı düşünülemez. Eğer “potlaç” veren şef ya da aileler “potlacı” şölenlerden uzak kendi başlarına yapıyorlarsa bu onlara bir prestij katmamaktaydı ya da “potlaç”ta alınan değerli eşyalar yok edilmeyip, armağan olarak sunulmayıp; mülk ediniliyorsa “potlaç” gerçekleşmemiş olurdu. “Potlaç” şenliksiz düşünülemeyeceği gibi bir “potlaç” da bazen şenliğe dönüşebilmektedir.
“Potlaç” salt “değiş↔tokuş”a indirgenemeyeceği gibi, salt “mülkü yok etmeye” de indirgenemez.
“Potlaç”taki asli amaç son sözü söyleyenin (son “potlaç”cının) rakibi karşısında bıraktığı prestij, mertebe meselesidir. Ancak bu prestij ve mertebe hegemonik olmaktan çok; dengeleyicidir ve simgeseldir. Çünkü “potlaç”a katılan şef (yoğun olarak kabile şefleri arasında gerçekleşmesine karşın “potlacın” aileler ve kabile mensupları arasında da gerçekleştirilebildiğini hatırlatmanın faydası var…) mülkünden rahatsızlık duyan, bu rahatsızlıktan kurtulabilmek için onu kabilesine dağıtan bir şeftir. ÇÜNKÜ ŞEF & ŞEFLER; KABİLE MENSUPLARININ KENDİLERİNDEN CÖMERTLİK, ARMAĞAN BEKLEDİKLERİNİN FARKINDADIR. BU SEBEPLE DE; “OTORİTE”, “MÜLKİYET” GİBİ KELİMELER HENÜZ KURUMSALLAŞMAMIŞ VE KABİLELERCE İÇSELLEŞTİRİLMEMİŞTİR!
“POTLAÇ”TA DA “TİCARET” GİBİ BİR MAL DOLAŞIMI VARDIR; ANCAK BU DOLAŞIMDA “PAZARLIK” DIŞLANIR, “POTLAÇ” RİTÜELİNDE “PAZARLIK” YER ALMAZ! Armağanın ve yok etmenin (ya da Baudrillard’ın “Karnaval ve Yamyam”ının…) sahnelendiği şenlikte “kullanım değeri” etkisini yitirmiştir! Pazarlık yapacak bir “değişim değeri” gider; ve yerini ayartıcı, meydan okuyucu yok etme; paylaşma, hediye etme ritüelinde “potlaç”a bırakır.
Meta üretiminin yaygınlaşması ile birlikte “potlaç” yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başlamıştır.
“Değişim değeri”nin, “kullanım değeri”nin önüne geçmesi;
Yani “mal”dan→”meta”ya dönüşen ürünler, “kullanım ve harcama kuramını” da etkilemeye başlamıştır.
ÖZEL MÜLKİYETİN KURUMSALLAŞMASI
VE
BU KURUMSALLAŞMANIN “DEVLETİN KORUMASI” ALTINA ALINMASI:
“POTLAÇ” GELENEĞİNİN KÖKÜ OLAN “SERVET BAĞIŞI”NIN YAYDIĞI ERDEMİ;
“KAPİTALİZM”DE; “SERVET EDİNMENİN”, “STOKÇULUĞUN”, “BENCİLLİĞİN” YAVANLIĞINA İNDİRGEMİŞTİR!
“Kapitalizm”in ortaya çıkışı ve “gelişmesi!”yle birlikte; “potlaç” geleneği “ilkel” ve “gerici” olmakla itham edilmiştir!
Fakat kapitalizmin işgaliyle “potlaç” geleneğinin ortadan kalkması:
Mülkün yok edilmesi, veya mülkün armağan edilmesinin yerini, kapitalizmin “stok mantığı”nın (ya da mantıksızlığının!) alması;
“Uygarlık” dediğimiz şeyin üstüne “fazlanın laneti”nin çökmesine sebep olmuştur!
Armağan ya da şölenle “yoksullara” dönmeyen bu fazla;
Kapitalist sisteme günden güne daha fazla baskı yapıyor!
Örneğin:
Ödemeler dengesi fazlası olan ABD, “Marshall Plânı” ile;
Ödemeler dengesi açığı olan Avrupa!ya karşılıksız yardım yapmıştır.
Bu yardımın asıl nedeni (geçmişte!) “Sovyet tehdidi!” olsa da;
ABD, ister istemez bu “fazladan vazgeçerek”; kapitalizmin işleyiş mantığının dışında hareket etmiştir!
Gene aynı şekilde:
Yoksulların ayaklanmaları ve yağmalama faaliyetleri; tek taraflı bir “potlacın” yörüngesine gönderme yapmaktadır!
“Yeni törenler gerek bize
Yeni törenler; kimi zaman en eski…”
Cemal Süreya
“Var”
Adres:
http://potlac.tumblr.com/post/52961232789/fazlaya-lanet-potlac
***
Alıntı 4:
BİR BAŞLANGIÇ İÇİN SONUÇLAR:
İŞİN REDDİNDEN YOLA ÇIKMAK!
Tarih: 3 Mayıs 2015
DURUM:
Tamamen özelleştirilen, etkisiz hâle getirilen, sömürgeleştirilen kamusal alan, ancak mücadeleler, yeni ifade olanaklarının, yeni sözlerin, demokratik pratiklerin koşullarını bizzat yaratabilecek iletişim-olmayanın, cevap-olmayanın, söz-olmayanın, “genel seferberliğin” reddinin adacıklarını açtığı zaman, süreksiz bir tarzda hayat bulur.
“Grev”, yalnızca sermayenin değerlenmesini engellediği için değil; aynı zamanda, işçileri, farklı ve rakip işlevlere ve yerlere tahsis edildikleri bir işbölümünden çıkararak “eşit” kıldığı için de etkiliydi.
Bu çifte koşulu yeniden bulmak, değerlenmeyi durdurmak, iletişim/tüketim/üretim akışlarından çıkmak gerekiyor ve bu durdurma ya da bu çıkışta politik örgütlenmenin koşulu olan eşitliği yakalamak. Bir öznelliğin su yüzüne çıkması için hızlanmaya değil, yavaşlamaya ihtiyacımız var!
“Zamana, fakat bir kopuş zamanına, sömürü ve tahakküm dispositiflerinin askıya alınma zamanını, bir ‘tembellik zamanı’nı ortaya çıkaracak olan ‘genel seferberliği’ engelleme zamanına ihtiyacımız var!”
TEMBELLİK:
Paul Lafargue ve onun “iş dogmasını” çürütmesine bir miktar mizah ve saygıyla yaklaşarak, hem toplumsal işbölümünün rollerini, işlevlerini ve anlamlarını reddeden ve bunlardan kaçan, hem de bu “askıya alma” yoluyla, yeni mümkünler yaratan politik eyleme “tembel” diyorum. İşçi hareketinin sürgüne yolladığı tembelliği neden araftan kurtaralım? Çünkü belki böylece bizi üretim, üretkenlik ve üreticiler (“Gerçek üreticiler bizleriz!”) mutlu döngüsünden çıkaracak etik-politik bir ilkeden yola çıkarak; “işin reddi”ni düşünmeye ve uygulamaya başlayabiliriz. “İş”, “üretim” ve “üreticiler”; komünist geleneğin hem gücü hem zayıflığı olmuştur!
Emeğin özgürleşmesi mi; yoksa emek sayesinde özgürleşme mi? Umarsız belirsizlik. İşten değil, ne olursa olsun, daima işin reddinden yola çıkmak gerekir!
SOSYALİZM:
Yalnızca sanatçılar “tembellik hakkı”na sahiptir!
“La Paresse comme vérité effective de l’homme” adlı küçük kitabında Kasimir Malevitch; (sayfa 14) “bütün insanlık yalnızca zorlu bir yolu izlesin ve artık geride işe yaramaz tek bir kişi kalmasın diye” gerçekleşen sosyalizmi itham eder. Bugün ultra liberal Avrupa Komisyonunun programı da budur! Malevitch hâlâ, emekten yola çıkılırsa daima emeğe (daha da kötüsü işe) varılacakken, ancak çalışma (Malevitch, Sovyet devriminin ilk yıllarında yazmıştır) yoluyla tembelliğe varılacağını düşünür.
İŞİN REDDİ (I):
Tembel eylem, bir “eylemsizlik” ya da bir “minimum eylem” değildir. Her şeyden önce, kapitalist toplumda varoluş koşullarına göre pozisyon almaktır. Kapitalizmde egemen iktidar ilişkisini, yani işi (ücretli) hedef alan öznel bir reddi ifade eder. “Sadece yaşamak için daha fazla çalışmak zorunda olmamız utanç verici, (…) var olmak için çalışmak zorunda olmak rezilliktir” diyordu Marcel Duchamp, bütün yaşamı boyunca Lafargue’ın eserine sadık kalan bu sanatçı! Bilişsel kapitalizme, yeni teknolojilere, “insan sermayesi”ne, facebook, google vs.’ye rağmen, bugün bu hâlâ geçerlidir!
“İşin reddi” yalnızca işçileri ilgilendirmez; zira bilhassa ve öncelikle, toplumsal işbölümüne ve işbölümüne göre önceden belirlenmiş bir işleve, bir role, bir kimliğe tahsis edilmeyi istememek anlamına gelir! Bu bakış açısından işçi, sanatçı, kadın ya da “bilişsel işçi” tam olarak aynı şeydir, yani “tahsis edilmiş olmaktır”! Doğrudan bir patron tarafından ya da değil; hepsi sömürü ve tahakküm ilişkileri içinde tutulur! Piyasa için üretim; farklı biçimlerde, hepsini, bilgilerinin, yeteneklerinin ve yaşamlarının ekonomik ve öznel bakımdan yoksullaştırılmasına, ele geçirilmesine, normalleştirilmesine ve standartlaştırılmasına boyun eğdirir!
İŞİN REDDİ (II):
Neo-liberalizm; işçilerin, büyük endüstrinin montaj hattında çalışmayı reddetmesine bir yanıt olarak kurulmuştu!
Ona:
Bireysel girişim aracılığıyla “işte kendini gerçekleştirme”,
Kişiselleştirilmiş tüketim aracılığıyla elde edilecek “özgürlük”,
Yaygınlaştırılmış bağlantılılık tarafından sağlanacak bir “toplumsallaşma” vaat ediyordu!
Bu vaatler; ifade edilmeyen fakat zamanla keşfedilecek şeyler içeriyordu: Bir taraftan “yeni tabi kılma” ve “köleleştirme” biçimleri, diğer taraftan “güvencesizlik”, “yoksulluk”, “bireyselleşme” ve “eşitsizlik”! Tüm bu vaatler; borçlandırılmış insana, resesyona, fedakârlıklara, kemer sıkmaya, daimi kriz hâlinin otoriterliğine yol açarak gerçek doğalarını ortaya çıkardılar!
2007’den beri kapitalizmi sarsan ayaklanmalarda ifade bulduğunu gördüğümüz ret; yeni bir radikalizm içerir, çünkü hem “insan sermayesi”nin kurallarına göre çalışmanın reddi, hem tüketici, iletişimci, kullanıcı, işsiz olarak çalışmanın reddi, hem de normalleştirilmiş cinsel kimliğin reddi, yani değerlenme teknikleri ile tabi kılma/köleleştirme tekniklerini oluşturan yönetimsellik tekniklerinin reddi söz konusudur.
İŞİN REDDİ (III):
“İş” kadar “redde”, belki daha çok bu ikincisine mim koymak gerekir; zira iş değişmişse, reddi ifade eden öznel kopuş, politik eylemi tanımlamanın temeli hâline gelir. Ret; öznelliği dikkate alan bir önce ve bir sonra oluşturarak, zamanın (ya da tarihin) akışını kırar. Bu önce ve bu sonra (Mayıs ’68) arasında öznellikler gerçekleşir ve çözülür.
ZORUNLU ÇALIŞMA:
İnsanlık var olduğundan beri çalışmaya en çok zaman ayıran kuşaklar; “sermaye altında doğmak mutsuzluğu”nu yaşayan kuşaklardır!
Her türlü üretkenlik artışı, bilimin ve tekniğin her türlü keşfi ya da icadı, zamanı özgürleştirmek yerine, sermayeye daha güçlü bir şekilde bağlamışlardır; çünkü kâra dönüştürülmesi gereken şey, zamansallıkların çokluğudur!
Çağdaş işin reddi; sermayeyi, sadece işçinin işi reddetmesinden daha derin bir şekilde sarsar, zira sömürü bütün bir toplumu ve bütün boyutlarıyla öznelliği ilgilendirir. Söz konusu olan; modernitenin “antropolojisidir” (özne, birey, özgürlük, evrensellik, erile ayarlı her şey).
HIZ ve HAREKETSİZLİK ARASINDA:
İşin reddinin bu yeni kiplikleri; kapitalist birikimin kötü sonsuzu ile geleneksel toplumların değişmez istikrarı arasında, para akışlarının hızlandırılmış devri ile işin, tüketimin, iletişimin can sıkıcı tekrarı arasında, “mümkün”ün zamansallığını, mevcudiyetten çoklu uzamlara doğru gevşetilmiş ve genişletilmiş süreyi, en büyük hızlılık ve en büyük yavaşlıkla canlandırılan başka bir uzam-zamanı keşfeden spesifik eylem biçimleridir. Bu “aradaki” süreyi; makinelerin ve teknolojinin yardımıyla örgütlenme zamanına dönüştürmek gerekir. Dolayısıyla hiçbir “teknofobi”ye yer yoktur! Çünkü bir kere değerlenmenin etkisinden kurtarıldığında, en büyük hızlılık gibi en büyük yavaşlık da makinelerin hızı olabilecektir.
Grev gibi, bahsettiğimiz “ret” de; sermaye tarafından kararlaştırılmış olan genel seferberliği askıya alır ve böylece kronolojik zamanı menteşesinden çıkarır ve başka hareketler, hızlar ve ritimler doğurur. Gilles Deleuze için bu zamansallığa erişim “kâhin”in; Marcel Duchamp içinse “tembel”in ayrıcalığıdır. Bu kavramsal ve varoluşsal kişilikler nasıl politik kişiliklere dönüşebilir?
ZAMAN:
Zamanı yaşamanın başka bir biçimine ihtiyacımız var!
Kapitalist için zaman paraysa, tembel ya da kâhin için “sermayesi zamandır”!
Sermaye; işin reddinin “özgürleştirdiği” bütün zamanları yeniden ele geçirmektedir. “Zaman” konusu üzerinde ortaya çıkmakta olan yeni mücadele; birikmiş toplumsal zenginliğin temellüküyle el ele gitmelidir. Parayı yeniden boş zamana çevirmek için, zenginliği mümkünlere dönüştürmek için, yalnızca mücadeleler değil; yeni özneleşme süreçleri de gerekir.
ERİL/DİŞİL:
“Tembel” eylem, bir kimlik çözme işlemidir. Etkinlik etrafında örgütlenmiş bir dünyaya dâhil olması, kimlikleri, özellikle cinsel kimliği sarsar.
İlkçağ’dan başlayarak, etkinlik (cinsel, politik, üretken) erkekle özdeşleştirilir. Kadın ise; tersine, cisimleşmiş eylemsizlik ve edilginliktir!
Yunan demokrasisi politik eylemi sırf erkeklere mahsus bir alan olarak yüceltir. Kapitalizm tarafından gerçekleştirilen “köleliğin demokratikleştirilmesi” politik eylemi değil, üretimi merkeze alır! Bununla birlikte üreticiler daima erkeklerdir ve iş yine bir erkeklik gösterisidir! Eylem (eril) ile eylemsizlik (dişil) arasındaki ayrım; psikanaliz gibi, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı arasında ortaya çıkan yeni sosyal bilimlerde bulunur. Freud’da eylem, babanın penisiyle temsil edilir; dolayısıyla buna sahip olmamanız can sıkıcıdır, çünkü bir şeylerden eksiksiniz demektir!
“Tembel eylem”; kimlikleri askıya alır ve oluşlara açılır. Eylemin ve işin erkekliğini sarsar ve kadının (ama aynı zamanda da “doğa”nın) tahakküm altına alınmasını sorgular.
ALGI ve DUYARLIK:
Para üretmeyi amaçlayan sermayenin eylemi; yalnızca ekonomik etkiler yaratmaz. Sermaye bizi bir algı ve bir duyarlıkla donatır, çünkü algılamak ve hissetmek eylemin işlevleridir. Eylemin gerçekleşmesi için gerekli olan şey; görülür ve hissedilir. Algıyı ve hissetme biçimini değiştirmek için eyleme biçimini, aslında son kertede, yaşama biçimini değiştirmek gerekir!
“Tembel eylem”; kapitalist üretimin ereklendirilmiş eyleminin tam tersidir; sermaye için erek (para) her şey, süreç ise hiçbir şeydir! Süreç, eğer para üretmiyorsa, birebir anlamıyla; var da değildir! Tersine; işin reddi tamamen sürece, oluşa, kolektif tekilleşme kipliklerine odaklanır.
TEMBELLİK ve İŞSİZLİK:
İşsiz; bir “tembel” değildir, çünkü işsizlik hâlâ ve daima sermayenin bir zamansallığıdır! İşsiz bir tembele dönüşebilir; fakat herkes gibi, kendi üzerinde bir çalışma; “kendi”, “ötekiler” ve “dünyaya” dair radikal bir perspektif değişimi pahasına.
YAŞAM:
Sermayenin yaşamı sömürmesi, yaşamın sermayeyle örtüştüğü anlamına gelmez!
Ücretlilerde işi işçiden ayırabildiğimiz gibi, yaşamı da eserlerinden ayırmak daima mümkündür. İnsan sermayesinin ilk örneği olarak bakılabilecek sanatçı da bile, eserler yaşamdan ayrılabilir. “Bir modus vivendi (yaşam tarzı), bir tür yaşam anlayışı oluşturmak için resmi ve sanatı kullanmak istedim; yani muhtemelen, yaşamımı tablo formu altında sanat eserleri yapmakla geçirmek yerine, bizzat yaşamı bir sanat eseri hâline getirmeyi denemek için […] Önemli olan, yaşamak ve bir tavra sahip olmaktır. Her durumda izleyicilerin gözünden, yaptığım resim, yaptığım kelime oyunları ve yaptığım her şey bu tavrın buyruğu altındadır.” (Marcel Duchamp)
Bu ayrım her zaman mümkündür; zira özneleşme süreci her zaman gerçekleşmektedir. Krizle birlikte, neo-liberalizme herkese “otantik” bir yaşam kurma olanağı verme vaadiyle sağlanan katılım; parçalanmaktadır! “Bireysel yaşamı” değil de “kolektif yaşamı” bir sanat eseri gibi tasarlamak ne anlama gelir?
DEMOKRATİK SÜREÇ:
Politik eylemi niteleyen şey, üretimden çekip çıkarılan bilişsel ya da gayri maddi ya da daha başka bir tanım değil; toplumsal işbölümünün kategorilerini, kimliklerini, rollerini ret, ve tüm bunlardan kaçabilme ve mümkünler açabilme kapasitesidir. Ret ve bunun politik eylem potansiyeli doğrudan doğruya bağlı olduğumuz “iş”ten, tahsis edilmiş olduğumuz alandan ve işlevlerden çıkarılmaz. [Reddin nedenleri ve amaçları vardır; fakat ifade ettiği kopuş, amaçsız ve nedensiz bir arzu yoluyla oluşur. Gerçek nedeni, nedenselliğin (işbölümü, üretim, değerlenme) kopuşudur ve amaçları, yeni var olma ve eyleme tarzları yaratmaya zorlayan kopuştan önce var olmaz. Nedenlerin (işbölümünün) düzeninde imkânsız olan kopuş, her yeni özneleşmenin koşulu olan zamansız bir mümkün yaratır.]
Ret, işbölümünden sapan ve bunun içinde imkânsız olan şey üzerine çalışan bir eylemi ima eder. “Tembel eylem”; bilişsel ya da profesyonel hiçbir virtüözlük, hiçbir özel hüner gerektirmez. Herkes tarafından uygulanabilir.
Peki ama kolektif bir örgütlenme sürecinin motoruna nasıl dönüşebilir?
Örgütlenme zamanı spesifiktir. “Île-de-France”da “Süreksiz ve Güvencesiz Çalışanlar Koordinasyonu”ndaki son politik deneyimim; bir duraklamaya, seferberliğe son vermeye dayanan demokratik bir sürecin; öznel güçlerin keşfi, üretimi, örgütlenmesi ve yeniden bileşiminin mümkün olabilmesi için, zaman, hem de çok zaman istediğini bana öğretti. Bu problemi çözecek olan; ne demokratik merkeziyetçiliğin, ne de borsada işlem gören sosyal ağların hızı ve basitleştirilmeleridir. Bir mücadelenin ihtiyaç duyduğu heterojen hızları kullanabilme ve düzenleyebilmenin koşulu; seferberliği sonlandırmanın hareketsizliğinde içerimlenen şeyi geliştirmektir!
SAVAŞ MAKİNESİ:
Yine de sermayenin düalizmlerini bozguna uğratmak gerekir. Güç ilişkilerini kurma ve sürdürme kapasitesi olmaksızın, işin reddinde içerilmiş olan etkileri ve tekillikleri açımlamak imkânsızdır. (Metropoliten) işin reddi de başka bir şeyle ilgili değildir. İşçinin işi reddi üzerine düşünen kuramcılarda olduğu gibi; partiyle ya da devletle ilgili değildir. Tam tersine; başka stratejik tercihleri (tüm mümkünleri ortaya koyarak işin reddinde ve onun politik potansiyelinde diretmek) ifade eden feminist hareketlerin (ya da güvencesizlerin hareketi) parti-oluşunu ya da devlet-oluşunu düşünmek zordur. Fakat zamansallıkları, heterojen öznellikleri ve onların kuramlarını keşfetmek, üretmek ve yeniden bileşimini oluşturmak gerekliliği; yönetimselliğin tabi kılma ve köleleştirme tekniklerinden sürekli kaçmayı içerir.
Kitap: Borçla Yönetmek
Yazan: Maurizio Lazzarato
Çeviren: Şule Çiltaş
Yayınevi: Otonom Yayıncılık
Adres:
http://www.otonomyayincilik.com/kitaplik/politik-ekonomi/item/92-bor%C3%A7la-y%C3%B6netmek
Metnin adresi:
http://isyananarsi.blogspot.com.tr/2015/05/bir-baslangc-icin-sonuclar-isin.html
“pipsqueak”den Tezer Özlü veya 109’a yorum ve yanıt
Yazınızı giriş, (A) ve (B); ve Alıntı1 – Alıntı 4 şeklinde iki ayrı bölüm olarak okudum. Bu yanıtım giriş, (A), (B), kısmen Alıntı 1’in düşündürdükleri . Potlach çok daha zor ve düşünmek gerektiriyor, şimdilik hafifçe değinme daha akıllı. ” The Century of the Self ” videosu kendi başına bir konu. “GÜNÜMÜZDE BİZLERE NELERİ UNUTTURMAYA ÇALIŞIYORLAR?”a mükemmel bir örnek. Üstelik nelerin söylenmeden geçildiğine de bir örnek. Bilim denilen şeyin zamanın modasına uyması, egemenlerin kullanma aracı olması, mağdurlara acıyacaklarına saçma sapan kuramlara inanan ruh teknisyenlerinin zamanımız teknisyenlerine benzemleri vb. gibi. Ama bunu da sonraya bırakmam gerekiyor.
Gönül yazdıklarınızı ve düşündüklerinizi, özellikle uzun kış geceleri, karşılıklı oturup konuşmak isterdi.
Bir uyarı: benim için Batı = aşağı yukarı tüm dünya veya hiç değilse tüm medeni dünya ve gam yükü treninin son lokomotifi.
Ve aşağıdaki alıntı Batı’yı en iyi tanımlayanlardan biridir.
“So far as I am aware, we are the only society on Earth that thinks of itself as having risen from savagery, identified with a ruthless nature. Everyone else believes they are descended from gods.”,
Bazan kişisel bilgiler, kişinin ileri sürdüğü fikirleri aydınlatabilir diye kendi deneyimleri yazım arasına serpmekte yarar olacağını düşündüm. Aksi halde Laurence Sterne’nin hayatını anlattığı gibi iş uzadıkça uzar ve Tristram Shandy ancak 3. ciltte doğar.
Bazı basit sorulara cevaplar:
Neden anonim?
Birçok nedenler var ama hiç biri savunduğum bir ideolojik nedenden değil. Bir tanesi Goethe’den.
“No one can take from us the joy of the first becoming aware of something the so-called discovery. But if we also demand the honor, it can be utterly spoiled for us, for we are usually not the first. What does discovery mean, and who can say that he has discovered this or that? After all it’s pure idiocy to brag about proiority, for it’s simply unconscious conceit, not to admit frankly that one is a plagiarist.”
Mekân daha da karışık çünkü ben şimdi Avrupa’dayım ve hatta kağıtsılığımızdan dolayı ihbar edildiğimizden 3 yıldır bulunduğumuz ülkeden dışarı bile çıkamıyoruz.
Sizden alıntıları büyük harflerle yazacağım.
SİZİN ““POTLAÇ” GELENEĞİNİ HATIRLAMANIZI VE “SOSYOLOJİ” ALANINA DAHA CİDDİYETLE EĞİLMENİZİ TAVSİYE EDERİM.”, SÖZÜNÜZE BİR CEVAP.
1 POTLAÇ
Ben yıllarca ve seve seve “potlaç” değil ama, sanki o gibiymiş gibi kendimizi bile bile kandırarak arkadaşlarla sık sık yaptığımız “potluck” içinde yaşadım. Arkadaşlar (ve bazan ben de) orijinal piyes yazıp sahneye koydular, basım kooperatifinde (kolektif) yazdıklarını veya çevirilerini yayınladılar, dünyada iyice tanınmış ve saygıyla okunan aylık anarşist gazete çıkardılar, kolektif yiyecek mağazaları kurdular. Hatta arkadaşların bir müzik grubu meşhur olunca dağılıp vazgeçtiler. Beraberce kıra gitmeler, kamp kurmalar, “potluck”lar bunun çok sık tekrarlanırdı. “Potluck”lara gelenler dans eder, konuşur, dedikodu yaparlardı.
Avrupa’dan gelen ve çok daha ciddi solcular bayrak taşıyan gerçek devrimci yerine “Homo Take İt EasyCus”lar bulunca biraz hayal kırıklığına uğrarlardı. Biz de şaka olsun diye onları büyük fabrikaların emekçilere ait kadillaklarla dolu park yerlerine gezdirmeye götürürdük. Hatta bir defasında bir arkadaş ziyarete gelen Ivan Illich’i gece dersi verdiği emekçiler sınıfına götürdü ve emekçiler Illich’e Meksika parasının kuvvetli olup olmadığını, emlak fiyatlarının pahalı olup olmadıklarını sordular. Bunlar pek iç açıcı olmayabilir ama dünyamızın ruhsal açıdan tümü, maddi açıdan gittikçe büyüyen bir parçası. Ümit ederim bu sefilliğe karşı duygusuzluk gibi algılanmaz. Amacım sefillerin kendilerini ezenlere özendiklerini sergilemek. Bir örnek daha vereyim. Avrupalı iyi kalpliler sefillerin sayısını ve nerede nasıl yaşadıklarını bilir, resimlerle sergiler, onların adına konuşurlar ama bir yılda sadece koku (kolonya falan gibi) harcadıkları paranın dünya sefillik, sağlık, eğitim (gerçi bunlar benim insanlar için istek ve savunduklarım değil ama o ayrı bir konu) sorularını çözebileceği istatistiğini bilmezler. Yılda nükleer silahlara harcanan paranı %5’i de öyle.
Kısacası “Potlaç” geleneğini az çok biliyorum ve alıntı 3’de yazdıklarınıza size severek katılıyorum. Belki biraz çok kısıtlı ama benim “potlaç”ın hoşuma giden bir tarafı şu: ” ‘iyi, eğer zenginliğinden dolayı kendini beğenmişsen, kendini dev aynasında görüyorsan, … kısacası zamanından önce bireyci olmuşsan’ ve “bizim seni alkışlamamızı” istiyorsan, “ya dağıt ya da at gitsin!” “Böylece ekonomik bir güç olman imkansızlaşır.”
Ben bu ve buna benzeri taktiklere (Avustralya yerlileri; Afrika halkları; ve hatta 20. yy’da bile, nasıl olmuşsa, medeniyetin yaşama değil yaşamda kalmayı kolaylaştıran ıvır zıvırlarından kaçmayı başarmış Orta Amerika Kızılderilileri arasında) rastladım ve genel anlamda “devlet”i önlemeler olarak algıladım.
Ve hatta şu an hala yaşamakta olan, ama sanırım kısa bir sürede her özgür varlık gibi “asıl özgürlük” yeri öbür dünyaya gönderilecek, potlaç yerine değişik bir taktik kullanan cemaatlar (James C. Scott, The Art of Not Being Governed: An Anarchist History of Upland Southeast Asia) örnek olabilir. Muhammed, “bedevilere dikkat edin, yalandan inanırmış gibi görünüyorlar”, dedi. Araplar ve devlet kafesine alışmış diğer halklar yeni kafese girdikten sonra, sarayda özgürlük türküleri söyleyen şairler için özgürlük simgesi bedevilerdi.
2 SOSYOLOJİ
Arıtma amacıyla bilim dallarını ayırmak belirli yöntem saptamak, dağıtma ve karıştırmayı önlemek ve özellikle 19. yy’da daha önce o süreyi yaşayıp başarılı olan doğa bilimlerine benzemek özentisine sempati duymak ve hatta katılmamak zor. Ama gerçek sınırlar varlığına inanmıyorum. Örneğin Marks. Sosyolog mu? Tarihçi mi? Politik-ekonomist mi? Filozof mu? Antropolog veya psikolog mu (fetishism and commodity fetishism (fetişizm); reification (şeyleştirme); alienation; there is no human nature, there is only human condition (Vico gibi, ki zaten Vico’dan aldı); man is species being, primitive communism)?
Burada çok beğendiğim ve yine hiç bir tanıma sığmayan bir ilahiyatçının (teolog) diğer ilahiyatçılarla toplantıda dalga geçmek için Marks’ın “Din insanların afyonudur!”, lafıyla biten paragrafını son cümleyi atlayarak okur. Diğerleri sorarlar:”Kim bu şahane ilahiyatçı? Benzeri Simone Weil’in başına gelir.
Hatta son zamanlarda en derin ve yerinde katkıların çoğu meslekleşmiş bilim dallarının dışından gelenler tarafından yapılmakta. Güzel bir örnek: Sven Lindqvist, “Exterminate All the Brutes”
Ivan Illich diğer bir örnek.
ÖZELLİKLE VE ÖZELLİKLE “ULUS BAKER”İN YILLAR ÖNCE BİZLERE NE ANLATMAYA ÇALIŞTIĞINA BUGÜN TEKRAR TEKRAR DİKKAT KESİLMELİYİZ!)
Ulus Baker’e yıllar önce, aynı bu site gibi, tamamıyla tesadüfen İnternet’de rastladım. Kısacası onu son zamanlarda çoğalan “Born again Marksistlerden”, sandım. Tabi bu bir karikatür ve dediklerinize, yani onun anlatmak istediklerinin önemli olduğuna inanarak yanlış bir değerlendirme yapmış olabilirim düşünüyorum. Zamanla düzeltmeye çalışacağım.
Ben Marks’dan çok şey öğrendim ama Marks ve marksistlerin, hangi kılıfa girerlerse girsinler, burjuva-kapitalistlerle aynı dünya görüşü içinde olduğuna katı bir inatçılıkla inanıyorum. Hatta Marksizm’in, aynı büyük dinlerdeki azizler gibi, koca tanrı uzak olduğundan , insana daha yakın, daha halden anlayan, daha sıcak kanlı ikinci derecede bir mit olduğu düşüncesindeyim. Bazı diğer sorunlar daha var ama konu dışına çıkmış olacağım. Her ikisine ortak asıl mitler İlericilik (ve dolayısıyla Bilimcilik ki birinci ve ikinci nitelik ayırımlar yapılması modern bilim temelinde yatar ve bu ayırıma göre biz insanlar sadece dışarıdan gelen çarpmalara şükür düşünür, hisseder, uyanırız!), Tarih (anlam kaynağı olması anlamda) ve en önemlisi tüm insanları çılgına çeviren Mutluluk serap veya mirajı.
ALINTI 1 ile ilgili düşündüklerim:
“Anarşizm” tanımı konusunda, tek “pipsqueak” katkım, anarşizmin bir çözüm değil bir ışık, ve biraz muğlak ve yanlış anlamalara yol açılması önlenmez bir sözcük olan “hayır!”, demek ve direnmek.
(Ve aslında ve doğru söylemek gerekirse ben anarşist değilim. Sadece çok anarşist arkadaşlarım oldu.)
“Hayır!”a bir örnek: kira ödeme, yiyecek karşılığı para verme; vergi verme; sınırda pasaport ve vize gösterme; kendisi okula gitme ve çocuklarını gönderme; iş bulup çalışma; araba ve benzeri taşıtları şart kabullenme vs. vs. gibi asıl mutlaklara “evet” denilir ama bireycilik, ifade özgürlüğü, oy verme vs. gibilere gelince kişiler bülbül kesilir. Ben alay etmiyorum. “Normal”, “doğal”, “gerçek dünya”, “insanın doğası” gibi yukarıdaki kafeslere sokmada kullanılan tatlı konuşmalara; Hobbes ve benzerlerinin yalanlarına “hayır”, denilmesini, direnilmesini savunuyorum.
Anarşizmi politik bir program yapanlara, etkinlik içinde olanlara temelde karşı değilim. Kendim daha çok tarih, antropoloji, arkeoloji, mitler ve dinler, felsefe, bilim tarihi ve felsefesi, şiir ve edebiyat gözüyle bakmayı tercih ettim. Anarşizmin İspanya’da uygulama şansı oldu. O ve ona benzer İlerleme, Endüstri, Emek, Bilim-teknik gibi temel inançlara dayanan tutumları paylaşmıyorum. Bu ve benzeri tutumlar açısından bakınca, etkinlik içinde olanlar bana gülerler ve gülüyorlar. Anarşist olmamamın bir nedeni bu. Özellikle bu dinci, o allahçı; hele hele dünyanın tümünün tam burjuva olduğu bir zamanda hala şu burjuva bu burjuva; bu yerli marksist, bir diğeri ithal anarşist; diğer bir diğeri feodal … gibi etiketler dağıtımı bana çirkin geliyor ama sanırım bazı durumlarda bu çeşit yaftaların kullanmasının kaçınılmaz olduğunu da biliyorum ve ümit ederim kendim iki kullanışı ayırt etme (halt etmeme) yeteneğine sahibim. Özellikle tamamıyla burjuva propagandası olan dine saldırılar beni çok tiksindiriyor. Tolstoy, N. Berdyaev, J. Ellul, I. Illich, hatta Thoreau, Gandhi, Zhuang Zhou, belki Laozi benzeri bir çok düşünürlerin bize verdiklerini böyle etiket ve ambalajlarla hasır altı etmek pek doğru değil.
“DEĞİŞ-TOKUŞ”UN ALTINDA YATAN BU MANEVİ ANLAM; ASKERİ, HUKUKİ, EKONOMİK VE DİNİ ANLAMDA TANINMAYI BERABERİNDE GETİRİR.
Sanırım kullandığınız “manevi” ve “din” sözcükleriyle bunların ilkel ve daha sonraki toplumlarda önemli olduklarını demek istersiniz. Bunlar sosyal baskı ve haksızlıklara direnmede çok defa bir söylem (discourse) aracı olarak kullanıldı ve Güney Amerika’da kullanılmakta. Eve yakın örnekler: Mazdak isyanı, Şeyh Bedrettin, Qarmatlar, ve hatta Kızılbaş ve diğer inançlar. Yani, dolaylı da olsa, benim yukarıda söylediklerime katılıyorsunuz.
“DİRENİŞ ve “ÖZGÜRLERİN EKONOMİSİ”!”
Sanırım değişik algılama ve anlamaları anladım. Çok güzel bir çözümleme. Tanıklığın önemine vurgunuza tamamıyla katılıyorum. Ama iki ayrı tanık sadece iki ayrı algılamayla kalmıyor ve daha da kötüsü tamamıyla zıt sonuçlar çıkarıyor veya hatta karşı saflara geçiyor. Ben benzerini “The Century of the Self “de de gördüm. “Şuur altı rahatsızlıklarını” yaşayan bazı kişiler bu rahatsızlıkların, diğer ticaret adamları gibi, ticarette kullanılabilecek şahane bir satış aracı olduğuna inandılar.
Ve eğer bu kuram tüm insanlar için geçiciyse, “utangaç” BBC’nin yeterinden fazla ve gereksiz ürün üreticilerin kendilerinin sonsuz daha sapık, hasta, rahatsızlık olduklarından söz etmemesi ilginç. Belki Jean-Paul Sartre “Liberal, iğrenç bir sözcüktür!, dediğinde BBC, videoyu yapan ve şu an çok moda olan fikirler özgürlük ve göreciliğini düşünüyordu.
EMEK, EMEKÇİ, “ÜCRETLİ EMEKÇİLER”
Zorunluk ve baskının uzun tarihini biliyoruz. Nedenleri ne Allah ne de doğa. Her ikisi, örneğin Tanrı veya doğanın cömertliği ileri sürülerek, tam tersi de rahatça savunulabilir. Vico’nun dediği gibi kendimiz yaptık ve belki en iyisi Rousseau’nun “insan her yerde hür doğar, ama her yerde zincirler içinde.”, sözünü anımsayıp tiksinmek. Ama bu kişisel bir tepki. Sosyala döndüğümüzde iş çok karışıyor. İlk ve bence en önemli ve zamanımızda en yaygın durum şu: ezilenler ezenlere hayran, ezenler gibi düşünüyor, ezen olmak istiyor, … Yanlarında olanlara bakıyoruz çoğunlukla bu “yanında durmayı” kendine meslek edinmişler; politik programlara çeviren fırsatçılar; kişisel-psikolojik duygusal boşalmaya aracı olarak kullananlar; “boş konuşmaları bırakıp etkin olalım, asıl önemli olan aktif olmak”, diyenler; …
Bir örnek:
Kitaplarını okuyup beğendiğim bir sosyolog kendine karşı düşünen diğer bir sosyologla televizyonda tartışmaya davet edilir. Cevabı, “Televizyonda iki taraf yok, sadece televizyon var!”
Bu 60larda oldu. Bu şu an kullanılan medya araçlarına karşı yönetilmiş derin bir eleştiri, seyirci toplumunda büyüyenler için, fikirleri anlamak yerine kendisi televizyonda olmak isteyenlere bir uyarıydı.. Buna rağmen medya yıldızı entelektüeller mantar gibi çoğalıyorlar.
“Emek” fetişleştirildi, tanrılaştırıldı, kutsallık kazandı. Emeğe tapma burjuvalarla başladı ve Marks ve marksitler bu dini emekçilere de yaydı. Bunun zararları çok.
Her kutsal varlık gibi ona tapma yeter oldu. Varlığına dil uzatmak, zararlarından söz etmek günah oldu, sapkınlıkla suçlandırıldı. Emeğin her zaman var olmadığı unutuldu, şekilselleşti, formelleşti.
Eğer sömürülenlerin mecburiyetten o duruma düştüğü iddia edilirse, sömürenlerin de zorunlu oldukları ve sapıklıklarının irade dışı olduğu kolayca savunulabilir.
Şimdi de ben, daha doğrusu tanıdığım arkadaşların söylediği, “uçuk” bir şey söyleyeceğim: “Marksizm herkes orta sınıf olsun ister, biz herkes asil olsun isteriz!”
Ben bu görüşten yanayım. Ben “Emek”in yok edilmesinden yanayım. Mülkiyet konusunda da aynı düşünüyorum.
Üretim ve emek yok edilip yerine, hasta ve ölüler hariç ben günlerce, aylarca, yıllarca olduğu yerden kıpırdamayan birini görmediğim için, zevkle yaşamak ve zevkle yapmayı özgür ve otonom insana daha çok yakıştırıyorum. Bir işi sevmediği halde sadece karşılığında para almak için yapmanın ne olduğunu biliyoruz ve buna zorlandıkları için yaptıkları için zorlayanlardan tiksinebiliriz ama bu, bu tarihin yarattığı kabustan uyanmamak için bir bahane olmamalı.
Var olma/sahip olma ikiliminin tespiti ve anayasaya ilişkisi şahane. Buna benim ufak bir katkım var. Tarihi çağlara bölme zorluklarını biliyorsunuz. Benim sevdiğim “var olma devri”, “sahip olma devri” ve şimdi egemen olan “gibi görünme devri”. Diğer bir baş belası da sizin dikkati çektiğiniz “daha”, yani zamanımızda dünya insan ilişkilerinin nitelik değil nicelikler üzerine kurulmuş olması ve niceliğin merkez düşünce ve kıstas olması. Nicelik aynı zamanda Bilim-Teknik’in temel taşıdır. Modern insanın en derin yapısına girip egemenlik kuran, her türlü yargılarına kıstas olan, eğer bilimselse her türlü yalanı doğru sanmasına neden olan, özellikle İlerleme mitini en fazla destekleyen ve hatta kendi başına bir din olan Bilim-Teknik’e duyarsızlık bence bir eksiklik.
Gezi’de geçiş konusuyla ilgili zorluklar ve tespitlerinizi de çok yerinde buldum.Yine bir eklemek yapmak isterim. Bu sürede kolay ve alışılmış davranışlara dönmemek çok güç. Bir de çok tehlikeli olan iç ve dış sorunlar. Kapitalist ülkelerin devamlı ve Sovyetlerin ayakta olduğu sürede dış tehlikeleri kullanıp halkı uyutup uslandırdığını biliyoruz. İç tehlikelerden birine değinmek isterim: fırsatçıları ve bazı bahanelerle aynı şeye değişik bir isimle dönme girişimlerinde bulunanları uyarıdan daha ileri gitme ve yasaya benzer kurallara başvurma. Ben o zaman baş belası arandığını düşünüyorum. Böyle durumları “kötü” veya “kötü niyetliler” (kara keçi geleneğine dönüş) diye damgalamakla iş basitleştirilebilir. Bir cizvit rahip “bir çocuğu bana beş yaşına kadar bırak, o benim”,der. Elden gelen tek şey, sanırım dikkatli olup uyarıda bulunmak. Buna tarihten örnekler çok. Hristiyanlık küçük grupların yaşam biçimi olmaktan çıkıp koca bir imparatorluk dini oldu. Ve küçük grubun denetim ve uyarılarından uzak, her gün kafalarına su serpmeyle hristiyan olan yüz binlerce insanları ancak Kilise gibi örgüt idare edebildi. Ivan Illich’in “son” kitabı “La Corruption du meilleur Engendre le Pire”, bunun şahane bir örneği. Diğer güzel örnekler: Blake ve Antinomianism (Anti-Nomizm, İbahilik).
Eğer kişi kendisi yapmıyorsa, en iyisi sadece uyanık olmak, Rousseau’nun insan “doğuştan iyicildir”! ilkesine sadık kalmak.
” BU AÇIDAN BAKILDIĞINDA GEZİ DİRENİŞİ’NDEKİ SINIRLI KOLEKTİFLEŞME VE DAYANIŞMA DENEYİMİNİN AŞILADIĞI YENİ EKONOMİ-POLİTİĞİN KİTLELERE YAYILMASININ VE SÜRDÜRÜLEBİLİR OLMASININ ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGELİN MADDİ KISITLARDAN ZİYADE; ORTAYA ÇIKAN BU YENİ ÖZGÜRLÜK İLE NE YAPACAĞIMIZI ÇOK DA BİLMEMEMİZDEN KAYNAKLANDIĞI İNANCINDAYIM.”
Bu alıntınız beni çok düşündürdü ve çok haklısınız demek istiyorum ama özgür-otonom bir varlığa erişmenin uzun zaman alacağına, yeni alışkanlıkların özgür bir şekilde denemelerle doğacağına inandığımdan buna engel olacak veya baltalayacak maddi zorluklar beni, belki “yaşadığım”(*) için, korkutuyor.
(*) Yanlış bir his yaratmamak için hiç bir zaman sizin ifadelerinizden anladığım politik nedenlerden benzeri bir deneyimim olmadığını eklemek isterim.
Tabii bu dediklerim sadece sizin yaşadığınızın bana düşündürdükleri. Asıl olan anlattığınız güzel, gerçekten yaşanmışa özgü ve tekrarlanmayacak deneyimler. Bunu fırsat bilip, benim medyaya karşı oluşumun bir nedenini aktarmak isterim: medya her tekrarlanmaz yaşantıyı bir imge, bir görüntü, bir seyircilik nesnesi yapar.
Alıntı 1’in geri kısmındaki düşünceler çok daha özellikle sosyal sınıflara dayanıyor, ki belki yukarıda söylediklerimden tahmin etmişsinizdir, benim temel eleştiri bakışımdan çok farklı olduğundan pek yararlı bir katkı yapamıyorum. Tekrar edip sizin kafanızı şişirme pahasına da olsa, ben tüm dünyanın burjuva olduğuna inanıyorum.
İyi geceler
110 “pipsqueak”e:
Yakın zaman önce felsefe bölümü mezunu, akademisyen olacakken o yolu seçmeyi reddetmiş, 45-55 yaş arası, çevirmenlik yaparak geçimini sağlayan bir kişiyle saatler süren görüşmemiz oldu. Kendisi Taoism’e meraklı olduğunu söylemişti. Bu merağı o kadar ileri boyutlardaydı ki, o akımdan ciddi çeviriler bile yapıyordu. Görüşmemizin sonunda bana Arthur Schopenhauer’a daha fazla zaman ayırmamı önermiş, sorularımın birçoğuna cevap bulabileceğimden ve yeni sorular sordurtabileceğinden bahsetmişti. Ayrılırken kapı eşiğinde son anda ise “toplumumuzun başında her zaman bir tür ‘Aydınlar zümresi’nin olması gerektiğini düşünüyorum. Başka türlü bizim gibi bir toplumun daha çok yanlış yapacağı kanaatindeyim.” demişti. Onca saat görüşmemizden sonra; kendisinden böyle bir açıklama duymak adeta çelişkiler yumağının daha da çelişkili hale gelmesine yol açmıştı…
Meseleyi sadece, Aristocu yaklaşımla, bizlere ortaokul-lise çağımızdan beri belletilmeye çabalanan mantıkla ölçüp/tartıp; yukarıda yazdıklarınızın nereleri doğru, nereleri eğri duruyor kısımlarını göstermek niyetinde değilim. Hoş, bu konuda otorite olmadığımı gayet iyi bildiğim gibi; “otorite nedir?” sorusunu da, özellikle bahsettiğimiz konuda, sormamız gerekir. Biraz somutlaştırmak için; N.Ş.A.’da dünya genelinde matematik soru ve çözümleri her yerde aynı olmalıdır. Bu konuda uzman kişileri “otorite” kabul etmek makul bir durumdur. Ama “sosyoloji” gibi; matematikten katbekat geniş bir alanın başındaki otoriteler kim? Sosyolojinin kıstasları nedir? gibi sorular sormak adeta dipsiz kuyuya inmeye çabalamak gibi.
(Not: Aristo’nun bizzat kendisi ve onun işaret ettikleri yaşam amaçlarından biridir! Kendisine büyük saygım var. Bütün bu saygıma rağmen “Aristocu yaklaşım”ın kendisini ayrı bir yere, “Aristocu yaklaşımın sadece ama sadece kapitalizmin büyüyüp serpilmesi için kasıtlı olarak kullanılması”nı ayrı bir yere koyarım! Bu farkın ileri safhalarını metni okudukça göreceksiniz.)
*** TV konusu ile ilgili ***
“Kıraathane”lerin, binyıllardır, bir tür muhabbet mekanları olduğu, “Agora”ların da aynı işlevi gördüğü anlatılır. Her medeniyetin aynı minvalde iş gören (isimleri farklı farklı da olsa) “ortak toplanma alanları” vardır.
TV’lerin “görüntüyle yaşayan ama eyleme geçmeye yanaşmayan toplumlar” yaratmak için manipülatif yönüyle devasa şekilde kullanıldığını biliyoruz. Bu duruma benzer şu örneği de verebiliriz: Bir yazar; kütüphanelerin kapanmasına, rağbet görmemesine, her yere AVM inşa edilmesine, “tüketim kültürü”nün pompalanmasına isyan eder. Bu yazarın yeni kitabı piyasaya çıkar. Ve AVM’den AVM’ye koşturarak kitap hakkındaki söyleşi platformlarına katılmak, imza kuyruklarındaki talebi gidermek zorundadır! Yayınevinin maliyet ve kâr hesaplarını, anlaşma imzaladıkları reklam ajansına ödeyecekleri ücreti karşılamak ve tabii ki kendi hayatını idame ettirmek için; isyan ettiği kavram ve kurumların tam ortasında iş yapmak (doing business!) zorunda kalır!
Bu kısa örnekten birçok çıkarım yapabiliriz. Ve hatta daha kallavi örnekler de verebiliriz.
Belki de en önemli çıkarımlardan biri şu:
“Eylem” olmadıkça; sadece teoriler içinde yüzerek isyan etmek (ve hatta sadece isyan ede ede ömürler geçirmek) çoğu zaman işe yaramıyor!
“Televizyonda iki taraf yok, sadece televizyon var!” cümlesini çürütmek için değil; tam tersine, bir gönderme yapmak için yukarıdaki örneği aktardım. Burada içine düşmemek için çok dikkatli davranmamız gereken tuzak şu olabilir: “Pasif yaşamak, eylemsiz yaşamak” ile hayatımızı öyle şekillendiriyorlar ki, TV’yi “televizyonu eleştirmek için bile en mükemmel yer yine ‘televizyonun bizzat kendisi’! Hem böylece onları kendi kalesinde vurmuş oluyorsun!” cümlelerine kanıp, “televizyonu sadece televizyonda bir yayına katılarak eleştirmek görevi”ni yerine getirip köşeye çekilmek (“protesto etme yöntemleri anayasa kitapçığı”na harfi harfine uymak gibi), büyük bir sorumluluğu yerine getirmiş olmak hissine sahip olarak gündelik hayatlarımıza devam etmek tuzağına düşmemeliyiz! Coca-Cola’ya kızıp Pepsi-Cola satın almak gibi! Halbuki hastalık aynı yerde duruyor ve vücuda hızla yayılıyor; biz ise kanal, marka vb. değiştirerek kendimizi rahatlattığımızı sanıyoruz!
Bu örnekleri, saptamaları halka halka birleştirmek mümkün. Dönüp dolaşıp “emeğin” metalaşıp, metalaşmaması sorunsalına; metalaştıysa ne yapılmalı, metalaşmadıysa ne yapmalı sorularına geliyoruz! Marksist değilim. Ama “emek” başlığı ile ilgili Marks’ın çıkarımlarının; (bilerek ya da bilmeyerek) burjuvanın ekmeğine yağ sürdüğü görüşünün tam manasıyla doğruyu yansıttığını düşünmüyorum.
(Not: “Marks ve marksistlerin, hangi kılıfa girerlerse girsinler, burjuva-kapitalistlerle aynı dünya görüşü içinde olduğuna katı bir inatçılık” saptamanızın gerçeklik payı oldukça yüksek. Kainatın en katı inatçıları bile olsalar; sırf “emek” konusunda ortaya koydukları hepimize lâzım! Emin olunuz, katılıklarını zamanla yumuşatırız. Belli mi olur, Bakunin’le Marks’ın belki aynı “pub”a takılmasını bile sağlayabiliriz…)
(Not: Bir agnostiğim. “Koca Tanrı”nın uzaklığı/yakınlığı meselesi de uzun bir konu. “Tanrı”, “God”, “Jesus”, “Allah”, “Adi Shakti”, “Shiva” vb.’lerinin “modernite” öncesi ve sonrası durumu alanlarını da önemle gözden geçirmemiz gerekir! Belki 100-125 yıl kadar önce Depeche Mode diye bir grup olsaydı “Personal Jesus” adlı bir eser yaratmazdı! Belki de “Personal Jesus”; insana daha yakın, daha halden anlayan, daha sıcak kanlı bir mitin (veya “şey”in) özlemi, ya da tam tersi; hicvi olabilir…)
*** “Potlaç” ve “potluck” konuları da yukarıda (TV) ifade edilenler ile aynı çerçevede ***
Bahsettiğiniz “potluck” konsepti de (aslında yukarıda “kapitalizmin içini boşaltıp, kendisine uygun şekle soktuğu ‘potlaç'” açıklaması yapılmış, Alıntı 2’de –“potlaç”ın içi boşaltılmış hâli– kısmında ifade edilmişti.) belki bir tür “kendimizi rahatlattığımızı zannetmek”, “lifestyle anarchism” veya “lifestyle potlaç” kavramlarına benziyor (ki zaten bile bile kendinizi kandırdığınızı belirtmişsiniz.)
“Potlaç” başlığını konuşurken, “modernite”nin bizlere neler getirdiği ve bizlerden neler götürdüğünü de konuşmuş oluyoruz! İlber Ortaylı’nın ve R.T. Erdoğan’ın siyasi pozisyonlarını şimdilik konu dışında tutarsak, Ortaylı’nın şu açıklamalarına dikkat kesilmemiz gerekir:
(a) 1927’nin demiryolu teknolojisiyle 2014’ün teknolojisini kıyaslayıp, aradaki gelişmeyi kendine mal etmek ancak Erdoğan’ın aklına gelebilirdi.
(b) Atatürk: “Ey Kanuni; senin zamanında uçak mı vardı, her yere atla gidiyordun! Ey Fatih; sen hiç konuşma, araba bile görmedin!” deseydi olur muydu?
“Modernite”nin ne demek olduğu ile “modernizasyon”un ne demek olduğu arasındaki ayrımı; İlber Ortaylı, yukarıdaki çıkarımları ile yapmıştır.
Erdoğan; “modernite”yi (“İslamcılık” penceresinden bakarak) eleştirirken;
Ortaylı “modernizasyon”u ön plana çıkararak Erdoğan’a cevap veriyor! Halbuki Ortaylı da gayet iyi biliyor Erdoğan’ın “modernite”yi eleştirdiğini!
“Modernite”: Sosyolojik bir olgudur.
“Modernizasyon”: Uzun süredir kullanılmakta olan materyallerin güncel hayata uygun zeminde yenilenmesidir.
İki kelime de birbirine göbekten bağlıdır.
“Modernizasyon”a karşı olmak boşa çabadır.
Ve fakat: “Modernite”yi kapitalizmin güdümüne sokmak (tıpkı “potlaç’ın anlamının” boşaltılması gibi) hem tarihe, hem bugüne, hem de geleceğe ihanettir!
“İlk ve bence en önemli ve zamanımızda en yaygın durum şu: ezilenler ezenlere hayran, ezenler gibi düşünüyor, ezen olmak istiyor” cümlenizi bir de “modernite”nin bizden götürdükleri penceresinden bakarak değerlendirmemiz; belki, daha elle tutulur sonuçlara ulaşmamıza vesile olabilir. Hayatın tam ortasından bir örnek verelim: Doğanın içinde yaşam sürmek en istediğimiz şeylerden biri. Bu konuda en tecrübeli olduğunu düşündüğümüz “köy”e baktığımızda; “köylülerle” konuşup, halleşip, onların hikayelerinden nasiplenmeye çalışırız. Bundan belki 50 yıl önce şu cevabı vermiyorlardı ama bugün veriyorlar! Ve bu cevabı vermelerine yol açan şey yine “Modernite’nin bizlerden alıp götürdükleri”nden biri olabilir: (Köylünün söyledikleri) “Evet ben köyde yaşıyorum ama ‘büyük’ şehre yakında taşınacağım. Orada hayat daha canlı, teknolojiye erişim daha kolay, istediğin vakitte dışarı çıkabiiyorsun, alış-verişe gidebiliyorsun! Ama köyde bunların hiçbiri yok!” Bu örnekte şehir “ezen” olarak, köy ise “ezilen” olarak tasvir edilmiş. Peki bu “öykünme” duygusunu bizlerin hayatının tam ortasına, beynimize yerleştiren “sosyolojik kırılmalar” ne zaman yaşandı?! Ezilen’in ezen olmak istemesi, ezene “öykünmesi”; “doğru olanı yapmak” gerçeğini değiştirmiyor, yani “köy” hayatının “doğru” olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
(Not: “Yaşama değil yaşamda kalmayı kolaylaştıran ıvır zıvırlarından kaçmayı başarmak” açıklamanız takdire şayan.)
*** Sonuç yerine ***
Görüşlerimizi birbirimize aktarmaya çalıştığımız diğer konular gibi bunlar da oldukça uzun. Zaman ve sabır gerekli.
“Emek” kelimesinin formu ve ona yüklediğimiz anlamlar 21. ve 20. yüzyılda farklı, 19. yüzyıl ve öncesinde farklı olabilir. İlk olarak bu dönemsel farklılıkları dikkate almak zorundayız.
“Öykünme” hayatımızın her saniyesinde var. Baktığımız pencerelere göre görünümü değişiyor. Sigara içmeye küçük yaşta öykünmek, ünlü bir şair (neye göre “ünlü”?!) gibi yazmaya öykünmek, burjuva hayata öykünmek, aşırı burjuvalaşmaktan bıkıp Gandhi’nin işaret ettiği “high thinking, simple living” konseptine ayak uydurmaya öykünmek (CEO’ların Hindistan’daki “ashram”lara meditasyon yapmaya özel jetleri ile gitmesi örneğindeki gibi! Ve ayrıca; CEO olmak burjuvalaşmanın tanımı mı? bu da ayrı bir tartışma konusu…)
Belki de mesele doğru pencereleri bulmaya çalışmak ve bulduklarımızı da etrafımızdakilerle paylaşmaktır.
“Eylem” kelimesini; gündelik hayatlarımızın en kılcal yerlerinden başlatmayı (unuttuysak, hatırlamak!) öğrenmek zorundayız! Belki “televizyon”lar, belki “AVM”ler ancak bu yeniden öğrenişimizden sonra gerçek formlarında bizlere gözükür.
*
Never doubt that a small group of thoughtful, committed citizens can change the world. Indeed, it is the only thing that ever has. (Attributed to Margaret Mead)
In a decaying society, art, if it is truthful, must also reflect decay. And unless it wants to break faith with its social function, art must show the world as changeable. And help to change it. (Ernst Fischer)
111 veya
Merhaba Tezer Özlü,
Uyarı : Sizden alıntılar büyük harflerle yazılı.
Burası yanıyor ve bilgisayar önünde oturmak delilik. Hava yanıtıma ancak izin verdi.
Sonsuz (bilgi ve farklı algılar sonsuz, biz sonlu veya “Allahım neden yaşam kısa, ölüm sonsuz”, sorusu gibi) haklı olduğunuz şu sözünüzden başlayarak sohbete devam etmeye hazırlandım. Daoist arkadaşınız lafları, yazınızın sonunda M. Mead ve E. Fischer alıntılarıyla “Eylem” fikri ve hatta “Eylem”in tarihini bağdaştırma …
GÖRÜŞLERİMİZİ BİRBİRİMİZE AKTARMAYA ÇALIŞTIĞIMIZ DİĞER KONULAR GİBİ BUNLAR DA OLDUKÇA UZUN. ZAMAN VE SABIR GEREKLİ.
Ama hemen ardından sizin aşağıdaki yazdığınızı tuhaf buldum. Ve size bir soru yöneltmek istedim. Açıklayayım.
BAHSETTİĞİNİZ “POTLUCK” KONSEPTİ DE (ASLINDA YUKARIDA “KAPITALİZMİN İÇINİ BOŞALTIP, KENDİSİNE UYGUN ŞEKLE SOKTUĞU ‘POTLAÇ’” AÇIKLAMASI YAPILMIŞ, ALINTI 2′DE –”POTLAÇ”IN IÇI BOŞALTILMIŞ HÂLİ– KISMINDA İFADE EDİLMİŞTİ.) BELKİ BİR TÜR “KENDİMIZİ RAHATLATTIĞIMIZI ZANNETMEK”, “LIFESTYLE ANARCHISM” VEYA “LIFESTYLE POTLAÇ” KAVRAMLARINA BENZİYOR (Kİ ZATEN BİLE BİLE KENDİNİZİ KANDIRDIĞINIZI BELİRTMİŞSİNİZ.)
İlk defa “lifestyle anarchism” sözüne Bookchin’in yazdığı bir kitabın(1995) adında rastladım. Arkasından bununla damgalananlardan biri, David Watson, “Beyond Bookchin: Progress and other Mirages”, adlı kitabıyla yanıtladı. Bence okumaya değer.
“Potluck”, “potlatch” ile hiç bir ilgisi olmayan, kişilerin yaptıkları yemekleri getirip beraberce yedikleri yaygın bir gelenek ve bu Avrupa’da da var ve tarihi uzun. Ben sizi boşuna ayrıntılarla sıkmamak için bu sadece kelime oyununun kullanışına değinmiştim. Daha geniş açıklamalarınızı içeren “Alıntı 2″yi zevkle okudum. Kendim daha ciddi düşünmem gerektiğini hissettim. Kaba ve biraz da günümüzde zenginliklerinden dolayı kendini beğenenlerle iğneli alay edercesine sizi gülümseteceğini sandığım bir ekleme yaptım. Daha doğrusu, yıllarca önce okuyup genel hatlarıyla bilsem de daha münasip bir yanıt için acele etmemek gerektiğini hissettim.
Yorumlar çoğu zaman yorumu yapılandan çok yorum yapanı anlatır. Ben ilkel toplumlarda özgürlüklerini kaybetmemek için türlü direnişler gördüm. Ve bunu son 7-10 bin yıl öncesine kadar ve daha sonrası da başaran cemaatlerin varlığı bana ışık tuttu, günümüzü anlamama yararlı oldu.
Bir örnek: !Kunglar için, mal mülk biriktirme veya mal mülk biriktirmenin getirdiği yaşam biçimlerine karşı olma (“potlatch”da olduğu gibi) söz konusu bile değil. Taşıyabileceklerinden fazlası yaşamda kalmalarına engel baş belası. Daha çok örnekler de var. Hatta “Türkçe” konuşan Yakutlar bile.
Sorum şu: bu yukarıdaki büyük harfli sözleriniz (buzlu su misali, girip hemen çıkmanın en doğru olduğu) özel hayatım ve sözünü ettiğim arkadaşlarımla ilgili mi?
Bizim gibi fırında değilsiniz dileğiyle.
15 Anonim 29 Mayıs 15’e yanıt.
Uyarı, sizden alıntıları büyük harflerle yazdım.
Sizin “ANARŞİZMİN DE DİĞER SOL İDEOLOJİLER GİBİ DEVRİ KAPANMAMIŞ MIDIR?”, cümlesiyle başlayan yazınızı okuduğumdan bu yana bir yanıtta bulunmak istedim ama zaman bulamadım.
Sözünü ettiğiniz Anarşizm (özellikle anarko-sendikalizm) 19.yy’da gelişti. Ve doğal olarak Kapitalizm, Marksizm (ve sözünü ettiğiniz çeşitleri), Sosyalizm ideolojileriyle aynı dünya görüşünü paylaştı ve bazı anarşistler arasında hala paylaşılmakta. Bu görüşe göre endüstri ve bilim-teknik insan cefasını sona erdirecek; yeni keşfedilen “Doğa” ve “Doğa Kaynaklarını” emekle bolluğa çevirecek. Bunun altında yatan mitolojik kavram Avrupa’nın İlerleme ideolojisi- şimdi artık bu sözcük yerine daha somut bolluk vaadi olan Gelişme Ekonomisi kullanılıyor. Düsturu “ya katılacaksın ya kırımdan geçeceksin!”, olan bu akım ve bolluk vaadine zamanla hem Avrupa iç dünyası hem de tüm dış dünya katıldı (hatırlatırım, Avrupalılaşma hareketi bizim veya sizin köyde değil 17. yy’da Osmanlı sarayında başladı ve nihayet bir saray mensubu devlet memuru, M. Kemal, işi bitirdi. Ve klasik anarşist ve solcular aynı yolda yürürler).
Tüm izmler izmlerdi. Yukarıdaki izmler İnsanlığı ve Doğayı kırımdan geçirmede başarılı olanlara katılanlardı (tarihi kazananlar yazar). Ama bu izmlerle yapılan eleştiriler yararlı olmadı demek değil. Hatta bazıları yukarıdaki İlerleme ideolojisini reddeden günümüz anarşistlerin düşünmeye davet ettikleri görüşleri ifade ettiler.
1900 yıllarında Voltairine de Cleyre’den bir örnek: insan robotlaşacağına endüstri öncesine dönüp ” yetişme ve çiçeklenmeyi izlese; yaşam zevk ve tüm canlılarla hoş akrabalığı tekrar yaşasa; yaprakların tüm şekil ve renklerini, güneşe dönüş inceliklerini bilen vahşilerin unutulmuş törelerini öğrense …”
İlericilik, gelişme ekonomisi, bilim-teknik-makineler, endüstri, doğayı araçsallık (enstrümantalizm) gözüyle görme gibi hem insanı hem doğayı yıkan kavramlara dayanan izmleri reddeden bir anarşizm var ama kitap listelerine kitap listeleri eklemek istemiyorum.
Yukarıdaki asıl konuya giriş.
Asıl konunun biri şu lafınız: “.. ÖNCELİĞİ ULUSAL SINIRLARI VE ULUS DEVLETLERİ YIKMAYA VERMEK GEREKMEZ Mİ?…”
Gerek 19.yy anarşizmi ve ona bağlı kalanlar, gerek günümüz anarşizmi Devlet’i reddederler ve Devlet’i en eski ve en büyük düşman olarak görürler. O halde “ANARŞİZMİN DE DİĞER SOL İDEOLOJİLER GİBİ DEVRİ KAPANMAMIŞ MIDIR?”, sorunuzun bağlamı ve anlamı ne?
İkinci konuya giriş.
İnsan geleneği; şarkı, türkü ve oyunları; acı ve tatlı hatıraları; atalarının gömüldükleri yerleri; hatta dilde en büyük zenginlik olan çevrelerine bağlı mecaz (metafor) ve şiirsel sözcükleri; doğup büyüdükleri ve iç içe girdikleri çevreleri ile bir bütün olur. İnsan zamanımız canlandırılan cansız, soyut uzay-zaman-madde değildir.
Zamanımızda, uçak ve seyahat endüstrisine şükür, somut yer geometrik uzay olur; homojenleşir; olsa olsa resmi çekilir ve imge olur, kısacası harabeye çevrilir, kutsallığını kaybeder. Endüstri ve ekonomiye şükür somut ve kalplerde yaşayan yer, doğal zenginlik olur ve yine kutsallığı kaybeder. İnsanlar ışık hızıyla dünyayı dolaşan paranın arkasından uçak, tren, otobüsle koşarlar ve insanı insan yapan hislerden uzaklaşıp, insanı emekçi yapan (doğanın doğal zenginlik yapılması gibi) ekonomik birim olurlar.
Eskiden Devlet orduları gelir aynı şeyleri kıyım ve kırımla yaparlardı. Ve biz o eskinin çığlık atan mirasçılarıyız.
Dolayısıyla ve bence, “HERŞEYDEN ÖNCE ARTIK BÜTÜN DÜNYANIN, EVRİMİN BAŞLANGICINDA YAYILIP KOPAN İNSANLIĞIN TEKRAR BÜTÜNLEŞMEYE BAŞLADIĞI, BU SÜRECIN GİDEREK HIZLANDIĞI YENI BİR ÇAĞA GİRİYORUZ.”, iki tarafı keskin kılıç. Ve şu an, dünya insanlarına evrensellik vaat edip tekbiçimlilik (birbirine benzerlik, monotonluk) yaratanların etkin anlamını taşır.
Ben anarşist değilim ve onlar adına konuşmak istemem ama sanırım kendilerini 19.yy anarşizmden uzak tutan günümüz anarşistleri dediğiniz, ”YA BARBARLIK YA SOSYALİZM” yerine ”Ya barbarlık ya ekonomik- küçülme (yani gelişmenin tersi) ”, derler.
Hoşça kalın.
Uzun süre beklettiğim için özür dilerim.
Sayın 112’ye,
Görüşme yaptığım çevirmen arkadaşımın, ayrılırken, kapı eşiğinde söylediklerine katılmıyorum. O minvalde bir giriş paragrafını niçin yazdığımı daha açık ifade edeyim: Birçok konu başlığı hakkında hem kitabi hem tecrübe babında bir nebze dolu olan kişi/kişilerin biraraya gelip yaptıkları görüşmelerin çok büyük bir bölümü “stream of consciousness” yatağında akar. Bu o kadar da endişe duyulacak bir durum değildir. Fakat “sonuç odaklı düşünmek” hem modernite hem kapitalizm tarafından belleklerimize öyle kazınmış ki; yaptığımız her hamlenin (örneğin yukarıdaki “görüşme” hamlesi gibi) “mutlak sonuçlu” olması gerektiği algısına ister istemez sahip olabiliyoruz! Kapı eşiğinde, ayrılırken son saniyede, o açıklamayı yapmış olması; saatler boyu anlattıklarının büyük çoğunluğuyla çelişmişti! Sadece bunu göstermek için yazdım. Metnimi M. Mead ve E. Fischer’ın sözleri ile bitirmiş olmam ise, o çevirmen arkadaşımın sözünü onaylamak için değildi. Eğer böyle bir algı oluşmuş ise; bunu düzelttiğimi şimdiden belirtirim.
“Potluck”ın “potlatch (potlaç)” ile ilgisi vardır. İki kavram (ve uygulama) arasında her şeyin %100 bütünleşme içinde olması gerekli değildir. İsim kökü yönünden aynılık olmasaydı bile; yaptıklarınız ile potlaç geleneği arasında paralellikler olduğu saptamasını ben, siz veya konudan haberdar bir başkası zaten yapardı. Sonuçta; “matematik” gibi, “fizik” gibi formül şablonları ile dolu bir alandan bahsetmiyoruz. “Sosyoloji” (tıpkı “felsefe”de, “din”de, “hayat”ta olduğu gibi) oldukça kompleks bir alandır.
“Sorum şu: bu yukarıdaki büyük harfli sözleriniz (buzlu su misali, girip hemen çıkmanın en doğru olduğu) özel hayatım ve sözünü ettiğim arkadaşlarımla ilgili mi?”
Özel hayatınızla ilgili olması için; özel hayatınızla ilgili daha fazla doneye sahip olmamız gerekir ki bir görüş, soru vb. iletebilelim.
[Bahsettiğiniz “potluck” konsepti de (aslında yukarıda “kapitalizmin içini boşaltıp, kendisine uygun şekle soktuğu ‘potlaç’” açıklaması yapılmış, Alıntı 2′de –”potlaç”ın içi boşaltılmış hâli– kısmında ifade edilmişti.) belki bir tür “kendimizi rahatlattığımızı zannetmek”, “lifestyle anarchism” veya “lifestyle potlaç” kavramlarına benziyor (ki zaten bile bile kendinizi kandırdığınızı belirtmişsiniz.)]
Bunları “sizin yazdıklarınız üzerinden” düşünerek yazdım. Sonuçta kelimeler üzerinden iletişimimizi sürdürüyoruz. Gündelik hayatlarımızı nasıl sürdürdüğümüz ile ilgili daha fazla bilgiye sahip olmadığımızdan “özel hayatınıza yönelik” olması biraz zor gözüküyor. Tekrar etmem gerekirse: Sadece (en azından bu sitede) yazdıklarımız, aktardıklarımız, alıntı yaptıklarımız, kelimelerimiz bizi bağlar; bunlar üzerine görüş alışverişimizi sürdürürüz.
“Potluck” ile benzer özelliklere sahip bir başka husustan bahsederek, sorunuza cevap vermeye çalışayım:
Özellikle Mayıs-Haziran 2013’te, “Gezi” Türkiye ve dünya gündemine oturmuşken, “yeryüzü sofraları” isimli bir kavram ve uygulama daha duyulur, daha bilinir hâle geldi.
Bu kavram ve uygulama, Türkiye genelinde “Gezi”den çok önce başlamıştı. Ama bilinirliğini doruk noktasına çıkaran belki de “Gezi” oldu.
Şimdi okuyacaklarınız çok önemli:
“Yeryüzü sofraları”na ben de katıldım. Çünkü “potlaç geleneği”ne birçok yönüyle işaret ediyordu! Ve hattâ çoğu zaman, yemek esnasında, kafamı biraz kaldırıp, upuzun sırayı gözlediğimde “nostalji mavisi gibi” asıl potlacı tasavvur etmeye çalışmadım da değil!
Fakat sonra ne oldu:
“Evet sevgili arkadaşlar; ‘yeryüzü sorfraları’ konseptini de toplumunuza iyice tanıtmış, ve misyonumuzu gönül rahatlığı içinde tamamlamış olduk! Şimdi dağılabilir, günlük rutinlerimize devam edebiliriz!”
“Modernite”nin ve “kapitalizm”in; en ince kılcal damarlarımıza nasıl işlediğinin bir başka göstergesi daha!
“Eylemde sürekliliği” şimdi daha ciddi düşünmek,
M. Mead veya E. Fischer’ın sözlerini şimdi daha ciddi düşünmek zorundayız!
Yukarıda “…konseptini de toplumunuza iyice tanıtmış…” kısmında “toplumumuza” olarak düzeltir, özür dilerim.
Klavyede “n” ve “m” harfleri yanyana olduğundan, kelimeyi yazarken dikkat etmemişim.
114 veya Tezer Özlü’ye yanıt
Pipsqueak’den cevap
Not: Bundan böyle sizinle yazışmalarımda bir yanlışlığa yol vermemesi için kendimi ” Pipsqueak” olarak adlandıracağım
Arkadaşınızın kapı eşiğinde söyledikleriyle M. Mead ve E. Fischer alıntıları arasında bir ilişki gördüm ama daha fazla bilgim olmadan ve bağlamı bilmediğimden söyleyeceklerim genelliği ve biçimselliği aşmayacaktı. Tahminlerle konuşmak tehlikeli. İşte yazdığım ama “lifestyle anarchism” sözünüze rastlayınca göndermediğim.
R. Reagan daoist olduğunu söyledi, Anarcho-capitalist Murray N. Rothbard Lao Tzu ile Chuang Tzu’nun ilk anarşistler olduğunu ileri sürdü. Dahaları da var. Sanırım “Allah’n işine akıl ermez.” Veya “Allah ölürse her şey mümkün!” yerine “Kapitalizm, okullar, kitaplar, sahte demokrasi, … kapitalizmle bilim-tekniğin getirdiği ıvır zıvır bolluğuna şükür her şey mümkün!”, denilse daha iyi olur. Murray N. Rothbard, Reagan, Thatcher ve binlerce diğer hem bireyci hem de yaşayanlara ihtiyacı olan virüsler, insan hayatını %99’nun devletsiz yaşandığını unuturlar.
Daoizm’in bireyci olduğu “doğru” ve bilinir. Aynı zamanda Lao Tzu’nun muğlak, kaypak ve ele geçmez, çelişik duygu taşıdığı da “doğru”.
Wing-Tsit Chan, Arthur Waley, Ursula Le Guin (&J. P. Seaton), D. C. Lau, ve diğer Lao Tzu çeviri-yorumlarındaki 7., 13.*, 19., 26., 53,. 54., ve hatta 2., 3. bölümlerin bu yukarıdaki Reagan & Şirketi yorumalarıyla çelişki içinde oldukları savunulabilir. Dahası da var ama amacım verdiğim bölümlerdeki yorumların doğru olduğu iddiası değil. Belki de işte bunda Bookchin yeni gelişmeleri eski kılıflar içinde inceledi ve tanım kısıtlaması** yaptı.
* 13. bence demokrasiye işaret eder ve arkadaşınızın dediğine ters düşer (tekrar ediyorum bu sadece bağlamı bilmeden bir yorum). Sırası gelmişken eklemek isterim. Demokrasinin ne olduğuna dair tonlarca mürekkep döküldü. Aynı zamanda Aristo, ve hatta Aydınlık çağından Montesquieu ve birçok diğerleri demokrasiyi halkın kendi kendini kurayla seçilenler tarafından yönetmesidir diye tanımlar.
(Ama bu, demokrasinin ne olduğunu incelemelere karşıyım demek değildir.)
** Belki bu tanım kısıtlamasına karşı gelme marksistlik ve parti poltikacılığından bir tütlü kurtulamayanlar tarafından “Lifestyle anarchism”, olarak algılanıyor. Daha önce dediğim gibi, bazan yorumlar daha çok yorumcunun ne düşündüğünü gösterir.
Aynı şekilde ve aynı kitaplarda Lao Tzu’da arkadaşınız yorumuna uyan ve tam tersi olan bölümler de var. 17., 27. (hem uyar hem ters düşer), 49., 57. (özellikle “yeniliğe” veya yeni ve tarihte en güçlü tanrı olan endüstri-bilim-teknik gibi İlericilik ideolojisine karşı tutum), 61., ve dahası da var.
Bence bu muğlaklıklara karşı esnek olmak ve özellikle zamanımız bağlamına yerleştirmekte fayda var.
Ben kendim, Lao Tzu’nun dediklerini (Axial Age’de Çin’den Yunanistan’a kadar rastlanan, arada ve en son altmışlarda tekrar doğan) yapaylıklarla dolu medeni yaşamdan vazgeçip, doğal yaşama dönüşe bir davet olduğunu sanıyorum.
Doğrusu ben ( mistik olmasına rağmen ) çok daha açık konuşan Chuang Tzu’yu tercih ederim.
Potluck ve potlaç konusu hiç beklemediğim bir yön aldı. Kızılderilerle ilgili çok sayıda okuduğum kitaplardan en beğendiklerimden birinin şu sözlerini sizinle paylaşmak, ve aynı zamanda ben ve arkadaşlarımın iki yaşantı arasındaki farklarını çok iyi bilirdik demek isterim: “Kızılderilileri idealleştirmek onların insan olduklarını inkar etmektir, onları bir kalıba sokmaktır, ve dolayısıyla onları anlamaya gerek duymamaktır.”
Tabi potlucka dışarıdan bakan değişik bir yorum yapabilir demekte haklısınız. Ne var ki, eğer dışarıdan bakana yer alanların son derece bilgili kimseler olduğu, gururlu, onurlu, ucuz terapilerle veya ucuz devrimciliklerle kendilerini avutan kişiler olmadığı uyarısında bulunmasına rağmen*, dışarıdan bakan hala ısrar ederse, buna ben kendim sosyoloji değil psikoloji veya at gözlüğü takma derim. Hatta ve hatta şimdi çok yaygın ve en ucuz televizyon** psikolojisi, derim. Çağımızda en ufak bir dünya tenkidi bile iç rahatsızlığa işaret olarak algılanıyor, ve ardından antideprasyonlar dahil binlerce kendi kendinle barış içinde olma teknikleri tavsiye ediliyor. Bunlardan tiksinti duyanları bu tuzakların içine düşmüşler olarak görmek terbiyesizlik, çirkinlik, veya daha da kötüsü, çağımız insanlarının her şeyi kişisel psikolojiye indirgeme hastalığı.
*İstemeyerek bir ek: Arkadaşlar arasında ünlü üniversitelerde doktorasını yapıp bir iki yıl hocalık yaptıktan sonra vazgeçen iki sosyolog vardı. Bahsini ettiğim zamanlarda biri bulaşık yıkardı, diğeri hastanede hastaları arabayla bir yerden bir yere taşırdı. Diğer konularda doktora yapıp vazgeçen benzerleri vardı. İspanya iç savaşında yer alan ve Franko’dan kaçan anarşistler yakın arkadaşlarımız arasındaydı. Marksizmde, feminizmde, lezbyenizmde, ilk çevrecilikte isim yapan ama fikir farklarına rağmen etiket takmayla diğerlerini anladıklarını sanma basitliğine düşmeyen olgun kimseler yakın dostlardı. Örneğin maddi yönden yaşadığım son derece zor bir sürede Jessie Glaberman ve Martin Glaberman kapılarını bana açtılar ve gerekesiz ayrıntılarını vermek istemediğim büyük cömertliklerde bulundular. Matbaa komününde yer alan arkadaşlar içerisiyle aynı fikirde olmamalarına rağmen Radical America’yı (C. L. R. James ve Facing Reality grubunun dergisi diyebiliriz) yıllarca yayınladılar. Ben de dahil bu arkadaşlar, onlara benzerlerin çoğu, Bookchin’in “lifestyle anarchism” etiketiyle bir araya toplayıp suçladıkları, Watson’la aynı fikirde değillerdi. Watson cevap verdi, ve tekrar ediyorum, özellikle endüstri-bilim-teknik fetişizminin şahane bir eleştirisi olması açısından, okumaya değer. Eğer bu konuda daha da geniş bir görüşü merak ederseniz, http://www.socialanarchism.org/mod/magazine/display/23/ sayfasına bir göz atabilirsiniz.
** Ben hayatımda sadece ve sadece Türkiye’ye geldiğimde ve akrabaların hatırı için ve mecbur olduğumdan televizyona baktım. Televizyondan nefret ederim, seyredenleri ciddiye almam, televizyonda olup bitenlerden söz edenlerden kaçarım.
Bookchin “Ecology of Freedom” adlı kitabını tanıtması için geldiği Amerika’nın en ünlü 10-15 üniversitelerinden birine geldiğinde özel olarak arkadaşları görmeye geldi. Ben kendim onu Ivan Illich kadar derin düşünceli bulmadım.
Kısacası şunu demek istiyorum. “Lifestyle anarchism” son derece kesin ve özel bir konu. Yanıt veren, D. Watson, ve diğer adı geçenlerle farklı düşündüğünü açık açık söyledi. Dengeli bir yargı yapmak için her iki kitabı okumak gerektiğini, özellikle okunulacak kitaplar sayısını düşündüğümde, çekinsem de söylemekten kendimi alamıyorum.
Bir de tamamen bir mantık problemi var. Şu veya bu bir liberal düşünür denildiğinde, ayrıntılarla kanıtlanması gerekse de, bunu duyan ne demek istenildiğini anlar. Ama birine “Lifestyle anarchist” denildiğinde dinleyen haklı olarak, o da ne demek, diye sorabilir. Kısacası bu terim özel bir terim ve özel bir kişi tarafından kullanıldı.
Dolayısıyla, ve özür dileyerek, tekrar ve değişik soracağım. Bende, yazdıklarımda, ve tanımadığınız arkadaşlarımda “Lifestyle anarchism” sezmeniz neye dayanıyor?
Kendim üç örnek vereyim.
1
Kısa bir süre önce Kenya’da çalışma yapan bir antropologun anlattığı. Devlet memurları nasıl olmuşsa modernlikten yoksun kalmış vahşileri bulurlar ve bundan böyle kimlik taşımaları gerektiğini emrederler. Kimlik kartları dağıtılır ve üzerilerine resim koymaları buyurulur. Aşiret, 50-60 kişi arasından birini yakın kasabaya gönderir, giden kimse 50-60 kendi resmini çektirir ve geldiğinde kartların hepsine aynı resim yapıştırılır. Ben bunda Atatürk ve 16. yy’dan sonra tüm dünyada Batı taklitcisi maymunların yüzüne tükürme görürüm. Ne yazık ki, ciddi anarşistler hala bu pezevenk maymunların tartışmalarını yaparlar. Aşağıdaki iki kitap demek istediklerimi daha iyi açıklar:
a) Euclides da Cunh’nın Rebellion in the Backlands (War of Canudos) veya Mario Vargas Llosa’nın The War of the End of the World.
Ve hiyerarşi genlerine ve beyinlerine girmiş olanlar için bir ek: Canuda’yı içeren Bahia’dan bizi ziyarete gelenler komünistler bendeki Amerika’dan nefreti görünce ısrarla onlarla Bahia’ya gitmemi istediler.
b) Vittorio Lanternari: The Religions of the Oppressed. Benzeri konuyu daha da derinden ele alır.
2
Arada bir karınları acıkınca yiyecek bulup yiyenlere sayın, çok okumuş, önlerinde secdeye varılan bilge antropologlar kendi esaretimizi onlara yansıtıp “avcı-devşirici”, toplumlar derler. Ve bu hala tiksinti duymadan gururla bilgelik taslayanlar tarafından tekrarlanır. Ekonomi yerine ekonomisizlik istenilmez. Azla yetinip çok olmak yerine endüstri-bilim-teknikle bir türlü doyurmayan bolluk hayal edilir ve bunu vaat edenlerin arkasından koşulur. Son 7-8 bin yıldır sadece bir avuç insanın yarattığı ve zorla kabul ettirdiği gerçek-hayali dünya hakiki dünya gibi algılanır. (Ufacık bir yer olan Atina’da ve 2500 yıl önce Platon halihazırda insanlar yalan dünyayı gerçek dünya sanıyorlar, der. Hindistan filozofları, Pers Mani, ve benzeri düşünürlerle hemen hemen tüm peygamber “uyanın”, derler).
3
Hiç bir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştiren bir düşmanı küçümsememek gerekir. Ve arkadaşlarımın beğendiğim tarafı, her türlü konuda son derece bilgili olmalarına rağmen, alçak gönüllü olup “çözüm” yolu ileri sürmemeleri. Ve benim düsturum, “ben biliyorum, beni izle”, küstahlığını yapanlardan kaçmak.
Eğer bu çeşit eleştirilerin adı “Lifestyle anarchism”se ben severek kabullenirim.
Ben kendim sizinle yazışmalarda yazdıklarınızı severek okudum ve her zaman “Allah’ım neden hayat bu kadar kısa, ölüm bu kadar uzun!”, düşündüm. Ben sizi hasır altı edici (pigeonhole) sınıflandırma yapmadım ve aklımdan bile geçmedi. Tabi farkında olmadan genel bir gönderme etikelendirme gibi algılanabilir. Eğer ben size karşı bir etiket takma gafletinde bulunduysam lütfen belirleyin ve şimdiden özür dilerim.
Hoşça kalın.
Not: şu iki büyük harfli sizden alıntılara da kendimden katkılarda bulunmak istedim ama çok uzun ve sıkıcı olacak.
1
“POTLUCK”IN “POTLATCH (POTLAÇ)” İLE İLGİSİ VARDIR. İKİ KAVRAM (VE UYGULAMA) ARASINDA HER ŞEYİN %100 BÜTÜNLEŞME İÇİNDE OLMASI GEREKLİ DEĞİLDİR. İSİM KÖKÜ YÖNÜNDEN AYNILIK OLMASAYDI BİLE; YAPTIKLARINIZ İLE POTLAÇ GELENEĞİ ARASINDA PARALELLİKLER OLDUĞU SAPTAMASINI BEN, SİZ VEYA KONUDAN HABERDAR BİR BAŞKASI ZATEN YAPARDI. SONUÇTA; “MATEMATİK” GİBİ, “FİZİK” GİBİ FORMÜL ŞABLONLARI İLE DOLU BİR ALANDAN BAHSETMİYORUZ. “SOSYOLOJİ” (TIPKI “FELSEFE”DE, “DİN”DE, “HAYAT”TA OLDUĞU GİBİ) OLDUKÇA KOMPLEKS BİR ALANDIR.
2
“YERYÜZÜ SOFRALARI”NA BEN DE KATILDIM. ÇÜNKÜ “POTLAÇ GELENEĞİ”NE BİRÇOK YÖNÜYLE İŞARET EDİYORDU! VE HATT ÇOĞU ZAMAN, YEMEK ESNASINDA, KAFAMI BİRAZ KALDIRIP, UPUZUN SIRAYI GÖZLEDİĞİMDE “NOSTALJİ MAVİSİ GİBİ” ASIL POTLACI TASAVVUR ETMEYE ÇALIŞMADIM DA DEĞİL!
FAKAT SONRA NE OLDU:
“EVET SEVGİLİ ARKADAŞLAR; ‘YERYÜZÜ SORFRALARI’ KONSEPTİNİ DE TOPLUMUNUZA (DÜZELTME TOPLUMUMUZA) İYİCE TANITMIŞ, VE MİSYONUMUZU GÖNÜL RAHATLIĞI İÇİNDE TAMAMLAMIŞ OLDUK! ŞİMDİ DAĞILABİLİR, GÜNLÜK RUTİNLERİMİZE DEVAM EDEBİLİRİZ!”
“MODERNİTE”NİN VE “KAPİTALİZM”İN; EN İNCE KILCAL DAMARLARIMIZA NASIL İŞLEDİĞİNİN BİR BAŞKA GÖSTERGESİ DAHA!
SİTE METNİN BÜTÜNÜNÜ KABUL ETMEDİĞİNDEN İKİ BÖLÜM HÂLİNDE GÖNDERİLMİŞTİR.
1. Bölüm
Sayın 116’ya,
Bir zamanlar bir İngiliz yazar, Shakespeare’i şöyle savunmaya çalışmış: “Bir Afrika kabilesindeki kişi için Shakespeare; balık tutmasını bile bilmeyen bir zavallıdır!”
Acaba Shakespeare (hiç savunulmaya ihtiyaç duymasa, ve hattâ aklından geçirmese bile!) yukarıdaki gibi savunulduğunu işitse; ne cevap verirdi?!…
(Not: “Kabile” kelimesini nasıl anlıyoruz?! Niçin aklımıza ilk önce “ilkellik” getiriliyor?!)
Bebekliğimizden itibaren “mutlak sonuçlu” düşünmeye alıştırılmak neredeyse hepimizin içine düştüğü bir tuzak! İllâ günahkeçileri arayacaksak; yine “modernite”ye ve yine “kapitalizm”e taş atmaya devam edelim. (Bunu hem mecaz hem gerçek anlamıyla yazdım.)
“Anarşizm” konusunun çok derin olduğu yukarıda ifade edilmişti. Birçok konuda olduğu gibi şu konuda da mutabık olduğumuza eminim: “Anarşizm” bir formüller silsilesi, sarsılmaz şartları olan (günümüzde idrak ettiğimiz şekliyle) bir “ideoloji” değil.
Reagan, Rothbard ve türevlerinin halının ortasına pislediklerinden daha da ileriye gidersek:
Mesela “İsa”nın, “Musa”nın, “Muhammed”in de anarşist olduğunu söyleyenler var…
Yani “söylenenler yanlış mı? – doğru mu?” ayrımına girmiyorum.
Bütün bunların; konunun kapsamının ne kadar geniş olduğunu tekrar hatırlatarak, “Foucault’nun tespitler silsilesi” çizgisinden hareketle birer testip olduğunu aktaralım ve geçelim. Çünkü “hangi bağlamlara göre anarşistler?” sorusunu sormakla başlarsak; beynimizin gücü yetse bile, parmaklarımızın yetmeyeceği metinler yazmaya girişmek zorunda kalabiliriz…
“Lifestyle anarchism” tabirini Bookchin’in son şeklini verdiği hâliyle kullandım. Ama şuna da emin olabilirsiniz: Bookchin (veya bir başkası; “sol”dan, “sağ”dan, “anarşizm”den gelsin-gelmesin farketmez) bu tabirin daha bilinir hâle gelmesini sağlamamış olsaydı bile “lifestyle” kelimesinin aynısını veya benzer bir kelimeyi bulup, icat edip kullanacaktık!
Biraz somutlaştırmak adına:
Her ne kadar beslendikleri kaynaklar, yetiştikleri medeniyetler farklı olsa da:
Socrates’in “en iyi bildiğim şey; hiçbir şey bilmediğimdir.” sözü ile;
Mesela Hristiyanlık’daki “desert fathers”ın,
Mesela İslamiyet’teki sufiliğin,
Veya mesela Hinduizm’deki “sadhu”ların (özgürleşme yolunda ilerleyen “sanyasi”ler olarak da bilinir);
“Ben bilmem.” sözü aynı nehrin yatağından akar.
Yukarıda (1 Temmuz 2015, 111 numara) “…‘lifestyle anarchism’ veya ‘lifestyle potlaç’ kavramlarına benziyor…” derken “lifestyle”ı potlaç kelimesinin önüne de koydum! “Lifestyle communism”, “lifestyle Kınalıada”, “lifestyle revolution”, “lifestyle love”, “lifestyle peace” gibi çeşitlendirmeler yapabiliriz, sonu gelmez…
Bu sayfada yürüttümüz yazışmalarda; Marksizm’in tarihi ve güncel konuları, parti, particilik, parti programı, “parlamentoculuk”, seçimler, seçmek, seçilmek…gibi başlıklar üzerine yoğunlaşmadık. Belki de gerek görmedik. Belki de “potlaç” gibi devasa bir geleneğin fısıltılarını duyduğumuzu sandığımızdan, gözlemlediğimizi sandığımızdan da yoğunlaşmamış olabiliriz.
“Lifestyle” kelimesini merkeze koyup açıklamaya çaba gösterirsek:
“Eylemde sürekliliğin olmaması”,
“Eylemi yaymak için sabırlı olunmaması”,
Anarşizmi, komünizmi, solu, sağı, muhafazakârlığı, İslamcılığı, liberalliği vb.’lerini sadece “kapitalizmin vagonlarında bireysel hayat tarzı olarak yaşayıp; ne kokup, ne bulaşmak”,
“Konformizm”in kuyusundan kurtulmak için mücadele etmemek minvalinde kullandım.
Eğer bu şekilde tanımlamaların içine şahsınızın ve arkadaşlarınızın girmediğini düşünüyorsanız; yanılıyor olabileceğinizi hatırlatmak istedim. Tıpkı yukarıda “yeryüzü sofraları” örneğimle aktardığım gibi, “fısıltı duyduğumuzu sanıyor olabileceğimiz” gibi veya “potluck” örneğinizle kendinizi bile bile kandırıyor olduğunuzu aktardığınız gibi.
“Students for a Democratic Society (SDS)”yi hatırlatmanız iyi oldu.
Yine “lifestyle”dan devam edersek:
Örneğin “Weather Underground”un muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
Örneğin “Situationist International”ın muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
Örneğin Gandhi’nin uyarıları ışığında “salt satyagraha”nın muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
Örneğin Frankfurt’a yeni inşa edilen “Avrupa Merkez Bankası” binasını protesto eylemleri 18 Mart 2015’te başladığı hâlde niçin süreklilik göstermiyor?!
Örneğin “Gezi”den sonra biraz kıpırdanma emareleri veren “ülkedeki sıradan insanların fiziki muhalefet etmesi” eylemi niçin özellikle, gönüllü olarak haftasonları düzenleniyor da haftaiçleri düzenlenmiyor?!
Ofisler, lokantalar, hastaneler, kışlalar, oteller, okullar, parklar, sokaklar, üniversiteler ve tabii ki fabrikalar niçin 7 gün-24 saat işgal edilmiyor?!
Örneğin Mayıs 2014 SOMA cinayetinden sonra ülke niçin ayağa kalkmıyor?!
Örneğin Renault, TOFAŞ fabrikalarında Mayıs 2015’te çakılan kıvılcım niçin yayılmıyor?!
“Tarihi kopyala-Bugüne yapıştır”dan bahsetmiyoruz!
“Mutlak sonuçlu” düşünmekten de bahsetmiyoruz!
“Soru sormayı” artık bizlere unutturmaya, vazgeçirmeye başladıklarından bahsediyoruz!
Yoksa Jacques Lacan; “1968” üzerine şu sözleri söylerken haklı mıydı?
“Görebildiğim kadarıyla:
Bu gençler babalarına karşı değiller.
Sadece eski babalarına karşı çıkıyorlar ve yeni babalar arıyorlar!
Yazık!”
2. bölüm
M. Mead ve E. Fischer’ın sözlerini; Tanpınar’dan bir alıntıyı aşağıya aktararak detaylandırıyorum:
“Unutmak” & “Önemsememek”in getirdikleri ve götürdükleri üzerine (1)
SORU: Halkı sever misiniz?
TANPINAR: Hayatı seven herkes halkı sever…
SORU: Hayatı mı, halkı mı?.. Bana öyle geliyor ki; hayatı daha çok seversiniz, yahut kavramları?
TANPINAR: Halk; hayatın kendisidir! Hem manzarası, hem tek kaynağıdır. Halkı hem sever, hem tadarım. Bazen bir fikir kadar güzel, bazen tabiat kadar haşindir. Orada her şey büyük ölçüdedir. Halk; çok defa büyük denizler gibi susar. Fakat konuşacağı ağızı bulunca da…
SORU: Fakat ona gitmek, ona gidemiyorsunuz?! Sefaletleri, ızdırapları, endişeleri, hattâ zevki size kapalı kalıyor! Yani “hepimize kapalı” demek istiyorum. Ben Adana’da çalışırken bunu çok iyi hissettim. Daima kapının dışındaydım; içeri nasıl girileceğini bir türlü çözemedim!
TANPINAR: Kim bilir? Bazı kapıların bize kapalı görünmesi; önünde değil, arkasında durduğumuz içindir! Büyük şeylerin hepsi böyledir. Bir formülde hapsetmek için yakalamaya çalıştın mı, senden uzaklaşırlar; küçük sefaletlere inersin! Birisinde; akla, mantığa, şüpheye, inkâra – Öbüründe; imkânsızlığa, acze, isyana gidersin… Hâlbuki “kendinde ararsan” bulursun! Bu bir disiplin, hattâ bir yöntem meselesidir!
SORU: Peki ama nasıl buluruz?.. O kadar zor ki…
TANPINAR: Hangi köklere gideceğiz? Halk ve halkın hayatı bazen bir “hazine”, bazen de bir “aldanış”tır! Uzaktan bakınca ucu-bucağı olmayan bir şey gibi görünür. Fakat yaklaştın mı; 5-10 motifin ve modanın içinde sıkışır kalırsın, yahut doğrudan doğruya bazı hayat şekillerine girersin. “Klasik” dediğimiz şey, yahut “yüksek tabaka” kültürü; ondan birçok yerlerde kopmuşsun… Ve zaten sıkı sıkıya bağlı olduğu medeniyet yıkılmış!
SORU: Dediğiniz gibi; ip koptu bir kere: Bugün Türkiye’de nesillerin beraberce okuduğu 5 ortak kitap bulamayız! Çok küçük bir azınlığın dışında, eskilerden zevk alan gittikçe yok oluyor! Biz galiba son kuşağız! Yarın bir “Nedîm”, bir “Nef’î”, hattâ bize o kadar çekici gelen “eski müzik” ebediyen yabancısı olacağımız şeyler arasına girecek!
Ben burada; geçmişe saplanalım, “nostalji içinde kalalım” demiyorum! Ama bir yolu olmalı.. Yüzbinlerce kadim kültürün imbiğinden süzülerek günümüze kadar gelmiş değerler bize yarınlarımız için ışık tutabilmeli! Geçmiş ve geleceğin buluşmasını “bugün” sağlayabilmek için neler yapabiliriz? Ne zaman “geçmişten ders almak” öbeğini kullanmaya yeltensek; hemen yüzümüze; “modern dünya karşıtı”, “geri kafalı”, “hoş ve boş romantik” yaftasını yapıştırıyorlar!..
TANPINAR: Evet önümüzde zorluklar var. Fakat çözümler imkânsız değil. Şu an bir tepki, bir “reaksiyon göstermek” çağında yaşıyoruz! Kendimizi sevmiyoruz! Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; “Dede Efendi”yi bir “Richard Wagner” olmadığı için, “Yunus Emre”yi bir “Paul Verlaine” yapamadığımız için beğenmiyoruz!
Uçsuz bucaksız Asya’nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz hâlde çırılçıplak yaşıyoruz!
Coğrafya, kültür, her şey bizden “yeni bir doğuş” bekliyor; biz; sahip olduğumuz değerlerin hâlâ farkında değiliz. Başka kültürlerin tecrübesini yaşamaya çalışıyoruz!
Daha önceleri “sevmekten” bahsetmiştim, fakat artık sevmek de yeterli değil; daha öteye geçmek lâzım. Fikri ve duyguyu canlı bir şey gibi yaşamayı bilmiyoruz; hâlbuki halkımız bunu istiyor!
SORU: Halk hakikaten istiyor mu?! Bana öyle geliyor ki; halkımız bütün bunlara başından itibaren kayıtsız, ilgisiz; umursamıyor! Bütün geçmiş boyunca bizden o kadar uzak kalmış ki.. bu işlerde âdeta ümitsiz. Yahut hiç olmazsa şüphe içinde.
TANPINAR: Evet halk istiyor! Tarihe “gündelik ve geçici hesaplar” arasından bakmazsan; bu memleketin de herhangi bir memleket gibi yaşadığını kabul edersin!
Aradaki fark: Bizde “orta sınıfın” adam akıllı meydana çıkmamasıdır; hem “kültürel kapasite!” olarak, hem de sayıca henüz yeterli değiller! Geçmişte bu sınıf her an doğmak için olayları zorlamıştır. Fakat doğamamıştır! “Ayrılık-kopukluk” manzarası buradan gelir! Halkın kayıtsızlığı veya “Aydınlar”dan şüphesi meselesine gelince;
Bu, yine, “Aydınlar”ın kendi arasında uydurduğu bir masal olsa gerek! Aramızdaki ideoloji kavgalarında karşımızdakini yenmek için bulduğumuz bir sınıf, bir tür “günah keçisi”! Hani o kısacık ve sadece okuyanın kafasında bir an için parlayan, veya okunan gazete sayfalarında kalan, unutulup giden “anlık zaferler” yok mu; işte onları kazanmak için!..
Hakikatte: Halkımız münevverine inanır. Onu benimser. Zaten başka türlüsüne imkân yoktur!
200 yıldır yaşanan siyasi olaylar bizi bir nevi “gemi düzeni” altında yaşatıyor. Mutlak olan tehlikeler bize bu terbiyeyi verdi. Halkımız münevverine daima inandı ve gösterdiği yolda gitti.
SORU: Ve daima da aldandı?..
TANPINAR: Hayır, daha doğrusu biz aldanınca o da aldandı! Yani her millette olduğu gibi. Sen tarihte aklî bir yürüyüş kabul eder misin? Böyle bir şey elbette imkânsız! Fakat her türlü cemiyetin binyıllarca birikmiş tecrübesi nesillerin hatası üzerinden atlar. Bize her şeyin iyi gittiği görünümünü verir. Emin olun; biz de her millet kadar aldandık, her millet kadar hata ettik…
SORU: Fakat halkın ızdırabını görmüyorsunuz?
TANPINAR: Görüyorum. Fakat oradan hareket etmek istemiyorum! Halkı mazlûm gördükçe; bir gün zalim olmasını hazırlayacağımı biliyorum! Niçin o kadar çok ızdırap çekiyoruz; yani bütün dünya olarak?! Çünkü; özgürlük uğrundaki her mücadele yeni bir adaletsizliği gözümüzün önüne seriyor! Ben aynı silahlarla mücadele etmeyi artık bırakmak istiyorum!
“Türkiye’nin bütünü”; benim merceğim, ölçüm ve gerçekliğimdir! Sadece İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa veya Edirne’ye odaklanmak, koskoca ülkeyi adı ön plâna çıkmış birkaç ilden ibaret sanmak.. Bu hataya düştük ve içinde hâlâ debelenip duruyoruz!
Merceğin çapını genişletmek, camın kalitesini yükseltmek, ve bu merceği daha yukarıda tutup bakarak: “Aaa.. bu Türkiye’de ‘başka’ hayatlar da varmış, ‘öteki’ hayatlar da varmış, gözümüzü kaçırdığımız köyler, seslerini duymayı inkâr ettiğimiz kasabalar da varmış…” diye kendi kendimizi şaşırtmalıyız artık!
SORU: Bu yeterli değil!
TANPINAR: Bir ütopyaya kapılmak istemeyen için yeterli! Hattâ olumlu bir iş görmek isteyen için!
SORU: Peki nedir bu Türkiye?
TANPINAR: İşte mesele burada. O’nu bulmakta!..
YORUM ve CEVAP: Ben bu soruya bazen cevap verir gibi oluyorum. Kendi kendime; “biz gurbetin insanlarıyız” diyorum! Mesafelerin terbiye ettiği insanlar! Onun aşkı, ızdırabı, hürriyeti! Tarihimiz, sanatımız; hiç olmazsa halkta böyle…
Kaynak:
“Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1
Bir huzursuzluğun romanı:
Huzur; Ahmet Hamdi Tanpınar incelemesi”
Yazan:
Prof. Berna Moran
İletişim Yayınları, 2012
***
Kenya’da veya ziyaret ettiğiniz diğer medeniyetlerde gözlemlediklerinizi belki de o kadar sert eleştirmemelisiniz. Tecrübelerinize, yazdıklarınıza ve aktardığınız referans kitap isimlerine, şahıslara daha dikkatli bakıp bir kez daha değerlendirdiğimde; o medeniyetlerdeki “hayat tasavvuru”nu daha geniş, daha net anlayacağınızı tahmin ediyorum. (Not-1: “Weltanschauung” başlığının işaret ettikleri ile de bu konuyu görüşebiliriz. Ama o kadar uzatmaya gerek yok.) (Not-2: “Ulus Baker”e yeniden dönmenin sağlıklı bir adım olabileceği tavsiyeme yukarıda katılmıştınız. “Eleştiri” meselesini bu minvalde de düşünebilirsiniz.)
ABD bağımsızlığını ilan etmeden ve o bölgede düzenin konsolide olmasından yıllar önce, yani “The Americas” hâlâ dağınık ve savaşlar içindeyken; Avrupa menşeli “emperyal!” ülkelerin yöneticileri, the Americas’ın asıl yerlilerine (native) kendilerinden bazı şeyler öğretmeye karar verirler. “Futbol” dediğimiz oyun; bırakalım dünyayı İngiltere de bile tanınan bir şey değilken, futbolun atası diyebileceğimiz bir oyun türüyle; İngiliz yöneticiler, yerlilere “rekabet” kelimesini anlatmak isterler. The Americas yerlilerinden bazılarını ikna ederek maç düzenlerler. Her iki takımda da; hem İngiliz oyuncular, hem “yerli” oyuncular vardır (karma şekilde). Her takım içindeki İngiliz oyuncular, aynı takımdaki “yerli” arkadaşlarına “rekabet”in ne olduğunu bizzat oynayarak gösterirler. İki veya üç maç sonucunda kazanan taraf neresi olursa olsun; kazanan taraf içindeki İngiliz oyuncular sevinç çığlıkları ile ortalığı inletirken, hem kazanan taraftaki, hem kaybeden taraftaki “yerli”ler bu sevinç çığlıklarına anlam veremez. Birkaç maç sonra “yerli”ler de artık her gol sonrası; her kazanım sonrası sevinmeye, kendilerinden geçercesine hareketler yapmaya başlar. Fakat yenilen taraftaki “yerli” dostlarının sürekli üzgün olduklarını görünce bir an duraksarlar! Bu duraksamaya İngilizler de şaşırır. En sonunda kazanan takımdaki “yerli”ler İngilizlere şu cevabı verir: “Biz daha önce kendi aramızda bu derecede yarışmamıştık. Biz burada mutluluk sarhoşu olmuşken, kardeşlerimizin kahrolmasına dayanamayız! Biz ‘rekabet’i sizin anladığınız gibi anlamıyoruz!”
Yukarıdaki hikayenin aynısını Orta Asya topraklarında yoğrulmuş Türk medeniyetlerinde de gözlemleyebilirsiniz!
Veya Güney Afrika’da “Xhosa” medeniyetindeki “Ubuntu” geleneğinde de gözlemleyebilirsiniz!
Ek olarak; Edward Wadie Said’in o muazzam uyarısı “Orientalism” başlığından da bahsedip, geçebiliriz…
(Ve hattâ biraz daha ileriye gidip; “northism”, “southism”, “eastism” veya “westism” tespitlerini bile ortaya atabiliriz!)
***
“Hiç bir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştiren bir düşmanı küçümsememek gerekir. Ve arkadaşlarımın beğendiğim tarafı, her türlü konuda son derece bilgili olmalarına rağmen, alçak gönüllü olup ‘çözüm’ yolu ileri sürmemeleri. Ve benim düsturum, ‘ben biliyorum, beni izle’, küstahlığını yapanlardan kaçmak.” O kadar mühim bir açıklama yapmışsınız ki! Yukarıda hatırlatılan; “En iyi bildiğim şey; hiçbir şey bilmediğimdir.” ve “Ben bilmem.” cümlelerinin bir ispatı gibi olmuş!
Günümüzde özellikle “kendin olarak kalabilmek” gerçekten büyük bir nitelik! (“Kendin olarak” derken; “bireyci”liğe vurgu yapmadığımı tekrar hatırlatırım!)
Müsterih olunuz:
Hiçkimse hiçkimseye etiket takmaya çalışmıyor; en azından Gün Zileli’nin şu internet sayfasında…
***
“Unutmak” & “Önemsememek”in getirdikleri ve götürdükleri üzerine (2)
“Televizyon” ile ilgili söylediklerinizin ekseriyetine katılıyorum. Fakat yine de “televizyon”a dikkat etmeye devamınızı öneririm. “Televizyon”la bağınızı tamamıyla kopardıysanız ve bu bağı tekrar kuracak durumda değilseniz; “internet” içinde bir okyanus olan “sosyal medya”yı (yani “yeni nesil televizyon”u) yabana atmamanızı, bağınızı koparmamanızı öneririm!
İsim vermek adetim değildir ama iki isim aktararak; niçin hem “televizyon”a, hem “yeni nesil televizyona (‘sosyal medya’ya)” dikkat etmenizi önerdiğimi açayım: “Levent Erden” ve “Sina Afra”! Herşey bu iki isimden ibaret değil elbet; ama “yakın geleceğimizin en tehlikeli sınıfı!”na mensup olduklarını unutmayınız!
***
Diyojen’den de, fıçısından da şikayetçi değiliz. Ama “günümüzde Diyojenler”; artık sadece ama sadece fıçılarında yaşamayı tercih etmemeli!
İsa bugün geri dönerse; nasıl Beytüllahim’den, Kudüs’ten veya Vatikan’dan taşla sopayla kovulursa,
Muhammed bugün geri dönerse; nasıl Mekke’den taşla sopayla kovulursa,
Diyojen bugün geri dönerse; nasıl üniversitelerin kampüs kapılarına daha varamadan taşla sopayla kovulursa;
Hepsi ve daha fazlası, kapının anahtar yuvasından, tıkalıysa; bacadan “içeri” girmeyi azimle istemeli,
10 defa kovsalar 1000 defa cüret etmeli;
Unuttuklarımızı hatırlatmalıdır!
pipsqueak’den 117 ve 118’e cevap
İki bölüm yazınız ve özellikle Tanpınar’la ilgili karşılıklı söyleşi beni çok etkiledi. Gönderdiğiniz için candan teşekkürler.
Sizinle bu tatlı sohbetlerimizin devamı için sizden iki ricada bulunacağım.
Birincisi bu mektubumda, ikincisini hazırlıyorum.
Birinciye giriş.
Bazı tarihçiler 1848’le 1789 arasındaki ilişki, 1968’le 1917 arasındaki ilişkiye benzer, derler. Bir çok limitlerine, çocuğumsu heyecanlanmalara, hataları bulunabilecek taraflarına rağmen dünya çapında bir hareketti ve bir çok insanı etkiledi. Islah edildi (“Recuperation (politics)”, özümlendirildi vs.
1970 sonları ve özellikle 1980lerden sonra canlılığını iyice yitirdi ve ardından bir bunalım yaşandı diyebiliriz. Bu esnada hem 60ların hataları hem de daha önceki politik teori ve düşünceler elekten geçirildi, farklı yaklaşımlar, fikirler, teoriler vs. dile getirildi.
Bazı konu dışı ama zenginleştirici örnekler.
En güvenilir sanılan matematik, hemen hemen onun kadar güvenilir sanılan fizik de bile (unified field theory, theory of everything, attempts to unite the fundamental forces …) benzeri bunalımlar yaşandı ve yaşanıyor. Hele sosyal bilimlerde, bildiğiniz gibi, tüm ekollerin anlaşıp birleştikleri bir teori yok.
Anlaşmazlıkları, farklı görüşleri, kaçınılmaz bulduğum gibi 60larda olduğu gibi bir çoğu insanların hayal dünyasına çekici gelen ve kalplerine dokunan dünya çapında bir hareket olmayışına üzülüyorum. Bilmem söylemeye gerek var mı, tarih benzeri devrelerle dolu.
Bu ayrı görüşler gerekli, yararlı, zenginleştirici. Aynı zamanda ben teselliyi, kuşlar yuva yapmada bir plan izlemezlerse da her zaman yuva yapmayı başarırlar, sözünde buluyorum. Modern bilimde bile son derece saçma fikirler katkıda bulundular.
Bana 60ları andıran bir örnek: bulunduğum yerde 60lar gibi kökten eleştirici, son derece yerinde, son derece güçlü ve derin düşünceleri içeren “Décroissance” ve “Moins!” adlı iki şahane aylık gazeteler var. Tabi diğer benzerleri de var. Watson’un kitabı güzel bir kaynak, Charbanneau, Ellul, Rahnema ve yüzlerce daha. Bu iki aylık gazeteler uzun süredir çok sayıda düşünürlerin savundukları fikirleri sunar ve kapsar, bir araya getirip bir bütün yapar. Ben bu aylıklardaki fikirlere tamamıyla katılıyorum. Gönül, bu aylıklardaki fikirler 60lar gibi dünya insanlarının kalbine dokunsun isterdi.
Giriş burada biter. Ricam aşağıda.
Çok önemli, asıl ve özel soruma hala bir cevap almış değilim. Entelektüel dürüstlük açısından “Lifestyle anarchism” etiketini arkadaşlarıma yapıştırmadan önce Bookchin’i okuyup dediklerinin arkadaşlarıma uyup uymadığı tespit edilir. Arkadaşlarımı tanımadığınız için bu imkansız. Üstelik ben kitapta adı geçenlerden sadece üçüne aşinaydım. Watson kişisel arkadaşımdı, Fifth Estate kamuya açık gazete, ve Zerzan’ı sadece yazılarıyla tanırdım. Diğerlerini duymuşluğum bile yok. David Watson, yanıt verdi. Eğer konu ilgiye değerse David Watson okunur ve hiç değilse Bookchin ve Watson kıyaslanıp bir değerlendirme yapılır.
Not 1: Ben anarşist olmadığımdan Bookchin’in dediklerini mantıksal olarak kendi üzerime alınmadım.
Not 2: Her iki kitabı okudum. Bookchin’in eleştirilerini çok yerinde ve mükemmel buldum. Sık sık bu tip insanlar beni çılgına çeviriyor. Çok sayıda Türkiye’de devrimci özgeçmişleri diplomalarıyla süt ve bal ülkelerine kapak atanlar da buna dahil. Emin olun abartmıyorum Amerika ve hele Avrupa devasa bir “bien-être”, “well-being”, “mutluluk” pazarı. Ama ben bunu son geldiğimde Türkiye’de de gördüm. İşte Bookchin böyle durumları anlayacağına, keyfi etiket dağıtıyor ve fikir polisliği yapıyor gibime geldi.( Sırası gelmişken, belki siz Foucault’u ağzınıza aldığınız için ve Tanpınar da hemen hemen tüm söyledikleri için “Lifestyle Anarchist” ilan edilebilirsiniz.) Ve Watson’un tespitine katılıyorum. Bookchin diyalektik düşünmediği gibi marksistlikten bir türlü kurtulamamış. Bence diğer noksan tarafı, tüm dünyanın burjuva olduğunu, çok beğendiği Avrupa-Amerika’nın dünyayı nihilizme sürüklediğini hala görmemesi veya teorilerine sığmadığından görmemezlikten gelmesi. Şimdiki Çin ve Hindistan, diğer Asya ülkelerinin; daha önceki Japonya dinamikliğine rağmen hala şu meşhur “Asian quietism” kırık plağını çalmakta. Çok daha ayrıntılı notlarım var ama şimdi benim için sonsuz önemli olan konuya döneceğim.
Lütfen konuyu dağıtmadan benim şu soruma cevap verin: Bookchin’in “Social Anarchism or Lifestyle Anarchism” kitabını okudunuz mu? Watson’u okudunuz mu?
Hoşça Kalın.
Yine ben “pipsqueak” ve 117 ve 118’e bir “cevap” daha
Ben yıllar önce, sanırım 1994 ile 1998 yılı arası, Ulus Baker’e kısa bir e-mail ve ilişiğinde Marksim’i ve Avrupa’yı eleştiren bir yazı göndermiştim. Cevabını bulur size gönderirim umuduyla ararken başka bir yazıya rastladım. Yazı “lifestyle anarşizm” üzerine ve bana biri 2000 yılında göndermişti ve ilginizi çeker diye size gönderiyorum.
=================================
“Yaşam Tarzı Anarşizmi” Üzerine
Üstben, genellikle dışsaldır. Daha doğrusu insanlar, üstbenlerini, büyük çoğunlukla kendi doğal çevrelerinin dışından seçerler. Basit bir örnek verecek olursak, kendi köyünüzde allame-i cihan olsanız, kimse sizi takmaz da, dışardan gelen biri, son derece yetersiz de olsa, köylüler tarafından, büyük bir bilginmişçesine dinlenir. 1960’lı yıllardaki köy çalışmaları sırasında bunun birçok örneğini yaşamıştık. Bu yüzden, aynı yöreden olan arkadaşlar, kendi köylerine propaganda çalışmasına çıkmak istemezlerdi. Çünkü köylüler, “bu bizim Topalın Rüştü değil mi,” der, yerli propagandacıya sırtlarını dönüverirlerdi.
Bu “üstben kompleksini” ulusal çapta genişletecek olursak, halkımız ya da halkımızla aynı alışkanlıkları paylaşan aydınlarımız, ülkenin düşünürlerindense, dışardan çeviri yoluyla aktarılan düşünürlerin söylediklerine daima daha çok kulak kabartır, daha çok önem verirler. “Ulusal” aşağılık kompleksimizi dikkate alarak bu kadarını doğal karşılasak bile, bu tür çevirilerin, atıfta bulundukları rakip düşünürlerin Türkçedeki karşılıkları çevrilmeden ve bilinmeden okunması, kalecisiz bir kaleye gol atmanın ötesinde, büyük düşünsel boşluklara yol açar. Çünkü yapılan eleştiri, ancak eleştirdiği düşünce ve yapılan atıflar asgari düzeyde de olsa bilindiği zaman anlam kazanır, boşlukta asılı kalmaktan kurtulur.
Ne yazık ki, Türkiye’nin 1960 ve 1970’lerdeki sol yayın furyası içinde, bu durum, genel bir hal almıştır. Örneğin, Marx’ın, Proudhon’u eleştirdiği Felsefenin Sefaleti basılmıştır, ama Proudhon’un eleştiriye hedef olan Sefaletin Felsefesi kitabı, Türkiyeli okuyucunun bilgisine hâlâ sunulmuş değildir. Lenin’in, III. Enternasyonal içindeki “Sol Komünist”leri hedef aldığı Sol Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı kitabı, Türkiye’de kimbilir kaç baskı yapmıştır, ama şu ana kadar, “sol komünistler”in eleştiriye konu olan görüşlerini ortaya koyan hiçbir kitap Türkçede basılmamıştır.
Böylece, Türkiyeli okuyucu, eleştiri konusu görüşleri bilmeden eleştirileri öğrenmek, daha doğrusu ezberlemek durumunda kalmıştır. Aslında bizim ezberci eğitim sistemimizle çok iyi örtüştüğü için, kimse de bu durumdan pek fazla şikayetçi olmamıştır. Daha da vahimi, çeşitli sol fraksiyonlar, örneğin Lenin’in kitabındaki görüş ve eleştirilere dayanarak rakip fraksiyonları bastırır ya da tasfiye ederken, bastırdıkları bu fraksiyonların görüşlerinin, Lenin’in eleştirdiği görüşlere uygun olup olmadıklarını gerçek anlamda merak bile etmemişlerdir. Bizde fikirler, salt işlevsellikleri açısından ele alınmış ve kullanılmıştır.
Aynı geleneğin, bugün Türkiye’deki anarşist çevrelerde de geçerli olduğunu görüyoruz. Genellikle anarşist çeviriler basan Kaos Yayınları, iki yıl önce, Murray Bookchin’in, 1995 yılında Amerika’da ve İngiltere’de basılmış olan Social Anarchism or Lifestyle Anarchism: An Unbridgable Chasm adlı kitabını, Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizm mi – Aşılamaz Uçurum başlığıyla (Mayıs 1998, çev: Deniz Aytaş) bastı. Ne var ki, kitap basıldığı sırada, Murray Bookchin’in büyük çoğunluğu Amerikalı olan rakiplerinin eleştiri konusu olan görüşleri ve kitaplarından hiçbiri Türkçeye çevrilmemişti. Neyse ki, aynı Kaos yayınları, bu karşılıksızlığın kendisi de farkına varmış olacak ki, Murroy Bookchin’in kitabında şiddetle saldırdığı Amerikalı anarşist yazarlardan John Zerzan’ın Gelecekteki İlkel (Nisan 2000, çev: Cemal Atila) adlı kitabını, yaklaşık iki yıl sonra yayınladı. Ne var ki, Murray Bookchin’in “lifestyle anarşist” genel başlığı altında topladığı yazarlar ıskalası çok geniş olduğundan, ortada yine de büyük bir boşluk durmaktadır. Öyle ki, Bookchin’in ikide bir alıntı yaptığı ya da atıfta bulunduğu yazarların nerdeyse hiçbirini (artık bugün John Zerzan’dan Kaos’un yayınıyla haberdar olduğumuzu söyleyebiliriz) tanımıyoruz. Onların gerçekten ne dediklerini, kendi kaynaklarından okuyup öğrenme olanağına sahip değiliz (İngilizce bilen meraklılarımızı hariç tutmak kaydıyla). Bu yüzden, Bookchin’e bir anlamda mahkûmuz, bu yazarları, onun bize tanıttığı biçimde kabul etmek, onlara Bookchin’in gözüyle bakmak gibi bir handikap içindeyiz.
Öte yandan, bizzat Bookchin’in yazdıklarından, kökleri, aşağı yukarı 1960’lara kadar uzanan ve 1990’lı yıllarda alevlenen bu tartışmanın, Amerika, hadi bilemediniz İngiltere’ye özgün bir tartışma olduğu, en azından Türkiyeli anarşistlerin içinde bulundukları ve çözüm getirmeye çalıştıkları sorunlara çok az faydası olduğu anlaşılmaktadır. Türkiye’de, anarşistler arasında, ne “bireyci anarşist”, “toplumsal anarşist”, ne de “pritimivist anarşist”, “aydınlanmacı anarşist” türünden bir ayrışma yaşanmaktadır. Bu tür farklılıklar uç vermeye başlamış olsa dahi, bu eğilimler, Amerika’da ya da İngiltere’de olduğu gibi belli kutuplarda kristalize olmuş değildir (gerçi bu eğilimlerin, bu ülkelerde de Bookchin’in iddia ettiği kadar kristalize olup olmadığı ya da belli kutuplarda toplanarak netlik kazanıp kazanmadığı tartışma konusudur, bu ketagorileştirmede Bookchin’in bazı yapay zorlamalara gittiği dikkatten kaçmamaktadır). Örnek verecek olursak, Ateş Hırsızı-Kaos Yayınları çevresi, hem Bookchin’in takdirini kazanacak ölçüde “toplumsal anarşist”, hem de Bookchin’in baş hedefleri arasına girecek ölçüde “primitivist anarşist”tir ve bu çevre, John Zerzan’ı basarken, Bookchin’in rakip referanslarını okuyucuya sunmak güdüsünden hareket etmiş değildir. Kaos çevresi, Bookchin’i bastıktan bir süre sonra, okun sivri ucunun kendisine de yöneldiğini farkederek John Zerzan’ı basma yoluna gitmiştir. Çünkü, özellikle teknoloji konusunda bu çevrenin yaklaşımı, Bookchin’den çok Zerzan’a yakındır. Aynı şeyi, Bookchin’in “lifestyle anarşizm” nitelemesini, “gevşek anarşistleri” köşeye sıkıştırmak için diline dolayıp olur olmaz kullanan Efendisiz çevresi için de söyleyebiliriz. Diğer yandan, Bookchin’in özellikle kitabının sonlarında hedef aldığı “kırık tüfekçi”lerin Türkiye’deki tekabülü olan “savaş karşıtları”nın Bookchin’i savunmaya pek gönüllü olmaları da , dediğimizi doğrulayacak niteliktedir.
Peki, Bookchin’in, Amerika’daki anarşistler arasında cereyan eden şiddetli bir tartışmayı konu alan ve Türkiye’de karşılığı pek bulunmayan bambaşka eğilim ya da eğilimleri hedef alan kitabı, özellikle de kitabın “lifestyle anarşizm” başlığı, nasıl olmuştur da, Bookchin’in yaklaşımıyla oldukça zıt konumda olan Türkiye’deki bazı anarşist çevreler tarafından böylesine benimsenmiş ve bu deyim, adım başı kullanılır hale gelmiştir? Bunun, Bookchin’in ideolojik mücadele hedefleriyle ilgisi olmayan bazı ideolojik ihtiyaçlardan doğduğunu düşünüyorum. Türkiye’de anarşizmi, aynı Marxizm gibi, kendilerinin merkezini oluşturdukları bir politik bir hareket haline getirmek isteyen bazı anarşist gruplar, böyle bir politik hareketin disiplinine girmek istemeyen anarşistleri olsun, anarşizmi bir moda ve gençlik fetişizmi olarak algılayan gençleri olsun, paylamak ve köşeye sıkıştırmak için, Bookchin’in “lifestyle anarşizm” nitelemesini kendileri için biçilmiş kaftan görmüşlerdir. Oysa, ilerlemiş yaşında, “anarşizmin Lenin’i” olmaya karar verdiği anlaşılan Bookchin, bu deyimi, özellikle batı dünyasında gittikçe güçlenen aydınlanma ve modernizm karşıtı anarşistleri gözden düşürmek için ortaya atmıştı.
Makas, kağıt ya da kumaş kesmek için imal edilmekle birlikte, insan öldürmekte de kullanılabilir.
1 Ekim 2000
Bookchin’in sözü geçen kitabını okudum.
Gün Zileli
Temmuz 24th, 2015 at 09:33
Bookchin’in sözü geçen kitabını okudum.
Ben size değil 117 ve 118 sayılı yazıları yazan arkadaşa sormuştum. 117 ve 118 yazıları yazan siz misiniz?
Hayır.
Sayın 119 ve 120’ye cevap,
Söyle bir sonuç ortaya çıkıyor:
“Lifestyle anarchism” tabirini Bookcin temelli mi, yoksa Bookchin temelsiz mi size ve arkadaşlarınıza yönelttiğimi öğrenmek istiyorsunuz.
Anladığım kadarıyla; sizin “lifestyle” kelimesi ile değil de Bookchin’in kendisiyle bazı problemleriniz var. (Yanılıyor olabilirim.)
Yukarıdaki ifademi tekrarlayarak cevabımı iletmeye başlayayım:
“Lifestyle anarchism” tabirini Bookchin’in son şeklini verdiği hâliyle kullandım. Ama şuna da emin olabilirsiniz: Bookchin (veya bir başkası; “sol”dan, “sağ”dan, “anarşizm”den gelsin-gelmesin farketmez) bu tabirin daha bilinir hâle gelmesini sağlamamış olsaydı bile “lifestyle” kelimesinin aynısını veya benzer bir kelimeyi bulup, icat edip kullanacaktık!
Kitabın Türkçe çevirisini hiç incelemedim.
Okuduğum kaynak şurası:
http://libcom.org/files/Social%20Anarchism%20or%20Lifestyle%20Anarchism.pdf
Watson ve Zerzan’ı da hiç incelemedim.
Ulus Baker’in gönderdiğiniz metniyle daha önce hiç karşılaşmadım. Aracılığınızla arşivime yerleştireceğim muazzam bir kaynak için teşekkürler.
Ayrıca Baker’in metnini şimdilik sadece sayın Zileli’nin sitesinde bulabildim:
http://www.gunzileli.com/2000/10/01/yasam-tarzi-anarsizmi/
Galiba sayın Zileli ile yıllara yayılan bir ahbaplığınız var. Belki 2000’de size gönderen O olabilir…
*
Galiba şu soruların (ve eklenebilecek binlercesinin) cevaplarına kolay kolay ulaşılamıyor:
“Lifestyle” kelimesini merkeze koyup açıklamaya çaba gösterirsek:
“Eylemde sürekliliğin olmaması”,
“Eylemi yaymak için sabırlı olunmaması”,
Anarşizmi, komünizmi, solu, sağı, muhafazakârlığı, İslamcılığı, liberalliği vb.’lerini sadece “kapitalizmin vagonlarında bireysel hayat tarzı olarak yaşayıp; ne kokup, ne bulaşmak”,
“Konformizm”in kuyusundan kurtulmak için mücadele etmemek minvalinde kullandım.
Eğer bu şekilde tanımlamaların içine şahsınızın ve arkadaşlarınızın girmediğini düşünüyorsanız; yanılıyor olabileceğinizi hatırlatmak istedim. Tıpkı yukarıda “yeryüzü sofraları” örneğimle aktardığım gibi, “fısıltı duyduğumuzu sanıyor olabileceğimiz” gibi veya “potluck” örneğinizle kendinizi bile bile kandırıyor olduğunuzu aktardığınız gibi.
(“Radical America” dergisine işaret ederek)
“Students for a Democratic Society (SDS)”yi hatırlatmanız iyi oldu.
Yine “lifestyle”dan devam edersek:
Örneğin “Weather Underground”un muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
Örneğin “Situationist International”ın muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
Örneğin Gandhi’nin uyarıları ışığında “salt satyagraha”nın muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
Örneğin Frankfurt’ta yeni inşa edilen “Avrupa Merkez Bankası” binasını protesto eylemleri 18 Mart 2015’te başladığı hâlde niçin süreklilik göstermiyor?!
Örneğin “Gezi”den sonra biraz kıpırdanma emareleri veren “ülkedeki sıradan insanların fiziki muhalefet etmesi” eylemi niçin özellikle, gönüllü olarak haftasonları düzenleniyor da haftaiçleri düzenlenmiyor?!
Ofisler, lokantalar, hastaneler, kışlalar, oteller, okullar, parklar, sokaklar, üniversiteler ve tabii ki fabrikalar niçin 7 gün-24 saat işgal edilmiyor?!
Örneğin Mayıs 2014 SOMA cinayetinden sonra ülke niçin ayağa kalkmıyor?!
Örneğin Renault, TOFAŞ fabrikalarında Mayıs 2015’te çakılan kıvılcım niçin yayılmıyor?!
Örneğin, Selahattin Demirtaş’ın çağrısıyla “barış yürüyüşü”; niçin Pazar gününe ayarlanıyor da, haftaiçi düzenlenmiyor?!
…
Çünkü dönmesi gereken çarklar var değil mi!
Çünkü bu çarklara çomak sokulursa; ortada ne komünizm kalır, ne libertarianism kalır, ne lifestyle anarchism kalır veya ne faşizm kalır!
“Azıcık (veya çoğucuk) aşım, ağrısız başım! Mesaim biterse, ve Starbucks’da enfes bir latte içmek istemezsem; protestolara belki katılırım!”
Bizler sadece haftasonları muhalefet etmeye de alışırız; yeter ki “serbest piyasa ekonomisi” zırvalığı tam gaz devam etsin!
Pipsqueak’den son yazınız 122 veya arada bir atlayarak 117-122 yazılarınıza inatçı bir yanıt
Sayın Tezer Özlü
Ben buradaki Marksist solcularla tanıştıktan sonra ( biliyorsunuz genellikle Batı bu özgürlük ve demokrasiyi sevenleri aralarında paylaşıyorlar, dolayısıyla Amerika’da Türk veya Kürt tanıdığım olmadı) Türk solunun Sovyetler, Çin vb. modelini benimsediklerini anladım.
Daha sonra Emine ve Gün buraya geldiklerinde Gorter’in Lenin’e açık mektubunu getirdiler ve ben o yazıda Türk solunun modelini ve eleştirisini görüp çevirmek istedim. Gün, Türkçe’de çektiğim zorluklar ve hatalarımı düzeltmede yardımcı olacağını söyledi ve gerçekleştirdi. Ardından bana, sanırım Gorter’in yazısının özelde çağırışım yaptığı ama genelde Türkiye’de hem halk arasında hem entelektüeller arasında yaygın bir noksanlığa ve hatta aşağılık duygusuna işaret eden “‘Yaşam Tarzı Anarşizmi’ Üzerine” yazısını gönderdi. Ben bunu sadece Bookchin hakkında değil genelde çok yerinde ve mükemmel buldum (son “makas …” sözü hariç). Gün, Bookchin’e “anarşizmin Lenin’i” dedi, ben “Düşünce Polisi”, dedim. Bookchin’e Watson’un cevabı fazlasıyla yeter ve ben kendim son derece sert eleştiriler yapabilirim ama bence gereksiz. Gün’ün dediği gibi, iki tarafı dinleyip karar vermek gerekir ve siz bunu yapmamışsınız! Benim problemim Bookchin’in arkadaşlarımla ilgili lafları DEĞİL, SİZİN NE DEMEK (BAKIN *) İSTEDİĞİNİZİ ANLAMAK ANLAMAK İSTİYORUM. Bookchin gibi bir düşünce polisiyle mi yazışıyorum yoksa söylediklerinizi anlamıyor muyum? Gün’ün yazısını o amaçla ve okuyup sorumu anlarsınız ümidiyle eklemiştim.
* Anlamaya çalıştıklarımı aşağıda sıralayacağım.
Buradaki solculara dönüş. Onlardan çok şey öğrendim.
Ve ilk önce sizin asıl ne demek istediğinizi anlayıp anlamadığıma birkaç örnek. Çok sevdiğim bir arkadaşım azılı devrimcilerle dalga geçmek için “Manual for Revolutionary Leaders — Micheal Velli” adlı bir kitap yazdı, harıl harıl ısmarlamalar geldi!
Ben Marks’dan metin parçaları toplayıp kendim yazdım diye buradaki azılı solculara verdim. Onlar da Türkiye’den buraya “panel” konuşmalarına gelen, aralarında devlet memuru üniversite öğretim üyeleri olan, kendilerinden sonsuz emin, kısacası işi asıl bilenlere (bakın **) göstermişler. Uzman Marksistlerin (ve sanırım şimdi onların yerini Uzman Anarşistler almış) kararı kesin ve mutlak: “Bu yazıyı yazan yehova şahitlerinden biri olmalı”.
Gün’ün yazısını eklememde amacım sizin okuyup benim asıl son derece özel ve kesin bir soru sorduğumu anlarsınız ümidiydi. Siz Watson’u okumamışsınız. Bence bu bir eksiklik değil ve hatta okunulacak kitap sayısı düşünüldüğünde, çok normal. Ama haksız sözler söylemek başka bir şeye işaret ediyor. Kendim ve arkadaşlarımdan çok kısa söz etmeyle günah çıkarma meraklısı solcuların tuzağına düştüğümü anladım, pişman oldum.
Tekrar ediyorum benim için Bookchinin saldırdığı kişi ona şahane bir cevap verdi ve Gün de bir o kadar şahane bir katkı yaptı.
Beni korkutan sizin söylediklerinizin buradaki marksist solculara çok benzemesi.
Buradan bir örnek daha:
Sıradan kimselerin duvarlarında sinema veya futbol artistleri; azılı solcuların duvarları devrimci kahramanların kiç (kitsch) resimleriyle dolu. Mesaj ve şantaj çok açık: “sen ne yaptın? o halde sen pasif, zamanını kitaplarla geçirmiş birisin”, vb. vb. vb., sonu gelmez solcu-devrimci ilahileri.
Şimdi size gerçekten olan bir olayı anlatayım. Ben bu marksist solcuları eleştirdiğimde bana “sen gerçek hayatı bilmiyorsun, sadece kitaptan öğrenmişsin”,dediler. Ve bunu $5 için hayatını kaybedeceğin Detroit şehir merkezinde 22 yıl yaşamış birine söylüyorlar!, O zaman Türkler arasında “Ben gerçek devrimciyim, o halde haklıyım” dininin ne kadar yaygın, güçlü ve son derece korkutucu olduğunu öğrendim. Aynı kişiler diğer bir gün Lenin’i eleştirdiğimde “Sen kim oluyorsun da koca koca koca kitaplar yazmış birini beğenmiyorsun?, dediler. O zaman daha yeni bir şey öğrendim: Hiyerarşi Türklerin benliğine işlemiş.
SİZİN SÖYLEDİKLERİNİZ
1
Bahsettiğiniz “potluck” konsepti de (aslında yukarıda “kapitalizmin içini boşaltıp, kendisine uygun şekle soktuğu ‘potlaç’” açıklaması yapılmış, Alıntı 2′de –”potlaç”ın içi boşaltılmış hâli– kısmında ifade edilmişti.) belki bir tür “kendimizi rahatlattığımızı zannetmek”, “lifestyle anarchism” veya “lifestyle potlaç” kavramlarına benziyor (ki zaten bile bile kendinizi kandırdığınızı belirtmişsiniz.)
2
“Lifestyle” kelimesini merkeze koyup açıklamaya çaba gösterirsek:
“Eylemde sürekliliğin olmaması”,
“Eylemi yaymak için sabırlı olunmaması”,
Anarşizmi, komünizmi, solu, sağı, muhafazakârlığı, İslamcılığı, liberalliği vb.’lerini sadece “kapitalizmin vagonlarında bireysel hayat tarzı olarak yaşayıp; ne kokup, ne bulaşmak”,
“Konformizm”in kuyusundan kurtulmak için mücadele etmemek minvalinde kullandım.
Eğer bu şekilde tanımlamaların içine şahsınızın ve arkadaşlarınızın girmediğini düşünüyorsanız; yanılıyor olabileceğinizi hatırlatmak istedim.
3
“Eylem” olmadıkça; sadece teoriler içinde yüzerek isyan etmek (ve hatta sadece isyan ede ede ömürler geçirmek) çoğu zaman işe yaramıyor!
4
“Students for a Democratic Society (SDS)”yi hatırlatmanız iyi oldu.
Yine “lifestyle”dan devam edersek:
Örneğin “Weather Underground”un muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
Örneğin “Situationist International”ın muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
Örneğin Gandhi’nin uyarıları ışığında “salt satyagraha”nın muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
Örneğin Frankfurt’a yeni inşa edilen “Avrupa Merkez Bankası” binasını protesto eylemleri 18 Mart 2015’te başladığı hâlde niçin süreklilik göstermiyor?!
Örneğin “Gezi”den sonra biraz kıpırdanma emareleri veren “ülkedeki sıradan insanların fiziki muhalefet etmesi” eylemi niçin özellikle, gönüllü olarak haftasonları düzenleniyor da haftaiçleri düzenlenmiyor?!
Ofisler, lokantalar, hastaneler, kışlalar, oteller, okullar, parklar, sokaklar, üniversiteler ve tabii ki fabrikalar niçin 7 gün-24 saat işgal edilmiyor?!
Örneğin Mayıs 2014 SOMA cinayetinden sonra ülke niçin ayağa kalkmıyor?!
Örneğin Renault, TOFAŞ fabrikalarında Mayıs 2015’te çakılan kıvılcım niçin yayılmıyor?!
BİTTİ
Bence bu yukarıdakiler buradaki marksist solculardan duyduklarım, mesajlar, ve şantajların tıpa tıp aynısı. Sanki kasete çekilmişler. Daha da kötüsü aynısı Amerika’da da var. Ama oradaki Amerika’ya egemen ideolojiye uygun bir şantaj:”Bu kadar çok biliyorsan, neden zengin değilsin?”
Bence Amerikalılar solcu ve anarşistlerden sonsuz daha dürüstler. Kıvırmadan asıl konuya, güce tapmaya giriyorlar.
Bir örnek daha: benim iyi yürekli ve dolayısıyla ne solculuk ne de anarşistliği bile duymamış, okuma yazması yok kadar az komşum her geldiğinde beni kitap okur bulur ve sorardı “Yahu neden hep kitap okuyorsun?”. Nihayet ben bir çare buldum. Bir defasında, “Ben her okuduğum kitabın özetini yapıp kitap evine gönderdiğimde bin frank kazanıyorum”, dedim. Ondan sonra sormaz oldu. Haklısınız EYLEM çok önemli.
Bir ek daha: ayakı kaydırmak kolay. Terbiyesizlik ucuz. Belki Lacan kendi aradığı babasını Freud’da buldu, 68’de olanlar kendini rahatsız etti, onun için o lafı etti.C. Hill “World Turned Upside Down” kitabına o zamanın devrimcileri değil şu saçma ve yaşanmaz dünyaya uyanların hasta olduklarını söylemekle başlar. Bence Hill sonsuz daha derin bir düşünür ve insancıl. Veya en azından dürüst bir insan, Lacan gibi laf cambazlığı yapan biri değil.
TEKRAR TEKRAR EDİYORUM BENİM BOOKCHİN’LE BİR PROBLEMİM YOK. Onunla problemi olan ona cevabı verdi ve o cevap Bookchin’in düşünce polisi olduğunu ve ümidini insana değil kendine benzer cansız teknolojiye bağladığını fazlasıyla kanıtladı. Ben kendim Bookchin’in tüm diğer teknolojiye tapan salaklardan biri olduğunu Çin, Japonya, Hindistan, Güney Kore, Taiwan, Singapur ve hatta Malezyalara rağmen ve hatta Batı’yı Batı yapan asıl tekniklerin Çin, Hindistan ve İslam’dan gelenlerden olduğunu tekrarlayan yüzlerce tarihçilere rağmen hala ırkçı “Asian quietism” sakızını çiğnediğine işaret etmiştim.
Benim korktuğum:
1. Hiyerarşi genlerine girmiş olan yeni nesil biyolojik mutasyona uğramış olan azılı uzman, gerçek, anarşist yani yeni devrimciler;
2. Ben ve arkadaşlarımla ilgili söylediklerinizin Lenin’in Sol Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı kitabında dediklerine aşırı benzemeleri;
3. Bu çeşit kişilerin (bakın yine **) eski, ölmüş, ve modası geçmiş Tanrılara inanmayıp yeni Tanrıları, yani soyut kavramları kendilerine din ve tanrı yapıp bu inancın heyecanıyla bilir bilmez etrafa saldırmaları.
Tarihten örnekler:
4. Müslümanlar evreni ve yaşamı yaratanın, bu akıl almaz varlığın sırrını mağarada birine açıklamasına inanıp elli yılda Kuzey Afrika dahil, Çinden İspanya’ya kadar hakim oldular;
5. Aynı şeyi Yunan meşalesini karanlık yerlere götürme ırkçılığıyla yapan Avrupalılar yaptılar ve son sarışın mavi gözlü Nazi avatarları hemen hemen başardılar. (Aynı Naziler şimdi Yunanistan’a yapıyorlar!)
6. Engizisyon rahipleri 600’e yakın resimli ve tasvirli el kitaplarına bakarak sorguya çektikleri kişilerin bedenlerinden çıkan şeytanları tek tek tanırlardı. Bu şaka değil doğru, ben inanıyorum ve azılı ve gerçek devrimcilerden korkum bu nedenden (yine bakın**. )
Tarih benzeri pek iç açıçı olmayan böyle pasif olmayan EYLEMCİLERLE dolu.
Dahası da var.
Eğer Lenin olmasaydı, Marksı sadece meraklı mezar kazıcısı tarihçiler ve belki bazı uyanık devlet memuru SOSYOLOGLAR bulur çıkarır, devreye sokardı. Kapitalizm veya kendi deyişiyle Dünya Sistem’ini krizini inceleyen Wallerstein, krizden kurtulmak için “50 yıl önce olsaydı, Marksizmi seçerlerdi.”, dedi.
Eğer Mekkeli gözü açık ve ileri zekalılar olmasaydı, Muhammed ve Müslümanlık da unutulurdu.
Tarih yine sonsuz benzeri örneklerle dolu.
**
Asıl özetin özeti, korkumun korkusu, aşağıda.
Biz aslında burjuvaziden miras kalan veya daha doğrusu burjuva dünyasında yaşıyoruz. Kuşkusuz buna karşı çıkılabilir. Çatışmalar ve hatta sosyal çatışmalar olduğu inkar edilemez. İşçiler kendilerini sömürenlere karşıdırlar. Burjuva sınıfı gücünü kaybetti. Ama bu çatışmaların hiç biri esas konuya değinmez. Çatışma çıkarlar alanında yer alır. Örneğin patronla ücretli işçi arasındaki. Aynı şey iş veren Devlet’le memur arasında da yer alır. Üstelik, çıkar çatışmaları hiç bir zaman temelde bir değişmeye neden olmadılar. İki tüccar, iki esnaf, aynı meta üreten iki endüstri, tüccarlarla endüstri sahipleri, … sanayiciyle büyük toprak sahipleri. Buna rağmen kişi veya gurup olsun hepsi burjuvaydı. Stalin ve Troçki iktidar kavgası yaptılar ama ikisi de Komünisti. Çıkar çatışmaların bireysel düzeyde çok önemli olduğu itiraz götürmez, örneğin ücret artışı ve diğer avantajlar kişinin yaşamında oynadığı rol açısından son derece önemlidir. Ama o kişi burjuva yaşam idealini, burjuvanın insan tanım kavramını, burjuvanın yaşama verdiği anlamı tamamıyla paylaşır ve kabullenir (Gorter’i çevirmek istememin nedenlerinden biri buydu! Watson’un Bookchin’i eleştirisini okumak bu nedenden önemli ). Ne var ki, bu burjuva dünyasında diğer, ve daha önemli, bir çatışmaya şahit oluyoruz: sosyal guruplar kimin bu ideolojiyi (yani burjuva ideolojisini), burjuvanın yarattığı değerleri ve modelleri daha iyi gerçekleştireceği kavgası. Bu guruplar için çabaya ve eyleme tek değer burjuvazi tarafından açık ve kesin ifade edilen yaşam idealidir. Bu açıkça söylenmez. Hep iki yüzlülükle, yalanlarla, ustü kapalı, ima edici, umut verici, gizlice, şifreli, utanmadan söylenir. Bu gurupları asıl meşgul eden soru kim daha etkili olacak, sonuca daha çabuk varacak, istenileni daha çok verecek. Bunlar için tek ve tek sorun, kim bunu başarmada daha yaratıcı hayal gücüne, daha çok enerjiye, daha ileri ve iyi akıl yürütmeye sahip. Ve bu ateşli çatışmada o ünlü hor görülen, sefalet kokan, aşağılık burjuva hızır gibi imdada yetişir. Yeteneksizleri, etkisizlikleri, yollarını kaybetmiş olmaları ve vicdan huzursuzlukları … tespit edilir. İn aşağı alçak burjuva, yerini alacak var. Bir sürü gurup var ve hepsi birbirinin klonu ama olsun. Genel vasıfları hep aynı. Yarın’ın Dünya’sını kuracak bu aday genç ve uyanık, emekçi taraftarı, entelektüel, ileri zekalı, ilerici, bilim-teknik ibadetçisi, komünist veya (ne yazık ki şimdi hatta anarşist), işi üstelemeye hemen hazır, eski ve sahte din ve allaha inanmaz, yeni ve gerçek din ve allaha inanır. Sadece bir şeyi hasır altı etmeliyiz. Bu Yarın’ın Dünya’sı burjuvanın kurduğu temel üzerine kurulur, burjuva planına göre burjuva maddeleriyle inşa edilir, içinde burjuva hayatı sürdürülür, …
Bir Alman düşünü yıllarca önce bana “Sizin Türkler çok professorial.”, demişti.
David Watson okumaya değer, hepsi o kadar. Ben “”tavsiye ederim”, “… tekrar tekrar dikkat kesilmeliyiz!”, ““sosyoloji” alanına daha ciddiyetle eğilmenizi tavsiye ederim.”, ” Ancak bunu sadece bireysel bir noktadan okumamak gerekir!” ve benzeri laflara başvurup professoriallık etmeyeceğim.
Birçok defa söyledim ama bir koca kocakoca kelle üniversite devlet memuru söyleyene kadar ne kadar derin bir anlamı taşıdığı anlanmayan şu lafı tekrarlayacağım. Hikaye dinlemeyi seven Kızılderiler’in başına gelen en büyük felaket şu oldu: Hristiyanlar için anlattıkları hikaye değil, gerçekti (hakikatti). Bu sadece ve sadece medeniyetlerde rastlanan bir çılgınlık. Getirilen hastalıkların salt kendilerini kırımdan geçirip beyazlara bir şey olmamasının yarattığı korkuyu artık siz ekleyin.
Medenilerin çılgınlıklarından biri: sadece 40-50 önce (ve hala şimdi bile ama o ayrı hikaye) bir düğmeye basmayla tüm hayata son vereceklerin biri komünistlerdi. Bilgi değil anlamak önemli.
Hoşça kalın ve (biliyorum kibar çevrelerde söylenmez ama) İnşallah yanlışım anladım.
Sayın 123,
Daha açık ifade etmeye çalışayım.
Burada biraz daha netleşmişsiniz:
Asıl özetin özeti, korkumun korkusu, aşağıda.
Biz aslında burjuvaziden miras kalan veya daha doğrusu burjuva dünyasında yaşıyoruz. Kuşkusuz buna karşı çıkılabilir. Çatışmalar ve hatta sosyal çatışmalar olduğu inkar edilemez. İşçiler kendilerini sömürenlere karşıdırlar. Burjuva sınıfı gücünü kaybetti. Ama bu çatışmaların hiç biri esas konuya değinmez. Çatışma çıkarlar alanında yer alır. Örneğin patronla ücretli işçi arasındaki. Aynı şey iş veren Devlet’le memur arasında da yer alır. Üstelik, çıkar çatışmaları hiç bir zaman temelde bir değişmeye neden olmadılar. İki tüccar, iki esnaf, aynı meta üreten iki endüstri, tüccarlarla endüstri sahipleri, … sanayiciyle büyük toprak sahipleri. Buna rağmen kişi veya gurup olsun hepsi burjuvaydı. Stalin ve Troçki iktidar kavgası yaptılar ama ikisi de Komünisti. Çıkar çatışmaların bireysel düzeyde çok önemli olduğu itiraz götürmez, örneğin ücret artışı ve diğer avantajlar kişinin yaşamında oynadığı rol açısından son derece önemlidir. Ama o kişi burjuva yaşam idealini, burjuvanın insan tanım kavramını, burjuvanın yaşama verdiği anlamı tamamıyla paylaşır ve kabullenir (Gorter’i çevirmek istememin nedenlerinden biri buydu! Watson’un Bookchin’i eleştirisini okumak bu nedenden önemli ). Ne var ki, bu burjuva dünyasında diğer, ve daha önemli, bir çatışmaya şahit oluyoruz: sosyal guruplar kimin bu ideolojiyi (yani burjuva ideolojisini), burjuvanın yarattığı değerleri ve modelleri daha iyi gerçekleştireceği kavgası. Bu guruplar için çabaya ve eyleme tek değer burjuvazi tarafından açık ve kesin ifade edilen yaşam idealidir. Bu açıkça söylenmez. Hep iki yüzlülükle, yalanlarla, ustü kapalı, ima edici, umut verici, gizlice, şifreli, utanmadan söylenir. Bu gurupları asıl meşgul eden soru kim daha etkili olacak, sonuca daha çabuk varacak, istenileni daha çok verecek. Bunlar için tek ve tek sorun, kim bunu başarmada daha yaratıcı hayal gücüne, daha çok enerjiye, daha ileri ve iyi akıl yürütmeye sahip. Ve bu ateşli çatışmada o ünlü hor görülen, sefalet kokan, aşağılık burjuva hızır gibi imdada yetişir. Yeteneksizleri, etkisizlikleri, yollarını kaybetmiş olmaları ve vicdan huzursuzlukları … tespit edilir. İn aşağı alçak burjuva, yerini alacak var. Bir sürü gurup var ve hepsi birbirinin klonu ama olsun. Genel vasıfları hep aynı. Yarın’ın Dünya’sını kuracak bu aday genç ve uyanık, emekçi taraftarı, entelektüel, ileri zekalı, ilerici, bilim-teknik ibadetçisi, komünist veya (ne yazık ki şimdi hatta anarşist), işi üstelemeye hemen hazır, eski ve sahte din ve allaha inanmaz, yeni ve gerçek din ve allaha inanır. Sadece bir şeyi hasır altı etmeliyiz. Bu Yarın’ın Dünya’sı burjuvanın kurduğu temel üzerine kurulur, burjuva planına göre burjuva maddeleriyle inşa edilir, içinde burjuva hayatı sürdürülür, …
*
Yukarıda:
Bir anarşist olduğumu iletmiştim. Ve sizi inandırmak gibi bir gayret içinde olmadan açıklayayım: Marksist-Leninist değilim ve hiyerarşiye karşıyım.
Şu yazılanları bırakalım Marksist-Leninistler içinde hiyerarşiyi en mükemmel savunanları; İslamcılar veya “Shaivite”ler bile söylese onları sırtımda taşırım!
“Lifestyle” kelimesini merkeze koyup açıklamaya çaba gösterirsek:
“Eylemde sürekliliğin olmaması”,
“Eylemi yaymak için sabırlı olunmaması”,
Anarşizmi, komünizmi, solu, sağı, muhafazakârlığı, İslamcılığı, liberalliği vb.’lerini sadece “kapitalizmin vagonlarında bireysel hayat tarzı olarak yaşayıp; ne kokup, ne bulaşmak”,
“Konformizm”in kuyusundan kurtulmak için mücadele etmemek minvalinde kullandım.
Eğer bu şekilde tanımlamaların içine şahsınızın ve arkadaşlarınızın girmediğini düşünüyorsanız; yanılıyor olabileceğinizi hatırlatmak istedim. Tıpkı yukarıda “yeryüzü sofraları” örneğimle aktardığım gibi, “fısıltı duyduğumuzu sanıyor olabileceğimiz” gibi veya “potluck” örneğinizle kendinizi bile bile kandırıyor olduğunuzu aktardığınız gibi.
(“Radical America” dergisine işaret ederek)
“Students for a Democratic Society (SDS)”yi hatırlatmanız iyi oldu.
Yine “lifestyle”dan devam edersek:
Örneğin “Weather Underground”un muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
Örneğin “Situationist International”ın muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
Örneğin Gandhi’nin uyarıları ışığında “salt satyagraha”nın muadilini niçin bugün yaratmıyoruz?!
Örneğin Frankfurt’ta yeni inşa edilen “Avrupa Merkez Bankası” binasını protesto eylemleri 18 Mart 2015’te başladığı hâlde niçin süreklilik göstermiyor?!
Örneğin “Gezi”den sonra biraz kıpırdanma emareleri veren “ülkedeki sıradan insanların fiziki muhalefet etmesi” eylemi niçin özellikle, gönüllü olarak haftasonları düzenleniyor da haftaiçleri düzenlenmiyor?!
Ofisler, lokantalar, hastaneler, kışlalar, oteller, okullar, parklar, sokaklar, üniversiteler ve tabii ki fabrikalar niçin 7 gün-24 saat işgal edilmiyor?!
Örneğin Mayıs 2014 SOMA cinayetinden sonra ülke niçin ayağa kalkmıyor?!
Örneğin Renault, TOFAŞ fabrikalarında Mayıs 2015’te çakılan kıvılcım niçin yayılmıyor?!
Örneğin, Selahattin Demirtaş’ın çağrısıyla “barış yürüyüşü”; niçin Pazar gününe ayarlanıyor da, haftaiçi düzenlenmiyor?!
…
Çünkü dönmesi gereken çarklar var değil mi!
Çünkü bu çarklara çomak sokulursa; ortada ne komünizm kalır, ne libertarianism kalır, ne lifestyle anarchism kalır veya ne faşizm kalır!
“Azıcık (veya çoğucuk) aşım, ağrısız başım! Mesaim biterse, ve Starbucks’da enfes bir latte içmek istemezsem; protestolara belki katılırım!”
Bizler sadece haftasonları muhalefet etmeye de alışırız; yeter ki “serbest piyasa ekonomisi” zırvalığı tam gaz devam etsin!
*
Bizler, kendi aramızda, yeryüzü sofraları düzenleyerek “potlaç”ın fısıltısını duyacağımızı sanıyoruz!
Veya bizler Detroit’te 22 yıl yaşamış olmayı bir başka gerekçe gösterip, sadece “burjuva!” dünyaya karşı çıkmakla yetiniyoruz!
Veya bizler Kınalıada’da roman yazmak için günlerimizi disiplin içinde geçirmeye çabalıyoruz!
Veya Noam Chomsky, bir drone Pakistan’da bir köyü yerle bir ettikten sonra; “televizyonda!” bir demeç verip, “aydın olmak sorumluluğu!”ndan 5 dakika daha yerine getirerek; Massachusetts Institute of Technology’deki odasına çekilmeye devam ediyor!
Herkes kapitalizmin vagonlarındaki kompartımanlarında rahat!
İşin ecı tarafı:
Bu rahatlığın farkında olup devam edenler!
M. Mead ve E. Fischer’ın uyarıları bu sebeple önemli!
Detroit; 2007-8’de başlayıp hâlen süren “küresel ekonomik kriz!”de iflasa devam ediyor!
Veya McDonald’s da veya Walmart’taki “lümpen proletarya!”; “federal hükümete!” seslerini duyurmaya çalışarak, saatlik ücretlerinin en az $15 olması için “eylem” yapıyor, ve “eylemin sürekliliğini” getirmek için canla başla mücadele ediyor!
Veya Bangladeş’te “kayıt dışı!” çalıştırılan yüzbinlerce “lümpen proletarya!”;
“Batı merkezli!” markalara ürettikleri T-shirt’lerin ense kısmına dikilen; kumaş cinsini, yıkama prosedörünü ve beden ölçüsünü gösteren etiketin arkasına “Please! Help me!” yazmaya devam ediyor!
Veya Dimitris Christoulas, 77 yaşında, çöpten yemek toplamayı onuruna yediremedeğini haykırıp intihar ediyor!
Veya Hong Kong’a “batı tipi parlamentoculuk!” zihniyetinin yerleşmesi için mücadele eden “Umbrella Movement”ı; “Çin Komünist Partisi parlamentosu!” bastırmaya devam ediyor!
Veya Tayvan’da ve Çin “Halk!” Cumhuriyeti’nin güneyinde; “Apple”larımıza, “Samgung”larımıza üretim yapan “Foxconn” fabrikalarında yüzlerce (bazı verilere göre “binlerce”!) “lümpen proletarya!” intihar ediyor!
Veya Muhammed Buazizi “ekmek parası uğruna!” kendini yakmaya devam ediyor, ama Arap “Baharı!” başlıyor!
…
“Lifestyle (…)” [(…) yerine istediğimiz şeyi yazabiliriz!] tam gaz devam ediyor!
“Konformizm” tam gaz devam ediyor!
Ne Türklükten, ne bir Alman düşünürün Türkler hakkındaki fikirlerinden, ne de “Asian quietsim”den bahsediyoruz! Konumuz (en azından şimdilik) bunlar değil…
Galiba yukarıdaki soruların (ve eklenebilecek binlercesinin) cevaplarına kolay kolay ulaşılamıyor!
Watson’u okuyacağım, teşekkür ederim.
Fakat Tezer Özlü’nün de okunmasını salık veririm! Kendisi de “devrimcilikten niçin istifa ediyorum?” sorusuna muazzam cevaplar vermişti!
(Leyla Erbil’le mektuplaşmalarındaki çelişkilerini de göz ardı etmeden…)
Esen kalın.
124’e yanıt
Son 124 ve daha önce aynı veya benzeri konuları içeren (114, 117, 122) yazdıklarınızı tekrar tekrar okudum. Cevaplarınızı hala anlamadığım için, belki sorun benim Türkçe ifade noksanlığımdan kaynaklanıyor düşüncesiyle Türkiye’de doğmuş büyümüş Yunan asıllı konusu edebiyat ve sosyal bilimler olan bir kadınla kocasını görmeye gittim. Kadın Fransızcayı ana dili gibi bildiği halde çeviriler yerine Türkçe yazıların orijinallerini tercih eder. Çevirimlerimde bana çok yardımcı oldu. Sizin ve benim yazılarımı kocası için Fransızca’ya çevirdik. Kendileri de benim gibi sosyal medyadan nefret ettikleri halde, her ikisi de üniversitede ders verdikleri için öğrencilerinden dolayı sosyal medyanın ne olduğunu biliyorlar, aşinalar (ben ne olduğunu bile bilmiyorum ve doğrusu merakım bile yok). Bana büyük yardımları oldu. Şimdilik onların katkılarını bir tarafa bırakıp katır inatçılığıma döneceğim.
Konu 1
Bir yanda, dünyamızın ne halde olduğu sıralanmış. Benim bildiğim kadar eski Mısır’da “The Eloquent Peasant”, Sümer’de “ölümüzü mezara götürmeden alacaklılar oraya geliyor”, halkı ezenleri”korumak” için yazılan Hammurabi yasaları bu durumun ne kadar eski olduğunu gösterir. Bugün okuduğum bir kitaptaki alıntıda verilen isim fena değil: “… even the dead will not be safe from the enemy if he wins. And this enemy has not ceased to be victorious.”Arkadaşım Fredy Perlman tarihte (yani medeniyette) direniş hikayesini (Against Leviathan) kitabında anlatır.
Diğer yandan, bu baskı, kırım, ezme, haksızlık karşısında tutumlar ve kişilere karşı eleştiriler yapmışsınız.
Bu eleştirinin özü, eylem yapmamak, dünyayı değiştirmemek ve benzeri suçlamalar. Ne var ki, aynı eleştiriler tüm yazarlar, şairler, filozoflar, sosyal eleştiriciler, kısacası tüm düşünürlere, hatta sizin adlarınızı verdiğiniz yazarlara karşı da yapılabilir.Hem de hem geçmişte hem şimdi.
Yaşadığım bütün ülkelerde sıraladığınız dünya durumu ve kimsenin buna bir çare getirmediğini televizyon (ve şimdi arkadaşlarımın dediğine göre sosyal medya) aracılığıyla tüm sıradan ve şapşal hödükler bile biliyorlar.
Nakaratım: bu bilinenleri neden bahane edip ben ve arkadaşlarıma hakaret ediyor sunuz?
Yukarıda söylediğimi biraz değiştirirsem: “… even the dead will not be safe from the thought police. And this thought police, born in first civilization, unique only among the civilized people, is multicultural, global, eternal. It has many names such as Christian Church, Muslim religion, Bourgeois-Capitalist-Liberal order, Communists, Fascists, Nazis, Schools, Do-gooders, Nationalism, Parties&Candidates and above all the latest and most poweful them all, Media … plus Bookchin and Türkish Anarşists! And this thought police has not ceased to exist.”
Bu klone polislerin ortak niteliği kör ve sonsuz inanç. Bir çok din tarihçilerine göre tarihte modern insanlar kadar dinci insana hiç rastlanmamış
Bir şair dahada güzel söyler:
“And ‘Thou shalt not,’ writ over the door;
So I turned to the Garden of Love”
Ben de size, gereklilik alemine HAYIR de ve ÖZGÜRLÜK alemini seç!, derim.
Amerika’dan gelen ilk haberlerin hepsi şu noktada birleşir:
“Or, qui les découvreurs du Nouveau Monde virent-ils surgir sur les rivages atlantiques? “ Des gens sans foi, sans loi, sans roi ”, selon les chroniqueurs du XVIe siècle.”
“Now, according to the chroniclers of the sixteenth century who did the discoverers of the New World saw on the Atlantic shores? “People without faith, without law, without a king.”
“Eylem ve dünya değiştirmeler sosyal olgulardır, kişi ve küçük gurupları aşarlar. Bu bağlamda ben ve arkadaşlarımı hedef almanız ve hatta lafını bile etmeniz bana çok mantıksız ve tuhaf geldi. Ben hiç bir yazımda sizin kişiliğinizi alçaltıcı laflar etmedim, devamlı saygılı ve hassas davrandım.
Nakaratım: Siz neden ben ve arkadaşlarımı hakaret yağmuruna tuttunuz? NEDEN? Bu soruma hala cevap vermediniz.
Yoksa sorularınız şunlar mı?
Neden parti kurmadınız? Neden örgütleşmediniz? Neden her gün yollara dökülmediniz? Neden devrim yapmadınız?
Watson kitabında bazı eylemleri anlatır.
Üstelik eylem kompleks bir fenomen. Sosyal bir fırsat çıksa bile destekçi kişilerin davranışları son derece farklı olabilir.Sizin Gezi’deki örnek: “Abi, birileri söylesin ne yapmamız gerektiğini de yapalım. Böyle sabaha kadar birbirimizi yiyoruz!” ve ardından gelen analiziniz.
Aynı zamanda Türklerde haklı olarak bireylik kavramına daha ciddi eğilmeye uyarı ve istemlerini sık sık gördüm diyebilirim. Aynı kavram anarşistlikte de merkezi bir rol oynar.
Ne var ki bu sitede Gün Zileli bana karşı son derece terbiyesizlik ve haksızlık etti. Bir yazıma karşı sizin gibi “görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani”, cevabıyla hakaret etti. Ben bunu defalarca eleştirdim ve bir tanesi hariç hepsinde “görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani” cevabı hatırlattım. Sadece bir defa kısa kesip “bunamışsın”, dedi, dedim. O da son derece adi ve alçakça işi laf oyununa getirerek ” “Bunamış” mı dedim. Hatırlamıyorum ama dediysem özür dilerim.” diyerek beni yalancı çıkardı. Ben ve arkadaşlarım böyle bir ahlaksızlığa hiç bir zaman göz yummazdık ve onun bu adiliğini yüzüne vururduk. Halbuki bu sitede hiç kimseden gık çıkmadı. İşte hem anarşist olup bireye önem verme hem de bir bireye oynanan bu alçakça oyuna ses çıkarmama ancak anarşistliğin satıhta kaldığı, sadece bir sembol, isim, bir süs, cici bici yeni bir şey olduğunu gösterir. Asıl ciddi konular lider, parti, örgüt, ideolojik bütünlüğü.Ve hepsinden ötede tüm dünyayı mavi gözlü sarışın yapma!
Belki anarşist olmak zaman ister. Belki sözünü ettiğim nihilizm ve anlamsız bir yaşam sürme haklı olarak çekilmez bir durum.
1930larda Barselona’ya gidip bir anarşist toplantısına katılan Almanlar her konuşanı alkışlarlar ve İspanyolların alkışlamadıkları dikkatlerini çeker. Toplantıdan sonra sorarlar. Cevap (hatırladığım kadar): “biz söyleyenleri dinleriz hepsi o kadar!”
Sorumu inatla tekrarlıyorum: ben size dünyanın içinde bulunduğu son derece vahim durumu göz önüne alarak saygılı ve hassaslık ve hatta hayranlık gösterdim. Siz ise damdan düşer gibi durmaksızın ne dersem ben veya arkadaşlarıma kişisel saldırılara çeviriyorsunuz. NEDEN?
Konu 2
Size iki yazı gönderiyorum ve amacım konuları basitleştirip banalleştirmekten sakındığımı açıklamak. İkisi de Fransızca ve sanırım Fransızca biliyorsunuz. Eğer yanılıyorsam lütfen bana yazın İngilizce’e çevirip tekrar gönderirim.
Birincisi ben ve arkadaşlarımın neden ideolojilere tarihte görülmemiş bir din ve inançla sarıldığını bildiğimiz için daha kuşkulu olduğumuzun bin örneği. (biraz Animal Farm’daki Benjamin)
“Prenons un exemple. Il y a cinquante ans, Freud pensait avoir découvert l’origine de l’organisation sociale, des contraintes morales et de la religion dans le meurtre primordial : le premier parricide. Il en a retracé l’histoire dans son Totem et Tabou. Au commencement le père gardait toutes les femmes pour lui, chassant au loin ses fils lorsque, l’âge venu, ils provoquaient sa jalousie. Un jour les fils tuèrent le père, le mangèrent et s’approprièrent ses femmes. « Le repas totémique, écrit Freud, qui est peut-être la première fête de l’humanité, serait la reproduction et comme la fête commémorative de cet acte mémorable et criminel… » Étant donné que Dieu n’est pour Freud que la sublimation physique du père, c’est Dieu lui-même qui est tué et immolé dans le sacrifice totémique. « Ce meurtre du dieu-père est le péché originel de l’humanité. Cette culpabilité du sang est rédimée par la mort sanglante du Christ. »
En vain les ethnologues de son temps, de Rivers et Boas à Kroeber, Malinowski et Schmidt montrèrent l’absurdité de ce premier « repas totémique ». En vain soulignèrent-ils que le totémisme n’est ni universel ni à l’origine de la religion; que pas tous les peuples ont connu l’ « étape totémique »; que déjà Frazer avait prouvé que, parmi les centaines de tribus totémiques quatre seulement connaissaient un rite qui se rapprochât du meurtre et de la consommation cérémoniels du « totem-dieu » (rite dans lequel Freud pensait voir un trait immuable du totémisme); enfin, que ce rite n’avait rien à voir avec les origines da sacrifice puisque aussi bien le totémisme n’apparaît nullement dans les cultures plus anciennes. En vain Wilhelm Schmidt souligna-t-il que les peuples prétotémiques ignoraient tout du cannibalisme, que le parricide y eût été
‘psychologiquement, sociologiquement et éthiquement une pure impossibilité [et que]… la structure de la famille prétotémique — donc de la plus ancienne famille humaine dont nous puissions espérer savoir quelque chose grâce à l’ethnologie — n’est ni la promiscuité généralisée ni le mariage de groupe, lesquels, au verdict des anthropologues les plus qualifiés, n’ont jamais existé.’
Reste qu’il est hautement significatif que malgré toutes les critiques avancées par les meilleurs anthropologues du siècle, des hypothèses aussi délirantes aient pu être saluées comme étant une théorie scientifique sérieuse. On pourrait écrire un livre fascinant sur la signification de l’incroyable succès de ce roman noir frénétique qu’est Totem et Tabou. En nous servant des outils et des méthodes mêmes de la psychanalyse nous pouvons mettre au jour quelques-uns des tragiques secrets de l’intellectuel occidental moderne — par exemple sa profonde insatisfaction quant aux formes éculées du christianisme historique et son âpre désir de renier la foi de ses pères, désir qui s’accompagne d’un étrange sentiment de culpabilité, comme s’il avait lui-même tué un Dieu en qui il ne pouvait pas croire mais dont l’absence lui était insupportable. C’est là la raison qui me fait dire qu’une mode culturelle, quelle qu’en puisse être la valeur objective, est hautement révélatrice : le succès de certaines idées ou idéologies nous révèle la situation spirituelle et existentielle de tous ceux pour qui ces idées ou idéologies constituent une sorte de sotériologie.”
İkinci 2007’den ve o meşhur potlatch’le ilgili.
Imaginons maintenant que des anthropologues venus d’une autre planète, disons des Martiens
…
Il résulte de tout cela que si l’anthropologie martienne confond les deux sens de « donner », elle confond tout autant don et échange. Et l’anthropologie sociale, également. C’est ce que fait Mauss dans son trop fameux Essai sur le don (qui, à vrai dire, est un Essai sur le « donner » , sans que l’ambiguïté de ce terme ne soit jamais levée). A plusieurs reprises, il soutient en effet que certaines transactions primitives tiennent à la fois du don et de l’échange, et forme à leur propos l’expression de « don-échange » 3 . Or, de deux choses l’une : soit la confusion est dans la tête des primitifs, soit elle est dans celle des anthropologues. La thèse de Mauss — et elle est explicite — est que la confusion est dans la tête des primitifs, et qu’ils sont, sous ce rapport, plus primitifs que les enfants qui, eux, font parfaitement la distinction entre échange et don. Thèse qui se situe en droite ligne de la vieille assimilation (commune à l’anthropologie et à la psychanalyse) primitif = enfant = pathologique. En parfait accord également avec les thèses de Lévy-Bruhl 4 sur la confusion des idées qui caractériserait la « pensée primitive ». Thèses largement partagées à l’époque et sévèrement rejetées aujourd’hui pour ethnocentrisme, sinon pour racisme. Mais lorsque l’on décrie (avec trop d’indignation) Lévy-Bruhl et que l’on encense (avec trop d’ardeur) Mauss, on oublie volontiers l’atmosphère intellectuelle commune dans laquelle ils baignent. Cette atmosphère se traduit par deux grandes thèses qui orientent toute l’anthropologie de l’époque (et une partie de l’anthropologie actuelle) : les sociétés primitives seraient simples, et beaucoup plus que les nôtres, en conséquence de quoi leurs catégories intellectuelles (juridiques, économiques, sociales, etc.) confondraient ce que nous distinguons. Notre position est au contraire que les sociétés primitives sont extrêmement complexes (et, sur de nombreux points, beaucoup plus que les nôtres) et que leurs structures conceptuelles et linguistiques sont fort subtiles (et souvent plus que les nôtres). Ce que l’on verra sans conteste possible en relevant la grande complexité du vocabulaire de ces sociétés relatif au don et à l’échange . En d’autres termes, nous pensons que la confusion n’est pas dans les structures primitives (intellectuelles ou sociales) mais dans la tête des anthropologues.
Demek istediğimkendim değişik yön, açılarla bakmada ve yazarların eserlerini kıyaslamada yarar gördüm. Örneğin potlatch konusunda Boas, René Maunier, M. Godelier, H. G. Barnett, C. Ginzburg, P. Clastres, …
İlk yazıdaki amacım zamanın modasına kapılıp düşünce polisliği yapmanın zararlarına işaret etmek.
Benim fıkra yaratmakta hiç yeteneğim yok ama işte bir tane. Bu moda ve modası geçmişlik aşağı yukarı Rönesans’ta tam başlar.
O zaman kadar insan insan olalı inanılan bütün tanrılar toplanmış ve terazinin bir kefesine konmuş, diğer kefesin de moda konmuş. Moda o kadar ağı gelmiş ki bütün tanrılar gök yüzüne fırlatmış. İşte o nedenden bütün tanrılar gök yüzünde.
Kısacası bütün tanrılar bile insanlar arasında moda olan inançları değiştiremezler.
Sayın 125,
Yazılanları anlayıp-anlamamanız meselesi; satırları yazarken aklımdan hiç geçmedi, anlamadığınızı iletmeniz biraz şaşırttı doğrusu. Yukarıda bütün okuduklarınızı yazarken hiçbir zaman “knock out yapmak” gibi bir niyetin içinde olmadım. İlk üç prensibimden biri; iletişim kurduğum insanları oldukları gibi kabul edebilmektir. Bu sebeple; “liberal” kelimesinden katbekat kapsayıcı olduğunu düşündüğüm “permissive” kelimesini hayatımda gaye etmeye çalışırım.
Bir diğer husus; eleştirileri, karşı çıkışları, kızgınlıkları, mutlulukları, başarıları, başarısızlıkları, soruları ve benzerlerini; birinci ve ikinci tekil şahıs ekiyle değil; genellikle birinci ve ikinci çoğul şahıs ekiyle yazmayı tercih ederim. Buna sebep; “Asya” medeniyetlerindeki binlerce gelenekten tutun, Ortega y Gasset’in muazzam şekilde ifade ettiği; “‘İnsan’; kendisi ve çevresinin toplamıdır.” sözüne saygı göstermemden kaynaklanır. “Hardcore individualism”in peygamberliğini yapan Ayn Rand, Milton Friedman veya Ludwig von Mises gibi şahısların yumurtlamalarına karşı; “insanın özgün tekilliği ve çevresiyle sosyalliği” konseptini her platformda savunmaya çalışırım. (Not: Gasset; “liberal düşünce”nin en temel, en vakur düşünürlerinden biridir. Onun bu yönünü eleştirmemle beraber; Sartre’ın “Liberal; iğrenç bir sözcüktür!” uyarısındaki “liberal” kelimesine pek benzemediğinden; Gasset’in bir başka “liberal” oluşunu görmezden gelmeye gayret gösteririm.)
Sizle kurmaya çalıştığım iletişim de; yukarıda aktardığım iki paragrafta ifade edilmiştir.
***
“Against Leviathan”ı hatırlatmanıza o kadar sevindim ki; Thomas Hobbes’un “gerçek yüzünü!” görmek ve göstermek istiyorsak bu kitabı helikopterlerle dünyanın bütün meydanlarına bırakmalıyız! (Ah keşke; “agora”ları, “kıraathane”leri canlandırabilsek!…)
Yukarıda onlarca cümle, onlarca alıntı, onlarca isim, onlarca kitap, makale adı vb.’lerinden sonra şimdi şimdi netlik oluşmaya başladı:
Yukarıdaki cümle yapılarıma tekrar göz gezdirirseniz; birinci ve ikinci çoğul şahıs ekini sık kullandığımı daha net anlayacaksınız. Bu sebeple; “Nakaratım: bu bilinenleri neden bahane edip ben ve arkadaşlarıma hakaret ediyor sunuz?” sorunuz geçerli değildir.
Daha net olmam adına (yine) yazdıklarımın bazılarını aşağıya aktardım:
Örnek (1):
Eğer bu şekilde tanımlamaların içine şahsınızın ve arkadaşlarınızın girmediğini düşünüyorsanız; yanılıyor olabileceğinizi hatırlatmak istedim. Tıpkı yukarıda “yeryüzü sofraları” ÖRNEĞİMLE aktardığım gibi, “fısıltı duyduğumuzu sanıyor OLABİLECEĞİMİZ” gibi veya “potluck” örneğinizle kendinizi bile bile kandırıyor OLDUĞUNUZU aktardığınız gibi.
Örnek (2):
(“Radical America” dergisine işaret ederek)
“Students for a Democratic Society (SDS)”yi hatırlatmanız iyi oldu.
Yine “lifestyle”dan devam edersek:
Örneğin “Weather Underground”un muadilini niçin bugün YARATMIYORUZ?!
Örneğin “Situationist International”ın muadilini niçin bugün YARATMIYORUZ?!
Örneğin Gandhi’nin uyarıları ışığında “salt satyagraha”nın muadilini niçin bugün YARATMIYORUZ?!
Örneğin Frankfurt’ta yeni inşa edilen “Avrupa Merkez Bankası” binasını protesto eylemleri 18 Mart 2015’te başladığı hâlde niçin süreklilik göstermiyor (veya “GÖSTERMİYORUZ”)?!
Örneğin “Gezi”den sonra biraz kıpırdanma emareleri veren “ülkedeki sıradan insanların fiziki muhalefet etmesi” eylemi niçin özellikle, gönüllü olarak haftasonları düzenleniyor da haftaiçleri düzenlenmiyor (veya “DÜZENLEMİYORUZ”)?!
Ofisler, lokantalar, hastaneler, kışlalar, oteller, okullar, parklar, sokaklar, üniversiteler ve tabii ki fabrikalar niçin 7 gün-24 saat işgal edilmiyor (veya “ETMİYORUZ”)?!
Örneğin Mayıs 2014 SOMA cinayetinden sonra ülke niçin ayağa kalkmıyor (veya “KALKMIYORUZ”)?!
Örneğin Renault, TOFAŞ fabrikalarında Mayıs 2015’te çakılan kıvılcım niçin yayılmıyor (veya “YAYMIYORUZ”)?!
Örneğin, Selahattin Demirtaş’ın çağrısıyla “barış yürüyüşü”; niçin Pazar gününe ayarlanıyor da, haftaiçi düzenlenmiyor (veya “DÜZENLEMİYORUZ”)?!
Örnek (3):
Bizler, kendi aramızda, yeryüzü sofraları düzenleyerek “potlaç”ın fısıltısını duyacağımızı SANIYORUZ!
Veya bizler Detroit’te 22 yıl yaşamış olmayı bir başka gerekçe gösterip, sadece “burjuva!” dünyaya karşı çıkmakla YETİNİYORUZ!
Veya bizler Kınalıada’da roman yazmak için günlerimizi disiplin içinde geçirmeye ÇABALIYORUZ!
Veya Noam Chomsky, bir drone Pakistan’da bir köyü yerle bir ettikten sonra; “televizyonda!” bir demeç verip, “aydın olmak sorumluluğu!”ndan 5 dakika daha yerine getirerek; Massachusetts Institute of Technology’deki odasına çekilmeye devam ediyor (veya “EDİYORUZ”)!
“Gereklilik alemine HAYIR de ve ÖZGÜRLÜK alemini seç.” sonuna kadar haklısınız! Cümlenizi şöyle de ifade edebiliriz: “Gereklilik alemine HAYIR diyelim ve ÖZGÜRLÜK alemini seçelim.”
“Eylem ve dünya değiştirmeler sosyal olgulardır, kişi ve küçük gurupları aşarlar. Bu bağlamda ben ve arkadaşlarımı hedef almanız ve hatta lafını bile etmeniz bana çok mantıksız ve tuhaf geldi. Ben hiç bir yazımda sizin kişiliğinizi alçaltıcı laflar etmedim, devamlı saygılı ve hassas davrandım.” bu cümlelerinize tekrar Tanpınar cevap verebilir. Tanpınar’dan alıntılanan yukarıdaki kısmı bütünüyle aşağıya aktarmak isterdim; çünkü parçalanamayacak kadar bütün! Kısa tutmak adına şu bölüm şimdilik yeterli:
“…
SORU: Ve daima da aldandı?..
TANPINAR: Hayır, daha doğrusu biz aldanınca o da aldandı! Yani her millette olduğu gibi. Sen tarihte aklî bir yürüyüş kabul eder misin? Böyle bir şey elbette imkânsız! Fakat her türlü cemiyetin binyıllarca birikmiş tecrübesi nesillerin hatası üzerinden atlar. Bize her şeyin iyi gittiği görünümünü verir. Emin olun; biz de her millet kadar aldandık, her millet kadar hata ettik…”
(Not: Okuduğunuz bölümü; Tanpınar’ın yukarıdaki alıntısının bütününden kopuk değerlendirirseniz; yanılırsınız.)
Sorular şunlar:
Neden parti KURMADIK? Neden ÖRGÜTLENMEDİK? Neden her gün yollara DÖKÜLMEDİK? Neden devrim YAPMADIK?
(Notlar:
[1] “Parti kurmak” ve “örgütlenmek” meselesinde; eğer “parlamentoculuk”, eğer “düzen içi siyaset”, eğer “günümüz sosyal demokratlığı”, eğer “Sovyet politbüro zihniyetinin 2015’lere güncellenmiş hâlini”, eğer “Marksizm-Leninizm’in ‘revizyona’ uğramış hâlini” ve benzerlerini işaret edecekseniz; hiçbirisi olmadığını yukarıda kısaca yazmıştım. Şimdi daha geniş ifade etmiş oldum.
[2] “Devrim yapmak-yapmamak” meselesinde; eğer 12 Eylül 1980 öncesini hatırlarsanız, o meşhur “Acilciler” hizbinin 2015’lere güncellenmiş hâli olmadığını bilmelisiniz. [THKP-C/HDÖ = Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi / Halkın Devrimci Öncüleri’nin “Türkiye Devriminin Acil Sorunları” metnini araştırmanızı salık veririm.])
***
“Ne var ki bu sitede Gün Zileli bana karşı son derece terbiyesizlik ve haksızlık etti. Bir yazıma karşı sizin gibi ‘görüyorum ki yaşlanmışsınız. Düşünce babında yani’, cevabıyla hakaret etti.” Bu cümlelerinizde; sayın Zileli, kendisini ilgilendiren kısma isterse cevap verebilir. Fakat şahsımın size hakaret edip-etmediği ile ilgili iddianıza cevabım yukarıda ilk iki paragrafta anlattığım şekildedir.
Sizi ve arkadaşlarınızı özel olarak töhmet altında bırakıp-bırakmamak, size ve arkadaşlarınıza hakaret edip-etmemek konusunda sayın Zileli’nin vermek istediği cevaplar varsa aşağıya yazabilir. Şahsımın yukarıda onca yazıyla işaret ettiklerinin ise; sizin ve sayın Zileli’nin arasında yaşananlarla hiçbir ilişkisi yok. Eğer böyle bir yargıya sahipseniz; yanlış anlamış olabilirsiniz.
“Sorumu inatla tekrarlıyorum: ben size dünyanın içinde bulunduğu son derece vahim durumu göz önüne alarak saygılı ve hassaslık ve hatta hayranlık gösterdim. Siz ise damdan düşer gibi durmaksızın ne dersem ben veya arkadaşlarıma kişisel saldırılara çeviriyorsunuz. NEDEN?” Bir üst paragrafta yazdıklarım cevabımdır. “Genellikle birinci ve ikinci çoğul şahıs eki kullanmayı tercih ederim” açıklamama biraz daha dikkatli bakmanızı öneririm: Olumlu ve olumsuz ifadeler kullanırken; en başta “kendimi” ve hemen ardından “çevremi” asla dışarıda tutmam. Yukarıda “Örnek (1), (2) ve (3)” de aktardıklarım arasında, büyük harflerle dikkat çektiklerim; ispatımdır.
***
“Birincisi ben ve arkadaşlarımın neden ideolojilere tarihte görülmemiş bir din ve inançla sarıldığını bildiğimiz için daha kuşkulu olduğumuzun bin örneği.” cümlenizi anlamadım. İdeolojilere, tarihte görülmemiş bir din ve inançla sarılanları mı işaret etmek istediniz?
Ne yazık ki Fransızca bilmiyorum.
“Potlatch konusunda Boas, René Maunier, M. Godelier, H. G. Barnett, C. Ginzburg, P. Clastres” sayenizde ben de yeni isimler, yeni kaynaklar öğrenmiş oldum; teşekkür ederim.
En azından şu sayfada “http://www.gunzileli.com/2015/05/28/diktatorluge-karsi-direnis-barikatina-bir-tas-da-sen-koy/” yürüttüğümüz yazışmalarda; kimse kimseye düşünce polisliği yapmaya çalışmyor; emin olabilirsiniz sayın 125.
“Moda” konusunda işaret ettikleriniz dikkate değer.
İlk okumamda bana Andy Warhol’un o “moda” sözünü hatırlattı: “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak!”
Belli mi olur sayın 125:
“Herkes kapitalizmin vagonlarındaki kompartımanlarında rahat!” olduğundan, belki şu sayfada yazdıklarımızla biz de, farkında olmadan; “moda”yızdır!
Tanrılar mı? Belki de hep buradaydılar veya hiçbir zaman olmadılar… Hawking de mi “moda” ? …
Esen kalın
126 anonim’e “pipsqueak”den cevap
Sayın Anonim (ama artık tanıyorum diyebileceğim değerli kimse)
Siteye size bir ek yanıt göndermek amacıyla girdim. Gerçekten samimi ve değerli yazınızı görünce önce sizi okumak istedim. Kişi duygularına saygım sonsuz olduğu kadar taşkınlığa kaçmaktan da kaçınırım: özür dilersem, sizi tam anlamadan kullandığım sert dilimi hoş görüyle karşılayacağınızı sanıyorum ve ümit ediyorum. Eleştirilerde fikirlerle kişileri ayrı tutmak sanıldığı kadar kolay değil. Yargılama da öyle ama zamanımız “dil” çılgınlığından kaçınıp zaman, kibirlikten sıyrılma ve hoş görüyle insanların anlaşabileceğine de inanıyorum. Ama aşırı katı ve inatçı olduğum çok inançlarım da var.
Dünyada en zor şeyin kendi kendine yalan söylememek olduğunu biliyorum ve kaçınmada yarar olduğuna da inanıyorum. Aynı zamanda Fredy’nin yaşayanları düşünerek söylediği ” Dreams are the stuff the world is made of, and such dreams are self-fullfilling prophesies.” sözüne inancım sonsuz. Ne yazık ki, verdiğiniz örneklerdeki Rayn, Friedman, von Mises ve benzerleri ölüme tapanlar “dream”lerden yoksunlar (“dream”lerinin “dream” olduğunu inkar ediyorlar) ve tüm dünyayı kendilerine benzetmede azimliler.
Bu ölülerin birey anlamına en güzel cevabı bir eskimo verir, “Ne kadar birey olduğumu düşünsem, o kadar var olduğuma inanamıyorum.”
Fredy’nin “Against Leviathan”ı hakkında söyledikleriniz onun için en büyük iltifat. Ben kitabı çoktan çevirdim ama diğer çevirilerim gibi amacım tanıdıklara dağıtmaktı. Bence, “history” / “his-story” kelime oyunu aynen bırakılıp kısaca açıklansaydı çok daha güzel olurdu.
Tanpınar alıntısı metin parçasını tekrar okudum, tekrar beğendim ve ümit ederim ilerde kitabın tümünü okurum.
Tanpınar’ın bir cümlesi (“Bugün Türkiye’de nesillerin beraberce okuduğu 5 ortak kitap bulamayız! Çok küçük bir azınlığın dışında, eskilerden zevk alan gittikçe yok oluyor!”) zamanımızda kullanılan en güçlü silahın (veya sizin “Unutmak”la ima ettiğiniz) tarihi silmek olduğu katı inancıma bir örnek. Aynı zamanda Tanpınar gibi iyimser olup daha geniş düşünmenin yararlı olduğuna da inanıyorum. Ama onu anladıysam, ben de onun gibi işin son derece kompleks ve dolayısıyla siyah/beyaz’a indirgeme hastalığından kaçınmanın daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum.
Ve eğer saçma denilecek kadar bir abartma yaparsam benim 60lardan beri cevabını aradığım sorum şu: bu kadar yüce insan nasıl oldu da televizyon önünde dikizci gibi başkalarının yaptığından haz duyan, küçültülen, kendi kendinden nefret eden, hayatını ancak ücretli işlerde çalışarak kazanabileceğine inanan, okulların beyin yıkama fabrikaları olduğunu görmeyen, oy veren, … vb. nahoş tasvirlerin insanı oldu.
Yanlış anlaşılmaması için, sadece bir örnek minvalinde, Afrikalı bir antropologun araştırmayla verdiği bilgiyi aktarmak isterim. Şu an kim olduğunu hatırlamıyorum ama notlarım arasından bulup çıkarırım. Aşağı yukarı şu: son 50-60 yıl içinde dünyanın her yerindeki felaketlerde yardımların hemen hemen tümü komşulardan gelmiş. Dış şatafat amaçlı yardımların hemen hemen tümü bürokratlar ve politikacıların ceplerine gitmiş.
Şimdilik bir önce Fransızca olan iki metinden birinin* İngilizcesini gönderiyorum. Bu daha çok zaman modalarıyla ilgili ama belki modernlerin neden çok dinci olduğuna da dolaylı değinir.
Modernlerin aşırı dinci olduğuna tüm varlığımla inandığım halde konu zor ve çok düşünmeden bir cevapla kolaylıkla zamanımızın tek mutlak olan göreceleştirme (“relativizing”) hatasına düşmek istemiyorum. Aslında ben göreceleştirmeyi (“relativizing”) severim ama aşırı kullanımını hiç sevmem. Örneğin hangi domatesin daha iyi olduğunu herkes bilir ama fikirler ve bilgilerin hepsi eşit olur.
Şimdilik, daha özel ve odaklaştırılmış anlamda zamanımız dinine sonsuz bağlılığa çok az bir değinmeyle giriş yapmak isterim. İki yüzyıldır dünyaya yayılan (ve şimdi tam egemen olan) NİHİLİZM diyalektikle tam tersi, her şey gittikçe çoğalacak ve herkes her şeye sahip olacak, AMA SONRA, yani İLERLEME (PROGRESS) miti-dini olur ve tüm dünya insanları buna tüm varlıklarıyla sarılırlar.
“İDEOLOJİLERE, TARİHTE GÖRÜLMEMİŞ BİR DİN VE İNANÇLA SARILANLARI MI İŞARET ETMEK İSTEDİNİZ?”
Ümit ederim size bu konuda ilk göndereceğim metin, metinin kendi bağlamı içinde, ideolojiyle din veya mit arasındaki farka değinir.
İdeolojilerin tanımları ideolojiler kadar çok ve aralarında bazılarını çok severim ama işte şaka minvalinde benim kendi tanımım.
Çocuğum, dondurmacı geçti, anneme koştum, para istedim. Annem yok dedi ve nedenlerini (fakirlerin ebedi ilahileri) anlattı. Bu anlattığı ideoloji. İstediğimiz olmayınca yerini (ev kirası, yiyecek masrafları, … kısacası “normal” ve “doğal”) izahlar alır.
İkinci Fransızca metin ” potlatch” kavramını içeren daha geniş konuyla ilgiliydi. Yeni araştırmaların getirdikleri bazı incelik ve arıtımı kapsaması açısından ben yararlı bulmuştum ama sanırım metin parçası “Marcel Mauss was guilty of this in his excessively famous ‘Essay on the gift’ (and, actually, should have been called ‘Essay on giving,’”, yeter
(*)
Let’s take an example. It was fifty years ago, Freud believed to have discovered the origin of social organization, of moral restrictions and religion in the primordial murder: the first parricide. He traced the history in his Totem and Taboo. Initially the father kept all women for him, chasing away when his son kept all the women to himself and would drive his sons off as they became old enough to evoke his jealousy. One day, the expelled sons killed their father, ate him, and appropriated his females. “The totemic banquet.” writes Freud, “perhaps the first feast mankind ever celebrated, was the repetition, the festival of remembrance, of this noteworthy criminal deed.” Since Freud holds that God is nothing other than the sublimated physical father, it is God himself who is killed and sacrificed in the totemic sacrifice. “This slaying of the father-god is mankind’s original sin. This blood-guilt is atoned for by the bloody death of Christ.”
In vain the ethnologists of his time, from W. H. Rivers and F. Boas to A. L. Kroeber, B. Malinowski, and W. Schmidt, demonstrated the absurdity of such a primordial “totemic banquet.” In vain they pointed out that totemism is not found at the beginnings of religion and is not universal: not all peoples have passed through a “totemic stage”; that Frazer had already proved that, of the many hundred totemic tribes, only four knew a rite approximating the ceremonial killing and eating of the “totem-god” (a rite assumed by Freud to be an invariable feature of totemism); and, finally, that this rite has nothing to do with the origin of sacrifice, since totemism does not occur at all in the oldest cultures. In vain did Wilhelm Schmidt point out that the pretotemic peoples knew nothing of cannibalism, that patricide among them would be a
“sheer impossibility, psychologically, sociologically, and ethically [and that) … the form of the pre-totemic family, and therefore of the earliest human family we can hope to know anything about through ethnology, is neither general promiscuity nor group-marriage, neither of which, according to the verdict of the leading anthropologists, ever existed at all.”
But it is highly significant that such frantic hypotheses could be acclaimed as sound scientific theory in spite of all the criticism marshaled by the major anthropologists of the century. After 1920 the Freudian ideology was taken for granted in its entirety. A fascinating book could be written about the significance of the incredible success of this “roman noir frenetique,” Totem and Taboo. Using the very tools and method of modern psychoanalysis, we can lay open some tragic secrets of the modem Western intellectual: for example, his profound dissatisfaction with the worn-out forms of historical Christianity and his desire to violently rid himself of his forefathers’ faith, accompanied by a strange sense of guilt, as if he himself had killed a God in whom he could not believe but whose absence he could not bear. For this reason I have said that a cultural fashion is immensely significant, no matter what its objective value may be: the success of certain ideas or ideologies reveals to us the spiritual and existential situation of all those for whom these ideas or ideologies constitute a kind of soteriology.
Hoşça kalın.
Sayın 127,
Yukarıda “televizyonla bağınızı tamamıyla kopardıysanız; en azından ‘sosyal medya’ ile (yani ‘yeni nesil televizyonla’) bağınız olsun” diye bir tavsiyede bulunmuştum. “İletişim” başlığı ile ilgili söyledikleriniz çok mühim. Belki de ilk ele almamız gereken başlıklardan biri bu olmalı! Çünkü ötelenirse; devamını getirmek çok zor. “Catch-22” sarmalından kurtulamamak gibi!…
Yine yukarıda şunları iletmiştim:
“Anarşizm” çok derin bir konu! (Ki bunu bu sitede belirtmek biraz abes kaçar!) Dallanıp, budaklandırmadan ifade edeyim: “Libertarianism”in market-friendly capitalism (piyasa dostu kapitalizm) kılıfına uydurulduğunu tecrübe ettiğimden, “liberal” kelimesinin tam mânâsıyla “patron kıçı yalayan!” bir anlam kazandığını yıllardır tecrübe ettiğimden; “anarşizm” kelimesinin önüne veya arkasına herhangi bir ek koymadan, onu öz hâli ile kabul ettiğimi ve hayatımın bu şekilde aktığını bildiririm. Bu hatırlatmayı yapmamın nedeni; “birey olarak insanın özgürlüğü” algısı ile “kapitalizmin kuyruğundan ayrılmayan ‘bireyci’ler” arasındaki farkın artık yok olduğunu ispat etmek içindir! Birçok yönüyle kendisine karşı olsam da Jean-Paul Sartre’ın şu ifadesinin ne kadar doğru olduğunu her gün daha iyi anlıyorum: “Liberal, iğrenç bir sözcüktür!”
Ve ekliyorum (1): “İnsan” tekildir, parçalanamaz! Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir. “Co-operation/birlikte çalışmak” ve “communal/birarada yaşamak” eylemlerini tarih boyunca gerçekleştirmiş bir varlıktır. Ne “yapayalnız” bir birey, ne de “bir koyun sürüsü gibi” sosyaldir! Hepsinden önce “insan”; Hobbes’un dikte ettiği gibi “doğuştan kötücül” değil, Rousseau’nun hatırlattığı gibi “doğuştan iyicildir”!
Ve ekliyorum (2): Özellikle bugün “şirketler”, “devletler”den daha tehlikeli ve ölümcüldür! Bu iki güruha karşı aynı anda mücadele etmezsek; bırakalım “anarşist” olmayı, “iyi insan olmak” tabirinin bile ne demek olduğunu unutmuşuz demektir!
Bir ekleme daha yapacak olursam:
Özellikle günümüzde, insanın “kendi” olarak kalabilmesi çok zor! Burada “kendi” kelimesinden kastım; (yine yukarıda) etraflıca üzerinde durduğumuz “bireyci”lik zehriyle ilgili değil! Özellikle “kapitalist sistem”in; neyi savunup, neyi savunmayacağımızı, ve hattâ birşeylere muhalefet edeceksek (yine) kapitalizmin direktifleri doğrultusunda hareket etmemiz gerektiğinin dayatılmasıdır! Örneklendirecek olursam: (Yanlış anlaşılmasın; Noam Chomsky’yi büsbütün eleştirmiyorum! Kendisi çok önemli bir değer.) Chomsky’nin bile şu “kapitalist sistem” içinde nasıl bir muhalif olmaya yöneltildiğini, “muhalefeti nasıl yapması gerektiği!” dayatması ile ilgili şimdi daha açık ifade ettiğimi ve sizin de görebildiğinizi umuyorum! (Şüphesiz; Chomsky gibi bir şahsiyet de bu müşküllüğün farkında. Fakat artık çok geç olduğunun da farkında olup, birşeyleri değiştirme idealinden vazgeçmiş olabilir!)
“Eleştirilerde fikirlerle kişileri ayrı tutmak sanıldığı kadar kolay değil. Yargılama da öyle ama zamanımız ‘dil’ çılgınlığından kaçınıp zaman, kibirlikten sıyrılma ve hoş görüyle insanların anlaşabileceğine de inanıyorum.” açıklamanız o kadar önemli ki; yukarıda 5 paragraflık yazım bu açıklamanızı sonuna kadar desteklemek içindir! Zamanımızın “dil çılgınlığı”nı (şöyle de ifade edebiliriz: “Sürekli manipülasyona uğrayan iletişimler”, “Belli dere yataklarında akması istenen iletişimler”, “Sistemle uyumlu iletişimler”, “Sisteme karşı çıkmak için bile olsa ‘yine’ sistemin direktifleri doğrultusunda karşı çıkışlar”, “Ne söylendiğinin değil; kimin söylediğinin önemsenmesi gerektiğini dayatan iletişimler” ve “İletişim kazaları” gibi) daha net gözlemleyebilmek için “sosyal medya” ile (yani “yeni nesil televizyonla”) bağınız olsun önerimi tarafınıza yazmıştım.
Bir Tanpınar müptelası değilim. Çünkü birçokları gibi o da “şimdi tam zamanı; artık onu da ‘moda’ yapalım!” minvalinde değerlendiriliyor! Dindar değilim. Agnostik olduğumu yukarıda iletmiştim. Tanpınar’dan bu mühim alıntıyı sürekli yazmamın nedeni (sizin de işaret ettiğiniz üzere) “unutmak” mefhumu ile ilgilidir! Eduardo Galeano, bambaşka bir coğrafyada, bambaşka bir medeniyette “unutmak” mefhumuna karşı nasıl mücadele ettiyse; ülkede de (ve belki de “Asya medeniyetlerinin genelinde”) Tanpınar aynı mefhuma karşı mücadele etti! Tanpınar’ı, ülkede daha çok “sağ kesim” diye nitelenen tarafın dikkate alması; ona “sol kesim”in neredeyse hiç yaklaşmaması, “diyalektiği” ne kadar yanlış anladığının bir başka işareti olsa gerek!
***
“Freud” çok ama çok derin bir konu…
[Not:
Kızı “Anna”nın ve bir diğer düşünce polisi “Edward Bernays”in ne yaptıkları ile ilgili şu bilgileri aktarmıştık:
“The Century of the Self (Bencillik Çağı ~ Ben Çağı)”
Hazırlayan: Adam Curtis (İngiliz belgesel ve film yapımcısı)
Yayın yılı: 2002
Bölümler:
1. Bölüm: Happiness Machines
(Mutluluk Makineleri)
Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/22918234
2. Bölüm: The Engineering of Consent
(Rıza & İkna etme mühendisliği)
Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/23204840
3. Bölüm: There is a Policeman Inside All Our Heads: He Must Be Destroyed
(Herbirimizin kafasının içine birer polis yerleştirilmiş: Bütün bunları kafamızdan kovmalıyız)
Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/23485787
4. Bölüm: Eight People Sipping Wine in Kettering
(Kettering’de şarap yudumlayan sekiz kişi)
İngilizce video:
http://www.dailymotion.com/video/x17b3nc_the-century-of-the-self-eight-people-sipping-wine-in-kettering-4_news ]
Tek tek, her cümlesine sayfalar dolusu görüşler yazılabilir…
Derinlikte pek boğulmadan ve aktardıklarınızdan cımbızla çekmek niyetinde olmadan;
Çok “klişe!” olabilir ama: “Freud holds that God is nothing other than the sublimated physical father, it is God himself who is killed and sacrificed in the totemic sacrifice. This slaying of the father-god is mankind’s original sin. This blood-guilt is atoned for by the bloody death of Christ.” ile Nietzsche’nin “God is dead”i aynı kapıya çıkıyor…
“…a God in whom he could not believe but whose absence he could not bear.” kim bilir içinde ne fırtınalar yaşamıştır!
Ve en az “Freud” kadar derin bir başka konu daha; “soteriology”…
Şimdilik yeterli.
***
Yukarıda; “sosyoloji”, “sosyal psikoloji”, “insan psikolojisi” başlıklarına da değinmiştik.
“Dil çılgınlığı (ve ‘manipülasyona maruz kalan iletişimler’)” nasıl öncelikli başlıklarımızdan biriyse; “sosyoloji”, “eylem” ve “eylemsizlik” başlıklarının da öncelikli olması gerektiği kanaatindeyim. (Bütün bunlar demek değil ki; görüştüğümüz diğer başlıklar hiç önemli değil.)
Şu aktarımla niçin bir tür öncelik sırası yaptığımı açıklayayım:
Bir TOFAŞ işçisi anlatıyor:
19 Mayıs 2015
Adres:
https://pbs.twimg.com/media/CFiw_YiUUAA7XSC.jpg:large
Şöyle oldu; fikri çalışmalarda bulunmuş bir insanım. Farklı gruplara da katılıyorum, farklı kitaplar da okuyorum. Fabrikada çalışma esnasında iş arkadaşlarımızla konuşma imkânımız olmadığı için sürekli yapabildiğim tek şey düşünmek oluyor!
Bu düşünceler gerçekten, yani hep acı düşünceler; sonumuzun düşüncesi, dünyanın ne olacağı düşüncesi… Ben bir düşünürü ziyaret ettim arkadaşlarla. O düşünür dedi ki (belki de onu karşımda canlı olarak görünce heyecanı da sarmış olabilir) “Güneş her gün doğuyor, yeni bir anlamla doğuyor.”
Ben sadece bu lafı düşündüm ve açılan kapıların ardı arkası gelmedi! Yani ben düşünüyorum; güneş her gün doğuyor ama yeni bir anlamla doğmuyor! Her gün ben o fabrikaya gidiyorum, aynı şeyleri yapıyorum, yapıyorum ve saatlerce aynı şeyi yapıyorum; ve günlerim ziyan oluyor!
Bir anlamsızlık belirdi ve anlamsızlık da amaçsızlığı beraberinde getiriyor!
Bu da beni uçurumun kenarına getirdi;
Düşüncelerimle yaşantım arasında bir uçurum olduğunu farkettim!
*
TOFAŞ işçisinin bu “iliklerine kadar gerçekliğini!” bir sosyolog nasıl detaylandırmış; dikkat edelim:
[…
“Ulusların Zenginliği” çok uzun bir kitaptır; Adam Smith’in zamanında, yeni ekonomi taraftarları kitabın sadece dramatik ve umut dolu başlangıç kısmına atıfta bulundu. Oysa kitap ilerledikçe daha karanlık hâle gelir: İğne fabrikası giderek uğursuz bir yere dönüşür.
Smith, iğne imâlatında, işlemleri parçalara bölmenin:
İğne işçilerine saatler boyunca bir tek küçük işlem yaptırarak; onları uyuşturan, sıkan bir işgününe mahkûm etmek olduğunu farketmişti. “Rutin”; belirli bir noktada zararlı hâle gelmeye başlar. Çünkü insanoğlu kendi çabası üzerindeki kontrolünü yitirir; çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitmesi ise insanın “zihnen öldüğü” anlamına gelir!
Smith; kendi çağındaki kapitalizmin bu yol ayrımına geldiğini düşünüyordu. Yeni düzende “en çok emek sarf edenler en azla yetiniyor” dediğinde; aklında ücretlerden ziyade işin bu insani boyutu vardı. “Ulusların Zenginliği”nin en karamsar pasajlarından birinde Smith şöyle yazar:
“İşbölümünün ilerlemesiyle birlikte; emeğiyle geçinen insanların çoğunun işi bir dizi çok basit işlemle, hattâ bir veya iki işlemle sınırlı hâle gelir. Bütün hayatı birkaç basit işlemi gerçekleştirmekle geçen insan son derece aptal ve cahil hâle gelir.”
Bu alıntının gösterdikleri doğrultusunda hareket edersek:
Sanayi işçisi, bin dize ezberlemiş bir tiyatro oyuncusundaki özdenetime ve dinamik ifade gücüne asla sahip değildir. “Diderot”nun aktör ve işçi arasında kurduğu benzeşim yanlıştır; çünkü işçi yaptığı işi kontrol edemez. İğne işçisi, işbölümü sürecinde “aptal ve cahil” bir yaratığa dönüşür; yaptığı işin tekrara dayalı doğası onu pasifleştirir. Bu nedenlerden ötürü; endüstriyel rutin, insan karakterinin bütün derinliğini yok etmek tehlikesini barındırır!
…]
“Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
Richard Sennett (Sosyolog)
Ayrıntı Yayınları
Sayfa 38, 39
https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/karakter%20asinmasi1.pdf
“Yabancılaşma”nın ne demek olduğunu yeniden hatırlamak zorundayız!
İlk kaynaklardan biri şu olabilir:
http://www.yordamkitap.com/book.php?bookId=185
“Doğal Yaşam ve Başkaldırı, Sivil İtaatsizlik Makalesi ve Walden Gölü”nü yeniden hatırlamak zorundayız!
http://www.kaknus.com.tr/new/index.php?q=tr/node/490
(Not: “Against Leviathan”ın çevirmeni “İnan Mayıs Aru” ile iletişim hâlindeyseniz; saygılarımı iletiniz.)
Esen kalın
126 anonim’e “pipsqueak”den ikinci cevap: modernlerin dini
Frédéric Chopin: “a person who does not laugh cannot be serious”
Not 1: Bilgiye ve özellikle eleştirici, saldırıcı ve HAYIR diyen bilgilere saygım sonsuzsa da kendini çok ciddiye alanları ve özellikle (hangi maskeyle olursa olsun) şu rezilliği normal, doğal, mantıksal, … gösterenleri savunanlarla alay etmeyi, özellikle şeylere yeni isimler vererek saygı değer yapanlarla dalga geçmeyi çok severim. Örnekler: asıl adı şişko olana kral, başkan, sultan; asıl adı tefeci olana bankacı; asıl adı yalancı ve umut muhabbet tellalı-pezevenk olana politikacı veya rahip veya hacı hoca; asıl adı köstebek, curnalcı, hafiye olana gazeteci; dedikoducuya televizyon haberleri; endüstri, kapitalist ve devletlere yamakçılık yapanlara bilim adamları (Ortega y Gasset bunlara sıradan insan (mediocre ve mass-man) modeli, der; … sonsuza dek. Eğer bazan aşırılığa kaçar cıvığını çıkarırsam lütfen hoş görün.
Not 2: Benim entellektüel tanımım: “The intellectual (yes, we know, that’s such a bad word) is someone who devotes himself to ‘the tracking down of prejudices in the hiding places where priests, the schools, the government, and all long-established institutions had gathered and protected them.'”
Not:3 Ümit ederim Türkçem zayıf olduğundan, daha doğrusu söylediklerimden aynı tadı alamamamdan dolayı, bazı yerlerde İngilizce’yi seçmemi hoş görürsünüz. Bu sadece bir bahane değil ben aynı şeyi başkalarında gördüm. Örneğin J. Joyce’a “neden çok yabancı sözcükler kullanıyorsun, İngilizce’de karşılıkları yok mu?”, sorulur. O da “Var ama tam değil”, der. Bir neden de benim kafamın İngilizce ve Fransızca dolu oluşu.
1. I believe that more important than the only social revolution that ever occurred in history is the mythic revolution. The social revolution was the result of the competition between cowboys and merchants ( in high circles called state and capitalist-bourgeois) since Sumer in which the merchants prevailed. The mythic revolution is that as opposed to all previous beliefs in which perfection was imagined to have occurred at the beginning of time was now placed at the end of time.
So again using my sense of humor: the message to poor and helpless man was: “Run baby, run!”
Or dialectically speaking NİHİLİSM so created became its opposite, the new religion, called PROGRESS, and the consequent total and blind adherence to it.
Kitap ve yazarlar çok ama okumak zor. Avrupa’da kitaplar aşırı pahalı (eğitim, kültür, entelektüelliğe verdikleri değerden olmalı, her neyse) ve ben bir türlü bilgisayarda okumaya alışamadım, not almam bile bir macera. Yine de hiç değilse Günther Anders’in adını vermek istedim. Kitaplarının çoğu Franzsızca’ya çevrilmiş ama İngilizceye çevrilenler gayet kısıtlı. Orijinaller Almanca.
==================
Esas konuya girmeden G. Anders’in ” The obsolescence of man, vol I , part 2″ kitabından bir alıntı aktarmak isterim.
Kitabın tümünü “https://libcom.org/book/export/html/51647″da bulur okuyabilirsiniz.
But since the king did not like the idea that his son, straying from the main roads, should be wandering all over the land to obtain his own opinions of the world, he presented him with a carriage and horses. “Now you do not need to walk”, were his words. What they meant was: “You are no longer allowed to walk.” The effective reality: “You can no longer walk.”
Chapter I THE WORLD DELIVERED TO YOUR HOME
Section 1
No Means Is Only a Means.
The first reaction to the critique to which we shall subject radio and television will sound something like this: such a generalization is not permitted; what is of interest is exclusively what we do with these instruments, how we use them, for what purposes we use them as means: good or bad, human or inhuman, social or antisocial.
We have all heard this optimistic argument—if we can be permitted to use such an expression—which is a legacy of the era of the first industrial revolution; and in all of its lairs it still lives on with the same unreflective superficiality.
===========
Aşağıdaki bu PROGRESS mitiyle ilgili ve her ne kadar 19.yüzyılda zirvesine eriştiyse de, bu makale 1958’de yazılmıştı.
Uyarı: üç nokta …, uzatmamak için çıkardıklarım.
ZAMANIMIZ DİNİ VEYA MİTİ
One of the difficulties certainly stemmed from the desire to give myth a general definition, one that would be valid for Hindu as well as for Greco-Roman, for Semitic as well as for Western, myths of the twentieth. The temptation to do this was great, for, if myth is the of expression profound, permanent tendencies, then it should be possible to define it in universal terms. But in wanting too much led to excessive abstraction, and thus myth itself lost what seems to be essential-its vitality, its evolutive capacity, its dynamism. A unique definition of myth robs it of the thing that makes myth: the interpretation of a very direct relation between man and the temporal structure of his life. Apart from this relationship there is nothing but dust and absurdity. It seems to me to be impossible to formulate a common definition for our twentieth-century myths and those of three thousand years ago because I am not in the same situation as the man of that era. And if myth is the mirror of reflective man, if it explains man as action, if it is the justification and execution of his hic et nunc situation, if, finally, it is the image, deep within his mysterious self, of his confrontation with a given reality, then it cannot be, by its very nature, identical today and at other times. In its manifestation myth is necessarily specific. But, on the other hand, its characteristics and its reasons are constant and general. Directly related to a given civilization, this mode of expression will obviously assume a form that is most suitable for the man of that civilization. And to the very extent that our civilization is atheist (not a-religious, but simply refusing to recognize a formal divinity worshiped as such), myth nowadays will not take on the guise of a few active gods to be addressed collectively or individually and around whom the traditional patterns of relationship with divinity are organized. But myth always includes an element of belief, of religious adherence, of the irrational, without which it could never express on behalf of man what it was supposed to convey. Religious sentiment can apparently center in everything other than a formal divinity.
…
Correlative to a given civilization, myth expresses its profound tendencies. It is not superstructure in that it does not confine itself to being a translation of material structures; neither is it an ideological veil for something that exists but which one would prefer not to see, nor a vulgar justification of an actuality that is felt to be unjust. It is far more than that and, in certain respects, more essential than the material structure itself. Indeed, this structure is nothing in itself; it becomes important only insofar as it is reflected in the conscience of man, (benden not: bunu özellikle bilim-teknik adamları hiç anlamazlar ve ben modern insanların tarihte görülmemiş dincilik içinde olduklarını bunu düşünerek söylemiştim ama daha çok örnekler vermek isterim) who takes a stand in relation to this economic life, this technological development, this expansion of the State.
…
New myths appear whenever man is confronted with a radically new situation, one that has nothing in common with its predecessor-as if a fresh “beginning” were taking place, which is actually the case today. A society may have mainly regressive and explanatory myths while ours are PROGRESSIVE AND ACTIVE, yet both express the same fundamental tendencies of the individual. But this individual is not situated in the same economic and political context. However that may be, it is quite certain that in our Western CIVILIZATION MYTHS ARE CONNECTED WITH ACTION AND IMPEL TOWARD IT (benden not: EYLEM miti). As regards action, the definition of myth as the “motivating global image”; is certainly the most exact. It is indeed a vigorous and strongly colored representation, irrational and imbued with the individual’s total capacity for belief. Most often it is an unconscious image, for the religious charge which informs it gives it an aspect of obviousness and certitude so fundamental that to become aware of it is dangerous. Awareness might risk the weakening of certitude, and he who vaguely senses this eludes the lucidity of conceiving myth as it really is, to take refuge in certitude. It is always easy to discern the myths of others – accompanied by astonishment that someone else can succumb to such absurd images. But what reluctance to embark on an analysis of one’s own myths!
[Not: David Watson bu mutlak inancı çok güzel açıklar ve inceler.]
…
To illustrate, we might say that today the two fundamental myths of modem man are HISTORY AND SCIENCE.
…
Here we are confronted with a significant change. As everyone knows, history has traditionally possessed a sacred meaning. The concern has been not to describe the facts but to extract an instructive, portentous lesson. History was thus one of the myth’s instruments. Traditionally, its value was inseparable from its incorporation in a myth. We have changed all that by secularizing history. It now consists in relating events without reference to the eternal, in following their sequence without seeking their meaning – in desanctifying it. But, at the very moment that history is being stripped of its sanctity, we witness the creation of the myth of history as a consequence of a prodigious reversal. It is no longer an integral part of the myth; it has ceased to serve the sacred. It has itself and in itself become a myth. No longer does history possess meaning. Rather, it is now “meaning” in itself and by itself. It is no longer considered associated with the eternal because it contains within itself the quality of the eternal.
…
Belief in the universal capacity of science causes our contemporaries to plunge into the maddest extrapolations. No one is surprised by Sputnik. We expect much more than that from science. However, we must not dwell merely on the infrastructures, on the foundations of “image-beliefs.” At a higher layer of the myth of science, we see, above all, the growth of image-beliefs of work, of technology, of happiness, and of progress. These are certitudes common to all, which the bourgeois and the proletarian share as brothers.
…
This “image-belief” of HAPPINESS likewise builds on SCIENCE. Heretofore blueprints for happiness were invariably based upon individual experience involving the exercise of mind or body and almost always, even in the case of Epicurus, on some sort of discipline. These blueprints have now been replaced by a vision of collective material well-being: happiness assured by the progress of science. Everyone is entitled to it; everyone has been in effect promised it. There is no need for anyone to make sacrifices, acquire an education, reach decisions, or assume responsibility. Happiness is owed to all and consists in a collective increase of wealth, because it is exclusively material in nature. Hence something that had been only a vague dream for the masses and a frantic quest on the part of intellectuals has undergone a complete transformation in our society.
…
Reference is sometimes made to a belief in progress. This term is inadequate. Although this belief exists, it is accompanied by an exact and rational image which evokes faith and provokes action. The rationality of this attitude consists in the notion that the past as a whole insures progress and that man’s recollection of his experience in life demonstrates clearly our ever growing means of action. Such simple experiences, common to everyone and shared by all, must find expression in a single word and must lead toward the future: the past guarantees continuation of this movement, and here the element of belief appears.
…
Progress is not envisioned in terms of millenniums; it is expected to occur within the lifetime of contemporary man. How then can we escape the obligations of taking sides? And how can we take a negative position if this progress is inevitable? This is another fundemental component of myth: the impulse toward ACTION (benim ek notum: EYLEM miti).
…
Everyone believes that contemporary man is better, more intelligent, more capable of effective behavior, than the Athenian of the fifth century. And, if we extend our gaze into the future, we feel sure that the man of tomorrow will be endowed with everything he may need in order to resolve problems which we today are incapable of doing. Thus progress not only exists but is inflexibly good; it has improved man and will continue to do so. What madness it would be, then, to consider judging or opposing it! Myth always enables those who are imbued with it to judge from their arrogant heights whoever remains outside, looking on. Nowadays anyone who entertains doubts on the subject of progress is subjected to the most fierce and contemptuous condemnation by all of political groups, of the right as well as of the left. It is important to remember in this connection that only by virtue of an outmoded tradition is the term “reactionary” still applied to the right wing. The latter, like everyone else, believes in progress, but under somewhat different labels – progress toward the spiritual, toward individualism, toward what is human. After all, it should not be forgotten that the bourgeoisie started the myth of PROGRESS. And so, if left-wingers, invoking one of the embodiments of the myth of progress, can accuse their adversaries of wanting to return to the liberal nineteenth century, the right can, by the same token, accuse the Communists of wanting to bring about a far worse regression: a return to the totally integrated society of primitive times. Consequently, these are family quarrels. Both sides invoke history to which they give the same name: PROGRESS. This concrete act of faith obliterates all problems except those of means. This decisive myth is flanked by others which likewise rest on the foundation of history. Of these we can discern two that are particularly obvious and active: THE NATION AND YOUTH (ben bu GENÇLİK mitine bu sitede kısaca değinmiştim ve siz takdir etmekle beni sevindirmiştiniz!)
We might perhaps deal briefly with the myth of the nation -, it has been so often analyzed denounced, and criticized. Unfortunately, this provides us with proof that denunciation of the myth does not suffice to exorcize it. And, within a country which seemed to have eradicated it, we see it resurging with considerable vigor. We should note only that this myth of the nation (which transforms the phenomenon of nationalism into a value) appeared at the very moment when awareness of history arose, when, in fact, history became reason, justice, truth, the high judge, and the source of emancipation. It was then that the nation, the instrument of history, found itself clothed with a dignity which served to crystallize political sentiment, emptied by the crises of the eighteenth century, into religious fervor. The nation thus became an object of faith, the prerequisite of action, the criterion of good and evil. Everything that benefited the nation was good. In addition, the nation was an expression of progress. There was exultation in having left behind that vain epoch when there were no nations, those dark eras that could be designated only as intermediate ones, as so many lost centuries, as a middle period: the Middle Ages. The left invented the national myth. It had to offset the plethora of myths such as order and monarchy possessed by the right.
The nation, as the very image of progress, presented a challenge to the men of the right. Once triumphant, and enthroned in society, it became an agent of order, of European as well as domestic stability. At that point the right wing annexed this myth. Here we have an amusing oscillation which soon led the defenders of the myth to oppose its creators, who in the meanwhile had become not antinationalists but internationalists, thereby in the last analysis consecrating the unimpeachable nation. Such oscillation has often been discussed. An example of it occurred in France in 1943, when nationalism again became the appanage of the left. In actuality, however, like every good and genuine myth, the nation had never quartered itself exclusively in one particular camp.
The most recent embodiment of this myth is to be found in the contention, frequently reiterated in connection with the Indochinese, Moroccan, and Algerian crises, that the nation is a necessary stage through which peoples must go in order to attain their majority. Here is a delectable prostitution of thought, a curious need, in an era when intellectuals are despised*, to advance in all seriousness, under cover of sociology and political science, theories designed to justify passionate opinions. Where, in what way, and when has it been necessary for civilizations to go through the “national stage” ? How has the nation ever played a formative, educative, maturing role, conducive in any way to the emancipation of mankind ? Everything we know demonstrates the opposite. But passion would have been unable to assert itself to any great degree without experiencing the need for parascientific justification were it not for the fact that its object was a myth which, even within its own religious domain, invariably seeks to don a rational garb.
======kısa bir ara==========
(* not: ben yukarıda” intellectual” tanımını yapmıştım. Ve ” Here is a delectable prostitution of thought, a curious need, in an era when intellectuals are despised” lafına tamamıyla katılıyorum ve medya cambazlığı yapanlar bunu bilmez gibi davrandıkları için beni tiksindiriyorlar. Ben iyimserliğin, optimizmin anarşistin doğasında olduğuna; aynı şekilde, çok sayıda düşünürlerin son derece dürüst olduğuna, ve William Blake’in ” “If the doors of perception were cleansed every thing would appear to man as it is, Infinite.”, sözüne inanıyorum. Belki Hawking’in gördüğü infinite sadece ve sadece SCIENCE mitindeki finite=infinite. Ama doğrusu Hawking hiç ilgimi çekmedi ama Feynman’da bunu gördüm. Tekrar edeceğim Ortega y Gasset’in bilim adamını sıradan insan modeli görüşüne tamamıyla katılıyorum.)
=====aranın sonu=========
Resting on a rational basis, because this youth represents the maximum of working strength, of capacity for growth, and of fighting prowess, the myth cannot stop there.To be sure, young people are needed in a period of exuberant technological progress, for they alone can adapt themselves to this incessant process of innovation. It is likewise true that scientific research requires that an always newly recruited – hence youthful – personnel and necessity of increasing production demands an increasing number of young people. But from this obvious truth the argument moves in all seriousness to that familiar tautologism: youth commands the future, which involves automatically a reference to the myths of progress and happiness. I wish it were realized how closely knit our mythology shows itself to be. Actually, this is a characteristic of every mythology; myths reinforce, explain, and supplement each other. The nation is created by and for youth, and youth is the motive power of progress.
The only true countenance that can be shown to the world is that of youth. It alone inspires confidence and friendliness. A political regime which displays such prepossessing young people simply must be good. The countenance of youth is identical on the cover of Life, Match, and the R.D.A. magazine, just as it was the same on the cover of Communist and Nazi reviews, and on the Fascist and American magazines of twenty years ago. Everywhere youth is the same; everywhere it is photographed the in same way and exploited for the same causes. Everywhere and always it corresponds to the same myth. We ourselves were this youth. Absolutely nothing has happened during the past two generations that can be adduced to justify the myth, but it does not need material proofs to keep on growing. Despite the contradiction supplied by the facts of the case, the myth of youth possesses more vitality today than it had previously. The yesterdays that gladden us are obviously those of youth. Whenever one of civilization’s problems seems insoluble, someone proceeds to tell us: “Yes, but youth is on the way.” Youth will do whatever we are incapable of doing. Poor youth! All this adds up to a convenient way of getting free from these young people by nailing them to a myth from which they no longer have the right to separate themselves. They must without fail perform their role by assuming the burden of our hopes – fitting themselves, therefore, into the prearranged mold. At the very instant when youth becomes the servant of all sociopolitical structures, it is raised either jestingly or by way of compensation to the level of a myth, and the old men proclaim that they believe in it. As a matter of fact, they do.
…
The myths we have just described are definitively the real motivating and psychological foundations of our civilization. They are obviously not to be confused with ideologies, because they are not primarily or basically political or politicized. They express the very existence of the collective and universal civilization in which we live. In them we contemplate our own image – our future. We will ourselves, we mirror ourselves, in this way. And, if we confine ourselves to our own epoch, it seems that there are definitely no other myths than these. Apart from the important themes, there is little or no value in what we have called “myths.” However, the term is applied to almost everything either because it is sufficiently vague and pretentious to accord with journalistic style or because it represents an inexact analysis of contemporary civilization that leads one to speak of the Marxist myth or the liberal, nationalist, or imperial myth. In any case, we have indicated that different levels of analysis do exist.
…
This explains why a description of those embellishments -brilliant today, tarnished and forsaken tomorrow – is disappointing; for, if the permanent significance which they possess is not perceived, sooner or later it must be admitted that what one mistook for myth is merely a ridiculous story which nobody believes any more. Reality provides us with endless examples because the detail is constantly renewed. The myth of hygiene, based on those of youth and happiness, finds ulterior expression in soap powders and detergents. The myth of the hero, which rests on those of progress and fatherland, takes shape in James Dean ( my additions: or music and sport stars or the founders of Microsoft, Facebook, Twitter, new dynamic young politician who tells the eternal lies and promisses such as democracy freedom riches for everyone etc. ) Here we have merely the result of accidents and coincidences. But one must pass on quickly to the next thing, because myth cannot remain for long fixed within its formal, reinvigorating embodiment, only to become, in the end, disappointing and commonplace.
…
Can we, by comparing image-belief to ancient myths, and after noting, to begin with, the vital difference, discover some kinship between them? One thing is certain from the start: myth cannot be individual or personal. Rather, it must describe an instructive and universal action. Face to face with myth, man has no choice but to acknowledge a truth that determines a structure of the real and, at the same time, one form of human conduct. Action as expressed in myth, reality as revealed by it and transported to the level of truth, must be reiterated, just as it is embodied in the hero of the myth.
…
… all myth is embodied in heroes who have appeal for everyone, whose history meaningful and symbolic, universal and instructive. But, in order to is ascertain the extent to which these image-beliefs are myths, we must remember who the heroes (using the oldest connotation of the term) are of our own era: the hero of work (the Stakhanovist – or the worker), the hero of the nation (the warrior, the Unknown Soldier), the hero of the cinema (the eternal juvenile lead, the ever-new conqueror of love), the hero of science (the unknown scholar, the human guinea-pig-man, humanity’s benefactor). These heroes, who inflexibly demand imitation, determine our myths with exactitude. And we recognize in them still another characteristic of the traditional myth: they address themselves to the whole man, who takes on the appearance of myth. Indeed, these heroes are simultaneously vision, image, representation – then belief, the adherence of heart and soul to this certitude regarding our progress or our work – and next, idea, thought, and even doctrine. For is not all this based upon reason ? And, finally, they debouch into action, inciting men to an active imitation of the hero.
…
No part of modern man remains neutral or indifferent in these myths -even as in the commencement of history by the great religious myths. Why religious? It seems accurate to say that one of the principal functions of myth was to permit the abolition of time and space. To be more exact, man, gripped by the anguish of the times, adhered to a myth that enabled him to master time and to share in a “glorious period.”; At first glance, our image-beliefs do not seem to be of this type, and yet they conform to the same role. More than in any previous epoch, Western man is now excruciatingly aware of the passage of time and of the irreversibility of history.
And without the necessity of intervention by a great thinker, nineteenth-century man came to realize that all fate was historical. But modern myths answer to that particular anxiety (and not to the perhaps different one of the Greek or Semite); it is precisely that era whose mastery and, in a certain sense, whose abolition they make possible.
The fact that the myth of progress represents precisely the appropriation of history by man for the service of man is probably the greatest success ever scored by a myth. The myth of nation (which cannot help but be necessary and eternal) and the myth of happiness properly constitute the roads to participation in a glorious destiny which lies beyond time and in which we share inasmuch as it is both reality and promise. Thus everything seems to find its locus exactly at the very center of these creations of the modern mentality. Actually, all this is merely the response in mythical terms to the new situation which has been thrust upon man. But this launches us into a complicated discussion.
…
It is customary to think that, because man’s essential situation has always been identical ever since his remote beginnings, his reactions should be similar and the myths created five, six, or ten thousand years ago, which are inscribed in the profoundest depths of our being, should remain within us immutable archetypes incapable of renovation. At the most they might assume some new form, provided that they contained mythical precedents. To us, on the contrary, it seems that during the past one hundred and fifty years, the alteration of milieu in which man is called upon to live is such that, for the first time since the beginning of the historical era, the situation has changed. And just as the great mutation ushered in by fire and iron produced its myths, so the change we know today is destined to be inscribed in the most profound recesses of man in the guise of myths, apparently both defensive and explanatory. Thus these myths exhibit characteristics identical with those of the origins of humanity or civilization ; but, of necessity, they also present new ones. Like all myths, they show us that something has completely revealed itself, that an event which is decisive for each and all of us has really occurred. Like all myths, they explain how it happened. This is enough. It takes the place of a fully satisfactory analysis and replaces the “why.” Myths of work, of progress, and of nation have no other rationale and are in some manner revealers of a mystery. But the origin to which these myths allude is no longer the same, and this is likewise true of the event which they interpret. For us it is no longer the origin of the world and man, for that has ceased to be a real question for the man of today. Nor is it the origin of the gods: the traditional gods are definitely dead. It is no longer the phenomenon of fire or of the city. The origin, the advent, which haunts men, which enchants and obsesses them at the same time, is that of the machine. It is electricity, the mastery of nature, abundance.
It can certainly be said that, if the myth is invariably a return to the zero point, that point is not always the same. Today our zero point in the Western world is to be found in the period around 1780, that marvelous era when all the latent forces of nature were to be unleashed by a sort of magic for the benefit of man. The myths of work, progress, and nation repeatedly reiterate to us “how” this happened. They make us relive this innovation and enable us to share in its efflorescence. And this takes the us place of “why” and of every justification. But at the same time they show that this was really an inception and not the consummation.
…
To be sure, when we speak of a zero point, we do not intend to convey that these modern myths are completely new and severed from traditional, mythical elements. We could easily find mythical precedence for these resurrected images. The myth of Paradise Lost, which we will rediscover at the end of time, is directly related with the myths of progress and happiness. The myth of youth derives some of its roots from the myth of the young god, the bearer of hope, who is always sacrificed. The myth of the nation is related to the myths of the founders of cities and of power. But this is not particularly enlightening for us, since the real question is not what elements of the traditional myths have been able to survive. It is, rather, what has replaced them in our world, what image-forces serve man of today as a means of seeking to explain himself and in virtue of which he acts. The quest merely outlined here reveals to us, at the same time, what it is that conditions the actions of man today and what it is that may take hold of him. It also reveals to us the future which he visualizes and which may well become our future because our myths oblige us to build it in this fashion.
İyi geceler.
Sayın 129,
Aktardıklarınız için teşekkürler.
Kuşkuya mahal vermeden yazıyorum:
David Watson’a daha önce dikkat etmediğim için hayıflandım! Aktardıklarınız; kendisine (ve kaynaklarına) daha da eğilmem gerektiğinin işareti! Tekrar teşekkürler.
Bu sayfada (bu ifadeyi pek tasvip etmememe rağmen) “klişe!” kelimesini ikinci kez kullanmak zorunda kaldım. 3 Ağustos tarihli, “128” numarada yazdıklarımı biraz daha dikkatli değerlendirmenizi öneririm. En azından bu sayfada (görünürde) yazışmayı yürütenler olarak ikimiz, sayın Gün Zileli veya bir başkası konuya dahil olmayı tercih edebilir, etmeyebilir. Yazdıklarımızın, görüşlerimizin, yaklaşımlarımızın, alıntı yaptıklarımızın, çelişkilerimizin, karşı çıktıklarımızın, savunduklarımızın vb. neredeyse hepsi “sadece küçük bir fanus (Lifestyle 2.0!)” içinde, yani (en azından) bu site gibi, bu sayfa gibi sanal veya gerçek mecralarda; ansiklopedilerdeki bir tür “article” veya aylık yayın yapan dergilerde bir tür “essays on things” minvalinde kalıyor! (“Klişe” tabirimi daha da genişleteceğim; sadece bu paragraf ile sınırlı değil.)
“Eylem” ve “eylemsizlik” tabirlerini sadece ama sadece David Watson’un (ve esinlendiklerinin, gözlemlediklerinin…) penceresinden değerlendirmiyorum. Umarım yanlış anlamazsınız; Watson’un “myth (mit)” üzerine saptamaları inkâr edilemeyecek kadar kuvvetli gözlemlere dayanıyor! Fakat; “eylem” ve “eylemsizlik” tabirlerini kullanırken, “daha çok 1980 öncesi dünya siyasi iklimindeki” kavram ve kurumlardan bahsetmiyorum! Dikkat buyurursanız; “Marxism”, “Leninism”, “Parlamentoculuk” vb. kelimeleri bu sayfada birkaç kez yazdım; ve bu kelimelerin günümüz tezahürleri üzerinde, günümüz “muhalefet anlayışlarını” domine edip etmedikleri üzerinde hiç durmadım. Biraz daha netleşek olursam; bugün “Marxism”in ve(veya) “Leninism”in yok denecek kadar azaldığını, (o meşhur “reel politik!”e bakacak olursak) Küba’dan Çin’e söyleyebiliriz. Venezuela veya Kuzey Kore örneklerini verecekler çıkarsa; sadece (ve “mazide kalan umutlarına üzülerek!”) geçiniz, derim!…
“Eylem” ve “eylemsizlik” tabirlerine son kez dönecek olursam:
Yukarıda yürüttüğümüz yazışmaların ekseriyeti (ne yazık ki!) “sokaktaki insanın tenine, hayatına pek dokunmuyor!” Burada “sokaktaki insan” derken; en öz hâliyle, hiç bir “political correctness” saçmalığına yer vermeden haykırıyorum! (Yukarıda oldukça uzun görüştüğümüz “lifestyle anarchism” kavramındaki “lifestyle” kelimesine yüklediğimiz karşı çıkışlar ne ise; burada da aynı isyanı — mesela ‘Lifestyle 2.0′ olarak — haykırdımızı bir kez daha işaret ederim!)
“Sokaktaki insanın tenine, hayatına pek dokunmuyor!” uyarısını yaparken, 2 adet kaynağı aşağıya aktararak “eylem” ve “eylemsizlik” tabirlerini; sadece “siyasi ideolojiler” ve sadece “bu ideolojilerin beslendiği ve yeniden yarattıkları mitler” sarmalında değerlendirmediğimi hatırlatırım.
Belki (bu sayfayı okuyan birçok kişiye) “arkaik!” ve hattâ “gerici!” gelebilir ama yine de haykırmak zorundayız:
“İdeoloji” denen şey bile “modernite”nin yavrusudur! (Watson’un da bunlara işaret ettiğine eminim. Kendisini bir kez daha değerlendirirken; nelerle karşılaşacağımı az çok kestirebiliyorum.)
“Niyetlerimiz önemlidir!”
Unutmayınız, unutmayalım:
“Kapitalizm”; “Marxism”den de “Leninism”den de daha ölümcüldür! “Marxism-Leninism”e eleştiri oklarımızı (haklı olarak) yöneltmemiz; “kapitalizme karşı mücadelede” hızımızı kesmemelidir!
Ne yazık ki hızımız kesiliyor!
Çünkü; kendi içimizde (haddinden çok çok fazla!) kavga ediyoruz! Ve ne yazık ki; kendi içimizdeki bu kavga süreceğe benziyor! Tıpkı “The Judean People’s Front” ile “The People’s Front of Judea” arasındaki kavgalar gibi! (“Kendi içimizdeki kavga” ifadem ile; sadece sayın Zileli’nin bu sayfasında ve sitesinin genelindeki yazışmaları kastetmiyorum. Çok geniş düşünmek zorundayız; Tanpınar’ın “merceğin çapı” uyarısında olduğu gibi!)
BRIAN (Graham Chapman): Are you the Judean People’s Front?
REG (John Cleese): Fuck off!
BRIAN (Graham Chapman): What?!
REG (John Cleese): Judean People’s Front! We’re “the People’s Front of Judea! (P.F.J.)”
ANOTHER MEMBER (Michael Palin): Judean People’s Front! Wankers!
BRIAN (Graham Chapman): Can I join your group?
REG (John Cleese): No! Piss off!
BRIAN (Graham Chapman): I didn’t want to sell this stuff! It’s only a job! I hate the Romans as much as anybody!
ANOTHER MEMBER (Michael Palin): Shhh! Shhh! (Be quiet!)
JUDITH ISCARIOT (Sue Jones-Davies): Are you sure?
BRIAN (Graham Chapman): Oh dead sure! I hate the Romans already!
REG (John Cleese): Listen, if you wanted to join the P.F.J.; you’d have to really hate the Romans!
BRIAN (Graham Chapman): I do!
REG (John Cleese): Oh yeah! How much?!
BRIAN (Graham Chapman): A lot!
REG (John Cleese): Right, you’re in! Listen: The only people we hate more than the Romans are the fuckin’ Judean People’s Front!
ALL MEMEBERS: Yeah! Splitters!
ANOTHER MEMBER (Michael Palin): And the Judean Popular People’s Front!
ALL MEMEBERS: Oh yeah! Splitters!
ANOTHER MEMBER (Eric Idle): And the People’s Front of Judea!
ALL MEMEBERS: Splitters!
REG (John Cleese): What?!
ANOTHER MEMBER (Eric Idle): The People’s Front of Judea. Splitters!
REG (John Cleese): We’re the People’s Front of Judea!
ANOTHER MEMBER (Eric Idle): Oh! I thought we were the Popular Front!
REG (John Cleese): People’s Front!
ANOTHER MEMBER (Michael Palin): Whatever happened to the Popular Front?
REG (John Cleese): He’s over there!
ALL MEMEBERS SHOUTING: Splitter!
Adres:
https://www.youtube.com/watch?v=gb_qHP7VaZE
***
İşte o kaynaklar:
İlkini “128” numaralı yazımda okumuştunuz:
Bir TOFAŞ işçisi anlatıyor:
19 Mayıs 2015
Adres:
https://pbs.twimg.com/media/CFiw_YiUUAA7XSC.jpg:large
Şöyle oldu; fikri çalışmalarda bulunmuş bir insanım. Farklı gruplara da katılıyorum, farklı kitaplar da okuyorum. Fabrikada çalışma esnasında iş arkadaşlarımızla konuşma imkânımız olmadığı için sürekli yapabildiğim tek şey düşünmek oluyor!
Bu düşünceler gerçekten, yani hep acı düşünceler; sonumuzun düşüncesi, dünyanın ne olacağı düşüncesi… Ben bir düşünürü ziyaret ettim arkadaşlarla. O düşünür dedi ki (belki de onu karşımda canlı olarak görünce heyecanı da sarmış olabilir) “Güneş her gün doğuyor, yeni bir anlamla doğuyor.”
Ben sadece bu lafı düşündüm ve açılan kapıların ardı arkası gelmedi! Yani ben düşünüyorum; güneş her gün doğuyor ama yeni bir anlamla doğmuyor! Her gün ben o fabrikaya gidiyorum, aynı şeyleri yapıyorum, yapıyorum ve saatlerce aynı şeyi yapıyorum; ve günlerim ziyan oluyor!
Bir anlamsızlık belirdi ve anlamsızlık da amaçsızlığı beraberinde getiriyor!
Bu da beni uçurumun kenarına getirdi;
Düşüncelerimle yaşantım arasında bir uçurum olduğunu farkettim!
*
TOFAŞ işçisinin bu “iliklerine kadar gerçekliğini!” bir sosyolog nasıl detaylandırmış; dikkat edelim:
[…
“Ulusların Zenginliği” çok uzun bir kitaptır; Adam Smith’in zamanında, yeni ekonomi taraftarları kitabın sadece dramatik ve umut dolu başlangıç kısmına atıfta bulundu. Oysa kitap ilerledikçe daha karanlık hâle gelir: İğne fabrikası giderek uğursuz bir yere dönüşür.
Smith, iğne imâlatında, işlemleri parçalara bölmenin:
İğne işçilerine saatler boyunca bir tek küçük işlem yaptırarak; onları uyuşturan, sıkan bir işgününe mahkûm etmek olduğunu farketmişti. “Rutin”; belirli bir noktada zararlı hâle gelmeye başlar. Çünkü insanoğlu kendi çabası üzerindeki kontrolünü yitirir; çalışma zamanı üzerindeki kontrolün yitmesi ise insanın “zihnen öldüğü” anlamına gelir!
Smith; kendi çağındaki kapitalizmin bu yol ayrımına geldiğini düşünüyordu. Yeni düzende “en çok emek sarf edenler en azla yetiniyor” dediğinde; aklında ücretlerden ziyade işin bu insani boyutu vardı. “Ulusların Zenginliği”nin en karamsar pasajlarından birinde Smith şöyle yazar:
“İşbölümünün ilerlemesiyle birlikte; emeğiyle geçinen insanların çoğunun işi bir dizi çok basit işlemle, hattâ bir veya iki işlemle sınırlı hâle gelir. Bütün hayatı birkaç basit işlemi gerçekleştirmekle geçen insan son derece aptal ve cahil hâle gelir.”
Bu alıntının gösterdikleri doğrultusunda hareket edersek:
Sanayi işçisi, bin dize ezberlemiş bir tiyatro oyuncusundaki özdenetime ve dinamik ifade gücüne asla sahip değildir. “Diderot”nun aktör ve işçi arasında kurduğu benzeşim yanlıştır; çünkü işçi yaptığı işi kontrol edemez. İğne işçisi, işbölümü sürecinde “aptal ve cahil” bir yaratığa dönüşür; yaptığı işin tekrara dayalı doğası onu pasifleştirir. Bu nedenlerden ötürü; endüstriyel rutin, insan karakterinin bütün derinliğini yok etmek tehlikesini barındırır!
…]
“Karakter Aşınması: Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri”
YazabÇ Richard Sennett (Sosyolog)
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Sayfa 38, 39
https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/karakter%20asinmasi1.pdf
***
İkinci alıntı:
(Not: Yukarıda “dünyanın genelinin burjuva hayata eğilimli olduğu” yönünde görüşlerinizi aktarmıştınız [“123” numaralı metninizin son paragrafında — Asıl özetin özeti, korkumun korkusu — daha açık ifade etmeye çalışmıştınız.] Aşağıdaki veriler; birçok yönüyle sizin saptamalarınızı doğruluyor olmakla birlikte, bunun geçerli olmayabileceğini ve “eylemler”e başlanmazsa dünyanın daha tehlikeli bir hâle dönüştürülebileceğinden de bahsediyor!)
BİR YANDA: Bakımlı, dışarıya kapalı, korunaklı evlerde ve kulüplerde yaşayan zengin bir azınlık;
ÖTE YANDA: Yardımlarla, boğaz tokluğuna çalışarak ayakta durmaya çalışan, ve sayıları her gün katlanarak artan “işe yaramazlar ordusu!”
“EĞER BAZI İNSANLAR HIZLA DEĞİŞEN EKONOMİNİN HIZINA YETİŞEMİYORLARSA; ARTIK BU SADECE ONLARIN SORUNUDUR!”
Bu “işe yaramazlar ordusu!” otomatik olarak:
Eğitimsizlikle,
Sosyal beceri yoksunluğuyla ve çalışmaya gönüllerinin olmamasıyla suçlanıyor!
Ne var ki; yoksulluk çoktan beri toplumun merkezine yerleşmiş durumda!
VE “YÜKSEK TEKNOLOJİ ÇAĞI!” DEDİĞİMİZ 2000’Lİ YILLARDA BİLE, ÇOĞUMUZ; HÂLÂ BU TEHLİKEYİ GÖRMEZDEN GELEREK, HASTALIĞI KENDİ ELLERİMİZLE YAYIYORUZ!
“Piyasa ekonomisi!”nin buz gibi mantığı, insanı insan yapan tüm değerleri öldürmüyor mu?!
“Rekabet!”i hayatın her alanına taşıyan “serbest piyasa öncelikleri!”;
Birlikteliğimizi zehirledi,
Herkesi birbirinin korkak rakibine dönüştürdü ve herkesi birbirine karşı savaşa tutuşturdu!
Korku ve çaresizlik bir toplumun temelini oluşturamaz, bunlar bireyin gelişmesini engeller;
Dayanışmayı, empatiyi ve güven duygusunu yok eder!
Dünyada:
İşsizlerden ve emeklilerden, yetersiz ücretli ya da geçici işlerde çalışma döngüsüne kapılmış milyonlara kadar; her gün daha fazla sayıda insan ülkelerinin refahından dışlanıyor!
Eskiden, bu insanlar toplumda kendilerine belli bir destek, bir dayanışma bulacaklarını varsayabilir, duruşlarını ve karşı çıkışlarını ona göre belirleyebilirlerdi; ARTIK O GÜNLER GEÇTİ!
Peki:
Bizleri yarın ne bekliyor?!
1. UYGAR NEFRET!
“Tüketim toplumu”; mevcudiyetini neden “ötekileştirmek! (İngilizce: Alienation)” vasıtasıyla garantiye alıyor?!
Ve “orta sınıf”; gerçek hayatta yere çakılırken, gözünü neden yukarıya dikiyor?!
Çokuluslu bir şirketin sözcüsü bir röportajda: “Gıda-yardım merkezlerinden yemek alan insanların kamu yararına işler yapmakla yükümlü tutulması gerektiğini düşünüyorum!” diyor. Bu bağışlar olmaksızın yaşamlarını sürdüremeyecek insanların midelerine girecek lokmaları öncelikle “haketmeleri gerektiğini!” söylemek istiyor! Üst-orta sınıfa mensup, “gıda-yardım merkezleri dünyasını bilmeyen!” şirket sözcüsü bu şahıs nasıl böyle bir fikre varabiliyor?!
Orta sınıfa mensup, alt tabakanın günlük yaşamının içinde olan bir öğretmen ise: “Gastronomi ve oteller yıllardan beri ‘yalvar yakar’ yetiştirecek eleman arayışında! Aslında bütün suç bu ‘elemanlarda!’; çalışmak istemedikleri için otellerin sunduğu bir meslekte uzmanlaşamıyorlar da!” diyor!
İşte size “orta tabaka!”nın müdavimler masasından bir manzara:
Bir grup gazeteci ve akademisyen bir lokantada oturuyor. Karınlar tok, bardaklar kırmızı şarapla dolu. Birisi aniden yoksulluk yardımı alanların ek olarak gıda yardımı almalarını; “iPhone almak istemeleri”ne bağlıyor! Bu korkunç iftira masadaki kimseyi rahatsız etmiyor ve kimse itirazda bulunmuyor! Bu “suskunluk hâli” nasıl olabiliyor?! Hattâ aralarından bazıları eskiden solcu (bugün ise “gerçekçi!” olduklarını öne sürüyorlar!) Bir diğeri onu tasdik ediyor: “Hepsinin elinde son model cep telefonlarından var, ayrıca gıda-yardım merkezlerine gidenlerin giyim kuşamları süper; gerçekten ihtiyacı olanlara ulaşılamıyor bile!” Başka birisi söylenenleri tamamlıyor: “Isıtma parası aldıklarından beri, deliler gibi ısıttıklarını duydum!”
Gariptir ki:
Yoksulların dışlanması ve orta sınıfın onların sırtından üstünlüğünü sergileme çabaları bağlamında yukarıda birkaç örneği verilen “karakteristik öfke!”;
Zengin bir ülkede “insanların niçin yemek bağışlarına muhtaç duruma düşmeleri sorusuna” karşı değil,
Bu insanların bir cep telefonuna sahip olmasına ve kış aylarında evlerini ısıtmasına karşı ifade buluyor!
Ne acı!
Almanya’da yaşayan her yedi kişiden biri ise yoksulluk sınırında veya altında yaşıyor; 6,7 milyon insan resmi yoksulluk yardımı alıyor! Göreceli yoksulluk, kulağa ne kadar da masum geliyor! Sanki Alman yoksullar, aslında gerçek anlamda yoksul değil de, yalnızca “daha az varlıklılarmış!” gibi: “En azından dünyanın başka bölgelerinde sokaklarda ölen insanlara kıyasla; yani başkalarına bakacak olursak, biz yine iyiyiz!”
Zengin ülkelerin yoksulları işte bu nedenle en fazla “umursamazlıkla”, ama çoğu zaman öfke ve hor görülmeyle karşılanıyor! Almanya’daki yoksulluğun ağırlığı, yalnızca maddi yoksunluklardan değil; “duygudaşlık ve hoşgörü yoksunluğu”ndan da kaynaklanmakta!
Bangladeş’teki yoksulluğun da korkunç ve yürek yakıcı olduğu açık. Fakat o insanlar yoksulluklarından dolayı suçlanmıyor. Bir başlarına kalmış ve suskun değiller; hoşnutsuzluklarını, mücadelelerini sokaklara taşıyorlar. Ancak Almanya ve Avrupa’nın diğer “zengin ülkeleri!”nde, yoksullara kederleri bile çok görülüyor! Yoksullukları bile ellerinden alınıyor!
Ayrıca, madalyonun diğer yüzü var:
Almanya’da insanlar fakirleştikçe; öbür yanda “daha fazla zenginlik → daha az zümrede” yoğunlaşmaktadır!
“BU TOPLUMDA KİMSENİN TEMBELLİĞE HAKKI YOKTUR!” açıklamasını yapan eski “Sosyal Demokrat!” başbakan gibi,
“YOKSULLUĞA KARŞI AŞEVLERİ; DOYURURKEN TEMBELLEŞTİRİYOR MU?!” sorusu temelinde yürütülen tartışma forumları,
Ve “ALDIKLARI YARDIM PARASININ KARŞILIĞINDA BİR ŞEYLER VERSİNLER!” diyen sokaktaki süslü yurttaşın sözleri ile;
Her düzeyde sadece “daha adil bir iş ve gelir dağılımı”nın politik olarak başarılamadığı göz ardı edilmiş olmuyor!
Aynı zamanda “sosyal adalet hedefinin yerine → verime (efficiency) bağlı adalet tanımı”nı koyarak; sistemin kurbanları fail konumuna, “işe yaramazlar ordusu!” içine oturtuluyor!
Toplum içinde bir talepte bulunma hakkı yalnızca “performans gösterenlere!” mahsustur;
“ÇALIŞMAYANA YEMEK YOK”tur!
Kapitalist sistemde “bir maddeden-hizmetten yararlanmak & en yüksek verimlilik (efficiency)” mantığı;
Aile,
Okul,
Ve “sosyal ilişkiler” gibi;
Aslında iktisadi ilkelere göre İŞLEMEYEN kurumlara giderek daha fazla nüfuz ediyor!
Bu kitapta yalnızca haksızlıklar teşhir edilmemiştir. Sadece siyasi reformlar yapılmasını talep etmek meseleyi çok basite indirgemek olur; yalnızca biraz daha dayanışma gösterilmesini talep etmek, sosyal vicdana çağrı yapmak belki dünya kiliseler günü kutlamalarında olabilir!
Kitapta:
Seçkinlerin insan onurunu hiçe sayan hangi stratejilerle kendi varlıklarını koruyup; hepimizi “mülksüzleştirdiği!”,
Kimlerin “yoksulluk sayesinde zenginleştiği!”,
Devlet politikalarının “neden yoksulluğa karşı değil; yoksullara karşı savaş açmış!” olduğu,
Holdinglerin “sosyal girişimcilik pazarlaması!” faaliyetleriyle; neden yoksulluğun yapısını değiştirmediği; hattâ tam tersine sağlamlaştırdığı,
Ve ilk bakışta rasyonel gözüken ticarileştirilmesinin arkasında, giderek daha fazla onaylanan “tehlikeli bir eşitsizlik ideolojisi!” nin olduğu anlatılıyor.
2. “…O HÂLDE PASTA YESİNLER!”
Almanya’da 877 gıda-yardım merkezinden, 1 milyonu aşkın insan haftada bir kez yemek alıyor.
“Tüm zamanların en büyük sosyal yardım hareketi” olarak böbürlenilen gıda-yardım merkezlerinde fahri görevliler:
Süpermarketlerden,
Ucuzluk mağazalarından,
Ve toptancılardan;
Satılabilir nitelikte olmamasına rağmen hâlâ yenilebilir gıdaları topluyor!
Bunlar çoğunlukla; meyve, sebze ve süt ürünleri gibi çabuk bozulan, son kullanma tarihinin hemen öncesinde veya sonrasında toplanan mallar. NORMALDE İMHA EDİLECEK OLAN BU ARTIKLAR; YOKSULLARA DAĞITILIYOR!
“Gelir dağılımı adaletsizliği” denen tehlikenin derhâl bertaraf edilmesi yerine;
Sadaka sistemi,
Başlangıçta evsiz-barksızlar ve uyuşturucu bağımlıları gibi hiçbir sosyal gruba tutunamamış insanlara acil yardım götürmek amaçlı oluşturulan bu kurumlar;
Bugün, iş piyasalarında başvurulan “reformlar!” sonucunda gıda bağışlarına muhtaç kalacak kadar yoksullaşan yurttaşlara yönelik bir “tedarik sistemi!”ne dönüştü!
2003-2009 arasında Almanya’daki gıda-yardım merkezlerinin sayısı üçe katlandı! Toplamda gıda-yardım merkezleri Almanya’da yoksullara her yıl 130 bin ton gıda dağıtıyor. Bu miktar Almanya’da her yıl çöpe giden 20 milyon ton gıdanın yalnızca ufacık bir parçası!
Bir yandan dünya üzerinde 1 milyardan fazla insan açlık çeker ve günde en az 20.000 insan açlıktan ölürken;
Endüstrileşmiş ülkelerde imâl edilen gıdaların büyük kısmı çöpe gidiyor!
AVRUPA ve KUZEY AMERİKA’DA İMHA EDİLEN GIDA MİKTARI; DÜNYADA AÇLIK ÇEKEN İNSANLARIN BESLENMESİNE ÜÇ KEZ YETECEK BOYUTLARDA!
3. KENTSEL SEÇKİNLEŞTİRMEDEN → ZENGİNLERİN SİTELEŞMESİNE!
Şehirlerde:
Yoksullar; zenginler tarafından nasıl yerlerinden ediliyor?! Siyaset bunu nasıl destekliyor?!
(Detaylı bilgi için: “Soylulaştırmak (İngilizce: Gentrification)” kavramını inceleyebilirsiniz.)
Şehrin merkezinde köhne binaların olduğu işçi semtleri; “kentsel seçkinleştirme!” süreciyle “varlıklı!” semtlere dönüştürülüyor!
Eskiden; kiralara gücü yeten öğrenciler ve sanatçıların doğaçlama olarak yaratıcılıklarıyla ortaya çıkardığı zarafet ve kentsel yaşam duygusu, bir müddet sonra; bölgenin yüksek tabakalara çekici hâle gelmesine, artan talebin kiraları uçurmasına, “bakımsız!” evlerin lüks dairelere dönüşmesine, ve düşük gelirlilerin merkeze uzak, ucuz evlere taşınmaya mecbur bırakılmasına yol açıyor!
Yüksek duvarların arkasında izole olanların vurguladığı “güvenlik!”,
Herşeyden önce bir “statü ve zenginlik sembolü!”
Villalar bölgesinin “tel örgüleri!”,
Şaşalı “entrance”lardaki kulübelerinde, fiyakalı (özel ve taşeron!) güvenlik şirketi elemanlarının hâl ve tavırları,
Teşhir edilen zenginliğin son derece bayağı bir ifadesi!
İnsanlar burada fakirlere karşı değil; diğer zenginlere karşı duvarlar örüyor: “Kimin tel örgüleri daha uzun, kimin direkleri daha yüksek?!” Buna bir “comparatio genitalis” denebilir; yani zenginler ve iyi eğitimliler arasında bir “tenasül uzvu karşılaştırması!”
4. “SEÇKİNLER!”İN GÜCÜ!
Güzel bir numara:
Sistemi eleştirmek hakkını; sistemden avantaj sağlayanlar kendilerinde saklı tutuyor!
Sistemin dibini tanıma “imkânı!”na sahip olanlarınsa; öfkeli, kinci ve kıskanç oldukları bahanesiyle kozları ellerinden alınıyor!
Zenginler; “toplum içinde yaşam”a neden veda ediyor? Ve avantajları için savaşmaya nasıl devam ediyor?
“İlkokulun 4 yıldan 6 yıla uzatılması reformu” ile; özellikle maddi açıdan güçsüz öğrencilerin daha henüz 4. sınıftan sonra gerçekleşen ayıklanmanın kurbanları olmalarının önlenmesi hedefleniyordu. Üst tabakanın “öğrenmek istiyoruz” başlıklı protesto kampanyasıyla reformun önlenmesi, eğitimin seviyesini yükseltmek için değil; zaten daha iyi konumdaki çocuklarına ilave ayrıcalıklar sağlayan “seçici okul sistemi”nin daha da güçlendirilmesi için yapılmıştı!
Seçkinler kendilerini “aşağıya karşı!” kapatıyor; “aşağı tabakalar!”dan gelebilecek saldırılara karşı kendilerini daha korunaklı hâle getiriyorlardı!
Bu durum:
Aşağıdan kimse yukarıya çıkamazsa; yukarıda hemen hemen her şeyin olduğu gibi kalacağı anlamına geliyor!
“Steril!” ve “fildişi kulelerde müreffeh bir hayat!” → Kendi kokusunu inatla yayar ama hiçkimsenin kokusunu kendisine yaklaştırmaz!
Seçkinlerin radikalleşmesinden bahsedilirken, bundan seçkinlerin “kendi çıkarlarını daha büyük bir sertlikle savunması” kastediliyor! Seçkinlerin yalnızca ekonomi, yargı ve bürokrasiye değil; siyasete de yoğunlaşması, yani politikanın giderek “elitleştirilmesi!” sonrasında; demokraside halkın artık ne ölçüde temsil edildiği sorgulanıyor!
Bir zamanlar demokratik bir şekilde seçilen halkın temsilcileri, artık nüfusun geniş bir bölümünü “hiçe sayarak!” siyaset yapmalarının meyvelerini; şimdilerde ekonomide sahip oldukları cazip işler vasıtasıyla topluyorlar!
Bir federal çalışma bakanı, taşeron işçilikte süre sınırlamasını kaldırıp ve taşeron işçiliğin yasal çerçevesini “liberalleştirdikten sonra!” görevinden ayrılmış; hemen sonrasında da Almanya’nın beşinci büyük taşeron işçilik şirketinde önemli bir göreve getirilmişti!
Aynı iş için daha az ücretin ödendiği ve sosyal güvencenin tanınmadığı sürekli yükseliş içindeki bu “modern kölelik süreci!” bütün partilerin katkısıyla gerçekleşiyor:
Örneğin “Yeşiller Partisi”; sol bir direniş partisinden → bir tür “yeşil astarlı liberal partiye!” dönüşüme ışık tutarken, muhafazakâr görüşleri benimsemeksizin ve ekonomik gücün yanında yer almaksızın muhalefetten hükümete yükselmesinin kesinlikle mümkün olamayacağını savunuyor!
5. NİHAYET BİRİSİ; SÖYLENMESİ GEREKENİ SÖYLÜYOR!
“Bir kısım asalaklar toplumun sırtında bir yük olarak yaşıyor!” → Maddi yönden güçsüzlere karşı yapılan, tırnak içinde ifade edilene benzer saldırılar; akademisyenler ve ciddi medya organlarının bile bu saldırıya katılmasından bu yana iyice belirgin hâle geldi!
Sorgulanması “istenmeyen!” acı reçeteler topluma şöyle ifade ediliyor:
“Şık olmamakla birlikte, başka çaresi yok. Maalesef, evet, maalesef uygulamak zorundayız!”
Böylesi “hoş olmayan gerçekler!”; egemen sınıfın en severek başvurduğu bahane!
Bir hâkimin bazı vandallara verilen sert cezalarla birlikte söylediği sözler önemli:
“Toplumun dürüst üyeleri sizin gibilerden bıktı, sizlerden yorulduk!”
Bu dehşetengiz durum:
Tarafsızlığını koruması beklenenlerin; yukarıdan aşağıya, adeta tepeden-inmeci bir diktayla başlattığı ve birçok örneği sürekli görülen “ayrımcılık!”tan başka birşey değildir!
6. DAYANIŞMANIN SONU!
“Taşeron işçilik”; 1967 yılına kadar Almanya’da yasaktı.
70’li yıllarda 3,
1985’de 6,
1994’te 9,
1997’de 12,
Ve 2002’de 24 ayla sınırlandırılmak üzere sürekli uzatıldı!
2004’ten beri taşeron olarak çalıştırılma için herhangi bir süre sınırlaması yok!
BİR ÇALIŞAN; BİRGÜN İŞTEN ÇIKARILIP, ERTESİ GÜN DAHA DÜŞÜK ÜCRETLE YENİDEN İŞE ALINABİLİYOR ARTIK!
Taşeron işçilik; haklardan yoksun bir işçilik, yani “köleliğin modern bir biçimi!”dir!
İncelemelere göre %20-50’lere uzanan daha düşük ücret almak ile taşeron işçilik, yaşlılık döneminde yoksulluğun başlıca nedeni;
Çünkü emeklilik hakkı; düşük ücretler ve çalışma aralıkları yüzünden son derece sınırlı!
Taşeron işçiler; kötü koşullarda ve düşük ücretle çalışmakla kalmıyor, daimi (“kadrolu!”) çalışanların öfkesini de üzerlerine çekiyorlar!
Taşeron işçiler; “doğru dürüst bir işe sahip olanlar için!” ete kemiğe bürünmüş bir tehdit anlamına gelmekte! İşçilerin üzerinde “bugün sen, yarın onlar” diye sallanan Demokles’in kılıcı; toplu sözleşmelerde reel ücretlerin sürekli düşürülmesine neden oluyor!
Taşeron işçilik; iş güvencesini yok etmek ve çalışma koşullarını genel anlamda kötüleştirmek için de kullanılıyor:
EKONOMİK BÜYÜME UĞRUNA DAHA GENÇ YAŞTA ÖLÜNÜYOR! YALNIZCA İŞİN AĞIRLIĞI NEDENİYLE DEĞİL;
SÜREKLİ GÜVENSİZLİK,
İŞYERİNİN SIK SIK DEĞİŞMESİ,
BERBAT ÜCRET ve TAŞERON İŞÇİLİĞİN GİDEREK DEĞERSİZLEŞMESİ SONUCUNDA OLUŞAN PSİKOLOJİK BASKI NEDENİYLE DE İŞÇİLER YIPRANIYOR!
PSİKOLOJİK SAĞLIK SORUNLARI ve BUNA BAĞLI DEVAMSIZLIKLAR ÇOK YÜKSEK,
KAS-İSKELET SİSTEMİ SORUNLARINDA İSE DAHA DA YÜKSEK!
ALMANYA’DA YOKSULLAR ORTALAMAYA GÖRE 7 YIL DAHA AZ YAŞIYOR!
“Sermaye”nin ve “Alman ihracat endüstrisi”nin etkisiyle, giderek ortadan kalkan “sosyal sigorta” kavramının sonucu şudur:
Bir tarafta: Sesini çıkaramayacak kadar, hakkını arayamayacak kadar çökmüş, yıpranmış ve korku dolu devasa bir “yedek işçi ordusu!”,
Öbür tarafta: Yukarıya yaltaklanan ve aşağıya tekmeler savuran özgüvensiz bir orta sınıf!
Bu ikisinin üstünde ise:
Adil bir ücret ve makul bir vergi ödemeye razı olmadığını gözlerden kaçırmak üzere; zengin ile yoksul arasındaki derin uçurumu “sosyal sorumluluk masalı!”yla doldurma niyetinde olan “güçlüler!”…
7. DÜNYANIN KURTULUŞUNUN “ÖZELLEŞTİRİLMESİ! (Privatization)”
Bangladeşli iktisat profesörü ve bankacı Muhammed Yunus’un; “Merhamet sınırlı; business sınırsızdır!” sözü neyi ifade ediyor?!
2006 yılı Nobel Barış Ödülü’nü; “yoksullara mikro kredi açma konsepti!”yle alan Yunus, o günden beri ekonomi temelli dünya kurtuluşunun evliyası olarak kabul ediliyor!
Yunus’un bir sonraki fikri “social business” oldu:
Belli bir sosyal sorunu çözmek üzere kurulan, fakat elde edilen kârı ortaklara dağıtmayıp; sosyal etkiyi artırmak için yatırıma yönlendiren bir şirket.
Şirketin bu bağlamda; devlet desteğine ve bağışlara muhtaç olmamak için “rantabl olması!” ve kendi ayakları üstünde durması gerekiyor. Model; bu tür ekonomik faaliyetleri büyük holdingler için de cazip kılan bir önkoşul!
Yunus;
“Danone”,
“Adidas”,
“BASF”,
“Veolia”,
Ve “Otto” gibi çok uluslu şirketlerle “social business” ortaklıkları kurdu!
“Vicdanlı kapitalizm!”; “sosyal girişimcilik!” anlamına geliyordu artık!
“Sosyal girişimcilik” sayesinde:
Yoksulluk gibi sosyal sorunlar; “siyaset” tarafından değil, “şirketler” tarafından çözülecekti!
İçinde bulunduğumuz 10 yılın mottosu:
“Daha iyi bir dünya; girişimcilikle mümkün!” oldu: Sosyal hamak anlayışına karşı bireysel sorumluluk!
BU YAKLAŞIMIN ARKASINDA ASLINDA GÜNÜMÜZDE NEO-LİBERALİZMİN TEMEL İLKESİ HÂLİNE GELEN; “HER KOYUN KENDİ BACAĞINDAN ASILIR!” BİLGELİĞİNDEN BAŞKA BİR ŞEY YOK!
Yunus; bir kuyumcunun oğlu, üst-orta sınıfa mensup ve ABD’de iktisat eğitimi almış. Ekonomik açıdan “rantabl!” kalkınma yardımına, yoksulluğa baktığı gibi “batı gözü!”yle bakıyor.
BATILI SEÇKİNLERİN DAVRANIŞ BİÇİMİNİ İYİ BİLDİĞİ İÇİN BATILI SEÇKİNLER ONU CİDDİYE ALIYOR! Taraftarları arasında “Hillary Clinton” veya “Nicolas Sarkozy” gibi tanınmış politikacıların yanısıra; “Angelina Jolie” ve “Brad Pitt”, “Bono” ve “Bob Geldof”, bestseller yazar “Paulo Coelho” gibi süper zengin dünya starları da var; Muhammed Yunus da artık bu pohpohlama kültürüne dâhil oldu!
Süt ürünlerinde dünyada lider konumda olan “Danone”; 2006’da Muhammed Yunus ile işbirliği içerisinde Bangladeş’te bir “sosyal yoğurt fabrikası!” açtı!
Burada:
Çocukları kötü beslenmeye karşı koruyan,
Vitamin ve minerallerle zenginleştirilmiş,
“Yoksulların cüzdanına uygun!” bir yoğurt üretilmekteydi!
Yoğurt fabrikasında bölgenin küçük köylerinin sütü kullanılıyor, çevrede yaşayan insanlar çalışıyor, yoğurdun pazarlanması; yoksul köy evlerini kapı kapı dolaşıp kendilerine böylece bir gelir sağlayan satıcı yoksul kadınlar tarafından yapılıyordu. Bu girişim; “social business” konseptinin uygulamalı örneği olarak çok sayıda ödül aldı! Tüm zamanların “yeni sosyal ekonomi mucizesi!” olarak gösterildi!
Bangladeş’teki uzun gözlem ve görüşmelerden sonra:
“Danone” satıcısı kadınların satacakları yoğurdu önce satın almak zorunda olduklarını,
Dolayısıyla “düzenli maaş alamadıklarını!”,
Bunun “micro business!”ın temel fikri olduğunu;
Yani kadınların kendi işlerini “mikro krediler!” alarak kurması olduğunu,
Aslında “Danone’ye daha fazla muhtaç hâle getirildiklerini!” öğrendik!
ORTAKLIĞIN KURULMASINDAN 2 YIL SONRA “SOSYAL YOĞURT FABRİKASI!” İFLASIN EŞİĞİNE GELDİ!
Yönetim şu açıklamayı yaptı:
“Bundan böyle stratejimiz:
1. Satış yapmak,
2. Satış yapmak,
3. Satış yapmak,
Ve
4. Masrafları düşürmek
olarak belirlenmiştir.”
Oysa bir zamanlar strateji olarak:
1. Yetersiz beslenmeye karşı mücadele etmek,
2. Yoksulluğa karşı mücadele etmek,
3. Kadınların kendi ayakları üstünde durmasını sağlamak,
Ve
4. Yeni işler yaratmaktan bahsedilmiyor muydu?!
Satış yapan kadınların geliri geçinmeye yetmiyor ve ayrıca köylerde hakarete uğruyorlardı!
Yıllık cirosu 15.2 milyar Euro olan (bu gerçek her fırsatta dile getirilmeli!) borsaya kayıtlı “Danone Holding”:
Yalnızca yerel üreticiden topladığı sütlerin fiyatlarını böylesine düşük tuttuğu için ayakta durabiliyor!
“Adidas”,
“BASF”,
Ve “Otto” gibi başka “iyilik gönüllüleri!” de buna benzer faaliyetler sürdürdü;
Ve başarısızlıkla sonuçlanan “Danone sosyal yoğurt fabrikası!” nın ardından bu ortaklıklardan, büyük lafların haricinde herhangi bir şey duyulmadı!
Her ne kadar Bangladeş, holdingler için başarısız bir “deney laboratuvarı!” hâline geldiyse de; yarının “sosyal seçkinleri!” nin yetiştirilmesi süreci devam ediyor!
Bu çerçevede “European Business School (EBS)” adını taşıyan ve kendisini “girişimciliğin elit yüksek okulu!” ve “yarının yönetici seçkinlerinin nokta adresi!” olarak gören bir özel üniversite var!
Bu yüksek okulda Almanya’nın ilk “social business!” kürsüsü kuruluyor. Tahmin edin bakalım kimin sponsorluğunda, yanılmadınız; elbette “Danone”nin!
8. MİKRO KREDİLER
Muhammed Yunus, 70’li yılların başında ABD’de bir üniversitede tarımsal ekonomik gelişme dersleri veren bir profesördü.
1974-75 yıllarında Bangladeş’te büyük bir kıtlık hâkimdi ve Yunus kendini yoksullukla mücadeleye adadı.
Bir köyde genç bir kadınla karşılaştı. 21 yaşında olan bu kadının 3 çoçuğu vardı ve ailesiyle birlikte derme çatma, damı akan kerpiç bir kulübede yaşıyor ve el işçiliğiyle bambudan sandalyeler yapıyordu.
Yunus, bu kadının bambu alabilmek için yerel tefeciye borçlanmak zorunda kaldığını öğrendi. Faiz o kadar yüksekti ki, sandalyelerin satışından geçinemiyordu.
Küçük rakamlar yüzünden birer köleye dönüşen bu insanların listesini hazırladı ve toplam 20 Euro (!) borcu olan 42 kurban (!) bulunduğunu saptadı: “Gördüklerime katlanmam mümkün değildi! Parayı çıkartıp masanın üzerine koydum ve onlara bu paranın yardımıyla ‘özgürleşmelerini’ söyledim!” diyor Yunus!
Mikro kredi düşüncesinin bu doğuş anından sonra 1983 yılında “Grameen Bank” kuruldu.
Fikir çok basitti:
“Mikro kredi sistemi” vasıtasıyla güvence gösteremedikleri için bankalardan para alamayan kişilere düşük meblağlı krediler verilecekti. Bu kişiler; bu küçük kredilerle işlerini büyüterek veya geçimlerini sağlamak için bir iş kurarak kredileri faizleriyle birlikte geri ödeyeceklerdi.
Böylece fahiş faizli tefeciliğin önü kesilmiş olacaktı. Mikro kredilerin neredeyse tamamı kadınlara veriliyordu; amaç kadınların bağımsızlığını desteklemekti. Kadınlar özellikle güvenilir olarak kabul ediliyor.
Bangladeş’te 2 milyar Euro’nun üzerinde bir meblağ; mikro kredi olarak dolaşımda bulunuyor ve faizler kuruma göre %20-40 (!) arasında değişiyor.
BÜTÜN BU SÜRECİN SONU; KADINLARIN ANLATTIKLARIYLA ÖZETLENEBİLİR:
“ESKİDEN HAYATIMIZ ZOR VE YOKSULLUK İÇİNDE GEÇİYORDU; FAKAT BUGÜNDEN DAHA İYİYDİ! ŞİMDİ HERKES YALNIZCA BORCUNU ÖDEMEKLE MEŞGUL!”
YAPILAN ARAŞTIRMALARIN SONUCU:
MİKRO KREDİ KULLANANLARIN YALNIZCA %5’İ KREDİDEN YARAR SAĞLIYOR!
BUNLARIN YARAR SAĞLAYABİLMESİNİN NEDENİ İSE, KREDİYİ ÇEKMEDEN ÖNCE DE GÜVENİLİR BİR GELİR KAYNAĞINA SAHİP OLMALARI!
KREDİ ALANLARIN %50’Sİ HAYAT STANDARDINI YÜKSELTEMEDİ, KALAN %45’İN DURUMU İSE BÜYÜK ÖLÇÜDE KÖTÜYE GİTTİ!
“Mikro krediler”in; yoksullukla mücadelede uğradığı başarısızlık apaçık ortada!
Mikro krediler, “piyasa ekonomisi!”ni dünyanın en ücra köşelerine götürerek;
Yoksulların sermaye için ilginç bir alan olduğunu,
Yoksulların da tüketebileceğini,
Ve kapitalizmin yoksullar için de işlediğini “finans piyasalarına!” kanıtladı!
9. GELSİN GÜZEL HAYAT!
“Siyaset teorisi”,
“Sosyoloji”,
Ve “dilbilim” konuları üzerine önemli eserler bırakmış, İtalyan marksist düşünür “Antonio Gramsci”nin emekçilere söylediği:
“Eğitim görün! Çünkü tüm aklınıza ihtiyacımız var!
Faal olun! Çünkü tüm çoşkunuza (bize öğretmenize) ihtiyacımız var!
Örgütlenin! Çünkü tüm gücünüze ihtiyacımız var!” uyarısı unutulmamalıdır!
Özellikle 2010’lu yıllarda, birçok ülkede başlayan “kitlesel protesto hareketleri”ni dikkatle tahlil etmek gerekiyor!
Bu protesto dalgalarında ortak çığlık:
“Birşeyler harekete geçiyor; daha adil bir düzen için!
Eşitlik mutluluktur: Adil toplumlar herkes için daha iyidir!
Eşitsizlik; mutsuz, hasta ve saldırgan yapıyor!”
UZUN ZAMANDIR İÇLERİNDE BİRİKTİRDİKLERİ “HAKKANİYETSİZLİĞİN YARATTIĞI ÖFKEYİ!” SINIRSIZ BİÇİMLERDE DIŞA VURAN GENÇLERİN DURUMU MÜHİM BİR GERÇEĞİ İŞARET EDİYOR:
“Dışlama-Dışlanma-Ötekileşme-Ötekileştirme-Yabancılaşma-Yabancılaştırma (İngilizce: Alienation)”:
Yalnızca bireyi değil;
Tüm toplumu tahrip ediyor!
(Not: Yukarıdaki paragrafta geçen “genç” ifadesi; bizim bu sayfada görüştüğümüz [ve eleştiri yönelttiğimiz] “gençlik miti” kavramı ile aynı değildir.)
“Korku”nun,
Ve “tüketim toplumunun çılgınlıklarına katılma hırsı!”nın giydirdiği deli gömleğinden kurtulmak isteyenler, yepyeni bir tavır benimsemek zorunda değil!
Korkusuzca:
Hepimizin sonuçta “insan!” olduğunu,
Bu “yıpratılmış!” gezegene muhtaç olduğumuzu hatırlamak,
Ve içimizdeki “korkuya ve hırsa direnen sesi dinleyerek”;
Ruhumuzun; “şefkat”, “sezgi” ve “duygudaşlık” gibi değerlerini yeniden keşfetmek yeterli!
Sayıca kalabalığız ve yalnızca birbirimize sahibiz!
Herkese yetecek kadar zenginlik var! (Not: “Potlatch”ı hatırlayınız!)
“Zenginlerin→yoksullara karşı” sürdürdüğü savaşın paralı askerleri olmayalım!
Ortaklaşarak “eylem”e geçelim!
Hemen! Şimdi!
Kitap: Küresel Çarkın Dışında Kalanlar “Tüketim Toplumundaki Yeni Fakirlik”
Yazan: Kathrin Hartmann
Çeviren: Etem Levent Bakaç
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Almanca satış için:
http://www.amazon.de/m%C3%BCssen-leider-drau%C3%9Fen-bleiben-Konsumgesellschaft/dp/3896674579/
Türkçe adres:
https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/kuresel%20carkin%20disinda%20kalanlar1-16.pdf
Alıntı için:
http://www.kitabinomurgasi.com/2014/09/kuresel-carkin-disinda-kalanlar-kathrin.html
Esen kalın
“Pipsqueak”den son (128 anonim) yazınıza “çok kısa ve yoğun ” bir cevabım.
Uyarı: yine büyük harflerle yazılanlar sizden alıntılar.
Siteye 128e yazdığım cevabı vermek için girdim ve sizin 130 nolu yazınızda “3 AĞUSTOS TARİHLİ, “128″ NUMARADA YAZDIKLARIMI BİRAZ DAHA DİKKATLİ DEĞERLENDİRMENİZİ ÖNERİRİM” cümlesini görünce isabet oldu dedim.
130’u daha dikkat ve rahatlıkla okuyacağım.
İletişim ve sosyal medya konusu.
En başta birçok şeyleri prensiplerimizden dolayı reddettiğimizi ve bunları savunmaların akılla değil dünyaya karşı tutumlarla ilgili olduğuna inandığımızı söylemekte yarar görüyorum. Bu prensipler bence erdeme benzerler.
Matematik ve mantıkta bile mutlaklığın olmadığının mutlak ispatı yapıldı. Kısacası nihilizmin bir eş anlamı olan görecilik mutlaklaştı. Bir ünlü fizik- matematikçi, “Matematik zorla dayatır ama ikna edemez”, der. Yaşantımızın büyük bir kısmının zorla dayatıldığı unutulup haklı olarak ve kolayca her kapıyı açan anahtar yan çizme görecilikle şantajlar yapılır. Örneğin “o halde neden odun yakıp yemek pişirmiyorsun?” ve sonsuza dek benzeri ilahiler. Bu şantajlar sadece insanın ne kadar çaresiz bir durumda olduğunu gösterir.
Sosyal medya hakkında bilgiler edindim ve özeti sezgimi kanıtladı: Sosyal medya = new and improved “The Lonely Crowd” of D. Riesman ve post-modern Descartes, “brief but intense.”
Bazan yazdıklarınızın tümünü tekrar okuyup, daha uygun, daha saygı değer bir yanıt vermek isteğim oldu ama şimdi ben de galiba farkında olmadan sosyal medyaya girmişim, “kısa ama yoğun” olmak zorundayım.
“ANARŞİZM” ÇOK DERİN BİR KONU!
Ben anarşist değilim, Detroit’deki arkadaşlarım anarşistti ve anarşistleri severim. Ve anarşistliğin en sevdiğim yanlarından biri yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmek. Kundera’nın dediğini biraz değiştirerek anlatayım. Oedipus annesiyle yattığını öğrenince gözlerini oyar, şimdiki “born again communists”, “born again socialists”,”born again Marxists”,”born again Maoists”ler … ve çoğu anarşistler, “hatırlamıyorum” veya” bilmiyordum” veya hatta “ben anarşistim, istediğimi söylemeye hakkım var”, derler.
ÖZELLİKLE BUGÜN “ŞİRKETLER”, “DEVLETLER”DEN DAHA TEHLİKELİ VE ÖLÜMCÜLDÜR!
Bir bakıma bu şirketler sosyal medyanın kendisi veya (yılan-)derisini değiştirmekte olan “yeni” kapitalizm. Yeni deri, eski bilim-teknik çılgınlığı, eski insanı sadece niceliğe indirgeyen düşünce yapısı, cyborglaşma, ümitlerini robotlara veya robotlaşmaya bağlamalar, üretimi arttırma azmi ve hırsı, yeni ve daha iyi teknoloji, çevrecilik, yeşilcilik, ekolojicilik, etrafa zararsız alternatif enerji kaynakları, tüketicilik ve bunu arttırmaya dürtü, Facebook, Twitter, Google, Silicon Valley, Transhumanism, Artifical Intelligence, Microsoft, Apple, … ve benzerleri. Umut hapları dağıtan sağ, sol, büyük bir kesim anarşist “yeni” kapitalizmin savunucusu çığırtkanları ve dalkavukları.*
Şu kolayca unutulur:
1. Kapitalistler her zaman birbirleriyle “rat race” içindeydiler ve içindeler, birbirlerini daima yer ve kusarlardı ve kusarlar;
2. Yeni ve daha iyi kapitalizm ancak büyük kapitallerle gerçekleştirebilir.
2. Devletle kapitalizmin iç içedir ve üstelik devletlerin kendileri şirketler gibi çalışıyorlar.
Bunları en güzel gören, en derinden ve kökten inceleyip eleştirien ve eleştirilerini değeri ölçülmez derin ve dürüst** düşünürlerin ışıklarıyla yapan (daha önce adını verdiğim) “Moins!” (daha az!, “less!”) ve “Décroissance” (“anti-growth”, karşı-genişleme) aylık gazeteleri.
Bir örnek: bu aylıklarda çocuklarını sosyal veya diğer medyadan uzak tutmak isteyen ailelerin, kendi ve çocuklarının en azından nasıl bilgisayar ve cep telefonu kullanmaya mecbur edildiklerini anlatarak ” No Means Is Only a Means”i kanıtlar.
Bu aylıkları çıkaranlar da “new and improved ” anarşist olmadıklarından buluşmalarımızda verdiğim yazılar ve tanımadıkları yazarları takdir edecek olgunluğa sahipler.
Tabii diğerleri de var ama elinizdeki okunacak kitap listesini düşününce kendimi frenliyorum.
* Dalkavuklara örnekler sonsuz. İşte bir tanesi.
Son derece ünlü bir antropolog, Pauline Wiessner, sosyal medyanın aynısını !Kung People! arasında gözler ve ” They have an intricate system of BANKING their social relationships and calling on them when times get rough. (büyük harfle vurgulama benden)”, der. Bu ünlü antropolog her yerde banka görür!
** Dürüstlere de örnekler sonsuz. İşte iki örnek:
1. A Protest Resignation February 25, 2013
The eminent University of Chicago anthropologist Marshall Sahlins resigned from the National Academy of Sciences on Friday, citing his objections to its military partnerships and to its electing as a member Napoleon Chagnon, a long-controversial anthropologist who is back in the news thanks to the publication of his new book, Noble Savages.
2. Bernard Charbonneau
Tez: Kapitalizm
Anti-tez: Komünizm (veya ve ne yazık ki, bazı Anarşizm)
Sentez: Plastik
“DİL ÇILGINLIĞI”
Çok yönlü bir kavram olsa da ben bu modanın sadece “distraction”, dikkat dağıtması aracı olduğu anlamında kullandım ve insanlar arasında iletişim zorluğu ticareti yapan cambazları düşünmüştüm (galiba tam anlatmayışım sosyal medyanın kısa ve yoğun yasalarına uymaktan doğdu). İnsanlar iş yerinde, pazarda, bankada, kira ve borçlarını ödemede, devlet dairelerinde ve hastanelerde hakaretleri anlayıp boyun eğmede, sınırlarda pasaport, vize ve kimlik göstermede, televizyondan giysi ve benzeri son modaları ve çocuklarına cici bici isimler vermeyi öğrenmede … birbirlerini gayet iyi anlarlar. Zaten sevişirken pek konuşulmadığı da buna eklenirse sanırım iletişim yoksunluğu sıfır değil ama matematiksel limitteki, azala azala, sıfır olur.
Üstelik iletişim birbirini anlamak kadar anlaşılmaktan yoksun kılmada veya dışlamakta kullanılır. Bunda en büyük cambazlara Fransızlar arasında rastlanır.
“FREUD” ÇOK AMA ÇOK DERİN BİR KONU…
Belki yanlış anlaşıldı diye eklemek isterim. Modanın gücüne değinen Freud’la ilgili yazı, Freud’un genel de doğru veya yanlış olduğu değil, modanın gerçek, bilim, akıldan çok inanç, mit ve dinle ilgili olduğunu gösterir. Ben, sadece tarih konusunu Freud’dan esinlenerek inceleyen şahane (N. Brown, R. Drinnon) kitaplar okudum. Ama psikolojiye karşı son derece katı yargılarım var. En azından, her türlü engel direnci (cemaat, aile, sevgi ve aşk, doğa, …) yok ettikten sonra şimdi insanın ruhuna girip ona da egemen olma hevesi olarak görüyorum. Veya eşsiz lafınız “İNSAN TEKİLDİR”e bir saldırı. “Analyze” sözcüğü çözümleme, parçalama demektir. “Devil”, “diable”, “diablo” ve hatta iblis (grek diabolosdan arapçaya geçme ) kelimelerinin kökeni “double”, yani tümü ayırmadır. Üstelik yukarıdaki kitaplar gibi silahlar kendilerine karşı çevirilebilir. Örneğin akıl hastası bu dünyaya ayak uyduramayan değil, uyduran.
Kısacası Freud’la ilgili yazı, tüm uyarılara rağmen, biçare Avrupa entelektüellerinin kurtuluş (veya anlamsız dünyayı anlamlı kılma) peşinde olduğuna dokunur. Bu yazı, kurtuluşu, bütün uyarılara rağmen, hala yukarıda sözünü ettiğim “yeni ve daha iyi” kapitalizmde (tabii adı değiştirilir) arayan sağcı, solcu, ve birçok anarşistler için de geçerlidir.
Sözünü ettiğiniz videoların tümünü seyrettik. Ve mükemmel bulduğumuzu yazmıştım.
Bence Nietzsche’nin “GOD İS DEAD” (veya Dostoevsky böyle söylemediyse de, “if God did not exist, everything would be permitted”) artık tutunacak hiç bir şey kalmadı, sadece görecilik ve nihilizm kaldı anlamına gelir. Veya Baudrillard’ın dediği, “Şimdiye kadar Batı felsefesinin kökenindeki soru, ‘neden var?’dı; şimdi ise ‘neden yok?'” Freud’la ilgili yazı daha çok buna dayanamayanların aradığı kurtuluşa (“soteriology”) değinir.
VE EN AZ “FREUD” KADAR DERİN BİR BAŞKA KONU DAHA; “SOTERİOLOGY”…
Tabii haklısınız. Yalnız son gönderdiğim modernlerin dinciliği (129 nolu yazım) gibi, “soteriology”ye çok genel ve çok soyut bir tanım vermeye kalkışırsak belli bağlamlardaki mitolojik işlevini kaybedebilir.
İnsan insan olalı her türlü doğal felaket, kıtlık, kuraklık, hastalık, yaşlanma, ölüm, kişisel veya sosyal haksızlık, savaş ve benzeri birçok acı çektiren olayları mitleriyle (özellikle tarihi reddetmeyle) veya inançlarıyla izah edip ve dolayısıyla çekilir, katlanır kıldılar. Kurtuluşu anlamsızlıkta değil anlamlı kılmada buldular.
Ne var ki, kolonyalistlere karşı ayaklanıp sırtlarından silkmek isteyen yerliler, yukarıda sıraladığım cefalara karşı kurtuluş mitleri olduğu halde, aralarında bir bütünlük yaratmak için eski mitlerine döndüklerinde birleşmede başarılı olamadılar. Bela çok yeni bir belaydı (sanırım biz de o belayla karşı karşıyayız). Ancak Hristiyan olanlar ve özellikle eski ahide daha sadık olan Protestanlığı kabullenenler bu belaya karşı birlik kurma ideolojisini, veya eğer isterseniz dilini, yaratmada başarılı oldular.
Roma’da köle isyanlarının başını her zaman medeni ülkelerden esir alınan köleler çekti. Zamanımızın azılı ve devrimci kahramanları gibi. Yaltakçılar Zapata’yı başkanlık makamına götürüp başkanlık koltuğunu gösterirler. Zapata sadece köyündeki her hangi bir marangozun yapabileceği bir koltuk görür. Size Zapata yerine, Atatürk, … Lenin, Mao düşünün dememe gerek yok sanırım. Hele şimdi aynı dalkavukluğu yapan, özellikle solculuk, marksistlik, anarşistlik adıyla ne olur ne olmaz belki başkan olabilir diye önde koşanları dilinden düşürmeyen “aydınlar”.
ŞU AKTARIMLA NİÇİN BİR TÜR ÖNCELİK SIRASI YAPTIĞIMI AÇIKLAYAYIM:
BİR TOFAŞ İŞÇİSİ ANLATIYOR:
“Academic sociologists, who take the sale of labor for granted, understand this alienation of labor as a feeling: the worker’s activity “appears” alien to the worker, it “seems” to be controlled by another. However, any worker can explain to the academic sociologists that the alienation is neither a feeling nor an idea in the worker’s head, but a real fact about the worker’s daily life. The sold activity is in fact alien to the worker; his labor is in fact controlled by its buyer.
In exchange for his sold activity, the worker gets money, the conventionally accepted means of survival in capitalist society. With this money he can buy commodities, things, but he cannot buy back his activity. This reveals a peculiar “gap” in money as the “universal equivalent.” A person can sell commodities for money, and he can buy the same commodities with money. He can sell his living activity for money, but he cannot buy his living activity for money.”
Bu yazı 1969 yazılmıştı ve ben 1972’de Türkiye’ye ilk döndüğümde hem orijinalini hem de yaptığım çeviriyi yanımda getirmiştim.
Ardından gelen Mr Smith hikayesi hicivine (irony) kısa bir süre önce kendim şahit oldum.
Son derece zeki ve Fransız edebiyatı çalışan bir genç kız o akşam Dalai Lama’nın müriti çok ünlü bir Fransız yazar kadının (sanırım şimdi mantar kadar çoğalmış medya yıldızlarından biri olmalı) Cenevre Üniversite’ne “alienation” hakkında bir konferansına gideceğini söyledi. Biraz sonra A. Smith’den söz açıldı ben de şaka olsun diye aman ondan laf etme, midemi bulandırıyorsun, dedim. Bunun üzerine sizin anlattıklarınızın aynısını okuduğunu ve çok beğendiğini (efficacity, efficaciousness, etkileyici, verimlilik, üretkenlik mitleri veya çılgınlıkları) söyledi. Ben de, “o konferansa hiç gitmene gerek yok, “alienation”nın allahını biliyorsun!”, dedim.
Ama bir şey eklemek isterim, kız anarşist olmadığından dediğimi anladı, ve takdir etti. Ve bu haftada 6 saatı geçmemek üzere, asgari ücretli, ve sadece tamir işi çıkarsa, bana telefon edip çağırdıkları koca bir üniversite öğrenci yurdunda geçti. Aynı yurtta McDonald yiyip coca cola içen bir öğrenciye ne çalıştığını sordum. Cevap: “Çevrecilik”.
Belki modern kinizmle karıştırılır ve yine kişiliğe dökülüp asıl measjlar kaybolur diye örneklerimi çoğaltmak istemiyorum.
İNAN MAYIS ARU’yu tanımıyorum ama siz adını edince Fredy’nin çevirisini yapan olduğunu hatırladım.
Yine de en azından girişte, aşağıdakiler ve benzeri açıklamalar fena olmazdı.
1. Against His-story = Against History; ve Türkçe kelime oyunu anlamını açılama;
2. P. Clastres’ın Society Against State and S. Krame’in History Begins in Sumer, eserlerine gönderme yaparak
Against History = Against State, dolayısıyla Against His-story = Against State; ve yine Türkçe açıklamalar
3. İlkel ve geleneksel cemaatlerin bu anlamda “Tarih”e direnişleri;
4. Krallar, imparatorlar, savaşlar, kırımlar, anıtlar, piramitler, … kısacası dünyanın gerçekten değişmesi (= Tarih) ilk medeniyetlerde doğar. Hepsinden önemlisi, saray yamakları tarihçilerin kayıtlarıyla, sürekli değişmenin değişmeyen Tarih’i olur. Ve bu yazılı kayıtlar eskisi gibi aşağı yukarı hatırlamalar olmaktan çıkar ve bir çeşit alın yazısı olur.
Biraz da solcu, devrimci, marksist, birçok anarşistlerle ilgili gözlemlerimi eklemek istiyorum. Aşağıdaki örnek simgesel.
Türkiye’den kaçıp buraya yerleşen solcu, devrimci marksistlere göre burası cennet ve dünyada en demokratik ülke. İsviçre 1980’lere kadar küçük çocukları zorla ailelerinden koparıp disiplinli, çalışkan, üretici olmaları için çiftliklere dağıtırdı. Çocuklar ucuz veya bedavaya çalıştırılırdı. Ben bu marksist solcuların kitap okumadıklarını (ve hatta ilk defa sosyal medya lafını onlardan duydum), bildiğim için bu konuda eşsiz kitaplar yerine aşağıdaki videoyu (BBC Documentary Our World 2014 Switzerland Stolen Childhoods, https://www.youtube.com/watch?v=nn1ArKNHd1k) seyretmelerini önerdim. Sadece bir tanesi cevap vermeye tenezzül ettti. Cevap: “Senin çözümün ne, dostum?”
Ben bunların para ve bolluğa erişince değişitiklerini sanacak kadar enayi değilim. Bu solculuğun ve devrimciliğin özü, asıl anlamı. Solcu devrimler bu nedenden fakir ülkelerde başarılı oldu. Gorter’i onun için çevirmek istedim.
(Eklemek isterim: bize burada en insancıl davrananlar bizim eşisiz enayi olduğumuzu anlayıp o yüzden bizi sevenler oldu. Yani dediğiniz gibi İNSAN TEKİLDİR)
Tabi aynı videoyu, ama tamamıyla değişik nedenden size de tavsiye ederim. Üstelik solculuğun ve devrimciliğin öz ruhuna uyan, çocukları “kötü ortamlı” ailelerden koparıp “iyi ortamlı” (yani çalışkan, uslu, itaatkar vs) ailelere yerleştirme ABD’de 1900 yıllarına (ve benzeri sapıklıklar Avrupa’da daha öncesine) uzanr. Bunu kapsayan ve okumaya değer Christopher Lasch’in The Culture of Narcissism: American Life in an Age of Diminishing Expectations (1979). Kitapta alkolik, sürekli kavga edilen, şiddet kullanılan, dayak atılan kötü evlerden koparılıp yeni, temiz, kısacası İsviçre’ye benzeyen (buna pezevenk Lenin de katıldı) bu iyi evlere yarleştirilen çocular eski kötü evlerini tercih ederler. Belki bu zamanımız sonsuz katı dinciliğinin at gözlüğü takmada ne kadar başarılı olduğuna örnek olabilir. Bernard Charbonneau bu kapitaizm-komünizm (ve şimdi anarşizmin büyük bir kesimi) ikiz kardeşliği şahane inceler ve ifşa eder.
Bence anarşizm aynı marksizm gibi at gözlüğü olmaya başladı.
İnşallah sizin orası da burası gibi yanmıyordur.
Siz de esen kalın
Sayın 131,
Yine “eylem” ve “eylemsizlik” konularına odaklanmamızın öncelikli olması gerektiğini kanaatindeyim! “130” numaralı metnimi değerlendirdiğinizde daha net göreceksiniz.
Bu arada; yukarıda verdiğimiz onca referans kaynağı (tabii ki bunları gözlemleyip, yazanları) ön plâna çıkararak; sadece “academism” & “the domination of intellectualism (particularly ‘academic intellectualism’)” çemberinde kısılıp kalmadığımızı belirtmek isterim. Bu “çember!”i muazzam şekilde eleştiren kişilerden birkaçı; (sizin de işaret ettiğiniz; Jean Baudrillard), Pierre Bourdieu, Edward Wadie Said, Noam Chomsky veya Arundhati Roy’dur…
“Academic sociologists, who take the sale of labor for granted, understand this alienation of labor as a feeling: the worker’s activity “appears” alien to the worker, it “seems” to be controlled by another. However, any worker can explain to the academic sociologists that the alienation is neither a feeling nor an idea in the worker’s head, but a real fact about the worker’s daily life. The sold activity is in fact alien to the worker; his labor is in fact controlled by its buyer.
In exchange for his sold activity, the worker gets money, the conventionally accepted means of survival in capitalist society. With this money he can buy commodities, things, but he cannot buy back his activity. This reveals a peculiar “gap” in money as the “universal equivalent.” A person can sell commodities for money, and he can buy the same commodities with money. He can sell his living activity for money, but he cannot buy his living activity for money.”
Richard Sennett da (veya bir başkası da) farklı şeyler söylemiyor, farklı saptamalar yapmıyor!
Fredy Perlman’ın 1969 tarihli (yukarıda sizin ilettiğiniz) metnindeki saptamaların,
Veya Bertell Ollman’ın 1970 tarihli metinlerindeki saptamaların,
Veya Richard Sennett’in 1996-98 tarihli metinlerindeki saptamaların;
(kişiler ve saptamalar çeşitlendirilebilir. David Watson’dan tutun David Graeber’e gelin…)
Ana fikri aynı.
İşaret ettiklerinin ekseriyeti aynı.
Uyarılarının ekseriyeti aynı.
(Naçizane) çözüm önerilerinin ekseriyeti aynı…
Peki “eylem” ?
“130” numaralı metnimde:
[…
“eylem” ve “eylemsizlik” tabirlerini kullanırken, “daha çok 1980 öncesi dünya siyasi iklimindeki” kavram ve kurumlardan bahsetmiyorum! Dikkat buyurursanız; “Marxism”, “Leninism”, “Parlamentoculuk” vb. kelimeleri bu sayfada birkaç kez yazdım; ve bu kelimelerin günümüz tezahürleri üzerinde, günümüz “muhalefet anlayışlarını” domine edip etmedikleri üzerinde hiç durmadım. Biraz daha netleşecek olursam; bugün “Marxism”in ve(veya) “Leninism”in yok denecek kadar azaldığını, (o meşhur “reel politik!”e bakacak olursak) Küba’dan Çin’e söyleyebiliriz. Venezuela veya Kuzey Kore örneklerini verecekler çıkarsa; sadece (ve “mazide kalan umutlarına üzülerek!”) geçiniz, derim!…]
diye bir hususu dile getirmiştim.
“Sokaktaki insanın tenine, hayatına pek dokunmuyor!” ibaresini düşerken de “eylem” ile “eylemsizlik”i bugün nasıl anlamalıyız, nasıl düşünmeliyiz, nasıl tahlil etmeliyiz? gibi çeşitlendirme yapmıştım. Ve ardından “Kathrin Hartmann”ın araştırmaları sonucu yazdığı kitabından örnekler aktarmıştım.
[1]
Eğer o meşhur “vanguard party and its activities” konsepti ile;
Never doubt that a small group of thoughtful, committed citizens can change the world. Indeed, it is the only thing that ever has. (Attributed to Margaret Mead)
+
In a decaying society, art, if it is truthful, must also reflect decay. And unless it wants to break faith with its social function, art must show the world as changeable. And help to change it. (Ernst Fischer)
çıkarımlarını bugün yine birbirine karıştırmaya devam ediyorsak;
Sadece “anarşizm” değil, (belki de) hayatın kendisi at gözlüğü olmaya başladı!
[2]
“The Judean People’s Front” veya “The People’s Front of Judea” gibi, yani “amip gibi!” bölünmelere devam ediyorsak;
Sadece “anarşizm” değil, (belki de) hayatın kendisi at gözlüğü olmaya başladı!
“Monty Python’s Life of Brian (1979)”
https://www.youtube.com/watch?v=gb_qHP7VaZE
[3]
[…
Arzu ve iradenin ancak ve ancak efendi arzu ve iradesinin yönlendirmesi ile harekete geçebiliyor olması, diğer bir deyişle otonomisini yitirmiş olması varoluşumuzun bu zamandaki gerçeği hâline gelmiş durumda! Bu yanıyla; “özgürlük” birçoğumuz için oksijenin yeni doğan bebeğin ciğerini yakması gibi bir doğum travması niteliğinde adeta! Bu açıdan bakıldığında Gezi Direnişi’ndeki sınırlı kolektifleşme ve dayanışma deneyiminin aşıladığı yeni ekonomi-politiğin kitlelere yayılmasının ve sürdürülebilir olmasının önündeki en büyük engelin maddi kısıtlardan ziyade; ortaya çıkan bu yeni özgürlük ile ne yapacağımızı çok da bilmememizden kaynaklandığı inancındayım.
Ancak bunu sadece bireysel bir noktadan okumamak gerekir!
Herkesin aynı anda özgürleştiği bir ortamda birey kendininkinin dışında, diğerinin özgürlüğüyle de ne yapacağını bilemiyor! 50 kişilik toplantılarda bile 10. dakikadan sonra bağırış-çağırışların yükselmesi, en basit tartışma kurallarının bile kolayca ihlâl edilebiliyor olması, saatler süren tartışmalardan neredeyse hiçbir karar çıkmaması tam da bu “ne yapacağını bilemememezlik hâli”ne işaret ediyor. Dolayısıyla 11 güne dair temel gereksinimler hızlıca ve umut vaat edici bir şekilde, dayanışma içinde hâlledilebilirken; biraz daha uzak ve geniş erimli kararlar dayanışma modeline dair umutları sekteye uğratabiliyor. “‘Diğeri’ni veya ‘öteki’ni” bir araç olarak görmeye alışmış özneler kendi egolarını dayatmaktan kendilerini alamıyorlar!
…]
Bu saptamanın gerçekliği biraz uzun sürecekmiş gibi gözüküyor! Sadece Türkiye özelinde değil; dünya genelinde…
Örneğin:
(a) “Are you a fox or a wolf? MLK DAY 2015” & “Don’t confuse non-resistance with non-violent resistance!”:
http://occupywallst.org/article/mlk-day-2015-fox-or-wolf/
Mücadelenin ABD ayağı olan “Occupy Wall Street”in aktivistlerinden “Micah White” bile yeni “konsept!”ler üzerinde kafa yormaya başladı:
(b) “What is THE END OF PROTEST?”:
http://occupywallst.org/article/what-is-the-end-of-protest-micah-white/
(c) “Activism in Crisis”:
http://occupywallst.org/article/crisis-within-activism/
(d) “Protest is broken”:
http://occupywallst.org/article/protest-broken-micah-white/
[4]
“İnsan” tekildir, parçalanamaz! Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir. “Co-operation/birlikte çalışmak” ve “communal/birarada yaşamak” eylemlerini tarih boyunca gerçekleştirmiş bir varlıktır. Ne “yapayalnız” bir birey, ne de “bir koyun sürüsü gibi” sosyaldir!
Bu çıkarımı “bir bütün olarak” söylemeyi ve çeşitli platformlarda savunmayı tercih ediyorum.
Çünkü:
Dünya genelinde “libertarian-capitalist!” + “hardcore individualism!” bombardımanı altında olduğumuzdan; sadece “insan tekildir” kısmını ön plânda tutarsam, en başta bu bombardımanı gerçekleştirenlerin ekmeğine yağ süreceğimi iyi bilirim! Bu nedenle; [“İnsan” tekildir, parçalanamaz! Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir. Ne “yapayalnız” bir birey, ne de “bir koyun sürüsü gibi” sosyaldir!] şeklinde iletmeyi tercih ederim.
[5]
“Anarşizm”in çok müşkül durumda olduğu yönünde çıkarımlarınızda yanılıyor olabilirsiniz. Yıllara yayılan tecrübeleriniz, yaşadıklarınız, kitabi kapasiteniz ve benzerleri; sizi bu şekilde düşünmeye sevk ediyor da olabilir. (Bunlar sadece şahsımın tahminidir. Tabii ki görüşleriniz sizi bağlar.)
Ama emin olunuz:
Şu sözü motto edinmiş mücadeleci bir yapı (buna anarşistler de dahil) dünyada hâlâ var:
“Quis custodiet ipsos custodes?”
[Decimus Iunius Iuvenalis (Juvenal); 1st-2nd century]
Bu nedenle o kadar karamsar olmamanızı tavsiye ederiz.
Esen kalın
132’ye kısa bir cevap
130-132 yazılarınızla noktasına vardığımızı düşünüyor, en azından bazı birkaç kavramın daha açık ifadesi gerektiğini hissediyorum.
1. SOKAKTAKİ İNSAN
Son derece soyut SOKAKTAKİ İNSAN lafını sağ, sol, faşist, dinci seçilmeye aday politikacılar;. Kapitalist-burjuvaların aynı sözü kullanıp SOKAKTAKİ İNSAN’ı kurtarmak istekleri sonsuza dek çeşitli ve uzun. Ve zaten aynı “discourse”. Soyut olduğundan her kapıyı açar ve içi boş olduğundan SOKAKTAKİ İNSAN’a “sen doldur, canımı”, der.
Sizin tanımınız ne?
2. EYLEM
Yüzde yüz burjuva kavramı olan EYLEM de öyle. Solcu- marksist-leninist-maoist ve benzeri gerçek ve azılı devrimciler sürekli kullanırlar. Herkes kullanır ve herkes ayrı anlam verir. Hatta anlayan için EYLEM burjuvanın tanımı sayılır. EYLEM burjuvanın tüm düşünür ve eleştiricileri susturmak için kullandığı en büyük önemsizleştirme silahıdır.
Sizin tanımınız ne?
Hoşça kalın
http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/29490620.asp
“132”ye yeni bir cevap.
“132′ye kısa bir cevap” başlıklı yazımı tekrar okuyunca hata ve eksikliklerden dolayı tuhaflığını görüp yeniden yazmaya karar verdim.
==============yenisi===============
130-132 yazılarınızla bir kilitlenme noktasına vardığımızı düşünüyorum. Sanırım buna neden olan iki kavram, SOKAKTAKİ İNSAN ve EYLEM
1. SOKAKTAKİ İNSAN
Son derece soyut SOKAKTAKİ İNSAN lafını sağ, sol, faşist, dinci seçilmeye aday politikacılar sürekli kullanırlar. Kapitalist-burjuvaların SOKAKTAKİ İNSAN’ı kurtarmak istekleri sonsuza dek çeşitli ve uzun. Ve zaten aynı hepsi aynı amaçlı “discourse”. Amaç asker veya taraftar toplama. Soyut olduğundan her kapıyı açar ve içi boş olduğundan SOKAKTAKİ İNSAN’a “sen doldur, canımı”, der.
Sizin tanımınız ne?
2. EYLEM
Yüzde yüz burjuva kavramı olan EYLEM de öyle. Solcu- marksist-leninist-maoist ve benzeri gerçek ve azılı devrimciler sürekli kullanırlar. Herkes kullanır ve herkes ayrı anlam verir. Hatta anlayan için EYLEM burjuvanın tanımı sayılır. EYLEM burjuvanın tüm düşünür ve eleştiricileri susturmak için kullandığı en büyük önemsizleştirme silahıdır.
Sizin tanımınız ne?
Hoşça kalın
NOT: SİTE, METNİN BÜTÜNÜNÜ KABUL ETMEDİĞİNDEN, PARÇALI GÖNDERİLMİŞTİR.
[1. Bölüm]
(Not: Üzerinde görüştüğümüz konu hakkında önemli bir “reel örneği” hatırlattığı için “134”teki anonime teşekkür ederiz.)
Sayın 133 ve 135,
Tam olarak göremediniz mi?
Yoksa;
Kasıtlı olarak görmezden mi geliyorsunuz?
Cevabı bulamadık.
Yukarıda birkaç kez yazdığımızı yineleyelim:
130 ve 132 numaralı metinlerimizde; “daha çok 1980 öncesi dünya siyasi iklimine ait” kavram ve kurumlardan bahsetmediğimizi dile getirmiştik. “Eylem” ve “eylemsizlik” başlıklarıyla ilgili görüşlerimizi açıklarken; ısrarla 1980 sonrası (ama özellikle “2000 sonrası”) döneme vurgu yaptığımızı şimdi açıkça ifade etmiş olalım. (Bu demek değildir ki “tarih”i büsbütün yok sayıyoruz.)
Kilitlenme noktası değil; tam manâsıyla “eylemsizlik” söz konusu!
Birinci sorunuza:
“Sokaktaki insan” kavramını; (en azından sayın Zileli’nin bu sayfasında) soyut manâda kullanmadığımızı belirtiriz. Açıklamanızdaki kişi, taraf, grup, ideoloji, hizip, hareket vb. hayatlarımızın en ince kılcal damarlarına bebekliğimizden itibaren sürekli enjekte ediliyor; “sokaktaki insan”, “lifestyle” gibi kelime ve kavramları dile getirdiğimizde; sanki bir veya birden fazla mevziden savunma yapıyormuşuz gibi bir algının bugün tarihte görülmediği kadar çok yaygın olması (ne yazık ki!) normal kabul ediliyor!
Örneğin; yukarıda “Lacan” ve “Foucault” isimlerini yazdığımızda da; bir veya birden fazla mevzide kendimizi savunmaya aldığımızı, ve o mevzileri korumak için elimizden geleni ardımıza koymayacağımızı düşünmüş olabilirsiniz (bir tahmindir; yanılıyor olabiliriz.) Bu durumu sadece sizin ve bizim, şu internet sayfasında yürüttüğü görüşme çerçevesinde değerlendirmeyiniz. Aynı çizgideki örnekler:
Sayın Zileli’ye “Stalin” konusunda yapılan göndermeler de “mevziyi savunmak” minvalinde uygulanıyor.
Veya özellikle 1940’lardan günümüze; meşhur “Orthodox Marxism’in mevzisi” ve “Revisionist Marxism’in mevzisi” çorbasında hepimizin tecrübe ettiği gibi.
Veya “Adalet ve Kalkınma Partisi” – “Fethullah Gülen cemaati” arasındaki it dalaşında da kimin hangi mevziden olduğu merakla araştırılıyor.
Veya Richard Nixon’ı başkanlık koltuğundan eden süreci hızlandıran dönemecin “Watergate” olup-olmaması, ve hattâ bu skandalı tertipleyenlerin o meşhur “Kripto-Yahudiler’in mevzisi”nden olup-olmamasının bugün bile araştırılıyor oluşu…
Örnekleri çoğaltabiliriz.
“Sokaktaki insan” kim mi? Çok açık (ki aşağıda okuyacaklarınızı siz de çok iyi biliyorsunuz!)
Bakalım şahsınızın “Soyut olduğundan her kapıyı açar ve içi boş olduğundan SOKAKTAKİ İNSAN’a ‘sen doldur, canımı’, der.” yanlış cümlenizin içini doldurabilecek miyiz:
(Not: Niyetimiz sizin yaklaşımlarınızı çürütmek değildir! “Siyah” ve “Beyaz” sarmalında dönmek değildir! Niyetimiz; bakış açılarımızı biraz daha genişletebilmek, kılcal damarlarımıza enjekte edilenlerden bir nebze de olsa kurtulabilmektir!)
SOKAKTAKİ İNSAN;
Kadıköy’deki “bir başka burjuva!” kebap salonunda çalışırken yaz mevsiminin bitişiyle ayrılıp, Ağrı-Patnos’da inşaatı başlayacak ve üç mevsim sürecek TOKİ’lerde beden gücünü satmaya mecbur kalacak, ve bunun sonucunda nur topu gibi bir bel fıtığına sahip olacak insandır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
“Sirkeci İstasyonu” ile “Doğubank” arasında akan insan seli arasında kâğıt mendil ve soğuk su satmaya çalışan “küçük!” insanlardır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
Kınalıada’daki görece konforlu evlerinde köpek, kedi ve benzerlerine hamilik yapan kimselerin, bu varlıklara yiyecek-içecek almak için veya bakımlarını yaptırmak için bir pet-shop’a, bir veterinere gittiklerinde; fiyatların yavaş da olsa arttığını gözlemlediklerinde şaşırmaları olgusu sonucunda başı yanacak, ve “maliyetlerin yükselmesi” sebebiyle bu pet-shop’dan, veterinerden yavaş yavaş kovulacak insanlardır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
Detroit’te $5’a muhtaç hâle getirilen insandır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
Blackpool’da (Lancashire, North West England, United Kingdom) aile içi tacize maruz kaldığı için ağır depresyon yaşayıp “homeless!” statüsü hediye edilmiş, ve ne yazık ki uyuşturucuya alışmış, istasyon giriş ve çıkışlarında, havalimanı gate’lerinde gelen-gidenlerden para istemeye mecbur bırakılan insandır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
İzmir’deki “D&R” mağazalarında artık hiçbir zaman satılmayacak olan David Watson, Fredy Perlman, Arundhati Roy, Terry Eagleton veya Muzaffer Sarısülük’ün kitaplarından haberleri olamayacak, hayata asgari ücretle tutunmaya çabalayan, turuncu-mavi karışımı “lacoste!” t-shirt giymeye mecbur bırakılan, 35 dakikada bir 1 dal sigara içmek ve WC’ye gitmek hakları olan insanlardır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
Yukarıdaki t-shirt’i üreten Bangladeş’teki bir “merdiven altı!” fabrikada, ense kısmına diktiği; kumaş cinsini, yıkama prosedürünü ve beden ölçüsünü gösteren etiketin arkasına “Please! Help me!” yazarak boğazı yırtılırcasına çığlık atan insanlardır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
Modernitenin bir başka patlaması sonrası, Tianjin’den Hong Kong’a taşınmaya mecbur bırakılan 40 yıllık bir lokanta sahibi insandır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
“Batı tipi parlamentoculuk!” zihniyetinin yerleşmesi için mücadele eden “Umbrella Movement”a mensup, “Çin Komünist Partisi parlamentosu!” tarafından biber gazı yemesi sonucunda, Hong Kong’a taşınmaya mecbur bırakılan yukarıdaki insanın güç-bela açabildiği lokantasına sığınmaya mecbur bırakılan öğrenci-insandır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
Kraliçe Madonna’nın “Raising Malawi” isimli “sosyal sorumluluk projesi!” çerçevesinde bölgeye yaptığı ziyaretlerde; gülümseye gülümseye, zıplaya zıplaya kameralara, fotoğraf makinelerine poz vermeye çabalayan, ve bu pozlar verildikten sonra New York, Frankfurt, Liverpool, Moskova, Tokyo veya Cihangir’den bazı “instagram” kullanıcılarından “like” alan “küçük!” insanlardır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
Tayvan’da ve Çin “Halk!” Cumhuriyeti’nin güneyinde; “Apple”larımıza, “Samsung”larımıza, “Lenovo”larımıza, “ASUS”larımıza, “Dell”lerimize, “Acer”larımıza, “Sony”lerimize”, “HTC”lerimize, “LG”lerimize, “Huawei”lerimize, “OnePlus”larımıza, “Hewlett-Packard”larımıza üretim yapan “Foxconn” fabrikalarında intihar eden yüzlerce (bazı verilere göre “binlerce”!) insandır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
“Atanamayan!” öğretmen-insanlarla omuz omuza mücadele YÜRÜTMEYEN “emekli!” öğretmen-insanlardır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
“Diktatöryel akademisyenlik hiyerarşisi”ni tırmanmaya mecbur bırakılan “research assistant”-insandır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
Mayıs 2015’te; “Renault”, “TOFAŞ-Fiat”, “Coşkunöz”, “Valeo”, “Ficosa”, “Delphi”, “Yazaki”, “Aunde”, “Lear”, “Mako”, “Maysan Mando”, “AB Rotech”, “SKT”, “Ototrim”, “Farba”, “Tredin”, “Diniz Johnson Controls”, “Beyçelik-Gestamp”, “Borçelik”, “Borusan”, “Borusan-Mannesmann”, “Ford-Otosan”, “Arçelik LG”, “BSH Çerkezköy” ve yüzbinlerce “şirketokraside!” sömürülen, ve “EYLEMLERİ!”; “Türk Metal Sendikası”, “Birleşik Metal İşçileri Sendikası” ve “Çelik-İş Sendikası” üçlüsü arasında boğulmak istenen insanlardır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
Artvin, Giresun, Gümüşhane, Bayburt, Trabzon, Rize, Ordu ve Samsun’da 600 kilometrelik alana yayılan Doğu Karadeniz’deki yaylaların birbirine bağlanmasıyla bir “doğa cinayeti” olan “Yeşil Yol projesi”nde hayatlarını kaybetmesi muhtemel fidan, ağaç, dere, çay, kaplumbağa, sansar, atmaca, keklik, ayı, bıldırcın, tırtıl, kelebek, menekşe, kirpi, sincap ve binlerce türü gündeme getirerek “bir yudum hayat!” için mücadele eden insanlardır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
“Burjuva Avrupa’da!” daha iyi bir hayata kavuşacağını zanneden, daha çok Yunanistan ve İtalya açıklarında hayatını kaybeden, “kaçak!” statüsü hediye edilmiş, insanlardır!
SOKAKTAKİ İNSAN; okuyacağınız haberdeki “gerçekliktir”:
Yunanistan’daki ekonomik ve sosyal kriz, uluslararası medyaya daha çok “Atina – Kreditörler” eksenindeki gelişmeler ışığında ve diplomatik boyutlarıyla yansıdı. Oysa ülkede ekonomik krizin yarattığı büyük bir toplumsal bunalım yaşanıyor! Sputnik’ten Nikolaos Stelya’ya konuşan üç seks işçisi, ülkedeki krizin görünmeyen yüzünü anlatıyor.
2009-2010’da Yunanistan’ın ana gündem maddesine dönüşen ekonomik kriz beraberinde toplumsal çöküşü de getirdi. Milyonlarca insan birkaç ay içerisinde yaşam ve iş standartlarının düşüşü ile ülke geneline yayılan umutsuzluğa tanık oldu. Son 5 yılda milyonlarca insan işsizlikle tanıştı. Evli çiftler geçim derdine düşerken, gençler temel gıda maddelerini sağlamakta bile ciddi sıkıntılar çekmeye başladı!
Böylesi bir kriz ortamında, fuhuş Yunanistan’ın genelinde yükselişe geçti!
DEVLETİN OLANAKLARI YOK
Daralan ekonomik kaynaklar nedeniyle, ülkede fuhuşu masaya yatıran akademik, bilimsel çalışmalar yok denecek kadar az. Devlet bu konuda suskunluğunu korurken, Sağlık Bakanlığı genellikle seçim dönemlerinde cinsel sağlığı ilgilendiren bazı çalışmalar yapmakla yetiniyor.
İşgücündeki ve maaşlardaki kısıtlamalar nedeniyle şu anda devletin, fuhuş gibi çok boyutlu bir olguyu ele alabilecek yeterli kadrosu ve altyapısı yok.
TRANS BİREY VASİA: “İLK TECRÜBELERİM KORKUNÇTU!”
Ekonomik krizin patlamasından hemen önce Atina Politeknik Üniversitesi’nde okuyan Vasia 29 yaşında trans bir birey. Krizin hemen ardından Trikala bölgesi civarında bir köyde yaşayan ailesi büyük zorluklarla yüzyüze geldi. Önce ailenin çiftliği kapandı sonrasında ise ailenin tümü işsizlik kabusuyla tanıştı. O dönemde, ailenin Vasia’ya gönderdiği harçlıklar aniden kesildi.
Atina’da tek başına ve parasız kalan Vasia, trans bir birey olarak olumlu karşılanmayacağını bildiğinden köyüne geri dönmeyi seçmedi. Atina’da her şeye rağmen özgür bir ortam vardı.
Sputnik’e konuşan Vasia, 2011 yazında bir trans arkadaşının teklifi üzerine fuhuşa başladığını anlattı: “İlk tecrübelerim korkunçtu! Saldırılara, kötü muamelelere maruz kaldım. Polis şiddetiyle yüzleştim. Buna karşın her gece elde etmeye başladığım gelir beni bugüne dek ayakta tutabildi” diyen Vasia, 2011’den bu yana hayatını bu şekilde sürdürdüğünü söyledi!
“AŞIRI SAĞCI BİR GRUBUN SALDIRISINA MARUZ KALDIK!”
Ancak Atina’da da hayat bir trans birey için kolay değil; birkaç gün önce Vasia birkaç arkadaşı ile beraber aşırı sağcı bir grubun saldırısına maruz kaldı ve polise başvurduğunda, kendisine; kadro yetersizliği ve maaş kesintilerinden dolayı saldırı hakkında bir şey yapılamayacağı söylendi!
EVLİ ve İKİ ÇOCUK ANNESİ “K.”:
“ÇOCUKLARIM AÇLIKTAN BAYILIYORDU!”
“Bugüne dek basına hiç konuşmadım. Lütfen ismimi açığa vurmayın!” Bu çekingen ifadelerle sözlerine başlayan K. kendi öyküsünü şöyle özetledi: “2010’da dönemin Başbakanı Yorgo Papandreu’nun ünlü Kastelorizo açıklamasını televizyondan seyrederken eşimin çalıştığı şirket iflas etti! Eşimin işini kaybetmesiyle beraber evimizin kirasını ödeyemez duruma geldik. Bir markette çalışıyordum ve yevmiyem sadece temel gıda maddelerine yetiyordu. İlkokul ve ortaokuldaki çocuklarımın harçlıklarını bile ödeyebilecek durumda değildik artık!”
Gözyaşlarını gizlemeyen K. sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Bir gün hali vakti yerinde olan bir komşumla durumumu paylaştım. Kendisinden destekleyici ve cesaretlendirici sözler beklerken; fuhuş yapmamı önerdi! Eşinin evde bulunmayışını fırsat bilip, kendisiyle ‘güzel vakit geçirmem şartıyla’ aileme ekonomik açıdan destek olabileceğini söyledi! İlk etapta bu teklifi geri çevirdim. Ancak bir-iki ay sonra boyun eğmek zorunda kaldım! Zira eşimin ve ailemin durumu kötüleşmeye başlamıştı. Eşim kendisini içkiye verirken, sofradaki zorunlu kesintilerden dolayı çocuklarım açlıkla tanıştı. Bir keresinde açlıktan okullarında bayıldıkları bile oldu! Bu dram yüzünden ilkin komşumun teklifini kabul ettim. Sonrasındaysa bir-iki gazeteye ve internet sitesine koyduğum ilanlarla müşteri aramaya başladım!”
“HER YAŞ ve SINIFTAN İNSAN…”
Kriz öncesinde, fuhuşun yabancı kadınlar ve mafya ile anıldığını söyleyen K. krizden sonra, her sınıftan ve yaştan insanın fuhuşa itildiğini söyledi!
19 YAŞINDAKİ ANNA: “HER ŞEYE RAĞMEN HAYALLERİM VAR!”
Annesini genç yaşta kanserden kaybeden, babasını hiç tanımayan, Girit’te büyükannesi ve büyükbabasının yanında büyüyen Anna ise liseyi zorlukla bitirmiş. Lise yıllarında, birkaç arkadaşının ısrarı sonucunda, Girit’in bazı bölgelerinde faaliyet gösteren, seks işçilerinin sömürüsünden büyük kazançlar elde eden biriyle tanıştığında hayatı değişmiş!
Anna yaşadıklarını şöyle anlattı: “Öncesinde bir tür oyun ya da macera olarak yaklaştım. Sonrasındaysa, 50’li ve 60’lı yaşlardaki insanlarla tanıştığımda durumun ciddiyetini kavradım! Maruz kaldığım şiddet işin cabasıydı! Tüm bunlara rağmen kriz ortamında elde ettiğim kazanç küçümsenemez. Bunun için şimdilik psikolojik açıdan ayakta kalmaya çalışıyorum!”
“YUNAN GENÇLİĞİNİN CEBİNDE SADECE ‘AVRUPA PASAPORTU’ KALDI!”
Anna tüm zorluklara ve yetersizliklere rağmen hayallerinden vazgeçmemiş. Yakın gelecekte küçük bir birikim sağlayabilirse, İtalya’ya gitmek istiyor. Bunun için kazandığı parayla, İtalyanca dersleri alıyor. İtalya’da psikoloji alanında lisans eğitimi almak istediğini söyleyen Anna’ya göre; “Şimdilik, Yunanistan gençliğinin cebinde sadece ‘Avrupa pasaportu’ kaldı!”
http://odatv.com/n.php?n=cocugum-acliktan-bayilinca-fuhusa-basladim-1408151200
SOKAKTAKİ İNSAN;
28 Ekim 2014’te “ERMENEK maden cinayeti” ile hayatını kaybeden insanlardır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
7 Eylül 2014’te “MECİDİYEKÖY-Quasar İnşaat’teki asansör cinayeti” ile hayatını kaybeden insanlardır!
SOKAKTAKİ İNSAN;
13 Mayıs 2014’te “SOMA maden cinayeti” ile hayatını kaybeden insanlardır!
Fakat sokaktaki insan; “Lloyd Craig Blankfein” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “James P. Gorman” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Klaus Martin Schwab” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “John McFarlane” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Douglas Jardine Flint” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Axel A. Weber” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Paul Achleitner” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Jean Lemierre” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Federico Ghizzoni” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Dennis M. Nally” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Punit Renjen” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “John B. Veihmeyer” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Mark A. Weinberger” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Ahmet Muhtar Kent” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Indra Nooyi” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Sundar Pichai” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Tim Cook” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Oh-Hyun Kwon” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Satya Nadella” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Gregory R. Page” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Donald John Trump” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Charles de Ganahl ve David Hamilton Koch” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Fred DeLuca” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Alexandre Behring da Costa” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Andrew James McKenna” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Gregory B. Penner” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Roman Abramovich” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Mukesh ve Anil Ambani” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Jack Ma (veya ‘Ma Yun’)” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Jeff Bezos” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Jack Dorsey” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Ratan Tata” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Mustafa Koç” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Güler Sabancı” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Ferit Şahenk” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Ümit Nazlı Boyner” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Bülent Eczacıbaşı” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Ahmet Nazif Zorlu” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Şarık Tara” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Arzuhan Doğan Yalçındağ” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “İzzet Garih” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Hakan Ateş” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Ersin Özince” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Turgay Ciner” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Ahmet Çalık” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Murat Ülker” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Firuz Kanatlı” değildir!
Fakat sokaktaki insan; “Cansen Başaran-Symes” değildir!…
Örnekler çoğaltılabilir…
“130” numaralı metnimizde aktardığımız;
[“Eylem” ve “eylemsizlik” tabirlerine son kez dönecek olursam:
Yukarıda yürüttüğümüz yazışmaların ekseriyeti (ne yazık ki!) “sokaktaki insanın tenine, hayatına pek dokunmuyor!” Burada “sokaktaki insan” derken; en öz hâliyle, hiç bir “political correctness” saçmalığına yer vermeden haykırıyorum!]
ifademiz ile uyarımızı daha da pekiştirmek için; yukarıda yazdığımız örnekleri daha net görebildiğinize şimdi inanmak istiyoruz!
Hâlâ “discourse” demeye devam edecekseniz; kusura bakmayın bu kelime “sokaktaki insanın tenine, hayatına pek dokunmuyor!”
Hâlâ “amaç asker veya taraftar toplamak” demeye devam edecekseniz; kusura bakmayın bu ifadeniz “sokaktaki insanın tenine, hayatına pek dokunmuyor!”
[2. Bölüm]
İkinci sorunuza:
Bu metnin başındaki “Tam olarak göremediniz mi?” ile başlayıp; “Kilitlenme noktası değil; tam manâsıyla ‘eylemsizlik’ söz konusu!” cümlemize kadar yazdıklarımızı tekrar okuyunuz.
“Yüzde yüz burjuva kavramı olan EYLEM de öyle. Solcu- marksist-leninist-maoist ve benzeri gerçek ve azılı devrimciler sürekli kullanırlar. Herkes kullanır ve herkes ayrı anlam verir. Hatta anlayan için EYLEM burjuvanın tanımı sayılır. EYLEM burjuvanın tüm düşünür ve eleştiricileri susturmak için kullandığı en büyük önemsizleştirme silahıdır.” açıklamanız da ne yazık ki yanlış! (Not: Niyetimiz sizin yaklaşımlarınızı çürütmek değildir! “Siyah” ve “Beyaz” sarmalında dönmek değildir! Niyetimiz; bakış açılarımızı biraz daha genişletebilmek, kılcal damarlarımıza enjekte edilenlerden bir nebze de olsa kurtulabilmektir!)
Eğer “daha çok 1980 öncesi dünya siyasi iklimine ait” kavram ve kurumlar üzerine yazışmakta ısrarcıysanız; yukarıdaki paragrafta tırnak içindeki açıklamanızın büyük bölümüne katılıyor, haykırışınızı destekliyoruz. Ama 1980 sonrası (özellikle “2000 sonrası”) döneme vurgu yaptığımızı bir kez daha hatırlatalım!
(1)
Kapitalist modernleşmenin şafağı…
“Mülksüzleştirmek” ve “işçileştirmek” pratiklerine karşı direnenlerin tarihi!
Çitlemelere, üretimin makineleşmesine, yoğun “köle emeği” kullanımına karşı;
Efsanelerden, mitolojik figürlerden, kehanetlerden beslenen,
Kapitalist üretimin tahakkümüne girmeyi reddeden,
Ve en önemlisi de;
“Ortak olandan yoksun bırakılmaya” ve “değersizleştirilmeye” meydan okuyan bir başkaldırı tarihi!
Proleter isyanların; en doğrudan, en tehditkâr ve ilk küresel biçiminin;
“Makine Kırıcılar!”ın gerçek öyküsü:
“Sanayi Devrimi”nden sonra özellikle İngiltere’de 19. yy’ın ortalarına doğru; el yordamıyla geçimini sağlayan küçük tekstil atölyeleri bir bir kapanmaya başlar.
Buharla çalışan devasa makineler, “fabrika” denen geniş kompleksler içinde kurulmaya başlayınca; bu tekstil atölyesi sahipleri ve onların yanında çalışanlar “ekmeğimizle oynuyorsunuz” diyerek fabrikaları basar. Yepyeni teknoloji ile çalışan dokuma ve envaiçeşit tezgâhı parçalar.
Bu kişilere, o dönemde (tahmini tarih; 1779-1811 arasında) bu makineleri kıran ilk kişi olması sebebiyle “Ned Ludd (Edward Ludlam)” isminden türetilmiş “Luddites – Luddit’in takipçileri” ismi verilir.
Bu olay büyüyerek diğer sektörleri de kapsayacak şekilde bir tür greve evrilir. Fransa’da 1789’da yaşanan ihtilâlin bir değişik versiyonu İngiltere’nin de başına çatmasın diye “hükümet” ve “büyük sermaye sahipleri” biraraya gelerek, toplumda ara ara tsunami kadar yükselen muhalefet dalgalarını dizginleyebilmek için, onların temsilcileri ile masaya oturmak zorunda kalır.
Ve bu masadan çıkan kararlar ile, şu anda, 21. yy’da, Ağustos 2015 itibariyle dünya çapında devam etmekte olan “çalışma hayatı” genel kurallarının ilk adımları atılır:
Sendikaların kurulmasına ve objektif bir şekilde emekçinin hakkını gözetmesine,
“Sosyal sigorta”, “sağlık-sigorta-süreklilik için bir resmi güvenlik kurumu” ve “emeklilik sistemi”nin kurulmasına,
Günlük çalışma süresinin 8 saatten fazla olmamasına,
Günlük-haftalık-aylık-yıllık periyotlar hâlinde “dinlenme & tatil süreleri”nin ortak karar alınarak belirlenmesine,
“Meslekleşme” ve “uzmanlaşma”nın bir an önce yaygınlaşması için gerekli tüm kararların alınmasına,
(…)
sayabileceğimiz diğer tüm değerler.
Kitap: Makine Kırıcılık “Ned Ludd ve Queen Mab”
Yazan: Peter Linebaugh
Çeviren: Deniz Esen
Yayınevi: Otonom Yayıncılık
Adres:
bit.ly/1hgokee
(2)
Aşağıda okuyacağınızın gerçekte yaşanmış olup-olmadığına dair kanıt yok. Fakat günümüzde (daha çok ABD sınırları içinde) bir nasihat gibi anlatılmaya devam ediliyor:
1950’lerde ABD-Cleveland’da “Ford”un tesislerini; şirketin kurucusu Henry Ford’un torunu “Henry Ford II”nin ev sahipliğinde gezmekte olan “Otomotiv Sanayi Çalışanları Sendikası” başkanı “Walter Philip Reuther” arasında bir konuşma geçer.
Tesisin ortalarına yaklaştıklarında; Henry Ford II, W.P.Reuther’ı yeni teknoloji ile donattıkları üretim bandının başına getirir ve sinsi bir ses tonuyla ona sorar:
“Sayın Reuther, siz de kendi gözlerinizle gördünüz; çağ artık makinelerin çağı!
Şu robotik kollara bakar mısınız ?! Bir insan koluyla kıyaslayacak olursak; ne kadar da maharetli çalışıyorlar değil mi!
Aslında ben bir şeyi merak ediyorum:
Lütfen bana söyler misiniz;
(Eliyle alaylı bir şekilde makineleri işaret ederek)
Sendikanıza topladığınız aylık aidatları bu vakitten sonra nasıl toplamayı düşünüyorsunuz ?!”
Reuther, istifini hiç bozmadan aynı alaycı ses tonuyla cevap verir:
“Bay Henry, peki siz bu üretim bandından çıkardığınız otomobilleri nasıl satmayı planlıyorsunuz ?!
Arabalarınızı bu makineler satın almayacak herhâlde; değil mi bay Henry ?!
Bir şeyi asla aklınızdan çıkarmayın bay Henry:
Siz yepyeni teknolojileri tesislerinize kurarak, üretim maliyetlerinizi her geçen gün azaltarak arabalarınızı üretiyor olabilirsiniz.
Ama unutmayın;
‘Tüketici’ dediğimiz ‘insanlar’ hâlâ o eski yöntemle, yani bir erkekle bir dişinin biraraya gelmesiyle üretiliyor!
Her ay bir önceki aya göre,
Her yıl bir önceki yıla göre,
Veya her ‘beş-yıl’ bir önceki ‘beş-yıl’a göre gibi zaman dilimleri üzerine bir değerlendirmede bulunursanız;
Eline daha az maaş geçen bir tüketici, eğer gelirini arttıramazsa,
Sizin ‘yepyeni teknoloji’ ile donatılmış, ‘robotik kollarla üretilen’ son model arabanızı da almayacaktır !”
der ve her ikisi de kahkaha atarak tesisin geri kalanını gezmeye devam ederler!
Kaynak:
Kasım 2011
The Economist: “Artificial intelligence – Difference Engine: Luddite legacy”
Adres:
econ.st/syGalm
Şimdi tekrar tekrar düşünmek zorundayız:
“Robotik Kollar” araba satın alabilir mi !?
Yoksa;
Arabayı “insan” mı satın alır !?
“Eylem” ve “eylemsizlik” kelimeleri bunun neresinde !!!???
“Şiddete başvurmayan ‘doğrudan eylem’;
Yaratmayı amaçladığı ‘bunalım ve gerilim’ yoluyla,
Müzakere masasına oturmaya inatla yanaşmayan toplumu kılcal damarlarına işlemiş sorunla nihayet yüzyüze gelmeye zorlar!
Sorunu daha fazla göz ardı edilemeyecek biçimde dramatik duruma sokar!
Acı tecrübelerimizden biliyoruz ki:
Ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler;
Ezilenlerin özgürlüğü kendi elleriyle alması gerekir!”
Martin Luther King, Jr.
ABD-Birmingham hapishanesi
16 Nisan 1963
http://abacus.bates.edu/admin/offices/dos/mlk/letter.html
“We won’t fight another rich man’s war!!!”
http://oldtimewallpapers.com/en/people/original_9280_We-won-t-fight-another-rich-mans-war.html
Esen kalın
136’yaçok kısa bir cevap.
Uyarı: yine dediklerinizi büyük harflerle tekrarladım ve ek olarak bu defa kendimin çok derinden düşünüp inandıklarımı üç yıldız (***) arasına aldım.
KASITLI OLARAK GÖRMEZDEN MI GELIYORSUNUZ?
Yazışmalarımızda ve özellikle uzun olduklarından söylediklerinizin hepsine tam veya tatmin edici cevaplar verememiş olabilirim ama görmemezlikten gelmeyi hiç yapmadım. Kaldı ki 134 hiç bir açıklama yapmadığından bizim konuyla ilgili olduğunu tahmin bile etmedim. Ve zaten doğrusu İnterneti kullanışım oldukça kısıtlı (genellikle, sözlük, ansiklopedi ve özel bilgi, email).
134’dekini hatırlatmanız üzerine okudum. Daha sonra belki ayrıntılı bir yorum yaparım. Devlet beni liseden sonra ABD’ye göndermişti ve ilk dikkatimi çekenlerden biri bu teknolojide ilerlemiş ülkede eğitimin gizemsizleştirilmiş olmasıydı. Kişiler iş yerlerine hazırlanıyor, ve benim açımdan en önemlisi, öğrencilere genelde disiplinli ve özellikle iş yerinde disiplinli olmaları aşılanıyordu. Hatta 1968’de Fransız öğrencilerin isteklerinden biri kendi üniversitelerinin de ABD gibi mesleğe hazırlanmada yoğunlaşmalarıydı. Bence bu adamın dediği daha çok iş ve işçi pazarındaki dengesizlik. Ben çocukken (12-14 arası, yazın, Diyarbakır’da) bir meydana sabah saat 5-6’da kara yollarında çalışmak için işçi toplayan kamyon gelirdi ve aramızdan o gün çalışmak için bazılarımızı toplarlardı. Bu büyük adamın dediğini o zamana uydurursam, gecekondu anneleri yeteri kadar kuvvetli çocuk doğurmuyorlar der gibi bir şey oluyor. Ama unuttuğu bir şey var. Eğitim ve üniversitelerin de, kendi şirketi gibi, artık büyük bir endüstri olup kar peşinde koştukları. Galiba nasıl, zenginin parası fakirin çenesini gevşetirse, büyük konuşan büyüklerin lafları küçüklerin küçük beyinlerini gevşetiyor.
İlk önce tekrarladığınız iki konu.
KILITLENME NOKTASI DEĞIL; TAM MANÂSIYLA “EYLEMSIZLIK” SÖZ KONUSU!
ve
SOKAKTAKI INSAN (benden ek değme)
Ben bu iki kavramın, çeşitli ifade edilse de, tarihte sık sık kullanıldığını düşünerek tanımları yapılmadığından veya örneklerle somutlaştırılmayışından kilitlenme noktasına geldiğimizi demek istedim.
İlk önce tarihte rastladığım bu iki kavramdan benim anladığım şeklini aşırı kaba ve kısa bir girişle aktarmak isterim. Doğal olarak bu, genel ve tarihi olacağından eylem ve sokaktaki insan iç içe olacak ve hatta noksanlıklarla dolu bile olabilir.
Son 5 yüzyıl dünyaya yayılan ve egemen olan kapitalizmin bir bunalım içinde olduğuna inanıyorum. Ucuz emekçi bulma (kırdan kentlere akışın hemen hemen sona ermesi, örgütlenmemiş yerlere taşınma, …vb. durumlardan yararlanma) güçlüğü; çevreye yaptıkları zararların masraflarını ödemeye zorlanmaları; vergi sorunu; vb. Bu ekonomik yanı. Siyasi tarafta 1789, 1848, 1918 devrimleri ve 1968 devrim girişimi var. 1848 1789’un yetersizlik ve başarısızlığını; 1968 de 1918 yetersizlik ve başarısızlığını açığa vurdu. Ve hepsi başta Avrupa-ABD ve zamanla dünya sokaktaki insanları üzerinde derin etkiler yaptı. Zengin-güçlü ile fakir-güçsüz arasındaki farkı azaltma umutları veren egemen üç siyasi ideolojiler olan liberalizm, sosyalizm veya komünizm, üçüncü dünya gelişme modelleri sokaktaki insanlar açısından sadece başarısız kalmadı, fark daha da arttı, sokaktaki insanların devletlere güvenleri azaldı.
Sokaktaki insanlar, sizin sıraladıklarınızın da gösterdiği gibi değişik kıtalardan, ülkelerden, farklı dil, din, kütürlerden oluşur. Tek ortak tarafları güçsüz, örgütsüz, birleşik bir eylemden yoksun oluşları. Geleneksel olarak ve özellikle liberalizmin egemen olduğu ülkelerde toplu güçlerini devlet dışı örgütler aracılığıyla veya devlette yer alan temsilcileriyle siyasi alanda gerçekleştirip ekonomik ve sosyal yaşamlarındaki isteklerini elde ettiler. Bu yararlı oldu ama aynı zamanda sokaktaki insanı uslu ve sabırlı olmaya alıştırdı. Bu konular birçok düşünürler tarafından incelendi ve sizin bunları bildiğinizden eminim.
Sokaktaki insanların şu an yaşamalarında yer alanlar şiddet, zorbalık, uyuşturucu maddeler ve ticareti, azınlık, etnik ve din faklarından doğan savaş ve çatışmalar, silahların, özellikle biyolojik, atomik ve benzeri silahların sadece devletler tarafından değil devlet dışı grupların bile çok daha kolayca ele geçirebilmeleri, … Bunlar korku, güvensizlik, kendi ve çocuklarının geleceklerinden emin olamama endişesi yaratmakta.
Üstelik hem devletler zayıfladılar hem de bu güçsüzlüklerinden dolayı mafya benzeri örgütlerle beraber çalışmaktalar.
Geleneksel olarak sokaktaki insanın bu korku karşısında eskiden kendini koruyacağına güvenebildiği devlet ve devlet kurumlarına güveni son derece azaldı.
Bu girişi terk edip esas konuma dönmeden önce bir şey daha eklemek isterim.
Monty Python’dan alıntı iç açıcı değil ve biraz da (hatta belki haklı da olsa) alaycı. Yalnız yukarıdaki aşırı kaba özet ve yazdıklarınız durumun çok taraflı tartışma, tereddüt, bireşim (sentez) bulma ümitlerine sürüklediği de bir gerçek. Bu çeşit durumlar sadece yukarıda sözünü ettiğim devirlerde değil, devrimle sonuçlanmayan ama insanları etkileyen çok sayıda çağlarda da oldu.
*** Ama bu arada kendi ön yargımı da eklemek isterim: son 7-10 bin yıl içinde tarihçiler tarafından karanlık, bilinmeyen, kayıtlardan yoksun, tarihe “çıkmamış”, ve benzeri laflar edildiğinde; daha önce en az 2 milyon yıl hakkında bildiklerimiz çok az denildiğinde, ben anarşi yaşandığına düşünüyorum. Özgür cemiyetlerde tarih olmaz, hatırlayanlar olur, öz geçmişler olur. Hatta şimdi bile halk arasındaki atasözleri, fıkralar, efsaneler, masallar, türküler bu çeşit bilgilere işaret eder.***
*** Ben (özellikle her şeyi değere çevirmesinden ve sonsuz birikim inancından ötürü) kapitalizmin; endüstrinin, teknolojinin, okulun, yazının; özellikle tek ve tek nicelik dilini anladığından ötürü modern bilim ve tekniğin; tüm yaşamı yok etme yolunda olduğu gibi yaşamı imgeye çevirmede ve insanları insanlıktan aşırı uzaklaştırdığı fikrindeyim.***
Bu yukarıdaki ne bir ideoloji ne de bir katı akide. Sadece içinde bulunduğumuz duruma ışık tutabilecek bir tutum olduğuna inanmak.
Yeni kapitalizm, yeni teknoloji, yeni ideolojilerle dünyanın herkes için bir cennet olacağını, olmazsa başka gezegenlere gidip yeniden başlamalar ve benzerlerini ileri sürenler de var ve biliyorum. Daha da kötüsü, her türlü tersini gösteren durumlara rağmen buna sokaktaki insanlar da dahil çok sayıda inananlar olduğunu da görüyorum. Bu iyimserlik kötümserlik değil. Gerçekleri görmek başka, iyimser veya kötümser olmak başka. Son derece iyimserlerin son derece kötümser algı, inceleme ve çözümlemelerine sonsuz sayıda rastladım.
Şimdi de bu bağlam içinde, bu düşünceme benzer guruplarla yakınlığım, eylemler, sokaktaki insanlara değmeler.
6 yıl ekolojik bahçesinde sebze ve meyve yetiştiren ve dört gün açık pazarda satışını yaptığımız bir İsviçreli ile çalıştım. Sebzenin en bol, en lezzetli, en ucuz olduğu yaz mevsimi tatile gitme çılgınlığına rastladığı için masrafları karşılamak imkansızlaşırdı. (Hatta şu an daha önce okuduğum bu eğlence ve tatil konusunu 1850-1960 yılları arasında inceleyen şahane bir tarih kitabını tekrar okuyorum. Önce insanları çalışma hayatını düzene soktular, ardından eğlence hayatlarını düzene sokma geldi.) Üstelik büyük mağazalar da aynı ürünleri ve daha ucuza satmaya başladı ve gittikçe arttırdı. Arkadaş önce bahçesini kaybetti ve sonra kamyonu bozulunca iflas etti. İnsanlara değme açısından müşterilerle kimyasal maddelerle dolu yiyeceklerin, türlü hastalıklara yol açıp tıp, sağlık sigortası, ilaç fabrikaları, doktorları zenginleştirdiğini ve onlardan uzak durmayı konuşurduk. Diğer yandan yukarıda sözünü ettiğim egemen güçler ve düşüncelerin her pahasına yaşama son vermeye azimli olduklarını ikna edici örnek ve olaylara işaret ederdik. Eksikler anlatmayla bitmez ama en önemlisi ilişkilerin tamamıyla kapitalist bağlar (kiralar, vergi, enerji ve su, ve diğer masraflar) içinde oluşu ve dolayısıyla paraya dayanmasıydı. Beden ve fiziksel ağır işleri anlatmayı gereksiz buluyorum. Zaten bence bu kendi başına bir konu olabilir. Arkadaşımın anarşistlik bilgisi adını duymuş olmasıydı. Son derece cömert, dürüst, satmaktan çok müşterilerle konuşmayı severdi. Fakirlere büyük indirimler yaptığımı biler, gülerdi. Kendisi fakirler mahallesinde yaşardı. Ve şimdi boğazına kadar borç içinde.
Yukarıdaki yıldızlar içinde yazdıklarımı sokaktaki insanlarla paylaştığımda, kötümserlik görenler, zamanımızın tarihte en iyi devir olduğunu savunanlar var. Yıldızlar arasında yazdıklarıma çok sayıda katılanlar da var. Ama ne yazık ki, ve bence haklı olarak, ifade edilen çaresizlik hissi. Düşman öyle küçümsenecek bir düşman değil.
Daha sonra aynı işi yapan diğer bir grupla çalıştım ve çalışıyorum. Hem bahçede hem pazarda çalışanların hepsi aynı saat ücreti alırlar. Ayda bir yapılan toplantılarda kişiler çalışma gün ve saatlerini seçerler. Sokaktakilere değme yukarıdaki gibi ve eksiklikler de öyle. Bu arkadaşların da anarşistlik bilgileri kulak dolgunluğu. Ama kötümserlik konusuna değindiği için bir örnek vermek isterim. Benim eleştiriciliğimi kötümserlik diye yorumlayan bir arkadaş müşteriye yiyecek satarken, bana insanlara inancım olmadığımı söyledi.
Bir de, daha çok fikir alanında katıldığım iki aylık gazete var. Bu aylıklar, yukarıdaki sıraladığım dünyayı yok etme eylem, düşünce, inanışları ve çılgın tüketimi eleştirirler. İlhamlarını çok beğendiğim Ellul, Illich, Charbonneau, Rehnema, Sahlins, Stanley Diamond, G. Anders, H. Welzer, S. Butler, Luddites, Roszak, D. Macdonald, ve saymayla bitmez yazar ve düşünürlerden alırlar. Biri İsviçre’de ve adı “Moins!”, diğeri Fransa’da ve adı “Décroissance”. “Moins!” değişik şehirlerde toplantılar yapıp bu fikirleri tartışma, yayma ve sokaktaki insanlara ulaştırmaya çalışır. Buraya geldiklerinde hep sorarım ve cevap hep aynı: çok az kişiler ve genellikle sadece yaşlılar ilgi gösteriyorlar. Tabii bunun türlü yorumları var. Sokaktaki insanlara erişememenin bir nedeni, bu aylık pek satılmadığından dergi, gazete ve benzerlerini tekelinde tutan firmanın bayilere dağıtmaması.
Benim eylemim bu ve insanlara değinmem bu. Ne birine ne de diğerine soyut tanım verecek gücüm var.
Eğer yanılmıyorsam siz daha çok eylemi eylem eksikliğiyle, insana değmeyi insana değmemekle, yani olumsuz açıdan ifade ettiğiniz için sizin ne demek istediğinizi, hangi eylemlerde bulunduğunuzu ve sokaktaki insanlara nasıl değindiğinizi öğrenmek istedim.
Burada daha önce biraz değiştirerek aktardığım Kundera’dan alıntımı açıklamak da isterim. Çok kısa olacak.
1953 Doğu Almanya, 1956 Polonya ve Macaristan, 1968 Çekoslavakya ayaklanmaları birçok uyanmalara neden oldu. 1968 başarısız devrim Sovyet modeli reddetti. Hele 1973’de yayınlanan Aleksandr Soljenitsin’in Gulag Takımadaları kitabından sonra hala marksist-leninist-stalinist, özellikle Türkiye’de, olmaya devam edenler oldu ve şimdi bile hala bu yolda olanlar var. Bence bu kişilikten çok tarihsel bir olguyu simgeler. Siyasi alanda yukarıda adını ettiğim üç model de başarısız oldu. Şimdi cazip seçimlerden birinin anarşist olma modası çok doğal. Freud’un yanlış olduğu halde moda olduğu için tamamıyla benimsenen Totem ve Tabu; zamanımız dini veya miti derin inançlarını anlatan yazılarımı bu nedenden gönderdim. Eylem, sokaktaki insana değme gibi kavramları kullanan fakat değişik bir içeri verdiğini iddia eden marksist-leninist-stalinist ve maocular var.
***Benim desteklediğim, beğendiğim yukarıda lafını ettiğim 6-7 bin yıllık medeniyetin dışı Devletsiz toplumlarla 2 milyon yıl medeniyetsiz Devletsiz gayet iyi bir yaşam sürdüren insanlar. Her şeyi değere çeviren kapitalizme, her şeyi niceliğe çeviren modern bilim-tekniğe, modern teknoloji ve endüstriye, araçsalcı (enstrümantalizm) akıl yürütmeye, insan ilişkilerini yok eden ve yerine eğlence, tatil, facebook, twitter. … ve benzeri hem diğerlerinden hem kendi kendinden bile nefret etmeye sürükleyen … düzene tamamıyla karşıyım. Hatta ilk medeniyetlerini çıkışıyla ilgili en beğendiğim kitaplarından birinde, ilk defa ellerini yukarıya açmış dua eden insan heykellerine rastlandığına değinilir.Halihazırda aracı pezevenklerden umut bekleniyor. Ben bu pezevenkliğe karşıyım ve zararlı buluyorum. Marksist-leninist-stalinist ve maocular hala bu ideolojilerin neden sadece fakir ülkelerde başarılı olduğunu ciddilikle ele almazlar.***
Bu ve benzeri düşünceleri, hatta bazan haklı olarak, eleştirenler var. Bu konu uzun ama genel olarak küçük çapta bahçe ve tarımla ilk medeniyetlerde, Sümer, Mısır, …, rastlanan ve bence ilk makine modeli (çok parçalardan oluşmuş, dışarıdan bir düğmeye basmayla belli amaca erişmek için harekete geçip bir arada çalışan bir parçaların tümü) bir çok insanı organize edip devasa tarlalarda çalışması karıştırılıyor. Birine karşı olma diğerine karşı olma gibi gösteriliyor.
En azından ben kendim, ucu bucu görünmez, nereden baksan aynı, alanlarda çalışan insanlarla etrafı kuş, böcek, çiçek dolu küçük bahçe veya tarlada çalışan insan arasında büyük fark olacağını düşünüyorum.
Sizin eylem ve sokaktaki insana değme tanımınız var mı?
Somut olarak, sizin bir parti veya örgütünüz mü var?
Sokaktaki insanlara erişmekte, ne gibi eylemlerde bulunuyor sunuz?
Bu sitede yazdıklarınız dışında yer aldığınız veya desteklediğiniz dergi, aylık, gazete ve benzeri yayınlar var mı?
Düşüncelerinizi sokaktaki insanlarla nasıl paylaşıyor sunuz?
Hoşça kalın.
Sayın 138,
Şu adreslerdeki metinlerin hepsini okumanız (tecrübeli biri olmanız babında) zaman kaybı olabilir.
Bu nedenle sayfa numaralarını, konu başlıklarını yazdığımız kısımları okumanız, ne tür “eylemler” içinde olduğumuz hakkında fikir verecektir. Ve bu eylemler henüz başlangıç aşamasıdır.
Uluslararası çapta dayanışma içinde olduğumuz akımları da göz ardı etmeden, uzun tutmamak için şimdilik 2 örnek aktarıyoruz.
Başlamadan önce birkaç not:
(A)
“Monty Python’s Life of Brian (1979)”dan yaptığımız hatırlatma; tam da bugün, daha da katmerli yaşadığımız “amip gibi bölünmek!” hatamıza muazzam bir eleştiri getiriyor! Hayatta; eleştiriler çoğu zaman iç açıcı değildir ve Python ekibinin bu sahnesindeki alaycılığı %100 meşrudur!
(B)
“…son 7-10 bin yıl içinde tarihçiler tarafından karanlık, bilinmeyen, kayıtlardan yoksun, tarihe ‘çıkmamış’, ve benzeri laflar edildiğinde; daha önce en az 2 milyon yıl hakkında bildiklerimiz çok az denildiğinde, ben anarşi yaşandığına düşünüyorum. Özgür cemiyetlerde tarih olmaz, hatırlayanlar olur, öz geçmişler olur. Hatta şimdi bile halk arasındaki atasözleri, fıkralar, efsaneler, masallar, türküler bu çeşit bilgilere işaret eder.” Bu açıklamanızın ekseriyetine katılıyoruz. İçinde “insan faktörü”nün ağır bastığı her tür bilim ve disiplin her zaman tartışmalı idi, öyle güzüküyor ki; yarın da tartışmalı olacak.
Yazdıklarınıza bir ekleme yapalım:
2012’de kaybettiğimiz, saygın tarihçi Eric Hobsbawm; yıllar önce antropologlarla bir söyleşi yaparken, “milliyetçilik”in gelişimi döneminde “tarihçilerin” bilerek veya bilmeyerek üstlendiği rolden (veya tarihçilere biçilen rolden) şu muazzam açıklama ile bahseder:
(Kaynak:
“Ethnicity and Nationalism in Europe Today”,
“Anthropology Today”, February 1992,
Page 3:
http://faculty.washington.edu/charles/562_f2011/Week%209/Hobsbawm%201992.pdf )
“Historians are to nationalism what poppy-growers in Pakistan are to the heroin-addicts: We supply the essential raw material for the market. Nations without a past are contradictions in terms. What makes a nation is the past, what justifies one nation against others is the past, and historians are the people who produce it. So my profession, which has always been mixed up in politics, becomes an essential component of nationalism.”
“Milliyetçilik; doğru olmadığı apaçık olan şeylere çok fazla inanmayı gerektirir. Eroinmanlar için Pakistan’daki haşhaş yetiştiricileri ne ise; milliyetçilik için de tarihçiler odur: Piyasa için gerekli hammaddeyi sağlarız. Geçmişi olmayan uluslar birçok yönüyle çelişkiler yumağı içindedir. Bir ulusu ulus yapan, onun ‘geçmişidir’. Bir ulusu diğerlerine karşı meşru kılan, onun ‘geçmişidir’. Ve tarihçiler bütün bunları üreten kişilerdir. Daima siyasetle iç içe olan mesleğim; ‘milliyetçilik’ akımının inkâr edilemez bir öğesidir.”
Hobsbawm, bu açıklamasıyla; hem (çok talihsiz!) bir gerçeği işaret ediyor, hem de kendi mesleğinin ne hâle düşürüldüğü konusunda keskin eleştirilerinden birini yöneltiyor!
(C)
“Ben (özellikle her şeyi değere çevirmesinden ve sonsuz birikim inancından ötürü) kapitalizmin; endüstrinin, teknolojinin, okulun, yazının; özellikle tek ve tek nicelik dilini anladığından ötürü modern bilim ve tekniğin; tüm yaşamı yok etme yolunda olduğu gibi yaşamı imgeye çevirmede ve insanları insanlıktan aşırı uzaklaştırdığı fikrindeyim.” Sanki Foucault konuşuyormuş gibi hissettik! Yazdıklarınıza katılıyoruz!
“Yeni kapitalizm, yeni teknoloji, yeni ideolojilerle dünyanın herkes için bir cennet olacağını, olmazsa başka gezegenlere gidip yeniden başlamalar ve benzerlerini ileri sürenler de var ve biliyorum. Daha da kötüsü, her türlü tersini gösteren durumlara rağmen buna sokaktaki insanlar da dahil çok sayıda inananlar olduğunu da görüyorum. Bu iyimserlik kötümserlik değil. Gerçekleri görmek başka, iyimser veya kötümser olmak başka. Son derece iyimserlerin son derece kötümser algı, inceleme ve çözümlemelerine sonsuz sayıda rastladım.” Özellikle 1980 sonrası, ’90’lar ve 2000’ler geneli için yapılmış çözümleme örneklerini de incelemenizi tavsiye ederiz:
Kitap: Yeni Kapitalizm Kültürü
Yazan: Richard Sennett
Çeviren: Aylin Onacak
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Adres:
https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/yeni%20kapitalizm%20kulturu.pdf
Kitap: Kamusal İnsanın Çöküşü
Yazan: Richard Sennett
Çeviren: Abdullah Yılmaz & Serpil Durak
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
Adres:
https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/images/UserFiles/Documents/Gallery/kamusal%20insanin%20cokusu.pdf
(D)
“Yukarıdaki yıldızlar içinde yazdıklarımı sokaktaki insanlarla paylaştığımda, kötümserlik görenler, zamanımızın tarihte en iyi devir olduğunu savunanlar var. Yıldızlar arasında yazdıklarıma çok sayıda katılanlar da var. Ama ne yazık ki, ve bence haklı olarak, ifade edilen çaresizlik hissi. Düşman öyle küçümsenecek bir düşman değil.”
Paralel saptamalar:
[…
Arzu ve iradenin ancak ve ancak efendi arzu ve iradesinin yönlendirmesi ile harekete geçebiliyor olması, diğer bir deyişle otonomisini yitirmiş olması varoluşumuzun bu zamandaki gerçeği hâline gelmiş durumda! Bu yanıyla; “özgürlük” birçoğumuz için oksijenin yeni doğan bebeğin ciğerini yakması gibi bir doğum travması niteliğinde adeta! Bu açıdan bakıldığında Gezi Direnişi’ndeki sınırlı kolektifleşme ve dayanışma deneyiminin aşıladığı yeni ekonomi-politiğin kitlelere yayılmasının ve sürdürülebilir olmasının önündeki en büyük engelin maddi kısıtlardan ziyade; ortaya çıkan bu yeni özgürlük ile ne yapacağımızı çok da bilmememizden kaynaklandığı inancındayım.
Ancak bunu sadece bireysel bir noktadan okumamak gerekir!
Herkesin aynı anda özgürleştiği bir ortamda birey kendininkinin dışında, diğerinin özgürlüğüyle de ne yapacağını bilemiyor! 50 kişilik toplantılarda bile 10. dakikadan sonra bağırış-çağırışların yükselmesi, en basit tartışma kurallarının bile kolayca ihlâl edilebiliyor olması, saatler süren tartışmalardan neredeyse hiçbir karar çıkmaması tam da bu “ne yapacağını bilemememezlik hâli”ne işaret ediyor. Dolayısıyla 11 güne dair temel gereksinimler hızlıca ve umut vaat edici bir şekilde, dayanışma içinde hâlledilebilirken; biraz daha uzak ve geniş erimli kararlar dayanışma modeline dair umutları sekteye uğratabiliyor. “‘Diğeri’ni veya ‘öteki’ni” bir araç olarak görmeye alışmış özneler kendi egolarını dayatmaktan kendilerini alamıyorlar!
…]
Bu saptamanın gerçekliği biraz uzun sürecekmiş gibi gözüküyor! Sadece Türkiye özelinde değil; dünya genelinde…
(E)
“Sokaktaki insanlara erişememenin bir nedeni, bu aylık pek satılmadığından dergi, gazete ve benzerlerini tekelinde tutan firmanın bayilere dağıtmaması.” Emin olunuz; çabalarınızı, “eylemlerinizi!”, bahsettiğiniz dergileri (ve diğer binlerce yayını) “tekel kurmuş firmalar” bayilere dağıtsa bile; okuyan pek olmaz! İlk sebep; “modernite”nın ne derece salgın ve ölümcül bir hastalık olduğunu henüz farkedemedik! İkinci sebep; “philistinism”, “poshlost” ve “ochlocracy” kavramlarının bugün altın çağını yaşıyor olmasından kaynaklanıyor olabilir! (Burada; “118”de Tanpınar’ın işaret ettiklerini ve “126”da Gasset’in yaklaşımını bir kez daha hatırlatırız. Ve ek olarak; Pierre Bourdieu’nun “La Distinction – Distinction: A Social Critique of the Judgement of Taste” eserinde muazzam şekilde işlediği; İngilizce “taste”, Fransızca “goût” kelimesinin tahlilini nasıl yaptığını da not ederiz. Bourdieu’nun bu eserinde; şahsınızın “burjuva ve çeperi” minvalinde yaptığı değerlendirme ve keskin eleştirilerin tahlilini de göreceksiniz. Fransızca aslına ulaşamazsanız; İngilizce’si şu adreste:
http://monoskop.org/images/e/e0/Pierre_Bourdieu_Distinction_A_Social_Critique_of_the_Judgement_of_Taste_1984.pdf )
(F)
“Benim eylemim bu ve insanlara değinmem bu. Ne birine ne de diğerine soyut tanım verecek gücüm var.” Sanırız, “soyutluk” kavramına yüklediğiniz anlam; geçmişte yaşadığınız bazı hayal kırıklıklarından ve aşılması çok zor gözüken eleştiri duvarlarınızdan kaynaklanıyor olabilir (bu açıklamamız sadece tahmindir, yanılıyor olabiliriz.) “Kendimizi haklı göstermek” girdabıyla uzaktan-yakından ilişki kurmadan; 136 numaralı metnimizde yazdığımız 20 (ve daha da çeşitlendirilebilecek) “SOKAKTAKİ İNSAN” örneğimizin SOMUTUN EN SOMUTU OLDUĞUNU bir kez daha işaret ederiz; ki bütün bunların “gerçek”, “somut” olduğunu siz de biliyorsunuz!
(G)
“Şimdi cazip seçimlerden birinin anarşist olma modası çok doğal.” Haklısınız; çünkü Andy Warhol’un o “moda!” sözünü yukarıda aktarırken, buna da işaret etmek istemiştik. “Moda” içinde anarşizmin de kendine yer bulması kadar normal bir durum yok (ne yazık ki!) “Modernite” kavramının ve “soylulaştırmak; gentrification” kavramının tehlikelerini boşuna haykırmıyoruz!
“Eylem, sokaktaki insana değme gibi kavramları kullanan fakat değişik bir içeri verdiğini iddia eden marksist-leninist-stalinist ve maocular var.” Bu açıklamanız üzerine; “Monty Python’s Life of Brian”ın sahnesini yine not düşerek, yukarıdaki ifademizi yine hatırlatalım:
“124” numaralı metnimizden:
“…Sizi inandırmak gibi bir gayret içinde olmadan açıklayayım (açıklayalım): Marksist-Leninist değilim ve hiyerarşiye karşıyım (karşıyız).
Şu yazılanları bırakalım Marksist-Leninistler içinde hiyerarşiyi en mükemmel savunanları; İslamcılar veya ‘Shaivite’ler bile söylese onları sırtımda taşırım (taşırız)!”
Yukarıda (124), tırnak içindeki açıklamamızı biraz daha net ifade etmek adına:
Marksist-Leninist-Stalinist-Maocu ve diğer bir sürü hizip, bir sürü “fraksiyon”a karşı kıran kırana mücadele içinde değiliz! Artık “Monty Python’s Life of Brian”ın sahnesini tekrar etmek istemiyoruz! Artık “amip gibi bölünmek!” istemiyoruz! Eğer hedefler koyarak hareket etmeyi, “eylem!” içinde olmayı planlıyorsak; “özgürlüğün” ne demek olduğunu 1960’lardan ve 1970’lerden daha iyi bilerek, günümüzün en ölümcül tehlikesi “kapitalizm”e karşı ortak mücadele yürütmek ilk hedefimizdir!
(H)
“Hatta ilk medeniyetlerini çıkışıyla ilgili en beğendiğim kitaplarından birinde, ilk defa ellerini yukarıya açmış dua eden insan heykellerine rastlandığına değinilir.” Bu kitabın tam adını, yazarını, yılını bulabilirseniz; yazmanızı talep ediyoruz.
(I)
“En azından ben kendim, ucu bucu görünmez, nereden baksan aynı, alanlarda çalışan insanlarla etrafı kuş, böcek, çiçek dolu küçük bahçe veya tarlada çalışan insan arasında büyük fark olacağını düşünüyorum.” Tek başına değilsiniz; aynısını düşünüyoruz! Ve bunu gerçekleştirmek için “eyleme!” çağırıyoruz!
***
Şimdi 2 örneğimiz:
Not: Okuyacaklarınızın çok büyük bölümü “Beyaz YaLAka”ların görüşleridir. Şu an okumakta olduğunuz satırların yazarı da bir başka “Beyaz YaLAka”dır!
(1)
Plaza ve Büro Çalışanları için Hayatta Kalma Rehberi-1 (“Kaç Bize Gel”):
https://www.yumpu.com/tr/document/view/29791900/kac-bize-gel-brosur-1
Plaza ve Büro Çalışanları için Hayatta Kalma Rehberi-2 (“Kaç Bize Gel”):
http://arkitera.com/files/haber/22882/Kac-bize-gel-brosur-3.pdf
(2)
“Express” dergi, sayı 136, “Gezi Direnişi” özel sayısı, Haziran-Temmuz 2013, sayfa 68 ve 69’da yayımlanan “Her yer Taksim, herkes Süpermen” başlıklı, “Plaza Eylem Platformu” ile yapılan söyleşi:
http://www.mediafire.com/download/l2rwvw1biw2vuj1/Express+136+-+Gezi+Ozel+Sayisi.pdf
SORU: 1 Haziran’da (2013) hem NTV binası önünde, hem de Kanyon AVM’de protestolar oldu. Bu olaylar; çalışanların öncülüğünde kendiliğinden mi gerçekleşti? Yoksa tepeden mi örgütlendi?
CEVAP: Bunlar sadece bildiğimiz yerler, başka birçok yerde de protestolar oldu. Birçok arkadaştan; işyerlerinde, yemekhanelerde ya da öğle arası buluştukları yerlerde kendiliğinden eylemler olduğunu duyduk. Duyuruları ilk biz atmadık, ancak zincire hemen girdik. Arkadaşlarımız “Plaza Eylem” yazan dövizlerle katıldılar eylemlere. Sosyal medyadan da takipçilerimize, işyerlerinden A4 kâğıtlarını kapıp, üzerlerine isyanlarını yazıp gelmeleri çağrısı yaptık. Protestoların başlaması ise, direnişe zaten katılmış olanların işe gittiklerinde mail’leşmeleri ve diğer plazalarda çalışan arkadaşlarına da duyurmalarıyla oldu.
Bir haftadır tecrübe ettiğimiz ve öğrendiğimiz şu: Gezi Direnişi ile başlayan isyan; eskiden beri alışageldiğimiz örgütlenmiş eylem kalıplarını yıktı. “Her Yer Taksim”e mekân ile birlikte zaman boyutu da eklenmiş durumda. Direniş artık herhangi bir yerde ve herhangi bir zamanda. Mesela Kanyon AVM’de günde en az üç kez spontane eylem olabiliyor. Katılımcılar değişebiliyor, toplumun geneline yayılan bir eylemcilik, eylemlilik hâlinden bahsedebiliriz. Böyle bir şeyi örgütlemeye ülkedeki herhangi bir örgütlü güç yetmez.
SORU: İnsanların çalıştıkları kurumlara duydukları, ancak dışavuramadıkları öfkelerini; NTV’den çıkardığını söylemek ne kadar doğru olur?
CEVAP: Elbette bunun da etkisi vardır. İnsanlar uzun süredir susuyor, ses çıkarmak lüks görülüyor. Akıldışı, insanlıkdışı çalışma şartlarına karşı herkes için bir nefes alma imkânı sundu bu direniş. Sanki hayattan mola aldık ve yaşadıklarımızı gözden geçiriyor gibiyiz. “Bunlar bir araya gelemez veya zor gelir!” denen bir kesimden bahsediyoruz.
Ancak; “orta sınıf” için de durum hiç parlak değil. Beyaz yakalının içinde yaşadığı rekabet ve performans gezegeninde yaşamanın ödülü artık iyi bir maaş, iyi bir gelecek de değil. Birçok beyaz yakalının çalışmasının karşılığında alabildiği şey; güvencesizlik ve asgariye öykünen bir maaş.
Örneğin: Direniş başlamadan bir hafta önce grubumuzda dolaşan mail’in konusu; son toplantıyı Maslak’ta yapmaktı. Biriken ve bizi bıçak üzerinde yürüten bu sürece müdahil olabilmek acil bir ihtiyaç hâline gelmişti. Bununla birlikte; bu kadar geniş katılımlı, meşru ve dayanışmacı bir eylemin nasıl hasıraltı edilebildiğini, haber alma hakkımızın nasıl engellendiğini görmek de insanları NTV’ye karşı protestolarda buluşturdu. NTV ya da Garanti Bankası’ndan demokrat bir tavır beklemiyorduk zaten. Ama NTV ve Garanti’nin beyaz yakalılar açısından sembolik bir anlamının olduğunu söylemek mümkün. Genellikle beyaz yakalıların tüketim evreninde yer alıyorlar. Dolayısıyla, tepkilerin mesela “habervaktim.com”a değil; bu şirketlere yönelmesi normal…
Beyaz yakalılar şimdiye kadar karşılaşmadıkları bir şeyi öğrendiler; kolektif tavır aldıklarında sözlerinin ve eylemlerinin doğrudan ve güçlü bir karşılığı olduğunu farkettiler.
“Okumuş” işçiler olarak, her ne kadar “mavi yakalı”lardan daha güçlüymüş gibi görünseler de; aslında oldukça kırılgan konumlarda, yoğun bir baskı ve denetim ortamı içinde çalışıyorlar. Sözüm ona; toplumsal statü, bu tarz psikolojik ezilmişliğin ve “konumunu kaybetme tehdidi”nin önüne geçemiyor. İronik olarak; bu direnişle birlikte, beyaz yakalılar ancak mütevazılıkla gerçek güçlerine ulaşabileceklerini farkettiler. Komşularıyla, esnafla, herkesle birlikte barikatlar kurdular, gaz yediler. Kararlılıkları sayesinde; şirket yönetimleri, çalışanları üzerinde baskı uygulayamadıkları gibi, onların siyasî varlıklarını ve eylemlerini de tanımak, “onlardan biri” olarak görünmek zorunda kaldılar.
Garanti Bankası CEO’su “ben de çapulcuyum!” dedi mesela. Her ne kadar konuşmanın en çok bu kısmı üzerinde durulsa da; tamamı bu değildi. “Bu bankayı çalışanlar yaratıyor. Çalışanlar da akşam iş çıkışında Gezi Parkı’na gidiyor” dedi CEO. Aslında bu; herhangi bir direnişin işyerine sıçramasını, işyeriyle ilgili konuları dert eder hâle gelebilmesini savuşturmanın çok incelikli bir yoludur! Ancak, öyle bir süreçteyiz ki; biraraya gelebilmenin, çalışma koşullarımızı düşünmemizi ve tartışmamızı sağlayacak bir zemin oluşturabileceğini varsaymak hiç de aşırı iyimserlik değil.
Bunlarla birlikte; 1 Mayıs’ta yediğimiz gazın öfkesi de vardı, “performans değerlendirmenin kapı duvar kuralları” da. Kentsel dönüşümde evi yıkılanın öfkesi de var, taşeron işçinin, güvencesizliğe mahkûm edilmiş inşaat işçisinin isyanı da, ODTÜ’de öğrencilerin yaşadıklarının yükü de! Gezi bize; “içinde ne varsa söyle, içine atma” dedi.
SORU: Gezi Direnişi her ne kadar sınıfsal bir temele otursa da, sokağa heterojen bir kitle döküldü. Kimileri Gezi Direnişini orta sınıf kalkışması olarak nitelendiriyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
CEVAP: Bu zor ve tartışmalı bir soru!
Gezi Parkı’nda direnişin ilk ateşinin yanmasına yol açan olayların direnişçileri orta sınıftı. Ama genel kitlenin sadece orta sınıf olduğu argümanı iddialı.
Orası bir kapıyı açtı. Otoriter ve despot davranışlara karşı heterojen bir kitle birarada. Herkesin itirazı farklı olsa da; maruz kaldığımız despotizm hepimizin ortak paydası. Bu; orta sınıfın “bunu bana nasıl yaparlar!” duygusu değil. Bu direniş, orta sınıfın; güvencesizlik, kaygan zeminde çalışma nedeniyle kaybettiklerinin de öfkesi aynı zamanda. Bu anlamda; eskisi gibi bir orta sınıftan bahsedemeyiz.
Durduğumuz zemin daha kaypak, ücretlerimiz kırpılıyor… “Maslak” gibi plazalarda çalışıp karnını etraftaki restoranlarda doyuracak parayı denkleştiremeyen birçok beyaz yakalı var. Acı bir örnek; polis şiddetinin kurbanı olan Ethem Sarısülük’ün “Ostim” işçisi olduğu yazıldı. Mavi yakalılar da yaşadıkları mahallelerden eyleme destek veriyor. Taksim’e gelemiyor olabilirler. Uzun süredir Taksim’e gelemiyorlar, bu direnişin sebebi biraz da bu. Kentlerin, kent meydanlarının soylulaştırılması, emekçiye üç-beş beden büyük gelen alanlar hâline getirilmesi…
Rasyonel bir kafayla düşünürsek; bir emekçinin dört kişilik ailesini alıp Taksim’e gelmesi nasıl mümkün olabilir?! 2 liradan 16 lira gidiş-dönüş yol parası, acıktılar, tuvalete gittiler, canları dondurma çekti derken 50 lira da onlara gitse, yuvarlak hesap 70 liraya mâloluyor direnişe katılmak! Emekçinin böyle bir açığı tolere edebilecek bütçesi yok! Ve Taksim projesi zaten ütopik olan bu geziyi imkânsıza havale etmek amacında!
Yeri gelmişken şunu da belirtelim:
“Beyaz yakalı” kavram ve söylemini çalıştığımız işyerlerinde “iletişim kolaylığı sağladığı için” kullanıyoruz; hepimiz “işçi” olduğumuzun bilincindeyiz! Ancak işçilik; plazalar çevresinde pek itibar gören bir meslek değil! Sonuç olarak bizim de; “orta sınıf egemenliği” söylemini yaygınlaştırarak bu direnişi benzer bir soylulaştırma işlemine tâbi TUTMAMAMIZ gerekiyor! Zaten iktidarın açıklamaları da bu yönde. Aramızdan akıllı, uslu çocukları seçip; yarası daha derin olanları ötekileştirmek istiyorlar! Böyle yorumlayanlar elbette kötü niyetli değil, yansıyan bu. Ama mercekten geçen her şey kırılır. Mercek ayarını değiştirmek, tüm ücretlilerin önündeki “üçüncü mevkileşme tehlikesi”ni görmek gerekiyor!
SORU: Eylem esnasında ne tip sloganlar atıldı, kâğıtlara ne tip talepler yazıldı?
CEVAP: Kâğıtlara yazılanlar daha çok medyayı hedef almıştı: “Kaç paraysa verelim!”, “satılmış medya!” gibi. Gezi Parkı ile kendi konumu arasında kurduğu ilişkiyi tarif eden “beyaz yakalı çapulcular”, “ağaçlar kalacak, Maslak Taksim olmayacak!” gibi dövizler de vardı. NTV önünde atılan sloganlar; “satılmış medya, canlı yayın kaç para!” ve direnişe damgasını vuran “Her yer Taksim, her yer direniş!” gibi sloganlardı. Ayrıca slogan arasında “Gel, gel, gel” denerek bina içindekiler de eyleme çağırılıyordu. NTV önündeki ilk protestoda önde büyükçe bir Türk bayrağı açılmıştı ve arada bir 10. Yıl Marşı da söylendi.
Aslında EYLEM KONUSUNDA ÇOK DA TECRÜBE SAHİBİ OLUNMADIĞI İÇİN ve işten öğle arasında gelindiği için hazırlık da azdı. Politik repertuarın dar olması da akla ilk gelen şeyleri söyletti. Ama Garanti Bankası önünde binadan “Diren Gezi” pankartı sarkıtıldı. Çeşitli büyük firmalardan örgütlendikleri belli olan arkadaş gruplarının hazırlıklı geldiklerini gördük!
SORU: Eylemde daha çok hangi pozisyonlardaki beyaz yakalılar vardı? Eylem geniş bir tabana yayılabildi mi? Yoksa uzak durup tepki gösterenler oldu mu? Neler
yaşandı? Kulak verdiğiniz tanıklıklardan gözünüze çarpan şeyler neydi?
CEVAP: Şu an içinde yaşadığımız durum bir hafta öncekinden ne kadar farklı?
“‘Gerçek’ diye yaşadığımız” bizi ne kadar sıkıştırmış:
Bağırırken ürkek,
Slogan atmada acemi,
Tribünden devşirme sloganlar,
Kenarda durmak, ana protesto alanına girip-girmeme arasında kalmak,
İlk bağıranlardan olmamak,
Hafif bir suçluluk duygusunun; daha dik duruşa dönüşmesi;
İlk gözlemlediklerimiz.
Pozisyon çeşitliliği; uzmandan-yöneticiye kadar değişiyor, ama görünür olanlar daha çok gençlerdi. On yıl ve daha az süredir iş hayatında olanlar gibiydiler.
Her pozisyondan insanlar gelmişti, çünkü doğrudan iş hayatı üzerinden örgütlenen eylemler değildi.
Ortaklaştıran ise: En azından “iş-dışı hayatta” kontrolü elden kaybetmeme talebi!
İş hayatında:
“Baskı mekanizmaları”,
“Performans (efficiency and productivity) ölçümü”,
“Kamera”,
“Sıkı iş takibi”,
“İş-dışı hayatın bile gözetlenmesi”,
“İşin; cep telefonu, internet, e-mail yoluyla tüm hayatımızı işgal etmesi ve bunun çok olağanmış gibi gösterilmesi”
(…)
ve daha bir çok konu “iş-dışı hayatı”mızın ne kadar önemli olduğunu sergiliyor!
SORU: Maslak’taki eylem hafızalarda yer edinip; gelecekteki eylemlerin yolunu döşeyebilir mi? Yoksa bu “bir seferlik” bir şey miydi? Geleceğe dönük beklentileriniz
ne? Plazalarda sonuç almak için ne tip stratejiler uygulanmalı?
CEVAP: Kesinlikle; birşeyler değişti!
Başkaları da söyledi: Bu bir “haysiyet direnişi”ydi! Haysiyeti geri istemek, aslında onu bir yerlerde kaybettiğini görmek, üzerindeki baskı ve aşağılamanın farkına varmak, ama reddetmek ve direnmek anlamına geliyor!
Tüm toplum gibi, beyaz yakalılar da unutamayacakları bir tecrübe yaşadılar. Hedef ne olursa olsun; birlikte hareket edebilmek tecrübesi, kolektif davranmak, suskunluk sarmalının kırılmış olması, Maslak’ta, kuşların bile pes perdeden öttüğü bir yerde, ürkekçe de olsa ses çıkarabilmek; bizim yolumuzu döşer!
Direnmek; “prestijli bir mesai” hâline geldi!
Eylemler başlamadan önce, iki kişiyi bir araya getiremeyeceğimiz, haklı olduğumuzu, ama işlerin böyle yürüdüğünü söylerdik, bunlar sürekli çarptığımız duvarlardı. Ama gördük ki; işler böyle yürümeyebiliyormuş! O iki kişi buluştu, ve hayat başka türlü aktı!
Tabii ki bu bizim için birdenbire olmadı. Biz ve bizim gibi yapılanmalar uzun süredir; çalışma koşullarımız ve neler yapabileceğimiz, nasıl dayanışma içinde olabileceğimiz üzerine kafa yoruyoruz. Tecrübe paylaşımı, iş hukuku atölyeleri yapıyor, özellikle sık sık plaza bölgelerinde bildiriler dağıtıyoruz.
Bugün içimizin içimize sığmaması “uzun süre çevrelenmişlikten” kaynaklanıyor! Bizim için gündem hep yoğundu:
Tekel,
IBM grevi,
ATV-Sabah grevi,
“Casper” direnişi,
THY grevi,
Kıdem tazminatlarına el konulması,
İşsizlik fonunun sermayeye aktarılması,
Yoğun işten çıkarmalar,
“Hizmet alımı” adı altında “taşeronlaşma”,
İşçi kiralama ofislerini yasallaştırma plânı,
Çağrı merkezlerindeki (call center) baskı…
Aciliyeti olan başlıklarımız var, ve bütün bunların uzun soluklu bir mücadele olduğunun farkındayız!
Her yer Taksim ise; kendi bulunduğumuz alanlara da bu isyanı taşıyacağız!
Şu anda herkes işten sonra Gezi’ye geliyor. Geçen gün bir arkadaşımız; gündüz “Clark Kent”, gece “Süpermen” olduğumuz benzetmesini yaptı. Biz biraz daha iyimser davranalım. Bir kez Süpermen olan, bir daha Clark Kent olmak istemez ki! Hadi sular duruldu, oldu diyelim; içindeki Süpermen ile tanıştı artık. Dertleri ortak, birlikte direneceklerini umabiliriz. Elbette ALIŞILMIŞ GÜNLÜK HAYATTAN ÇIKIP YENİ BİR HAYATIN YAŞANABİLECEĞİNİ GÖRMEK BİR TEDİRGİNİK YARATABLİR, ancak “özgürlük” kavramının bir tecrübeye, bu tecrübenin de; gururlu, vakur bir hikâyeye dönüştüğü bir dönemden sonra her şeyin aynı şekilde sürmeyeceğini, aynı dille konuşulmaya devam edilmeyeceğini tahmin etmek mümkün!
Esen kalın
139’a
YaLaKa ve broşürler büyük etkiler yaptı. Karşılıklı yazdıklarımızı tekrar okudum ve hatta hepsini çevirerek sosyal medya ve zararları üzerinde araştırma yapan bir tanıdığıma yolladım, cevabı bekliyorum. Bu arada kendim olanları yeniden gözden geçirip notlar aldım. Sanırım gelecek cevabım hem çok uzun hem de çok geç olacak.
Aşağıdaki istediğiniz:
“HATTA ILK MEDENIYETLERINI ÇIKISIYLA ILGILI EN BEGENDIGIM KITAPLARINDAN BIRINDE, ILK DEFA ELLERINI YUKARIYA AÇMIS DUA EDEN INSAN HEYKELLERINE RASTLANDIGINA DEGINILIR.” BU KITABIN TAM ADINI, YAZARINI, YILINI BULABILIRSENIZ; YAZMANIZI TALEP EDIYORUZ.
Kitap: Naissance des Divinités Naissance de l’Agriculture
Yazar: Jacques CAUVIN, 1997
ss. 102-013
À l’opposé du bestiaire franco-cantabrique, la Femme et le Taureau néolithiques nous sont apparus, au Proche-Orient, comme des divinités dont l’émergence au xe millénaire se prolonge par une diffusion dans tout l’Orient ancien. La Déesse, flanquée d’un parèdre masculin assimilé au taureau, sera la clef de voûte de tout un système religieux qui s’organise autour d’elle. Ces Êtres suprêmes pourront changer de visage selon les régions du monde : le « grand Dieu martien » (Henri Lhote) de l’aire saharienne impose une énorme silhouette anthropomorphe, féminine ou asexuée, DOMINANT DES PETITS PERSONNAGES HUMAINS LES BRAS LEVES EN POSITION DE PRIERE (fig. 21 : 1), tout comme le « Bélier à sphère »5 du Sud oranais dont l’entourage est semblable, le buffle de Kef Mektouba (fig. 21 : 2) et bien d’autres exemples6. Le thème de l’« orant » introduit entre le dieu et l’homme une relation de subordination entièrement nouvelle. Or, ces figurations ont ceci en commun qu’elles surgissent toutes, dans leurs zones respectives, au début du Néolithique avant de se perpétuer au-delà.
Un événement s’est produit, et il est de nature psychique. Nous l’avons défini7 comme une déchirure nouvelle au sein de l’imaginaire humain entre un « haut » et un « bas », entre un ordre de la force divine personnifiée et dominatrice et celui d’une humanité quotidienne dont l’effort intérieur vers cette perfection qui le transcende peut être symbolisé par les bras levés des orants. Génitrice universelle, la Déesse est bien pourvue d’attributs « royaux » explicites, dont le moindre n’est pas son trône de fauves anatolien : nous l’interprétons d’autant plus facilement comme un trône que, parcourant en esprit un cheminement inverse de celui de l’ordre historique, nous songeons aux trônes plus tardifs des premières monarchies orientales, objets cette fois mobiliers mais dont les accoudoirs seront sculptés précisément en forme de protomés de fauves. On sait qu’au moment où apparaîtront les États et où la société humaine elle-même va à la fois s’urbaniser et se stratifier, le souverain, tant en Mésopotamie qu’en Égypte, n’y sera jamais qu’un représentant de la divinité parmi les hommes et qu’il empruntera donc à l’imaginaire religieux les attributs symbolisant sa fonction. Or, il est significatif que la notion même de souveraineté se manifeste en premier, au Néolithique, dans l’imagination artistique bien avant sa transposition sociale qui la fera, si l’on peut dire, descendre sur Terre. Il est encore plus important que l’émergence des figures divines paraisse se produire sur l’Euphrate en introduction au processus de néolithisation lui-même. Cela n’a rien d’étonnant dans la mesure où les civilisations urbaines à écriture, où l’on fait trop souvent commencer notre Histoire, ne font qu’intensifier par une évolution rapide et sans rupture un cycle de transformation inauguré douze mille ans avant nous.
Sayın 140,
Jacques CAUVIN’in kitabının İngilizce çevirisini bulabilirsek mutlaka inceleyeceğiz.
***
Sizin yazacağınız metne yönelik, metnimizi yazmak için artık eskisi kadar vakit bulamayabiliriz.
Eylül ayının yaklaşması ile birlikte “özel sektör!” ismiyle hitap edilen arenada kızışmalar başlar. Beygirler yerlerini alır, ve vurulan kamçının şiddetine göre hızını arttırır veya azaltır! Bakalım ne kadar dayanabileceğiz. Ne de olsa, bir Günther Anders, bir Richard Sennett, bir David Watson, bir Ahmet Hamdi Tanpınar, bir Pierre Bourdieu veya bir Gün Zileli değiliz…
Esen kalın
Sosyal medyayı inceleyen arkadaştan gelen cevaptan sonra neden anlaşamadığımızı ve anlaşamayacağımızı çok açık ve iyi gördüm.
Üstelik ben son 50 yıl (4 defa kısa ziyaretler hariç) yurt dışında yaşadığım için Türkiye’ye yeni giren veya gelenler benim için yeni değil. Örneğin ben ilk defa GENÇLİK mitinden söz ettiğimde, siz bunun Türkiye’ye yeni girdiğini söylediniz. Bu mit 19. yüzyılda kıvamını buldu ve size gönderdiğim modern mitler yazısı 1958’de yazılmıştı. O yazıda GENÇLİK sözünü büyük harflerle vurgulamıştım. Eskiye dayandığından, 2000 yıllarının derin bilgi küpleri, ve özellikle bu bilgi küpleri anarşistlerse, boy ölçüşemeyeceğinden, gözünüzden kaçmıştır. Her halukârda, kökeni reklamcılığa dayanan en son en iyidir düşüncesini çok gülünç buluyorum.
NE DE OLSA, BIR GÜNTHER ANDERS, BIR RICHARD SENNETT, BIR DAVID WATSON, BIR AHMET HAMDI TANPINAR, BIR PIERRE BOURDIEU VEYA BIR GÜN ZILELI DEĞILIZ…
Bu cümleniz farkımızı özetler. Siz kendinizi onlardan aşağıda görüyorsanız. Bu sizin değerlendirmeniz. Ama lütfen beni de bu aşağılığa sürüklemeyin. Ben karşımdakileri, okuduğum kişileri kendime eşit görürüm. Ama hayranlığımı saklamam, sadece isim dağıtmak için kullanmam, açıklarım. Siz ise hiyerarşi saplantısı, ünlüyse merdivende daha yüksekte olmalı mantığı yürütüyorsunuz.
Yine Amerikalılar daha önde. Bunu az farkla, daha çok sokaktaki insanın anlayacağı dilde söylerler: “bu kadar biliyorsan, neden zengin değilsin!”
Sevdiğim bir şair zamanındaki ünlü bir mistiğe hayran. Ne var ki, şunu da söyler: “O cenneti çok iyi tanıyor ama cehennem bilgisi kulak dolgunluğu.”
Günther Anders ve David Watson’un medeniyet ve medeniyetin son lokomotifi Batı’yı eleştirileri derin ve kökten. Onlara katılıyorum ve (kişilik anlamında değil, entelektüel anlamda) dürüstler.
Richard Sennett ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ı okumadım, tanımıyorum, yargılayamam.
Pierre Bourdieu ve Gün Zileli bu Batı medeniyetini son derece ciddiye alıp doğal olarak yüzeysel kalanlardan. Batı’nın özgürlükten nefret ettiğini hasır altı ederler. Medeniyetin kanser gibi her girdiği yerdeki insanları ya kırımdan geçirdiği veya kendileri gibi çiğneyip kustuğunu görmemezlikten gelirler. Sanki ilkel ve geleneksel toplumları savunanlar yok. Örneğin, bir Fransız antropologu “sosyologlar bulundukları toplumda rahattırlar, bizim için ilkellerle yaşadıktan sonra toplumuza dönmek çok zor.”, der. Bu nedenden, onları entelektüel açıdan dürüst bulmuyorum.
İşte ne demek istediğimi daha güzel dile getiren binlerceden sadece iki alıntı:
1
Some strange sort of inferiority complex seems to inhibit us—the representatives of European culture—from talking about primitive cultures in just and unprejudiced terms. If we attempt to describe the logical coherence of an archaic culture and discuss its nobility or humanity without stressing the less favourable aspects of its sociological, economic or hygienic practices, we run the risk of being suspected of evasion or even obscurantism. For close on two centuries the European scientific spirit has made prodigious efforts to explain the world so as to conquer and transform it. Ideologically, this triumph of science has manifested itself in a faith in unlimited progress and in the idea that the more ‘modern’ we become the more likely we are to approach absolute truth and the full plenitude of human dignity. However, for some time now the investigations of ethnologists and orientalists have revealed the existence ot highly estimable societies in the past (and in the present too, for that matter) which, although quite devoid of scientific prowess (in the modern sense) or any aptitude for industrial achievement, had nevertheless worked out their own systems of metaphysics, morality and even economics, and these systems have been shown to be perfectly valid in their own right. But our own culture has become so excessively jealous of its values that it tends to regard with suspicion any attempt to boost the achievements of other, primitive or exotic cultures. Having for so long (and so heroically!) followed the path which we believed to be the best and only one worthy of the intelligent, self-respecting individual, and having in the process sacrificed the best part of our soul in order to satisfy the colossal intellectual demands of scientific and industrial progress, we have grown suspicious of the greatness of primitive cultures. The stalwarts of European culture have now reached the point where they wonder whether their own work (since it may no longer be regarded as the peak of man’s spiritual achievement or the only culture possible to the twentieth century) has been worth all the effort and sacrifice expended upon it.
2
“See … how cruel the whites look. Their lips are thin, their noses sharp, their faces furrowed and distorted by folds.Their eyes have a staring expression; they are always seeking something; they are always uneasy and restless. We do not know what they want. We do not understand them. We think they are mad.”
Ben kendim çok daha kaba olduğumdan bu beyazların bitmez tükenmez aile içi kavgalarını kendine meslek edinenlere, “tight ass”, “tight lips”, adını veririm.
Aşağıdaki, yazdıklarım asıl yazdıklarımın özetinin çok kısa bir özeti, 139’a çok çok kısa bir yanıtı.
MONTY PYTHON’S LIFE OF BRIAN
Sadece gülüp geçilecek bir şeyi siz bir birlik aradığınzdan çok ciddiye alıyorsunuz. Herkesin birbirine karşı, Allah’ın da herkese kaşı olduğu İngilterede ilan edilmişti. Sanırm onu da alaya alsalardı, o da son derece güldürücü olurdu.
“…son 7-10 bin yıl içinde tarihçiler tarafından karanlık …”
İÇİNDE “İNSAN FAKTÖRÜ”NÜN AĞIR BASTIĞI HER TÜR BİLİM VE DİSİPLİN HER ZAMAN TARTIŞMALI İDİ, ÖYLE GÜZÜKÜYOR Kİ; YARIN DA TARTIŞMALI OLACAK.
Bu bir yanıttan çok yanıt vermeme. Sokaktaki insanlar “dünya böyle gelmiş, böyle gider”, yani, benim bu konuda bir bilgim yok, derler.
2012′DE KAYBETTİĞİMİZ, SAYGIN TARİHÇİ ERİC HOBSBAWM.
In the current world crisis, who better for the BBC to exhume for its listeners than the West’s greatest 20th-century apologist (yani, Eric Hobsbawm) for Soviet communism and excuser of its totalitarian evils.
Professor Hobsbawm has been all over the airwaves since the credit crunch crisis began, crowing about capitalism’s demise. But then, should one expect anything else from an intellectual who has never apologised for expressing his approval of Stalin’s mass murders?
On the BBC2’s Late Show in 1994, while being interviewed about the fall of the Berlin Wall, five years earlier, he defended ‘what had to be done’. Interviewer Michael Ignatieff asked: ‘What (your view) comes down to is that, had the radiant tomorrow actually been created, the loss of 15-20million people might have been justified?’
Hobsbawm’s unhesitating answer was a single word: ‘Yes.’
This is a man who implacably refused to give up his Communist Party card even when Marxist friends and colleagues were tearing up theirs in disgust as squadrons of Russian tanks rumbled into Budapest to crush Hungary’s cry for freedom in 1956. Indeed, he supported the brutal action.
Pathetically, he offers an excuse: ‘Of course, we did not, and could not, envisage the sheer scale of what was being imposed on the Soviet peoples.’ Does that mean 20 million is OK, but 50 million is too much?
Eric Hobsbawm daha önce değindiğim “bilmiyordum” diyenlerden. “Bilmiyordum” demeden, sadece din değiştirmeyle, anarşist olmayla, paçayı kurtaranlar da var.
Milliyetçilik zırvalamaları da öyle. Daha da kötüsü milliyetçiliğin tarih açısından yeni bir ideoloji oluşu.
Milliyetçilik dolandırıcıyla enayiyi kardeş yapar.
Kısa (pek de kısa değil) örnekler:
Aşağı yukarı M.Ö. 2300 – M.S. 400 yılları arasında sadece Orta Doğu medeniyet ve fırlamaları, 6 000, 17 000, 20 000, 32 000, 80 000, 100 000, 150-200 000, 360 000 sayıda asker toplar, besler ve savaşa gider. Asker sayısı ancak 19.yy’da tekrar bu büyüklüğe erişir.
Bir Romalı askere günde 1 kg ekmek, 600 gm domuz eti, 1 litre şarap, yaklaşık bir o kadar zeytin yağı verilir. Üstelik kolonize ettikleri yerde “misafirperverlik” yasasına göre her evin üçte birine hakları vardır.
Sadece bunları tedarik etmek için gereken endüstri, zanaatkarlık, tarım, devlet ve bürokrasi baş döndürmeye yeter.
SANKİ FOUCAULT KONUŞUYORMUŞ GİBİ HİSSETTİK!
Çok üzüldüm. İlhamlarını Foucault, ve diğer baş yıldızlar Deleuze, Guattari, Badiou, Tarde, Simondon, Hardt and Negri, Nick Land, Michael Löwy (“surrealism, marxism, anarchism,situationism, utopia”), Mélenchon, Machiavelli, Spinoza, Nietzsche and Marx; Italian autonomism’den alanlar, “emergent cultures of cyber-freedom” ve robotlaşmayı savunurlar. Belki bu isimler size Ulus Baker’i hatırlatır. Hatta aralarında post-anarşizmle post-komünizm sentezi yapan çok daha güncellemek isteyenler var. 2000 yılı reklamcılığını bunlardan mı öğrendiniz?
Bu yetmez gibi işte bunlardan bir alıntı (eski ama olsun):
Indeed, as even Lenin wrote in the 1918 text “Left Wing” Childishness:
“Socialism is inconceivable without large-scale capitalist engineering based on the latest discoveries of modern science. It is inconceivable without planned state organisation which keeps tens of millions of people to the strictest observance of a unified standard in production and distribution. We Marxists have always spoken of this, and it is not worth while wasting two seconds talking to people who do not understand even this (anarchists and a good half of the Left Socialist– Revolutionaries).”
KİTAPLAR. KİTAPLAR KİTAPLAR (bu son yazılarda baş yıldız R. Sennet)
Onun işlediği konular da daha Türkiye’ye yeni olabilir, ama okumadım, bilmiyorum.
BU YANIYLA; “ÖZGÜRLÜK” BİRÇOĞUMUZ İÇİN OKSİJENİN YENİ DOĞAN BEBEĞİN CİĞERİNİ … ORTAYA ÇIKAN BU YENİ ÖZGÜRLÜK İLE NE YAPACAĞIMIZI ÇOK DA BİLMEMEMİZDEN KAYNAKLANDIĞI İNANCINDAYIM.
Bu çok genel ve soyut bir değerlendirme. Çok kullanılan bir kavramın onun olmadığına işaret ettiğini bir yana bırakacağım. Başta Batı, ardında taklitçi Türkiye, ve şimdi tüm dünyaya sigorta özgürlük diye yutturulur ve yutulur. Bunu da bir tarafa bırakacağım. Günümüze egemen burjuva tanımı aşırı genel ve soyut olduğundan, özgürlük imkansız. Gelelim somut ama rahatsız edici bir iddiaya. Karım ve ben, son derece kısıtlı da olsa, özgürlüğümüzü tüm kullandık. Köleliğe alışmış olanlar, bak “Discourse on Voluntary Servitude”, özellikle sizin sokaktaki insanlar, biçarelilikten bize şantaj yaptılar. Poitikacı ve eylemci, devrimci solcular, aydınlar kudurdular, ağızları köpüklendi. Sizin de aynı şantajları yapacağınızı biliyorum. Sokaktaki insanların özgür insanlardan nefret etme hissi normal. Bütün Devletler özgürlük ve demokrasiden sonsuz nefret ederler. Bunun altlara süzmesi de normal. Tek özgür insan vatandaştır. Karım ve ben bunu kendimiz yaşadık. Bir örnek: karım hep kaçak çalıştığı ve ben yeterince çalışmadığım için emekli hakkımız yok (olmasını istiyoruz demiyorum). Sizin sokaktaki insanları ve sıradan sokaktaki insanları savunanlar bunu hemen banalleştirip şantaja çevirirler. “NE DE OLSA, BIR GÜNTHER ANDERS…” cümlesindeki mantığa benzer. Ben köleysem, herkes köle. Özel durumlara, en azından kısıtlı olduğunu kendimiz kabul etsek de, ne saygı ne de anlayış gösterilir. Havlamalar, diş göstermeler, küçük görmeler, …. Bunu anlayıp sevenler de oldu.
Aynısı siz yaptınız. Hakkında hiç ama hiç bilginiz olmadığı halde Lenin’in “Left-Wing Communism: an Infantile Disorder” benzeri Bookchin’i okumadan, onun “lifestyle anarchism” lafını kullandınız. Hiyerarşi çok önemli! Yazdıklarımın ne anlama geldiğini bana sorabilirdiniz ve ben açıklardım, aşağıdaki açıklamayı yapardım:
Detroit arkadaşlarım ve ben aslında tamamıyla aynı sıradan sokaktaki insanlar gibi yaşadık; tek fark, 60ların getirdiği bilinç ve okuduklarımızla sokaktaki insanların düştükleri tuzaklarından uzak kalmamız.
Son yüzyıl anarşistliğinin marksistlikle aynı temele dayandığı artık biliniyordu. Bookchin ve benzeri birçok anarşistler hala aynı şeyi savunurlar. Sizin Marks, Bakunin ve pub lafını ben çok tuhaf bulmamıştım. Düzenin altında çirkin mahluk mediyet yattığını ve kapitalizm-burjuvanın (dolayısıyla “büyük” devrimlerin) bu çirkin mahlukun son avatarı olduğu da artık birçok düşünürlerin dikkatini çekmiş ve bu konu incelenmeye başlanmıştı. Profesörlük yapıp kitap adları vermek istemiyorum. Özet olarak bu mahlukun son avatarı olan burjuva-kapitalizmin ve “büyük devrimler” taklitlerin göz kamaştırıcı (ve dolayısıyla körleştirdiği) başarıları inkar edilmezdi ama ve bu arada insan ve dünya yok olma yoluna çoktan girmişti. Üstelik bu başarı sadece ve sadece makineler dünyasında oldu. İnsanlarda ilerleme, bazı istisnalar hariç, sıfırdı. İstisnalar da ayıbı örtme donları gibi kullanılır. Hatta insanların hemen hemen tümü çok daha alçak, adi, aşağılık olmuşlardı.
Önemli olan hiyerarşide yüksek makamlarda olanları dinlemektir! Siz öyle yaptınız ve bu, konformizm veya yaltakçılık değil anarşistlikti.
Bir filozof, “kendini tanı” dedi. Ardından gelen, “Devleti tanımazsan, kendini tanıyamazsın!”, dedi.
Bir filozof, “kişi için erişilecek en yüksek erdem, özgürlüktür”, dedi. Ardından gelen, “Bütün dünya insanları özgür olmazsa, kişinin özgür olması imkamsızdır!”, dedi.
Tamamıyla katılırız, ama yine de, saklanıp özgürlüğünü kullanma, genel akışdan çıkma fırsatlarından faydalanma yolları var. Biz bunu yaptık. Karşılığı adi şantajlar.
“Potlatch” de aynı.
Hele o Osmanlılar’da potlatch PROFESÖRÜ! Bu konuda tüm araştırmalar Avrupa ve Amerika’da yapıldı, konu hala incelenir, bitmiş değil.
Alain Testart, Marshall Sahlins, Philippe Descola, Marcel Mauss, Julian Pitt-Rivers, Eduardo Viveiros de Castro, Clastres, F Boas , Maurice Godelier’in Potlatch entre le lustre et l’usure, Carlo Ginzburg’un PRESTIGE _approche anthropologique de la notion, ve özellikle H. G. BARNETT
Bir örnek olsun diye aşağıdakini ekliyorum:
L’obligation de répondre au don, que Mauss avait posé au centre de son essai, n’existe pas dans le cas du potlatch ; et que la possibilité de sanctionner l’absence de réciprocité dans le potlatch par l’esclavage, que Mauss avait attribué aux indigènes Kwakiutl, provenait d’une interprétation erronée d’un passage de Boas, qui de surcroît, ne se référait pas au potlatch.
The obligation to respond to the gift that Mauss had placed at the center of his essay, does not exist in the case of potlatch; and the possibility of sanctioning the lack of reciprocity in the potlatch by slavery, Mauss had attributed to Kwakiutl native, came from a misinterpretation of a passage Boas, who moreover, did not refer to Potlatch .
PROFESÖRÜN mantığı: ilkel insan taşı yontarak maddeyi değiştirmiş kendine yararlı kılmış; şimdi de insan uranyum atomunu parçalayarak maddeyi değiştirip nükleer enerji elde edip kendine yararlı kılmış; o halde ikisi de ayni! Rumi, papağan hikayesiyle bunu güzel anlatır.
Sanırım bu bitmez tükenmez araştırmaları da Python rahatlıkla güldürücü yapabilir. Ve en başta ben kahkahalar atarım. İki ayrı üslupu, biçimi veya janrı birbirine karıştırmam. Komedi başka, tarih başka.
Potlatch Türkiye’ye yeni olabilir.
DİĞERİ’Nİ VEYA ‘ÖTEKİ’Nİ” BİR ARAÇ OLARAK GÖRMEYE ALIŞMIŞ ÖZNELER KENDİ EGOLARINI DAYATMAKTAN KENDİLERİNİ ALAMIYORLAR!
Siz bunu hemen yapmaya başladınız. Çoğu zaman dediklerime cevap getirmektense, binlerce kitap isimleri, binlerce Internet adresleri, binlerce baba ve profesör öğütleri, şatafatlı, övüngen bir havaya girdiniz. Çoğu zaman dediklerimi anlamadığınızı, konuları bilmediğinizi gördüm. Her zaman “biz” diyerek kendinizi hiyerarşide küçük görmenizi bana da mal ettiniz. Beni ve Detroit arkadaşlarımı tanımadan sadece anarşitlik diplomanıza dayanarak sokaktaki insanlar adına çirkin laflar, büyük hırs, heyecan, atılganlık, hız içinde kendinizi kaybederek, terbiyesizlik ettiğinizi görmediniz.
Farklı görüş ve düşünceleri anlamak, ve bazan kabul etmek daha iyi.
Sicilya’da hüküm süren 2. Friedrich zamanının en yüksek medeniyet-kültür temsilcisi Endülüs’ten bir müslüman filozofu tartışmaya davet eder. Filozof, “filozof gibi mi yoksa kral gibi mi tarışacaksın?”, diye sorar. 2. Friedrich neden bu soruyu sorduğunu öğrenmek ister. Filozof, “tartışmayı filozof kaybederse kabullenir, kral kaybederse kızar”, der.
Anlaması daha kolay olduğundan ve televizyona daha uygun düştüğünden, zamanımızda, ilkeleri bile psikolojik sorunlar olarak görmek çok moda. Hatta psikolojinin kendisi her şeyi göreciliğe çevirdiğinden en başta gelen modalardan biri. Dolayısıyla, dünyada ve sokaktaki insanların tümü arasında buna benzer psikolojik görecilik çok yaygın. Nitekim Detroit anılarımı “lifestyle anarchism” ve “içi boş potlatch” bu psikolojik yorumun çok güzel bir örneği.
Yalnız ben de bir anlamda çekişmeleri bir tarafa bırakmaya katılırım. Bunu en güzel Tagore, Hindistan’ın İngiliz sömürgesi sürecinde olan bir hikayeyle anlatır. Ama sanırım tanıdığınız anarşist veya sosyologlar arasında bu konuyu sonsuz daha en son ve en iyi bilenler vardır.
PİERRE BOURDİEU’NUN “LA DİSTİNCTİON – DİSTİNCTİON …
Ben ona Alldieu (allahın ta kendisi) adını takmış ve ciddiye almamıştım. Gençler arasında ve medyada tutturduğu ve ünlü olduğu doğru.
“SOKAKTAKİ İNSAN” ÖRNEĞİMİZİN SOMUTUN EN SOMUTU OLDUĞUNU BİR KEZ DAHA İŞARET EDERİZ; Kİ BÜTÜN BUNLARIN “GERÇEK”, “SOMUT” OLDUĞUNU SİZ DE BİLİYORSUNUZ!
Yine anarşistlik diplomanız ortaya çıkarıldı. Özür dilerim, YaLaKa ve broşürdekilerle sizin birkaç defa sıraladığınız sefil sokaktaki insanlar arasındaki farklar devasa. YaLaKa ve broşürdekiler, eğitim görmüş, bolluk içinde yaşamış, yüksek ücretli işlerde çalışmış orta sınıf zengin ailelerin çocukları.
Her neyse, işte cici bici isimli Sarp Mogan’ın YaLaKa’sına bir bakış.
Özür dilerim 2000lerden değil, Kierkegaard’dan, yani eski bir örnek.
Bir çocuk kendi kendine, “hayatta en önemli nedir?”, diye sorar.
Cevap: ilkokul;
İlkokul biter, aynı soru. Bu defa cevap: lise;
Lise biter, aynı soru. Bu defa cevap: ilahiyat fakültesi;
İlahiyat fakültesi biter, aynı soru. Bu defa cevap: evlenmek;
Evlenir ve aynı soru. Bu defa cevap: bir kilisede iş bulmak;
İş bulur, vaiz kürsüsüne çıkar ama bu defa aynı soruyu kilisedikilere sorar. Tahmin edersin, sessizlik.
Cevabı kendisi verir: Allah!
İnşallah anlaşıldı.
YaLaKa’ya başka açıdan bakayım.
En az 20-30 yıldır Amerika ve Avrupa’da çok sayıda eski günahlarını (uyuşturucu ilaçlar kullanma, fahişelik, gizli poliste çalışmalar, casusluk, …) itiraf etmeyle sokaktaki insanları gıdıklayıcı, onlara değecek kitap yazıp köşe dönmekçok isteyenler oldu.
Aynı şekilde komploloru açığa vurma; esrarrengiz, akılla açıklanmayacak olayları anlatma; diğer gezegenlerden gelenler; devlet içinde devletler; Yahudiler, vb.,vb., vb. sonsuz sayıda. Özellikle sizin broşürlerdeki orta sınıf tip sokaktaki insana gerçekten değen kitaplar, videolar, filimler, … Gök yüzü limit.
Sanırım cici bici isimli Sarp Mogan bunlardan biri.
YaLaKa’ya bir diğer açıdan daha bakayım.
Muckraking (kurum veya işletmelerdeki yolsuzlukları ifşa etmeyi hedefleyen yayıncılık).
Bunu yapanlar bir sürü ve hatta aralarında son derece ciddi ve son derece okumaya değerler, örneğin V. Packard, N. Chomsy, de var.
“Kaç-bize-gel-broşürleri”ni ve içindekilerini 60larda (yine eski ve kötü, özür dilerim) çoktan bilinen ve “rat race” adı verilen tuzaklardı ve biz uzak durduk. Üstelik broşürün okuma ve düşünmeyi sevmeyen televizyon nesline değmek için televizyonla rekebet içinde, resimlerle süslediğiniz çok açık. İmgeler düşüncelerin yerini alırlar. “Bir resim bin söze bedeldir”, efsanesi.
Yine ve tekrar Türkiye için yeni olan çok eski bir şey.
Dünyanın bütün ülkelerinde bu tuzaklara düşenlerin %99,9’u, belki fazlası, durumlarından çok memnunlar. Hatta başlarınaYaLaKa benzeri bir felaket gelse bile tedaviden sonra aynı taş uykusuna dalarlar. Sanırım o yüzden YaLaKa’da aşırı çaresiz bir hastalık seçilmiş. Ve bence bu öcücülük çok ayıp. Benim karım çok ağır bir akciğer kanseri atlattı, kardeşi 40 yaşlarında kanserden öldü, benim en çok sevdiğim ablam 40 yaşlarında kanserden öldü, yeğenimin kocası da öyle. Bunların hiç biri YaLaKa ve broşürlerdekilere benzemezler. Burada kalp krizi ve benzeri yüzlece hastalık geçiren Türk, Kürt ve diğer yabancılar da hastaneden çıkınca aynı hayata devam ederler ve memnunlar. Bizim geçen yıla kadar, İsviçre yasasız kaldığımızı “öğrenince” bizi mecbur edene kadar, bizim hiç bir zaman sağlık sigortamız olmadı. Biz hala hastane, doktor ve ilaçtan günahlarımız kadar nefret ederiz.
Burada da bilimle ideolojiyi karıştırma var.
Bazı düşünürler hastalıkların çoğalmasını, insan sağlığının tıplaştırlmasını, hastane, doktorlar ve ilaç şirketlerinin şarlatanlıklarını, … çok daha ciddi incelediler. Bence YaLaKa çeşidi yazılar, şarlatanların aynada yansıları olan şarlatanlar. Karanlıkta bütün inekler karadır mantığı.
Hatta yaşam biçimiyle bu hastalıklar arasında ilişki kurmak isteyen ama devletler tarafından yasaklanan araştırma merkezleri bile oldu.
Gezi direnişine değinmemin nedenleri:
1. Çok farklı gruplar ve insanların katıldığı bir direniş başka ona sahip çıkmak başka.
2. YaLaKa ve broşürlerle alakası yok. İlişkiyi devrimciler hayallerinde kurarlar. Unutmayın, Fredy’nin “Manual for Revolutionary Leaders — Micheal Velli” kitabına, bu sizin gibi gerçek ve azılı devrimcilerden harıl harıl ısmarlamalar geldi.
3. Yazdığınız soru-cevap son derece klasik, güzel ama daha önce benzerlerini çok duydum, çok gördüm. Hatta ben olsam, sorulara kuzu kuzu cevap vermektense, soranın ayağını kaydırıp kendisinin çalıştığı yerde ne gibi durumlara katlandığını, maaşının ne olduğunu, hayatından memnun olup olmadığını, seks sorunlarını, karısıyla ilişkilerini, çocuklarıyla yaşadığı sorunları, kurduğu hayalleri ve yüzlerce benzeri sorular sorardım. Ve yaptım da, ve hemen toz oldular. Cevap verenin medya yıldız olma merakı çok apaçık.
Aynı zamanda Gezi parkının size etkilerine, gönül bağlılığınıza, yarattığı umutları tamamıyla anlıyor ve katılıyorum. Benzerlerini kendimiz bir çok defalar yaşadık. Ama siz bana soracağınıza, tamamıyla hiyerarşiye alışkanlıktan, bazı otoritelere fazla güvenceden benim ve arkadaşlarımın kişisel yaşamlarına dil uzattınız. Bunu doğru bulmadım ve bulmuyorum.
Şu nu da eklemek isterim. Sorsanız da hayatımızı olduğu gibi anlatmak gibi saçma bir inanışım da yok. Her zaman egemen olan kendi hayatımızı şiirsel süzgeçten geçirmek. Ancak ve ancak şarlatanlarla bizimle yaşam arasına girmiş olan pezevenkler hayal kurmalara karşıdırlar. Tüm edebiyat buna bir örnek, tüm edebiyat bir aşırı abartma.
Zamanımızın en büyük belalarından biri bilimselliğin ıvır zıvır üretiminde başarılı olduğu için itibarı ve insanların o düşünce tarzına tam köle olmaları. Gerçek ve hakikat hep bilimsel açıdan değerlendirilir. Daha da kötüsü bazı hiyerarşi beynine yerleşmiş olanların karşıdaki kendilerinden daha üstte değilse hemen havlamaya başlamaları.
… MARKSİST-LENİNİSTLER İÇİNDE HİYERARŞİYİ EN MÜKEMMEL SAVUNANLARI; İSLAMCILAR VEYA ‘SHAİVİTE’LER BİLE SÖYLESE ONLARI SIRTIMDA TAŞIRIM (TAŞIRIZ)!”
Bookchin ve Watson’u okumadan ben Detroit’deki arkadaşlarımı küçük düşürücü laflarınızı unutmayın. O tavrınız sizin hiyerarşiyi benimsediğinizi göstedi. Sadece Bookcin dedi diye, doğrudur kararına vardınız. Onları hala okumadığınızı sanıyorum. Çünkü Watson Bookchin’in kendine benzeyen bir çok anarşitler gibi marksist-leninistlikten bir türlü kurtulamadığını iddia eder, bence apaçık. Ben İngiltere’de marksist-leninistlik günahlarını çıkarırken anarşistlik stajı yapan birine “artık ürün medeniyeti yaratmaz, medeniyet artık ürünü yaratır”, yazdığımda daha henüz anarşistlik doktora diplomasını almayan ve size benzeyen biri beni defalarca düzeltti. Bolşevikler, amaçları devlet kapitalizmi, modellerinin o zamanki Almanya olduğunu (Osmanlıları düşün), açık açık söylemelerine rağmen hala burjuvalığı, endüstrileşmeyi, kapitalizmi acele yapmak isteyen Bolşevik darbeye “büyük devrim” diyenler var.
Lenin:Left-Wing Communism: an Infantile Disorder 1920
Lenin_The State and Revolution 1917
Lenin: Pravda 5 may 1918 (Bolşevik darbesinden 6 ay sonra) ekonomi altın yumurtaları, Junker Almanya taklitçilik maymunluğu,
Trotsky: : Terrorism and Communism 1920.
Taylorizm’i mükemmeleştirme. Senin fetişler: mecburi EMEK ve EYLEM (Cumartesi ve Pazar dahil), yani çalışma. Senin fetişler: ECONOMİSTLER Mill ve Bentham teorileri, kısacası aynı şimdiki anarŞHITler gibi başkalarının adına pezevenklikler. Daha da kısacası senin subay veya polis ruhunun aynısı. Sana biraz bilgi vereyim de belki haddini bilirsin.
Trotsky: 1905
“ÖZGÜRLÜĞÜN” NE DEMEK OLDUĞUNU 1960′LARDAN VE 1970′LERDEN DAHA İYİ BİLEREK, GÜNÜMÜZÜN EN ÖLÜMCÜL TEHLİKESİ “KAPİTALİZM”E KARŞI ORTAK MÜCADELE YÜRÜTMEK İLK HEDEFİMİZDİR!
Ben bunu son derece tehlikeli gördüm. Çabucak en son ve en iyiyi bilenlere cahillik pasaportu olur.1960’lar ve 1970’leri (ki, siz böyle ve benzeri lafları çok kullanıyosunuz, hiyerarşik düşünme ve bazı otoritelere fazla güvenme alışkanlığı olmalı) bırak ben bu tarihlerden önce yazılmış özgürlüğü şahane anlatan binlerce yazı ve daha da önemlisi yaşanmış hayat örnekleri verebilirim. LaBoétie (1549) bir örnek, aşağı yukarı MÖ 369- 286 arasında yaşayan Zhuang Zhou diğeri. Amerika tarihini en güzel anlatan bir kitap şöyle başlar:
Jollity and gloom
were contending for an empire.
alemi neşelilikle doldurmayla
alemi gam dünyasına çevirmek
yarışıyorlardı.
Bu kitap 1980’de yazıldı. Alıntı 1837’de yazılan bir kitaptan.
Son olarak da sokaktaki insanın (her ikisi) düşündükleri seks, spor, dizi yıldızları. Dünyayı yönetenlerin seksi ev ve yataktan sokağa dökme teşvikleri boşuna değil. Bir yandan senin sokaktaki insanları gözle (burjuvanın sonsuz tercihi duyu) tatmin eder, diğer yandan devrimci püritenlere boşalmayı başka yerde aratır. Bu aslında ciddi ve önemli bir konu.
Bolşevik darbesinden hemen sonra halk arasında en fazla çözümünü bulmak istenilen seks sorunuydu. Ne var ki seks gibi önüne geçilmez bir isteği sonraya bırakanın, diğer her türlü isteklerini de sonraya bırakmayı kabul edeceğini bilen pezevenk bolşevikler hemen işi, diğer her şeyi yaptıkları gibi, parti üyeleri olmuş bilim adamı uzmanlara havale ettiler. Onlar da bu istekleri köreltmek için çocukların gece nasıl yatmasından tut, giydikleri donlara, ve sandalyede oturmalarına kadar denetim altına alınmalarını ileri sürdüler ve uygulandı. Devletin elinde olan her türlü pezevenkliğin modeli olan okullar da, bu beyin yıkamasını çocuklara aşıladılar.
YaLaKa yazarına benzeyen biri seks alanında aynı kurnazlıkla para kazanmak amacıyla sokaktaki insan seks düşünmediğinde ne düşünüyor adlı 400 boş sayfa bir kitap yazdı. Ssanırım amacında başarılı oldu. Freud seksin bir hazine olduğunu, boşuna sezmedi. Özellikle YaLaKa ve broşürdeki senin sokaktaki insanlar arasında. Stefan Zweig açık açık, “biz orta sınıflar arasında seks gerçekten büyük bir sorundu, ama fakirler mahallesinde bir sorun değildi”, der Freud’uni diğer bir hazine sezgisi de insanın yaşamdan nefret etmesi ve ölümü araması. Bence konu Freud’un çok derin olması değil, ne bildiğimiz ve daha da önemlisi ne anladığımız. Bu konuda en güzel kılavuz C. W. Mills’in “Sociological Imagination” kitabı.
Yeni ve daha heyecanlı maçlarınızda daha başarılı olmanız dilekleriyle.
Sizde esen kalın.
Sayın 142,
Amaçlarımız:
Ne konferans vermek,
Ne anarşizm postuna saklanıp Marksizmcilik oynamak,
Ne de anarşizmi kainata yaymak.
Bütün bunların ötesinde; “terbiyesizlik etmek” amaçlarımız arasında hiç olmadı, olmayacak.
126 numaralı metnimizi:
Tam manâsıyla anlamadınız mı?
Yoksa, kasıtlı olarak anlamazlıktan mı geliyorsunuz?
Bunu çözebilmiş değiliz…
“Permissive” kelimesini tekrar hatırlatırız.
Evet bir maç hâlindeyiz! Ama kapitalizme karşı maç hâlindeyiz!
Bu maç hiç heyecanlı değil; ölümcül!
Ve bu maçta, kapitalizme karşı sizi de mücadeleye çağırıyoruz!
***
“Yine anarşistlik diplomanız ortaya çıkarıldı. Özür dilerim, YaLaKa ve broşürdekilerle sizin birkaç defa sıraladığınız sefil sokaktaki insanlar arasındaki farklar devasa. YaLaKa ve broşürdekiler, eğitim görmüş, bolluk içinde yaşamış, yüksek ücretli işlerde çalışmış orta sınıf zengin ailelerin çocukları.”
İşte sorun burada başlıyor.
Turuncu-Mavi-Yeşil-Beyaz…YaLAka olmayı BİZ Mİ istedik!
Yoksa, SİSTEM Mİ istedi!
Niçin bizleri tırnak içinde ifade ettiğiniz şekilde yetiştiren SİSTEMİ; sizler kendi zamanınızda öngördüğünüz hâlde, değiştirmek için “uyarılara” başlamadınız!
Niçin bizleri tırnak içinde ifade ettiğiniz şekilde yetiştiren SİSTEMİ; “Discourse on Voluntary Servitude”ü çok iyi bildiğiniz hâlde, “harekete geçmediniz”!
Niçin bizleri tırnak içinde ifade ettiğiniz şekilde yetiştiren SİSTEMİ; sizler kendi zamanınızda öngördüğünüz hâlde, değiştirmek için “eylemlere” başlamadınız!
Bugün birçok şey faklı olabilirdi, niçin olmadı!
***
2000 yılı reklamcılığını şunlardan öğrendik:
Jean-Jacques Rousseau,
Thomas Hobbes,
Mikhail Bakunin,
Pyotr Kropotkin,
Alexis de Tocqueville,
Henry D. Thoreau,
René Descartes,
Baruch Spinoza,
Karl Marx,
Friedrich Nietzsche,
Taptuk Emre,
Emma Goldman,
Rosa Luxemburg,
Bertrand Russell,
Sigmund Freud,
Jacques Lacan,
Edward Bernays,
Antonio Gramsci,
Hannah Arendt,
Şems-i Tebrîzî,
Ahmet Hamdi Tanpınar,
Ortega y Gasset,
Erich Fromm,
Theodor W. Adorno,
Herbert Marcuse,
Martin Heidegger,
Rigveda,
Samaveda,
Yajurveda,
Atharvaveda,
Michel Foucault,
Jean Baudrillard,
Fyodor Dostoyevsky,
Franz Kafka,
Albert Camus,
Robert Lee Frost,
Joseph Conrad,
Eduardo Galeano,
Gabriel García Márquez,
Louis P. Althusser,
Pierre Bourdieu,
Kurt Vonnegut,
Jack Kerouac,
Eric Hobsbawm,
Noam Chomsky,
Ivan Illich,
Zygmunt Bauman,
Edward W. Said,
Howard Zinn,
Gore Vidal,
Anthony Giddens,
Bertell Ollman,
Richard Sennett,
Fredric Jameson,
Marshall H. Berman,
Ulrike Meinhof,
Malcolm X,
Martin Luther King, Jr.,
René Guénon,
Paul Connerton,
Guy Standing,
Miguel de Unamuno,
David Rolfe Graeber…
İlk anda aklımıza gelenler.
***
“…sokaktaki insanlar, biçarelilikten bize şantaj yaptılar.”
Niçin bu “SOKAKTAKİ İNSANLAR!” biçareliğe mahkûm edildi!
Eğer mahkûm olmasalardı, size yine şantaj yaparlar mıydı!
Niçin Detroit’te $5 Dolar’a mahkûm edilen bir başka “sokaktaki insan!” size bıçak çekti!
Eğer mahkûm olmasaydı, size yine bıçak çeker miydi!
“Detroit arkadaşlarım ve ben aslında tamamıyla aynı sıradan sokaktaki insanlar gibi yaşadık; tek fark, 60ların getirdiği bilinç ve okuduklarımızla sokaktaki insanların düştükleri tuzaklarından uzak kalmamız.”
Niçin o tuzakları ortadan kaldırmak için, diğer “SOKAKTAKİ İNSANLARI!” da uyarmadınız?! Niçin diğer “SOKAKTAKİ İNSANLARA!” da bilinç aşılamadınız!
“Sokaktaki insanlar” ile “Özgür insanlar” arasındaki farkları “somut olarak” açıklar mısınız?
“İnsan” tekildir, parçalanamaz! Bu tekilliğin getirdiği birincillik olarak “özgür” olduğu gibi aynı zamanda “sosyal”dir. “Co-operation/birlikte çalışmak” ve “communal/birarada yaşamak” eylemlerini tarih boyunca gerçekleştirmiş bir varlıktır. Ne “yapayalnız” bir birey, ne de “bir koyun sürüsü gibi” sosyaldir! Hepsinden önce “insan”; Hobbes’un dikte ettiği gibi “doğuştan kötücül” değil, Rousseau’nun hatırlattığı gibi “doğuştan iyicildir”!
***
“Bütün Devletler özgürlük ve demokrasiden sonsuz nefret ederler. Bunun altlara süzmesi de normal. Tek özgür insan vatandaştır.”
Aynı şeyi söylüyoruz, haykırıyoruz, bağırıyoruz ama sesimiz duyulmuyor.
Devletler ile aynı anda hareket eden “şirketokrasi!”nin daha tehlikeli olduğunu işaret etmeye çalışıyoruz!
Evlatlarımızın bugün, birer “Turuncu-Mavi-Yeşil-Beyaz…YaLAka” adayı olduğu uyarısını boğazımız yırtılırcasına haykırıyoruz! Ama yine de “amip gibi bölünmeye!” devam ediyoruz!
***
Şu açıklamanız, kusura bakmayın, konu hakkında önyargılı olduğunuzu gösteriyor: “Sizin sokaktaki insanları ve sıradan sokaktaki insanları savunanlar bunu hemen banalleştirip şantaja çevirirler.”
Yukarıdaki ifadelerimizin hiçbirinde “küçümseme ifadeleri” göremezsiniz.
Sadece “hâlâ niçin eyleme başlamıyoruz?” sorumuz temelinde tonajı yüksek eleştirilerimizi görürsünüz!
“Hadi, sistemi değiştirmek için; hareket edelim!” diye haykırmak niçin banalleşme?!
[…
Benzerlerini kendimiz bir çok defalar yaşadık. Ama siz bana soracağınıza, tamamıyla hiyerarşiye alışkanlıktan, bazı otoritelere fazla güvenceden benim ve arkadaşlarımın kişisel yaşamlarına dil uzattınız. Bunu doğru bulmadım ve bulmuyorum.
…]
[…
Arzu ve iradenin ancak ve ancak efendi arzu ve iradesinin yönlendirmesi ile harekete geçebiliyor olması, diğer bir deyişle otonomisini yitirmiş olması varoluşumuzun bu zamandaki gerçeği hâline gelmiş durumda! Bu yanıyla; “özgürlük” birçoğumuz için oksijenin yeni doğan bebeğin ciğerini yakması gibi bir doğum travması niteliğinde adeta! Bu açıdan bakıldığında Gezi Direnişi’ndeki sınırlı kolektifleşme ve dayanışma deneyiminin aşıladığı yeni ekonomi-politiğin kitlelere yayılmasının ve sürdürülebilir olmasının önündeki en büyük engelin maddi kısıtlardan ziyade; ortaya çıkan bu yeni özgürlük ile ne yapacağımızı çok da bilmememizden kaynaklandığı inancındayım.
Ancak bunu sadece bireysel bir noktadan okumamak gerekir!
Herkesin aynı anda özgürleştiği bir ortamda birey kendininkinin dışında, diğerinin özgürlüğüyle de ne yapacağını bilemiyor! 50 kişilik toplantılarda bile 10. dakikadan sonra bağırış-çağırışların yükselmesi, en basit tartışma kurallarının bile kolayca ihlâl edilebiliyor olması, saatler süren tartışmalardan neredeyse hiçbir karar çıkmaması tam da bu “ne yapacağını bilemememezlik hâli”ne işaret ediyor. Dolayısıyla 11 güne dair temel gereksinimler hızlıca ve umut vaat edici bir şekilde, dayanışma içinde hâlledilebilirken; biraz daha uzak ve geniş erimli kararlar dayanışma modeline dair umutları sekteye uğratabiliyor. “‘Diğeri’ni veya ‘öteki’ni” bir araç olarak görmeye alışmış özneler kendi egolarını dayatmaktan kendilerini alamıyorlar!
…]
Ana rahminden yeni çıkmış bir bebek (genellikle) kendini yırtarcasına ağlar. Ebe, hemşire vb. tarafından bebeğin poposuna vurmak bir tür gelenektir. Gerekçesi ise hep şöyle anlatılagelir: “Akciğerlerine oksijen gitsin. Dünyaya alışmaya başlasın.”
“Gezi” bir nevi “gerçek oksijen”di!
Akciğerlerimizi öyle şiddetli yaktı ki, “gerçek özgürlük!”le ne yapacağımızı bilemez olduk, ve hâlâ debelenip duruyoruz!
Niçin?
Çünkü, hâlâ, beyinlerimize enjekte edilenlerle yaşıyoruz! “Hiyerarşi”yi reddettiğimizi haykırmamıza rağmen, DNA’larımıza bebekliğimizden itibaren kodladıkları yapıyla, yine yeniden hiyerarşi jargonuyla konuştuğumuzun farkındayız!
Peki siz daha önce bunun farkında olduğunuz hâlde, niçin zamanında bizlere bilinç aşılamadınız!
[“özgürlüğün” ne demek olduğunu 1960’lardan ve 1970’lerden daha iyi bilerek, günümüzün en ölümcül tehlikesi “kapitalizm”e karşı ortak mücadele yürütmek ilk hedefimizdir!]
Bu ifademizin öncesini gözden kaçırmanız ne acı!
İfademizin öncesine bir kez daha bakarsanız; [“Artık ‘Monty Python’s Life of Brian’ın sahnesini tekrar etmek istemiyoruz! Artık ‘amip gibi bölünmek!’ istemiyoruz!] açıklamamızı göreceksiniz!
Yanlış anlamışsınız, düzeltelim:
Bugün (yani 1980 sonrası!) “hizipleşme”nin, “fraksiyonlar arası atışma”nın gücümüzü tükettiğini 1960’lardan ve 1970’lerden daha iyi biliyoruz!
Sadece bunu ifade etmek istemiştik!
Umarız şimdi anlaşılmıştır!
Unutmayınız:
Siz ve çevreniz,
Gün Zileli ve çevresi,
Biz ve çevremiz;
“eyleme” geçmediğimiz müddetçe;
“Lifestyle (…)”ız!
Konformistiz!
[Not: (…)’nın yerine istediğiniz kelimeyi, kavramı, ideolojiyi ve diğerlerini koyabilirsiniz!]
***
“Günümüze egemen burjuva tanımı aşırı genel ve soyut olduğundan, özgürlük imkansız.” İmkânsız değil! Bakınız: “Discourse on Voluntary Servitude!”
[…
Bir filozof, “kişi için erişilecek en yüksek erdem, özgürlüktür”, dedi. Ardından gelen, “Bütün dünya insanları özgür olmazsa, kişinin özgür olması imkamsızdır!”, dedi.
Tamamıyla katılırız, ama yine de, saklanıp özgürlüğünü kullanma, genel akışdan çıkma fırsatlarından faydalanma yolları var. Biz bunu yaptık. Karşılığı adi şantajlar.
…]
Keşke o şantajları size yöneltenleri ikna etmeye çalışsaydınız!
[…
Hatta ben olsam, sorulara kuzu kuzu cevap vermektense, soranın ayağını kaydırıp kendisinin çalıştığı yerde ne gibi durumlara katlandığını, maaşının ne olduğunu, hayatından memnun olup olmadığını, seks sorunlarını, karısıyla ilişkilerini, çocuklarıyla yaşadığı sorunları, kurduğu hayalleri ve yüzlerce benzeri sorular sorardım. Ve yaptım da, ve hemen toz oldular. Cevap verenin medya yıldız olma merakı çok apaçık.
…]
Niçin “bu eyleminizi!” daha geniş bir alanda yapmaya yanaşmıyorsunuz?! Biz bu eylemi ortak yapmak için size yanaşmaya çabalıyoruz! Hiç kimse yıldız olmaya çalışmıyor, yıldız diye yutturulanların sadece birer “puppet!” olduğunu ortaya koyuyor!
(Not: Röportajdaki “Garanti Bankası CEO’su” kelimeleriyle başlayan paragrafı tekrar okursanız, röportaja büsbütün katılmasanız bile; o kısmın sizin isyanlarınızla da örtüştüğünü göreceksiniz!)
***
Yaşadığınız hayal kırıklıklarını sık sık “şantaj” kelimesi ile ifade edişinizin aynısını birkaç gün önce, bir tanıdığım da anlattı.
Adresi şu: https://twitter.com/AFSARTISING/with_replies
Kendisinin kelimeleriyle aktarıyorum:
“Yakamın rengi ‘beyaz’ sayılmaz, yine de başımdan geçen bir olayı anlatayım. Yeni mezun mühendis olarak bendeniz, şirkette bölüm sorumlusu olarak çalışırken, bölümüme bağlı diğer çalışanlarla ve (mavi yaka) işçilerle arkadaş olarak çalışacağımıza inanarak çalışmaya başladım. Herhangi bir olay olduğunda, mavi yaka’nın tarafını tutarım. Mavi yaka’nın bir talebi olduğunda, yönetime iletirim. Şirketteki diğer mühendisler benim bu davranışlarıma göz devirir, ama ben yine de bildiğimi okurum.
Gel zaman git zaman; mavi yaka’larla olan bu yakınlığımın aslında şirkette ‘sevilmememe’ sebep olduğunu gördüm! Bu umurumda değildi, zaten bekliyordum!
İşin kötü yanı: Mavi yaka’ların tek istediği beni ezmekti! Senelerdir mühendislerin koyduğu tüm kuralların intikamını benden almaktı! Bunu öğrenince şok oldum! İşten eve aynı servisle dönerken, sudan bir bahaneyle kavga çıkarıp bana bağırma-çağırma girişimleri; bardaktan taşan son damla olmuştu! Beklentilerini karşılayamamıştım!
Bugün; ‘yaşı ilerlemiş mühendislerin’ neden asık suratlı, ters, kaba-saba davrandığını daha iyi anlayabiliyorum! Günlük hayatlarında farklıydılar. Ama şirkette saygı görmek ve işlerini yapabilmek için öyle davranmaları gerekiyordu!
İşten çıktım!
Mesleği bırakmayı düşündüm!
Sonra, tek başına çalıştığım bir işim oldu. Gezdiğim fabrikalarda yine mavi yaka’yla sohbet ettim, yine arkadaş oldum. Onları yine dinledim, dinlemez olaydım! Her sohbette nefret ve saldırganlık!
Örnekler sonsuz…
‘1 Mayıs çağrısı’na ana-avrat söven mi dersin!
Koca bir oda dolusu adamın, eylemcilere tecavüz etmek dahil, işkence ve öldürme fantezileri mi dersin!
Ne ararsan var!
Hadi hepsini geçtim;
‘Gezi’de kaç mavi yaka vardı?
Veya soruyu söyle sorayım:
2015 Ağustos’una geldik, üzerinden 2 yıl 2 ay geçti; şu an kaç mavi yaka’lı destekliyor ‘gezi’yi?
Daha gerçek sorular da sorabilirim!
Bir ateist, Kürt, Ermeni, Yahudi vs. öldürüldüğünde kaç mavi yaka’lı üzülür bir fabrikada?
Metal işçileri istedikleri zam dışında; sanıyor musunuz ki, herhangi bir toplumsal olayda duyarlılık gösterir? Buna inanıyor musunuz? İnanıyorsanız; yanılıyorsunuz!
Burnundan kıl aldırmayan ‘beyaz yaLAka’lar ise hâlâ var! Birçok fabrikada ‘beyaz yaLAka’ların yemek yediği odalar bile farklı yerlerde! Sıraya girip yemek yiyorlar; ‘bizimkiler geliyor!’
Beni sorarsanız: Ben adam olmadım! Hâlâ bu tip olayları görsem ŞİRKETTEKİ EN ÜST YETKİLİYLE konuşuyorum. Sürüp giden yanlıştan dem vuruyorum!
1 Mayıs kutlamalarında, şu meşhur ‘tulumlu, yumruğu havada işçi posteri’ni görünce aklıma hep bunlar geliyor, işçilerle sohbetlerimiz geliyor. Bağdaştıramıyorum!”
[Not: “…ŞİRKETTEKİ EN ÜST YETKİLİYLE…” şimdi daha net görebildiniz mi, niçin DNA’larımıza “hiyerarşi”nin kodlandığını, sevgili 142!]
***
Bir tek konu hariç; hiçbir konuda anlaşmak zorunda değiliz:
Bir okyanusun ortasıdayız.
Bir geminin deposunda hapsedilmiş durumdayız.
Gemide 3 kişi var.
Gemi = Hayat
Kaptan = Kapitalizm
Siz = (A)
Biz = (B)
(A) ve (B) hiçbir konuda anlaşamayan iki tutsak. Tek istedikleri; gemiyi, özgürlüğün rotasında yüzdürmek.
Kaptan’ı tek başına yenmek mümkün değil! Ancak ve ancak (A) ve (B) müttefiklik yaparsa Kaptan yenilebilir!
“Cath-22” döngüsü içindeyiz!
(A) ve (B) “ortaklaşarak eylemlere” başlamazlarsa, sonuca ulaşmak mümkün değil!
Eğer siz, “(A)”, müttefiklik yapmaya yanaşmazsanız, herkes bu gemide ölecek; Kaptan da dahil!
“We were not born critical of existing society. There was a moment in our lives (or a month, or a year) when certain facts appeared before us, startled us, and then caused us to question beliefs that were strongly fixed in our consciousness – embedded there by years of family prejudices, orthodox schooling, imbibing of newspapers, radio, and television. This would seem to lead to a simple conclusion: that we all have an enormous responsibility to bring to the attention of others information they do not have, which has the potential of causing them to rethink long-held ideas.”
Howard Zinn
1922-2010
Evet bir maç hâlindeyiz! Ama kapitalizme karşı maç hâlindeyiz!
Bu maç hiç heyecanlı değil; ölümcül!
Ve bu maçta, kapitalizme karşı sizi de mücadeleye çağırıyoruz!
Hâlâ amip gibi bölüneceksek; esen kalın!
143 Anonim’e Pipsqueak’den 126’ya yeni yanıtım
****Genel Yanıt 1****
Bu uzun yazım son derece basit bir şekilde özetlenebilir. Siz de Zileli gibi aşağılık yapıp özür dilemediniz ve onun gibi laf oyunlarıyla kıvırdınız. Zamanımızın en büyük sorunu olan insanlıktan çıkmışsınız. İnsan olacağınıza lağım fareleri, daha da kötüsü anarSHIT-devrimci olmuşsunuz. Naziliği anlamak isteyen araştırıcının ilkeler veya inançlar uğruna her şey meşru adiliği. Günter Grass da kitaplarıyla bunu anlamaya çalıştı.
Başkaları adına konuşmamayı sadece onlara karşı saygı duyduğumdan nüans ve kısıtlı sözlerle sınırlarım. Fikirlerine katıldığım karım, arkadaşlar, yazarlardan öğrenip, simyacı potasında karıştırıp “kendime”mal ettiğim inanç ve ilkeleri size açıklamak istemiştim.
Yazışmamıza başladıktan kısa bir süre konu hiç beklemedeğim, eğriti mantıklarla yargılayan, soyutlamalarla tümden teke indirgeyen, azılı, heyecandan kabı kabına sığmayan, hoplayıp zıplayan bir devrimcilik salak konuşmalara döndü. Buraya ilk geldiğimde aynı konuşmaları sizlerin eski klonları Türk ve Kürt devrimcilerinden duymuştum. Sizi samimi sanıp hayatımdan ve arkadaşlarımdan sonsuz kısa verdiğim örnekler, düşüncelerim, beğendiğim kitaplar ve yazarlardan alınıtlılar, Nuhtan kalma SOKAKTAKİ İNSANA değinme, EYLEM, EMEK adına marksist-leninist-stalinist-falan filan- eski-ama- yeni anarşistliğin çığırtanlıyla şantaj, hakaret, küçük düşürmelere çevirildi. Tüm uyarılarıma rağmen taş uykusundan uyandıramadım. Bir yazı veya kişiyi eleştirmeyle sizin ve Ulu Şef Zileli’nin köpek havlamaları arasındaki farkı görmeyecek kadar büyü altında kalmış olduğunuz besbelli. Örnekler sonsuz, buradaki Paul’u konuşturan ve eleştirisi, Rehnami ile Illich, C.L.R. James ile E.P. Thompson, J. Goytisolo ile G. Grass, … arasındaki geçenlere bakın. Sizin model, eski marksist-leninist-stalinist-falan filan-ama-yeni anarşist, kısacası pezevenk Lenin. Ve “Ne Yapmalı?”
Fredy çoktan size yakışır bir kitap yazmıştı. Sosyal medyadan topladıklarınızın veri-bankacılığını yapacağınıza, biraz okuyun. Hele Gasset’in en güzel modeli sıradan insan: cahilliğinden gurur duyan politika ticareti uzmanı Ulu Şef!
143 nolu yazınızda,
126 NUMARALI METNIMIZI:
TAM MANÂSIYLA ANLAMADINIZ MI?
sorunuzdan dolayı 126’yı tekrar okudum.
Cici bici laf cambazlığınızı geçip Reich’ın “Dinle, Küçük Adam!”la simgelediği zamanımızı canlandıran siz ve Şefinize hitap ettim. Sorun benim anlamamam değil, sizin ne dediğinizi anlamamanız, otomaton oluşunuz. Bu, medeniyetlerde, çok, çok çok eski bir hastalık. Yoga bu otomatonluğa karşı önlem olarak en az üç bin yıl önce geliştirildi.
Tabii gözümden kaçanlar olmuş olabilir ama ben asıl ve öz olarak algıladıklarıma yanıt vermiştim. Ben birinci, ikinci veya üçüncü şahısları anlamıştım. Öz ve asıl olan şu: sizin sürekli SOYUT kavramları kullanmakla aslında farkında olmadan şantaj, küçük düşürmeniz, hakaretleriniz. Bu tam anlamıyla “life style” ve “içi boş potlatch” saçmalıklarıyla başladı. Ardından sizin aslında ÇOK BÜYÜK ULU ŞEFİNİZ ZİLELİ’DEN bile büyük, eski marksist-leninist- trotskyists -falan filan-yeni anarşist Bookchin’in kitabını bile okumadığınızı anladım. “Potlatch” da öyle. Her ikisinde sosyal medyadan topladıklarınızla veri-bankası hastası olduğunuzu gördüm ve yazılarınızı incelemesi için gönderdiğim sosyal medyanın zararlarını araştıran arkadaştan gelen cevap bu sezgimi tamamıyla kanıtladı.
Son derece basit örnekler.
Fredy’nin kitabını övüyorsunuz, Watson’un kitabından bihaber olma sizi hayıflandırıyor, bana kitap üstüne kitap isimleri veriyorsunuz. Hemen arkasından dediklerim ve adını ettiğim kitapların SOYUT SOKAKTAKİ İNSANA DEĞMEZ, EYLEM, EMEK nakaratları, bebek mantığıyla küçük düşürmeler ve hakaretler geliyor.
Bebek mantığı: Herkes suçlu, o halde biz ve özellikle benim seçtiğim kitap yazmış yüce fetişlerim ve tanrılarım hariç, siz de suçlusunuz.
Fredy’i okumadığınız, Watson’u okumadığınız, eski Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşist ULU şefinizden daha ULU olan eski Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşist Bookchin’i okumadığınız apaçık.
Fredy daha başta, ” And we are here as victims, or as spectators, or as perpetrators of tortures, massacres, poisonings, manipulations, despoliations.”, der. Okumadığınız ve diğer sözünü ettiğiniz kitaplar ve yazarlar gibi sadece ve sadece sosyal medyadan toplayıp veri-bankacılığı ettiğiniz ve hatta her banka gibi (bak o derin, derin, çok çok derin Freud) kabız olduğunuzdan arkadan çıkaramadıklarınızı ağzınızdan çıkarıyorsunuz. Günaydın sayın anarSHIT azılı devrimci! Hepimizin bu bokun içinde olduğumuzu, Fredy’nin kitabı çeviren bana hatırlatmayla kalmayıp bunu bahane edip hakaretlere ve dışkılarınızı ağzınızdan kusmaya devam ediyorsunuz. Daha doğrusu Ulu Şefiniz gibi hali vakti yerinde bir ailelerden geldiğinizden avangart-ama-değil oyunuyla, geldiğiniz sınıfın pişmanlığı içinde, hem bağrınızı dövüyorsunuz hem sefilleri şantaj olarak kullanıp horozluk ediyorsunuz. Ben Amerika’ya gidene kadar fakirler (sefiller değil) arasında yaşadım, orada da sıradan insanlarla düşüp kalktım ve burda da öyle. (Yine bak romantik tarihindeki “Paul”un dediklerine ve uyan!) Ben sizin fakirler veya sefillerle bir gün bile geçirmediğinizi çok ama çok açık görüyorum. Sizin etiket dağıtma makinesi olan Ulu Şefiniz KOCA KOCA CAHİL KELLE ZİLELİ buna “popülizm”, der ve siz enayileri uyutur.
Yukarıda sözünü ettiğim kitapları okumuş olsaydınız şimdiye kadar bana ve arkadaşlarıma eski marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistlerin KUTSAL KİTABINDAN KUTSAL ALINTILAR OLAN, SOYUT SOKAKTAKİ İNSAN, EYLEM, EMEK gibi son derece adi şantajlarınızdan, küçük düşürücü hakaretlerinizden dolayı özür dilerdiniz. Size onun için tarihte modernler kadar dinci insana rastlanmadığını yazdım ve sonra bir yazı gönderdim. Ve bilerek bu dininizin 19.yy’da zirvesine ulaştığını, yazının 1958’de yazıldığını ekledim. Çünkü Ulu Şef’in cahilliğini salt siz görmüş ama bunun Türkiye’ye YENİ olduğunu siz söylemiştiniz. Ama nerede yeni dinin taş uykusundan uyanmak!
Mantığınız/mantıksızlığınız: BİZİM için kutsal olan, BİZ = HERKES, herkes için kutsal.
Ben Detroit’de Fifth Estate gibi dünyaca tanınmış ve saygıyla okunan bir aylıktan söz ettim, karşılık: EYLEM havlamaları.
Size eylemlerinizin ne olduğunu sordum karşılık: cici bici isimli bir şarlatan Sarp Mogan’ın en adi modalardan birinin taklidi ve çocukların okuyacağı broşürler çıktı. Ve bunları utanmadan göndermeniz sizin Fredy, David, Fifth Estate hakkında bildiğinizin sıfır olduğunu, sadece Ulu Şef’inizi Ulu Şefi Bookchin (onu da okumadığınız çok belli) dışkılarını yutan Zileli’den aldığınız emirle karşılık verdiğinizi anladım.
Ben düşündüklerimi yazdım siz sloganlar, kitap ve yıldız yazar adları, site adresleri gönderdiniz.
Eğer Fredy ve Watsonu okuyup Bookchin’in yazdıklarıyla kıyaslasaydınız beni ve arkadaşlarımı daha iyi tanır “neden bir şey yapamadınız?” anlamına gelen, “neden bir şey yapmıyoruz? sorusuyla laf cambazlığı, adilik, çirkinlik, dolaylı küçük düşürmeler yaptığınızı görürdünüz. Bu orospu taktiklerin eski marksist-leninist-stalinist-falan filan-ama en son ve en iyi anarşistlik olunca değiştiğini sanma uykusundan uyanmanız imkansız olmuş. Bunlar bilgili ve olgun insanların yapmayacağı şeyler. Sizin bilgili değil sosyal medyadan topladıklarınızın veri-bankacısı olduğunu gösterir. Siz aynı Amerika’ya varan, kendi dinlerinin doğru olduğundan emin, püritenlere benziyorsunuz. Benim çok daha farklı düşündüğümü anlayacağınıza SOKAKTAKİ İNSAN’A değmezlik, EYLEM’DEN yoksunluk, EMEK’E saygısızlık SOYUT basmakalıp laflarla ve herkes için doğruysa, sen ve ve arkadaşların için de doğru olmalı, aslında totoloji olan, mantığını/mantıksızlığını kullandığınıza hala uyanmadınız. Ben bunda marksist-leninist-stalinist-falan filan-ama-yeni anarşistlerin pis kokularını hissettim. En fanatik olan dinlerin, aynı zamanda evrensel olduklarını bile bilmiyorsunuz.
Zaten siteye yazanlar, sitedeki kitaplar, Zileli’nin eski marksist-leninist-stalinist-falan filan-ama-yeni anarşist banal yazıları, sizlerin felsefe ve felsefe tarihi, bilim-teknik ve bilim teknik tarihi, antropoloji, mitler ve dinler, medeniyetin çıkışı ve çıktığı yer ve yayılışı, medeniyet dışında olanların medeniler hakkında görüşleri, hatta çoban göçebelerin (pastoral nomads) bile yerleşmişleri hor görmeleri, bu konularda eleştiriler, … sonsuza dek ve kendi başına sayfalar yazıp örneklerle kanıtlayabileceğim son derece elzem konularda ne kadar uzak ve derin bir taş uykusunda olduğunuz besbelli.
Hiç utanmadan ve bir düşünüre değil daha çok içi boş bir insanın nihayet bulduğu bir yeni dinin verdiği hız ve coşkunluğuyla, YaLaKa’da yaptığınız gibi, acınacak sefillikleri sıralamayla o dine ne kadar bağlı olduğunuzu kendinizi, ve sadece kendinizi, belki de bir defa Marksist-leninist-stalinist her zaman Marksist-leninist-stalinist Ulu Şefiniz Zileli’yi, ikna etmek istediniz. Ben bu adilikleri sadece medyada ve ayıpları örtmeyi kendilerine meslek edip iyi para kazananlarda gördüm.
En kötüsü diyalektik düşünmeden yoksunluğunuz. Her şeyi kelimesi kelimesine anlıyorsunuz, hayal gücünden mahrumsunuz. Örneğin, sizin eski dininizin tanrılarından biri olan Ulus Baker’e “born again Marxsist”liğin pezevenkliğini yaptığını yazıp size yazdıklarımın yüzde birini açıklayıcı bir yazı ekledim. Tabii haklı olarak pezevenkliği kabul etmedi ama sizden ve Ulu Şef Zileli’den sonsuz daha bilgili ve okuduklarını ezberlemekten çok anlamış olduğunu gösterip söylediklerimde büyük bir gerçek payı olduğunu kabul etti. Sırası gelmişken, eğer Ulu Şefler Ulu Şef’i Bookchin’i okumuş olsaydın otonomi hakkında ne dediğini bilir ve sizin o kitabı okumadan papağanlık yaptığınızı göreceğimi bilirdiniz.
Benim için sokaktaki insan et ve kemikten oluşmuş, tek başına hiç bir şey olmayıp korku içinde titreyen, umut, istek, hayal, rüya, karşılıksız aşk, yaşlılıkla gururu çiğnenen, hastalık ve hastanelerde orospu çocukları şarlatan doktorlar tarafından küçük düşürülen (aynısını siz bana yaptınız, insanların kanına girmiş!), hastanelerde doğan ve ölen, aile dertleri içinde olan, çocuklarıyla bile başa çıkamayan, karısı veya kocasıyla sorunlar yaşayan, ölümsüz Devletler ve Kurumlar ve Örgütler tersine ölümlü, kendisiyle çocukları arasına girip kendini çocuklarının gözünde küçülten pezevenk okullara belini bağlayan, başkasına yalan söyleyip kazık atan, kendine yapılınca dert yanan, güvendiğinin dolandırıcı olduğunu iş işten geçtikten sonra öğrenen, sıkmak için uzattığı eli havada kalan, hiyerarşi (sizler gibi) genleriyle doğan, buradaki devrimci orospu Türkler ve Kürtler gibi çocuklarının okullarda başarısıyla ve zekasıyla övünen ve ben “peki aptallara ne olacak?”, diye sorduğumda, hiç çocuğumuz olmadığı için (EYLEM miti) anlamadığımızı ileri süren veya konuyu değiştiren*, çocuk yaptıkça sosyalden daha fazla para alan lağım farelerine dönmüş çelişki dolu somut insan. Çelişkilerden, gecekondu, geto, varoşlardan arınmış insan sadece ve sadece pezevenk bilim-teknik adamları, matematikçiler, pozivist filozoflar, politikacılar, …, kısacası siz ve Zileli gibilerin beyninde. Ben size yazıp ima ettim. Ama şefiniz gibi politikadan başka hiç bir şey bilmemeyi gurur ve erdem yapan sizler (Gasset’i de okumadığınız belli) anlamadınız bile. Matematiğin bile çelişkiden arınamadığı, bunun kuantum fizikde belirsizlik prensibi tecessümü olduğu, çelişkisiz bir teori veya eserin ölü olduğunu bile bilmiyorsunuz. Feyerabend’i okuyun. Hatta ANLAYIN veri-bankacılığıyla politika leblebileri dağıtmaktan vazgeçin!
*Biz, çocuğumuzun bizim değil medya ve okulun çocuğu olacağını bildiğimizden çocuk yapmadığımızı söylediğimiz halde siz ve Zileli’nin buradaki eski klonları gibi utanmadan sırf bizi küçük düşürmek için yalan söylediğimizi ima ettiler.
Sanki sizin huşu içinde adları ettiğiniz sosyologlar, psikologlar, tarihçiler, falan filanlar İsviçre ve Avrupa Devletlerine bu devrimci ve demokrasi sevenlerin aslında yüzde bin tüketici lağım fareleri olduğunu ve özellikle en adi, en ucuz, en kitsch malları tüketmede eşsiz olduklarını bu devletlere açıklamazlar. Üstelik o ülkelerde YaLaKa tiplerine benzerler arasında işsizlik sorunu kısmen de olsa çözülür.
Somut insan, 7-10 bin yaşanmış kölelik, günlük yaşam, ve özellikle okul ve medya (fizikte buna Hawkings ve benzeri süt inekleri, belli bir bağlamda “wild marriage”, derler) evliliğiyle doğan, günleri beyin hamamlarında geçen, binlerce yapay isteklerin hamuruyla yoğrulmuş insan. İnanılmayacak bir uyanmayla evrensellik vaadi yapılmış, ama ardından tekbiçimlilik verilmiş olan bir dünyanın hilkat garibesi insanı, mahluku. Aynı kuşların insan gördüğü zaman kaçması gibi, 7-10 bin yıl yalanlar, vaatler, kırımlar, gaddarlıklar, baskıları ve benzeri binlerce alçaklıkların altında ezilerek, yoğrularak korku içinde yaşayan insan.
Bundan 10-15 yıl önce sokaktan somut bir insan Meryem Ana büstünün (aman marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşist_MODERN-BİLİMSEL şefiniz duymasın) konuştuğunu görür. Bir süre sonra tüm ülkeye yayılır. Her zaman bok üzerine toplanan sinekler olan, gazeteciler, televizyoncular, profesörler, toplum psikoloji uzmanları heyecanlanırlar, fikir yürütürler, tartışmasını yaparlar ve sık sık olduğu gibi konu üzerine kitaplar yazılır. Son karar: toplumsal isteri. Bu karar için bu kadar büyük “spectacle”e gerek bile yoktu ama televizyon seyreden, gazete okuyan, sosyal medyada dolaşan veri-bankalarını meşgul tutma faydalı.
Çalkantı sona erip etraf sakinleştikten sonra benim tanımadığım bir şair bu konuyla ilgili bir yazı yazdı. Okuyunca yerimden kaldırıp volta attıran yazılar gittikçe ve hızla azalmakta ama bu eşsizdi. Yazan, dürüst bir düşünürdü, medya yıldızı değildi.
Özet:
Sıradan insanlar dünyayı başka görünce, toplumsal isteri. Biz şair veya sanatçılar dünyayı başka görünce, şairiz, sanatçıyız. İkimizi de kafese koymuşlar.
Somut insanların hepsi değil ama çok çoğu haklı olarak gönüllü kölelikten, sistemin sürekli çözüm, yani en son ve en iyi ıvır zıvır dağıtmasına alıştıkları için somut çözüm, somut mucize beklerler. Eğer bunları veremiyorsanız boş konuştuğunuzu anlarlar. Sizi gözü yukarıda olan bir parti üyesi, makam adayı, dilbaz görürler. Hatta ben, tarihte örneklerini gördüğümden istemeyerek, bulunduğumuz bataklığın derinliğinden ötürü, binlerce kitap okumadan, anlamadan kısa ve kestirme çözümlerin sadece imkansız değil şirketlerden bile sonsuz daha zararlı olacağını düşünüyorum. Ve somut insanın bunu yapmaya ne zamanı, ne enerjisi, ne de hazırlayıcı eğitimi var. Bazı, özellikle İngiltere’de, dürüst insanlar bunu bildiklerinden okullar açtılar.
Bu insanın en büyük düşmanı, “sorun varsa, çözüm vardır” inancı. Çözüm, her zaman bilenlerden, uzmanlardan, benim deyimimle aracı pezevenklerden, ve özellikle hepsinden büyük pezevenk paradan gelir. Sokaktaki somut insanla aramda fark var. Ben onun inandığı dünyasının sonsuz küçüklükte bir bir azınlığın yarattığına inanıyorum eğer sanal dünya varsa, işte tek ve tek sanal dünya bu. Ne yazık ki arttık herkes aynı o dünyada. Hele BOKface ve TWATtter gibi sosyal medya robotu olmuş ilerinin düzeninde apparatçikliğe hazırlanan siz ve bir türlü vazgeçmeyenler sizler ve Zileli. Tabii insan olarak anlıyor ve hatta sempati bile duyuyorum, örneğin yaşıma rağmen çok fena sigara tiryakisiyim.
Dur, dur hoplayıp zıplama. Sizin SOYUTLAMA hastalığınızı biliyorum.
Aynı somut insan ilkellerde (yani medeniyet öncesi) de var. Ama hiç bir zaman bir azınlığın “çözüm”ünü yutmamış. İlkellerle medeniler arasında evren kadar büyük bir uçurum var:
İlkellerde BİZ, bizde TEK.
Siz heyecanla hoplayıp zıplamaya başlayıp bana şantaj yapacağınızı bildiğim halde ve 60ları ve sizin Bookchin ve yerel şefinizden öğrendiğiniz pislik dağıtma mühendisliğinizi uyguladığınız Detroit yaşamından dolayı, Gezi Park’ı gibi bir olayın sokaktaki somut insana değebileceğine inanıyorum. Sadece ben, bunun kısa ve iz bırakan olarak algılıyorum. Bazılarında derin izler bırakır, Bazıları, siz ve Zileli gibi, ticaretini yapar. Tekrar yaratmak isteyenler, ölüme tapanlardır!, kısaca bunlara örgütleme hastaları.
Ben tamamıyla tesadüf sonucu, 60lar ve 68 olayları, okumayı ciddiye aldım. Dürüst düşünürlerle arkadaşlığımın payı da çok büyük. Ama Detroit’deki arkadaşların çoğu okumayla uyanmış değilselerse de okumamaktan uzak durmalarının onlardaki zararlarını da gördüm.
Burada da aynı durum var ve bir örnekle açıklayayım.
Bir noel partisine bilim-tekniğin zararlarını o güne ait bir örnekle çoğu ekolojist olan arkadaşlara anlatmak istedim.
Son derece beğendiğim, teolojide tamamen cahil olduğumdan, teoloji dışı hemen hemen bütün kitaplarını okuduğum ve teknoloji hakkında yazdığı kitapların hemen hemen tüm dillere çevrildiği bir yazarın Hristiyanlara (Kierkegaard benzeri) bir örnekle ne kadar derin bir taş uykusunda olduklarını anlatır.
Bakın ” İsa’nın doğumunu simgeleyen/gösteren tablo”ya, der. (Python’da başlangıç sahnesi biraz değinir) Çoban, kuzu, eşşek, öküz, sıradan insanlar ve üç müneccim (zerdüş mecusileri) var. Üç müneccim İsa’nın doğduğunu nasıl bildiler? Göğü gözlemlediler, yıldızın kaydığını gördüler, onu takip ettiler. Ne getirdiler? Altın, tütsü, mürrüsafı, yani hediye getirdiler. Peki sıradan insanlar nasıl bildiler. Bildiler. Ne getirdiler? Kendilerini getirdiler.
Bilim-teknik uzman adamları durmadan bize hediye getiren kıç yalayıcı, süt inekleri. Bir de “ogursel”le aramda geçenleri okuduğunuzu söylüyorsunuz.
Doğacı, ekoloji ve gezegeni korumaya tam kalbiyle inanan bir arkadaş, aynı ogursel gibi, hiç beklemediğim bir yanıt verdi ve diğerleri, siz cahiller gibi, katıldılar.
“Ama üç müneccim doğal ürünler getirdiler!” Son moda ve fetiş olan bir inançtan dolayı hem yazar hem ben sıfır olduk.
Bu arkadaşların çoğu, Detroit gibi, okumaktan uzak, okumayı “entellektüel” bulan veya sadece moda olan konuları okurlar. Bu demek değil ki, yine Detroit gibi, uyanmış değiller.
Ben, belki yanlışım ama Blake ile aynı fikirdeyim. Cahil saf olamaz.
Sizin sözünü ettiğiniz “… EGOLARINI DAYATMAKTAN KENDİLERİNİ ALAMIYORLAR!” sorununu sadece düzenin yaltakçıları psikologlar egoya indirgerler. Yani sorun normal olmama, sapkın olma. Marks’ın “… değiştirme … “, lafı bu salak bilim-teknik adamaları için geçerli. Tabi dahaları da var. Örneğin yukarıdaki gibi asıl konuyu bilmemek. Eğer sizler gibi eski Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistleri ve her kapıyı açan anahtar SOYUT dolayısıyla anlamsız SOKAKTAKİ İNSANAN değinme, EYLEM, EMEK gibi örgütlenme propagandalarını bir yana bırakırsak, Lenin ve benzeri kendilerini dev aynasında gören yıllarca antreman yapıp dilbazlıkta usta* hırslıları bir yana bırakırsak, bireylerin olmadığı yerde bireycilik hastalarını bir yana bırakırsak, insanların farklı oldukları, farklı deneyimlerle büyüdükleri, vb., ve bu nedenden farklı görüşler ileri sürmeleri normal. Düşman gibi birlik olmak, onları taklit etmek şart olmayabilir. Herkes kendinin, haklı olarak, değersiz olduğunu biliyor. Bu sağcılık, solculuk, medya yıldızlığıyla, entellektüel orospulukla sömürülecek bir fırsat olmamalı.
[*Belki konu dışına çıkmış olacağım ama politikacılıktan başka hiç bir şey bilmeyenlerin hakaretlerine maruz kaldım. Cahillere, sosyal medya veri-bankacılarına, bilmeyi anlamayla karıştıranlara ders vermekten kendimi alamıyorum. “Biliyorsunuz (Allah bilir hayır)”, hatta şimdi moda bile olan, şamanlığa ilk önce Tunguzlar arasında rastlandı. Daha sonra son derece yaygın ve son derece kompleks ve derin bir inanış olan bu inanç Orta Asya Türker’inin inancıydı. (Karadeniz ve Akdeniz kelimelerinin kökenlerine bak.) Müslümanlık karşısında boyun eğip kaybolması türlü nedenli ama en başta sidik yarışmasında usta, özellikle sufiler ve tüccarlar, müslümanların dil cambazlığıyla açıklanır. ]
SITEDEKI BIR HAVLAYAN KÖPEKDEN ÖRNEK: 106 ANONIM 22 HAZIRAN 15
TÜRKIYE’DEKI SOLCULARIN VE TÜRKIYE SOLUNUN HALI PÜR MELALINE ÇOK GÜZEL IKI MISAL O.GÜRSEL VE 103 NUMARA…SIZE TAVSIYEM ILK ÖNCE KENDINIZE BIR SORUN: İYI DE BIZ BU BOKU NIYE YEDIK?
Bu salağa sadece ben cevap verdim. Hepiniz “Okuyup uyarmak yerine, aynı ilk okul çocukları gibi, Ulu Şefim, bak bak ne kadar biliyorum!”, sevdası içinde.
79 ANONIM 12 HAZIRAN 15
BILGI MALDAN HAYIRLIDIR. BILGI SENI KORUR, SENSE MALI KORURSUN. MAL VERMEKLE AZALIR, BILGI ÖĞRETMEKLE ÇOĞALIR. BILGI HAKIMDIR, MAL MAHKUM. BILGI SAHIBI CÖMERT OLUR, MAL SAHIBI CIMRI OLUR. BILGI RUHUN GIDASIDIR, MAL CESEDIN GIDASI. MAL UZUN ZAMAN SÜRECINDE TÜKENIR, BILGI UZUN ZAMAN SÜRECINDE TÜKENMEZ VE EKSILMEZ. BILGI KALBI AYDINLATIR, MAL KALBI KATILAŞTIRIR. MAL, SAHIBININ VEFATIYLA KENDISINE HIZMETI DE SON BULUR, BILGI ISE HIZMET ETMEYE DEVAM EDER. MAL SAHIPLERI MALLARININ BITMESIYLE GÜÇLERINI YITIRIRLER, BILGI ISE BITMEYEN, SÖNMEYEN BIR HAZINE VE VARLIKTIR. MAL TOPLAYANLAR ÖLDÜKLERINDE UNUTULUR, BILGI SAHIPLERI ESERLERIYLE HER ZAMAN YAŞARLAR.
Bu bilgiyi fetişleştirene de uyarıcı cevabı salt ben yazdım. Ne okudunuz ne anladınız. O yazı kendi başına bile sizlerin ne kadar eski marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistler olduğunuzu, ilkeller ve geleneksel cemaatlerin neden önem kazandığını anlamaktan ve hatta bilmekten ne kadar uzak olduğunuzu, aslında sizin şefin anarSHITliğin resmi bayiciliğin yaptığını görmediğinizi gösterir.
Eskiden sanatçı insanlara, kaçınılmaz kadere, feleğin kahpeliğine karşı dayanması için cesaret verirdi. Şimdikiler insanlara kendi kendilerini boğazlamaları için bıçak uzatırlar. Bu çok acınacak durum. Çok uzun bir tarihten kaynaklanan bir durum. Sizler bunu sömürmekle kalmıyor sizden ve Ulu Şef’iniz Zileli’den çok daha dürüst ve bilgili olan bana hakaret, şantaj yağdırıyorsunuz.
Siz tarih boyunca son derece bilinen ve defalarca tekrarlanan bir gerçeği bile görmemezlikten gelmeyi tercih ettiğinizi görmeyecek kada kör olmuşunuz. Ancak saraya yakınlar sarayı ele geçirmenin kolay veya mümkün olduğunu bilirler. Müslümanlara kiralık asker olan vaya köle olan (örneğin Memlükler) Türkler, Bizans ve Pers imparatorluklarında kiralık asker olan Araplar, Roma imparatorları olan Almanlar, parçalanan Olmec kalıntıları ve ardından gelen şehir devletleri halinde birbirlerini yiyenleri birleştiren kiralık asker Aztekler, …, İstanbul ve Ankara gibi “Whore of Babylon”a yakın olduğundan horozlanan siz ve Ulu Şefiniz.
İlkeller her bireyin tüm diğer bireylerden faklı olduğunu burjuvalardan sonsuz daha iyi biliyorlardı. Potansiyel çıkabilecek sorunlara mitler, ayinler, idelojilerle sonsuz sayıda çözüm getirdiler. Örneğin Avustralaya aborijinler, ideolojileriyle herkesin farklı oduğunu saklar, burjuva-kapitalizm herkesin aynı olduğunu saklar.
Bu benden: *SOMUT SOKAKTAKİ İNSANININ YARATTIĞI DİYALEKTİK BÜYÜK BİR HAKİKAT.*
Özet Romantik çağı inceleyen bir kitaptan. Yazar ünlü bir Marksist.
Mr X, in his book lets Paul say the following.
‘You know,’ (Paul) said to his mother, ‘I don’t want to belong to the well-to-do middle class. I like my common people best. I belong to the common people.’
‘But if anyone else said so, my son, wouldn’t you be in a tear. You know you consider yourself equal to any gentleman.’
‘In myself,’ he answered, ‘not in my class or my education or my manners. But in myself I am.’
‘Very well, then. Then why talk about the common people?’
‘Because – the difference between people isn’t in their class, but in themselves. Only from the middle classes one gets ideas, and from the common people – life itself, warmth. You feel their hates and loves.’
This is the way in which Mr X was posing it: education = ideas = middle class: experience (‘life itself) = feeling = the common people. As a protest against the ‘din-din-dinning’ of the Board School, as an affirmation in the face of enervated London literary culture, it is fair enough. But it is scarcely a valid philosophical resolution. Moreover, this kind of attitude can lend support, too easily, to another set of attitudes, strongly present in the working-class movement, about which I have perhaps said too little. The obvious cultural riposte to a class-ridden manipulative educated culture is that of anti-intellectualism:
…
The pure in heart may indeed be blessed: But They May Also Offer Themselves AS A FERTILE PASTURELAND UPON WHICH THE DEMAGOGUE AND THE CAREERIST MAY SAFELY GRAZE (bu büyük harfleri sizlerin bu “demagogue”lar olduğunuzu vurgalamak için ben yaptım). It may be true and important to insist that we value men not by their class or educational attributes but by their moral worth: but if men – and especially if educationally-disadvantaged men – begin to value themselves too complacently in this way it can serve too easily as an excuse for the giving up of intellectual effort.
Saray veya Devlet memurlarının, hemen hemen hepsi dalkavuk olan, kazananların hikayesini tarih diye yutturanlar yerine sosyal yapıyı sansürsüz yansıtan mit ve dinler hakkında bilginiz eksi sonsuz. Kapitalist-burjuva propagandasının tam kölesi, yeni dini eski Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistliğin tam kölesi olan Ulu Şef Zileli şapşal şapşal gururla Kur’an’ın açmadığını söyler. İslam tarihini en derin ve en dürüst inceleyen, (hiyerarşi kanınıza işlediği için ekliyorum, Edward Saïd bile çok beğendi) 3 cilt kitap İslam’ı din değil medeniyet olarak ele alacağını söyler. Modern dinin sizlerde ne kadar derinlere indiğini, ve özellikle kendine marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistliği kariyer etme peşinde koşan Zileli’nin kim olduğunu görmekten acizsiniz. Bir de utanmadan “Neden ikna etmediniz?” diyorsunuz ve bunun aslında adi ve ucuz şantajın en son ve en iyi tekrarı olduğunu görmüyorsunuz.
Size Detroit’de neden asıl sorunun medeniyette olduğu ve bunun 7-10 bin yıllık bir karabasan olduğu sonucuna vardığımızı yazdım. Siz hala Ulu Şefinizin neden marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistliği tercih ettiğini, sadece bu konuda papağanlık yetenekleri olduğunu ve SOKAKTAKİ İNSAN, EYLEM, EMEK SOYUT safsatalarının yeni ve en son anarşistlik adı altında eski Marksist-leninist-stalinist-falan filan olduğunu görmekten aciz taş uykusundasınız.
Siz hiç bir EYLEM’DE bulunmamış ama salt altın yumurta yumutamalarla dünyayı değişiterebileceklerini iddia ettiğiniz kitap ve yazarların adını veriyorsunuz, ben düşündüklerimi veya beğendiğim yazarları hiç değilse açıklamalar ekleyerek söz eder etmez SOYUT SOKAKTAKİ İNSAN’A değmez, EYLEM’DEN yoksunluk ilahileriyle şantaj, hakaret, tiksindirici sözler tekrarlıyorsunuz. İşinize gelince zaman farkları ve yeni uyanışlardan söz ediyorsunuz ardından en son ve en iyi reklamcılığı olan “eylemlerden” (YaLaKa şarlatanlığı ve orta sınıf, hayatndan memnunlar için yazılmış aile içi resimli romanveri broşürler) bahsediyorsunuz. Benim hiç ama hiç katılmadığımı ne biliyor, ne soruyorsunuz. Bunlar cahillerin eski marksist-leninist-stalinist-falan filanları yeni ambalajlarla karşı tarafı susturma taktikleri olduğunu görmeyişiniz yanında İsa’nın su üstünde yürüme mucizesi çocuk oyuncağı.
Ulu Şef’inizi Ulu Şefi Bookchin, Chomsky gibi aslı ve özü eski türkü eski göbek havası olan ilerleme saplantılarından vazgeçemeyenler, kendilerinin sizler gibi içi boş olduklarını görmek istemeyenlerle Fredy’i kıyaslayan sitenin adresini verdim okumadınız. Aksi halde Ulu Şefiniz Zileli ve sizin de aslında içlerinizin boş politikacılar veya kazanabilir politikacılara apparatçik olma hayalleri içinde olduğunuzu görürdünüz.
Önemli olan ikrar ettiğiniz niyetler değil, beni (ve arkadaşlarımı) tanımadan BÜYÜK laflara ve tamamıyla marksist-leninist BÜYÜK ŞEFLERİNİZE ve hepsinden kötüsü ve onların teorik zayıflığını ve adi politikacılık yaptıklarınızı yutarak durmadan bana adice övüngenlik ve kabadayılık ettiniz.
En basit örnek: durmadan kitap isimleri, huşu içinde yazarlar, Internet’den siteler, videolar sıraladınız.
Ben kendim papağanlık yerine [ki size bu türlü söylememiştim ama aynı anlama gelen “konuşan ben değil, beni aracı kullanan o (yani TÜM)] okuduklarımın bana verdiklerini size aktardığımda aynı medya ucubelerinin yaptığını yaptınız. Sanki bunları dün veya daha önce televizyon, gazete veya sosyal medyadan duymuştum. Her halukârda benim gibi bir hıyarın dedikleri sizin toplamak istediğimiz YARDIM etmek istediğiniz, ADINA konuştuğunuz, sizin gibi hayatı seyircilikle geçenlere benzeyenlerin tenine değmez. BÜYÜK marksist-leninist şeflerinizin söylemeden aktardığı hikmete göre bu sokaktaki köpeklere, pardon bu ezilmişlere, kemik vaat etmelisiniz ama bütün politikacılar gibi dolandırıcılığı BÜYÜK laflarla süslemelisiniz. Bana göre, bu kısıtladığım bağlam içinde başkaları adına konuşmak kapitalizmden, şirketlerden, Devletler’den bile zararlıdır. Neden bana kitap ve huşu içinde yazar adları sıraladınız? Neden o yazarları dedikleri sizin sokaktaki köpeklerin tenine değerde, benimkiler değmez? Bu apaçık çelişkeyi görmemeniz size Nazileri ve Sovyet apparatçiklerini hatırlatmaz mı?
Marks’ın insan doğası yok, insan koşulları var evrensel bir hakikat. Bu, Marks’ın en büyük ve en güzel laflarından biri ama en büyük çelişkilerinden biri. Ve bu çelişki hafife alınmamalı. En basitinden eğer insan doğası yoksa, insanın yabancılaştığı insanın hangi değişmeyen doğası? Siz insanları neye davet ediyorsunuz? Burada ve Türkiye’de plastik yiyip domates sanan ve asıl domateze tercih edenler çok, aynı danon yoğurdunu asıl yoğurda tercih eden Türkler ve Kürtler, İLERİCİLİK kapitalist ve Marksist düşünceleri anarşistlik adı altında satmaya çalışan siz, ogursel ve Zileli gibi. Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşist şefiniz Zileli’ye inandığınız gibi. Onun yazdığı yazılara benzer ve onunki gibi Türkiye ile ilgili bir yazıyı benim inceleyip kritiğini yapmam için en parlak yandaşı Fredy’e verir ve o da suratına atıp, “o, böyle boktan şeyleri okumaz!”, der. Sizi çok fena uyutmuş ve bana yaptığı terbiyesizlik, ardından gelen tehdit vari havlamalar tamamıyla eski marksist-leninist-stalinist devrimci taktikleri!
**** 126’ya Genel Yanıt 2****
1. Biz buraya “yerleşmeden” önce Avupa’nın, özellikle İspanya ve Almanya’da hayli yaşadım ama hep bize benzerlerle. Bu defa normaller arasına girdik ve karıma, “Amerika’da düzeni savunanın maskesini kürdanla beş dakikada yırtardık, ve ardından zavallılar ‘that is right, we are really screwed (aslında başka bir kelime kullanılrdı ama …’ “, derlerdi. Burada, “maskelerini baltayla bile yırtmak imkansız!”, dedim. Belki binlerce nedeni var ama bir tanesi çok önemli.Amerikalılar, hala kendilerinden sonsuz daha asil, gururlu, onurlu, özgür insanları kırımdan geçirdiklerinin bilinci yaşamakta. Buradakiler eski Yunanlılarla başlarlar, ardından Newton, Galileo, Descartes, Copernic, Darwin … aynı siz gibi yıldızlar beyinlerine işlemiş ama kendileri boş ve nihayet gece gündüz mutluluk arayan tüketici olmuşlar.
2. Türkiye’nin Avrupalılaşması ateşlendiğinde, sizin Gün şefiniz, bana “sen bizlerden çok daha tecrübelisin, bu konuda bir yazı yazar mısın?”, dedi. Ben yazdım ve o da kabalıklarımı ve kendi gibi efendilere yakışırlara sunulması için düzelterek yüksek makamlara, Birikim adlı bir koca kelleler dergisine gönderdi. Yanıt, hocanın çorba, kepçe ve çorbanın tadının kötü olduğu fıkrası, yani aynı sizin gibi benim yalancı olduğum. Sizlerde salt merdiven basamaklarını atlama hırsı kalmış. İşin kötüsü sokaktaki insanların da aynı durumda olduklarını görmüyor, onlara yol göstermek istiyorsunuz.
3. Ben sizlerin basmakalıp tanımlarınızı tatsız ve adi buluyorum, eylem ve dünyayı değiştirme merakınız satıhsal ve “poltically correct” olma politikacılığı dışında asıl konularda sıfırsınız.
“THE PHİLOSOPHERS HAVE ONLY İNTERPRETED THE WORLD, İN VARİOUS WAYS. THE POİNT, HOWEVER, İS TO CHANGE İT.”, lafınızı unutmaydıysanız işte ona güzel bir yanıt:
“It is not enough to change the world. That is all we have ever done.
That happens even without us.
We also have to interpret this change.
And precisely in order to change it.
So that the world will not go on changing without us.”
Benden sizin bu yuttuğunuz afyona bir yanıt:
Avrupa keşifleriyle yeni yerlerde Marx ve benzeri devrimcileri tanımadıklarından hala taş devrinde değişmeden yaşayan geri zekalılar bulundu.
Ve işte bulunanlardan birinin dedikleri:
Hristyanlar geldiğinde İncil onların, toprak bizimdi. Şimdi tam tersi.
Galeano’nun trilojisi benzeri güzel, sosyalist Charlie Chaplin ile faşist Buster Keaton arasındaki fark da dahil, örneklerle dolu.
Sizleri istediklerinize daha yakın bir örnek:
“Kapitalizm insanın insanı sömürmesi, komünizm tam tersi!”
Eski dünyada, yani size benzerleri çok daha önce “keşfettikleri” yerlerde, tarım yapan ve teknolojik devrime kadar dünyayı sırtında taşıyan, sizler gibi ileri zekalı olmadıkılarında değişmeyen köylüler de öyle
4. Kolombus ve ardından gelenler sadece baharat aramıyorlardı. İnsafsız, merhametsiz dünyadan kaçıp cennette yaşamak istediler. Cenneti buldular ama tanımadılar. Bu öyle SOKAKTAKİ İNSAN, EYLEM, EMEK, gibi kolayca söylenen (glib talk) Nuh Tufanından eski ucuz palavralarla, kaypak laflarla çözülecek bir sorun değil.
Tekrar ediyorum:
Jollity and gloom
were contending for an empire.
Ve yarışmayı siz, Bookchin, Zileli benzeri; daha önce gelen Atı-türk, Lenin; şimdi Obama, islamlık tüccarı Air-Doğan (arapça Air sözcüğünün anlamını ara bul, bel altı sözlere izin verilmediği için çevirisini yapmıyorum) gibi orospular ve binlerce onlara benzer içi boşlar kazandı ve siz bu yolda giderseniz, siz ve Ulu Şefiniz Zileli de kazanacaksınız, hatta henüz kazanmışsınız. Sefiller için istediklerinizi medeniyetin en son ve en iyi avatarı kapitalizmin daha çok, daha etkin, daha en son ve en iyi dağıttığını kendinizden saklıyorsunuz. Ne var ki, başka bir hayat bilmeyen bu sefiller şişkolar gibi yedikçe daha şişko oluyorlar, şiştikçe daha çok istiyorlar.
5. Bir ara biraz para kazanmak için B.Milletler’e gelen Marksist-leninist-ama-resmi- değil, yani sizin gibi kabız değil, koca kellelere şehri gezdirdim. Benim kan aktığını gördüğüm yerlere onlar, “bak ne güzel”, “bak ne temiz”, “bak ne sağlam yapılmış” vb. deyip durdular. Aralarından birini biraz düşünüre benzediğinden turistik olmayan yerlere götürdüm (tabii belediye, ne güzel!, hemen öldürüyor ama o ayrı bir konu) ve koca fareler gördü. Otelde sizin gibi bilgi küpleri arkadaşlarına söylemiş. Cevap: “Onlar tavşandır, İsviçre’de fare olmaz!” Bu pezevenkler para içinde yüzüyorlar eksik olan siz marksist-ama- değillerin dilinde ” Infrastructure”.
6. Ben Amerika ve Avrupa’da büyüdüm diyebilirim ama son Türkiye’ye geldiğimde, sefilleri eğlendirmek için yılda heder edilen para aklımı durdurdu. Tabii burada da aynı çılgınlık var.
Ve 1972’de Türkiye’ye ilk döndüğümde Amarika’da yaşamış olduğumu duyan zenginler beni evlerine davet ettiler. Ben daha henüz Amerika’da bile böyle zenginler tanımamıştım.
Yani kes artık anarşistlik adı altında eski günah dağıtıcı rahiplik yapmayı.
7. Benim kahramanım Marks, Lenin, Stalin, Bakunin değil. One Flew Over the Cuckoo’s Nest filmindeki sağır ve dilsiz kızılderili başta ve ardından hala yukarıdakilerin rüyasından uzak yaşayanları temsil eden Mac. Kızılderilinin mesajı şüphe götürmez: beyazları ne duymalı ne de yanıt vermeli. Sizin kahramanlar tımarhane içindekiler ve siyah gardiyanlar.
8. Burada dilencilik ve yalancılığı erdeme çeviren Alevi derneği, yani hayalinizde sizin istediğiniz birlik ve beraberlik örgütü, bedava 20-25 bilgisayar eline geçirir. İnşallah (?), devletlerin dernekleri sevdiklerini bilirsiniz. Tüzük belli, yerleri belli, saklı gizli birşeyleri olmayan uslu ve edebli evcilleşmiş kuzular. Tek istekleri Atı-Türkle başlayan sarışın mavi gözlü olma yani zengin olma. Yeni bilgisayarlar alan bir şirket sizin idealiniz olan İNSANLARA değmek ister ve ayıpları örtmeyi “gönüllü” üstlenen iyilikseverlerle temasa geçer onlar da kayıtlı ALEVİLER BİRLİĞİ DERNEĞ’İNE bağışlamalarını tavsiye eder.
Uzatmayım onlar da dernekte bilgi sayarları ağı kurma işini bana teklif ederler. O zaman çok kötü durumda olduğumuzda her gittiğimde 4-5 saat çalışmama karşılık 50 frank (yani sizin o zamanki parayla saatte 15TL) vermelerine razı oldum ve her defasında aynı sizler gibi beni alçaltmadan vermezlerdi. Çok fena sigara tiryakisi olduğumdan bu para benim için ölüm kalım sorunuydu. Her neyse, iş bitti bu defa da kullanamsını öğretmemi istediler. Ben de mantığı bir çok proglamlara yakın ve faydalı olacağını düşünerek “Words”‘i seçtim. Tam sizin SOKAKTAKİ İNSANLAR olduklarından, satır, cümle, virgül, nokta … bilmiyorlardı. Onları öğretmeye başladım ve sizin gibi SOKAKTAKİ İNSANLARA değmediğim mırıldamaları başladı. Asıl istediklerini öğretmiyordum ama asıl ne istediklerinin adını kendileri de bilmiyordu. Soru-cevap seansları sonu baklalar ağızlardan çıktı. Türkiye’deki malları, toprakları, topladıkları kiraları, bankadaki hesaplarını, faizleri, vergileri vb. idareyi kolaylaştıran bir program varmış, excel, onu istiyorlarmış.
Duvarlarında “benim ka’bem insandır” afişi asılı ve Afrikalı siyahlar hakkında dedikleri siz ve ULU ŞEFİNİZ ZİLELİ’nin hakaretlerine benzer. Tiksindirici ve adi.
Başka bir şey beklemek mucize. Daha da büyük mucize, biz bunlar-ama-bunlar değiller adına konuşuyoruz diyen siz marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşist politikacılar. Alttan yukarı ne kadar fırlamalar olsa da, altta boşalan yerleri fazlasıyla doldurup size politika yemi olanlar her zaman olacak.
Eskiden mağrip ülkelerinde dilenciler sadaka verenlere, “Allah seni cennete göndersin.”, derlerdi. Şimdi “Allah seni Avrupa’ya göndersin”, diyorlar. Dilenciler siz ve şefinizin kıvırarak, binlerce kitaba dayanarak söylediklerinizi daha rahatlıkla söylüyorlar. HERKES ZENGİN, yani BİZİM GİBİ ORTA SINIF OLSUN! Atı-Türk, Marks, Air-Doğan ve şimdi Islah-Ettin Temiz-Tas ve Kürtlerin allahı Öcücü-Olan.
Ve işte siz ve şefinize yeni bir şantaj vesilesi, ben nedenlerini bilmiyor veya bilmemezlikten geliyorum gibi salakça laflar.
9. Son yazdığımda belirlediğim gibi ben ve arkadaşlarım kendilerini dev aynalarında gören marksist-lenistlikte bir türlü kurtulamayan, Bookchin ve özellikle Zileli gibilerden çok daha bilgili olduğumuz halde onlar ve sizler gibi bilgiyi fetiş yapmadığımızdan onların kurdukları merdivenlere farkından olmadan tırmananları çok iyi tanırız.
10. Ben, bana ve arkadaşlarıma dil uzatma konusunda, Zileli’nin terbiyesizliğini ve değindiğim konuda cahilliğinde bana hakaret ettiğini açık açık söylemediğiniz için size inanmıyorum. İkinci, üçüncü şahıs kıvırma. Son yazdığımda belirlediğim gibi bana soracağınıza yukardan gelen emirlere uyarak ve dilbazlıkla işi kapatmak istediniz. İkinci üçüncü şahıs sadece kibar bir şekilde kimin devrimci olup olmadığı, devrimcilik kalıp tanımlarına dayanarak size yukardan emir verenlerin sözcülüğünü yapmanız. Bana size emir veren marksist-leninist üstlerinizin devrimciliğine katılıp katılmadığımı sormadınız. Bir yandan devamlı şunu oku, bunu oku der durursunuz. Diğer yandan devamlı arkadaşlarım ve beni amacımız olmayan EYLEM çığırtkanlığı yapmadığımızdan dolayı laf cambazlığıyla sadece bilgiyle yetindiğimizi söylemekle asıl renginizi ne kadar gösterdiğinizin, çelişkiler içinde olduğunuzun farkına varmayaşınız yukardan gelen emirlerin ne kadar güçlü olduğunu kanıtlar. Burada komplo anlamına gelen “conpirer” kelimesinin “co-inspirer” yazarak güzel bir kelime oyununa dikkatinizi tekrar çekmek isterim. (Bu Fransıca daha uygun olduğu için Fransızca ‘inspirer” teneffüs etme analamına geldiğini açıklam da fayda var). Ben size yukardan emir verenlerin dünya değiştirme safsatasına katılmıyorum. Ne de arkadaşlarım katıldı. Ama ütopya ile ideoloji arasındaki farka katılıyorum. İdeoloji (ki bence bu siz ve size yukardan teneffüslerini iletenler de dahil) ” mevcut düzen iyi, doğal, gerçek, ama herkes faydalansın”, der. Ütopya hayır, der. Size yukardan emir verenler bir türlü kendilerinin istedikleri değişmeyi kapitalistlerin çok daha çabuk ve daha etkin yaptığını kabullenmezler, ve Hobsbawm gibi açık açık bu değişmenin milyonların canına yansa da önemli değil demezler. Kırılmış pilak gibi aynı türkü aynı göbek atma. Fark? Senin üstler marksist-leninist ama hayır, hayır, hayır marksist-lenist-anarşistler. Ben Lao Tzu’nun “en büyük salaklık başkaların işine burnunu sokmak, öğüt vermek” öğütüne katılıyorum ama size öğütüm bu bayat formül dağıtan şarlatanlardan uzak durmak. Veya Fredy’nin kitabını çok ciddi okumak. Son yazdığımda Clastres’ın değiştirmek meraklılarına ilkellerin ne yaptıklarına bakın dedim. Sizin gibi aşağılık edip bilerek görmemezlikten geldiniz demiyorum, bu bağlam içinde hatırlatıyorum.
12. Buradaki lağım fareleri Türkler, Kürtler ve diğer burayı candan seven yabancıları İsviçre sigorta şirketleri asıl ihtiyacı olan yaşlılara ek sigorta vermiyor. Ayni burjuva-kapitalistler gibi, siz ve yaşlılığa inanmayan ebedi GENÇ Ulu Şef Zileli gibi, sadece ihtiyacı olmayan GENÇLERE satıyor. Buna siz azılı ve gerçek devrimcilerin, ve şimdi anarşistlik Türkiye resmi bayicilerinin cevabı ebedi basmakalıp cevap: “Onlar, yani yukarıdaki muhabbet tellaları, bizim gibi asıl ve gerçek devrimci değiller!”
13. Bana durmadan beni tiksindirici yerel pezevenk taklitçilerin adlarını, soyadlarını, bunlardan bahseden sitelerin adreslerini yazdınız, yani veri-bankacılığı ettiniz. En azında bu kitap satıcısı sitede reklamı yapılan Gorter’i konuyu nasıl gördüğüne bir göz atın ve siz ve sizin şefin hala Gorter’in eleştirdiği tuzakta olduğunu görürsünüz. Kullandığınız kavramların kendileri tuzak. Bunlara yanıt verecek kadar salak değilim. Ve doğrusu hiç bir zaman ciddiye alıp öğrenmek bile istemedim. Yalnız devrimcilik kariyerini seçenler arasında çiğnenen sakız olduğunu çok iyi biliyorum. Bunlar çocuk konuşmaları ama Hitler’in dediklerine de çocuk konuşmaları diyenler olduğunu da biliyorum. Hiç belli olmaz son derece başarılı olursunuz ve yeni düzenin apparatçikleri, veya hiç değilse, tabii sadece taktik icabı desteklenen, Islah-Ettin Temiz-Tas’ın akıl hocaları olabilirsiniz. Zaten Zileli’nin rüyası bu! Başka bir şey yok. Geri kalan edebiyat.
Her yazınızı böyle didik didik etmek imkansız ama sezgiyle ve ne derseniz deyin sizlerin anarşistlik kılıfı içinde, Chomsky, Bookchin, Zileli ve benzerleri gibi, aslında marsist-leninist, veya en azından ayni aileden olan İLERİCİLİK çılgını olduğunuz çok apaçık. Utopistics kitabında, bir defa daha ve bitmez tükenmez dünya kapitalizm krizini inceleyen Wallerstein, siz ve Ulu Şef Zileli’den çok daha bilgili olduğu için, eğer elli yıl önce olsaydı krizden kurtulmak için marksizmi seçerlerdi der. Kendi kendinizi aldatmaktan başka bir şey yok. Günümüz insanları için zengin olmaktan başka bir şey kalmadı. Buna en üstün, en uygun, en eşsiz, en şahane, en etkin çözümü Marks’ın “insan doğası yok, insan şartları var”, lafını en iyi uygulayan burjuva-kapitalistler buldu. Medeniyet hilkat garibesi günümüz insanının ağzını sürekli (bel altı laflarına izin verilmediğinden kullanmıyorum) sulandırır, hem verir hem verdiğiyle daha da fazlasını isteme müptalası eder. Bolşevikler, sizin Ulu Şef’in BÜYÜK DEVRİMLERİ bunun taklitleri.
14. Anlamadan anlamada en büyük payı olan imgelerden tiksinen bir sevdiğim yazar, “Our Daily Bread” adlı bir filimi görmeyi tavsiye edince hayret ve merak ettim. 1929 Wall Street iflası sırasında biri bir ekim yeri bulur, cennete çevirir ve elinden iş gelenleri davet eder. Şahane bir yaşam yaratılır. Ama ben son derece derin düşünen ve anarşist olarak bilinen yazarın neden filmi sevdiğini anlamadım. Gelenlerin hepsine ne yapabilecekleri soruluyor ve ona göre kabul ediliyorlardı. Evet kendi yaşamlarını kendi ellerine almış olmaları güzeldi. Ama zamanımız ve burjuva-kapitalistlerin yarattığı cenneten farkı neydi? Bunun anarşistlikle ne alakası var dı? Nihayet sır çözüldü! Bazıları geldi ve sorulduğunda ellerinden hiç bir iş gelmediklerini söylediler. Az bir tereddüt ve arkasından “gelin!”
O zaman anladım.
Çünkü aynı yazar çocuğun son derece deforme doğmuş, hastanelerin, doktorların, kliniklerin, hastabakıcıların çocukla daha iyi ilgileceğini bildiğin halde çocuğu evde tutarsan, işte o zaman otomat değil insan olduğunuzu gösterirsiniz demişti. Sizin “ogursel” severek otomat olmak istiyor.
15. Karım ve ben asla severek yaptığımız şeyler karşılığı para almadık. İlk geldiğimizde, yani hala buradaki size benzer devrimcilerin aslında orospu olduğuna henüz uyanmadan önce, hiç değilse yılda bir defa para beklemeden bir şey yapmak için 1 mayıs kutlamasına yaptığımız çok sevilen bir çeşit kurabiyeleri dağıtmaya götürdük. Meydan kebap, coca cola, orangina, … ve benzeri en nefret ettiğim düşmanıma bile vermeyeceklerimizi satan sizin eski klonlarınız Türk ve Kürt devrimcilerle doluydu. Zileli aşağıdaki yazısında yaptığı YaLaKa benzeri eski günahlarını itiraf modasına uyacağına, bizim neden medeniyet başlangıcına son derece ciddiyetle eğildiğimizi anlamaya çalışırdı.
“AYDINLIK HAREKETİNİN İKİ NUMARALI İSMİ GÜN ZİLELİ, HATIRALARINDA, PERİNÇEK’İN ORTAKLIK KURUMUNU PARTİ TARAFTARLARINI SÖĞÜŞLEMEK İÇİN İCAT ETTİĞİNİ, PARTİYE MALİ DESTEK SAĞLAMAK İÇİN PARTİLİLERİN KURBAN DERİSİNİ BİLE TOPLADIKLARINI KAYDEDİYOR.”
Şimdi kendisi anarSHITlık resmi bayiciliği, kitap reklamcılığı ve satıcılığı yapmakla kalmıyor horozlanıp dışkısını ağzından çıkarıyor.
16. Size bir öğüt daha: “History from Below” tarihçiler ekolünün kitaplarını okuyun. ANLAYIN!
****126’ya didik didik ederek cevaplar.****
GASSET, bence siz ve şefiniz Zileli’yi inceledi. Günümüz sıradan değersizliğini başkalarına yansıtan, saygısız, gurusuz, her akıma kolayca katılan, kişilikte mahrum, sıradanlar. Körlere yol gösteren körler.
Ben sizin liberaller hakkında basmakalıp lafınıza rağmen, liberaller, aristokratlar, ve ünlülerden bana karşı çok saygı gördüm. Siz ve şefinizden sonsuz daha bilgili, gururlu, dürüst, onurlu ama hatalarını kabul eden liberaller oldu. Koyu inançlı müslamanlar bile oldu. Ama buradaki Türkler ve Kürtler (devrimci veya Öcücü-Olan’a tapan ve sayesinde süt ve bal ellerine ulaşan, pardon demokrasi sever Kürtler) aynı siz ve şefiniz gibi boşluklarını terbiyesizlikle kapatırlar. Söylediklerim, asıl ve hakiki şeflerinin beyinlerine soktuklarına, EYLEM, EMEK, DEĞİŞTİRME, SEFİLLER ve hepsinden kötüsü medya dedikodularına uymadığı için, boş konuştuğumdan emin, aynı sizler gibi yaşamda ölüm rahatlığına dönerler. Onlar da aynı siz gibi kıvırır dururlar. Liberaller arasında sizin gibi başkalarının adına siyasi ticaret yapanlardan benim kadar tiksinenlere çok rastladım.
Sizler bireylere saygı göstermeyen, hiyerarşiye tapan, karşı tarafa ne demek istediğini sormadan sosyal medyadan toplyıp hazm edemediklerinizi arkadan değil ağzınızdan kusan yeni dinin hırslı askerlerisiniz. Herkesi sizin adi şefler gibi laf cambazları, somut yaşamı soyut formüllere indirgeyenler sanıyorsunuz. Unutmayın bir defa stalinci, her zaman stalinci!
Zileli cahilliğinden bir terbiyesizlik yaptı. Stalin’e ne kadar benzediğini, site sizin gibi enayi yaltakçılarla dolu olduğundan ve kimsenin yüzüne tükürme cesaretini gösteremeyeceğini biliyordu. Stalin gibi korkmadan ve rahatlık içinde, kendinden emindi. Sitede kimsenin kimseyi pek okumadığını bildiği için küstahlığını ve adiliğini laf oyunu yaparak alçaldı ve yalan söyledi.
“AGAİNST LEVİATHAN”I HATIRLATMANIZA O KADAR SEVİNDİM Kİ; THOMAS HOBBES’UN “GERÇEK YÜZÜNÜ!” GÖRMEK VE GÖSTERMEK İSTİYORSAK BU KİTABI HELİKOPTERLERLE DÜNYANIN BÜTÜN MEYDANLARINA BIRAKMALIYIZ! (AH KEŞKE; “AGORA”LARI, “KIRAATHANE”LERİ CANLANDIRABİLSEK!…)
Ama okumadığınız çok belli. Yoksa benden özür dilerdiniz. Zileli’nin ne kadar hala kapitalistliği kardeşçe paylaşan, marksist-leninist geçmişine uyduğu için 19. yüzyıl anarşistliğine sarılmış olduğunu görürdünüz. Din ve mitler, felsefe, antroploji, modern bilim-teknik ve bunun hemen günlük hayatta hem de düşünceler şekil vermede zararlarını, yazının zararlarını, … , ve en azından medeniyetin çıktığı yerdeki olanlar veya eski dünya ve yeni “bulunan” yerdeki insanlar arasında geçenler hakkında utanılacak kadar bilgisiz olduğunu görürdünüz. Salt anarşist olduğu için bundan utanmadan gurur bile duyduğunu görürdünüz. GASSET özellikle sıradan adam simgesinin bu olduğunu söyler. Ve siz Zileli’yi ondan tamamıyla değişik düşünen Anders ve Watson’la aynı kefeye koymazdınız. Tabii bu, Watson’u da okumadığınızı gösterir.
Ben Allah değilim ama sanırım siz sıraladığınız yazarları da okumadınız. Hep sosyal medyadan toplanmış isimlerle ve üstünkörü anlamalar.
Bana bir yazınızda bilim-tekniği ve bilim-tekniğin nötr olduğunu savunanla, ogursel, aramda geçenleri okuduğunuzu yazmıştınız. Peki neden ona sıraladıklarınızdan Martin Heidegger ve Ivan Illich’i okumasını, konuyu anlamadığını, konunun SOYUT değil şimdi ve burda (“hic et nunc”) somut ve özel bir konu olduğunu hatırlatmadınız? Bu konu son zamanlarda dünyada en fazla tartışılan bir konu ve ogürsel bundan bihaber olabilir ama uyarmakta yarar var. Size Anders’ten alıntılar gönderdim hala kelime oyunlarıyla kıvırıp durdunuz. Gezi Parkı veya benzeri eylemlerde dürüstlüğünüzü nasıl gösterecek siniz? Benim sizde gördüğüm her koyun kendi bacağından asılır burjuva bireycilik felsefesi. Bunu göreceğimi düşünemeyecek kadar büyük bir salaksınız. AnarSHIT resmi bayicisi Zileli sizi iyice uyutmuş.
Yerleşik hayata geçtikten sonra bile hala göçebe (pastoral nomad) yaşamdan göbek bağını koparmamış Yahudiler’de bir pislik olduğunda, Yahveh tüm Yahudiler’i cezalandırırdı.
Hala aşiretlik ruhu içinde yaşayan Yahudiler, aralarında pislik varsa tümünün sorumlu olduğu hissi içindeler.
Hrıstiyanlık’da ve Müslümanlık’da her koyun kendi bacağından asılır.
Artık şehircilik ve anonimler birikimi, yani sosyologlar jargonunda toplum safhasına iyice girilmiş. Ve sonucu sizler gibi bilir bilmez konuşanlar. Zileli’ye benzeyen biri çorba yerine, bir gelen bir daha gelmediği halde, 40 yıl su satmış.
Burada yeri geldiği için tekrar edeceğim: İlkellerde BİZ, bizde TEK.
Ben gittikçe sizlerin salak Zileli’nin anarşistlik adı altında marksist-leninist-stalinist bir parti-ama-parti değil üyeleri olduğunuzdan şüphe etmeye başladım. Hep aynı konuşuyorsunuz. Kapitalist-burjuva ideolojisinden sıyrılamamışsınız sadece daha cömert olmasını istiyorsunuz.
Sizler dürüst değilsiniz.
Bu dürüstlükle ilgili Kropotkin’den bir yorum.
Kropotkin’e göre Paris Komünü’nün başarısızlığının asıl nedeni, hazineyi yok edeceklerine elde tutup ilkelerine inanmakta samimi olmadıklarını, yani düşmanlarıyla aynı düşüncede olduklarını göstermelerinden oldu. Karşı taraf o nedenden acımasız ve gaddar davrandı. Sizler de öyle. Kapitalist-burjuvalarla aynı rüyadasınız ama başkayız diye bağırıp duruyorsunuz. Hiç değilse dürüst olup zaten başka bir rüyanız olmadığını açık açık söyleyin. Yani herkes burjuva ama bazıları daha burjuva.
Size Anders’in aşağıda yıldızlar arasındaki alıntıyı gönderdikten sonra bile ogursele daha temkinli olmuş olmasını hatırlatmadınız.
Her koyun kendi bacağından asılır. Ama bana kitap üstüne kitap isimleri yazılıp cahilliğimi, yani politikacılık, pezevenklik, yapmadığımı hatırlatıp durdunuz.
*** But since the king did not like the idea that his son, straying from the main roads, should be wandering all over the land to obtain his own opinions of the world, he presented him with a carriage and horses. “Now you do not need to walk”, were his words. What they meant was: “You are no longer allowed to walk.” The effective reality: “You can no longer walk.”
[ Eğer bana hakaret edeceğinize doğru dürüst insan gibi cevaplar verseydiniz, o salak bir defa stalinci her zaman stalinci Zileli’nin Türkiye anarSHITlik resmi bayiciliği etkisi altında kalmamış olsaydınız, size Fifth Estate’de çıkan ANARCHY, NEO-IMPRESSIONISM, & UTOPIA: The Wandering of Humanity adlı eşsiz ve şahane bir yazıyı gönderirdim. Ne yazık! ]
No Means Is Only a Means.
The first reaction to the critique to which we shall subject radio and television will sound something like this: such a generalization is not permitted; what is of interest is exclusively what we do with these instruments, how we use them, for what purposes we use them as means: good or bad, human or inhuman, social or antisocial.
We have all heard this optimistic argument—if we can be permitted to use such an expression—which is a legacy of the era of the first industrial revolution; and in all of its lairs it still lives on with the same unreflective superficiality.***
Neden benim bilim-tekniğin nötr olmadığı konusuna haklı olduğumu ve ogürselin saçmalamış olduğunu yazmadınız?
Ben, ogursel siz ve Zileli gibi dibi bulunmaz bataklığa saplananlar 1 milyon kitap okusa bile uyanmayacaklarını görüyorum.
Bırakın Allah aşkına, her gün televizyon ve gazetelerde açık açık gösterilen göz yaşartıcı ve dolayısıyla sizler gibilere günah çıkartıcı hapları olan ve yüzyıllarca bilinen sefillikleri sıralamayı. Siz fakirlikle sefilliği karıştırdığınızın bile farkında değilsiniz. Marks bile feodalizmin sonsuz daha insancıl olduğunu söyler.
“POTLUCK” ÖRNEĞINIZLE KENDINIZI BILE BILE KANDIRIYOR OLDUĞUNUZU AKTARDIĞINIZ GIBI.
Ben bunu sizin olgun bir düşünür olduğunuza, özellikle kara cahil Zileli’nin anlamadığı GENÇLİK mitini anladığınız için, hisler paylaşırız diye yazmıştım. Karşıma okuyup anlamadan bile eski marksist-leninist-trotskyists-falan filan-yeni anarşist Bookchin’in papağanı, azılı devrimcilik horozu, SOKAKTAKİ İNSAN, EYLEM, muhabbet tellalı çıktı.
Siyasi amaçlarınızdan gözleriniz körelmiş hep “…MIYORUZ?”, “… MİYORUZ?”, “…YORUZ”, laflarınızın, özür dilemek yerine, aynı türkü aynı göbek atma olduğunu görmüyorsunuz. En azında ben bunların tatmin edici cevaplarını bilsem, sizin şefler gibi, hemen hatta daha yayınlanmadan çürütülecek, kitap ardına kitap yazıp dünyanın en büyük endüstrilerinden birine katkı yapardım. Fredy acı içinde “… kara tahtalara, kağıtlara döküyoruz”, der. Sizin şefler kabızlıktan arkadan çıkaramadıklarını ağızlarından çıkarmaktan veya sosyal medya veya kağıtlara dökmekten gurur duyar, kendilerini dev aynasında görürler.
Bu çeşit laflar aslında yeni din askerlerinin marşları. Çok, çok, çok ayıp ve adi. Üstelik ve yine, benim Amarika’ya gidene kadar geçen hayatım sıraladığınız sefillerin çoğuna benzer. Ama biz sefil değil, fakirdik, bol bol gülerdik..
Ben kendim buradaki Türkiye’den kaçan “fakirlerle” konuştuğumda, onlar benim mahallede olsaydı, ben onları Bill Gate’in ailesinden sanırdım.
Yukarıdaki Paul’un dediklerine ve ünlü Marksist yazarın eklediklerine katıldığım için, aşağıdakileri utanarak yazıyorum. Amacım bunlardan psikolojik pay çıkarmak değil. Sizin ne kadar SOYUTLAR arasında kendinizi kaybedip, benim de Zileli ve siz gibi hali vakti iyi ailelerden geldiğini bana sormadan varsaymanızı ve kabızlığınızda arkadan çıkramadıklarınızı bana kustuğunuzu, aşağıda analatacağım Nazi deneyindekilere ne kadar benzediğinizi yüzünüze söylemek istiyorum.
Barakamız aşağı yukarı 5×5 metreydi ve kışın annem hamur yapar, gazete kesip hamurlu gazetelerle delikleri tıkardık. 4-5 baraka aynı helayı kullanırdı. Sabahları yataklar toplanır bir köşede üst üste yığılırdı. Her şey dışarda yapılır ve ayda bir hamama giderdik.
Annem otellerin çamaşırı yıkardı ve aslında bizi o büyüttü. Annem sürekli, sonra hesap ettim yüzde iki-üç yüz faizle, tefecilerden borç alırdı.
Ben 4 yaşından 17 yaşına kadar devamlı sinemalarda gazoz, gece gazinolarında o zaman lüks sayılan muz satmak, sabah erken çekilen balıkları çekmede yardım, sebze pazarında, kara yollarında, vb. vb. vb. vb. çalıştım.
Amerika’ya gidişim ve hatta okulda sınıfları geçişim ilk başta matematik ve doğa bilimlerinde son derece yetenekli olduğumdan ve o zamanki hocaların hala idealist ve iyi kalpli olduklarından kaynaklandı. Sınıfları hep “öğretmenler kurulu kararıyla” geçtim. İlk okula yalın ayak giderdim.
Amerika’da burs yetmediğinden geceleri fabrikalarda çalıştım.
Şimdi gülmeler.
Bir gece yarısı uyandım annem elinde ip kapının kirişine birşeyler yapmakta. Bacılarımı uyandırdım. Biri çok yırtıktı. “Yahu git dışarda bir sürü ağaç var, barakayı üstümüze yıkacaksın!”, dedi.
Diğer bir gün annem çamaşırlarımızı, eğer anlarsanız, tabii sadece bir entariyle, yıkarken kayar ve düşer. Tabii tüm mal mülk açıkta. Orada çalışan işçilere, “kurban, bir şey görmediniz, değil mi?”, diye sorar. Onlarda, “yok teyze, vallahi hiç bir şey görmedik”, derler.
Size ben binlerce benzeri anlatabilirim. Ama asıl demek istediğim sizin bu yazılarınızın ve şefinizi hali vekti yerinde ailelerden geldiğinizi göstermesi bile değil (aşağıdaki “‘You know,’ (Paul),” ve ardından gelenin derin anlamları, benim sınıf değil bireye önem vermem), asıl sorun tanımadığınız birine bu şantajlarınız. Sizin gibi buradaki devrimci Türk ve Kürt pezevenkler (%99’u) aralarında bizim için, “o çirkin evde yaşayanlar”, adını takmışlar. Televizyon yok, hayvan gibi deri kanape yok, içi cıncık boncuk dolu dolap yok, duvarlarda azılı devrimci veya Türkiye ve Kürdistan turist manzaralı afişler yok. Ne var ki, burada piyesi sahneye koyulan Paris’den bir tanıdığım Fransız (tabii Türk değil, aksi halde Zileli gibi benimle konuşmaya bile tenezzül etmezdi) gelmiş ve oyuncularla beraber otele yerleştirilmiş. Bana telefon etti, mahkeme duvarları gibi sizlere benzeyen otel kalmak istemediğinden, bize gelmek istedi. Kapıdan girer girmez, “gece gündüz düzene küfür ediyorsun ama kral gibi yaşıyorsunuz!”, dedi. Tabii sizin gibi salakların harfi harfine anlayacağı anlamda değil, estetik hisleri gelişmiş olgun ve görmüş ve zamanımız sizlere benzer, GASSET’in tasvir ettiği sıradan insanlarla dolu olduğunu bilen bir olarak, yani dairemizin kişiliğimizi yansıttığını demek anlamında söyledi. Dairemiz buradaki orospu ve yalancı Türk ve Kürtler gibi mağazaları ve reklamları yansıtmıyordu. Dernek duvarlarında Avrupa sosyal yardım bürokratlarının hoşlarına gidecek yazılar, bilhassa “Benim ka’bem, insandır” yazısıyla süslü, en büyük düşmamıma bile satmayacağım kebap, çocuklara kimyasal madde dolu şekerlemer satma ve üstelik yalanlarla sosyal yardımdan faydalanan para içinde yüzen pezevenk alevilerin, bana siyahlar hakkında ne dediklerini aktarmayacağım, tiksindiricilik ölçüde sonsuz yetersiz kalır. Aynı sizin, ben ve arkadaşlarım hakkında söyledikleriniz gibi.
Bu, adi ve ucuz psikolojik iyimser/kötümser, sonradan bozulma ve benzeri orospu politikacılığıyla, devrimciliğe devam bayrağını taşımayla kapatılacak, hasır altı edilecek şeyler değil. Bunu yapanlar siz ve şefiniz gibi eski malları yeni ambalajlarla satmak isteyen dolandırcılar. Siz ve Zileli gibi salaklar için kuşlar insanlardan kötümser oldukları için kaçarlar ve siz bu koca kellelerin ninnilerine uyuyorsunuz. Bizim medeniyeti çıkış ve yayılışını, dışında kalanlarla (Aztek ve Inkalar hariç) karşılaştıklarında olanları çalışmamızın altında bunu anlama yatar.
Size söyledim bir türlü anlamıyorsunuz! Tüm dünya burjuva olmuş ve herkes köpeklere kemik dağıtma yarışı içinde.
Bizlere (143’e cevabıbım başında yazdığım) “The Grand Inquisitor”ın İsa’ya dediği kalıyor. Kısacası “senin insanlardan istediğin çok zor, yapamazlar, onun için biz pezevenkler araya girdik, neden geri geldin, git ve bizi rahat bırak!”
Dostoïevski sadece, aynı siz ve ulu şefleriniz gibi, insanın 2 milyon sene pezevenklersiz yaşadığını bilmiyordu. Siz “biliyorsunuz”. Size söyledim. Uyanın bu afyon uykusundan.
İsa, siz ve şefinize kıyasla sonsuz büyük olduğundan, The Grand Inquisitor”ı haklı bulur, öper, çeker gider. Siz benzeri durumu anlayan ben ve arkadaşlarıma hakaret edip durdunuz. İşte çok çok çok eski ama aynı şeyleri söyleyen iki şiir.
1
…
The darkness drops again ; but now I know
That twenty cenuries of stony sleep
Were vexed to nightmare by a rocking cradle,
…
2
Knowledge, why didst thou come, to wound and not cure?
O power, where art thou, that must mend things amiss?
Come, change the heart of man, and make him truth to kiss.
ÖRNEĞIN, SELAHATTIN DEMIRTAŞ’IN ÇAĞRISIYLA “BARIŞ YÜRÜYÜŞÜ”; NIÇIN PAZAR GÜNÜNE AYARLANIYOR DA, HAFTAIÇI DÜZENLENMIYOR (VEYA “DÜZENLEMİYORUZ”)?!
Ben burjuva-kapitalistlerden çok, sağ veya sol politikacılardan nefret ettiğimden bu adamı ciddiye alamam. Katılmıyorum ve hatta beni tiksindiriyor. Biliyorum tarih boyunca böylelerin pezevenkliğini yapan çok oldu ve dilbazlılıklarını da biliyorum. Hatta hala benim Kürt olduğumda ısrar eden bazı arkadaşlar Türkiye’den bana yazıp ona oy vermemi bile istediler. Bence bu adamın asıl adı ISLAH-EDEN-TEMİZ-TAS.
VEYA BIZLER KINALIADA’DA ROMAN YAZMAK IÇIN GÜNLERIMIZI DISIPLIN IÇINDE GEÇIRMEYE ÇABALIYORUZ.
Siz kimsiniz? Bana özür
Pipsqueak’den 143’e yanıt_1
143’e yanıtım çok uzun:
143_1 : 143 yazınızı didik didik eden yanıtm
143_2 : 143 yazınızla aklıma gelen zırvalamalarım
Aslında bu durumda en uygun ve asil tutum yazışmaya kibarlıkla son vermek.
Nedenler?
1. En önemli ayırım. Dünyaya medeniyet içinden bakılır / dışından bakılır. Benim bilgi kaynağım medeniyet dışında yaşamışların ve içinde yaşayıp dışından bakabilenler. Siz bu konuda eksi sonsuzsunuz. Hele Ulu Şefiniz YÜCE ZİLELİ!
2. Anarşistler, Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni ve en iyi anarşistler gibi birlik ve beraberliğe çağırmazlar. Bunu yapanları sevmezler. Ben nefret ederim.
Fiodor Dostoïevski, “The Grand Inquisitor” şiiriyle cevaplandırır. “The Grand Inquisitor”, İsa’ya, “senin insanlardan istediğini yapamazlar”, “biz araya girdik, işi idare ediyoruz”, “neden geri geldin, git ve bizi rahat bırak!”, der.
Dostoïevski iki milyon yıllık pezevenksiz yaşayanlardan bihaberdi. Siz, veri-bankacılığınızdan ve öncüler olma hevesinizden, sözüm ona 2 milyonluk insan tarihini bilirsiniz.
Rumi boşuna, “İsa’nın mucizelerini boş ver, kendisi mucize”i demedi.
Siz bu araya girmek, Kilise olmak isteyenlerin veya eski Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistlerin etkisi altında kalmışınız.
Size defalarca ima ettim ama tekrar farkında bile olmadan aynı eski şantajlara döndünüz. Ben bunun da nedenini biliyorum. Siz, eski Marksist-leninist-stalinist-falan filanlıktan bir türlü kurtulamayan en son ve en iyi yeni anarşist Gün Zileli’nin ve onun gibi kendini anarşist tanıtanların etkisi altındasınız. Yani “bütün insanları” aynı-ama-aynı değil yapacak devrimcilik hikayelerinin taş uykusuna uyumuşsunuz. Belki safsınız, belki uyanırsınız diye, size bölümlerden oluşan aşırı uzun bir yanıt vermeye karar verdim.
Diğerbir nedeni Gorter’in palavracı Lenin’e açık mektubunda.
3. Ben birlik ve beraberlik yaratma sırlarını bilsem, ilk önce Beyaz Ev ve dünyayı asıl yöneten zenginler beni ayda 1 milyar maaşla işe alırlardı. Böylece orospular ve pezevenkler kardeş kardeş, ahenk ve uyum içinde yaşarlardı. Yine sizlerin cahilliği ortada, Hobbes deyip duruyorsunuz ama devletler ve özellikle iş adamlarının savaş sevmediklerini bilmiyorsunuz! Yani ve tekrar, sizin asıl amacınız, belki farkında olmadan, beni küçük düşürücü şantajlarınız. Bunlara tek tek cevap vereceğim.
[Not: İster istemez sayısız tekrarlamalar olacak]
BÜTÜN BUNLARIN ÖTESINDE; “TERBIYESIZLIK ETMEK” AMAÇLARIMIZ ARASINDA HIÇ OLMADI, OLMAYACAK.
Sizler benim bütün yazdıklarıma yanıt vermediniz ama bu son derece normal. Hatta benim önemli sandıklarım sizin için olmadığından, zaman kısıtlığından, ve benzeri yüzlerce nedenlerden yanıt vermemiş olabilirsiniz. Ben size hiç bir zaman YOKSA, KASITLI OLARAK ANLAMAZLIKTAN MI GELIYORSUNUZ?, demedim. İşte bu terbiyesizlik. Neden şunu veya bunu yapmadınız soruları da şantajlara devam. Bu yüzyılın (boş ver şu son 15 seneyi) en saygı değer ve derin devrimci eleştiricilerinden biri olan Camatte’a sorulur: “Peki eleştirilerinin ne faydası oldu, ne değiştirebildin?”. Tabii alay edici bir cevap verir: ” vejetaryen oldum”. Burjuva devrimi ve taklitçisi Leninler ruhunuza sandığınızdan fazla işlemiş. Hep “peki sen ne bok yedin?”, terbiyesizliği üstü kapalı sordun durdun.
Neyse biraz gülelim. Ekolji pazara gelenlerin çoğu vejetaryen. Sorarım, bu sözcüğün kökenini biliyor musunuz? Cevap her zaman “vegetable”. Cevap veririm. Hayır, eski taş devrinde ve sanskrit dilinden bir sözcük: beceriksiz avcı demek.
Ve eğer güldüyseniz, bunu fırsat bilip size haksızsınız demek istemiyorum, kızgınlığınızda sonsuz haklısınız. Son derece tiksindirici bir dünyada yaşıyoruz Sadece beni tanımadığınızı, hiyerarşi ruhunuza işlemiş olduğundan, alışkanlıklardan herkesi siz ve Zileli gibi politik “rat race” içinde kara cahillik mayasıyla yoğrulmuş olduğunu sandığınızdan, tüm imalarıma rağmen özünüz apparatçik ve otomaton olduğundan terbiyesiz laflarınız gına getirdi ve sert karşılıkları hakkettiniz.Bu arada ben kendimin nasıl gördüğümü biraz, çok, çok az öğrenmiş olur ve hatta sosyal medyada satışa çıkarırsınız.
[Not: hiç değilse arkadaşlardan ikisinin Fredy ve David olduğunu öğrendikten sonra bile, profesörlük yapmanız, benim çok iyi bildiklerimi bana tekrarlamanız, bilgi gösterisi yapmanız doğrusu çok ama çok tuhaf, doğal olarak boş olduğunuzdan şüphe etmeye başladım. Ve zaten “life style” ve “içi boş potlatch” laflarınız beni son derece şüpheye sürüklemişti. ]
Farklarımız: bu pislik ve sizlerin tiksinidirci “rat race” hastalığının nedenleri, bunlara karşı koymalar, olası çözümleri, …
Bunları birbirinden ayırma imkansız.
Tek ayırabileceğim ve emin olduğum, bunun faili olan insanın SOYUT İNSAN olmadığı. İlk medeniyetle başlayan, somut ve çok küçük bir azınlığın kendi rüya ve isteklerini diğerlerine “zorla” kabul ve mal ettirmesi.Ve zamanla bu rüyanın tüm medeniyet içinde yaşayan insanlar tarafından benisenmiş olması.
İkinci emin olduğum, insanı olduğu gibi kabullenip onunla yaşamak yerine, onun adına “çözüm” bulanların dolandırıcı olduğu. Ben yukardaki küçük azınlığın bu “çözüm” bulanlar olduğuna ve hala onlar olduğuna, ve onları taklit isteyen etmek sizlerin de de aynı rüyaları paylaştığına inanıyorum.
Bu “kötümserlik/ iyimserlik”, “hayal kırıklığı” ve benzeri psikoljik ilahileriyle çözülecek bir problem değil.
Ben bu çeşit ilahilerin işi elinde tutan azınlık tarafından, özellikle okullarda, ve sizin ulu şef gibi marksist-leninist-stalinist-ama değiller tarafından beyinlere sokulduğuna inanıyorum. GENÇLİK, MUTLULUK, İLERLEME mitleri çaresizlere yutturulan çözüm ve sizler yutan akıncılarsınz.
Bunu yaratıp ayakta tutanlar, onları taklit eden siz, anarşist olsun olmasın, devrimciler, bunu dilbazlıkla anlatanlar, içi boş insan/insan değil mahluklar . Belki de devrimcilikte ve EYLEMCİLİKTE başarılı olmaları, dilbazlıklarını kendileri gibi ümitsiz ve içi boşlara cazip gelmesinden kaynaklanıyor. Karım, ben ve arkadaşlarımı hariç tutma gösterişi yapacak değilim ama bunun tam bilincindeyiz. Dünya tarihinin %99,9’u “var olma”yla geçti. Sonra kısa bir “sahip olma”, ve ardından şimdi sizler, yani “gibi görünme”ler devrini yaşıyoruz. Son 7-10 bin medeniyet kanseri yıllarında bile içi boş olmayan halklar, cemiyetler, fakirler çoktu. Şimdi bu, “iletişim”, “elektronik” ve hepsinden ötede tamamıyla devletler ve iş adamlarına alet olmuş okullar ve sizin taptığınız sosyal medyayla evrensel oldu. Tabii bu başlangıçta bile, bilginin kurumlaştırılıp taş binalara hapsiyle yaşamayan, cansız, ölü azınlığın aleti eden Sümer’de başarılmıştı ama o ayrı bir konu. Ve siz marksist-anarşistlersizler bunu hızlandırmak peşinde. Köpeklere daha çok kemik atmayı vaat edenler her zaman başarılı oldular ve siz marksist-anarşistler bu defa da başarılı olacaklar. Ben bu sitede bunun çığırtkanlığının, anarSHITlik altında gizli saklı da olsa, yapıldığını gördüm.
İlk medeniyetten sonra buna örnekler ve benzetmeler sonsuz. Ben eve yakın bir örnek vermek istiyorum. Dünya dil yaygınlğı haritasına bakarsanız, Türk dili ailesine mensupların Avrasya’da ne kadar yaygın olduğunu göreceksiniz (bu sadece Osmanlı sonrası bir olay değil, daha evrensel bir olayın örneği, ve inşallah Air-Doğan (Air arapça maslahat, erkek kamışı demek) veya ölmüş klonu Atı-Türk duymaz!). Bu gün Katalanya adı goth+alan aşiretlerin kendilerini arkadan itenlerden dolayı kapağı attıklar yerin adı. Kısacası daha önce lafını ettiğim sürekli yayılan kanser benzetmesi. “Sink or swim”.
Şimdi dünyanın medeniyetten en uzakta kalmış insanlarla konuşsan, onlar da Osmanlı reformlarıyla başlayan ve bir devlet memuru subay Atı-Türkle kıvamına varan, “Eğitim efendim, eğitim. Tüm problemlerimiz eğitimsizlikten geliyor”, nakaratlarını şakırdarlar. Bu yeni dünyaya “uygun” olma hastalığı nakaratını en çok ve özellikle YaLaKa tipleri gibi okullardan sadece meslek kazanmış kara cahillerden duyarsınız. Eğitim, dünyanın en büyük endüstrilerinden biri!
Bu yukardaki azınlığın daoist arkadaşın azınlığıyla hiç bir alakası yok, hatta tam tersi. Tabii eğer arkadaşınız o lafı, benim anlatacağım anlamda kullandıysa.
Lao Tzu ilhamını zamanında küçük bahçe ve tarım yapan cemiyetlerden almıştı ve medeniyeti reddedip doğaya dönmeyi savundu. Bu çeşit cemiyetlerde bazı kişiler, hatırlayan, yol gösteren, cemiyetin geleneklerini koruyan, ahlak ilkelerini unutmayan, yapılacak işi özenli yapıp model olma ve bundan bir üstünlük payı çıkarmayan, doğal olarak, azınlık yaşlılardı (eski Türkler’deki beyaz sakallılar, dedeler). Örneğin bak şiir 57. Sanırım Bookchin Türk anarşitlerini Daoizmle flört ettikleri için azarladığından beri anarşistler Daoizm’den korkuyorlar.
Lao Tzu, doğaya ve cemiyetlere en fazla zararın dünyayı değiştirme meraklılarından geldiğini açık açık söyler. İlkellerin değiştirme meraklılarına ne yaptıklarını Clastres’dan öğrenebilirsiniz.
Hatta Çin sınırlarının Çin’i özgür yaşayan göçebe veya ilkel insanlarla temas etmesiyle, tarihte çok rastlanan ve adı Altın Çağ olan zamanın, hatırlamalara yol açtığını ileri süren Çin felsefe tarihçileri bile var.
Bu konuları hem daha ayrıntılı biliyorum ve açıklayabilirim demek hem de ben aştığını kabullendiğimi eklerim.
SOYUTLARIN SOYUTU SOKAKTAKİ İNSAN laflarıyla beni azarlamakla terbiyesizlik yaptığınızı unuttunuz.
TC’nin BÜTÜNLÜK, BİRLİK; Bolşevikler’in PROLETERYA; Naziler’in ARYANLAR adına kırımdan geçirdiklerini, asker veya taraftar toplamak için havladıklarını unutuverdiniz.
HÂLÂ “DISCOURSE” DEMEYE DEVAM EDECEKSENIZ; KUSURA BAKMAYIN BU KELIME “SOKAKTAKI INSANIN TENINE, HAYATINA PEK DOKUNMUYOR!”
Bu laflarla beni azarlamakla terbiyesizlik yaptığınızı unuttunuz.
Benim bu kutsal SOKAKTAKİ İNSAN hakkında ne düşündüğümü sormadınız. Şantaj yaptınız. Sırf üniformasından veya makamından cesaret alarak horozlanan bir kimseye benzediğinizin farkında bile değildiniz.
Urizen’i okuyun.
Ünlü bir Marksist bile “There is reason and there is reason.”, der.
BU MAÇ HIÇ HEYECANLI DEĞIL; ÖLÜMCÜL!
VE BU MAÇTA, KAPITALIZME KARŞI SIZI DE MÜCADELEYE ÇAĞIRIYORUZ!
İnsanları avucun içi gibi bilme hastası Lenin, “hala samimiyet ölçen bir makine çıkmadı”, diyerek dert yanar. Böylece tek ve tek taptığı iki şeyi de, tabii anlayana, açık açık söyler: insanları kullanmak ve makineler. Ben bu alçak ruhlu heriften son derece nefret ettiğim için onun izinden gidenlere kinim sonsuz.
Onun ve benzerlerinin dünyasını simgeleştirecek bir hikaye.
Stalin Karadeniz’in kuzey kıyısındaki Yunanlıları Orta Asya’ya sürer. Bir parti apparatçiği boşalan bir evi ele geçirir ve babasını ziyaret edip bu becerisini anlatır. Babası, “Bak oğlum, biz bir düşmanımızı öldürdüğümüzde, hayvanlar murdar etmesin, gömülsün diye sahiplerine götürürdük. Siz hem öldürüyorsunuz hem de malını alıyorsunuz. Sen o evi al. Ama ne sen benim eşiğime ayak atarsın, ne ben senin”.
Şimdi sor yukardaki bayat kalıplar dağıtan Ulu Şef Zileli’ye, bu ne demek diye.
Cevap hazır: feodal duygular.
Birey, hiç bir değeri olmadığını bilir ve bunu sezdiği için çılgınca bireycliğe ve psiklojik görecliğe sığınır, sadece gününü gün etmek ister, tüketicilikle imkansız mutluluk peşinde koşar, boşluğunu ve değersizliğini tüketicilikle doldurur. Böyle bir çağda sizler gibi bireyi küçük düşürüyor, SOYUT 10 bin yıldır bilinen saçmalıklarla bireyi hiçe alıyor, salt kendinden yukarıdakilere eğiliyor, altakilere, örneğin bana, tükürüyorsunuz. Bu nedenden ben sizin asıl amacınızın enayi taraftar toplam olduğuna inanıyorum.
Milliyetçiler, solcu partiler, Bolşevikler … aynı hislerle oynama taktikleri kullandılar. Ve zaten hislerle oynayıp insanları ardından uçuruma sürükleme politikacılığın en güzel tanımı. Anarşist hiç bir zaman bunu yapmaz. Bu, eski Marksist-leninist-stalinist-falan filan-yeni anarşistlerin ucuz taktiği.
Hiyeraşinin egemen olan her yerde bu böyle. Bu site de öyle ve bunun modeli. Bu konuda, bireylerin küçük düşürüldüklerini inceleyen, özellikle anarşist eyilimli yazarların sayısız kitapları var. Daha dün anarşist olmuş ama hala leninist-stalinist özünü koruyan, bilir bilmez, anlar anlamaz, etrafa leblebi gibi her duruma uyabilir laflar veya banal özetlemeler dağıtan birine hala saygı gösteren siz kuzularla beraber olup kurtlara karşı mücadeleye çağırmanız şakaya benziyor.
TURUNCU-MAVI-YEŞIL-BEYAZ…YALAKA OLMAYI BİZ Mİ ISTEDIK!
… “UYARILARA” BAŞLAMADINIZ!
“Niçin?”lerinize bu bağlamda bazı yanıtlar
Bu ve buna benzer sorular tekrarlandığından tümüne bir cevap vermek zorundayım ve yine somut olacak.
Eğer YaLaKa ve Sarp Mogan gerçekse, acı çeken kişiden özür dilerim ama bu her şeyi medyaya dökme hastalığını kınarım.
Ben size bazı sorular sorayım. Emin olun bunlara çok şahit oldum.
Eğer sondan bir evvel geldiğimde (1981) Sarp Mogan’a rastlayıp ona tuttuğu yolun varacağı en büyük zirve insan yerine geçmiş olan meta bolluğu, içi boşluk, ve içini doldurmayı salt başkaların acı çektiklerini, sefil olduklarını bildiği sapıklğından geleceğini söylemiş olsaydım beni ciddiye alırmıydı? Salt bana gülmekle kalmaz bunu söylediğim insanların %99,9’u gibi işi psikolojiye çevirip ya başarısızlığımdan, ya kıskançlığımdan, ya kendi kendimle barış içinde olmadığımdan, …, mutfak ve televizyon ve şimdi sosyal medyaya şükür, liste çok uzun, yüzüme tükürmezmiydi?
Ve bence o haklıydı. Eğer limon gibi beni sıkarsan medeniyet tarihinden (teknik anlamda tarih değil, son derece geniş anlamda) ben bunu öğrendim. Son 7-10 yıl medeniyet ağına takılan insanlar, sorunlarına salt aracı pezevenklerle, devrimci veya değil, çözüm bulmuşlar.
Ben azılı devrimcilere bile yürüyerek arabadan daha hızlı gidildiğini anlatamadım. Eğer bir arabanın yapılması için harcanan tüm insan emeklerin saatleri hesaplanıp kişi başına bölünse, yani kişisel değil sosyal düşünülse, sanırım anladınız. Tabii marksist ve anarşist-marksist, herkesin arabası olacak veya SOSYAL HAKSIZLIĞA KARŞIYIZ, şimdi herkesin arabası olsun devrimciliğine, EMEK ve EYLEM’den yana olduğuna, İLERİCİLİĞE devam eder ve sloganlar atar.
Peki sinir içinde araba sürmektense veya tüm dünyayı iş başı eden ve yutan bir canavarın daha da güçlü olmasına neden olmaktansa, yürümek, hele sevdiğinle veya sevdiğin arkadaşlarla sohbet ederek yürümek, çiçekler, ağaçlar, kuşlar, dağlar, nehirler, çaylar, ovaları görmek zevkli olur, daha tatlı olur deseniz, eğer sıradan bir insansa haklı olarak ve dürüstçe “bu dünyayı değiştiremeyiz, böyle gelmiş böyle gider”, der. İleri zekalı, okumuş, hele bir de devrimci anarşist-marksistse, dürüstse “romantikliğime” güler, değilse klişeleri kusmaya başlar. Lao Tzu, özellikle Chouan Tzu bunları, o zaman bile, çok iyi tanır. Bunu bilen çok başkaları da var. Sizin ogursel’e, 19. yy’da yeni ve cesur dünya heyecanı içinde akıllarına bile gelmeyecek bir kuşkunun, yirminci yüzyıl kuantum fiziğin en büyük yıldızlarından biri olan Heisenberg’in paylaşmadığı gösteren bir yazı gönderdim. En son ve en iyi marksist-anarşist hiç utanmadan sadece “böyle birşeyi gördüğümü hatırlıyorum, ama katılmıyorum!” gibi tamamıyla cahilce ve göreceliğe indirgeyici bi yanıt verdi. En son anaşistliğin ne kadar çabuk cahillik anarSHITlik diplomasına döndüğünü gösteren güzel bir örnek.
Benim sorum, bu ogursel’i nasıl ikna edebilirim? Ortega y Gasset’in sıradan adamı. Cahilliğinden gurur duyuyor.
Defalarca size aktarmak istedim. Farkımız, bu ve benzeri gerçeklerin varlığı, son avatar kaynağı, ayakta tutanların kimliği değil. Bunlara karşı tutumlar, anlama farkları, kökenleri. Bunları tartışma yerine, soyut formüllerle ve yukardan akan dışkıların yutulmasıyla kusmalar: şantajlar ve terbiyesizlik!
Ben size derdimi anlatamıyorum, 7-10 yıldır kölelik içinde yaşamış insanlara nasıl anlatacağım.
Defalarca anlatmak istedim. Ben bu hastalığı, sokaktaki insanları kendine silah edinip düşman korkutuculuğunu poltika partilerde; kendini dev aynasında gören azılı, marksist-leninist-falan filan-yeni anarşistlerde, ve ikisinin arasında kendinden nefret eden binlerce içi boşlarda gördüm. Ben bunlardan sonsuz nefret ediyorum. Hemem hemen hepsi kara cahil ve sadece apparatçik veya en son ve en iyi kuklaya dalkavuk akıl hocalığı peşinde olanlar.
Bu akıl hocaları gerçek mucize bile yaratacak cambazlar. Örneğin, Kennedy kendi ölüm merasiminde kendi mersiyesi okudu. İnşallah anladınız.
Ben size Nero hrıstiyanların hissettiklerini hissetmek için Roma’yı yaktı. Lenin boş içini, veya formüller dolu içini, doldurmak için geceleri fakir mahalleleri gezerdi. İçi boş Leninist-Neroist-marksist-anarşist devrimciler sefalati sergileyerek içlerini doldurmak isterler. Bu sizin SOYUT formüllerden vazgeçmeye ikna edermiydi?
Sizin sokaktaki insanları ben çocukken, ama sefil değil, fakirken çok yaşadım. Buradaki demokrasi aşıkları Türkler ve Kürtleri dinledim. Eğer onlar, siz ve Zileli benim mahallede yaşasaydı ben sizleri Bill Gate’in fırlamaları sanırdım. Böyle şeylerin insanı ölçmede veya değerlendirme zaralı olduğunu bildiğim için ayrıntılara girmeyeceğim. Ama bırakın artık şu sefillerin acı durumlarını şantaj olarak kullanmayı. Televiyon, gazete, medya bunarı sizden iyi sergiliyorlar ve nitekim sizin, sosyal medya veri-bankacısı olarak, kaynaklarınız bu maskaralıkların kopyaları. Sizin Ulu Şef, anarşistlik diplomasına rağmen, anarşistlerin sınıfları temel almadıklarını size söylemeyi unutuvermiş veya gerçek bir anarşist olarak cahilliğini erdeme çevirmiş. 126’ya tekrar cevabımda bunu içeren, hatta çok ünlü bir Marksistin yazdığı, “Mr X, in his book lets Paul say the following” ile başlayan ve ardından gelene yazıya bakın.
Siz ve Ulu Şefleriniz gibi Leninler’e ve Hitlerler’e saygı ve huşu içinde olanlar beni tiksindiriyor ve insan olduğuma utanıyorum.
Aynı zamanda medeniyetin (hatırlayın: ” artık ürün medeniyeti yaratmaz, medeniyet artık ürünü yaratır”) başlangıcından beri onun ağına girmişlerin kemik peşinde koşmaktan başka hiç bir seçeneği kalmadığını ve başı çeken pezevenklerin bazılarını azılı köpek olarak kullanıp diğerlerini korku içinde tuttuklarını sizin ULU ŞEFLER’den çok daha iyi biliyorum.
Önce sonsuz eksikliğinzi (hele şefiniz! eski ve yeni solculuk politikası dışında utanılacak kadar cahil) birkaç şiirle gösterip eğer politikacılık dışında hala insan kalmış taraflarınız varsa, bu sefaletlikleri silah olarak kullanmadan vazgeçin.
Önce SEFİLLİK:
London
I wander thro’ each charter’d street,
Near where the charter’d Thames does flow,
And mark in every face I meet
Marks of weakness, marks of woe.
In every cry of every Man,
In every Infant’s cry of fear,
In every voice, in every ban,
The mind-forg’d manacles I hear.
How the Chimney-sweeper’s cry
Every black’ning Church appalls;
And the hapless Soldier’s sigh
Runs in blood down Palace walls.
But most thro’ midnight streets I hear
How the youthful Harlot’s curse
Blasts the new born Infant’s tear,
And blights with plagues the Marriage hearse.
Sor bakalım şeflerine, buna ne diyecekler. Cevap çok açık: ama bu şiiri yazan dünyayı değitirmemiş. Yani sizler gibi enayileri peşine takmamış.
İkincisi başlangıçtan beri size bir tülü anlatamadığım kavramın zararları: SOYUT formüller her kapıyı açar. Araplar eski Yunanlıların eserlerini çevirdiklerinde soyut sözcüğüne tecrit = çekirge dediler, yani herşey yiyip bittikten sonra geriye kalan şefiniz gibi kuru saplar.
İşte SOYUTluğun nered bulunduğu.
The Human Abstract
Pity would be no more
If we did not make somebody Poor;
And Mercy no more could be
If all were as happy as we.
And mutual fear brings peace,
Till the selfish loves increase:
Then Cruelty knits a snare,
And spreads his baits with care.
He sits down with holy fears,
And waters the ground with tears;
Then Humility takes its root
Underneath his foot.
Soon spreads the dismal shade
Of Mystery over his head;
And the Catterpiller and Fly
Feed on the Mystery.
And it bears the fruit of Deceit,
Ruddy and sweet to eat;
And the Raven his nest has made
In its thickest shade.
The Gods of the earth and sea
Sought thro’ Nature to find this Tree;
But their search was all in vain:
There grows one in the Human Brain.
Adi