Ogürsel / Barbar Burjuvazi ve kaçınılmaz “kaderimiz”…
Romalılar barbarı, “elinde hiçbir tahrik edici sebep bulunmamasına karşın, sırf zarar verecek güce sahip olduğu için zarar veren topluluk ya da uygarlıklar” olarak tanımlamış. AKP “burjuvazisi” de yağmasını haklı kılacak; yağmasından bir uygarlık yaratabilecek arzuya, bir “tahrik edici sebebe” sahip değil. Ama “zarar verecek güce sahip” bir topluluk olarak Barbar tanımını hakediyor.
Seksen yılda biriktirilen ne varsa yağmalamış; uluslararası ve yerli tefecilere geri ödenemez borçlar biriktirmiş. Sonunda, Soros’un önerdiği gibi “ülkenin en değerli ihraç malı ordusuna” muhtaç. Harcıyor. Harcayacak. Tüm bu korkunç girişimlerin “halktan” destek alınarak gerçekleştiği görmezden gelinemez. Ve bu barbarlık ideolojisi eşliğinde kotarılan azgın yağma, demokratik olmasa da bir çoğunluk destek alınarak gerçekleştiriliyor.
Özeleştirisiz siyaset…
İşler ters gittiğinde insan önce “düşmanını” mı suçlar? Emperyalizm son 50 yıl zenginliğini kaç kat artırdı; “kahrolsun emperyalizm!” Ülkemiz “hakiki” 1920 model bir faşizme gidiyor; “kahrolsun faşizm!” Kızacak ne var! “Adamlar” işlerini iyi yapıyor! Kötü yapan, başarısız olan biziz; işçi sınıfı; demokrat, hümanist, anarşist vb. muhalefet.
Sol içi tartışmalarda niyetin, kastın, meramın özünü hasta bir kasıtla görmezden gelerek, “ideallerin” yakınlıklarını umursamayıp, yazılanın düz ifadesinde kendince bir boşluk, bir “hata” keşfederek şehvetli bir hırsla girişilen acımasız eleştiri geleneği ortak ruhumuza ne kadar zarar verdi? Bu geleneği tam da “sosyalist-anarşist” ideallere karşıt iktidarcı hırsı önemseyenlerin; egonun hükmünde yaşayan bencil ruhların ürettiğini düşünüyorum. Örneğin F. Gülen ve benzerlerinde sinsice de olsa o tevazuunun, o samimiyet gösterilerinin ve sahte de olsa “reel” dünya halinden acı çektiğini sandıran benzer alçak riyakârların seyircileri üzerindeki o büyülü çekiciliği, sonuçları itibariyle insanî bir arzuya ait arayışı da kanıtlamaz mı? Bu gösterinin samimi, naif halinin doğrudan “sol ” siyaset tarafından kitlelere, emekçi-insan hayatına taşınmadıkça ideallerimizin içi doldurulamayacağını düşünüyorum. En sevilen şairlerimizin bestelenmiş hümanistik sözleri ile “hislenen” solculuk, ne de kolay kendi intihar bombacılarını, kendi yoldaş katillerini görmezden geliyor. Ne yaman çelişki… Samimiyetini, tutarlılığını yitiren bir “sol”, şiddet felsefesini rehabilite edemeyen bir sosyalist siyaset çoğalamaz.(*) Darbeci, devletçi bir faşizmden de sosyalizm olmayacağı anlaşılmış olmalı.
Kendi vicdanı, karakterinin kaçamayacağı bir arzu olarak inanılmış sosyalizm davası, nasıl oldu da “halkını” borçlandıran, küçük burjuva bireyciliğin kariyerist beklentilerine yenildi. Ebedî başkanlık modelinin krallıklardan ne farkı var? Bu tür gerçeklerle yüzleşilmeden “halka” ulaşılacağını sanmıyorum. “Eski” sosyalizm, iktidar tapınıcısı siyasetlerin, amaçlarını araçlara kurban edenlerin, Stalinist acımasızlığı kıble yapanların “buz gibi soğuk suyunda” boğuldu. Öldü.
Ama doğada ölüm yok; değişim dönüşüm var… Ve ölüm de bir son değil; yeni bir şey oldurmanın başlangıcı.
Sanırım ölenin ne olduğunu; doğması gerekenin nasıl olacağının yanıtı bence hâlâ belirsiz.
Ülkemizde ve dünyada, 3. dünya savaşına sürüklenen zavallı halkların tam da ihtiyacı olan bir zamanda, sosyalist-anarşizmin kapitalist-faşist siyasetlere karşı neden halâ bir seçenek olamadığı sorumluluğundan yalnızca “düşmanı” suçlamakla kendimizi kurtarabilir miyiz? Sürekli “istemezükçülükle”, salt itiraz ederek geldik bugüne. Bu kolaycılıkla her kötülükten yalnızca “düşmanı”, kapitalist emperyalizmi sorumlu gördüğümüz son 70 yıl sonunda vardığımız yer, hayallerimizden uzak.
“Yeni” bir dünya için önerilerimizi akılcılık ve “mümkün olanı” hedefleyecek süreçler olarak örgütleyemedik; sürekli “hep ya da hiç” ikileminde sonsuz bir patinajdı hayat. Salt strateji; taktiksiz. Salt eleştirel. Son 15 yılda bu yolda uygulanan tüm taktikler sosyalist dünyayı büyütmedi. Eksiltti. Gezi isyanı patlayışı ve akışıyla, “resmî” sosyalistliğin hayattan kopukluğunu doğrulamış, yanlış “solculuğun”, doğru yaşanamayacağını kanıtlamıştır.
Sosyalizmin doğuşuna ilham veren hayallerden uzaklaşılmasının kabahati yalnızca burjuva ideolojisinin baskınlığıyla açıklanabilir mi? 12 Eylül devrim pratisyenlerini dağıtmış olsa da, teorinin çöküşü, ümidin derin sarsıntısı “hareketin” içsel çelişkilerinden değil miydi? D. Perinçekgiller; yetmez ama evetçiler vs. bireysel seçimler mi; sürecin olağan çıktıları mı? Sonuçta sosyalist hareketler de salt iktidarcı mücadele biçimiyle, sürekli yanıldığı analizleriyle, hayallere-amaca uygun yöntemlerle beslenememesiyle, söylemiyle, tutarlılığıyla, güven vermeyen boş özgüvenli önderleriyle savruldu gitti. 1960’lardan bu yana süreci doğru okumuş, hayatın akışını iyi kestirebilmiş bir sol siyaset anımsayan var mı?
Kürt Halkının davası haklı da olsa, Sosyalizm mücadelesi, bir milliyet, bir azınlık sorununu içinde eritilir mi? Bir zamanlar kitlelerde uyandırdığı sevgi ve saygı son yüz yılda nasıl da tüketildi. Aşağıda “vaziyet” başlığı altında yazılmış olgular, bence “solun” alternatif, sahici, ikna edebilir bir dünya kuramayarak halkı burjuva ideolojisine terketmesinin “doğal” bir sonucu olarak da okunabilir.
Bu gerçeklikle yüzleşme ve aşılmasında geç kalındı. Emperyalizmin çıkartacağı savaşa hazırlıksız yakalandık. 1914’de Avrupa’da güçlü bir işçi sınıfı mücadelesi koşullarında ve belki de bu sebeple o büyük savaş çıkartılabilmişse, bugün sanırım artık savaşı engellemek mümkün mü? Dünya ülkeleri kendi faşizmlerine sürüklenirken, biz “topun ağzında”, bir çıkartma gemisinde yolculuğa çıktık. Mucize olmazsa emperyalistler arası savaşın kurbanları olmaktan kaçamayacağız. Savaşın zamanını, biçimini ve büyüklüğünü yalnızca emperyalizmin ihtiyaçları belirleyecek.
Kötümser bir analiz değil bu! Nasıl ki birinci dünya savaşından 1917 doğmuşsa, sosyalist-anarşist siyasetin de hazırlıklarını bu olasılık üzerinden gözden geçirmesinin; halklara bu süreç üzerinden propaganda yapması ve uyarmasının “rasyonel” bir tutum olduğunu düşünüyorum. İnsanlar “geleceği gören” önderliklere saygı duyar! Dileğim ve ümidim, yıkım sonrasına hakim olabilecek bir teori ve pratiğin olgunlaşması…
Memleketin hali…
1. Yüzde 60’ı geçen bir toplumsal bütünün aklı-zihni, İslamiyet’in doğuşu, Osmanlının yükselme devri masalları ile düşünüyor. “Onlar ki”, çağın gereksinimleriyle çelişen geleneklerine sımsıkı sarılmış; azınlıklara karşı işlenmiş suçlarla gururlu ve mutlu. Düşman olduğu modernitenin sunduğu tüketim mallarına aşık. “Onlar ki”, 1980-90’larda gözünün önünde en güzel evlatlarının katlini, en canavarca işkenceleri, en insan erkek-kadınlarının aşağılanmasını doğrudan-dolaylı onaylamış; hiç pişman olmamış. “Onlar ki”, bugün de 90’lar zulmünü hortlatan, kamu hırsızlıkları ve en rezil yalanları kanıtlanmış bir iktidarı yine çoğunluğu ile coşkuyla alkışlıyor.
Bilim aklı karşısında ezik ruhu, bir de “sevgili” zorbalarının tekmeleriyle çarpılmış. Ümmetlikten çıkamamış çalışan sınıfları; ürettiğinden çok tüketen, daha çok tüketme hırsı ile dopdolu orta sınıfı ve bu tüketme hırsını bir yular gibi kullanmış yağmacı burjuva devletinin 65 yılda biriktirdiği maddî ve manevî tüm borçların bedelini ödemesinin zamanı gelmiş görünüyor. Tarihte örneği çoktur; çağının birikmiş ahlâkî, tinsel değerler birikimini inkârla yaşayan toplumlar, hele maddî zenginlik de üretemiyorsa kaçınılmaz bir çöküşe sürüklenir.
2. Önce Ermenilere yapılan zulümle gurur duyması öğretildi. Öğrendi. Sonra Rumlara, sonra Kürtlere… Alaturka, görgüsüz, öngörüsüz, işbirlikçi burjuvazinin sömürdüğü yığınlar, 1980-2000 arasında askerî faşizmin “toplumsal mühendislik” tezgâhından geçti. Sıra en güzel evlatlarına geldiğinde.. Eğitilmişti. Sesli ya da sessiz onay verdi. Kemalist Cumhuriyetin en güzel dolaylı ürünü, en güzel evlatlarını yoketmiş zorbalarının anayasasına yüzde 90 katılımla % 91 “Evet” dedi.
1980 Faşizmi Kemalist TC değerlerini hem de “Atatürkçü” salyalı bir retorikle karşıtına dönüştürdü. Günümüz siyasetinin en alçakça riya “sanatı” o günlerden miras. Bilim-sanat düşmanlığı egemen kılındı. Artık toplum, bir örnek “patates yığınıydı”; 2000’lerde de özenti Batılı, karaktersiz, TSK sığıntısı, korkak bir devlet burjuvazisinden kurtulmak isterken bu kez emperyalizmin getir-götürcüsü bir Barbar Burjuvazinin kucağına “olgun armut” gibi düştü.
Şu soruların yanıt arandığı bir referandum yapılsa verilecek yanıtların yüzdesi şöyle olmaz mı? “Ermeniler 100 YIL önce Anadolu’da haksızlığa-zalimliğe uğramış bir halktır.” % 80 HAYIR. “Kürtler anadilde eğitim yapmalı.” % 75 HAYIR. “Komünist, Ateistler vatandaşlıktan çıkartılmalıdır.” % 55 EVET.
Kendi dışındaki gerçekliğe kör bir halk, kendine ait gerçekleri de göremez. Ve görmediğini bilmeyen “körler” büyük trajedilerden kaçınamaz.
3. Ekonomik, insanî ve ahlâki tüm rezervlerini yitirmiş rüşvetçi-sadakacı zaafları beslenmiş yığın, alt emperyal hevesli “sevgili” Barbar Burjuvazisi peşinde sürükleniyor. Kapitalizmin dönemsel krizinin yoğunlaştığı bir zamanda, Emperyalistler arası gerginliğin bölgesel ve şiddetli bir savaşa dönüşeceği Orta Doğu “bataklığına” hevesle giriyor. Payına düşeceği ölümleri unutmuş, ganimet vaadiyle gözü kör, yurtsuz, göçebe, fetihçi, yağmacı Barbar Burjuvaziden medet umuyor. Savaş, fetih ve yağma ile kodlanmış Barbar Burjuvazinin iktidarı, Emperyalizmin dönemsel ihtiyaçları ile uyumlu bir tarihi yakaladı.
4. Azgın faşizme karşı “İzmir’e de, Diyarbakır’a da demokrasi” isteyenlerin yalnızlığı yenilgiyi kaçınılmaz kıldı. Tarihsel akıl ve vicdanî bir duyarlılığı taşımayan, hâlâ 1920’lerde yaşayan “Laik-Demokrat” kentli kalabalık muhalefet cephesini böldü. Kendisinin asıl karşıtı olan anti-laik iktidarı dolaylı ve sürekli besledi. Siyasal İslam karşısında tek başına bile-isteye yenilmekte olduğunu hastalıklı bir kibirle görmezden geldi. Kürt meselesi gündeme geldikçe, tek ulus paradigmasına tutsaklığı ortaya çıktı; böyle zamanlarda nefret ettiği iktidarın gölgesine sinsice sığındı. 40 yıldır ülkesinin ekonomi, Kürt sorunu ve Ortadoğu politikasına alternatif seçenek üretmemiş Laikçilerin öz devlet partisi, her kritik anda iktidarın değirmenine su taşıdı.
5. En iyimser bir beklenti ile referandumdan ezici bir “HAYIR” çıkmaması yıkıma giden süreci kısa vadede değiştirmeyecek. HAYIR’ın kılpayı galibiyeti, geleceği de yağmalanmış, maddî-manevî tükenmiş ülkeyi emperyalizmin taşeronu olmaktan, bölgede planlanan umarsız savaş politikalarından kurtaramayacak.
6. Faşizm kara bir gölge gibi yurdumuzun üzerine yayıldı; “evet” alarak karanlığını derinlere nüfuz ettirme peşinde. Sıradan, asgari bir burjuva demokrasisini savunan muhalefet ve “zavallı” CHP bile “terörizmle” itham ediliyor. “Hayır” demek de suç sınıfına sokuluyor. Yüzlerce gazeteci keyfi olarak hapse atılmış, TV’lar, gazeteler işgal edilmiş, sosyal medya “gözaltında”. 1980’lerde olduğu gibi sıradan muhalifler de karakollara çekiliyor; cezaevleri dolup taştı, fişleyerek salıyorlar. Yeni zindanlar yapılıyor; inşaatlar bitsin; “işlemleri” yapılacak. Mafyatik tipler, şahsiyetini yitirmiş sokak serserileri, mahallelerde, kahvehanelerde, belediye otobüslerinde iktidarın “manevi şahsiyetini” koruma görevini üstlenmiş, “paramiliter” işlevlerine hazırlar.
NE YAPMALI
Bir “sol” siyaset üretimi bu “veriler” ihmal edilerek yapılabilir mi? Ekonomik, sosyolojik-tarihsel, siyasal ve uluslararası koşulların bizi, zorunlu olarak kısa-orta bir vadede diktatörlük ve savaş sürecine sürüklediği gerçeği halka apaçık ve ısrarla anlatılmalıdır.
Referandum kazananı ister EVET ister HAYIR olsun, tümüyle olmasa da kısa vadeli sonuçları değiştirmeyecek. Ekonomik çöküş, siyasî dağınıklık ve kapıdaki savaş diktatörlüğe gerekçeler üretmeyi sürdürecek. Çıkabilecek HAYIR sonucu muhalefet saflarına güç ve moral aşılayacaksa da meyveleri uzun vadede toplanabilecek. Çünkü, “İzmir’e de, Diyarbakır’a da demokrasi” diyemeyen bölünmüş bir muhalefeti iktidar, 7 Haziran seçimlerinden sonra olduğu gibi yine kolayca etkisizleştirecek. Suikastler, alçakça katliamlar… mümkün.
Barbar Burjuvazinin Sünni “cumhuriyeti” yani Faşizmi, iç ya da dış savaşlarla ömrünü uzatacağını biliyor.
***
Referandum sonrası Faşizme karşı cephe oluştururken bugüne dek olduğu gibi apaçık muhalefet yerine, yarı-görünür örgütlülükler tartışılmalıdır. Beni bağışlayın; sezgisel ya da ukalâca tespitler birbirine teğet geçer; zaman kesin tanıyı koyacaksa da zaman kaybetmek aleyhimize olacak.
Savunulan her mevzi terk edildi… Ve sonunda bu Barbar Burjuvazi, faşist diktatörlüğünü de oylatmaya kalkışacak kadar pervasızlaştı. Yaşı kırkı geçen her Türkiye’li bu süreçten az ya da çok sorumludur.
Bilindiği gibi bu tür totaliter diktatörya çeteleri, paramiliter örgütlenmelerle de sokaklarda, evlerde yıldırma, sindirme taktikleri kullanır. Özellikle iç ya da dış savaşın gürültüsü büyüdüğünde bu çete militanları muhalefetin önde gelenlerini infaz edebilir. Asla seçimle gitmeyecek bu iktidar, faşizmini finanse edecek kaynaklardan yoksun olduğu için de her tür muhalefete azgınca saldıracaktır. “Hayır” kazandığında saldırı hırsının yoğunlaşması şaşırtıcı olmaz. “İç” temizlik, işler kötüye gittiğinde kendi yerini alabilecek tüm muhalefeti sindirme işlemi, faşizmin standart bir uygulaması. Toplumsal birliğini yitirmiş; “rıza üretme” işlevini yerine getirmeyen borca batmış bir devlet, can güvenliği ve refahı sağlayamayan bir iktidar, yoksullaşan yığınların gözünde meşruiyetini kaybederken varlığının devamını Ortadoğu yağmasında ABD, İsrail ve S.Arabistan’ın görevlendirmelerinde arayacaktır.
Tarihsel deneyimlere göre maceracı diktatörlükler genellikle iç dinamiklerle değil; dışarıda gireceği maceranın yenilgileri; toplumsal yıkıma yol açan sonuçlarıyla sarsılır; teori ve pratiği ve sağlam öngörüleri ile hazır bir muhalefetin son darbesi ile yıkılır.
Bu nedenle bence, Gezi İsyanının “ruhunu” içselleştirmiş yarı anarşist; yarı disiplinli çoklu birlikler; yurtdışında da ayağı bulunan bir “ayzberg modeli” örgütlenme tartışılmalıdır. Nasıl bir Federatif-özyönetimci; özgürlükçü; gerçekleşmesi-uygulaması mümkün bir ekonomik “ara” sistem kurulabileceğine dair teorik yanıtlar “acilen” olgunlaştırılmalıdır.
————————————————————————————————
Sosyalizm’i… Eleştirirken klasik Marksist-Leninist-Stalinist sürecin bir ürünü olarak yazıyorum. Olumlu anlamda, anarşizmin yeniden biçimlendirebileceği bir olgu; gerçekleştiremediği idealleri hâlâ taşıyan “saf” bir kavram olarak anıyorum.
Atan Osmanlıydı, bunlar Cumhuriyet çocuğudur:
http://nisanyan1.blogspot.com/2017/01/atan-osmanlyd-bunlar-cumhuriyet.html
http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/mezhep-savasi-hortluyor
https://demirden-kapilar.blogspot.com/2017/03/tanrnn-nasl-bir-varlk-oldugu-uzerine.html
““Ey…” diye başlayan, “Sen kimsin? Haddini bil”le süren lümpen söylem”
http://www.kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc151_3.html
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2017/03/genclere-nasihat.html
Sayın Ogürsel,
17.10.16 tarihinde yazdığınız aşağıdaki yazınıza tesadüfen rastladım
“Hayatı Düşünceler-Yazılar değil, örgütlenmiş düşünceler-insanlar yönetir.” yazınızı okudum.
Yazınızın büyük bir kısmı Türkiye ile ilgili: televizyon, gazete, dergi kaynaklar; medya, sosyal medya haberleri. Ben pek medya veya sosyal meraklısı değilim ama örnekleriniz dünya haberlerine çok benziyor, hatta aynı bile diyebilirim.
Diğer yandan, yazınızın başlığı bir genelleştirme, daha geniş bir tarih ve coğrafyaya gönderme, daha genel bir kapsam çağrışımı yapar gibi.
Size üç sorum var.
1. Türkiye tarihinde hayatın örgütlenmiş düşünceler-insanların yönettiği bir devir oldu mu? Ne zaman?
2. Dünya tarih ve coğrafyasında hayatın örgütlenmiş düşünceler-insanların yönettiği bir devir oldu mu? Nerede? Ne zaman?
3. Hayat hiçbir zaman örgütlenmiş düşünceler-insanlar yönetilmemişse, modelimiz olmadığından tekrar ‘Düşünceler-Yazılar’a dönmeyi nasıl önleyeceksiniz?
1.. 1789 öncesi döneme bakın.. görürsünüz
2. 1923.. Türkçülük ideolojisi.. 30 tıllık arka planı var
3. Alman Faşizmi.. 1870 lerde başlayan düşünce örgütlülüğü
4.. 1917.. 1848 Komunist Manifesto ile başlar
….
Not
Bu yazıdaki öngörüler (bir çok insanın da öngörüleri) doğrulanma sürecinde