O. Gürsel / TEK İNSANIN RUH’U YOKTUR, AMA İNSANLIĞIN VARDIR (2)

 

“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine”

 

Büyük Şairimiz şiirindeki bu “metaforu”, on binlerce yıllık doğa-tarih sürecinde gözlenen, “ağaç-orman”, “insan-toplum” ilişkilerine ait  diyalektik benzerliği, hatta aynı’lığı sezdiği için yazmış olmalı… “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine…”

*

Bir ağaç yalnızca bir ağaçtır. Bir kaç ağaç da varlığı umursanmayan bir kaç ağaç. Yüz veya bir kaç yüz ağaç, içlerinde ancak böcekleri saklar. Aradan binlerce yıl geçer. Ağaçlar da milyonlarca olur. “Bir orman olur anılarla!”

Milyonlarca ağaç yıldırımların yangınlarını, fırtınalar kıyımını atlatmıştır; parazitlerin, bitki düşmanı asalakların dahil olduğu “çevrede” bir besin zinciri kurulmuş, sayısız tür’e ait bir ortak  hayat doğmuştur. “Doğa ve Zaman Tanrısı” ağaçlardan ve mevsimlerden bir “mucize” yaratmış, orada “başka” bir “hava”, özgün bir İKLİM meydan getirmiştir. Milyonlarca ağaç ve on binlerce yıl, “Doğa ve Tarih” orada bir ekosistem, bir “TİN” var etmiştir.

O “iklimde” yağmurlar “başka” yağar; rüzgarlar kim bilir hangi kokuları-soluğu taşır.

 

Sessizliğin de sesi vardır! Çöldeki ve ormandaki sessizlik, aynı suskunluk mudur? Ormanın karanlığında pusu kurmuş avcı hayvanların ürpertisi, şafağın aydınlığında sağ kalanlardan sızan yaşama sevinci…  Görüleni aşan, yaşayan ama görülmeyen; Ormanın dışında, üzerinde, “havasında”, sanki ondan bağımsız; ama Orman olmadığında duyumsanmayacak bir “varlık” yaşamaktadır artık orada.

O kadim ormana yolu düşmüş Doğa’dan kopmamış insanlar hisseder; yanaklarını  okşayan havada, ağaçların arasında uyuyan gölgelerde, dallar arasında kıpırdayan bir “can” vardır. O,  bu “varlığa” “ruh” diyecektir.

***

Joel Kovel, Tarih ve Tin (çev: Hakan Pekinel, Ayrıntı, 1994) kitabında, “sözcüklerle anlatılması imkansız” olduğunu belirterek ama “varlığa-doğaya-tarihe” yabancılaşmış bir batılıya anlatma amacıyla da olmalı, “tin”in ne olduğu üzerine sayfalar dolusu kıvranarak yazmış.

“Tin” sözcüğünü biz “doğulular” çok iyi anlarız! Bizdeki ruh sözcüğü tin sözcüğünü çok iyi karşılıyor. Yine de Ruh sözcüğünün metafizik anlam içermesi nedeniyle, doğa-insan-zamanın bir “üretimi” olan Tin sözcüğünün de kullanılması gerekli görünüyor.   “Ruh kavramı tin kavramına paraleldir… Tin daha genel bir terimdir… oysa ruh… daha benliğe yönelik bir terimdir…”

*

150 veya 250 bin yıl önceydi. Kaç bin kişiydik? On binlerce yıl geçti. Artan nüfus, avcılık ve toplayıcılığın gereksinimleri ile Orta Afrika’dan kuzeye doğru göç etmeye başladık. (Ne ilginç; bugün de aynı nedenlerle yine Kuzeye göç ediliyor!)

Önce on binlerce, sonra yüz binlerce insan… Acımasız doğanın hükmünde, birlikte yaşamanın, dayanışmanın, bir bütünün parçası içinde kalınmazsa yok olacağının sezgisi ile insani-toplumsal ilişkiler içinde geçen on binlerce  yıl… Her bir kabile, her bir “orman”… İnsan Ormanları tarihi…

Açlık ve hayatta kalma mücadelesi… Dondurucu mevsimler ve karanlık içinde hayvanların, yıldırımların korkunç sesleri… Doğum ve ölümün anlaşılmazlığı! Çiftleşme ve bereket… Belleği olan, kolay öğrenen, yavrusuna sahip çıkan, birlikte olmazsa yok olacağını anlayan “insan’ın”, doğadan öğrendiklerini bir gelenek olarak birbirine aktardığı, yaşadığı onlarca on bin yıl.

Türsel nörolojik donanımı, elleriyle değiştirdiği tabiat ve bu değişimle kendini yeniden yapan tek tek insanların bir insan ormanı-topluluğu içinde; canlı ve cansız doğa ile ilişkileri, alış-veriş sürecinde yaptıkları,  biriktirdikleri,“salgıladıkları”, “döktükleri”, “meyveleri” ve ölülerinden geriye kalanlar, nasıl olur da tek, tek ağaçların birlikte yaptıkları bir “Orman Ekosisteminden” daha yoksul olabilir?

Akıl ve Duygu, Bellek ve Beceri yetenekleriyle on binlerce yıldır yaşayan  insan toplulukları da bir Ormandan doğmuş “İklim’den” çok daha fazlasını yaratmışlardır. TİN.

Bu insanlık “iklimi”, yani Tin, “yaşayan, gelişen, genişleyen, daralan; çağına göre renk, giysi değiştiren, zamana göre takılar takan, merhamet ya da zalimlikte sınır tanımayan; susan, gevezeliği önlenemeyen bir canlıdır! Din’ler, ülke ya da toplumu için ölümü göze almak veya ölmek, savaştaki kahramanlıklar veya cinayetler, sosyalist-eşitlikçi toplum inancı, bu tinin görünümlerinden biridir. Tin, kılıktan kılığa girebilir; yüzünün biçimi de değişebilir; maske de takabilir! Tin “tarih ve doğanın bir ürünüdür.” (J. Kovel)

*

19. yy. Avrupa’sı son 3 bin yılın ve özellikle son üç yüz yılın korkunç bir tahakküm simgesi, bir “Engizisyon Yargıcı’na” dönüşmüş “yaratıcı’yı” inkar etmeye başladı. Bilimin-insanın yaratıcılığını öne çıkarırken, Dinsel Tinsellik yerine de “kabile-ulus ormanına” dayalı bir Tinselliğe sarıldı. Tanrıya değil “kendine-Bilime” “tapmaya” başladı! Yüz bin yılın arkaik, 5 bin yılın “neolitik”  Dinsel tinselliği 19.yy’ın bilim-sanayi-teknoloji devrimi karşısında değersizleşti.

“Makinelere” tapmaya başlayan “uygarlık” için, insan da yapılmış bir “makine” sanıldı. İnsan beyni doğuştan bir “Tabula Rasa” yani doğuştan “boş bir levhaydı!” Daha anlaşılır bir tanımla, örneğin boş bir hard disk! Ama artık biliyoruz ki, beyin kabuğu doğum sonrasında henüz boş olabilir ama daha derinleri, örneğin “hipotalamik limbik sistem” insanlarda duygulanım, algıya ait bir çok türsel özelliği taşımaktadır. Kaldı ki harddisk bile ancak “programlanmış” bir alt yapı temelinde bilgi depolayabilir! İnsan da eğitimsel olarak daha sonra ne öğrenirse öğrensin, “dünyayı anlamlandırarak” yaşamak zorunda “programı” olan bir türdür! Bir laboratuarda “üretilmiş” insan bile önünde sonunda içinde yaşadığı dünyayı anlamlandırarak yaşamak zorunda kalacaktır! Program böyle! Tüm tarih insanın bu nörolojik yeteneklerini defalarca doğrulamıştır.

Kaldı ki her insan yavrusu da bir “topluluk-orman” içine doğar! Diğer ihtiyaçlarında olduğu gibi bu “temel ihtiyacı” karşılamak için, binlerce yılın ürünü “ailesi-toplumu” da ona kendilerini “ayakta tutan” hazır şeyi sunacaktır. “Tinselliğin görünümlerinden biri olan Din’i.”

*

Hayatın “amentüsü” olarak sayılabilecek, çok iyi bilinen; materyalistlere her zaman ışık tutmuş, dünyayı anlamalarına kılavuz olmuş şu cümle yeniden yazılabilir mi? “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır” önermesini, “Tin” bağlamında yeniden gözden geçirdiğimizde, “İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal  ve doğa-tarihsel varlıklarıdır.”

19.yy sosyalistleri de yeni doğan insan yavrusunu bir “Tabula Rasa” olarak gördüğü için mi, “Avrasya Sosyalizmi” Tinsel olarak “köklerini” kaybetti? Genetiği ile oynamadan, insanlardan salt terörle bir “ev köpeği” yapabileceğini mi sandı? Her bir insanı yalnızca “tek bir ağaç” mı gördü? O “ağacı” sulayan “yağmurları-nemli havayı-yer altı sularını” örgütleyen “kadim orman  Tin’ini inkar mı etti? Her bir ağacın yapraklarındaki rengin, hışırtısının, albeninin o “Ormanın Tin’inden” ona yansımış, O’ndan alınmış “solukla” yaşadığını ihmal edip, bu “ruhun” kolayca öldürülebileceğine mi inandı?

 

Oysa sosyalist bir dünyayı kurma eylemi; Adalet haykırışı, eşitlikçi-tahakküm içermeyen bir toplumda yaşama arzusu aynı zamanda tinsel bir şeydir!

 

Ölümü anlamlandırmak da Tinsel bir şeydir. Kendinden verme, sosyal dayanışma, yurdunu koruma, evladını yetiştirme, yoldaşın-dostun için ölümü göze alma, dağları, ay ışığını sevme, sevda için çile çekme, kimse bilmeyecekse de hem de tanımadığın bir insana kötülük yapmama adına yoksunlukları göze alma, inandığın bir şey için yıllarca hapis yatma, hiçbir karşılığı olmadan insan kardeşlerine iyi şeyler bırakma  çabası… Tümü Tinsel şeylerdir! Tinsel imkanları çok yüksek ilişkilerdir.

***

Bugün İslam coğrafyasında, binlerce yıl geriye, “kadim dinsel dünyaya” doğru bir yönelim varsa nedeni, anti-kapitalist hareketlerin insanlığa yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda Tinsel bir “uygun dünya” seçeneği de koyamamış olmasındandır; yenisi yoksa, eskisi kullanılır!

Hitler’in bile kendi içinde tutarlı “tinsellik” üzerine kurulu vahşeti ile karşılaştırıldığında, “Stalinist Felsefe”  binlerce yıllık insan ahlakının algılayamayacağı, kabullenemeyeceği bir yöntemi uygulamıştır; o korkunç cinayetleri tam da emekçi mazlumlar “ormanının” binlerce yıllık soluğu-teri-kanı ile ürettiği “eşitlikçi-sosyalist tinselliğe” dayanarak işlemiştir. İnsanlığın en güzel “Tin’ini” ölümcül yaralamıştır!

 

Böylece biz Sosyalistler, “kendi Tinsel köklerimizi” kaybetmişiz! Şimdi yeniden, İlksel komünal toplumlardaki “ruh halini” taşıyabilecek bir “ileri ekonomik üretim ilişkisi” üzerine düşünmek zorundayız. Bugün, hem de tüm dünyada kadim “Dinsel Tin” hala güçlü görünebiliyorsa, karşısında “henüz” güçlü bir tinsellik olmadığı içindir! İnsan Tinsel bir varlıksa, ki öyledir; sosyalizm de kendine ait “zaten var olan” Tinselliği yeniden keşfetmek zorundadır.

 

İnsanlığın “özü’ne” uygun bir Sosyalist hareket, her tür “tasarlanmış” şiddeti ve her tür tahakkümü reddeden bir tinselliği içermek zorundadır. Ulusçu, Çok ulusçu, Tüketimci, Şiddeti kutsayan-Faşizan ve Dinsel Tinselliklerin ürettiği yıkımların bu denli korkunç ve yararsız olduğu defalarca kanıtlandığı dünyamızda, Sosyalistler kendilerine “insana” yakışan bir Tinselliği bulmak, keşfetmek, yaşatmak zorundadır. … Bilinen Din’lerin “sefaleti” gözümüzün önünde… “Tin kavramını bir kez dinden kopardık mı var oluşun her alanında tinsel imkanlar görmeye başlarız… her din dünya ile bir uzlaşmaya girer. Her din, Tinin kurumsallaştırılmasıdır.”

*

İnsanın sorunu “Tanrı-Allah’la” değildir. İnsanın sorunu diğer insanlarla, kendisiyledir. Sorun, kendini “yaratan”  tabiat-tarih-toplumsallıktan yabancılaşmasıdır. Önemli olan, “Allah’ın varlığı-yokluğu” değildir; insanın, insan kardeşini yok saymasıdır. Tanrı’yı umursadığını söyleyenlerin “ötekini” sömürmesi, ona acı çektiren bencil, iki yüzlü umursamazlığıdır; Dili, dini, cinsi, rengi her ne olursa olsun her bir insanın da kendi gibi aynı sebeplerle acı ve sevinç duyduğunu unutmasıdır.

Bilgece bir anlatı… “Ey insanlar, sizi, bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah indinde en üstününüz, takvada (O’nun yarattıklarına karşı saygı, sevgi ve şükür duyarak varlık bilincinde olanlarınız) en ileri olanınızdır.” Bu bilgece cümle, bir “Tanrı’nın veya elçisinin” sesi olarak anlaşılmamalı; bu “ses” en az yüz bin yıllık insan ve ağaç ormanlarının, okyanusların, dağların ve buzul ve çöllerin esintileriyle taşınan, Tabiat’ın sesidir…

————————————————————————————————————–

Not: Tarih ve Tin’in yazarı Joel Kovel, Marks’ı “fazla” pozitivist bulur ama kendini Marksist olarak ve Marks’ı da Tinsel olarak tanımlar. “ Marks’ın tinsel özü bakidir.” Ezilen sınıfları gözetmesi, gizemli hale gelmiş gerçekliği “onlar için” açığa çıkartması ve “çünkü hiç kimse yoksullar için Karl Marks’ınkinden daha iyi bir seçenek geliştirmiş değildir.” Joel Kovel)

 

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

20 Comments

  1. ve yine cok konusmayi istemem;Mesele irkcilik ve milliyetcilik,kafatasicilik değil. Bu vahşiler önüne geleni öldürüyorlar. Biz Fossboklarda keyif çatarken o vahşiler önüne geleni öldürüyorlar. İslam adına öldürüyorlar. İslam buysa sıçayım böyle İslama. Hala susuyoruz.!

  2. Şeytanî Kalkınma ve Zenginleşme
    Mehmed Şevket Eygi

    1. Hiç durmadan ticarî, iktisadî gelişme çok yanlış bir gidiştir. Bunun sonu krizdir, patlamadır, çöküştür, yıkılıştır, savaştır.

    2. Kalkınma ölçülü olmalıdır ve hikmet=bilgelik tarafından kontrol edilmelidir.

    3. Rahmanî ile şeytanî arasındaki farkı bilmeyenler ve ayıramayanlar akıllı insan değildir.

    4. Aşırı çalışma, aşırı kazanç, aşırı tüketim mutluluğun önündeki en büyük engeldir.

    5. Hız, daha hızlı, en hızlı bir delilik halini almıştır. Dünya ve insan boyutları ne kadarına uygunsa o kadar hız yeter.

    6. Maddî zenginlik, sanayi, ticaret, iktisat ilerliyor; ilim, irfan, ahlak, fazilet, bilgelik o nispette geriliyor, bunun sonu yıkımdır.

    7. Şu insanlık alemine bakınız: Bir yanda fazla yemekten tıkınmaktan obez olmuş yüz milyonlarca şişman ve semiz kişi; öbür yanda açlıktan ve sefaletten bir deri, bir kemik kalmış yüz milyonlarca fakir.

    8. En büyük köprü bizde olsun, en büyük bina bizimki olsun, en büyük baraj, en büyük havaalanı, en hızlı tren… Bütün bunlar tehlikeli kuruntulardır.

    9. Küçük güzeldir.

    10. Mütevazı olan güzeldir.

    11. Kanaat tükenmez bir hazinedir.

    12. İhtiyaçlarını haddinden fazla çoğaltanlar şeytanın kardeşi müsriflerdir.

    13. Sağlıklı bir mutluluk istenmeli ve aranmalıdır.

    14. Sağlıklı olmayan, sahte ve zehirli mutluluklar da vardır.

    15. En zavallı, bahtsız, ebleh ve ahmak zenginler, haram kazananlar veya helalinden kazandıklarını meşru şekilde harcayıp meşru sınırlar içinde mutlu bir hayat süremeyenlerdir.

    16. Para hırsı, riyaset hırsıyla birlikte, hırsların en öldürücüsü ve rezil edicisidir.

    17. İslam en büyük mutluluk ve manevî neş’e kaynağıdır.

    18. Helal ve haram kavramına sahip olmayan bir medeniyet canavar bir şeytan medeniyetidir.

    19. Lüks, ihtişamlı, israflı, şaşaalı, debdebeli, haram gelirli ve haram servetli bir hayat ebedî mutsuzluğa, Cehenneme sürükler.

    20. İnsan ebedî mutluluğu sadece aklı ve vicdanı ile erişemez. Ancak İslamla, Allaha dosdoğru iman ederek, Peygamberi (Salat ve selam olsun ona) kılavuz kabul ederek, Şeriat sınırları içinde yaşamak suretiyle bulabilir.

    21. Kur’ana, Sünnete, Şeriata, İslam ahlakına aykırı her şey kötüdür, hederdir.

    22. Dünya işlerinin başı adalettir. En geniş manasıyla adalet. Adaletin olmadığı yerde hava alanları, yüksek binalar, köprüler, maddî ilerleme, fert başına düşen millî gelirin artması bir işe yaramaz. Adalet yoksa her şey çökmeye mahkumdur.

    23. Halkın din iman inandığı gibi yaşamak, can mal ırz namus nesep güvenliğini sağlayamayan bir idare sistemi iyi değil, kötüdür.

    24. Zinayı, ribayı, yüksek binayı, Altın Buzağıya tapınmayı, her türlü azgınlıkları, fuhşiyyatı radikal şekilde önlemeyen, aksine teşvik eden, bunlara meydan veren bir düzen kötüdür ve er veya göç çökmeye mahkumdur.

    25. Bütün teknik ilerlemeler, iktisadî gelişmeler, ticarî ve mâlî inkişaf insan boyutlarına uygun olmalıdır. Olmazsa sistem ve medeniyet bozuk demektir.

    26. İnsan yaratılmıştır, onun bir Yaratıcısı vardır. O Yaratıcı, dünyada nasıl yaşanması gerektiğine dair ölçüler koymuş, sınırlar çizmiştir. Bunlara uymayan insanlar azar, sapıtır, isyan eder ve sonunda belasını bulur, helak olur.

    27. İffet değerine sahip olmayan, seks konusunda azan ve kuduran her medeniyet, her toplum, her sistem ve düzen, her hayat tarzı sapıklıktan ve isyandan ibarettir.

    28. İslamın ahlak ölçülerine, normlarına, prensiplerine, emirlerine, sınırlarına riayet etmeyen, her türlü ahlaksızlığı cehren (açıkça ve açıkta) yapan Müslümanlar gerçek ve olgun Müslüman değil, Müslüman müsveddesidir.

    29. Kapitalizmin, liberal iktisat sisteminin bütün bozukluklarını, sapıklıklarını, aşırılıklarını zımnen kabul eden, bunları tenkit etmeyen, bu konuda Müslüman halk yığınlarını uyarmayan, aydınlatmayan, bilgilendirmeyen Müslüman alimler, fakihler, bilgeler, ziyalılar birinci derecede sorumludur ve büyük vebal altındadır.

    30. Dünyaya hakim olan ve var gücüyle İslamla savaşan Batı Medeniyeti kötü bir medeniyettir ve çökmeye mahkumdur. Üçüncü dünya savaşı nükleer silahlarla yapılacaktır. Dördüncü dünya savaşı olacaksa, o, taşlar ve sopalarla yapılacaktır.

    http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Seytan_Kalkinma_ve_Zenginlesme/20405#.U6NvI0DlZSE

    dinci bakış açısına katılmıyorum fakat onun dışında genel olarak doğru.

  3. tek tek ağaçlar ruhen ve bedenen ölür…orman ise ölümsüz kalmaya devam eden tindir…anladığım bu oldu… tin, anlam dünyamızı -ki bilebileceğimiz tek dünya- oluşturan ve kelimelerin aritmetik toplamından taşan/arta kalan “dildir”.

    “ben ve ötesi” ayrımıyla başlamıştı çilemizVemutlluluk arayışımız….bu ikilemle başlayıp, tüm yaşamımızı kuşatan dilemmaların bizi getirdiği “bilinçli varlık hali”, bizi bilmezliğin hayvani cennetinden, bilen mutsuz/cehennemi varlık-a taşıyan serüven… bu serüvende “maddi üretimi” yapmamızı mümkün kılan şey, işte adına tin dediğimiz maneviyat… varlıkların adını koymak ve onlara bir anlam vermek işte tin budur…hem ışidin elindeki “benden olmayan”ı yok eden silah, hem de bu kıyıma uğrayan çocuğun masumiyeti…

    bilinen bir anekdottur:

    yahudiler, nazilerce idam edilirken, sıra bir çocuğa gelmiştir. çocuk yaşanacak olanı kabullenememenin can havliyle, çırpınıp-bağırmakta, debelenmektedir. bu arada naziler onu, biraz da “gürültüsü” nedeniyle, erkenden da hedef alırlar.

    yaşlı yahudiler, içlerindeki hahama, rabbin neden bu çocuğa yardım etmediğini sorar.

    hahamın yanıtı:
    “rab zaten o çocuktaki masumiyette değil mi?

    yazının veda hutbesinden alınma son paragrafı, “…insan ve ağaç ormanların, okyanusların, dağların, buzul ve çöllerin esintisiyle taşınan tabiatın sesidir” cümlesiyle bitiyor ama eklemekte beis olur mu, bilmem..

    “tabiatın ya da allahın…” demek gelir içimizden.

  4. ** “Rab”
    Hem, Nazi zulmünde, hem de çocuktaki masumiyettedir…

    Nazi zulmü “vahşetin Tinselliğini” taşır. Çocuktaki masumiyet ise bizim “acize, zavallıya, yavru canlıya”, canlılığın en “saf-temiz” haline yüklediğimiz Tinselliktir.
    Zaten “Rab” yalnızca çocuk masumiyetinde olsaydı, Dinlerdeki vahşet tinselliği sırtını dayayacak yer bulamazdı!
    İnsanlığın, Dinlerin de çelişkisi bu!

    “Allah”, bu “korkunç”, bu müthiş, bu güzelim Kainat’ı yaratan varsa… kutsal kitaplarda yazılmış korkunç çelişkilere ve bir “işkencecibaşı” rolüne sığabilir mi?

  5. sığamaz elbette…sığmamalıdır…doğrudur, nazilerinki de rabbani bir tinselliktir, tıpkı çocuğunki gibi…zaten çaresizliğimizin ve acımızın sebebi de bu değil mi?

    ama gene de “masumiyetin, acının, mazlumluğun rabbani tinselliği” bir imkan ve fırsat yaratmaz mı? zulmün mülkiyetine karşı…

    bu soruyla aslında, haklılığınızı teslim ediyorum. bu benim için, sevinçli bir mağlubiyettir. fikirlerinizden istifade ettiğim için, müteşekkirim…. ki zaten taa en başından beri bu bir tartışma değildi, benim için…

  6. Soru-yorum’a
    Ama hep söylemişimdir… Keşke olsaydı!
    ***
    Neden ateist oldum biliyor musun?
    Yeryüzünde öncelikle çocukların, mazlumların acısına “duyarsız” bir Allah’ı kabullenemediğim için…
    17 yaşındaydım… Bu zalimlikleri umursamayan bir Allah’ın değersizliğini düşündüm…
    Sonra “bilimsel” açıklamaları izledim…. Yıllarımı aldı…

    En iyi ihtimalle “agnostik” olunabilir…
    Ve hep derim… Dindar insanları severim…
    Bence Dindarlık erdemli insan olma çabası ve dünya malına değer vermemektir… Bu yolda çaba harcamaktır… Bu “yolculukta” bir Tanrı’ya ihtiyaç duyar veya duymazsınız… Bunun önemi yok! Ama her halde “öte dünyada” bir “ödül” beklentisi de Dindar’lığın değerini azaltır! “İyi” bir şey ödül için yapılmaz; “iyi” olduğu için; daha da ötesi başka türlü yapılamadığı için yapılır… Hatta “kötülük” yapma gücü olduğu halde “iyiyi” seçmektir önemli olan; acz’in iyilik görünen eylemsizliği bile gerçek “iyi” sayılamaz…
    Peki “iyi” nedir?
    Sanırım “insanın-insanlığın” acılarını azaltma çabası… Ve en azından bugünkü “siyasal islama” baktığımızda bu ilkeye tam karşı bir düşünce ve eylemlilik içindeler…
    İnandıkları tanrı bir “işkencecibaşı”.. Katliam emirleri veren korkunç bir “şef…” Özetle şunu eklemek isterim… Allah olabilir veya olmayabilir… Kanıtı mümkün olmayabilir… Ama “peygamberlerle” hiç bir şey iletmedi! Bu nedenle “peygamberlere” değil, Tabiat’ın “fısıltılarına”, acı çeken insanların inlemelerine kulak vermek daha “erdemli” bir hayatı mümkün kılabilir… Peygamberler de ellerinden geldiği kadar bu “inlemeleri” azaltmaya çalıştılar… Bildikleri, gördükleri ve tarihsel imkanlar dahilinde… Saygı duyuyorum…
    Ama daha sonra geçen 1500 yıllık deneyimlerimizi, dünya-hayat-insan-toplum üzerine edindiğimiz bilgilerimizi yok sayarak yaşamamalıyız… İster Dinsel, ister materyalist olsun tüm Bilgelerden öğreneceklerimiz de bu 3-4000 yıllık bilgi’ye dahildir… Ama Dogma, eleştirilemez olan hiç bir öneri, bilgi yoktur!
    Saygılarımla…
    (Konuşmada, tartışmada “mağlubiyet” yoktur .. ama varsa eğer, ne güzel bir şeydir o… İnsanın yeni bir şey öğrenmesi, yanlışını düzeltme imkanı bulması mutluluk vericidir…- Örneğin bu siteyle tanıştıktan sonra ben de arkadaşlardan, GZ’den (kitaplarını okuyorum da…) ne çok şey öğrendim… Bilgi olarak değil! İnsan olma-kalma sürecindeki çaba, emek olarak…)

  7. Hawking: Cennet bir peri masalı
    Ünlü fizikçi ve evren bilimci Hawking, kendi kozmos vizyonunda cennet için yer olmadığını, “cennetin bir mit” olduğunu söyledi.

    Ünlü İngiliz evren bilimci Stephen Hawking (69), İngiliz Guardian gazetesinde yayımlanan söyleşisinde, insan beynini, bileşenleri iflas edince çalışmayacak bir bilgisayara benzeterek, “Bozulmuş bilgisayarlar için yaşamdan sonra ya da cennet diye birşey yoktur; bu, ölümden korkan insanlar için bir peri masalıdır” dedi.

    1960’ların başında 21 yaşındayken tedavisi olmayan ve motor nöronların zamanla yüzde seksenini öldürerek sinir sistemini felç eden Amyotrofik Lateral Skleroz (ALS) hastalığına yakalanan Stephen Hawking, ölmekten korkmadığını ve son 49 yıldır erken ölümü bekleyerek yaşadığını belirtirken, “Ama ölmek için acelem yok. Öncelikle yapmak istediğim çok şey var” diye konuştu.

    Stephen Hawking, 2010 yılında piyasaya çıkan “Büyük Tasarım” adlı kitabında, evrenin yaradılışını açıklamak için ilahi bir güce ihtiyaç olmadığını savunuyor.

    http://www.ntvmsnbc.com/id/25213567/

  8. Bilim, insanın –tıpkı diğer türler gibi– milyonlarca yılda geliştiğini ve yaşamın kendisinin inorganik maddelerden evrildiğini ispatlamış durumda. Merkezi sinir sistemi olmadan beyin olamaz ve maddi vücut, kan, kemik, kaslar vb. olmadan merkezi sinir sistemi olamaz. Vücut da maddi çevreden elde edilen yiyeceklerle ayakta kalmak zorundadır. İnsan genom projesindeki en son genetik keşifler, materyalist bakış açısı için çürütülemez deliller sağlamıştır.

    Ruhun maddi olmadığı farz edilir. Peki maddenin olmadığı yaşam nedir? Fiziksel vücudun yok olması, bireyin hayatının sona ermesi anlamına gelir. Doğrudur, vücudumuzu meydana getiren tek tek trilyonlarca atom ortadan kaybolmaz, farklı kombinasyonlarda tekrar ortaya çıkar. Bu anlamda hepimiz ölümsüzüz, çünkü madde ne yaratılabilir ne de yok edilebilir.

    “Ölümden sonra yaşam” yaygın fikri, aşağı yukarı yeryüzünde sürdüğümüz yaşamın bir devamıdır (çünkü başka türlüsünü bilmemiz mümkün değil). Ruh bedenden ayrıldıktan sonra, görünüşe göre, mucizevi biçimde sevdiklerimizle bir araya geldiğimiz güzel bir yerde, hastalık ve yaşlanmanın olmadığı, ebedi neşeyle dolu bir hayata “uyanır”. Bunun imkânsız olduğunu görmek için soruyu somut sormak yeterlidir. Eğer hayatı yaşamaya değer kılan tüm şeyleri, iyi yemekler yemeyi, iyi şaraplar (veya İngilizler için güzel demli bir bardak çay) içmeyi, şarkı söylemeyi, dans etmeyi, kucaklaşmayı, sevişmeyi vb. düşünürsek, tüm bu aktivitelerin ayrılmaz biçimde vücutla ve onun fiziksel özellikleriyle bağlantılı olduğu derhal aşikâr olacaktır. Konuşmak, okumak, yazmak ve düşünmek gibi daha beyinsel uğraşlar da, aynı şekilde vücut organlarımıza bağlıdır. Aynı şey nefes almak için ya da diğer herhangi bir faaliyet için de doğrudur, ki biz bunların toplamına hayat diyoruz.

    Aslında, hiçbir acı ve ıstırabın bulunmadığı bir var oluş, insanoğlu için çekilmez olurdu. Her şeyin beyaz olduğu bir dünya, her şeyin siyah olduğu bir dünya ile gerçekte aynıdır. Salt tıbbi açıdan bakıldığında, acı önemli bir işleve sahiptir. Acı yalnızca kötü bir şey değildir, aslında vücudun işlerin iyi gitmediğine dair bir uyarısıdır. Acı insanlık durumunun bir parçasıdır. Yalnızca bu da değil: Acı ve zevk diyalektik olarak birbiriyle ilişkilidir. Acı yoksa zevk de olamaz. Don Kişot, Sanço Panza’ya en iyi sosun açlık olduğunu anlatıyordu. Keza yorucu bir çalışma döneminden sonra çok daha iyi dinleniriz.

    Aynı şekilde, ölüm hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. Yaşam, ölüm olmadan kavranamaz. Doğduğumuz anda ölmeye başlarız, aslında hayatı ve insan gelişimini oluşturan şey trilyonlarca hücrenin ölmesi ve trilyonlarca yeni hücre ile yer değiştirmesidir. Ölüm olmasaydı hayat olmazdı, büyüme olmazdı, değişim olmazdı, gelişme olmazdı. Bu yüzden yaşamdan ölümü def etme girişimi –eğer bu iki şey birbirinden ayrılabilseydi– mutlak bir sabitlik, değişmezlik, statik denge durumuna ulaşmaktır. Fakat bu yalnızca ölümün bir başka adıdır. Değişim ve hareket olmadan yaşam olamaz.

    http://en.marksist.net/node/1295

  9. 8 no’lu yorumda aktarılan bilgilerin tümü doğru! Hem de eksiksiz! Ama bu bilgiler parça, parçadır… Bütünlüğü gizler. Bu yazıda yalnızca “madde dünyası” var… Konumuza dahil olan “Orman Ekosistemi”, İnsanlık Ormanının Tin’i -ÖRGÜTLENMİŞ MADDENİN ÜST BOYUTU- yoktur.
    (Bu ÜST BOYUT yukarıda anlatılmaya çalışılmıştı…)

    Acı’ya gelince… Bu konuda yukarıda yazılı olanlar, şiddete tapan, insanlara “gerektiğinde !” acımasız davranabilen siyasetçilere kapılar açabilir…
    Zaten ölüm ve hastalıklar kaçınılmazdır… Sakatlıklar, yeti kayıpları… Depremler, fırtınalar, batan gemiler… Doğa’dan gelen yeterince acı var zaten! Mazoşizme ihtiyaç yok…
    Belki Sadistlerin olduğu dünyada Mazoşizm de kaçınılmaz… O katliamcı, acımasız Liderlerin arkasından göz yaşı dökülmesi başka nasıl açıklanabilir ki; yalnızca bilgisizlik ve çıkar açıklamaları yeterli gelmiyor!

    Dolayısıyla konumuz egemenlerin, sömürücülerin, saldırganlıkların, günümüz özetinde kapitalist emperyalizmin, milliyetçilerin, dincilerin… Sosyalizm adına katliamlar planlayanların… yol açtığı ve açacakları acıları nasıl azaltabiliriz… konusuydu..

    Dolayısıyla bu “mekanik acı-zevk görüşü” tehlikeli… Örneğin Stalin 1950’de bu cümleyi kuruyor ve ekliyor… ” Acı insanlık durumunun bir parçasıdır…. Gerekliydi bunlar!”

    Doğru eksik olduğunda “doğru” olmayabilir…

  10. Ölüm’e gelince… Ne mekanik açıklamalar!
    Evet, ölüm olmasaydı yaşam olmazdı… Gerçek anlamda ölüm yoktur, “dönüşüm-değişim” vardır… Bunu kucağında evladının ölüsüne sarılmış olana da böylece söyleyelim mi? Eşinin ölüsü başında yas tutana… Aptal bir kazada tüm ailesini yitirene…

    Zaten bu konuları bana düşündüren de bu hayatı bir makine gibi gören, insanları da bir robot gibi değerlendiren bu “marksist-bilimsel” “dünya görüşünün”, “gerçek-tarihsel ve tinsel insan’a” olan yabancılaşmasıydı…

  11. anonim-8in dedikleri işin “bilimsel, maddi” yönü ve hiç bir itiraz yok…burada sözünü ettiğimiz ise, konunun “kavramsal-metafizik mantığı”…

    haklı olarak diyor ki “acı yoksa zevk, beyaz yoksa siyah, ölüm yoksa yaşam da yoktur”…aynen bu diyalektiği sürdürürsek….”mutlak iyi yoksa, mutlak kötü de yoktur”….bütün mutlaklıklar gibi bu da işin kavramsal yönüdür ve metafizik-ideal olana yani “kavrama ve onun gerekliliğine” dair bir ifadedir…

    bu sözlerden, kimseye inanç dayatma anlamı çıkmamalıdır. her kes inandığı gibi düşünür ya da düşündüğü gibi inanır/inanmaz. dayatma tahakkümdür ve suçtur…

    yEzidilikte evreni yaratan tanrı mutlak iyi olduğu için zaten en ufak bir kötülük yapamaz…o yüzden de ona yalvarmaya, şefaat dilemeğe gerek yoktur…asıl tapınma ayini, evreni yönetmekle görevlendirdiği “melek-é tavus” için yapılmalıdır.
    (yezidilik-dinler tarihi-yonca bayrak-video anlatımına göre)
    tavus en üstün melek iken, “tanrıya karşı geldiği için cezalandırılır”…pişmanlığından yedi bin yıl ağlar ve göz yaşlarından cehennem ateşi söner. artık kötülüğü cezalandıracak bir alan da kalmadığına göre, kötülük de yoktur. dolayısıyla “herkes için, her şey mubahtır.(nihayet tanrı tavusu affedecek ve “şeytanlaşmasına” izin vermeyecektir)

    sonuçta iyiliğin anlamsızlaşması, kötülüğün de anlam kaybı demek olacaktır. diyalektik olarak da böyledir.

    öyleyse tahakküm olarak kötülük kavramı, özgürlük olarak iyi kavramını koşullar/beraberinde getirir… biri birinin olmazsa olmazları olurlar…

    burada dikkat çekmeye çalıştığım, “varlıkların değişken, geçici, zaman-mekana bağlı belirsizliğine kapılarak, kavramsal olanın da aynı ölümlülüğe mahkum edilemeyeceğidir….varlıklar gelip geçici ama özgürlük-tahakküm, iyi-kötü(lük), doğru-yanlış, güzel-çirkin kavram çiftleri idealar olarak ebedidir. ta ki onlara ihtiyaç duyamayacağımız durumlara kadar.

  12. Tanrı “mutlak iyi” olsaydı, insanı yaratmazdı! Binlerce yıl sonra bu ortada… En azından 1940 lı yılların sonuda da hepsini “helak etmemişse” iyiliği kuşkuludur! Daha iyisi bizi “unutmuştur!” “ne haliniz varsa görün!”
    Tanrı “iyi” olamaz; insanı “yaratan” olduğu için. İnsanın tabiata-türlere ve kendi türüne yaptığı kötülüklerden sorumludur! Evladından sorumlu ebeveynlerden daha çok; “yoksa “kudreti” kuşkulu hale gelir!
    Kötülüğe “dışsal” ceza çok önemli değildir! Kötülük kendini cezalandırır zaten! Hayatın derinliğini algılayamaz; hayata körelir o yaratık! Kendine ve en çok sevdiklerine yaptığı kötülükler de “mübah” olur. (Geçtiğimiz günlerde eşini ve kızını bağlayarak hunharca öldüren polis haberi gazetelerdeydi; büyük olasılıkla o adam işkenceci polislerdendir!)
    *
    İyi ve kötü’yü insan yargılar; “İyi ve Kötü” olan biziz; içimizde ikisi de vardır! Hangisini beslemeye kalkışırsan o’na mayledersin… “Kaplan her zaman bir kaplandır;ama insan her an insanlıktan çıkma tehdidiyle yaşar…”
    Tanrı ne iyi, ne de kötüdür; Tabiat gibi! Tabiat hem iyi hem kötüdür; ne iyi, ne de kötüdür…
    İyi ve kötü bizim yüz bin yıla yakın “insan-orman” tarihinden “çıkarsadığımız”, “damıttığımız” bir “gerçekliktir.”
    Ve “damıtma” süreci devam ediyor…
    “Suyumuz” hala çok çamurlu” çok “bulanık!” “Ortadoğu”, “islamcılar” balçık içinde…

  13. Gerçek anlamda ölüm yoktur, “dönüşüm-değişim” vardır… Bunu kucağında evladının ölüsüne sarılmış olana da böylece söyleyelim mi? Eşinin ölüsü başında yas tutana… Aptal bir kazada tüm ailesini yitirene…

    Peki ne yapalım? İnsanları yalanlarla mı teselli edelim? Karşılıksız aşk ve yalnızlık nedeniyle acı çeken erkeklere de aradığı sevgiyi cennetteki hurilerde bulacağını söyleyerek mi avutalım? Yazının devamında söylendiği gibi “başka bir yaşama inanmanın ne zararı olabilir? Pek bir zararı yok gibi görünebilir. Ama insanları yanlış eğitmek ve onları, hayatlarını bir yanılsama etrafında inşa etmeleri için teşvik etmek, arzu edilir bir şey midir? Dünyayı ve kendimizi değiştirmek için gerekli bilgiyi, tüm yanılsamaları ardımızda bıraktığımız ve dünyayı ve kendimizi gerçekte olduğumuz gibi gördüğümüz ölçüde elde edebiliriz.”

  14. Anonim 13
    Bilimsel analizde aynı düşünüyoruz…
    Anlatmak istediğim doğum-yaşam-ölüm süreçlerinin mekanik olarak ele alınmaması gerektiği…
    20 bin yıl önce insanlar ölüme nasıl bakarlardı? Gömerler miydi; kızılderililerdi galiba, kuşların yemesi için ölüler açıkta da bırakılıyordu.
    O ölünün dönüşüm sürecine katılarak doğanın tüm canlı ve cansız formlarında yeniden yer alacağını biliyoruz… Bu bağlamda Tinselliğin, Tanrı’nın, (Spinoza gibi) bir “inanç-duygu-anlayış” olarak Tabiat’ta, Zaman’da aranılmasının gerektiğini düşünüyorum.. Duygu, inanç boyutunda Tanrı Tabiat “tinselliğinin” hem tarihsel, hem de nörolojik-fiziksel gerçekliğimize uygun-doğru olduğunu sanıyorum…
    *
    Karşılıksız aşk’a gelince… O iyi bir aşk’sa “cennetteki huriler” bile o acıyı kesmez ki!

  15. “İyi” ve “kötü” konusunu şurada da iyi anlatmış;

    http://www.youtube.com/watch?v=emkbGBIE7eQ

  16. İnsanlığın günümüzde de devam eden bu kötü durumunun en temel sebebinin, toplumu yönlendiren egemenlerden çok, bilgisizliğin ve yanlış düşüncenin yol açtığı şartlanmışlık olduğunu düşünüyorum. Bugün bile çoğu insanın dünyanın ve hatta kendi ülkelerinin gerçeklerinden kopuk ve habersiz olduğunu unutmayalım. Tarihçi Şeyhülislam Kemalpaşazade de şu dizelerinde buna değinmiş;

    Beşerin ekseri behâimdir
    Çar-sûyı hevâda hâimdir
    Şekli insân u sureti hayvân
    Vâdi-yi cehl içinde ser-gerdân

  17. Demir Küçükaydın’ın görüşleri günümüz kapitalist modern toplumun 100 sene ilerisinde. İstediği kadar nedenlere ilişkin marksist kavramlarla sosyolojik açıklamalar getirsin bazıları hala utanmadan sosyolojiden bihaber “tinselliği” tartışacaklar.

  18. Sosyoloji var da Psikoloji yok mu?
    Toplumsal Psikoloji yok mu? Kitle psikolojisi nedir peki? Nedendir?
    Psikanaliz, nöroloji yok mu?

  19. “İnanç, bilginin olmadığı yerde büyüyen bir düşünce bitkisidir, en çok da insanın belki de hiçbir zaman bilgi sa­hibi olamayacağı alanlarda yetişir. (Dr. H. Batuhan, Bilim ve Şarlatanlık, s. 516)”

    http://turandursunkutuphanesi.files.wordpress.com/2013/05/nakc59fibendc3a3c2aelik-ismet-zeki-eyc3bcboc49flu.pdf

  20. ölümden sonra yaşayıp yaşamadığımız konusunda tartışmak için, bir insanın, hep dünkü insanmış gibi kalıp kalmadığı üstünde düşünürsek iyi olur. filozoflar, ruh ve madde gibi belli birtakım nesnelerin varlığını düşünürlerdi, bunlar, günden güne sürüp giderdi onlarca; ruh bir kere yaratıldı mı, sonsuzca yaşıyor, beden yeniden dirilinceye kadar geçici olarak yok oluyordu.

    şimdiki hayatla ilgili yanı elbette ki yanlış bu öğretinin. bedenin maddesi, besi ve tüketim ameliyeleriyle durmadan değişmektedir, öyle olmasa bile fizikteki atomların devamlı bir şekilde yaşadığına inanılmamaktadır artık; birkaç dakika önceki atom yine aynı atomdur demek, boşunadır. bir insan vücudunun sürekliliği maddeyle ilgisi olmayan bir görünüş ve davranış meselesidir.

    aynı şey zihin için de varittir. düşünüyoruz, duyuyoruz ve hareket ediyoruz, ama düşünce, duygu ve hareketten ayrı, bu olayları meydana, getiren ya da bu olaylara uğrayan zihin veya ruh diye başlı başına bir varlık yoktur. bir kimsenin zihin sürekliliği bir alışkanlık ve hafıza sürekliliğidir: duygularını hatırlayabildiğim biri vardı dün, ona kendimin dünkü hali diye bakarım; ama aslında dünkü kendim şimdi hatırlanan ve şimdi onları hatırlayan kimsenin bir kısmı olarak görülen, sadece bazı zihin olaylarıdır. bir kişiyi meydana getiren hafıza ile, ve alışkanlığımız dediğimiz cinsten bazı benzerliklerle ilgili bir yaşantı serisidir sadece.

    bu bakımdan, bir kimsenin ölümden sonra yaşayacağına inanacak olursak, kişiyi meydana getiren hatıralar ve alışkanlıkların yeni bir olaylar serisiyle teşhir olunmakta devam edeceğine inanmamız gerekir.

    bunun böyle olmayacağını kimse ispat edemez. ama bunun pek olağan olmadığını görmek kolaydır. hatıralarımız ve alışkanlıklarımız, bir ırmağın ırmak yatağıyla olan ilgisi gibi, beynimizin yapısıyla ilgilidirler. ırmaktaki su durmadan değişmektedir, ama eski yağmurlar yol açmış olduğundan, hep aynı yolda devam etmektedir. aynı şekilde önceki olaylar beyinde bir yol açmıştır, düşüncelerimizse bu kanal boyunca akmaktadır. hafıza ve zihin alışkanlıklarımızın sebebi budur. ama beyin, bir yapı olarak, ölüm ile yok olmaktadır, hafızanın da kaybolması gerekmektedir. eskiden vadi olan bir yere, deprem, tutup bir dağ koyarsa, ırmağın eski kanalı izlemeyecegi açıktır.

    bütün hafıza, dolayısıyla da bütün zihinler bazı maddî yapılarda pek belirli olan, bazılarındaysa pek az görülen bir özelliğe bağlıdır. sık sık yer alan benzer olayların sonucu olarak alışkanlık peydah etme özelliğidir bu. örneğin parlak ışık gözkapaklarını tekallüs ettirir; ikide bir, birinin gözlerine doğru elektrik feneri yakıp söndürürseniz, ve bu arada bir gonga vurursanız, sonradan sadece gonga vurmakla gözkapaklarının tekallüs etmesini sağlayabilirsiriniz. bu, beyin ile sinir sisteminin olgusudur, yani maddî bir yapı işidir. dile tepkimiz ve onu kullanışımız, hatıralarımız ve uyandırdıkları heyecanlar, ahlaksal ve ahlaka aykırı davranış alışkanlıklarımız, yani zihinsel kişiliğimizi meydana getiren her şeyi, irsiyetle geçen nitelikler dışta kalmak üzere, hep aynı olgular açıklamaktadır. irsiyetle tayin olunan bölümümüz çocuklarımıza devredilmektedir, ama bedenin çürümesinden sonra yaşayamaz, böylece, görüyoruz ki, bir kişiliğin soydan gelen veya sonradan elde ettiği nitelikler, deneysel bakımdan, beden yapılarının özelliklerine bağlıdır. hafızanın beynin yaralanmasıyla kaybolacağını, erdemli bir insanın bir beyin iltihabı sonucu kötü bir insan olabileceğini, zekî bir çocuğun, iyot eksikliğinden aptal olabileceğini hepimiz biliyoruz. bilinen bu olgular karşısında, zihnin, ölümle beynin büsbütün yok olmasından sonra, yaşıyacağı pek mümkün görünmüyor. gelecek hayata inancı doğuran rasyonel muhakemeler değil, duygulardır.

    bu duyguların en önemlisi, içgüdüsel olan ve biyolojik bakımdan faydalı olan ölüm korkusudur. gelecek hayata gerçekten, bütün gönlümüzle inanıyorsak ölümden hiç korkmamamız gerekir. bunun sonucu pek acayip olur, belki de çoğumuzun esefle karşılayacağı bir şey olur. ama insan ve insandan-aşağı olan atalarımız, bir sürü jeolojik çağ boyunca savaşmışlar, birbirlerini boğazlamışlar ve cesaretten faydalanmışlardır; bu bakımdan, gerektiği zaman ölüm korkusunu yenmek için, ölüm-kalım savaşını kazanmış kişiler için bir üstünlüktür bu. hayvanlarla vahşiler arasında içgüdüsel kavgacılık bu amaca yetmektedir; ama belli bir gelişim safhasında, ilk olarak müslümanların ispat ettiği gibi, ahrete inanmanın, tabiî kavgacılığı kuvvetlendirmede askerî bakımdan büyük değeri olmuştur. militaristlerin bu bakımdan ölümsüzlüğe olan inancı desteklemelerini teşvik etmemiz gerekir, bu inancın, dünya işlerine ilgisizlik yaratacak kadar derinleşmeyeceğini de farzetmemiz gerekir.

    ölümden sonra yaşamaya olan inancı destekleyen bir duygu da, insanın mükemmelliğine hayran kalmaktır. birmingham piskoposunun dediği gibi: “daha önce ortaya çıkmış olan herşeyden daha ince bir alettir zihin – iyiyle kötüyü bilmektedir. westminster abbey kilisesini kurabilmektedir. uçak yapabilmektedir. güneşin uzaklığını hesaplayabilmektedir, insan ölümle ortadan tamamiyle nasıl kaybolur ki? onun eşsiz aleti zihin, hayat bitince kaybolur mu?”

    piskopos, muhakemesinde ilerleyerek, “evren zeki bir amaçla biçimlenmiştir ve öylece yönetilmektedir” demekte, insanı yarattıktan sonra yok olmasına ,göz yummanın zekice bir şey olmayacağını ilâve etmektedir.
    bu muhakemeye karşılık birçok sözler ileri sürülebilir. bir kere tabiatın bilimsel araştırmasında ahlâksal ve estetik değerlerin araya girmesi daima yeni bulgulara engel olmuştur. daire en mükemmel eğri olduğundan, yıldızların da daire şeklinde dönmeleri gerektiği, tanrı sadece mükemmel olanı yaratacağından, ve herhangi bir evrime ihtiyacı olmayacağından türlerin değişmemesi gerektiği, salgın hastalıklar günahlarımız yüzünden çıktığı için karşı koymamak, ancak nedametle yetinmek gerektiği v.s. düşünülüyordu. tabiat değerlerimize karşı ilgisizdir, iyi ve kötü üstündeki kavramlarımızı görmeden ancak anlaşılabilir. evrenin bir amacı olabilir, ama öyle olsa da, amacının bizim amacımızla herhangi bir benzerliği olduğunu gösterecek hiçbir şey yok. bunda şaşılacak bir şey de yok. dr. barnes, insanın, “iyiyi ve kötüyü bildiğini” söylüyor. ama aslında antropolojinin gösterdiği gibi, insanların iyiyi ve kötüyü görüşleri öyle büyük çapta değişmiştir ki, sürekli hiçbir yanı kalmamıştır. bu bakımdan, insanın iyiyi ve kötüyü bildiğini söyliyemeyiz, sadece bazı kimselerin bildiğini söyleyebiliriz. bunlar kimdir? nietzsche, isa’nınkinden tamamiyle ayrı bir ahlak düzeni lehindeydi, bazı hükümetlerse sözlerini benimsemişlerdir. iyi ve kötü bilgisi, ölümsüzlük için bir kanıt teşkil edecek olursa, önce isa’ya mı, yoksa nietzsche’ye mi inanmamız gerekeceğini tesbit etmemiz, sonra hıristiyanların ölümsüz, hitler ile mussolini’nin ölümlü olduğu konusunda, ya da bunun tersine muhakeme yürüterek tartışmamız gerekir. bu karar şüphesiz ki, inceleme sonucu değil, savaş alanında alınır. ellerinde en iyi zehirli gaz olan geleceğin ahlâk düzenini elinde bulunduruyor demektir, bu bakımdan da ölümsüz olacaklardır.

    iyi ve kötü konusundaki duygularımız ve inançlarımız, çevremizdeki her şey gibi, yaşama çabası sırasında gelişmiş tabiî olaylar olup, herhangi tanrısal ve olağanüstü, bir temele dayanmamaktadır. aesopos’un masallarının birinde, bir arslana, arslan yakalayan avcıların resimleri gösterilir, arslan da resimleri kendi yapmış olsaydı, avcıları tutan arslanların resmini yapmış olacağını söyler… dr. barnes, insanın, uçak yapabildiği için iyi olduğunu söylemektedir. geçenlerde tavanda ters yürüyen sineklerin ustalığı konusunda bir türkü moda olmuştu, korosu şöyleydi: “lloyd george uçabilir mi ya böyle? mr. baldwin uçabilir mi ya böyle? ramsay mac uçabilir mi ya böyle? hadi canım, nerde!” öteki sineklerin şüphesiz ki pek ikna edici olarak bulacakları bir şey, ilâhiyatçı kafalı bir sinek pek etkili bir muhakeme düzeni kurabilirdi.

    üstelik, ancak soyut olarak düşündüğümüzde insan hakkında bu denli yüksek bir fikir sahibi olabiliyoruz. insanları, somut olarak, çoğumuz pek kötü olarak görmekteyiz. uygar devletler, gelirlerinin yarısından çoğunu, birbirlerinin vatandaşlarını öldürmek için sarfetmektedirler. ahlâk şevkiyle ilhama gelmiş faaliyetlerin uzun tarihine bakın bir: insandan kurbanlar, muhafazakar dinden ayrılanların kovuşturulması, büyücü-avı, katliâmlar, zehirli gazlarla toptan insan yok etmeler ki, bu barışçılığı hıristiyanlığa aykırı gördüğünden dr. barnes’in kilise meslekdaşlanndan hiç olmazsa birinin beğendiği bir şey olmalıdır. bu korkunç hareketler ve bunları meydana getiren ahlâk öğretileri, zeki bir yaratıcının gerçek kanıtı mıdır? bunları yapan kimselerin sonsuzca yaşamasını dileyebilir miyiz? içinde yaşadığımız dünya, bir karışıklık ve tesadüfün sonucu olarak düşünülebilir, ama bile bile yapılmış olduğu düşünülecek olursa, bunun bir şeytanın işi olması daha muhtemeldir. bense tesadüfü daha az acı verici ve daha muhtemel bir varsayım olarak kabul ediyorum.

    not: bu yazı ilkin, 1936’da “hayat ve ölümün sırları” adlı kitapta çıkmıştır.
    bertrand russell, why i m not a christian
    çev. ender gürol, varlık yay. s. 1239

Comments are closed.