Travma ve çelişkiler bir seçim yapmayı dayatıyor. Eskiden olduğu gibi yaşamak imkansız kalıyor. Hiçbir seçim, onu yeniden kendine götüremez. “Bir kez yıkanıldı o suda!” Kendi gibi kalamayacaktır artık.
Çevre’de, iklimde köklü değişiklikler belirmiştir. “Tür” yeni koşullara uyumlu “bireyler” üretemezse, tümüyle yok olacaktır. Bulunan ama kullanmadığı yetilerini anımsar veya daha önce kullanmadığı, güdük kalmış organlarını devreye sokabilirse ayakta kalacak, değişmiş-gelişmiş olarak yaşamayı sürdürecektir. Bu “dönüşümü” yapamayanlar ölecektir.
*
“Kürt Sorunu” bu ülkede yaşayanlara Milliyet ve Devlet, “Alevi Sorunu” da Din ve Mezhep gerçekliği üzerine çok şeyler öğretebilir; son otuz yıl, tarihin bize sunabileceği çok değerli deneyimlerin yoğunlaştığı özgün bir zaman dilimidir.
Tahakküm Siyasetlerinin insanların birlikte “mutlu” yaşamasını nasıl mahvettiğini, birlikte gelişmek yerine, bir diğerini ezerek “kendine” yer açmanın acı sonuçlarını yüz yıldır yaşıyoruz; soru şu; ne öğrendik?
Burada son yüz yılda devleti eline geçirenler, önce Ermeni, sonra Rum azınlıklara, sonra Dinsel İnançla yaşamak isteyenlere, sonra Alevilere, önce ve sonra ve hep sosyalistlere, Kürtlere zulmettiler. En sonunda da başa döndük… Bugün de “Laik Devlet” isteyen insanlara tahakküm uygulanıyor. Ne aptal bir tahterevalli bu! Kazananı yok! Kitle, halk, insanlar olarak kaybetmişiz. Ama her devir kendi zenginlerini yaratmış, her dönemin “yağmacıları” servet edinmiş… Kazanan yalnızca onlar olmuş! Aslında tüm hikaye bu; “cambaza bak” politikası!
*
1920’lerde kurulmuş “Türk ulus Devlet” modeli değişen koşullar altında dönüşmek, “evrim geçirmek” zorundadır. Kendinden, değişmiş bir kendini doğurması kaçınılmazdır. Son 25 yıl bu sancı hala “sağlıklı bir doğumu” gerçekleştiremedi; düello sürüyor!
“Kirli Savaşın” nedeni elbette Kürdistan Coğrafyasının insan-enerji-toprak-coğrafi konumuna ait “zenginliklerin” nasıl paylaşılacağından kaynaklanmakta. Kürtleri bir ulus olarak görmemek, insan olarak aşağılamak, dillerini inkar etmek, “ötekileştirmek” bu “zenginliğin” daha kolayca iç edilmesini sağlayan bilinen sömürgeci taktikleri.
Bu gerçekliğin görülmesini, anlaşılmasını ve değişmesini önlemeye dönük ideolojik, ulusal, siyasi, askeri, polisiye tüm çabalar iflas etmiştir. Ama bu durum “halktan” gizlenmektedir. Kanserden dolayı ölümün kaçınılmaz olduğunun en yakınından gizlenmesi gibi! Kürt Sorununu da, psikolojide iyi bilinen “bir kişinin hastalığı kabul aşamasına gelinceye kadar geçirdiği dönemler” ile karşılaştıralım;
1985-1990 Şok Dönemi; 1990-2000 li erken yıllar, İnkar ve Öfke Dönemi; son birkaç yıldır Pazarlık dönemi yaşanıyor. Son iki dönem Depresyon ve Kabullenme aşamasına gelinemedi.
Pazarlık bir bakıma 10 yıl gecikmeli yaşanıyor. Bu “pazarlığın” ezilen ve isyan etmiş ulusun “temel” haklarının teslimine ait bir takvim hazırlamak yerine “önderlerin” kişisel iktidar pozisyonlarını “önemseyen” tekniği, “Barış sürecini” kirletmektedir. Her iki halkı birbirine yaklaştırabilecek nedenler, gerekçeler, zorunluluklar; her iki ulusun birbirine zarar vermeyecek “ihtiyaçları” ihmal edilmektedir. Partiler veya kişisel iktidarın güçlendirilmesinin “aracısı” haline getirilmiş “riyakar”, bir önceki döneme ait “öfkeyi” terk etmeden, zaman, zaman da besleyerek yürütülen pazarlık süreci ,geleceğe ait komplikasyonlara gebedir.
Olay salt siyasal değildir! Olgunun salt siyasal bir süreç olarak sürdürülmesi, toplumun gerçeklerle “yüzleşmesinin” ihmali, gün gelir bir “toprak kayması” gibi önlenemez; altında insanların kalacağı kaosu-yıkımı tetikleyebilir ki, bunda da tüm suç öncelikle iktidarın olacaktır!
*
İktidar “borazanları”, medya ordusu neden hala “Kürdistan’da”, 100 yıldır Ağaların, Şeyhlerin, Jandarma Başçavuşlarının Kürt’lere bir “Kölelik Hukuku” uyguladığını anlatmaz! Yüz yıldır, ülkenin Batı’sına çalışmaya giden Kürtlere hem davranış hem de ücret olarak yine “köle hukuku” içinde en pis, ağır işlerin yaptırıldığı; Anadilde eğitim görmeyen Kürt çocuklarının daha en başında “yarışı” kaybettiği yetmezmiş gibi dilinden, kültüründen dolayı bir yandan aşağılanıp, diğer yandan da bu “feodal kültürden” çıkma olanaklarının ne insanlara ne bölgeye hiçbir zaman verilmediği hala bir kampanya olarak yazılmaz, gösterilmez?
Diyarbakır Cezaevinde yapılan o korkunç işkence ve cinayetler TV’lerde dizi yapılmalı! Altı ay sürsün!
“Pazarlık” yapan, “Barış Süreci” yürüten bir iktidar “samimi” ise öncelikle bu isyanın arkasında yatan haklı gerekçelerin Batı’da da anlaşılmasını istemez mi?
Neden hala, ister Asker, ister Gerilla olsun; gencecik çocukların birbirlerini “öldürdüğü” döneme ait acılar, kimseyi kayırmadan, bugün olsun, dürüstçe, bir “tarafsız” insan aklı ve duygusuyla anlatılmaz? Kürt İsyanının evrildiği biçim, şiddet yöntemi ne denli eleştirilirse eleştirilsin özünde taşıdığı isyandaki haklılık insanlara neden hala duyurtulmaz.
Nedeni belli; RTE, bu “süreci” aynı zamanda hem Batı, hem de Doğu’da hakim kılabileceği kişisel iktidarının aracı olarak kullanmak istiyor! Eğer “Barışa” tüm halk inandırılır, Kürt Ulusu isyanının haklılığı da çoğunlukça kabul edilirse kendine ihtiyaç kalmayacak! Geri adım atamayacak! Bu yüzden “iki ileri, bir geri” taktiği uyguluyor; “gerekirse iki hatta üç adım geri atma” iradesi taşıyor olduğunu bildirmenin “usta” taktikleri! Bu yüzden bazen o “eskimiş” öfke dilini kolayca kullanıyor; “istersem bu dönemi de yaşatırım size!”
Bu “hastaların” önünde oynanılan “oyun’un” en büyük “yardımcı yönetmeni” CHP’dir! “Oyun” “kötü” oynandığı halde müdahale etmeyerek, “seyircinin” “yuh çekmesini” beklemekte. “Oyunun kötülüğünden” sorumlu tutulmayacağını sanmakta! Ne “öfke” taşıyor, ne “pazarlığa” yanaşıyor; ne de bir “kabullenme” gösteriyor! Akılsız, ruhsuz, sorumsuz! Bu “pazarlıkta” Kürtlerin yanında olmamakla, “hastanın” hastalığı hakkında yanlış algı taşımasına neden oluyor! Kürt Siyasal Hareketini, RTE’a mahkum ediyor!
***
Sünni mezhep hegemonyasına dayalı “devlet” modeli bu ülkeye “barış” getiremez! Milyonlarca Alevi, Laik yönetimi ısrarla isteyen milyonlarca insan “yok sayılarak” bir “Sünni Mezhepçilik”, bir Dinsel ideoloji dayatan Devlet modeli, toplumu “patinaj” halinde tutar; sancı bitmez!
Aslında “ulus devletçiler” ve “Sünni” hegemonyacılar arasında büyük, uzlaşmaz bir çelişki yok. Tartışma, “Devletin İdeolojisinin”, egemen sınıf Devlet arabasının önüne konulacak “çekici atların” karakteri konusunda. “Atların” kaçının “ulusçu” ya da “mezhepçi” olacağına dair bir tartışma. Hangi “atlar” arabayı daha hızlı çekebilir? Son yüz yıl içinde bu “atların” çok yaşlandığı inkar ediliyor; “çekiş” gücünün sonuna gelmiş “yaşlı hayvanları” kırbaçlayarak çözüm arıyorlar. Bu adamların hepsi de “iktidarı” ellerine geçirdikleri bir kırbaç olarak görüyor; bugün Ortadoğu Coğrafyasında en acımasız, zalim Kırbaç’cıların çoğalması rastlantı değil; çöken ideolojilerin son kozları bu.
Kürt Sorunu ve Sosyalizm
% 90’ı kırsal-feodal kültür içinde yaşayan toplumlarda Sosyalizm mümkün mü? Önderlerin zihinlerinde bulunan bu “ideal tohumlar”, bu “tür” topraklara ekildiğinde, “hayallerde” yeşertilmiş “ürünün” hasatı sağlanabilir mi? Yoksa bu metaforda gerçek olan yalnızca “toprak” mıdır? “Hayaller”, aşağıda alıntıda anlatılanların bir versiyonu mudur?
“Yüzyıllardır mutlak hükümdarlık rejimi ile yönetilen feodal bir toplum olan Etyopya’da … ordu… Marksist eğilimli olduklarını söyleyen subayların önderliğinde bir darbe ile iktidarı ele geçir-di… (yönetim) ülkede uzun yıllardan beri mücadele yürüten sosyalist eğilimli -öğrenci, aydın ve sendikacılardan oluşan- hareketlerle arası (nın) çok geçmeden açıl-dı ve onları şiddetli bir tasfiyeye uğrat-ıyor… “
“Sosyalist Somali devleti SSCB ve dünyadaki diğer sosyalist güç ve hareketlerce desteklenirken Haile Selasiye’nin mutlak monarşi yönetimi de ABD tarafından desteklenmekteydi.”… ” SSCB Etyopya-Somali çatışmasında Etyopya’nın tarafını tuttu. Somali’den tüm desteğini çekti. …Buna karşılık Somali de öncelikle S. Arabistan .. başta ABD olmak üzere Batı devletlerinden destek aradı ve buldu…” (Afrika Boynuzunda ne oldu? 1979 Birikim)
Sosyalist ve Marksist olarak kendilerini tanımlayan Etyopya ve Somali İktidarlarının “ittifak” değiştirmelerindeki kolaylık ne “hoş!” Ne Marksizm, ne Sosyalizm’miş ama! “Marksist Somali’nin” S. Arabistan, ABD’den destek bulmuş olması o zamanların Somali’lerine kim bilir nasıl anlatılmıştır… Belki bunlar da bir ilerleme! Ama “maliyeti” karşılayacak kadar mı? “Kirletilen” bu sözcüklerin, kavramların bedelini tüm dünya olarak ödediğimiz zamanlarda bu sorunun yanıtı nedense hala tartışılabiliyor!
*
Herhangi bir “3. dünya ülkesi”, feodal-kırsal ilişki ve kültürün hakim olduğu, takvimler hangi tarihi gösterirse göstersin “reelde” 19 yy. öncesini yaşayan topluluklar, “gelecekten” devşirilmiş “ithal fikirlerle” yeni bir toplumsal örgütlenme kurabilir mi? Geçen yüzyıl bu “hayallerin” onlarca kez denenmesine ait trajedileri anlatır.
Bu denemelere kalkışan, Etyopya, Somali, Afganistan, D. Bloku ülkeleri vs.. vs.. boyunlarına “Marksist”, “Sosyalist”, “Halkçı”, “Yeşil İslam” vb tabelalar asmış olsa da her zaman “Devletçi Kapitalist” model oldular; Kutsanmış devlet, köle işçilik, ağır bir ideolojik hegemonya ile çıkıştaki idealizm ne kadar “saf” ise de sonuç değişmedi; “devletleri” giderek çürümüş bir bürokratik baskı aygıtı haline geldi. Karşılaşılan her ciddi sorun, “Devlet” ve “Millet’i” kutsadı; “egosunu şişirdi”; kendi insanlarını küçülttü; onlara birer “böcek” muamelesi yaptı. Bilinen Tekelci Sermaye faşizminden daha korkunçtu; Tekelci Sermaye faşizmi “insana yabancılaşmış Devlet’in” daha da yabancılaşmış hali ise, “Sosyalist Devletçi Faşizmler” Şizofrenik bir yabancılaşma, Paranoyak Şizofrenik bir Devlet örgütlenmesi demekti. “Parti, Devlet, Ulus” için kültürel, ideolojik terör kaçınılmazdı; bu ağır ekonomik sömürünün “kaldıraçları” ile “sermaye birikimi” sağlanmaya çalışıldı. İşe yaradı! Bir Doping gibi! Bir yarış kazanıldı! Sonra hep nal topladı; vücut çöktü! Bir nesil harcandı; başarı sağlandı! İkinci nesil “vaziyeti anladı!” Riyakarca yaşamayı öğrendi; kendini korumayı… “Mış” gibi yaptı!
Bir diğer yol, Devlet’in kapitalistleri, yeni burjuvaları “beslemesi”, yönlendirmesi, desteklemesi ile bir “sermaye birikim modeli” uygulamasıdır ki, bu yöntemde sömürü ve baskı daha çok ekonomik gerekçelere dayanır. 1920’ler Türkiye modeli… İyi bildiğimiz bir yöntem! Tek sorun şu! Bu yöntemin “aşağılanarak” uygulanması gerekecek.. “Usta” siyasetçiler için de bu kolay bir iştir!
***
Her şeye karşın sonuç olarak, Kürt İsyanı;
1. Bir “Ulusal Kurtuluş Savaşıdır!” Saygı duymak gereklidir.
2. Bu “Ulusal Kurtuluş Savaşı” en az “Türklerin” “Ulusal Kurtuluş Savaşı” kadar saygıya değer olacaktır.
3. Tarihsel olarak, sonuç her ne olursa olsun “hayaller” bir yana, en fazla “Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı” kadar bir “ilerleme” sağlayabilecek görülüyor; bu da küçümsenemez! (1920 ve sonrasını “ilerleme” görenler tutarlı olmak zorundadır!)
4. Dünyada ve Bölgede, Sosyalizm’in yalnızca adı kalmışken, toplumsal, kültürel yapısının ezici ağırlığı Feodal Çağ’da yaşıyorken, Kürt Hareketinden, Sosyalist İdeallere ait misyon üstlenme beklentisi haksızlıktır.
5. Sosyalist İdeallere ait retoriğin kullanılması da Kürt Halkına haksızlıktır! Türkiye’li Sosyalistlere de “olmayacak duaya” sopa atarak “amin” dedirtme çabaları, uzun vadede her iki halkın aleyhine olacaktır…
Güzel bir yazi..
Osmanlı’nın “ihya”sı
M.Şükrü HANİOĞLU
Sabah GAZETESİ
Monolitikleştirerek sonu gelmeyen bir “sanal” çatışmanın kutupları haline getirdiğimiz “Osmanlı” ve “Cumhuriyet” kavramsallaştırmaları kesin bir “kopuş” varsayımına dayanmaktadır.
Bu yaklaşıma göre, “Osmanlı”yı reddederek ondan kopan “Cumhuriyet,” onun karşı tezi ve tamamıyla “yeni” bir bir yapı inşa etmiştir. İlginç olan bu sanal çatışmada “Osmanlı” tarafını tutanların da söz konusu “kopuş” tezini benimsemeleri ve sürekli biçimde çatışan “iki zıt yapı”nın varolduğunu düşünmeleridir.
Bunun büyük ölçüde radikal “Erken Cumhuriyet” siyasetlerine tepki olarak şekillendiği ve onların yarattığı “kopukluk”u tamiri hedeflediği ortadadır.
Dolayısıyla sanal dünyada çatıştırılan kutupların taraftarları, benzer bir yaklaşımla “iyi” ya da “kötü” sıfatlarıyla tanımlanan, “monolitik” bir “Osmanlı” kavramsallaştırması geliştirmektedir. Bunun neticesinde ise Osmanlı “mahkûm” veyahut “ihya” edilmesi gereken bir yapı haline gelmektedir.
Mahkûmiyet-ihya sarmalı
Burada ilginç olan Erken Cumhuriyet döneminde başlatılan “Osmanlı’yı devr-i sâbık haline getirme” siyasetinin yaygın kabûl görmüş olmasıdır. Bu açıdan değerlendirildiğinde seçici örnekler kullanarak Cumhuriyet öncesi toplumunu modernliğe cevap verememiş, fazlasıyla geri kalmış bir yapı ya da 1923 sonrasında yaşanan sorunların hiçbirinin varolmadığı bir “mutluluk çağı” olarak kavramsallaştıranların yaklaşımları arasında, son tahlilde, anlamlı bir fark bulunmamaktadır.
Aynı temeller üzerinde yükselen bu iki yaklaşım bir “mahkûmiyet-ihya” sarmalını beslemektedir. Monolitik, hep aynı kalmış bir “Osmanlı” olmadığı, altı asırlık bir tarihten seçilebilecek farklı örneklerle değişik “Osmanlı”ların inşa edilebileceği gerçeği ise söz konusu sarmalı fazlasıyla anlamsızlaştırmaktadır.
Sanal çatışmanın bir kanadınca yıllarca “mahkûm” edilen Osmanlı’nın “ihyası,” süreç içinde doğal olarak temel karşı seçenek haline gelmiştir. Ancak “ihya” da fazlasıyla sorunlu bir yaklaşımdır.
Ne “ihya” ediliyor?
“İhya” da “mahkûmiyet” yaklaşımı gibi değişmeyen Osmanlı “biçimleri”nin varolduğu ve bunların tanımlanabileceği varsayımına dayanmaktadır. Bunun neticesinde ise gerçekte Osmanlı “ihya” edilmemekte, belirli zaman dilimlerine ait biçimler “taklit” yöntemiyle yeniden üretilmektedir.
Örneğin, bir on altıncı asır camiinin eşini inşa etmek gerçekte bir “ihya” değil, beşyüz yıl öncesinin “biçim”lerinden birini kendi bağlamından kopuk olarak yeniden üretmektir. Benzer şekilde aruz vezni ile şiir yazıldığında ya da belirli bir dış siyaset benimsendiğinde de zannedilenin tersine Osmanlı “ihya” edilmiş olmamakta, tarihî bağlam ve onları üreten koşullardan kopartılan “biçim”ler taklit olunmaktadır.
“İhya” gâyesi ile gerçekleştirilen bu “taklit”lerin üç temel sorunu bulunmaktadır. Bunlardan birincisi farklılaşmadığı düşünülen “Osmanlı”nın tüm “biçim”leri belirli bir “amaç” çerçevesinde ürettiği ve bunun uzun tarihî süreçler içinde değişmediği varsayımıdır ki, bu gerçeklikle bağdaşmaz. İkinci sorun ise “değişmez” Osmanlı “biçim”lerinin keşif ve yeniden üretilmesinin imkânsızlığıdır.
Örneğin, barok tarza uygun olarak inşa edilmiş bir on dokuzuncu yüzyıl camii, bir yirminci asır romanı ya da İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin uyguladığı dış siyaset de “Osmanlı”dır. Bunların süreç içinde farklılaşmış örnekler olması onların “Osmanlı” ürünü olmadığı anlamına gelmez. Bu açıdan bakıldığında “ihya” belirli biçimlerin “tercih edilerek” yeniden yaratılması faaliyetinden başka birşey değildir.
Bu alanda uç bir örnek verilmesi gerekirse on dokuzuncu asır sonunda ivme kazandıktan sonra imparatorluğun son yıllarına damga vuran “Osmanlı materyalizmi” de “Osmanlı”dır; ama onun yeniden üretilmesi ile “ihya” faaliyetinin gerçekleştirilebilmesi mümkün değildir.
Konuya yaklaşılırken düşülen yaygın bir hata Cumhuriyet’in yarattığı kopukluğun monolitik bir “Osmanlı” ile bağları kestiğinin varsayılması, diğer bir ifadeyle, bu kopukluk olmasaydı, günümüzde on altıncı asır mimarîsine uygun camilerin yükseleceği ve divan şiirinin seçkin örneklerinin yayınlanacağının düşünülmesidir.
“İhya” faaliyeti sırasında karşılaşılan üçüncü temel sorun “biçim”leri üreten bağlamların yeniden yaratılmasındaki zorluktur. Örneğin, “divan şiiri” kendisini en iyi şekilde geleneksel “şiir” biçimleri ile ifade edebilen bir dünyanın ürünüdür. O dünya modernlik sonrasında hızla yitirildiği için, roman benzeri farklı edebî türler devreye girmiştir.
Benzer şekilde Osmanlı dış siyaseti de değişen koşullar çerçevesinde farklılaşmış, imparatorluğun son yıllarında bir “büyük Avrupa devletiyle ittifak sağlama” çabasına dönüşmüştür. Dolayısıyla bu alanlarda da “ihya”nın temellendirileceği monolitik, değişmemiş “biçim”ler bulunmadığı gibi belirli “biçim”leri doğurmuş olan bağlamların yeniden üretilmesi de mümkün değildir.
Devamlılık ve değişim
Yukarıda zikrettiğimiz örnekler “ihya”çabalarının Erken Cumhuriyet’in başlattığı ve radikal biçimde uyguladığı dışlama ve “mahkûm etme” yaklaşımı kadar sorunlu olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu, Osmanlı geçmişinin günümüzün şekillenmesinde son derece önemli roller oynadığı, onun paranteze alınamayacağı gerçeğini değiştirmez.
Onu kavrayamadan günümüzün gelişmelerini anlayabilmek de mümkün değildir. “Osmanlı” geçmişi, “iyisi ve kötüsü ile” bizimdir ve tarihî laboratuvarımızdır.
Ancak, onu dışlamadan sahiplenme, kavramaya çalışma ve ondan bir laboratuvar olarak istifade ne denli anlamlıysa, onu tercih ettiğimiz, “gerçek Osmanlı”yı yansıttığını düşündüğümüz “biçim”ler üzerinden “ihya” gayretinden sakınmak da aynı ölçüde gereklidir.
Erken Cumhuriyet’in yarattığı doğal olmayan “kopukluk”un, beğenilen Osmanlı “biçim”lerinin taklidiyle onarılması mümkün değildir.
Son tahlilde her iki yaklaşım da aynı temeller üzerinde şekillenmektedir.
Bunun yanı sıra söz konusu “kopukluk” Erken Cumhuriyet’in savunduğunun tersine bütüncül bir “kopuş” değildir. Sanal dünyada gerçekleşen “Osmanlı-Cumhuriyet çatışması”nın “gerçek” olmadığını kavrayabilmemiz “mahkûmiyetihya” sarmalını kırabilmemizi de mümkün kılacaktır.
Bu ise tarihimizi dışlama, onun altı yüz yıllık bölümünü bir “kara delik” haline getirme ve onu günümüzdeki her türlü olumsuzluğun nedeni olarak sunma benzeri anlamsızlıklar kadar, bağlamı ortadan kalkmış bir kültürü, biçimleri taklit ederek yeniden üretme girişimlerini de sonlandıracaktır.
Bunun neticesinde monolitikleştirilmeyen Osmanlı geçmişi hem “tarihselleştirilecek” hem de günümüzü anlamamızı sağlayan bir laboratuvar hizmeti verecektir. “Osmanlı”nın en anlamlı “ihya”sı da şüphesiz bu yolla gerçekleşecektir.
http://duzceyerelhaber.com/msukru-hanioglu/26589-osmanlinin-ihyasi
Alevîlik, Bektaşîlik Gerçeği Ve Buna Yönelik Bazı Tezler
1923 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine, laik Batı kültürüne dayalı Türk milliyetçiliği esasından yola çıkan Kemalist resmî ideoloji doğrultusunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, yaklaşık 1980’lerden bu yana bu ideolojinin iki korku kaynağını bağrında besledi. Bunlardan biri etnik köken farklılıklarının, diğeri dinî ve mezhebî kimliklerin –daha doğrusu, diğer dinlerden çok İslâmî kimliğin- yeniden gündeme gelmesi idi. Bu iki korkunun ikisi de, yakın zamanlara kadar hep söylenegeldiği gibi, ister dünyadaki genel “değişim rüzgârları”nın, ister Türkiye’nin kendi tarihsel şartlarının artık dayattığı iç değişim zorunluluğunun, isterse her ikisinin birden sonucu olsun, 1980’li yıllarda gerçekleşmeye yüz tuttu. “Kürt meselesi” ve türevleri (PKK vs.) ile “İslâm meselesi” ve türevleri (Sünnî Müslüman kesimlerdeki İslâmî hareket, radikal İslâm vs.) ve bu çerçevede “Alevîlik problemi” (veya Alevî kimliği) Türkiye’nin siyasî ve entelektüel gündemi içinde yer aldı.
Alevîlik problemi önce resmî ağızlarda telaffuz edilen bir takım spekülasyonlar ve eğip bükmelerle kapatılmak istendi ise de kapatılamadı. Ancak bu defa adını resmen telâffuz etmek zorunda kalmakla –gerçekte ise “nereden çıktı şimdi bu belâ” kâbilinden yakınmalarla- beraber, bazı bilim adamlarının ürettiği, maalesef vukufsuzluk yansıtan, yüzeysel, kolaycı ve spekülatif tezler yardımıyla, gûya çözümlenmeye, ama gerçekte yine üstü kapatılıp faturası yalnızca “dış mihrak”lara kesilmeye çalışıldı. O zamana kadar bu meseleler hakkında bilimsel bir hazırlıktan geçmemiş, herhangi bir çalışma yapmamış, bunlar üzerine ciddi bir düşünce üretmemiş bazı sağ ve sol entelektüeller ve bilim adamları, son birkaç yıldır problemin uzmanı sıfatıyla ortaya çıktılar. Bunlardan bir kısmı bizzat Alevî kökenliydi, yahut Sünnî kökenli olmakla beraber Alevî kesimlerden tanıdıkları vardı; veya bunlardan hiçbiri değildi. Ama şurası bir gerçektir ki, bu konunun çok değerli bir uzmanının dediği gibi, “Alevî olmak ya da Alevîler’le temasta bulunmuş olmak, kendini bir kitap yazmada yetkili saymaya yetmez. Konu önyargıdan uzak ve tarafsız bir yaklaşım, geniş bir bilgi birikimi, uzun bir bilimsel hazırlık temelini gerektirir.”
İçinde birtakım siyasîlerin, bazı entellektüellerin ve bilim adamlarının bulunduğu bir kesim, eskiden savundukları ideolojinin artık pratikte bir anlamı kalmadığını gördüklerinden, Alevîlik ve Bektaşîliğe yanaştılar, veya içinden çıkmakla beraber, eskiden küçümsedikleri bu zümrelere geri döndüler. Böylece bir zamanlar “cahil” olarak değerlendirdikleri bu zümreleri kolayca ikna ederek birtakım spekülatif açıklamalarla kendi ideolojik alanlarına çekebileceklerini varsaydılar. Bunun için bazı basın organları aracılığıyla her fırsatı kullandılar. Hacı Bektaş-ı Velî’yi, Pir Sultan Abdal’ı anma törenlerini ve benzerlerini muntazam olarak takip ettiler. Buralarda tarihsel ve bilimsel gerçeklere uymayan, ama bilimsel olma iddiasında ideolojik konuşmalar yaptılar. Bu konuların ana konuları genellikle Alevî–Bektaşî zümrelerinin asırlar boyunca “sömürücü, zâlim Osmanlı’ya ve gericilere karşı” nasıl özgürlükçü ve demokrat bir mücadele verdiği, tarihinde bu görevi yapmış olan Alevî–Bektaşîler’in, bugün de sömürücülüğe ve onun işbirlikçisi gericiliğe karşı aynı mücadeleyi sürdürmelerinin gerektiği vb. belirli ve tanıdık bir söylemi çağrıştıran konulardı. Söz konusu kesim bu devrimci sol söylemi, yayınladıkları bir takım gazeteler ve dergilerde hâlâ kullanmakta, son Gaziosmanpaşa olaylarının gösterdiği gibi, özellikle genç Alevî kesimi üzerinde oldukça etkili olmaktadırlar.
Alevî–Bektaşîler’in, görünüşte haklı gibi duran bu parlak teşviklerin altında Türkiye’de bir Alevî–Sünnî çatışmasının tezgâhlanmak istendiğinin farkına varamayacaklarının, bu tuzaklara kolayca düşeceklerini zannettiler. Faaliyetlerini bu amaç üzerinde yoğunlaştırdılar; yayınlarını bu amaç doğrultusunda yaptılar. Halen de, maksatlarının belki bir gün gerçekleşebileceği ümidiyle bu yayınlara devam ediyorlar.
Buna karşılık, vaktiyle Alevîliği var dahi saymayan, ama meselenin pek de hafife alınacak gibi olmadığını ve beklenmedik bir gelişme gösterdiğini farkeden bir başka kesim, hiç de algılandığı gibi basit olmayan ve tarihin içinden gelen bu mühim meseleyi hemen komplo tezleriyle izaha yöneldi; Alevîlik meselesinin, “dış mihraklar tarafından Türkiye’yi bölmek üzere kışkırtılan bir problem olduğu, aslında Türkiye’de böyle bir ayırımın, yahut farklılığın bulunmadığı, bu farklılığın sun’i olarak yaratılmak istendiği” şeklinde bir tutum içine girdi. Bu kesim, “birlik ve beraberliği sağlama” adına, bilimsel ve tarihsel hiçbir mesnedi olmayan yapay tezlerle meseleyi geçiştirme yolunu seçti. Bu meseleyi çözmek isteyen –aralarında devleti temsil edenlerin de bulunduğu- bu kesim, yukarıda tasvir ettiğimiz birtakım uzmanlardan kendi düşüncelerinde olanlarını sahiplendiler, veya kendi tezlerini savunabilecek olanları öne çıkarmaya çalıştılar. Bu yolda kitaplar, makaleler yazıldı. Nasıl ki vaktiyle Kürt meselesinde, böyle bir meselenin bulunmadığı, Kürt diye bir etnik toplumun ve bunun konuştuğu –değişik lehçeleriyle- Kürtçe diye bir dilin olmadığı, bunun Türkiye’yi bölmek isteyen “iç ve dış mihrakların bir oyunu” olduğu yıllarca iddia edilmiş, ama sonunda, bir takım siyasîlerin diliyle “Kürt realitesi” kabullenilmek zorunda kalınmışsa, aynı inatçı, yüzeysel ve geçiştirmeci yaklaşım bugün Alevîlik problemi için dayatılıyor. “Alevîliğin Hz. Ali’yi daha fazla sevmekten başka bir şey olmadığı” (esasında şimdiki Alevîliğin yanlış yolda olduğu îma ediliyor), Alevî–Sünnî ayırımının “iç ve dış mihraklar”ın Türkiye’yi bölmeye yönelik bir oyunundan ibaret bulunduğu yine defalarca vurgulanıyor; bu yönde toplantılar, paneller düzenlendi, birlik–beraberlik günleri yapıldı, özel televizyon kanallarında değişik doğrultularda açık oturumlar, programlar düzenlendi.
İşte Alevîlik meselesi, özellikle 1990 yılından itibaren resmî devlet mahfillerinde, siyaset ve basın çevrelerinde, aydın kesiminde –şimdilik- bu doğrultuda götürülüyor ve her zaman olduğu gibi siyasî, ideolojik ve hattâ maddî menfaatlerin, sonu olmayan spekülasyonların yatırım sermayesi yapılmak isteniyor ve bir ölçüde yapılıyor. Daha önceleri hiç oralı olmayan birtakım siyasîler, Alevî çevrelere yaklaşmaya, okşayıcı, sevecen tavırlarla onları kazanmaya çalışıyorlar. Bir kısmı Aleviliğin çağdaşlığını, özgürlükçülüğünü, demokratlığını vs. vurgulamaya çalışırken, bir başka kısmı daha başka türlü noktaları öne çıkarıyor ve “Alevîlik Hz. Ali’yi sevmekse biz de Alevîyiz” kabilinden, problemin niteliğiyle ilgisi bulunmayan, gerçeklerle uyuşmayan spekülasyonlara başvuruyorlar.
Sonuç: Ermeni Meselesi, Bulgar Meselesi, Kürt Meselesi, İslâm Meselesi’nde olduğu gibi, Alevîlik Meselesi de, sözü edilen bu iki kesime mensup çevreler tarafından gerçek çehresiyle, tarihin içinden geldiği biçimiyle ve bugünkü yapısıyla gerçekte olduğu gibi tanınmak, bilinmek ve öğrenilmek istenmiyor. Yalnızca güdülen maksatlara uyabilecek, kullanılabilecek yanları araştırılıyor veya kullanılmak amacı güdülen yapay tezlerle oyalanılıyor.
* * *
Bu zaruri genel tesbiti yaptıktan sonra Alevîlik meselesi hakkında, yukarda çizmeye çalıştığımız genel çerçeve içinde Türkiye’de Alevî veya Sünnî, sol veya sağ, siyasî veya entellektüel, akademisyen veya yazar, hangi kesime mensup olursa olsun, sırf problemin tarihsel ve aktüel temelini ve boyutunu yeterince kavramamak –yahut kavranmış olsa bile, birtakım özel amaçlara yönelik tahrif etmek- yüzünden ileri sürülen spekülatif ve bilim dışı tezleri kısaca gözden geçirelim:
1) Alevîlik, Sünnîlik’ten çok daha fazla Hz. Ali’yi sevmek ve öne çıkarmak, -aslında Sünnî halk inançlarında da varlığını sürdüren- İslâm öncesi eski Türk inançlarına daha fazla yer vermekten ibarettir. Dolayısıyla Sünnîlik’ten fazla bir farkı yoktur. Alevîlik, Hz. Ali’ yi sevmek ve onun gibi yaşamaktır. O halde Alevîler gerçekten Alevî olduklarını iddia ediyorlarsa, onun gibi yaşamalıdırlar, yani İslâm’ın bütün şer’î esaslarına riayet etmelidirler.
2) Alevîlik, Hz. Muhammed’in vefatından sonra halifeliğe Hz. Ali’nin getirilmesi gerekirken hakkının yenmesi, daha sonra ise Muaviye tarafından gaspedilmesi sonucu, bu hakkın Hz. Ali’ye ait olduğuna inananların teşkil ettiği zümrenin adıdır. Halbuki bugün Türkiye’de Sünnîler’in çoğu da bu inanca katılmaktadır. O halde bir ayrılığa gerek yoktur.
3) Alevîlik, bir inanç, bir mezhep değil, bir yaşam biçimi, yaşam felsefesidir. Tanrı’yı insana indirgeyerek insanı “insanüstü”nün baskısından kurtarıp yücelten, Tanrı’yı insan seviyesinde indiren, insanlaştıran bir çağdaş düşünce tarzıdır.
4) Alevîlik, her zaman, her yerde haksızlığa, sömürüye, ezilmişliğe karşı bir başkaldırı ideolojisidir.
5) Alevîlik, çağdaşlık, demokratlık, laiklik ve özgür düşünceden yana olmak demektir. Dolayısıyla Alevî toplumu geçmişinde de bugün de her zaman her yerde bu değerleri temsil etmiştir ve etmektedir.
* * *
Kısaca özetlenen ve günümüzün Alevîliğin mahiyeti ile ilgili spekülasyonlar pazarında gazeteler, dergiler ve bazı kitaplar aracılığıyla çeşitli ideolojik ve siyasî çevrelerce sergilenmekte olan, meselenin aslından habersiz, aldatıcı ve oyalayıcı tezler işte sayılan bu beş şıkda özetlenebilir. Bunların ilk ikisi –muhtelif nüanslarıyla birlikte- Sünnî kökenli sağ ve milliyetçi kesime, onları takip eden ikisi Alevî kökenli ve Alevî olmayan ateist eski Marksist sol kesime ait tezler olup sonuncusu ise, bu kesimle bu kesimin dışındaki Alevî aydınlarının ortak tezidir.
İşin açıkçası birtakım çevrelere çok uygun gelen bu tezlerin niçin gerçeği yansıtmadıklarını, neden tarihsel olguya ve bugünkü Alevîliğin, Bektaşîliğin yapısına ters düştüklerini, bu sebeple de Türkiye için hayatî bir önem ve değer taşıyan bu problemi çözmek şöyle dursun, giderek içinden çıkılmaz hale getirmeye namzet olduklarını burada kısaca açıklamaya çalışalım:
1) Alevîliğin doğuşunun, esas olarak Hz. Ali ile, onun Muaviye’yle olan hilâfet ve imamet mücadelesiyle kesinlikle bir ilgisi yoktur. Hz. Ali olmasaydı da, -adı Alevîlik olmamakla beraber- bugün aynı nitelikte bir toplum yine mevcut bulunacaktı.
Bu niçin böyle olacaktı? Bunun cevabı, daha Müslüman olmadan önce Orta Asya’da değişik yerlerde ve zamanlarda yaşayan Türk topluluklarının sosyo–ekonomik ve kültürel yapıları arasındaki büyük farklılıklarda saklıdır. Uzun zamandır yerleşik hayat yaşayan, okuma–yazma bilen, az çok gelişmiş bir kültür seviyesine sahip olan şehirli Türkler’le, at sürülerinin peşinde otlaklarda durmadan yer değiştiren, yazılı kültürle tanışmamış göçebe Türk boyları arasındaki bu fark, onların İslâm’ı algılayış, anlayış ve yaşayışlarına da yansıyordu. Yeni dinin esaslarını ve kurallarını ana kaynaklarından öğrenme imkânına sahip bulunanlar arasında Ehl–i Sünnet’in İslâm anlayışı yayılıp gelişirken, bu imkânlarla tanışmamış olanlar arasında ise, çok tabii olarak, Şamanizm’in mistik temeli üzerine oturtulan coşkucu bir sûfilik anlayışının süzgecinden geçmiş, eski inançlarla karışık bir İslâm anlayışı, Şamanlara benzer sûfilik aracılığıyla yayılıyordu. Bu göçebe hayat tarzı içinde oluşan İslâm anlayışında, günde muntazam beş vakit namaz, Ramazan orucu ve benzeri şer’î ibadetler pek yer bulamıyor, Allah inancı eski Gök Tanrı, Peygamber inancı ise Şaman imajı ile karışıyordu. Böyle olduğu içindir ki, 10. yüzyılda yeni Müslüman olmuş bir Oğuz beyi, Abbasî elçisi İbn Fadlan’a, gayet safiyane bir şekilde, hiçbir ard niyet taşımaksızın “Tanrı’mızın kaç karısı var?” diye sorabiliyor ve İbn Fadlan’ı şaşırtıyordu.
İşte bu İslâm anlayışı, muhtelif göçebe Türk zümreleri arasında aynı sosyo-ekonomik yapıyla beraber sonraki yüzyıllarda da sürüp gitti ve 12.–13. yüzyıllardaki göçlerle Anadolu’ya intikal etti. Bu arada yıllar boyunca Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar yol üstündeki bütün kültür ve inançlarla karışa karışa bağdaştırmacı (senkretik) bir yapı kazandı. Bu yapıyı Anadolu’da zenginleştirdi. Eski mitolojilerin üstüne yeni mitolojiler ekledi. Ama temelindeki güçlü sûfiyâne (mistik) özelliği korudu. İşte bugünkü Alevîlik ve Bektaşîliğin inanç temelleri böyle oluştu. Bu temeller, Budizm, Şamanizm ve Maniheizm gibi eski dinlerin bakiyyesi olan hulûl (incarnation, Tanrı’nın insan bedenine girmesi) ve tenâsüh (réincarnation, yahut métempsychose, bedenden bedene ruh göçü) gibi iki temel inanca oturur. Bu inançlar Sünnî halk Müslümanlığında yoktur.
İşte bugünkü Alevî ve Bektaşî toplumunun ataları olan zümreler, böyle bir İslâm anlayışını 12.-13. yüzyıllarda Orta Asya’dan Anadolu’ya beraberlerinde getirdiler. Bazı muhafazakâr araştırıcıların kabul etmekten ısrarla kaçınmalarına rağmen, Sünnîlikten çok farklı bu heterodoks Müslümanlık anlayışı, bu alanın eski ve yeni bütün gerçek uzmanlarının çok iyi bildiği gibi, o zamanlar henüz Hz. Ali kültü, Oniki İmam kültü ve Kerbelâ kültü ile tanışmamıştı. Ama Ahmed-i Yesevî’den beri kadın–erkek ortak âyinler yapılıyordu, Anadolu’da da yapıldı. 16. yüzyılda buna Ayin–i Cem adı verildi. Bu, İslâm öncesi dönemde konar–göçer Türk zümrelerinin özellikle de Şamanist olanlarının yaptıkları dinî âyinin İslâmileştirilmiş biçimiydi. Ahmed Yesevî’nin yaptığı âyinler de böyleydi.
2) Alevîlikle Hz. Ali, Oniki İmam ve Kerbelâ olayının bağlantısı, başlangıçta mevcut olmayıp, 16. yüzyıl başlarında Safevî hükümdarı Şah İsmail–i Hatâyî tarafından tesis edilmiş ve Alevîlik bugünkü görüntüsünü bu devirde kazanmıştır.
Bu zikredilen kültleri bu heterodoks İslâm anlayışının içine başarıyla aşılayan ve böylece bugünkü Alevîliğin temelini oluşturan, ritüellerini, âyinlerini, bunların usul ve erkânını, eski âyinlerle karıştırarak yeni bir yapıya kavuşturan, 16. yüzyılda Şah İsmail–i Hatâyî oldu. O bunu, müthiş bir mistik lirizm yansıtan nefesleriyle ve dehâ ölçüsüne varan teşkilâtçılık kabiliyetiyle başardı. Eski Şamanist nitelikli ve soy süren dinî liderliği, seyyidlik kurumuyla birleştirerek, başta kendisi olmak üzere, bu dinî liderlerin Hz. Ali soyundan geldiğini gösteren icâzetnâmeler dağıtmak suretiyle bugünkü dedelik kurumunu yarattı. İşte Alevîliğin Hz. Ali ile, Ehl–i Beyt ile alâkası böyle başladı.
O halde Alevîlik ve Bektaşîliğin doğuşunda, Hz. Ali ve hilâfet meselesi, Hz. Ali ve Muaviye kavgası ile uzaktan yakından bir ilgisi bulunmadığı, Alevîliğe ve Bektaşîliğe vücut veren temel faktörün bu olmadığı iyi bilinmelidir. Ama 16. yüzyılda Hz. Ali, İslâm tarihinde etiyle canıyla yaşamış Hz. Ali’den, Sünnîliğin inançlarındaki Hz. Ali’den çok farklı bir biçimde, Şah İsmail tarafından “tanrısal” bir nitelikle Alevîliğin inanç merkezine oturtuldu. Böylece heterodoks göçebe Türk Müslümanlığı, Alevîlik oldu. Alevîlik’teki bugün mevcut mitolojik nitelikli Hz. Ali inancının Sünnî’lerin anladığı “Hz. Ali sevgisi ve onun gibi yaşamak” meselesiyle örtüşen en ufak bir yanı yoktur. Alevîlik’teki Hz. Ali inancı ve kültü, tamamiyle apayrı bir mahiyet arzeder ve başlı başına “mitolojik bir teoloji”dir. Onun için yukarıdaki ilk iki tez hiçbir gerçeklik temeline oturmadığı gibi, bugün Alevî–Bektaşî zümrelerine hiçbir anlam ifade etmez.
3) Şu veya bu sebeple Sünnîliğe yakınlaşmış, veya Sünnileşmiş belli sayıdaki Alevî’yi öne çıkararak günümüzde bazı çevrelerce seslendirilmek istenen Sünnîleşmiş Alevîlik anlayışı, Alevîliğin tarihsel ve aktüel çizgisini ve yapısını, dolayısıyla asıl Alevî–Bektaşî toplumunu kesinlikle temsil etmez.
Bu tür Alevîler eskiden de vardı, bugün de vardır ve gelecekte de olacaktır. Ama bütün bir Alevî toplumunun bu çizgiye gelebileceğini düşünmek, bu toplumu tanımamak ve meseleyi hafife almak demektir. Bu itibarla bir takım çevrelere çok câzip gelen bu eğilmiş bükülmüş tevillerden oluşan tezlerin sonu yoktur.
4) Yaşanmış bir tarihi ve bu tarihin oluşturduğu yapıyı bir kenara koyarsak, sırf, Hacı Bektaş–ı Velî tarafından yazıldığı henüz iknâ edici bir şekilde ispat edilememiş bir Makalât kitabına dayanmak suretiyle Alevîler’i ve Bektaşîler’i şer’î çizgiye çekmeye uğraşmak, tarihi tersine çevirmeye uğraşmaktır.
Ayrıca Alevî ve Bektaşîler, nasıl Kur’an’ı Sünnîler’in anladığı gibi anlamıyor ve yorumlamıyorlarsa, Kur’an âyetlerine bâtınî birtakım anlamlar yüklüyorlarsa, Makalât’ı da Sünnîler’in anladığı gibi anlamazlar. Bu itibarla, Makalât etrafındaki spekülasyonlar, Bektaşîliğin ve Alevîliğin bu tarihsel yapısını kesinlikle etkilemez ve değiştirmez. Bu çabaları sarfedenler, gözlerinin önündeki Alevîliği ve Bektaşîliği inançlarıyla, kültürüyle, İslâm anlayışıyla, görüntülediği yapısıyla doğru dürüst inceleyip anlamaya çalışacak yerde, Alevî-Sünnî yakınlaşmasını illâ Malakât’ı kullanarak Sünnî çizgide gerçekleştirme çabasından vazgeçip, onları oldukları gibi kabul etme yoluna girseler, daha faydalı ve gerçekçi bir iş yapmış olacaklardır. Kaldı ki bugün köy Bektaşîliği Türkiye’de, çoktandır eski tarikat olma hüviyetini ve yapısını kaybetmiş olup neredeyse tam anlamıyla Alevîleşmiştir. Alevîlik’le ancak bazı cüz’î inanç ve ritüel farklılıkları vardır. Tarikat hüviyetini koruyan Bektaşîler ise, daha çok okumuş şehirli kesimlere mensup olup, onlar da, halen eski tarikat yapısını muhafaza eden Arnavut Bektaşîliği geleneğine daha yakındırlar. Bunlardan Sünnîliğe yaklaşanlar olabilir ve vardır.
5) Alevîlik çok ileri bir Vahdet–i Vücud telâkkisine dayalı bir Tanrı anlayışı etrafında oluşmuş, çok belirgin bir tasavvufî karakter arzeden bir inanç sistemi olması dolayısıyla ateizmle asla bağdaşmaz.
Bir defa Alevîliği bir “yaşam felsefesi”, bir “yaşam tarzı” şeklinde, anlamsız ve tarihten, bugünden kopuk bir biçimde algılayarak koyu bir mistik karakter sergileyen yapısına taban tabana zıt bir tarzda takdim etmek isteyen bu tez, en azından öteki tezler kadar temelsiz ve gerçek dışıdır. Ayrıca bu tezin amacı, göründüğü kadarıyla Alevîliği ateizm platformuna çekmek suretiyle onu Müslüman kimliğinden soyutlamaktır. Alevî kökenli olmayan birtakım eski Marksist aydın ve yazarlar, bu tezi özellikle işleyerek Alevîliği Türkiye’de sanki “fanatik” Sünnî Müslümanlığına karşı, “özgür düşünceden yana” alternatif bir “yaşam tarzı” olarak göstermek amacını taşımaktadırlar. Bunlardan bazılarının bir amacı ise, muhtemelen bu yolla, Türkiye’de Alevî–Sünnî gerginliğini canlı tutabilmek, böylece İslâm’ın yerine ateizmi hâkim kılabilmek olduğu söylenebilir. Zaten bu amacı çok iyi sezildiği içindir ki bu tez, Türkiye’de Sünnîler’den çok, asıl büyük Alevî kitlenin şiddetli tepkisini çekmektedir. Son zamanlardaki “Alevîlik İslâm içi mi, İslâm dışı mı?” şeklindeki tehlikeli ve gereksiz tartışma bunu açıkça göstermiştir.
6) Alevîlik tarihte, Mûtezile, Müşebbihe, Mürcie vb. felsefî nitelikli teolojik tartışmalardan doğan bilinen İslâm mezheplerinden biri olmadığı gibi, siyasî iktidara talip olan militan bir ihtilal ideolojisi olarak da meydana çıkmamıştır. O, kendiliğinden gelişen bir tarihsel sürecin ürünüdür.
Eski Marksist sol çevreler, ayrıca dördüncü şıkda özetlediğimiz tezi de âdeta bir slogan haline getirerek Alevî kesimini ihtilalci sol hesabına kullanmayı tasarlamışlardır. Bu çevrelere mensup olanlardan veya onlara sempati besleyenlerden bazıları, Alevîliğin “bir başkaldırı ideolojisi” olduğunu sürekli bir şekilde vurgulamaktadırlar. Yukarda açıklanmaya çalışıldığı üzere, Alevîlik böyle bir anlayışın ürünü olarak değil, göçebeliğe dayanan bir sosyo-ekonomik ve kültürel ortamın kendine mahsus bir Müslümanlık anlayışı olarak tabii bir şekilde doğmuştur. Bunun aksini savunarak Alevîliği bir ihtilal ideolojisi gibi göstermeye çalışanlar, belki Türkiye tarihinde zaman zaman heterodoks İslâmın bir takım isyanların ideolojisi olarak kullanılmış olmasından yola çıkıyorlar. Fakat Alevîlik münhasıran bu maksat için oluşturulmuş bir ideoloji değildir. Bu ikisi farklı şeylerdir.
7) Alevîlik demokrasi, laisizm, özgür düşünce, çağdaşlık, ilericilik gibi, esas olarak 19. yüzyıl başlarında Batı dünyasında yükselen kavramlardan tamamen farklı bir zamanda, zeminde ve apayrı bir kültür ortamında doğmuş, gelişmiş olan bir inanç sistemi ve bunun yarattığı hayat tarzıdır. Dolayısıyla Alevîliği bunlarla açıklamaya çalışmak, zamandışı (anakronik) ve keyfî (spekülatif) bir yaklaşımdır ve yanlıştır.
Bu kavramların tam anlamıyla yerleşmesi için mücadele verilen bir Türkiye’de, imparatorluk döneminde uzun asırlar boyu kendini geri çekmek ve gizlemek zorunda kalan, bununla beraber daha yakın zamana kadar Cumhuriyet döneminde de aradığı serbestliği bulamayan Alevîliğin, 1983 sonrasının değişim ortamında kendini gündemde tutabilmek ve kabul ettirebilmek için böyle bir yola başvurması bir bakıma anlayışla karşılanabilir. Hattâ Cumhuriyet’le beraber Kemalist ideoloji doğrultusunda gerçekleştirilen ve İslam’ ı geri plana iten reformların, tabiatıyla Sünnî halk kesiminden değil de, daha çok Alevî kesim tarafından destek gördüğü doğrudur. Ama Alevîliğin bu tutumu, hiç şüphesiz Osmanlı dönemine duyulan bir tepkinin ifadesidir. Ayrıca da yeni rejim tarafından Alevîliğe meşrûiyet hakkının verilmesi beklentisi ile ilgilidir. Fakat bu beklenti yine de tam olarak gerçekleşmemiştir. Onun için bugün hemen hemen bütün Alevî yazarlar, Alevîliği özellikle bu kavramlarla tanımlamaya çalışmakta ısrarlarını sürdürmektedirler. Öte yandan bu iddianın, bir de, 1970’li yıllardan itibaren ortaya çıkan İslâmcı akımlarla ilgili bir yönü daha vardır. Kemalist ideolojiyi tehdit eder görünen bu akımlar karşısında Alevîlik, kendini bu kavramlarla tanımlamak suretiyle Cumhuriyet’e sahip çıktığı mesajını vermek istemektedir. Yoksa yüzlerce yıllık bir inanç sistemi ve hayat tarzı olarak bu kavramlardan çok önce var olmuş bulunan ve güçlü bir geleneksel dinî–sosyal yapı sergileyen Alevîliği bu kavramlarla özdeşleştirmenin bilimsel ve tarihî temeli yoktur.
Buraya kadar anlatmaya çalıştıklarımızdan şu sonuca varabiliriz: Yukarda özetlenen tezlerin hiçbirinin, kanaatimizce ne tarihsel ne de aktüel boyutuyla Alevîliği izah etmekle uzaktan yakından bir ilgisi söz konusu değildir. Eğer Türkiye’de Alevîlik–Sünnîlik probleminin üstü -ilerde yeniden alevlenmeye namzet bir biçimde- küllenerek, ilk fırsatta patlamaya hazır, geçici ve kısmî, yüzeysel bir Alevî–Sünnî yakınlaşması değil de, gerçek anlamda toplumsal bir uzlaşma ve bir arada yaşama ortamı yaratılmak isteniyorsa, her iki tarafın da bu aldatıcı tezlerden en kısa zamanda vazgeçmesi şarttır. İkinci adım olarak, birbirlerini gerçekte oldukları şekliyle tanıyıp kabul ederek, inanç ve kültür farklılıklarıyla birlikte yaşamanın gerektiğine önce inanmaları, sonra da bunun yolunu birlikte aramaları icap eder. Kısaca, Sünnîler kendilerinden farklı bir Alevî kimliği olduğunu, onların da Türk Müslümanlığının bir yanını oluşturduğunu, Alevîler de Sünnîler’in bu Müslümanlığın bir başka yarısını meydana getirdiğini kabul ederek bir araya gelebilirler. Biri ötekini illâ kendi çizgisine çekmeye zorlamamalıdır. Aksi halde bu aldatıcı tezler, her seferinde yeni bir kavga nedeni olacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Bu yazı, Türkiye Günlüğü Dergisi, Sayı: 31, Aralık 1994, ss. 115-120’daki makalenin gözden geçirilmiş şeklidir.
Türk Sûfîliğine Bakışlar – Ahmet Yaşar Ocak