Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

O. Gürsel / Dinsel Tinsellik   Bir insan, “her şey ve hiç olan” yaratık.

Din, Duyurular, Konuk Yazılar, O.Gürsel Yazıları

 

Köle ticareti her zaman “dine uygun” bulunmuş. (S. Arabistan’da kölelik yasaları 1962 de iptal edilmiş!) Binlerce yıldır “Din adamları”, dünya zorbalarını uyarıyor; yalvarıyor! “Adaletle yönetiniz; kölelerinize iyi davranınız!” Bu “şefkatli” adamlar sonra “kölelere” dönüyor;  “N’olursunuz, efendilerinize hizmette kusur etmeyin; boyun eğin! Sizi döver, işkence eder, öldürürlerse biz çok üzülürüz!”

Belki tüm Dinsel inanışların temel amacı, Doğa-toplumsal süreçler karşısında aczin uyandırdığı acıları hafifletmek; “hayatın” ördüğü ağlardan kaçamayacak insanı, değişebileceğine inanmadığı tabiat, insan-toplum zorbalıklarına katlanmasını sağlamak; onu “ruhen” ayakta tutmak. “Dinsel gerçeklik”, dünyevi-toplumsal gerçeklikle henüz yüzleşmeye hazır olmayan “çocuk aklın” duyguları, hayalleri, arzularından yarattığı bir ikame dünyadır. Sonsuz kainat ve sonsuz zamanda mutlak bir “hiç” olarak gördüğü insanın, ölümlü egosunun “ucu yanan sinir uçlarını” üfleyerek, öperek “şifa” dağıtma arzusu iki yanlı gelişmeye yol açmış; bir yanda ödül ve cezalardan oluşan kurallarıyla “duygusal” olarak tatmin olunabilen bir “ikame dünya’ya”, diğer yandan da insanı dondurulmuş zamana “hapsederek” onun “hiçlikten” hiç bir zaman kurtulamayacağı sarsılmaz inancına…

 

İnsanı “ebedi bir hiç” olarak gören, karşıtını, “mutlak her şeyi” yaratmak zorundadır! Her şeyi her zaman, “her şey” kılmanın yolu, “hiçlikten” kurtulma imkanının bulunmadığına “iman” ile mümkündür. Hiç’likten çıkış düşünce ve çabası, “Her şey” olan Tanrı’nın aleyhindedir. Salt bu nedenle dahi dinler her zaman değişimlere, bilim-teknoloji gelişimine karşı durmuştur. Durmak zorundadır!

 

İnsan bir “hiç şeydir”, ve “her şey’dir”!  

 

Ölümlü tek bir insan bir “hiç”; tabiat ve toplumsal ilişkilerin zorunlu süreçleri içinde ne kadar da zavallı, edilgen! Milyonlarca insana acı çektiren zorbalar “bile” nasıl da acı içinde can çekişerek ölüyor! Onlardan da geriye bir avuç kemik kalıyor; fazlası tiksindirici çok anı! Bir hastalık, bir kaza, nasıl da inletecek ağrılar içinde bırakır her canlıyı. Bir kaç gün önce “her şey” olduğunu sanarak yıldırı, işkence, cinayetlerle insanları biat etmeye zorlayan çok “sultan”, kendine işkence uygulayan herhangi bir sadiste de biat etmeye hazır olduğunda “hiç’lik hali” çırılçıplak olup, görünürleşmez mi? Işık saçan tenleriyle milyonlarca neşeli delikanlı, her iki tarafın bir avuç “ihtiyarı”, mülkiyetçi sınıfların aç gözlü canavarları için savaşlarda böcekler gibi birbirlerini öldürürken insanların birer “hiç” olmadığını kim söyleyebilir?

 

Sonra gün gelir! Zamanı “dondurmak” isteyenlerin, eriyen buzu, suyu tutamaz. Sel olur akar!

Aynı anda hem bir “hiç”, hem de “her şey” olur insan! Devrim hallerinde, büyük alt-üst oluşlarda, “Zamanın Ruhunun” bozkır çalıları gibi dertop edip önüne kattığı insanlar, birbirlerini iterek yarattıkları akıntıda sürüklenir; o anda “her şey” olduklarına inanır ve bir “hiç” olmaya da hazırdırlar!

 

Ama yine de… Yine de; tek bir insan, aynı zamanda “her şey’dir!”

 

İnsan “büyük varlığın” yalnızca “aciz” bir parçası değil, “Bütün’e” ait milyarlarca “parçadan” biri ve “Bütün’ü” yapan moleküllerden örgütlenmiş bir ayrı bütün olmakla kalmayıp, tek tek  her bir “parça’yı” olduğu kadar, o “büyük bütünü” de kavrayan tek canlıdır. Tüm varlığa hak ettiği veya hak etmediği “anlamı” veren, O’nu güzelleştiren ve mahveden tek varlıktır. Tüm molekülleri, atomları ile canlı ve cansız doğaya aittir; organik ve inorganik bir sentez’dir. Sonsuz dönüşüm, değişim sürecinde molekülleri ve “Tinselliği” ile “her şey” olma imkanını taşır. Her molekül, her hücre o gövdede toplanmışken an gelir dağılır  ve sonra yeniden, yeniden canlı, cansız “parçalarda” toplanır.

 

İnsan kendini bir “araştırma nesnesi” yapabilir; kutsallarını, korkularını sorgular! Ölümün yalnızca bir değişim-dönüşüm olduğu bilgisi ile de insan kardeşleri için bir savaşta, bir zorlu anda hayatını ortaya koyar. Yüzlerce milyon ışık yıllarıyla ölçülen kainatta zerre olduğu bilgisiyle de gezegeninin doğasını korumak için ölümü göze alabilir; bir “böcek”, bir “ölümlü-hiç” olduğunu inkar etmeden uzay yolculukları yapacak araçları üretir.

Yeryüzünde hiç bir canlı, bir insandan daha çok acı çekme kapasitesine sahip değildir! Bu acılardan da nice kovan “bal eyler!” Salt bu “kapasitesi” ile kayırılmayı hak eder! Gözlerinden usulca yaşlar boşanarak acı çeken herhangi bir çocuğun, zorbaların zulmettiği masumların bakışlarındaki kederin, toplama kamplarının zulmü altında savrulmuş gövdelerin, savaş-doğal felaket altında sevdikleri için kahrolanların duygularına katılamayan, bu “tinsel gerçekliği” “hissedemeyen”, kendine yabancılaşmış, “türün dışına çıkmış” bir hayvan’dır!

 

Belki, ölümlü “sefil” egomuzu bir türlü kandıramayarak “son tahlilde”, o son anda bir “hiç” olduğumuzu, olacağımızı kabullenmemiz gerekebilir!

Ama, tek, tek insanlarıyla bu “hiçliğe” en başından boyun eğmiş toplumlar, “her şeyin” özgün bir parçası, bir gün karışacağı “her şeyle” yüzleşmekten kaçanlar sonunda “hiçliğin girdabında” boğulacaklardır! Bakınız Orta-Doğu!

 

Görünen o ki, Tinselliği de bir parçası haline getirmiş Diyalektik materyalizm ile Dinsel İdealizm arasındaki uzlaşmaz çelişme daha binlerce yıl sürecek…

 

***

 

“Diğer yanağınızı uzatın!” Vuranların hep aynı “köle patronları” olduğunun bilindiği dünyada diğer yanağını uzatacak olanlar da elbette köleler olacaktır; bu tavsiye mi Hıristiyan Papazlar için köleliğe meşruiyet sağladı? Yoksa bu söylem, “şiddetsizlik” felsefesinin başlangıç noktası mı?

Dinsel tinsellik hep böyle olmuş; nereye çekersen oraya gider…

 

Yeni Dünya’da 1500’lerde yaşanılan Din’e uygundu! Güney Amerika’da “İspanyollar gelmeden … 50, bazılarına göre 30 milyon olan nüfus 40 yıl sonra 4 milyona düştü. Yerlilerin yarısının … hastalıklar nedeniyle ölmüş olduğu kabul edilse bile ortaya çok korkunç bir katliam tablosu çıkar…”  Bilinen söz ama yineleyelim. “Onlar geldiklerinde topraklarımız vardı, kitabımız yoktu; şimdi topraklarımız onların, bizim de bir kitabımız var!”

Kristof Kolomb! Büyük Kaşif! Tarih kitapları onu över. İspanya’ya yazıyor. “Kudretli efendimizin Hıristiyanlığı kabul etmek istemeyenlerin yok edilmesine karar vermesine Kutsal İsa yardım etsin…1495” (*)

*

Yağmacılık, ganimet edinme, köle, cariye ilişkileri, İslamiyet’te de “kitaba” uygun; “Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak Allah yolunda harcayan kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olur mu ? (Nahl, 16:75) (Kuran)

Neden gücü yetmiyor? Neden başkasının malı köle? Bir insan neden köle? Bir insan, bir diğer insana köle, rızık olarak verilebilir mi? İnsan yolunda harcamak ile Allah yolunda harcamak çelişir mi? Neden çelişiyor? Yeryüzünde eşitlik imkansız mı? Bu neden kabul edilmek zorunda? Salt ölümde mi eşitlik olası? Öte dünya mı? Bu dünyada adaletli olmayanın, öte dünyada adaletli olması beklenebilir mi? Geleceği gören, “kötülüğü” de görür; Olacak kötülüğe izin verilir mi? Adalet “işkence görenin” ödüllendirildiği bir gösteri dünyası mıdır?

Bir kaç cümlenin bile akla getirdiği  bu denli “zorlu” soruları yanıtlamaya kalkışan bir “hiç” varlık, böylece hiçlikten çıkma yolculuğuna çıkabilir; ama biliyoruz; Dinsel Dünya, olur da  yanıtları araştırılır korkusuyla, bu tür soruları soranları bile yağlı kütüklerde yakıyor, kazıklara oturtuyor, derisini yüzdürüyordu! Burada bunları yazanın ve benzeri anlatıları yayınlayan, söyleyenlerin daha bir kaç yüz yıl önce Dinler Dünyasına getirdiği çok daha “masum” eleştirileri nedeniyle işkence altında öldürülmüş çok insana ne büyük borçları vardır.

“Yaşayan” Dinsel Tinsellik özel mülkiyet tapularının kurutma kağıdıdır.

Dinsel Tinsellik, bize dışarıdan dayatılan değil; içimizdeki korkuların, çelişkilerin aynasıdır.

İki yüzlü insanlık halimiz; bencilliğimizi ucuz sadakalarla gizleyen o sırıtık maske, acımasız zorbalıklarımızın “kutsal” meşruiyet yazıları, yağma için katledilmiş masum insan cesetlerinin örtüsü,  gerçek günaha batmış fetihçi katillerin her gece yıkandığı su…

Ya Yunus, ya Mevlana? Ve nice gerçek şefkat, merhamet taşıyan dindar, iyi yürekli insanlar ne olacak? Onlar da mı… Hayır; bu “iyi yürekli” insanların “günahsız” yaşama, “insan olma-kalma” çırpınışının dinlerle de,  ideolojiyle de bağlantısı olduğu kanıtlanamaz; bu insanlar da nasıl ki hayata geçtiğinde nice acımasız, korkunç zalimliklere yol açmış “inanç/ideolojilere” adalet vaat ettiği zamanlarda bağlanmış “güzel” insanlar gibi aslında tüm inançlardan, “felsefeden” bağımsız yaşamışlardır. Daha da acısı “bilmeden”, bu “inançlara” çoğu kez hak etmediği inandırıcılık da katmışlardır! İktidarı almadan önce ölen nice devrimciler gibi! Bu “karakterler”, her zaman her “inancın, her düşüncenin, her idealin” her zaman en güzel-iyi yanını görerek, ona aşık olanlardır; vefasız, aldatmaya hazır bir kadına olan sevda-tutku gibi! Acı çekmişler ama bize de “sevdalanma” yolunda hatalarımızı azaltacak “değerler-ölçüler” kazandırmışlardır!

*

Bugün bu topraklarda, sırtımızda ortaçağımızdan kalan “ağır yük” ile yol aldığımız gerçeği ile yüzleşmeksizin yürüdüğümüz süreçte alacağımız mesafe her zaman hayallerimizden çok daha kısa ve sandığımızdan çok zahmetli olacaktır!

 

Son çeyrek asırda, sınırsız bilgi edinme imkanları varlığı ve kültürler arası iletişimde sınırların kalmadığı dünyada kolayca sorulabilecek ve yanıtı bulunacak sorularla “iştigal edilmemesi” bir “kasıttan” değil, yaşanılan gündelik hayatın bu tür “arayışlara” gereksinme göstermediğindendir! Evim, arabam ve televizyonum var, karnımı doyuruyorsam…

 

Evini “fay hattında” kurduğunu deprem ile, “dere yatağında” yaşadığını sele uğradığında, ağaçların kesilip, ormanların yok edilmesini umursamayanlar kuraklıkla tanıştığında, cahil, merhametsiz, iktidar düşkünü, kaba saba bir diktatör özentisi tarafından yönetildiğini de savaşa sürüklendiğinde anlayacak olanlar, ancak o felaketler sonrasında hayatının ne gereksiz bilgilerle işgal edildiğini, ne aptalca nesneler için yaşadığını anlayacak… Yazık ki, bu “anlama hali” çok geç olsa da, yine de zorunlu değil!

 

Kendini “hiç” görenler için yalnızca toplumsal değil, çoğu kez bireysel felaketler de her zaman bir kader olarak yorumlanacak; “İleri” gitme ümidini kaybetmiş toplumlar arkaik hayallere sarılmak zorunda…

“Var olanın öldüğü, ‘Yeni’nin’ ortaya çıkmadığı” bir tarihi yaşıyoruz! Böylesi dönemler onlarca yıl da sürebilir; yazık ki, “Geçmişin” karşısına dikilecek bir “hayat’ın” tohumu henüz çatlamakta!

 

23 Comments

  1. Anonim

    İçimizdeki mankurtların gerçekleştirdiği yüzyıllık bir batılılaştırma operasyonu süreci sonunda ne Müslimlere ne de gayrimüslimlere benzemeyen melez bir toplum haline geldik. Aynen meşhur beyitte olduğu gibi hali pür melalimiz; bir elinde kadeh, bir elinde Kur’an, ne tam kafiriz, ne de gerçek bir Müslüman. İçkimi de içerim, namazımı da kılarım, denize de girerim, abdestimi de alırım diye hilkat garibesi bir İslam anlayışı revaç bulmakta gün geçtikçe.

    http://www.haksozhaber.net/daha-gidecek-cok-yolumuz-var-28393yy.htm

  2. Anonim

    Müslüman Hiç Kimseye Sövmez, Hakaret Etmez
    Mehmet Pamak

    Kemalizm Cahili Kuşatmasını, Zulmünü ve Darbeci Tahakkümünü Hâlâ Sürdürmektedir

    Bugün Türkiye’de hâlâ cahili hükmü, tekçi dayatma ve tahakkümü süren Kemalizm iken, 80 yıldır yaşanan ve halen süren bu büyük, yaygın ve derin zulmün, hukuksuzluğun müsebbibi Kemalizm iken, on binlerce cana kıyarak, hapishaneleri siyasi keyfi kararlarla yüz binlerce masum insanlarla doldurarak bir önceki yazımızda daha teferruatlı ifade edilen bütün zulümlerin kaynağı olan Kemalizm iken, eğitimi bir öğütüm aracı haline getirip milyonlarca zihni işgal edip, ruhları kirletip esir alan, vicdanları, fıtratları karartarak, bozarak inansımızı kendine ve Rabbine yabancılaştırarak tam bir toplumsal cinnete yol açmış olan Kemalizm iken ve bütün bu zulümlerini hala acımasızca sürdürüp, en ufak düzeltme çabasını ise silah zoruyla engelliyorken, bazı Müslümanlar, Kemalizmin bu zulmüne yönelik itiraz ve eleştirileri bile gereksiz ve anlamsız bulduklarını söyleyebiliyorlar. Her gün okullarda bu resmi ideolojinin ritüellerinde, and, marş, tören ve ideolojik beyin yıkama anlamındaki derslerde esir alınıp kişiliksizleştirilmeye çalışılan çocuklarının konumunu çok kanıksamış oldukları için olsa gerek, Kemalizmin artık cevap bile verilmeyecek kadar hükmünü yitirdiğini, çöküşe geçtiğini bu sebeple hala Kemalizm eleştirisi yapmanın anlamsızlığını dillendirerek, oligarşik despotizme karşı verilen tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesini küçümseyip, tahfif ederek yıpratma çabası içine girdiklerini bile fark etmiyorlar.

    Bizim yaklaşık 25 yıldır Allah rızası amacıyla içinde olmaya, potansiyelimiz, gücümüz kadar katkıda bulunmaya çalıştığımız bu mücadele, tıpkı Mekke’de yapıldığı gibi, bir yandan egemen cahiliye toplumundan, cahili inancından ve cahiliye sisteminden, imani, ameli, yapısal ayrışma, arınma, şirk sistemine, cahiliye dinine ve mabutlarına itaati reddetme, onlardan ayrışma, beraatini ilan etme, kendimizi ve çocuklarımızı şirk sisteminin bu büyük kuşatmasından kurtarmaya çalışma, zulme, haksızlığa itiraz edip karşı çıkma, adaleti ikame etmeye çalışma çabalarımızı kapsamaktadır. Diğer yandan da, kitap ve hikmetin eğitimi, Kur’an ve sünnet eksenli sahih din anlayışıyla aklımızı, imanımızı, şahsiyetimizi, hayatımızı ve ailemizden, yakınımızdan başlayarak toplumumuzu tevhidi istikamette vahiyle inşa etmeyi içermektedir.

    İşte bu kapsamlı mücadele sürecinde İLKAV ve ÖZGÜR-DER hakkında, sadece bu Kemalist kuşatmaya itiraz edip, başta eğitim alanı olmak üzere, bütün hayat alanlarında özgürlük talep ettikleri, bu ülkedeki hiç kimseye din veya ideoloji dayatılmaması ve herkesin bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilmelerini sağlayacak adalet vasatını tesis etmeye çalıştıkları için; devletin değil ailelerin olan çocuklara devlet tarafından resmi ideolojinin dayatılmasına, bu büyük zulme rıza göstermeyip karşı çıktıkları ve duyarlı mü’minleri, özgürlük yanlısı tüm insanları bu büyük gözaltına karşı özgürlük mücadelesine çağırdıkları için kapatılma davaları açılıyor. Şahsım ve Kenan Alpay hakkında olduğu gibi, bu mücadele içindeki kimi Müslümanlar hakkında TCK 216, 301 ve 5816 sayılı yasalar saptırılarak ve kanunsuz suç ve cezalar ihdas edilerek keyfi davalar açılıyor. Ve bütün bunlar, şu anda devam ediyor, yani Kemalizm’in artık eleştirilmeye bile değmez, ya da artık egemenliğini ve tehdit olma özelliğini yitirdi denilen bu günlerde yaşanıyor. İşte şahsen, bu dava süreçlerindeki tecrübelerimi aktararak, savunmalarımı paylaşarak, hem aynı sıkıntılarla karşılaşabilecek olan kardeşlerimizi bilgilendirmeye, araştırmalarımın sonuçlarından haberdar ederek onlara faydalı olmaya, hem de halen hükmünü sürdüren bu faşist dayatmaya karşı yapılması gerekenler hakkındaki birikimlerimi tartışmaya açarak geliştirilmesi için zemin hazırlamaya çalışıyorum. Açıkçası bu çabamın bazı Müslümanları rahatsız edeceğini hiç düşünmemiştim. Bir tanesini aşağıya alıntıladığım bu tür tahfif edici yorumlarla ne yapılmak istendiğini, bu yazılanlarla ne denmeye çalışıldığını, şahsen anlamlandırmakta zorlandığımı ifade etmeliyim. Sonra herkes bizim bu konulardaki araştırmalarımızı okumak zorunda değildir. Kemalizm birilerine göre artık acınacak bir zafiyete düşmüşse, bu yüzden eleştirmek bile anlamsızlaşmışsa ve birileri düşene vurmamak gerektiğine inanıyorsa, onlar başka şeylerle meşgul olabilirler. Ama başka Müslümanların Mekke örnekliğinden ve Kur’an’daki işaretlerden kalkarak ortaya koymaya çalıştıkları tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesini de tahfif etme haklarının olmadığını bilmeleri gerekir.

    Şurası iyi bilinmelidir ki, Kemalist resmi ideoloji tasfiye edilip, anayasa ve hukuk bu ideolojinin kuşatmasından tamamen kurtarılmadıkça, Kemalist dogmatik kuşatma altındaki askeri ve sivil eğitim kurumları ve programları, bu seküler Batıcı pozitivist ideolojiden arındırılıp sadece insani erdemleri, insan haklarını ve hukuku esas alan, fıtratı koruyup geliştirmeyi ve iyi insan yetiştirmeyi hedef alan özgürlük adaları haline dönüştürülmedikçe, ordu haddini bilip sadece halkın dış güvenliğini sağlayan ve halkın seçtiklerinin kararlarına itirazsız itaat eden bir konuma getirilmedikçe, eğitim, ordu, yargı, sermaye ve medya başta olmak üzere bütün devlet ve kurumları böylesine hak, adalet, hukuk ve özgürlük eksenli bir yeniden yapılanmaya götürülmedikçe, mevcut bağnaz kadrolar rehabilite edilmedikçe, edilemeyenler de tasfiye edilmedikçe, bu ülkede emperyalizmin işbirlikçisi, pozitivist Kemalist bürokratik bir diktatörlüğün ve emperyal projeler istikametinde Kemalist bir tahakküm ve işgalin bulunmadığını söylemek mümkün değildir.

    Mekke’sini İnşa Etmeyen Medine’ye Ulaşamaz

    Önceki yazımızın altına bırakılan şu yorumun ne anlama geldiğini sizin değerlendirmenize bırakıyorum: “ARTIK CEVAB VERMEYE BİLE DEĞMEZ bir resmi ideolojiye muhalefet üzerinden kendimizi tarif etmeyi bıraksak ta kendi kimlik ve şahsiyetimizi cisimleştirmeye başlasak nasıl olur acaba? Ben vaaz dinlemekten bıktım abiler! ya bir Medine inşa edelim. yahut Habeşistan’a gidelim. çene yarıştırmaktan da gına geldi yani. öteki’ni dövmekten biz’i sevmeye ne zaman sıra gelecek abi yaa! içimiz dışımız karardı yaa!”

    Bu yorumu buraya alıntılamamın sebebi, eğer o ise, bir zamanlar biraz da olsa tanıdığım bir Müslüman tarafından yazılmış olmasıdır. Eğer isim benzerliği değil de, o tanıdığım Müslüman’sa gelinen nokta kanaatimce çok üzücüdür. Bu kardeşimizin ve çocuklarının, Kemalizmin, okuldan başlayarak hayatın bütün alanlarında halen acımasızca devam eden büyük ve derin kuşatmasından, baskı ve yasaklarından bir rahatsızlıkları yok mu? Yeri geldiğinde ve hak ettiği için Kemalizmin zulümlerini ifşa edip muhalefet bilincini yaygınlaştırma çabası göstermek, yaşanan zulümlere itiraz etmek, gasp edilen hak ve özgürlüklerimizi gündemleştirmek neden değersiz ve anlamsız olsun? Bu adalet ve özgürlük mücadelesi nasıl olur da, “resmi ideolojiye muhalefet üzerinden kendimizi tanımlamak” şeklinde takdim edilir? Bizim başta İLKAV ve Özgür-Der olmak üzere, tevhidi mücadelemiz, yetersiz de olsa, çağımızın Kur’an neslini inşa istikametindeki kapsamlı eğitim, davet, şahidlik çabalarımız, bu amaçla radyo, dergi ve kitap yayıncılığımız, alternatif eğitim seminer ve konferanslarımız, farklı gruplara, büyüklere, çocuklara yönelik basta Kur’an eğitimi olmak üzere eğitim faaliyetlerimiz, panellerimiz, eylemlerimiz, yerli zulme, emperyalizme, işgale, adaletsizliklere karşı hak, adalet ve özgürlük mücadelemiz, nasıl olur da sadece Kemalizme karşıtlıkla sınırlanabilir?

    Sonra, burada yayınlanan paylaşımlarımızı herkes okumak zorunda olmadığı gibi, okuyanın da “vaaz dinlemekten bıktım” demeye hakkı olmaması gerekir, çünkü kimse bu “vaazı” dinlemeye icbar edilmemiştir. Tevhid, adalet ve özgürlük mücadelesi, slogan atmakla ve iş yapanları tahfif etmekle değil, iş yapmakla, Allah yolunda tevhidi yaymada, şirki, küfrü, ifsadı izale etmede, tevhidi, adaleti ikame etmede, tutarlı, ilkeli şahidlikler ortaya koymakla, iman edilen değerler uğrunda fedakar olmakla gerçekleştirilebilir. Şurası iyi bilinmelidir ki, sloganla Medine’ye ulaşılamaz. Mekke’sini inşa etmeyen Medine’ye ulaşamaz. Mekke; şirkten, fesaddan, topyekun cahiliye inancı, toplumu ve sisteminden ayrışma, arınma, şirk sistemine ve kutsallarına itaatin reddedilmesi ve bu uzlaşmazlık zemininde, adalet ve özgürlük mücadelesi yanında, kitabın ve hikmetin eğitimiyle İslami şahsiyetin ve ilk Kur’an neslinin / Kur’an toplumunun inşa edilmesidir. Yani Mekke, Medine’yi inşa edecek kadronun yetiştirildiği alandır. Bu sorumluluklarını yerine getirmeden, egemen şirk sistemiyle itaatsizlik ve ayrışma çabası göstererek sorun çıkarmadan, ona ve zulmüne karşı bir itiraz yükseltip bu uğurda bedel ödemeden, toplumu kuşatmış dayatmacı şirk sistemiyle sorunsuz bir uzlaşma içinde bir arada yaşamayı kanıksamış olarak, şirki açıkça tanımlayıp reddetmeden, tağuttan ve tağuti sistemden içtinap edip sadece Allah’a kul olmayı pratik hayatında belirginleştirip şahidliğini yapmadan Mekke inşa edilemez. Davetin muhatabı olan halka şirkin, tağutun reddi ve onlara itaatsizlik konusunda güzel örneklik oluşturmamış, şirke, zulme ve ifsada karşı tevhid-adalet mücadelesini ete kemiğe büründürmemiş, bu sebeple imanının imtihanını vermemiş olanlar, bırakın Medine’yi, Mekke’yi bile inşa edemez. İnandığı değerler uğrunda fedakarlık yapmamış, Kabe önüne gidip Kur’an okuyarak, “ben sizin taptıklarınıza tapmam, ben ancak ve sadece sizi de öldürecek olan Allah’a taparım” deyip hakkı haykırarak bedel ödememiş ve bu fedakarlıklarına, şahidliğine, ruczdan arınmaya, imani, ameli ve yapısal hicretine süreklilik kazandırmamış, hayatını ibadet kılmamış, hayatının bütün alanlarında secde izini tebarüz ettirmemiş olanların Mekke’si de Medine’si de yoktur, olamaz. Medine’ye ulaşabilmek ya da imkanların tükendiği yerden yeni açılımlar ve imkanlar üretilecek alanlara mekansal hicreti hak edebilmek için önce ilk neslin örnekliğinde ve bütüncül anlamda Mekke’yi inşa etmek, Mekke’nin hakkını vermek, bedelini ödemek gerekir. Mekke’nin en bariz özelliği ise, egemen resmi ideolojiye itaati reddetmek, cahiliyenin putlarına tapmayı ve tağutlara itaati reddedip, Kur’an ve hikmetin eğitimiyle İslami şahsiyetleri inşa etmek, ilk ümmet nüvesini ortaya çıkarmaya çalışmak ve tevhidi daveti, vahye şahidliği bu zeminde adalet ve özgürlük mücadelesiyle birlikte yapmaktır.

    5816 Sayılı Atatürk’e Sövme’yi Yasaklayan Yasa Gereğince
    Yapılan Suçlamaya Cevaplarımız Ne Olmalı?

    Biz Müslümanlar, Mustafa Kemal’e ve Kemalistlere sövmeye ve hakarete de karşı çıkarız, ama onların İslam dışı pozitivist görüş, düşünce, ilke ve eylemlerine de karşı olmak zorundayız. Çünkü düşünsel tercihleri, pozitivist inancı sebebiyle Mustafa Kemal’e ve seküler ilkelerine itaat etmemek, ona ve ideolojisine tazimde bulunmamak, bu bağlamda ideolojik Kemalist eğitime itiraz etmek, değiştirme mücadelesi vermek ve resmi törenlere katılmamak akıdevi sorumluğumuzdur.

    Yani yasalar yasakladığı için ve onlardan korkarak değil, Mustafa Kemali de yaratmış ve öldürmüş, Kemalistleri de, bizi de yaratmış ve öldürecek, din gününde hepimizi hesaba çekecek olan Allah yasakladığı için biz bu hakaret ve sövme fiilini işlemeyiz.

    Kur’an’da En’am suresi 118. ayette bir okuma tarzında verilen meale göre; “(Onların) Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek taşkınlıkla Allah’a sövmesinler!..”, bir başka okumaya göre ise; “Allah’tan başkalarına yalvarıp yakaranlara (tapanlara) sövmeyin ki, onlar da cehaletin verdiği nefretle Allah’a sövmesinler…”

    Sonuçta Ayetin bu iki mealine göre de, Allah’tan başkasını ilah edinen, Allah’a değil de başkalarına itaat eden, Allah’tan başkasına tapınan kimselere ve onların ilah edindiklerine sövmenin, hakaret etmenin bizzat Allah tarafından yasaklanması söz konusudur. Bilinçli bir Mü’min’in bu ayetin aksine hareket etmesi ve davetinin muhatapları olan kesimlere ve ilahlaştırdıklarına, kutsallarına sövmesi, hakaret etmesi mümkün değildir. Bu sebeple, mü’minlerin böyle bir suçu işlemekle suçlanmaları da anlamsız ve zorlama bir yakıştırma çabasından öte gidemez. Şimdi bu yasa muvacehesinde hakkımda yapılan soruşturma sebebiyle savcılığa verdiğim cevapları aşağıya alıntılıyorum:

    5816 Sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında
    Kanun Muvacehesinde Değerlendirme:

    5816 Sayılı Kanunun 1. maddesinde “Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret etme veya sövme” suçu düzenlenmiştir.

    Yargıtay Ceza Genel Kurulu E. 1983/9 K. 1983/530 ve 10.10.1983 tarihli kararında kanunun çıkarılış gerekçesi açıklanırken şu tespite yer verilmiştir: “5816 Sayılı Yasa Tasarının TBMM’de müzakeresi sırasında bazı eleştirileri cevaplandırmak üzere söz alan devrin Başbakanı;…. ‘Bizim maksadımız: Tenkit hürriyetini, fikir hürriyetini takyit etmek değil, tahkir ve terzil hürriyetini ortadan kaldırmaktadır. Biz, bunu istiyoruz… Hakaretleri önlemek için yapılmış bir kanundur’ (…) diyerek, söz konusu kanunun çıkarılış amacını açık bir şekilde belirtmiştir. (……)”.

    Bundan da anlaşılmaktadır ki, hakaret kastı ve unsuru taşımayan eleştiriler, Mustafa Kemal’e, düşünce ve uygulamalarına yönelik eleştiri ve fikri ifade etme hürriyeti çerçevesinde kalan düşünce açıklamaları bu kanun kapsamına girmemektedir.

    Ben bu ülkenin bir düşünce adamı olarak, içinde yaşadığım topluma karşı insani ve İslami sorumluluğum gereğince, ülkemizde yaşanan tüm sorunlarla ilgilenmekte, zaafları, hukuksuzlukları tespit edip, çeşitli toplumsal sorunlara yol açan sebepleri irdeleyip eleştiriler ve öneriler sunmaktayım. Bu bağlamda, değişik kitap ve makalelerimde, uzunca bir süre bu ülke yönetiminde tek belirleyici rolü oynamış bulunan Mustafa Kemal’in düşünce ve uygulamalarını da eleştirmekte, yapılan yanlışlara dikkat çekerek bunlardan dönülmesi ve bu suretle yol açılan sorunların çözülmesi için neler yapılması gerektiğine dair düşüncelerimi, eleştiri ve ifade özgürlüğü çerçevesinde ortaya koymaktayım. Sorgulama konusu konuşmamda ise, Mustafa Kemal’in şahsiyeti ile doğrudan ilişkili hiçbir ifadem bulunmamaktadır. Mustafa Kemal’in düşünce ve uygulamalarını, Kemalizm ya da Atatürkçülük adı altında resmi ideolojileştirip, dinleştirip, bütün toplumsal kesimlere dayatan Kemalist kadrolara ve despot uygulamalarına yönelik eleştiriler yapılmıştır.

    T.C.nin de altına imza attığı ve bugün artık anayasasının üstünde bir bağlayıcılık ifade eden BM İnsan Hakları Beyannamesinin 18. ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 9/1. maddesinde; “Her şahsın fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır; Bu hak, din veya kanaat değiştirmek hürriyetini, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık olarak veya özel surette, öğretim ve tatbikat, ibadet ve ayinlerle izhar etmek hürriyetini gerektirir” ve yine BM İ.H. Beyannamesinde “Öncelikleri gereği ana-babalar, çocuklarına verecekleri eğitim türünü seçme hakkına sahiptirler” hükmü yer almaktadır. Çocuklar devletin değil ailelerindir. İşte bu sebeple de, onların hangi din ya da ideolojinin eğitimini alıp almayacaklarına karar verme hak ve yetkisi de devletin değil ailelerindir.

    Devleti ele geçirmiş kimi bürokratik kadrolar ise, Kemalizmi hayatın bütün alanlarını kuşatan bir yaşam tarzı, bir din gibi algıladıkları halde, bu dini/ideolojiyi bütün toplumsal kesimlere ve ailelerini hiçe sayarak bütün çocuklara dayatmaktadırlar. Harp okullarında okutulan “Atatürk’ün Görüş ve Direktifleri (İdeolojisi)” adlı kitapta, (resmi ideoloji olan Atatürkçülüğün) “bütün beşeri faaliyetleri kapsayacak genişlikte bir ideoloji olduğu”nun altı çiziliyor. Sivil liselerde okutulan Milli Güvenlik Ders kitabında da: “Atatürk ve inkılaplarının, sadece fikir boyutunda değil, aynı zamanda bir yaşam tarzı olarak benimsenmesi gerektiği” ifade ediliyor, bir hayat tarzı olarak kabulü dayatılıyor. Kemalizm’in hayatın bütün alanlarını kuşatan bir hayat tarzı olarak algılanıp, değişmez bir dogma haline getirilip dinleştirilmesi ve bütün bir topluma dayatılması bugün halen Genelkurmay bildirileriyle sürdürülmektedir. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt kendi döneminde, Menemen’de Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ın öldürülmesinin 77. yıldönümü nedeniyle yayınladığı mesajda; “Yüzyılların eskittiği köhne zihniyetlerle geçmişe saplanmakla varlığımızı korumamızın mümkün olmadığını ifade eden Büyük Önderimiz bizlere, bilim ve aklın rehberliğinde, dogmalardan uzak bir düşünce sistemi bırakmıştır. Atatürkçü Düşünce Sistemi adı verilen bu sistem, daima ileriyi hedefleyen çağdaş bir görüşü yansıttığı için bugünün olduğu kadar yarınların da ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir özelliğe sahiptir. Bu üstün nitelikleri ile zamanın seyri içinde, her kuşağın tutkuyla bağlanacağı yaşam tarzı olarak değerini koruyacaktır…”

    Türk Dil Kurumu tarafından 1930’lu yıllarda yayınlanan Türkçe sözlüğün 1944’lere kadarki baskılarında, “din” şöyle tanımlanıyordu: “Bir yaşam tarzı. Türk’ün dini Kemalizmdir.” (Cumhuriyet Basımevi, İstanbul, 1944) “Bilkent Üniversitesi siyaset bilimi profesörü Faruk Gençkaya da,.. ‘Laiklik Türkiye’de en az İslamiyet kadar önemli bir tür dindir’ diyordu.” (Esra Elmas, “Sevgili Atatürkçüğüm”, Hayykitap, Eylül 2007, İstanbul, Sh 98.)

    1936’da basılan “KAMALİZM: C.H.Partisi Programının İzahı” adlı kitabında Edirne Saylavı (milletvekili) Şeref Aykut bakınız Kemalizmi nasıl tarif ediyor: “Kamalizm, bir dindir ki onun en büyük ve ana sıfatlarından birisi de devrimci olmasıdır. (…..) Bu sebepledir ki onu (gençliği) Kamalizm dininin hiç şaşmayan, şaşırmayan orunçlu ve coşkun tapkanı yapmak, ona bu kudsal, ulusal ve kurtarıcı dini olanca derinliği ve inceliği ile oydamlamak ister… ta ki, Kamalizm dinine inanı artsın. İşte disiplin altında gençlik böyle olacaktır. Parti bunu amaçlamış, hazırlamıştır.” (Kamalizm, Şeref Aykut, Muallim Ahmet Halil Kitap Evi, 1936 -İstanbul).

    Cumhuriyetin 15. yılında CHP tarafından bastırılan “Şeref Kitabı”nnda yer alan ve “Ey büyük ata! Ey tanrının oğlu!” diye başlayan metinde şu ifadelere yer verilir: “Ulu şefimizin gösterdiği yoldan yürüyelim. Onun yolu bizi yalancı ahiret cennetine değil, hayata kavuşturacaktır.” “Ufukta sonsuzluğu çizen kudretli bir el / Göklere yükseliyor ilah gibi bir heykel / Bu varlığın önünde bir dakika dize gel / Bu taş daha kutsidir o Kâbe’nin taşından.” (Cumhuriyet’in 15. Yıl dönümünde CHP tarafından İstanbul’da Cumhuriyet Matbaasında bastırılan “Cumhuriyetin Şeref Kitabı” Sayfa 53. – 19 05 2009 tarihli Vakit’teki A. Dilipak yazısından alıntı.).

    Mustafa Kemal, kendi zamanında, şartlara göre değişen ve birbiriyle çelişen pragmatik bir takım kararlar vermiş, kendi seküler düşüncesi çerçevesinde bir takım uygulamalar yapmıştır. Bu karar ve uygulamalar, daha çok kendisinden sonraki, hatta bir kısmı da kendi dönemindeki Kemalist kadrolarca ideolojileştirilmiş, dinleştirilmiş ve bütün topluma dayatılmıştır. Mesela Şevket Süreyya Aydemir: “Biz Atatürk’ü putlaştırmak, ilahlaştırmak zorundaydık, yoksa bu inkılapları tutturamazdık” diyor. Yani resmi ideoloji olan Kemalizm’in dinleştirilmesi ve Mustafa Kemal’in de ilahlaştırılması, benim bir tespitim olmaktan çok önce, başta Şevket Süreyya Aydemir gibi Kemalistlerce itiraf edilmiştir. Hatta bir çok Kemalist edebiyatçı ve yazar tarafından, Mustafa Kemal’i açıkça ilah olarak takdim eden, ya da Peygamber olarak nitelendirip adına mevlitler yazan, anıt kabri ise Kâbe yerine ikame etmekten bahseden şiirler, makaleler, kitaplar kaleme alınmıştır.

    Dönemin şairlerinden Edip Ayel daha sağlığında şunları yazmıştı Mustafa Kemal için:

    “Cennetse bu yurt, sen onu buldundu harâbe,
    “Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.
    “Zindan kesilen ruhlara bir nur gibi doldun,
    “Türk ırkının, en son, ulu peygamberi oldun.”
    “Tutsak seni lâyık, yüce Tanrı’yla müsâvi,
    “Toprak olamaz kalp doğabilmişse semâvî…
    “Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses,
    “İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez!”

    Şair Faruk Nafiz Çamlıbel de Atatürk öldükten sonra şu mısraları yazdı:

    “Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil,
    “Kanlı bir gözyaşı nehrinde muazzam tabutun…
    “Ey ilâhın yüce davetlisi, göklerden eğil
    “Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!”

    Yusuf Ziya Ortaç da belli ki öteki şairlerden geri kalmak istememişti, kervana katıldı ve şunları yazdı:

    “Dağların ardında sönüşü gibi,
    “Millete can veren, vatan yaratan;
    “Tanrının göklere dönüşü gibi…
    “Her zaman ırkıma büyük Baş Atam,
    “Tanrılaş gönlümde, tanrılaş Atam!”

    Kemalettin Kamu’nun yazdıkları:

    “Burada erdi Mûsâ/ Burada uçtu İsa,
    “Bülbül burada varsa, Hürriyet için öter…
    “Ne örümcek, ne yosun/ Ne mûcize, ne füsun,
    “Kâbe Arab’ın olsun/ Çankaya bize yeter…”

    Halil Bedii de şunları yazmıştı:

    “Tanrı gibi görünüyor her yerde/ Topraklarda, denizlerde, göklerde;
    “Gönül tapar, kendisinden geçer de/ Hangi yana göz bakarsa: Atatürk.”

    Behçet Kemal de Mustafa Kemal için şunları söylüyordu:
    Kaç yıldır Türkçeydi Tanrı’nın dili/ İnsana ne ilâh, ne de sevgili,
    “Ne de ana-baba aratıyordu/ Her an yaratıyor, yaratıyordu.”
    (12 Kasım 2008 tarihli Vakit’te yayınlanan Yavuz Bahadıroğlu yazısından alıntı)

    Kemalist şair Behçet Kemal Çağlar ise, Süleyman Çelebi’nin Peygamberimiz için yazdığı Mevlid’i Mustafa Kemal ve yeni din olarak nitelendirilen Türk ulusalcılığı için yeniden kaleme almıştır:

    “Millet adın zikredelim bir kere
    Vacip oldur cümle işte Türklere
    Şevk ile Türk’üm dese bir dem lisan
    Dökülür cümle hüzün misli hazan
    İsmi pâkin pak olur zikreyleyen
    Her murada erişir Türk’üm diyen”
    (Doğu Perinçek, Kemalist Devrim 2, Din ve Allah, Kaynak Yay., 5. basım, s. 54)

    İslam dini reddedilip dışlanınca, doğduğuna inanılan boşluk, pozitivist Kemalistlerin en büyük çelişkisi olarak, Kemalizm’i dinleştirmek suretiyle doldurulmak istenmiştir. Bu sebeple, öncelikle Mustafa Kemal’i ilahlaştırma yarışına girmişlerdir. Hatta Cumhuriyet’in önemli aydınlarından Şevket Süreyya Aydemir, bu hale bir mazeret olsun diye; “İnkılabımızı oturtmaya ve Atatürk’ü putlaştırmaya mecburduk…” (Abdurrahman Dilipak, Bir Başka Açıdan Kemalizm, s. 357 (Abdi İpekçi’den nakil) bile diyecektir. Birçok şair, onun için Yunan mitolojisini geride bırakan şiirler yazmışlardır (Mehmet Doğan’dan alıntı, Ümit Aktaş, Osmanlı Çağı ve Sonrası, Bakış Yayınları, s. 369-370.)

    Aka Gündüz:

    “Varsın” Teksin! Yaratansın!
    Hep her O’dur!
    Her şeyde Atatürk!
    Elimizi yüzümüze;
    Gönlümüzü özümüze kapıyoruz.
    Biz sana tapıyoruz!”

    Kemalettin Kamu:

    “Yoktan var ediyor, tanrı gibi her şeyi.”

    Behçet Kemal Çağlar:

    “Atatürk’e tekbir!
    Atatürk ekber! Atatürk ekber!
    Ancak o var: Atatürk!
    Evliya odur, peygamber odur, sanatkar Atatürk…”

    İslam’ı dışlayarak ulusalcı yeni bir din oluşturma çabaları Mustafa Kemal’in bizzat yazdırdığı ve ortaokul ve liselerde okutulan Yurt Bilgisi kitabıyla da ortaya konmuştur. (Mustafa Kemal Atatürk, Medeni Bilgiler, Örgün Yayınevi, 2003-İst., Sh. 28-29).

    Mustafa Kemal’in İslamiyet hakkındaki bazı belirlemeleri şöyledir:
    “Muhammed’in kurduğu din” (Medeni Bilgiler, s. 364)
    “Muhammed dini” (Tarih II, s. 146)
    “Arap dini” (Medeni Bilgiler, s. 364)
    “Dini bir mefkure” (Tarih II, s. 146)

    Bu belirlemeler herhangi bir dost sohbetinde ifade edilmiş değildir. Hepsi de liselerin medeni bilgiler ve tarih kitaplarına bizzat Atatürk’ün el yazısı ile ilave edilmiş bölümlerde yer almıştır. Atatürk, İslamiyet’e, İslamiyet’in sınırları dışından bakmaktadır. Bu dört belirlemenin hepsinde de, İslam diniyle cepheden ideolojik bir mücadele vardır. İslam’a göre Allah’ın tesis ettiği bir din olan İslam’ı, Hz. Muhammed (s)’in şahsi fikir ve eylemiyle kurduğunu ve İslam’a göre bütün kavimlere gönderilen bu dinin Araplara ait bir din olduğunu iddia etmektedir. (Doğu Perinçek, Kemalist Devrim 2, Din ve Allah, Kaynak Yay., 5. baskı, İstanbul: 1996, s. 77.)

    M. Kemal, lise tarih kitabının “ilk vahiy” bölümünü bizzat şöyle yazdırmıştır: “Kur’an sureleri gökten indirilmemiştir, bu sureler Muhammed’in beyanlarıdır, yani Muhammed’e ait sözlerdir” (A.g.e., s. 78.) diyerek, Kur’an’ın vahiy, Allah kelamı olduğunu, Hz. Muhammed’in de Allah’ın Resulü olduğunu inkâr etmiştir ve bu düşüncelerini açıkça ders kitaplarına bile yazmıştır.

    “Kemalist devrimin önderlerini din konusunda en çok etkileyen filozoflar, Jean Meslier ve D’Holbach olmuştur … Meslier’in görüşlerini Atatürk’ün kendi eliyle yazdığı Medeni Bilgiler kitabında buluyoruz. Tanrısız filozofun birçok saptaması, ortaokullarda okutulan ders kitabına, hemen hemen aynı ifadelerle aktarılmış. Dinlerin başlıca etkenleri cehalet ve korkudur. İnsan, Allah’ın yaratığı değil, doğanın ürünüdür. Dinler, tahakküm aracıdırlar. ‘Hayır ve şer’ (iyilik ve kötülük) Allah’tan gelmez. Ahiret uydurmadır. Cehennemin icat edilmesi, fenalığı engellemeyecek derecede saçmadır, sözde mucizeler de saçmadır… Ahlak ve fazilet için dine gerek yoktur. Tarih öğretir ki, bütün dinler, milletlerin cehaletleri yardımıyla, ilahlar tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından kurulmuştur. Yahudilik Mısır dininden kaynaklanmıştır. Hristiyanlık ve Müslümanlık da, Yahudilikten ve Arabistan’ın eski dininden oluşur.” (Jean Meslier, “Akli Selim”) (Doğu Perinçek, a.g.e., s. 106)

    “D’Holbach’ın etkisine gelince … Doğanın Sistemi adlı eseri, … Kemalistlerin din konusundaki görüşlerini belirlemiştir. Medeni Bilgiler kitabının din üzerine görüşleri, sözcüğü sözcüğüne bu kitaptan alınmıştır. Holbach … doğayı yaratan bir varlığı kabul etmez. Bu nedenle yaratancılığa karşı mücadele eder. Kemalistler de… aynı tavrı benimsemişlerdir. Holbach, Allah kavramının, ilkel insanların doğa olayları karşısında duyduğu korku ve cehaletten doğduğunu açıklar. Dinin kökeni, çoğunluğun korkusu azınlığın yalanıdır… Holbach’ın bu açıklamaları, aynı sözcüklerle Kemalist ders kitaplarına, örneğin medeni bilgiler ve tarih kitaplarına girmiştir. Holbach’a göre insan yaratılmamıştır, ‘bir bütün olan doğanın bir parçasıdır’…” “Doğa ötesi bütün kavramlar insan hayalinin ürünüdür. Başka deyişle insan, Allah’ı kendi hayalinde yaratmıştır. Aslında insan, “Allah’a taparken, kendisine tapar.”( A.g.e., s. 107.)

    “Holbach’ın felsefesinde erdem, akıl ve gerçek, doğanın yavrularıdır. Kemalistler de Holbach gibi aklın egemenliğini savunurlar” “Montesquie’nün insan aklını ‘tek insanlık yasası’ olarak görmesi, Kemalistleri kuvvetle etkilemiştir. Bütün devrim yasalarının gerekçelerinde bu görüş vurgulanır. Yasaların kaynağı din olamaz. Biricik kaynak, insan ihtiyacıdır ve bu ihtiyaçları belirleyen insan aklıdır.”( A.g.e., s. 108.)

    Kemalistler de işte bu düşünceleri Türkiye’ye taşıyıp, Müslümanlardan oluşan bir topluma, baskıya ve şiddete dayalı metotlarla zorla kabul ettirmeye çalıştılar. Atatürk’ün ve Kemalist sistemin dine yaklaşımı, pozitivizme mutabık görüşleri ve laiklik anlayışı hakkında son derece açık ve net bir görüntü ortaya koyan yukarıdaki alıntılara ilaveten bir alıntı da Can Dündar’ın yazısından aktarmak istiyorum:

    “Atatürkçüler illâ İslam tartışacaksa hadi gelin M. Kemal’in yıllardır gizlenen konuşmalarını raflardan indirelim. Göze alabiliyorsanız, onun Kazım Karabekir’e ‘her şeyden önce din anlayışını kaldırmalıyız.’ dediğini ortaokul din kitaplarına koyalım. Bir İngiliz yazara söylediği ‘Benim dinim yok. Bazen bütün dinler denizin dibine batsın istiyorum.’ sözlerini Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapısına asalım.” (Can Dündar, Yeniyüzyıl Gazetesi, 7 Ocak 1995.)

    Genelkurmay Başkanlığı’nın yayınladığı, Atatürkçülük adlı kitapta yer alan yazılarında, Atatürkçü resmi ideolojinin veya bir başka ifade ile bir hayat tarzı, dünya görüşü anlamında Kemalizm’in kurucu isimlerinden olan bazı profesörler enteresan tespitlerde bulunuyorlar. Prof. İsmet Giritli, söz konusu yayındaki, “Kemalizm İdeolojisi” başlıklı makalesinde şu cümlelere yer veriyor: “Kemalizm’in ulusal modernleşmenin inanç sistemi ve aksiyon programı olmak yönünden bir ideoloji olduğu ortaya çıkar.” (Genelkurmay Başkanlığı, Atatürkçülük, T.C. GKB Yay., Ankara: 1983, s. 59.)

    Genelkurmay Başkanlığı gibi, bu ülkenin egemen otoritesi, rejimin silahlı savunucusu ve resmi ideolojiyi tanklarıyla dayatan bir kurumun çıkardığı kitapta, Kemalizm’in aslında İslam’ın yerine ikame edilerek, hayatın bütün alanlarını düzenlemeye yönelmiş, pozitivizmin ürünü bir “ideoloji” ve “ulusal modernleşmenin inanç sistemi” olduğu vurgulanmaktadır. Kemalizm’in, İslam’ı reddeden yeni bir din olduğu apaçık ve cüretkarca ortaya konulmaktadır.

    Yine resmi ideolojinin kutsal kurumlarından biri olan Türk Hava Kurumu’nun yayınlarından olan bir kitapta, “Kemalist inanç sisteminin” ulularından Prof. Reşat Kaynar şu açıklamayı yapmaktadır: “Atatürkçü laiklik; Batı’nın sosyal kurumlarına ve yaşayışına engel olan, şeriatçılığın … düşmanı idi.” (Oktay Verel, Vatan Sana Minnettardır, THK Yay., İstanbul: 1981, s. 671) Aynı kitapta yer alan “Auguste Comte ve Mustafa Kemal Atatürk” başlıklı makalesinde Prof. Dr. Emre Kongar ise şu tespiti yapmaktadır: “Atatürk yeni devletin örgütlenme örneğini tümüyle ‘olgucu’ (positivist) bir yaklaşıma dayamıştı. Mustafa Kemal Atatürk’ün … batılılığı … ‘olgucu’ bir dünya görüşünden kaynaklanıyordu.”( Oktay Verel, a.g.e., s. 912) “(Olgucu) (Pozitivist) kuram, bilimin dine utkusu (galebe çalması) olarak da düşünülebilir… ‘Aklın dine egemenliği’ düşüncesini yaymak için Comte’un bir insanlık dini kurma çabası (söz konusudur)…” (age. Sh. 914)

    Görüldüğü üzere Kemalizm’in benimsediği pozitivizm ve laiklik, “İslam şeriatına karşı çıkmayı”, “pozitif bilimin ve aklın dine, İslam’a egemen olmasını”, yani aklı ve insan iradesini ilahlaştırarak Allah’ın yerine ikame etmeyi esas almaktadır. Allah’ın yerine aklı ve insan iradesini Allah’ın dini olan İslam’ın (vahyin) yerine de, sadece deneye dayalı bilgi ve hayattan hareketle aklın ürettiği beşeri hayat modelini, beşeri kuralları ikame eden bu “pozitivist din”in adını Auguste Comte “insanlık dini” olarak belirlemiştir. Kemalist kadro ise işte bu pozitivist anlayışı Türkiye toplumuna egemen kılmışlardır.

    Prof. Dr. Anıl Çeçen’in Atatürk ve Cumhuriyet adlı kitabında, Atatürk laikliği şöyle açıklanmıştır:“Atatürk laikliğinin amacı… bir toplumdaki kişisel ve toplumsal ilişkileri, yaşantının her yönünü ve siyasal düzeni fizik ötesi öğelerin ve din kurallarının etkilerinden kurtarmak, tüm yaşamı çağdaş bilimin verilerine dayanarak yeniden düzenlemektir.” (Anıl Çecen, Atatürk ve Cumhuriyet, S. Yayınları, Ankara: 1991, s. 177.)

    Doç. Dr. Levent Köker de, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi adlı eserinde şu çarpıcı tespiti yapmaktadır:

    “Pozitivizmin, Jön Türk düşüncesine ve oradan da Kemalizm’e Comte’cu biçimiyle yansıdığını kabul edersek, Kemalist laiklik anlayış ve uygulamasının, eski İslam inancının yerine yeni bir inanç sistemi (bir yeni ‘din’) yerleştirmek istediğini kabul etmek gerekmektedir. Auguste Comte’un ‘üç hal yasası’ uyarınca, teolojik-metafizik-pozitif evrelere bölünmüş bir insanlık tarihi söz konusu olup, her evre bir inanç ve örgütlenme sistemince belirlenmektedir. Pozitif evrede egemen inanç sistemi ‘bilim’dir. Daha doğru bir ifade ile pozitif evrede bir ‘bilim imanı’nın geçerli olması söz konusudur. Kemalizm’in çağdaşlık anlayışı da temelde, ‘Hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ düsturuna dayandırılmış; laiklik de, bu çerçevede, İslami inanç sisteminin yerine bilimsel inanç ve örgütlenme sisteminin geçirilmesi anlamını kazanmıştır.” (Levent Köker, Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yay., İstanbul: 1990, s. 88) “… Kemalizm, siyasal, kültürel ve iktisadi programı çerçevesinde halkın duygu ve düşünüş biçimleriyle çatışmıştır. Bu çatışmanın aşılması ise, ‘inkılapçılık’ ilkesiyle gerçekleştirilmek istenmiştir … Atatürk’ün Afet İnan tarafından aktarılan şu cümlesi ise inkılaptan ne anladığını ortaya koymaktadır: İnkılap, mevcut müesseseleri zorla (yıkıp yerine yenisini koymak suretiyle) değiştirmek demektir.” (A.g.e., s. 89)

    Bütün bu alıntılar, Mustafa Kemal’le başlayan, ancak daha sonraki Kemalistlerce onu da aşarak iyice abartılan bir biçimde sürdürülen Kemalizmi ideolojileştirme çabasıyla, İslam dışı yeni bir inanç sistemi oluşturmaya çalışıldığını, Kemalist kadroların bu yeni din tercihlerini topluma da zorla dayattıklarını ve bu sebeple de İslam’a, İslam şeriatına karşı mücadele ettiklerini ortaya koyacak yeterliliktedir.

    Yukarıda ortaya konan belgelerle delilleri ortaya konduğu üzere, Kemalist kadrolar bundan 75 yıl öncesinden beri, “Allah’ı insanın yarattığını”, Hz. Muhammed’in kendisini “gördüğü rüyaların tesiriyle peygamber ilan ettiğini”, Hz. Muhammed’in asıl davasının “ümmetçilik” adı altında Arap ulusalcılığını yüceltmek olduğunu, Kur’an surelerinin Muhammed’in uzun tefekkürlerinin ve Yahudilikten istifade etmesinin sonucunda onun tarafından yazıldığını, İslam’ın bir “Arap dini” olduğunu, Mustafa Kemal’in bir ilah ya da kalplerdeki put olduğunu ve Kemalizm’in de Türk’ün dini olduğunu iddia ederek, Allah’ı, İslam’ı, Kur’an’ı ve Peygamberi reddedip, yerine Batı’dan ithal ettikleri pozitivizmi, aklı ilahlaştıran rasyonalizmi ve insanı ilahlaştıran bir “insanlık dini”ni ikame etmeye ve Türk ulusalcılığını kutsallaştırıp bir din ve ideoloji olarak dayatmaya çalışmışlardır.

    Başlangıçta bir grup arkadaşıyla yeni devletin resmi dinin Hıristiyanlık olarak belirlenmemesi halinde, Batı tarafından itibar görmeyeceklerini söyleyerek, TC Devletinin resmi dininin Hıristiyanlık olduğunun anayasada yer alması teklifini gündeme getirip Mustafa Kemal’in başkanlığında tartışmaya açan ve Kazım Karabekir’in sert itirazıyla karşılaşan, Kemalizm’in ideologlarından ve Bakanlarından olan Mahmut Esat Bozkurt da, Türk ulusalcılığını ve Kemalizmi bir din olarak algılayıp dayatanlardandır. Bozkurt, “Atatürk İhtilali” adlı kitabında, Kemalist resmi ideolojinin ırkçı söylemlerinin, “ne mutlu Türküm diyene” ifadesinin Kemalizmin amentüsü olduğunu ve Türk’lükten kastın da kan bağı ve ırk olduğunu açıkça ifade etmiştir: “Bu memleket ve bu millet için Türk’ün en kötüsü, Türk olmayanın en iyisinden iyidir. Bunu bir AMENTÜ gibi belleyelim ve unutmayalım” (Sh. 360).

    Ayrıca ilk ve orta dereceli okullarda yapılan ilmi araştırmaların, anketlerin sonucu da, Kemalizm’in bir din gibi dayatıldığına dair bu tespitimizi açıkça doğrulamakta ve bu tür araştırmaları yapanlarca da eleştirilmektedir. Bu araştırmalardan birisi; 26 Eylül 2007 tarihli Radikal gazetesindeki ‘Sevgili Atatürkçüğüm” başlıklı yazısında Yıldırım Türker tarafından tanıtılmıştır. Esra Elmas tarafından yapılan bu araştırma, bir tez kitabı halinde “Sevgili Atatürkçüğüm. İlkokul Çocuklarında Atatürk Algısı” adı altında yayınlanmıştır. Yıldırım Türker bu kitaptan yaptığı alıntılarla şu acı tespitleri ifşa etmektedir: Devlet okulunda yapılan çalışmada çocuklardan bazılarının, “sorulara açık cevap vermeleri halinde başlarına bela açılıp açılmayacağına” emin olmak istemişlerdir. Türker, Esra Elmas’ın kitapta yaptığı değerlendirmeyi şu şekilde anlatıyor; “okullarda yönetmelikle şart kılınmış Atatürk köşelerinin, sınıflara asılı, hayatlarının her alanında karşılaştıkları büst ve portrelerinin, her derste, mümkünse her an Atatürk adının anılmasının, bitmek tükenmek bilmeyen törenlerin yarattığı büyük gözaltı hissini anlatıyor”. Kitapta anlatılanın, “Eğitime başladıkları andan itibaren kendilerine tanıtılan tanrısal bir varlıkla, bir ölüyle muhatap olan küçük insanların hayatı” olduğunu vurguluyor. Elmas’ın diliyle, “Kemalizm, ruhani ve mistik olana karşı vurgusunu pozitif bilim ve akılda yapan bir ideoloji olarak reddini yaptığı şeyin dilini aynen kullanıyor” diyor. Ve Yıldırım Türker Radikal’deki yazısını şu tespitlerle tamamlıyor: “Atatürk, çocukların algı dünyasına göksel bir figür, kadiri mutlak bir varlık olarak nakşediliyor. Çocuklarımızı teslim ettiğimiz bu büyük göz altıdan yeni, ferah bir hayat kurulamıyor”.

    Yukarıdaki alıntılarda görüldüğü üzere, “Mustafa Kemali putlaştırma, ilahlaştırma, Kemalizm’i dinleştirme, yaşam tarzı olarak ifade etme, Kemalizm’e amentü oluşturma”, bizzat Kemalistlerin tercih ve tanımlamalarıdır. Kemalist kadrolar, Kemalizm’i, bugünü, geleceği ve hayatın bütün alanlarını kuşatan bir yaşam tarzı, ilahı, putu, amentüsü, Kabe yerine ikame edilen kutsal mekanları olan bir ideoloji/din olarak algıladıklarına göre, uluslararası ve yerel hukuk gereğince, kendi tercihleri olan bu din ya da ideolojiyi başka din ve ideolojilerin müntesiplerine dayatmamaları gerekmektedir. Bizim dinimiz İslam’ın sahibi olan Allah da, Kur’an’da yer verdiği hükümlerle bireysel ve toplumsal hayatın, ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki, ahlaki ve kültürel bütün alanlarını kuşatan ve kıyamete kadar da geçerli olan evrensel bir hayat tarzı ortaya koymuş ve bu hükümlere mutlaka riayet etmemizi, başka din ve ideolojilere ise itaat etmememizi emretmiş bulunmaktadır. Bu durumda Müslüman’a Kemalist resmi ideolojinin hayat tarzını dayatmak en büyük zulüm, en büyük insan hakları ihlali değil midir?

    İşte bu tür baskılara, hukuk ve insan hakları ihlallerine itiraz edip herkes ve herkesim için adalet ve özgürlük talep ettiğim konuşmamda, bize de, bizzat Kemalistlerce bir din olduğu, hayatın bütün alanlarını kuşatan bir yaşam tarzı olduğu vurgulanan, ilke, ölçü ve normları Mustafa Kemal ve Kemalistlerce belirlenen Kemalizm’in dayatılmaması gerektiğini ifade etmiştim. Bizim de, yine hayatın bütün alanlarını kuşatan bir hayat tarzı olan, hudut, norm ve ölçülerini, iman ettiğimiz Allah’ın belirlediği İslam’a uygun bir eğitim ve yaşam hakkımızın olduğunu ve Müslüman’ca yaşama isteğimizi vurgulamıştım. Konuşmamda bu bağlamda şu hususlar ifade edilmiştir:

    “Kemalizm dinin ritüellerinde, putperestler gibi yapılan törenlerde bizim ne işimiz var? Biz Müslüman’ız, biz kendi camilerimize ibadethanelerimize gidelim. Resmi törenlere gitmeyelim o zaman. Ve diyoruz ki, Antalya mahkemesi ve Danıştay bir karar verdiler, ne için? Alevi vatandaşların “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersinin zorunlu olmasına karşı açtıkları dava” üzerine, ne yaptılar, ne karar verdiler? Anayasanın emrettiği zorunlu din dersi Alevilere verilemez diye bir karar verdiler, biz de katılıyoruz. Doğru bir karar bu. Danıştay’ı da, Antalya İdare Mahkemesi’ni de alkışlıyoruz. Ama bir şartla, iki yüzlülük yapmayın diyoruz, çifte standart yapmayın. Bizler de Müslüman’ız, bize de Kemalizm dini dayatılmamalı, Atatürkçülük resmi ideolojisi dayatılmamalı, resmi törenlere katılmak zorunda bırakılmamalıyız. Hazır ol-rahat komutlarıyla, askeri törenler gibi resmi ideolojinin putlarına, kutsallarına ibadet etmeye, tazimde bulunmaya zorlanmamalıyız. Biz Müslüman’ız, Müslüman’ca yaşamak istiyoruz.” (sh. 6)

    Danıştay’ın, zorunlu “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” dersi konusunda anayasa’nın 24. maddesindeki açık ve bağlayıcı hükme rağmen alevlerin açtığı davada, bu dersten muaf olmaları kararını vererek anayasa hükmünü yürürlükten kaldırırken, karar gerekçesinde “Devlet’in eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimi kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir” şeklindeki AİHM kararına atıfta bulunması, hem haklı hem de ibret vericidir. Danıştay’ın tutarlı olabilmesi için, hak ve özgürlükler alanındaki çifte standarda son vererek, aynı gerekçeyle Müslümanlara Kemalizm dininin dayatılmasına da karşı çıkması gerekir. Bu bağlamda, İslami eğitimin ve “kamu alanında” başörtüsünün yasak olmasının da, okullarda her gün çocuklarımıza zorunlu Atatürkçülük, milli güvenlik, resmi tarih dersleri ve resmi törenlerle, Kemalizm’in amentüsü olduğu bizzat Kemalistlerce ifade edilen “and”larla Kemalizm’i dayatmanın, Kemalizm dinine uymaya zorlamanın da, hukuka ve altına imza atılan İnsan hakları Sözleşmelerine ve AİHM kararlarına aykırı olduğu sonucuna varması gerekir.

    İşte yaptığım konuşmada bu gerekçelerle, tıpkı, Anayasa’nın amir hükmü olduğu halde, Alevi vatandaşlara “zorunlu din dersi verilmesinin hukuka ve insan haklarına aykırı olduğuna” dair yargı kararı verilebildiği gibi, aynı hukuki gerekçeyle, yerli ve uluslar arası hukuk, TC anayasasının üzerinde bağlayıcılığı kabul edilmiş bulunan BM İnsan Hakları sözleşmeleri, AB kriterleri, AİHM kararları gereğince, biz Müslümanlara da, İslam’a aykırı pozitivizmi benimsemiş, emperyalist Batının seküler kültürünü, ahlakını esas almış Kemalizm’in / Atatürkçülüğün dayatılmaması gerektiğini ifade ettim. Ve devamla şunları söyledim:

    “Bizler halk olarak, bütün bu çirkinliklere, hukuksuzluklara, keyfiliklere, zulümlere sessiz kalmayacağımızı göstermeliyiz. Meydanları doldurup, bizi köleleştirip, kendileri efendilik ve ilahlık taslayanlara hukuki haddini bildirecek itirazlar yükseltmeli, hesap sormalıyız. Asla şiddete başvurmadan, asla kimseye hakaret ve zulüm yapmadan, bu ülkenin bütün insanlarının barış içerisinde, özgürce yaşayabilecekleri ortamları hazırlamak için, zulme rızanın zulüm olduğu bilinciyle zalimlere karşı hakkı haykırmalı, muhalefet bilincini yaygınlaştıracak örneklikler oluşturmalıyız. Bu adalet ve özgürlük taleplerimize, ülkemizdeki bütün halkların, kesimlerin barış içinde özgürce yaşama hakkını savunma mücadelemize de süreklilik kazandırmalıyız.” (sh. 6)

    “Eğer biz, bize düşen bu sorumlulukları yerine getirirsek, adalet ve özgürlük taleplerimizle oligarşiye karşı sesimizi yükseltip hesap sorarsak ki bizler halkız, hesap sorma makamındayız, işte o zaman bu ülkenin insanları, hangi dinin, hangi ırkın, hangi ideolojinin müntesipleri olurlarsa olsunlar özgürce, barış içinde, iyi komşuluk ilişkileri içerisinde bir arada yaşayacakları ortama tekrar kavuşacaklardır.”

    “Ne yaparlarsa yapsınlar, biz asla şiddete başvurmadık, başvurmayacağız. Biz asla kimseye hakaretten yana olmadık, hakaret etmedik, etmeyeceğiz. Çünkü bunlar bizim Müslüman kimliğimizin doğal sonuçlarıdır.” (sh. 7)

    Görüldüğü üzere, konuşmamda değil Mustafa Kemal’e, Kemalistlere bile hakaret ve sövme söz konusu olmamış, sadece onların kendi tercihleri olan dinlerini herkesime zorla dayatmaları uygulaması eleştirilip, bu adaletsizliğe son verilmesi istenmiştir. Hakaret etmememiz ve kime olursa olsun hakarete karşı çıkmamız da, bir takım yasaların yasaklamasından ziyade, hakareti yasaklayan İslami kimlik ve vahyi ölçülerin böyle ahlaklı bir duruşu gerekli kılmasından kaynaklanmış olup, bu husus bizzat konuşmamızda da zikredilmiştir.

    Hiç kimseye herhangi bir aşağılama ve hakaret söz konusu olmayan bu konuşmamızda yaptığımız eleştiriler de, Kemalist bürokrat ya da “aydın” kadroların, kendi dini inançlarını ya da ideolojik tercihlerini, başka din ya da ideolojilerin müntesiplerine ve bu arada biz Müslümanlara da dayatmakta olmalarından kaynaklanmakta, ülkedeki pek çok sorunun temelinde de işte bu zorbalık yer almaktadır. Yoksa Mustafa Kemal ve Kemalistlerin tercihleri bizi ilgilendirmemekte, eleştirilerimiz de onların tercihlerini değil, bu tercihlerini bizlere de dayatmış olmalarını hedeflemektedir. Çünkü bizim Kur’an’a dayalı inancımıza göre, Mustafa Kemal ve Kemalistlerin de yaratıcısı olan Allah, onlara ve herkese, bu imtihan dünyasında, kendilerini özgürce gerçekleştirme özgürlüğünü tanımıştır. Ve bu sebeple Kur’an ayetlerinde “Dinde zorlama yoktur” (Bakara 256), “Dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin” (Kehf 29) hükümlerini vazederek, imtihan sebebiyle dünyada kullarını serbest bırakmıştır. Bu sebeple bizler de, Allah’ın bu ayetleri gereğince kimseye İslam’ı kabul etmeyi zorla dayatmamakta, tam tersine bu imtihandaki herkesin tercih özgürlüğünü savunmakta, ancak bize de başka din ve ideolojilerin dayatılmaması gerektiğini ifade edip, hak ve özgürlüklerimizi dile getirmekteyiz. Dolayısıyla konuşmamızda, hiçbir şahsiyete ve hiçbir kesime hakaret olmadığı gibi, özellikle bir kesimin kutsalı konumundaki Mustafa Kemal’e hakaret ya da sövme fiilini işlememiz ise mümkün değildir. Çünkü bu fiil, öncelikle Kur’an’ın açıkça yasaklamış olması sebebiyle, bizden asla sadır olmamış ve bundan sonra da sadır olmayacak bir fiildir.

    5816 Sayılı Yasanın ve Ağırlıkla TCK 216 ve 301. Maddelerinin Uygulamaları Sürecinde Yargı Kararlarındaki “Düşünce Özgürlüğü” Açılımı:

    YARGITAY Ceza Genel Kurulu, T:23.11.2004, E:2004/8-130, K:2004/206 nolu kararında şu ifadeler yer almaktadır:

    “Doğal haklardan kabul edilen ifade hürriyeti, çoğulcu demokrasilerde, vazgeçilemez ve devredilemez bir niteliğe sahiptir. Öğretide değişik tanımlara rastlanmakla birlikte, genel bir kabulle ifade/düşünce hürriyeti, insanın özgürce fikirler edinebilme, edindiği fikir ve kanaatlerinden dolayı kınanmama, bunları meşru yöntemlerle dışa vurabilme imkan ve özgürlüğüdür. Demokrasinin “olmazsa olmaz şartı” olan ifade hürriyeti, birçok hak ve özgürlüğün temeli, kişisel ve toplumsal gelişmenin de kaynağıdır. Bu bağlamda;

    İnsan Hakları Bildirgesi’nin 19. maddesinde;
    “Herkesin görüş ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak, karışmasız görüş edinme ve herhangi bir yoldan ve hangi ülkede olursa olsun bilgi ve düşünceleri arama, alma ve yayma özgürlüğünü içerir.”

    İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin; 9. maddesinin 1. fıkrasında;
    “Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, din veya inanç değiştirme özgürlüğü ile tek başına veya topluca, açıkça veya özel olarak ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir.”

    10. maddesinin 1. fıkrasında;
    “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir…” hükümlerine yer verilmiştir.

    Anayasa’nın; 24. maddesinde din ve vicdan hürriyeti başlığı altında; “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir… Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.” 25. maddesinde düşünce ve kanaat hürriyeti başlığı altında; “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne amaçla olursa olsun kimse düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. Düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz. 26. maddesinde ise, İHAS’nin 10. maddesinin 1. fıkrasındaki düzenlemeye benzer şekilde; “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar…” hükümleri yer almıştır.

    Görüldüğü gibi, Sözleşmenin 9. maddesinin 1. fıkrası ve Anayasa’nın 24. maddesinde din ve vicdan hürriyeti, Sözleşmenin 10. maddesinin 1. fıkrası ile Anayasa’nın 25 ve 26. maddelerinde ifade (düşünce) hürriyeti güvence altına alınmıştır.”

    Söz konusu Yargıtay Ceza Genel Kurulu Kararında ayrıca şu hususlar ifade edilmiştir:

    “Düşünceleri mahkûmiyetlerle durdurarak korunmayı yeğleyen bir “kamu düzeni”nin, çelişen düşünceleri bir arada yaşatmaya ve hoşgörü ile değerlendirmeye alışan “kamu düzeni”nden üstün olamayacağı ve tercih edilemeyeceği, zihinlere nakşedilmelidir. Yönetenlerce önerilen kurallar dizesinin her zaman ve her koşulda “kamu düzeni” kavramıyla birebir örtüşeceği yanlışına düşülmemelidir. Çoğu kez, devletin yönetim gücünü yedinde bulunduran ve bu yetkiyle “resmi ideoloji” adı altında bir çok düzenlemeyi “uyulması zorunlu kurallar bütünü” olarak halka dayatıp “korunması gereken düzen” namıyla hukukun himayesi altına aldırmış olanların, halkını ya durağanlığa, ya da geri kalmışlığa mahkum ettiği gerçeği hatırlanmalıdır. Yakın tarihimiz yeniden hatırlanmalı; “Devlet düzeni” olarak kabul olunan ve doğru sayılıp “kamu düzeni” namıyla korunan nice “resmi ideolojinin”, olağan ya da ara rejimlerle değiştirildiği, yerine ikâme edilenlerin yine “Devlet düzeni” adı altında “yeni doğrular” olarak hukukun koruması kapsamına alındığı, bunların da bilahare yerini yenilerine terk ettiği hatırlanmalı, bu değişimleri benimseyenlerle, benimsemeyip cesaretle eleştirenlerin oluştura geldiği Kamu’nun, birlikte yaşama zorunluluğu ve yararı düşünülmeli, halkı farklı tercihlerden soyutlamanın ve yönetenlerin düşünceleri doğrultusunda kabule zorlamanın olanaklı bulunmadığı, bu nedenle de “kamu düzeni” kavramının ideolojik “Devlet düzeni” ile her zaman örtüşmediği sonucuna varılmalıdır.”

    Yargıtay Ceza Genel Kurulu aynı kararında ayrıca kamu düzeni hakkında da şu tespitleri yapmış bulunmaktadır: “Kamu düzenini korumak gerekçesi altında belli bir ideolojinin dokunulmazlık zırhına büründürülmesi, ya da “en fazla korunmaya mazhar” bir ideolojik kategorinin yaratılması çoğulculuğu baltalayacaktır. Aksoy/Türkiye davasında da AİHM, Türkiye Devletinin mevcut düzenini, ilkelerini ve yapısını sorgulayan, ancak şiddete ya da silahlı direnişe teşvik edici hiçbir unsur içermeyen konuşma ve yayınların cezalandırılmasını düşünce özgürlüğünün ihlali olarak görmüştür. Öte yandan AİHM, açıklanan düşüncenin salt saldırgan bir nitelik taşımasının dahi, düşünce açıklamalarının cezalandırılması için yeterli olmadığını, düşüncenin açıklandığı yer ve zaman koşullarının dikkate alınmak suretiyle bir sonuca varılması gerektiğini vurgulamıştır (…) Ayrıca AİHM. bir çok kararında düşünce özgürlüğünün yalnızca zararsız bilgi ve düşünceler açısından değil, “devleti veya halkın bir bölümünü rahatsız eden, taciz eden/şoke eden veya kaygılandıran” bilgi ve düşünceler açısından da geçerli olduğunu kabul etmiştir(…)AİHM. şiddet unsuru içermemek koşuluyla, toplum ve devlet katında yaygın olan siyasal görüşlerin sorgulanabileceğini. bunlara ters düşen düşüncelerin özgürce açıklanabileceğini ortaya koymuş ve böylece çoğulcu toplum yapısını korumak istemiştir…”

    Söz konusu Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararında yapılan şu vurgu da bu soruşturma bakımından önem arz etmektedir: Kanun maddesinde yazılı suçu, “öncelikle, düşüncesini açıklayan kişinin bilmesi ve eylemini buna göre denetlemesi lüzumu ortaya çıkmaktadır. Hangi davranışının ceza yaptırımıyla karşılanacağını, hangisinin ise ifade özgürlüğü kapsamında olacağını yorumlamada hataya düşmemesi ehemmiyet arz etmektedir. Kişinin, yasaya uygun olduğu ve suç oluşturmayacağı inancıyla yaptığı bir yayını, yargıcın kendi duyarlılıklarından kaynaklanmış yorum ve değerlendirmesiyle mahkûmiyete götürmesi, hukukun temelini oluşturan güven duygusunu zedeleyecektir” denilerek, yargıç ve savcıların subjektif yorumlarla hareket etmesinin hukuka aykırılığına dikkat çekilmiştir.

    Yani, düşünce adamlarının, yazdıklarının ya da konuştuklarının suç kapsamına girip girmediğini, bir savcının iddianamesi ortaya koymadan bilemeyeceği, hangi düşünce açıklamasının suç sayılıp sayılmayacağının düşünce adamlarınca önceden bilinmesinin mümkün olmadığı ve kapsamına giren suçların, ancak özel yetenekli savcı ve yargıçların yorumlarıyla belirlenebildiği gizemli hükümlerin varlığının Ceza Hukukunun temel prensiplerine aykırı olduğu ifade edilmiştir.

    Buradan hareketle ifade etmek isterim ki, bir düşünce adamı olarak yıllardır yazdıklarımdan ya da konuşmalarımdan dolayı bu tür maddelerle sürekli muhatap kılınıyorum ve bu maddeler hakkında açık ve net bilgilere sahip bulunmaktayım. Bu bilgilerim çerçevesinde değerlendirdiğimde, yaptığım konuşmada hiçbir suç unsuru bulunmadığı konusunda mutmainim. Çünkü bu yasaları çıkarılış gerekçeleri, suç unsurları bakımından çok iyi biliyorum. TCK 216. maddeyle; toplumu teşkil eden farklı ırk, din, mezhep ve bölgesel kesimlerin, bu farklılıkları kullanarak birbirine karşı, kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikeyi ortaya çıkaracak şekilde kin ve düşmanlığa tahrik edilmesini engellemeyi ya da bu farklı halk kesimlerinin aşağılanmasını önlemeyi hedeflemektedir ki, bizim için, bu iki fiilin işlenmesinin önünde en büyük engel, öncelikle İslami kimliğimiz ve vahyin ölçüleridir. Davetimizin muhatabı kesimleri birbirine kin ve düşmanlığa tahrik etmek yerine, bütün kesimleri vahyi mesajla buluşturmak, iman kardeşliğinde bütünleştirmek suretiyle kurtuluşlarına vesile olmak, iman etmeyenlerle de, “dinimiz konusunda bizimle ve dinimizle savaşmamak, bizi yurtlarımızdan çıkarmaya kalkışmamak” şartıyla iyi komşuluk ilişkileri içinde barış, iyilik, adalet ortamında birlikte yaşamayı dinimiz istemektedir. 301. maddede ve 5816 sayılı yasada koruma altına alınanlar ise kimi kesimlerin kutsallarını, ilah ya da putlarını teşkil etmektedirler. İşte bunlara hakareti de yine dinimiz yasaklamakta olduğu için, bu kesimlere davetçi, şahit ve örnek olma sorumluluğu taşıyan mü’minler olarak bizim bu tür suçları işlememiz mümkün değildir.

    Bu sebeple, savcıların ve yargıçların, anlamını ve neyi kapsadığını ancak ve sadece kendilerinin bilebildiği bir takım gizemli hükümler varmış gibi davranıp, subjektif yorum ve kıyas yoluyla, TCK’daki veya diğer yasalardaki maddelerin metnini genişleterek suç ihdas etmeleri gibi, hukuki olmayacağı Yargıtay Ceza Genel Kurulunca da beyan edilen, hukuksuz ve ideolojik yaklaşımlar olmadığında, yani mevcut yasalara riayet edildiğinde, keyfilikten uzak, önyargısız ve objektif davranıldığında biz Müslümanlara bu maddelerden ceza verilmesi mümkün değildir.

    http://www.haksozhaber.net/musluman-hic-kimseye-sovmez-hakaret-etmez-10743yy.htm

  3. O. Gürsel

    2. yorumda yazı alıntılayan arkadaşım…
    Alıntıladığınız yazının ne kadarını benimsiyorsunuz bilemem.
    Bu yazıda genel olarak “Kemalizm” hakkındaki eleştirilere tümüyle katılabilirim. Ama bu bizim hiç bir sorunumuzu çözmez!
    Yalnızca Kemalizmi, Batının Seküler dünyasını aşağılayarak “kendimize ait” kusurları ihmal edemeyiz. Neden hep başkası suçlu? Emperyalizm, Kemalizm, Seküler dünya… 1000 yıllık İslam İmparatorluğu çökmüşse çökmesi gerektiği için değil midir? “Bu dünya” karşısında iflas ettiği için!
    Kendimizi bu kandırma çabası neden? 1000 yıl dünyayı yönet sonra çözül! Gerçeklik kendini dayatır çünkü! Bu inat milyonlarca insanın ölümüne yol açıyor ve açacak!

    Kemalizm, Modernite, Sekülerlik İslam topluluklarının yaşadığı derin kaosu, birbirini vahşice katletmelerinin arkasındaki vahşi davranışların tarihsel köklerini, kadınlara olan acımasızlığını, toplumsal ve bireysel mutluluktan çok uzak yaşadıklarını açıklamaz.

    ***

    “… bütün zulümlerin kaynağı olan Kemalizm iken, eğitimi bir öğütüm aracı haline getirip milyonlarca zihni işgal edip, ruhları kirletip esir alan, vicdanları, fıtratları karartarak, bozarak inansımızı kendine ve Rabbine yabancılaştırarak tam bir toplumsal cinnete yol açmış olan Kemalizm iken …”
    Hayat bu denli kolayca açıklanamaz! Kemalizm bir sonuçtur; bir “ara sonuç!” İslamcı Dünyanın bu dünya karşısındaki kaçınılmaz yenilgisinin minik bir ara yenilgisi….
    **
    “…, kendimizi ve çocuklarımızı şirk sisteminin bu büyük kuşatmasından kurtarmaya çalışma, zulme, haksızlığa itiraz edip karşı çıkma, adaleti ikame etmeye çalışma çabalarımızı kapsamaktadır. Diğer yandan da, kitap ve hikmetin eğitimi, Kur’an ve sünnet eksenli sahih din anlayışıyla aklımızı, imanımızı, şahsiyetimizi, hayatımızı ve ailemizden, yakınımızdan başlayarak toplumumuzu tevhidi istikamette vahiyle inşa etmeyi içermektedir.”
    Şirk, insanın Tabiat’ı anlamaya çalışması mı yoksa? Evrimi kabul etmek şirk midir?
    ***
    “…başta eğitim alanı olmak üzere, bütün hayat alanlarında özgürlük talep ettikleri, bu ülkedeki hiç kimseye din veya ideoloji dayatılmaması ve herkesin bu imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilmelerini sağlayacak adalet vasatını tesis etmeye çalıştıkları için; devletin değil ailelerin olan çocuklara devlet tarafından resmi ideolojinin dayatılmasına, bu büyük zulme rıza göstermeyip karşı çıktıkları ve duyarlı mü’minleri, özgürlük yanlısı tüm insanları bu büyük gözaltına karşı özgürlük mücadelesine çağırdıkları için kapatılma davaları açılıyor.”
    Özgürlük seçme özgürlüğüdür. Seçimler, bilgilenme içinde gerçekleşmek zorunda değil mi? Devlet zorunlu din derslerini kaldırmalı. Evrim de her öğrenciye anlatılmalı. Dileyen dinsel eğitim almalı… vs. Evrim derslerinin anlatılması, yalnızca anlatılması bir özgürlük ihlali midir?
    ***
    “…bu seküler Batıcı pozitivist ideolojiden arındırılıp sadece insani erdemleri, insan haklarını ve hukuku esas alan, fıtratı koruyup geliştirmeyi ve iyi insan yetiştirmeyi hedef alan özgürlük adaları haline dönüştürülmedikçe, …”
    Bu “ideal” 1400 yıl boyunca yapılamadıysa neden bir an düşünülmüyor; bu “ideal” zaten bu “felsefe-inanç” içinde gerçekleştirilmesi imkansız olduğu için olmasın; bir 1400 yıl daha “olmazı oldurmak” için yaşanılır mı?
    Yukarıdaki yazıda var. “Yağmacılık, ganimet edinme, köle, cariye ilişkileri, İslamiyet’te de “kitaba” uygun; “Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak Allah yolunda harcayan kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olur mu ? (Nahl, 16:75) (Kuran”
    Bu köle-cariye’liğin meşru olduğu bir dünyada “insan hakları ve hukuku” bir saçmalık değil midir? Başkasının malı olan bir köle” olunabilen dünyada “güzel ahlak” olabilir mi?
    ****
    Yazık…. Bu yazarın namuslu, erdemli, dürüst bir dindar olduğunu düşünüyorum… Ama yine de Ortaçağ Dünyasına ait çelişkileri ısrarla görmezden gelebiliyor… İnancı aklının, gözlerinin önüne geçiyor….
    Mülkiyeti ve köleliği kutsayan hiç bir din güzel ahlak taşıyan insan-toplum yapamaz… Bu yalnızca saf bir iyi niyet olarak kalır! Yalan olur! Bu “yalan” 1400 yıl dayandı; yetmez mi?
    Dinsel inançlara karşı değilim! Ve dinsel inançlarla toplumlar yönetilemez; yönetilirse de böyle olur! Müslüman toplumların kaosunun en büyük sebeplerinden biri de işte bu kör inkardır…

  4. hortlak

    Dönüp dolasiyor M.Kemalin milliyetci,sövenist… yanlarini vurguluyorum..

    Yukardaki 2. yorumu okumadan okuyunca ister istemez atatürkün TC. Cumhuriyeti yaratmistir. O TR nin Allahidir demektten baska bir laf bulamiyorum..

  5. Anonim

    “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”
    Hz.Muhammed

    O.Gürsel Musa,İsa,Muhammed Peygamberler zamanındaki özel mülkiyet ve köleliğin tanımlarını yapsana.o zamanlar sosyalizm,anarşizm vardı da peygamberler kapitalizmi mi seçti yoksa.işine gelince Atatürk’ü o zamanın koşullarında değerlendirelim. işine gelmeyince ee ben kemalist değilim ki. Oysa halis muhlis bi kemalistsin. Kemalizme karşı gözükmeye çalıştığın noktada bile kemalistsin.dinsel inançlarla toplum yönetilemez. hangi inançlarla yönetilir? Bi söyle de bilelim. Sosyalist inançlarla mı,anarşist inançlarla yoksa aydınlanmanın inançlarıyla mı? Sizler bu ülkede sosyalizm gibi bir ideolojiyi bile yüzünüze gözünüze bulaştırdınız.hala islam’ ı eleştiriyosunuz.ilk önce kapınızın önündeki pislikleri temizleyin. bu dünyada sosyalizm adına milyonlarca masum insan katledildi.70’li,80’li yıllarda bunları görme.şimdi salla gitsin. İslam şöyle İslam böyle.komik oluyor.

  6. hortlak

    Eyy cahiller,böyle basliyor peygamberin ayetleri..
    Bizde öyle baslayalim..
    Ataürkün kendisi ateist olabilir..
    Dinlere inanlara,inanmayanlara saygi göstermek zorunda olan esitlikci,adalete dayanan bir yönetimi kurmak istemistir.
    Ülkeyi Atatürk degil kanunlarin yönetmesini istemistir.
    Ne derece basarili oldugu tabi tartisilir.

    Toplum inancla degil,adaletle,hukukla yönetilir..Ekonomi bilimi,sanat,saglik,trafik ,hukuk,vs.vs. bilimdir,din degildir..

    Eyy Cahiller, Sosyalistler,anarsistler ise yönetime karsidir,onu kaldirilmasini savunurlar!
    Toplumun kendi kendini yönetmesini savunurlar..

  7. O. Gürsel

    Anonim 5…
    arkadaşım. izlemiyor olabilirsiniz. O dediğiniz “sosyalizm” için eleştirilerimizi kolayca bulursunuz.
    Kemalizm ne idüğü belirsiz bir şeydir… Kemalizm Modernizmin en “naif” halidir.
    Ama kendimi tanımlamak istersem Laik ve Bilimsel ve Diyalektik-Materyalist Tinsel olmayan bir insan-toplum hayatının vahşet ve mutsuzluktan başka bir şey üretmeyeceğine inanırım… Bilinen Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman’lar aynı mahallenin çocuklarıdır; dünyaya ve kendilerine yaptıkları da ortadadır! Ders almaya çalışıyorum…
    1400 yıl… Yeter! Olmadıysa, olmayacaktır! Israra gerek yok!

    İnançlar kolay değişmez; ben bu inancımı 40 yılda yaptım! En doğru bu, demiyorum.
    Ben bu kadarına varabildim….

  8. O. Gürsel

    eklemeliyim…
    “.o zamanlar sosyalizm,anarşizm vardı da peygamberler kapitalizmi mi seçti…”

    Bu korkunç bir düşünce şekli, dinden çıkacak olanın sorabileceği bir soru tarzıdır…

    Ebedi iyilik halinin, ebedi “mutlu” bir toplumsal hayatın “din-Allah” tarafından bilinemez olduğunun dolaylı kabulüdür!

    Köleci toplum tarihiyle sınırlanmış insanlardan ben zaten bunu beklemem; ama “inanç” sahibi beklemek zorundadır!
    Bu “ebedi doğru’yu” beklemiyorsanız inancınız kuşkuludur!

  9. Anonim

    Tanrı ile kul arasına girilmez, kişi yapıp ettiğinden kendi soydaşlarına değil yalnızca tanrıya karşı sorumludur. Oysa bilgisiz dinci başka türlü düşünür, tanrının yapacağını kendisi yapmaya kalkışır, kendini tanrının yerine koyar, Tanrı adına kendiliğinden yargılar vermeye, yargılamaya girişir, işte kişiyi tanrıdan uzaklaştıran, onu tanrıtanımaz duruma getiren olaylardan biri de budur. İslam dinine göre, Peygamber bir insandır, ölümlüdür, tanrının elçisidir. Üstün niteliklerle donatılmıştır, tanrısal bir özelliği yoktur. Oysa kimi çevrelerde Peygamber’in, ondan sonra gelen ilk dört halifenin yasakladıkları, bugün, islam dininin temelinde varmış gibi gösterilip uygulanmaktadır. Sözgelişi, sakal, hırka, ayak izi bg. nesnelerin kutsallığı kesinlikle sözkonusu değildir, dahası bunlar birer “put” niteliğindedir. Camilerde dilenmek, çalışmadan geçinmek, gelir karşılığı Kur’an okumak, Kur’anı bir kazanç, bir geçimlik aracı durumuna getirmek yasaktır, dinle bağdaştırılamaz. Yine İslam dinine göre çalışmak bir tapım niteliğindedir, kişi kendi emeğiyle geçinme gereğindedir, başkasının emeğini sömürmek, aşırı kazanç edinmek suçtur. Oysa, toplum kurumlarının bir bölümünü ele geçiren kimi inanç kuruluşlarının böyle yasaklara aldırmadıkları, dini bir örtü gibi gördükleri anlaşılıyor. Öte yandan, düşünme özgürlüğüne en çok karşı çıkanların da bunlar oldukları görülüyor. Benimsenen bir inanç yaşama uygulanırsa, içeriği yerine getirilirse aktöre bakımından değer taşır.

    İçinde yaşadığımız toplum düzeni, çağımızın benimsediği uygarlık ilkelerine karşıt bir yapıdadır, bu yapı belli yetki odaklarının uygulamaları sonucu biçimlenmiş, dine bağlı görünmekle birlikte dinle ilgisi olmayan bir boyaya bürünmüştür. Daha açığını söylemek gerekirse Osmanlıya duyulan özlemin giderilmesine yönelik bir çizgi üzerindedir. Osmanlı toplumunda, Selçuklulardan bu yana sekizyüz yıllık bir öğretim kurumu varlığını sürdürmüştür. “Medrese” denen bu kurumda ulûm-i diniye (din bilimleri] adı altında fıkıh, tefsir, kelâm, hadis okutulmuştur. Aristoteles mantığının ufak bir yorumu olan İsagoci ise mantığın temel ilkelerini içeren bir bilim sayılıyordu, işte bu öğrencilerle geçen sekizyüz yıllık sürede, Osmanlı yönetimi bilim, felsefe alanında geliştirici, yaratıcı bir atılım gösterememiş, içekapalı bir yaşama düzeninde varlığını sürdürmeye çalışırken tükenmiştir. 19. yüzyıldan sonra “edebiyat” adıyla sürdürülen öğrenciler de divan yazınını içeren bir yapıdaydı, çağdaş uygarlığa ayak uydurabilecek bir ozan, bir yazar yetiştirme olanağı bulunamamıştı. Özellikle halk yazını alay konusuydu. Sünbülzade Vehbi (öl.1809) ünlü “Sühan kasidesi”nde halk şiiriyle, Türk diliyle alay etmekten geri kalmıyor, bütün düşünce kurumlarını “Osmanlı” diye adlandırıyordu.

    Fârisi vü Arabiden iki şehbâl gerek

    Tâ ki pervâz-i bülend eyleye anka-yi sühan

    “Söz ankasının yükseklere uçup çıkabilmesi için

    Farsça ve Arapça’dan iki kanat takınması gerekir”

    diyordu, Türk dilinin yüksek şiir üretmeye elverişli olamayacağını vurguluyordu. Nabi (öl.1712) ise oğluna öğüt vermek amacıyla yazdığı yapıtında

    İ’tibar eyleme hiç hendeseye

    Düşme ol dâire-i vesveseye

    “Geometriye değer vererek

    Kuruntu içine düşme sakın”

    diyerek en kesin bilime bile karşı çıkıyordu. Oğluna okuması için Muhyiddin Arabi’nin (öl.1240 dolayları) Fusus adlı yapıtını öneriyordu. Oysa, bir din bilgini sayılan Nabi’nin Muhyiddin Arabi’nin şeriata karşı çıktığını, kendisine bu tutumu nedeniyle “şeyh-i ekfer/en sapkın şeyh” dendiğini bilmediği söylenemez. Muhyiddin Arabi, kendi adına oranla kurulan, Ekberiye tarikatı’nın öncüsüdür, bu nedenle tarikatçılar ona “en büyük şeyh” anlamında “şeyh-i ekber” derler. Şeriatın yerdiğini tasavvuf övmekten kaçınmamıştır. İbrahim Hakkı (öl. 1780) ise “Marifetname” adlı yapıtında kadınların ıralarını özelliklerini kıl örtüsüne göre açıklamaya koyulur, dölyataklarına göre hangi kadınla, ne yolla sevişebileceğini şiir diliyle anlatır durur. Mevlânâ’nın ünlü “Mesnevi”si gibi İbrahim Hakkı’nın adı geçen yapıtının kimi bölümlerini de utanmadan okuma olanağı yoktur. Oysa bu yapıt da, kimi aydınlarımızca övülüp göklere çıkarılmıştır.

    Osmanlı aydını, onun izini süren günümüzün eskiye özlem duyan kara aydını, bu yapıtları okumamıştır, öğrenmemiştir, buna karşın onlar büyük bir değer vermekten kendini alamaz, onların yaşadığı geçmişle övünmeyi büyük bir beceri sayar, önerir. Geçmişi, bir bütün olarak yaşatmayı erdem sayanların önce onu bütünüyle öğrenmeleri, anlamaları gerekir. Bilinmeyen, anlaşılmayan bir geçmişi övmek, yaşatmaya çalışmak aydın kişinin işi değildir. Aydın kişi savunduğunu bilendir, bilmediğini öven değil. Aradan sekizyüz yıl geçmesine karşın, geçmişimizi dizgeli bir tutumla inceleyen, açıklamaya çalışan olmamıştır, elimizde öyle bir yapıt yoktur. Divan yazınımızı bile yabancı uzmanların yapıtlarından öğrenmeye uğraşan aydınlarımızın sayısı az değildir. Sözgelişi Şeyh Bedreddin (öl. 1418 dolayları) yerilir, kadın ortaklığının Anadolu’da öncüsü sayılarak kötülenir. Oysa onun yapıtlarında böyle bir olay yoktur, hepsi de islam bilimleriyle (hadis, fıkıh, tefsir bg.) ilgilidir, tasavvuf konularını içeren çalışmaları da vardır. Onu yerenlerin yapıtlarını okumadıkları, başkalarının ağzıyla konuştukları anlaşılıyor. Oysa Şeyh Bedreddin’in yapıtlarında utanç verici, yüz kızartıcı en ufak bir bölüm yoktur, vardır diyenler göstersinler, örnekler versinler de görelim, öğrenelim.

    Şeyh Bedreddin’i yerenlere İran’ın ünlü ozanı Molla Cami’nin (öl.1492) İstanbul Üniversitesi Kütüphanesindeki yazmalar arasında bulunan Havâi Divânı’nını okumalarını öneririz. Onunla doyuma varamazlarsa divan yazınında geniş bir yer tutan “Şehrengiz” adlı yapıtları, bir de Nef’i’nin “Siham-ı Kaza”sını incelesinler. Bunları eskiyi kötülemek için söylemiyorum; bilinmeyen, öğrenilmeyen bir geçmişin savunulmasında görülen tutarsızlığı, boşluğu vurgulamak istiyorum. Bu tür tutuculukların, bilmeden geçmişi savunmaların, yüceltmelerin yeni olduğu sanılmasın. Arap dilinin, şiirinin en büyük ozanlarından biri sayılan Maarri (öl. 1057) bile çağının din anlayışından, gericiliğinden yakınıyordu:

    Hafeti’l-Hanefiyye ve’n-Nasara ma’htedet

    Ve Yehud haret ve’l-mecûs mu’dalleleh

    İsnani ehu’l-arz zû aklin bilâ

    Din ve aher deyyin la akleleh

    “Müslüman tökezledi, Hristiyan mutsuz

    Yahudi şaşakalmış, Mecûsî sapkın

    İki tür insan kalmış demek ki bu dünyada

    Biri akıllı dinsiz, öteki dinli çılgın..”

    Bu dizeler, bizim yazınımızı ilgilendirmez, besbelli bu, ancak onlardan öğrenilecek konular vardır; Demek, daha onbirinci yüzyılda bile islam ülkelerinde, özellikle de Arabistan’da inanç bunalımları doruğa ulaşmıştı. Bir ozanın bunları söyleyebilmesi için onda epey olumsuz birikimin bulunması gerekir.

    http://www.solkitap.net/siir-g-h-i-j-k-l/295-ismet-zeki-eyuboglu-turk-siirinde-tanriya-kafa-tutanlar.html

  10. O. Gürsel

    Din bir gelenektir aynı zamanda. Kuşkusuz her din içinde ağırlıklı olarak “yüksek ahlak, erdem, bilgelik, merhamet, şefkat, güzellikler” vardır… Ancak bu güzellikleri üretecek olan insan aklı değil gündelik hayattır! Bu hayat içinden doğar; insanlara “iyi” olun demekle iyi yapamazsınız; “iyi” olabilecekleri koşulları da gözden kaçıramazsınız; nitekim çok din toprağın, hatta diğer insanların, kadınların mülkiyet altına alınmasını savundu… Kötülüğün kaynağını göremediler ve bu koşullarda da “söylenilen-yazılanlar” hep havada kaldı. 3-4 bin yılda gelinen yer bunu kanıtlar;
    Dinlerin yazdıklarını % 90’ı iyidir ama kalan % 10 o iyiliği yok edecek dünyayı savunur; sorun da burada…

  11. Anonim

    Politikam bilimseldir bilimim politik (“Karaburun Bilim Kongresi” ve “Marksizm’in ve Sosyalizmin Sorunları Sempozyumu” üzerine çeşitlemeler – 2)

    Ahlakım Politiktir, Politikam Ahlaki”

    Leon Troçki

    “Ahlaki ilkelerimizin kaynağı proletaryanın sınıf mücadelesi gerçekleri ve ihtiyaçlarıdır.” Lenin

    Bilim ve politikanın ayrı şeyler olduğu bugün adeta bir “Lapalis hakikati” gibi görülen yaygın ve egemen bir görüştür.

    Bizim iddiamız ya da tezimiz veya temel önermemiz ise, bizzat bu ayrılığın kendisinin bilim dışı ve politik olduğu; yani bir ideoloji daha da doğrusu bir dinin temeli olduğudur.

    Çünkü her şeyden önce bu kavrayıştaki bilim (ve politika) kavramlarının kendisi bilim dışıdır.

    Bizlerin bugünkü bilim kavramı Aydınlanma ile oluşmuş ve kafalara yerleşmiştir. Örneğin bu kavrayışa göre, bir inanç (din) vardır, bir de bilim; bunlar zıtlık içinde ve birbirine karşı olarak koyulur.

    Ancak, soru şudur: biz gerek bilimi gerek dini böyle tanımladığımızda onları hangi kategorilerden şeyler olarak tanımlamış oluruz?

    Hemen cevap verelim. Dini ve bilimi böyle tanımladığımızda onları epistemolojik (bilgi teorisine ilişkin) olarak kategorize etmiş oluruz.

    Ama bilim de din de toplumsal bir olgudur, epistemolojik değil. O halde sosyolojik kategori ve kavramlarla tanımlanmaları gerekir.

    Bilimi ve dini epistemolojik olarak kategorize etmenin veya öyle tanımlamanın kendisi nedir? Yani sosyolojik olarak böyle sosolojik bir olguyu epistemolojikolarak kategorize etmenin anlamı nedir?

    Buna bizim cevabımız, bunları bizzat epistemolojik kategoriler olarak kategorize etmenin kendisi bir politika, bir ideoloji daha da doğrusu bir dindir.

    Yukarıdaki soru şöyle de sorulabilir: Bilim ve din, epistemolojik değil, sosyolojik olgular, toplumsal olgular olduklarına göre, sosyolojik olarak bunlar nasıl tanımlanabilir?

    İşte bütün can alıcı nokta buradadır.

    Bugünkü bütün yaygın ve genel kabul görmüş; öyle olduklarından hiç kuşkulanılmayan, din, bilim, ahlak, politika, felsefe vs. kavramları için bu soru sorulduğunda, örneğin “politikayı bilimden (ya da dinden) ayrı bir şey olarak tanımlamanın kendisi nedir”; “neden böyle bir ayrım vardır”; “bu ayrımın karakteri nedir” gibi soruları sorulduğunda ve cevapları arandığında, bizzat bu ayrımın ve kategorileştirmelerin kendisinin modern toplumun dini, toplumsal örgütlenmesi; üstyapısı olduğu ortaya çıkar.

    Bizim son yıllardaki bütün yazı ve çalışmalarımızın özü bu ayrımın kendisinin bizzat bir din olduğunu göstermekte toplanmaktadır.

    Yani bu toplumun dininin sırrı, bu dinin din olduğunun görülememesinin sırrı, bu dinin din tanımındadır; ya da kendisinin din olmadığı (bir ilim, rejim vs.) olduğu iddiasının bizzat sosyolojik olarak bir din olması noktasında toplanır.

    Bugünkü bütün bilim ve toplum, bir kuyunun içinde olup, kuyuya düşmemek için hep önüne bakan dolayısıyla kuyuda olduğunu anlayamayan bir insanın durumundadır.

    Bu dışına çıkılmaz çemberin dışına çıkmak için de sosyolojik olarak dinin ne olduğunu sormak gerekir.

    Sosyolojik olarak Din nedir?

    Sosyolojik olarak, dinin kişisel bir sorun (burada da başka anlamda inanç denmiş olur) olduğunu söylediğinizde; bir ideoloji olduğunu söylediğinizde, dinin sosyolojik bir tanımını yapmış olmazsınız. Onu hukuki bir olgu olarak kategorize etmiş olursunuz ve ancak, politik alana bulaşmayan şeyler din olabilir gibi normatif bir tanım yapmış olurusunuz.

    Sosyolojik olarak dini bir ideoloji veya bir parti olarak tanımlıyorsanız, ideolojiler ve partiler ancak sınıflı toplumlarda olabileceğinden, sınıfsız toplumlarda dinin varlığını açıklayamazsınız?

    Demek ki bu tanım da yetersizdir.

    Dinin sosyolojik olarak ne olduğunu toplumsal yapıdaki yerinden hareketle ve toplumun yapısına ilişkin kavramlarla bir iç tutarlılık içinde anlaşılabilir ve ayrıca din tanımı tarihteki, bugünkü ve gelecekteki tüm toplumlar için geçerli olmalıdır.

    Dinin ne olduğu üzerine araştırma yapıldığında da aslında dinin üstyapı denen analitik kavramın karşıladığı şeyin ta kendisi olduğu görülür. Yani ahlak, bilim, bilim tanımı, felsefe, felsefe tanımı, hukuk, sanat, ahlak, eğitim hatta bizzat din tanımı vs. her şey dinseldir.

    O zaman bu genellemeden hareketle şu soru otomatikman gündeme gelir: eğer din üstyapının kendisi ise ve üstyapı olmadan toplum olamayacağına bu analitik bir kavram olduğuna göre bu toplumun üstyapısı yani dini nedir veya nasıl tanımlanabilir?

    İşte ayt üst edici keşif tam da bu notadadır. Burada dini epistemolojik veya hukuki olarak kategorize etmenin kendisinin aslında tamı tamına bir din olduğu görülür.

    O zaman aslında tam da bu ayrıma ya da kavrayışa dayanan ve bu ayrımı ya da kavrayışı yeniden üreten her şeyin, en din dışı gibi görülen rock konserinin de dinsel; yani bu ayrıma dayanan bir dünyaya ait olduğu ve bu ayrımı bile yeniden ürettiği görülür; çünkü din dışı tanımının kendisi dinseldir; modern toplumun dininin bir kavramıdır. “Din dışı” sosyolojik olarak ancak “üstyapı dışı”, yani altyapıya ait anlamına gelebilir.

    İşte ancak böyle bir bakış içinde, bilimin politik, politik olanın da bilimsel olduğu anlaşılabilir.

    Biz bu toplumun din, bilim vs. tanım ve ayrımlarının dinsel olduğunu söylediğimiz; bizzat bu ayrımların kendisinin modern toplumun dini olduğunu söylediğimiz an, aslında dinin sosyolojik bir tanımını yapmış oluruz.

    Ama bu da aynı zamanda başka bir din tanımıdır ve başka bir dindir. Bu dinin özelliği bizzat dinin sosyolojik ya da bilimsel tanımına dayanmasıdır. Yani dinin sosyolojik bir tanımını yapmak ve bu ayrımların kendisinin bu toplumun dini olduğunu söylemek aslında bugünkü toplumun dininin karşısında yeni bir dinin vaazıdır. Ama bu dinin kendisi bilimseldir, çünkü dinin bilimsel bir kavrayışına dayanmaktadır.

    Yani bu din, aynı zamanda tarihin ve toplumun yasalarına dayanmakta onları ifade etmektedir.

    Bu noktada, bugünkü dinin bilim din ayrılığının yerini; bilimin din olması ya da dinin bilim olması, bugünkü dinin iddia ettiği bu ayrılık ve zıtlığın aşılması gerekliliği alır. Böylece bilim ve din ayrılıkları ortadan kalkar. Toplum kendi üstyapısını (dinini) bizzat toplumun analizine dayanarak; tarihsel sürecin ve ekonomik altyapıya uygunluğu ile bilinçli olarak yeniden kurmaya başlar.

    Bu hem bir devrimdir hem de devrimlerin sonu demektir. Din bilim olduğu an, yani toplumun üstyapısı, altyapının gereklerine uygun olarak bilinçli bir şekilde tanımlanıp şekillendirildiğinde, kırılmalar ya da kabuk değiştirmeler gibi devrimler; altyapıya uygun yeni üstyapıların büyük yıkılışlarla eskinin yerini alması gereği ve olanağı ortadan kalkar.

    Toplum artık, dış iskeletten (kabuklular vs.) iç iskelete geçmiş; her aşamada kabuğunu veya dış iskeletini yeri baştan kırıp o günkü durumuna uygun yeni bir kabuk oluşturma zorunluluğundan kurtulmuş olur.

    Toplumsal üstyapı (din) değişikliklerinin, tıpkı bir omurgalının yaşamında bir aşamadan diğer aşamaya, büyük kırılmalara ve kabuk değişimlerine yol açmadan, örneğin basit ergenlik gerilimleriyle, gerçekleşmesi mümkün olur.

    *

    İşte bu arka plan ışığında Karaburun Bilim Kongresi ile Marksizm’in ve Sosyalizmin Sorunları Sempozyumu’nun zıtlıkları anlaşılabilir.

    Karaburun Bilim Kongresi, bizzat kendisi bilim ve politika ayrılığını gidermek gibi bir iddiada olasına rağmen, bu ayrımı veri kabul ederek ve onu yeniden üreterek var olan sistemin en büyük koruyucusu ve destekçisi olmaktadır. (Bu özelliği ile kendi iddialarının aksine, doğuşundan anti Marksist’tir.)

    Ama Marksizmin ve Sosyalizmin Sorunları Sempozyumu ise bizzat bu ayrımın kendisinin ve anlamının sorgulanacağı yerdir.

    *

    Geçen yıl biz bu ayrımı bizzat gidip Karaburun’da eleştirmek ve tartışmak istediğimizde buna müsaade edilmedi; önerimiz reddedildi.

    Biz ise, hodri meydan diyoruz. Gelin ve dayandığınız bilim ve politika anlayışlarınızı savunun. Anlayışınızın Marksizm’in ve/veya sosyalizmin bir sorunu olmadığını gösterin.

    Aşağıda geçen yıl Karaburun Bilim Kongresi’ne tam da bu konuda yaptığımız ve reddedilen müracaatımızı, ki bu görüşlerin kısa başlaklarıydı, aktarıyoruz.

    Sunmak istediğimiz bildirinin başlığı: “Bilim ve Politika Ayrılığı ve Birliği Üzerine” idi.

    Bu konudaki bildiri sunma önerimiz reddedildi.

    (Ama buna karşılık sunulan konularla ilgisiz nice öneri kabul edildi ve programa alındı.)

    Bir kurulun kendi dayandığı varsayımları tartışmak isteyen bir bildiriyi reddetmesi, sadece örgütleyicilerin kendileri hakkındaki iddialarla gerçek arasındaki makası göstermez; ama aynı zamanda kendine güvensizliği gösterir.

    Burjuva hukukunda bile yargıçlar taraf oldukları davalara bakmazlar.

    Karaburun bilim Kongresinde ise, taraf olanlar aynı zamanda yargıçlık yapıyorlardı.

    Aşağıya o zamanki reddedilen müracaat metnini aynen aktarıyoruz.

    Demir Küçükaydın

    30 Ağustos 2014 Cumartesi

    http://blog.radikal.com.tr/politika/politikam-bilimseldir-bilimim-politik-karaburun-bilim-kongresi-ve-marksizmin-ve-sosyalizmin-sorunlari-sempozyumu-uzerine-cesitlemeler–2-70949

  12. Anonim


    Devlet çerçevesi içinde Sünni-Şii bölünüşü İslamlığın tarihinde ortaçağdan çıkış sonucunda oldu. Gerçi Şiilik bu dönemden çok önce, Peygamber’in ölümü üzerine Müslümanların yeni toplumunun önderliği sorunu dolayısıyla çıkmıştı. Dinlerde inanç çerçevesi içindeki bölünmelerden doğan ayrılık konusunda da Hıristiyanlık ile İslamlık arasında temelli bir fark vardır. Hıristiyanlıkta “heresi” sözcüğü ile bilinen şey İslamlıkta yoktur. Bu sözcük eski Grekçedeki “hairesis” sözcüğünden gelme; eski anlamı tıpkı Arapça “şi’a” sözcüğü gibi sadece “seçmek, ayrılmak”. Fakat, Hıristiyanlıkta inanç ilkeleri koyan bir din örgütü (Kilise) olunca ve bu din devletçe zorunlu bir inanç doktrini olunca sözcüğün eski anlamı değişir. Heretik, resmi doğmadan ayrılan kişi demek olur. Kilise’nin devlete üstün geldiği hallerde böyle olmanın korkunç cezaları var.
    İslamlıkta Kilise olmayınca neyin heresi, kimin heretik olduğunu belirlemek dinsel değil, siyasal bir sorun olur. Gerçi, İslamlıkta da temel inanç ilkelerine aykırı görüşler görülmüştür. Ancak, bunları heresi sayacak makam olmadığından ister Sünni, ister Şii olsun dine aykırı bulunan görüşler ilahiyat dincilerince sadece “dinsizlik” sayılmıştır. Dinsizlik sayılan görüşler ise inanca değil, gözleme ve akla dayanan bilim ve felsefeden gelmedir. Bu alanlarda Tanrının dünya ve insan ile olan ilişkisi üzerinde, ilahiyatçıların anladığı Tanrının niteliği, insan kişisinin irade özgürlüğü olup olmadığı, Dünyanın başı ve sonu gibi sorunlardaki görüşlere aykırı olan görüşler bulunur. Bu görüşlere ve onlara uyan akımlara karşı olan şeriatçı ilahiyatçılar bu tür fikirlerin devlet için tehlike olduğuna devleti inandırdıkları zaman cezalandırma yoluna gidebilirdi. (Bizde bilinen en ünlü olay, Bedrettin olayıdır. Onun panteizm metafiziği, şeriatçı ilahiyatçıların yukarda saydığım konulardaki inançlarına tümüyle aykırıydı.)
    Bizim konumuz açısından önemli olan yan, heresi ya da inanç ilkelerine karşıtlık (dinsizlik) sorunu değil, devlet ve din anlayışındaki Sünni ile Şii arası ayrılığıdır. Bu ayrılık sorununu, temeldeki devlet görüşünden soyutlayarak anlama olanağı yoktur. Ayrılık, iman sorunu üzerine değil, devlet (siyasal meşruluk) sorunu üzerinedir. Örneğin, Ayetullah Humeyni’nin inanç konusunda en koyu Sünni ilahiyatçılardan ayrılan bir yanı yoktur. Demek ki, İslamlıkta bu iki bölüm arasındaki ayrılık, Hıristiyanlıktaki dogma ve Kilise ayrılıkları düzeyinde değil, laiklik konusu açısından çok daha direkt bir önemi olan devlet görüşü düzeyindedir. İşte, buradadır ki, İslam modern çağda kendi iç inanç sorunlarıyla olmaktan ziyade, modern çağın dış etkileriyle karşılaşmanın getirdiği sorunlarla uğraşmak zorunda kalıyor.
    İki bölüm arasıdaki temel fark en kısa yoldan şöyle tanımlanabilir: Sünni görüşte devletin varlığı olduğu gibi benimsenir. Onun “meşru” (“şer’e uygun”) olup olmadığı sorunu bir din sorunu sayılmaz. Şia’da ise bunun tersi doğrudur. Hiçbir devlet “meşru” bir güç olamaz; başındakine sultan, halife, padişah ya da şah, ne denirse densin, meşru olan ancak İmamlıktır. Hak (doğru, meşru) olan İmam ise gaiptir. Ali’den ve onun Yezit’ler elinde şehit edilen oğlu Hüseyin’den sonra “on iki imam” gelmiş; meşru olan imam zinciri orada kopmuş. O günden bugüne meşru imamlık bu dünyadan kalkmış; bir gün Mehdi ve Hadi olarak gelecek; bozulan dünyaya düzen ve eşitlik verecek, “kıyamet günü”ne değin.
    Bu, Sünni ulemasının benimseyebileceği bir doktrin değildi. Ne var ki, dinlerin bu tür doktrinlerini pek de ciddiye almaya gelmez. Örneğin, Şiiliğin bu Mehdi inancı Sünni Müslümanlar arasına da girdiği gibi, Şii ulema XVI. yüzyıldan beri ne devletsiz, ne de şahsız yaşayabilmiştir. Az sonra değineceğim gibi, üstelik, birkaç kez kendileri şahsız rejim olamayacağını, içine düştükleri çelişki yüzünden, savunmuşlardır.

    Din, toplumu ne denli çok etkiler ya da örgütsüz halkı ne denli yanına alırsa, Şahlık da o ölçüde toplumdan uzaklaşır ve kopar. Tutunabilmesi ancak Doğu despotluğu türüne yakın bir baskı yönetimi geliştirmekle olur. Her seferinde Şahlık, sadece Ulemanın gücü yüzünden değil, kendi yarattığı toplumdan kopmuş para, mevki ve silah tutucuların efendilerini bırakıp kaçmaları ile çökmüştür. İlerici Türk aydınlarının bile Pehlevi şahını devirenin Ayetullah Humeyni olduğunu sanarak: “Demek ki, dinin de devrim gücü olabilirmiş,” gibi bir düşünceye kapılmaları bunu ürünüdür.

    DİNLER DEVRİMCİ OLABİLİR Mİ
    (Sesimiz, Sayı 123, Ekim 1979)
    (Niyazi Berkes)

  13. Anonim

    Kader ve özgür irade
    Serdar Kaya

    Yaygın seküler perspektifler, bugüne dek kader kavramını dışlama (ve hatta küçümseme) eğiliminde oldu. Seküler anlayış, tevekkül ve kader eksenli tavırların karşısına, özgür irade, bireysel tercih, seçme hürriyeti gibi modern kavramlarla çıktı. Bu yaklaşıma göre, insanlar, yaptıkları tercihler ile kendi kaderlerini yine kendileri belirliyorlardı. Yani, doğaüstü bir gücün her insan için önceden bir yol çizmiş olması sözkonusu değildi.

    Bu iki perspektif arasında temel bir karşıtlık olduğu, (tartışmanın tarafları dâhil) herkesçe genel kabul gördü. Ne var ki, ilk bakışta gayet açık ve doğal görünen bu karşıtlık, aslında çok da sağlam bir zemine oturmuyordu. Zira, sadece kader değil, özgür irade eksenli kavramlar da belli bir sübjektivitenin ürünüydü. Yani, aslında, kader ya da özgür irade dediğimizde, evrensel olmayan ve sadece belli bir sübjektif çerçevenin içinde anlam kazanan kavramlardan söz ediyorduk. Fakat, ilgili çerçevelerin dışına çıkamıyor olmak, özgür irade kavramının yapaylığını ve içerdiği sorunları görmemizi engelliyordu.

    Seküler kader

    Nörolog Sam Harris, 2012 yılında yayımlanan Özgür İrade (Free Will) adlı kitabında bu konuya seküler perspektiften bir eleştiri getirdi. Batı medeniyetinin özgürlük ve tercih gibi kavramları yücelttiğini ve sosyal sistemini bu temel üzerine inşa ettiğini ifade eden Harris’e göre, bu gibi kavramlar büyük ölçüde bir illüzyondan ibaret.

    Harris, bu argümanını, bireysel addettiğimiz her şeyin aslında irademizin dışında oluşmasıyla açıklıyor. Şöyle ki, genler, aile, çevre, cinsiyet, doğum yeri ve eğitim gibi insanı şekillendiren birincil faktörler, kişinin dahli dışında oluşuyor. Dahası, (biraz dikkatli düşünülecek olursa) aynı durum, birincil olmayan faktörler için de geçerli. O hâlde geriye ne kalıyor?

    20. yüzyılda İstanbul’da orta gelirli bir ailede doğan, MEB tarafından eğitilen, gırtlak kanserine öneğilimli, asabi karakterli, 115 IQ’lu ve 34 yaşına geldiğinde taammüden cinayet işleyen bir insanı düşünelim. Bu kişinin, bütün bunlardaki sorumluluğu (şayet varsa bile) zannedilenden çok daha az. Bu nedenle de, bu insana işlediği cinayet nedeniyle öfke duyanlar, onun genleriyle doğmaları ve aynı çevrede aynı tecrübelerle şekillenmeleri durumunda, günü geldiğinde aynı yerde aynı cinayeti işlemekten başka çareleri olmadığının pek farkında değiller. Zira, ilgili kişiyi 34 yaşında vardığı o noktaya getiren kendi kontrolündeki bir sebep gösterebilmek pek mümkün değil.

    Harris, bu noktada, dahlimiz dışında oluşan şeylerin nasıl bizim tercihimiz olabileceği gibi önemli bir soru soruyor. Bu konuda verdiği örnek ise, son derece çarpıcı: Masum bir insanı korkunç bir şekilde öldüren bir cani, herkesin tepkisini çekiyor. Ancak, bu kişinin beyninde bir ur bulunduğunu, bu korkunç eylemine bu urun neden olduğunu öğrenmemiz durumunda, ona yönelik bakışımız derhal değişiyor. Onu artık bir suçlu değil bir kurban olarak görmeye başlıyoruz. Böyle bir kişi hakkındaki yargı kararı da farklı oluyor.

    Beyin uru (sebep) ve cinayet (sonuç) nispeten nadir gözlenen gerçeklikler. Ancak, günlük hayatta sergilediğimiz daha küçük çaptaki olumlu olumsuz davranışlar (sonuç) da yine beyin kimyamızdaki küçük değişimlerle (sebep) şekilleniyor. Bizler ise bu süreçlerin farkında dahi değiliz. Buna rağmen, bireysel tercihlere büyük önem atfediyoruz. Bir yandan, doğuştan gelen (ırk gibi) niteliklerinden ötürü insanlara sevgi ya da nefret duymayı eleştirsek de, diğer yandan, yine genlerle şekillenen (çalışkanlık ya da tembellik gibi) “tercih”leri övüyor ya da yeriyoruz. Daha farklısı nasıl olur pek bilmiyoruz. Çünkü, bunları (henüz) düşünmedik.

    Örneğin, başka insanlara zarar veren birini hapsetmemizin nedeni onu cezalandırmak mı, yoksa toplumdan tecrit ederek başkalarına yeni zararlar vermesinin önüne geçmek mi? Hapis cezalarının suçlara bağlı olarak farklı sürelerde belirlenmesine bakılırsa, herhâlde birincisi. O hâlde, hukuk sistemimiz özgür irade ve ceza eksenli. Peki ya eğitim sistemimiz? Diğer kurumlarımız? İnançlarımız? Değer yargılarımız?

    Bazı sorular

    İnsanların tercihleri kendilerinin tamamen dışındaki faktörlerle şekilleniyorsa, ilahi imtihan tam olarak neyi sınıyor? İnsana şehvet hissi verdikten sonra onu şehvetle sınamakla, beynine ur yerleştirip cinayetle sınamak arasındaki fark nedir? Bu, kişinin kendi içinde başlayıp biten bir sınav olabilir mi?

    http://www.taraf.com.tr/yazilar/serdar-kaya/kader-ve-ozgur-irade/25788/

  14. Anonim

    Sokrates İle Nagihan…

    Uzun süren bir tartışmadan sonra Tanrılar kendi türleri başta olmak üzere, bütün türlerin kıskandığı bir varlık yarattılar. Adını da ?üretici?, ?doğurgan?, ?yaratıcı? ve ?ansızın, birden bire ortaya çıkan? anlamına gelen NAGİHAN ismiyle de taçlandırdılar.

    Tanrılar yaratıkları bu varlığın ?kadınlık? özelliğini daha iyi görebilmek için önce Filozoflara misafir ettirdiler. Bu Charmant Nagihan yeryüzüne geldiğinde ilk olarak Sokrates?e misafir oldu. Ansızın kapısı çalınan Sokrates kapıyı açtığında, gördüğü bu muhteşem varlık karşısında şaşa kaldı. Bir anlık duraksamadan sonra Nagihan içeriye buyur edilir. Nagihanın içeriye girmesiyle birlikte onunla beraber doğanın en güzel kokuları da içeriye girer. Kısa bir süre bu baş döndürücü kokuların etkisinde kalan Sokrates, kendini hemen toparlayarak misafirine ?sanırım yanlış kapı çaldınız? der.

    Nagihan: Sanmıyorum. Siz, Sokrates değil misiniz?

    Sokrates: Sayılırım.

    Nagihan: O zaman doğru yere gelmişim demektir. Hakkınızda çok şey duydum, ama sizi umduğum gibi bulamadım.

    Sokrates: Ne bekliyordunuz ki, ne umuyordunuz ki?

    Nagihan: Sizi, bu kadar çirkin biri olarak beklemiyordum.

    Sokrates: Çirkinlik nedir?

    Nagihan: Belirli fiziksel normlara sahip olmak. Mesela; uzun boylu, düzgün figürlü ve her şeyden evvel de bir kadın için çekici olmak.

    Sokrates: Bu sizin görmek ve kafanızda kendi kendinize yarattığınız bir düşünce tasarımıdır. Bence insan bir yönüyle değil, bütün yönleriyle ele alınmak zorundadır. Dış görünüş, iç görünüş, ruh yapısı ve düşünce yapısı. İnsanı tek taraflı ele almak büyük bir zihinsel zaaflıktır.

    Nagihan: Beni ilgilendiren insanın dış görünüşüdür. Ben tanrı değilim ki insanın ruhunu göreyim.

    Sokrates: Seni başlangıçta tanrıça sanmıştım, ama olmadığın besbelli. Bak; Tanrı insana akıl verdi ki, insan onunla hem kendini, hem de başkasını ve içinde bulunduğu/yaşadığı toplumu, evreni ve yasalarını kavrayabilsin. Bunları kavramak için tanrı olmaya gerek yoktur. Düşünmek yeterlidir.

    Nagihan: Aklım da duygularım da vardır. Ama duygularım beni daha çok yönlendirirler, çünkü yaratılışım öyledir. Hem fazla akılı olmaya da ihtiyaç yoktur, varlığım sence yeterli değil midir Sokrates?

    Sokrates: Varlığın? Varlığın olup olmaması fazla önemli değildir. Asıl önemli olan bu varlığın görevi nedir ve ne işe yaradığı daha büyük bir önem teşkil etmektedir bana göre?

    Nagihan: Güzelim, üretkenim, doğuranım ve yaratanım. Daha ne istiyorsun, yetmez mi bunlar Sokrates?

    Sokrates: Güzellik; iki türlüdür: Biri yüzeysel olup aldatıcıdır, diğeri ise ruhsal olup ebedidir. Sendeki güzellik, güzellikleri aldatan, engelleyen ve insanı aptallaştıran bir güzelliktir. Sen bu güzelliğinle ne olanı, ne de olmayanı kavrayabilirsin, aksine kavranmak istenilen nesnelere de gölge olup onları yanlış bir yöne kanalize edersin. Bunun adı da güzellik değil, rezilliktir. Yani; senin güzelliğin zayıf olan bir güzelliktir. Zayıf olan bir güzellik te hep iktidar peşinde koşan, amacına ulaşmak için de herkesi kullanan ve kendini de bu uğurda kullandırandır. Her şey güç ve güç elde etmek içindir. Bu anlamda hem despottur, hem de kötüdür. Anladığım kadarıyla sen her şeyi onun merkezine koyuyorsun ve bu çok tehlikeli bir şeydir sevgili Nagihan.

    Nagihan: Peki, ya doğurganlık? Bu üretimin ve güzelliklerin en güzeli değil midir?

    Sokrates: Doğurmak için önce hamile kalmak lazım. İki türlü doğum vardır: Birincisi bedensel doğum, ikincisi ise zihinsel doğumdur. Ben, zihinsel doğum yaparım, sen ise bedensel doğum yapma özelliğine sahipsin. Yalnız, ben doğumu tek başıma yaparken, sen başkasına ihtiyaç duyarsın. Aramızdaki temel fark burada yatmaktadır.

    Nagihan: Tohum başka yerden gelebilir, ama tarla benim.

    Sokrates: Yani başkasına ihtiyaç duyuyorsun, değil mi?

    Nagihan: Belirli bir süre evet, ama geliştirmede, doğurmada ve yetiştirmede tekim, üstüme kimseyi tanımam. Ben doğuranım.

    Sokrates: Peki; tarlanın verimi tohuma bağlı değil midir? Yani, tohum olmasa, tarla ne işe yarar ki?

    Nagihan: Tohumun sadece bir rolü, tarlanın ise bin rolü vardır: Tohum oraya damla olarak düşer ve gerisini tarla tek başına halleder. Yani; tarla onu besler, geliştirir, güzelleştirir ve doğurur.

    Sokrates: O zaman yeşerenin çirkinliği ve güzelliği kendine değil, aksine tohuma ve tarlaya bağlı oluyor, değil mi? Yani; bir varlığın çirkinliğini ve güzelliğini doğuran ve doğurtan belirliyorsa, bu anlamda fiziksel çirkinliğin sebebi de dölleyen ve doğuran oluyor. Doğan masumdur.

    Nagihan: Çok zekisin Sokrates.

    Sokrates: Demin güzellik kavramına değinirken bedensel güzelliğin önemine vurgu yaptın. Sence bedensel güzelliği belirleyen kim? Sen mi, yoksa senin güzel bulan mı? Sence, güzellik tek başına bir şeye yarar mı? Seni sen değil, başkasının seni güzel bulması bir önem teşkil etmez mi? Yani; seni dış güzelliğine değer ve kalite katan sen değil, aksine seni güzel bulanın ta kendisi değil midir? Bir Türk ozanı olan Âşık Veysel ?senin güzelliğin on para etmez, bendeki şu aşk olmazsa? diyor, sence haksız mıdır?

    Nagihan: Sanmıyorum. Ben zaten doğuştan çekiciyim ve doğam tamamen başkalarının dikkatini çekecek güce sahiptir. Kadınlığım onları çeken Japon yapıştırıcısı gibidir. Çünkü onlara gerekli olan sadece bende vardır ve ben onların eksiğini gideren en büyük doluyum.

    Sokrates: Peki; sen gerçekten doluysan, o zaman sen neden başka bir tohuma ihtiyaç duyuyorsun? Bu bir temel eksiklik değil midir?

    Nagihan: O bir eksiklik değildir, aksine eksik ve dölleme gücü olmayan bir şeyi tamamlayarak dolu olduğumun bir göstergesidir. Sence de öyle değil midir Sokrates?

    Sokrates: Peki; madem bu kadar dolusun, o zaman tohumu da kendin üret. Dolu olmak başkasına ihtiyaç duymadan kendi kendine her alanda yeterli olabilmektir. Mesela Tanrılar gibi.

    Nagihan: Ben dolu olduğumu, ama tam dolu olduğumu söylemedim.

    Sokrates: Anladım. Gene demin duygularının birçok konuda işe yardığını ve hatta onlar sayesinde, adaletli olmayı bile öğrendiğini de iddia ettin. Peki; duygularla insan ?adaleti?, ?adaletsizliği? ve ?hakikati? ne derce yakalayabilir ki?

    Nagihan: Ben his yoluyla birinin benim hakkımda ?iyi? mi yoksa ?kötü? mü düşündüğünü anlarım. Ayrıca adaleti ve adaletsizliği de his ve vicdan yoluyla elde etmek mümkündür. Bak senin öğrencilerinden John Sturat Mill adalet, ?istisnai bir iç güdüdür? diyor. Mill de bunu anlamış ve kavramış bir durumda.

    Sokrates: Hayır, sevgili Nagihan, Mill ?adalet? aklın kontrolünde aydınlatılması gereken ?belki de istisnai bir iç gücüdür? demiştir. Bunlar aynı şeyler değildir. Ayrıca unutmamak lazım ki, benim öğrencilerimin hepsinde akıl esastır. ?Akıl bizim yasamızdır? diyerek, aklın gerekliliğini en iyi şekilde ifade eden bizim Cicero olmuştur. Kısacası; sizi, başlangıçta Tanrıça sandım, ama şimdi görüyorum ki bizim buradaki kadınlardan fazla bir farkınız yoktur. Ne yazık ki; siz de beni hayal kırıklığına uğratarak yanıltığınızı üzülerek belirtmeliyim.

    Sokrates?in bu son sözleri Nagihan?ın odayı terk etmesine neden olmuştu.

    Beyazıt Taş

  15. Anonim

    VoItaire, ünIü FeIsefe Sözlüğü’nde “Yaratılış” söylencesinin “gök­Ierin ve yerin (içindekilerle birlikte)” yaratıImasına ilişkin kesimi için oIdukça uzunca yazar. Bir yerde de şöyIe der: Eski olduğu kadar da yanlış oIan bu düşünceye, gökyüzünün dünya için yaratılmış olduğu düşüncesine, bilgisiz halk arasında her zaman değer verilmiştir. Bu (“Tanrı gökleri ve Yer’i yarattı” denmesi), Tanrı’nın bütün dağları bir de kum tanesini yarattığını söylemeye benzer. Çok iyi gemici olan Fe­nikeliIerin, iyi astronomları da vardı elbette. Ama eski önyargılar her şeye üstün tutuIuyordu. Yahudilerin bütün bilgileri bu eski önyargılar oImuştur.” (Voltaire, FeIsefe Sözlüğü, çev. Lütfi Ay, İstanbul, 1977, 1/38.)

    Turan Dursun: “Kuran’daki İlk Yahudi “Maval”ı”

    GÖKLER ve EVREN

    Muhammed ve Kuran yazarları ve onu derleyenler, elbette kainatı/evreni bilmiyorlardı. Bildikleri sadece göktü/göklerdi. İyi ama, yorumlarda (hatta bazı meallerde) neden kainat/evren sözleri geçiyor?!
    Ortadoğu tanrısının/tanrılarının tasavvuru, kutsal kitaplarında değil tabii, ama ilahiyatlarında son birkaç yüzyıldır, dünyanın küre olduğunun, uzay boşluğunda güneşin etrafında döndüğünün ve evrenin keşfiyle yeni bir form almıştır. Din adamlarının yeni dünya ve gökler modelinde neler hissettikleri, ne tepki verdikleri, teolojilerini nasıl yeniden yorumladıkları hususlarını merak ederim. Tanrının, tahayyül ettikleriyle kıyaslanmayacak derecede büyük olması karşısında kutsal kitaplarındaki ilkellik, küçük şeyler onları şaşırtmış mıdır, mesela?!

    Edebiyatçı Allah

    Allah, Kuran’ı bir edebi şaheser, tek ayeti bile taklit edilemeyecek, benzeri yazılamayacak kadar olağanüstü olarak yaratmış; öyle ki şairler onu okuyunca şiirlerini Kabe duvarlarından indirmişlerdir(?)(1) Yani, Kuran’ın bizatihi kendisi bir mucizedir.

    Bu tezden çıkan sonuç, Allahın, kendini ve dinini insanlara (Aslında Kureyş kabilesi ve komşu kabilelere) kabul ettirmek için mucizevi kelimeler, cümleler içeren bir kitap indirme karar ve tatbikatıdır.

    Arapların, Kuran’ın indirildiği dönemde, salt bu mucizesi sayesinde Müslüman olduklarını ve Kuran’ın her alanda kendilerine yol gösterici olduğunu varsayalım (Sözkonusu dönem, her ne kadar mitleştirilse de, anlatıldığı/yazıldığı gibi asrı saadet olmadığı bizzat Kuran’dan, açıkça veya satır aralarından öğrenilebilir!). Ancak peygamberlerinin ölümünden hemen ardından Müslümanlar birbirlerini boğazlamışlar, yönetimde Kuran’a (daha doğrusu bugün vaz edilen İslam’a) açıkça aykırı uygulamalar gerçekleştirmişler, sayısız hadis ve masal uydurmuşlar,koca koca alimler bunları yutmuşlar, enteresan mezhepler türemiş…

    Hülasa, Kuran (ve de peygamberi ve dahi eşleri ve sahabe), öyle çokça yazıldığı gibi aşkın bir sistem ortaya koyamamıştır (Ama, İslam’ın, Arap fetihlerinde, kıyımlarında itici güç olduğu aşikardır; ve tabii yeni coğrafyalarda, yeni halklarla karşılaşıp yeni sentezlerle, bir dönem yüksek bir medeniyet inşa ettiği de…).

    Ne derece bir şaheser olduğu hakkında yorum yapamam; çünkü ne Arapça’yı ve ne o dönem Arapça’sını biliyorum. Ancak, soru sorabilirim:

    Allah, Kuran’ı mucizevi sözlerle yazmış ve o sayede insanlar (Araplar) Müslüman olmuş! Tamam da (Gerçi tam olarak tamam değil; zira Hıristiyan Araplar da olmuş ve hala varlar!), yukarıdaki olgular, elbette başka sayısız husus bir tarafa, Allah, yüzyıllar, binyıllar boyunca, tüm milletler tarafından anlaşılacak açıklıkta, net, insanları/Müslümanları birbirine düşürmeyecek bir kitap yazamaz mıydı?!

    Elbette ki, insan/insanlar bütün çağlara hitap edebilecek bir kitap yazamazlar; çünkü bilgi kapasiteleri ve sosyolojik değişim buna engeldir. Ama yazar, Allah ise, edebiyata/Arap diline meraklı bir yaratıcı sıfatıyla, yine mucize niteliğini haiz, fakat kafa karıştıran ayetleri olmayan, çağlarüstü bir kitap indiremez miydi?!

    Teknik olarak mümkün değil! Çünkü, toplum gibi dil de sürekli gelişen bir şeydir; Tanrının bir kitabı olamayacağı Tanrının yarattığı toplumsal, dilsel vs. gelişime aykırıdır!(2) İkincisi bir vakıa ise, ki öyledir, Tanrı yoktur!

    (1) Kuran’daki hepiniz toplanın, benzer bir ayet/sure yazabilecek misiniz mealindeki ayetler ve şiirleri duvardan indirme iddiası ile Kuran ve Müslümanlar, Allahın sözleriyle insanın sözlerini yarıştırma garabetine düşegelmektedirler.

    (2) Tanrı’nın, sosyolojik gelişmelerin (ve/veya fizik yasalarının) doğal sürecinde ilerlemesine izin verdiğini, bunu irade buyurduğunu ifade etmişti bir konuşmacı. Kutsal kitaplara göre, kimi peygamberlere yüzlerce yıllık ömürler verildiği bilinmese çarpıcı bir tez olabilirdi! (Bu ömür süreleri nereden, nasıl temayüz etmiştir; Sümer ve eski Hami-Sami (Babil, Asur, Akad…) masalları mıdır; yoksa Yahudi din adamlarının tarihlerini daha da eskiye götürebilmek uğruna ortaya attıkları bir yalan mıdır?)

    http://cosmicwalk.blogspot.com.tr/2010/03/bu-makale-sitemiz-uyelerinden-mete62nin.html

  16. Anonim

    Küresel Kitap nikiyle şöyle yazılmış: “Bu Çubukabadlı arkadaş çok fazla çubuk çekmiş olmalı ki okullar hakkında yazdıgı bu güzel yazısını bir cümleyle batırmış: Fen bilgisi derslerinde dünyanın yuvarlak olduğu, döndüğü, güneşin sabit olduğu gibi batıl ve çağdışı bilgiler dayatılmaktadır. Din derslerinde ve imam hatip okullarında maturidilik, eşarilik, hanefilik, malikilik, hanbelilik, şafiilik gibi sapık mezhepler hak mezhep gibi takdim edilmekte…”
    Küresel Kitap nikli şahsa cevabım: “Aynı akidede olmadığımız halde bu yazının okullar aleyhinde olan kısmını beğenmeniz hevanızdan kaynaklıdır. Zira asıl siz yazınızın devamında dünyanın döndüğü ve güneşin sabit olduğu şeklindeki batıl akideye karşı çıkışımıza itiraz etmekle ve taklidi savunmakla batırmışsınız.
    Allah’ın indirdikleri zorunuza gittiği ve böyle âmiyane şekilde hakkı reddettiğiniz müddetçe sizler pislik yöneticilerin zulmüne ve okulların şerrine müstehaksınız. Maalesef!
    Dünya ve Kubbesi kitabımda kevnî meselelerde bir müslümanın nasıl bir itikada sahip olması gerektiğini, kafir felsefecilerin sözlerini Allah’ın ve rasulünün sözleri önüne geçirmenin tehlikesini anlatmış bulunuyorum.
    Taklide ve mezhepler hakkındaki sözüme gelince, “Hanefilik, şafiilik, hanbelilik ve malikilik” gibi mezheplerin sapıklık olduğunu söylemem, Allahın kitabındaki sözünü ikrar etmemden ibarettir. Malum olduğu üzere hak; Allah’ın, rasulüyle gönderdikleridir. Hakkın dışında ise sapıklıktan başkası yoktur:
    “Hakkın dışında ise, sadece sapıklık vardır. O halde nasıl yüz çeviriyorsunuz?” (Yunus 32)
    Herhalde sizler mezheplerin Rabbimizden indirildiğini iddia edecek değilsiniz:
    “Rabbınızdan size indirilene uyun; O’nun dışındakileri dostlar edinip de onlara uymayın” (A’raf 3)

    Ömer b. Abdulaziz nikli: “İbn Kesir gibi alimler bazı naslara dayanarak kendi zamanların dünyanın düz olduğunu söylemişlerdir. Aslında bunun sebebi o zamanlar dünyanın döndüğünü Dehriler’in söylemesidir. Onlara muhalefet etmek için o dönemin alimleri dediğim gibi bazı naslara, misalen “biz yeri de döşek kıldık..” ayetlerine dayanarak dünyanın düz olduğunu söylemişler ki dünyanın yuvarlarlak olduğuna delalet eden ayet ve hadislerde mevcutur. Ebu Muaz’a gelince meşhur bir söz vardır “halef turaf” muhalefet et meşhur ol. Bu adamın tek derdi bu. Sitesini inceleyenler bunu daha rahat bir şekilde görebilirler. Dünyanın düz olması meselesi de İbn baz gibilerin mezhebidir. Suudi Kralların yahudi ve hristiyanlarla dost olup Müslümanların canını malını heder etmesi, mücahitleri alçakça şehid etmeleri, Allah’ın şeriatını değiştirmeleri mesele değil ama dünyanın düz veya yuvarlak olduğunu söylemek çok ehemmiyetli bir mesele bunlara göre ki ibn baz başkanlığında Duud’un fetva kurumu Lecnetu’d daime “Kim dünya düzdür derse kafirdir tevbeye davet edilir tevbe etmezse mürted olarak öldürülür” diye fetva vermiştir. Okul meselesine gelince, ben hiçbir Müslümanın bu konuda duyarsız olabileceğini, okullarda çocuklara işlettirilen küfür ve şirkleri görmemezlikten gelebileceğine inanmıyorum. İşin ilginç tarafı da bu okullara küfrün okulları diyen bu insanlar, her gün şeriata muhalif kanun yapan, bu okulları kuran ve finansa eden, insanları vahyin nurundan koparıp şirkin karanlıklarına çekmeye çalışan bu tağut devlet başkanlarının da Müslüman olduğunu iddia ederler. Hatta onları tekfir edenlere de “asrın haricileri” diyorlar. Geçen gün bir ses kaydını dinledim sigara helaldir diyor. Biri soruyor :”Hocam peki insanları bundan sakındırmazmısınız” diyor ki Ebu Muaz:”Hayır belkide teşvik ederim, için derim” sonra öğrendim ki sigara kullanıyormuş. Dini hevasına uydurana, Allah’ın şeriatını kendine oyuncak yapana yazıklar olsun..
    Ömer b. abdilaziz nikli tekrar şöyle yazmış: “Bahsettiğim ses kaydı kendi sitesinde mevcut. Ben şimdi onu paylaşıp şerre aracılık yapmak istemiyorum. Çünkü konu tekfir meselesiyle alakalı. Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin kafir olmadığı, bununda küfür olmadığından bahsediyor. Ses kaydının bir yerinde de sigara konusu geçiyor. Ayrıca mezhebler konusunda da muhalefet etme derdinde. Kendince selef’in yolundan gidiyor ve mezheblerin görüşlerini takmadan kendi içtihad ediyor. Yine kendi sitesinde cevap verdiği bir soruda diyor du ki:”Bize göre delil olmadığı sürece İmam Ahmed’in söylediğiyle Coni’nin söylediği aynıdır” Ahlaksızlıkta bunların üzerine bir kimseyi görmedim de duymadım da. Bunu mecnun sufiler bile söylemez. Bazıları bu adama zahiri mezhebinden demişler. Bunların ki zahirilik değil İslam’ı tahrif etmektir. Delilleri anlamadan fıkh etmeden kendilerine kalkan yapmaktan başka yaptıkları birşey yok. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) “Şu iki haslet münafıklarda bulunmaz. Güzel ahlak ve dinde anlayış sahibi olmak” buyururken ne kadar da doğru söylemiş.”
    Ömer b Abdilaziz nikli şahsa cevap: “dünyanın yuvarlak olduğuna delalet eden ayet ve hadislerde mevcutur” demişsin. Bu kadar felsefe yapacağına hangi ayet yahut hangi hadis dünyanın yuvarlak olduğuna delalet ediyormuş, onu yazsaydın belki beni de ikna edebilirdin. Şöyle diyorsun: “Ebu Muaz’a gelince meşhur bir söz vardır “halef turaf” muhalefet et meşhur ol. Bu adamın tek derdi bu. Sitesini inceleyenler bunu daha rahat bir şekilde görebilirler.” Bir yığın batıl işleyen sapıklara muhalefet ediyorum doğru. Bunun arkasındaki gaye hakkında nefsimle mücadelemi de bana bırak istersen. Ya da zanda bulunmaya devam et sen bilirsin. Lakin senin Kur’an ve sünnete muhalefetinin hesabını vermeye hazırlanman gerekir. Yoksa benim, senin yaptığın gibi zanda bulunarak: “Meşhur olmak için hakka muhalefet ediyor” yahut “Zanna tabi olan insanlar kalabalığı ile karşı karşıya gelme ödlekliğinden dolayı kaçıyor” gibi zanlarda bulunmaya hakkım yoktur. İbn Teymiyye gibi kimseden çekinmeden hakkı söyleyen imamlar hakkında söylenen “Hâlif, tu’raf” sözünü bana da giydirmelerinden hiç rahatsız olmuyorum.
    Sonra iftira atarak şöyle diyorsun: “Dünyanın düz olması meselesi de İbn baz gibilerin mezhebidir. Suudi Kralların yahudi ve hristiyanlarla dost olup Müslümanların canını malını heder etmesi, mücahitleri alçakça şehid etmeleri, Allah’ın şeriatını değiştirmeleri mesele değil ama dünyanın düz veya yuvarlak olduğunu söylemek çok ehemmiyetli bir mesele bunlara göre ki ibn baz başkanlığında Duud’un fetva kurumu Lecnetu’d daime “Kim dünya düzdür derse kafirdir tevbeye davet edilir tevbe etmezse mürted olarak öldürülür” diye fetva vermiştir.”
    İbn Baz hiçbir yerde dünyanın düz olduğunu söylememiştir. Hatta bunun aksini söylemiştir. Dünya ve Kubbesi adlı kitabımı okusaydın, Dünyanın döndüğü meselesini Kuran ve sünnet naslarının kesin olarak reddettiğini, dünyanın düz olması meselesi hakkında ise ihtilaf olduğunu anlardın. Batıl ve asparagasa düşkünlüğün sebebiyle Lecnetu’d-Daime’ye de başka bir iftira atıyorsun. “Kim dünya düzdür derse kafirdir” (doğrusu “Kim dünya yuvarlaktır derse…” demek istiyor) şeklinde bir fetva hiçbir müslümandan sadır olmamıştır. Ehli sünnetin düşmanlarının attıkları bu iftira üzerine konmak size yakışıyor mu? His ve hevaların bu kadar esiri olmuşken, hangi meseleye sağlıklı bakabilirsin ki?

    http://ebumuaz.blogspot.com.tr/2012/12/forum-sayfalarnda-ahlak-tahrifi.html
    http://en.calameo.com/read/003383734dee6e151b041

  17. Anonim

    Cehalet karası

    UĞUR KUTAY

    Ramazanın yoğun dinsel havası beni de etkilemiş olmalı ki, son bir ayda normal okumalarımın arasına dinle ilgili çok sayıda kitap sıkıştırdım. İlhan Arsel’in Kuran’ın Eleştirisi, Tevrat ve İncil’in Eleştirisi; Turan Dursun’un yazdığı Müslümanlık ve Nurculuk gibi, her biri bugün tanık olduğumuz düşmanlıkların, nefret söylemlerinin ve katliamların çıkış noktalarını anlamak açısından çok değerli metinler okudum. Mesela İlhan Arsel’in kitaplarında IŞİD adlı teröristlerle İsrail adlı terörist devletin aslında nasıl aynı kaynaktan doğduğunu görebilirsiniz. Turan Dursun’un dudak uçuklatan kitabı Müslümanlık ve Nurculuk sayesinde, nezarethanedeyken peygamberin kendilerini ziyaret ettiğini söyleyen Fethullahçı polisin zihninin nasıl şekillendiğini daha iyi anlamak mümkün oluyor. Arif Tekin’in müthiş kitabı Hz Muhammed’in Ölümü‘nde İslam tarihinin çok acayip bilinmezleriyle karşılaşıyorsunuz –şöyle bir cümleyle başlayan kitabın ne kadar heyecanlı olduğu tahmin edersiniz: “Bu çalışmamda Hz. Muhammed’in en yakın çevresi tarafından iktidar hırsı yüzünden nasıl bir siyasi cinayete kurban gittiğini anlatmaya çalışacağım.”

    Ama benim için bu okumaların zirve noktası, ülkenin özellikle son 10 yılda içine sürüklendiği bataklığı net biçimde gösteren Dünya ve Kubbesi adlı metindi. Ebu Muaz müstearıyla yazan S. Erdoğmuş’un internette yayımladığı 2012 tarihli bu kitapçık ayet ve hadislerden yola çıkarak dünyanın yuvarlak değil düz olduğunu, Güneş ve Ay’ın onun çevresinde döndüğünü, bunlar Kuran’da böyle geçtiği için bu bilgileri reddedenin kafir olacağını öne sürüyor. Eh, 21. yüzyılda böyle bir argümantasyonla yazılan her metinden bekleneceği gibi, ortaya şu tür fantastik-ötesi ifadeler çıkıyor: “Derim ki, bu ve diğer ayetlerin zahiri dünyanın yayılmış olduğuna, satıh şeklinde olduğuna açıkça delalet etmektedir. Peki dünyanın küre şeklinde olduğuna dair yorumlamalara ve zorlamalara iten sebep nedir? Dünyanın küre şeklinde olduğunu bildiren ayet mi yoksa bir hadis mi var ki bu zorlamalara gidilmektedir? Bunun sebebi, kafirlerin ve felsefecilerin dünyanın top gibi yuvarlak olduğuna dair açıklamalarıyla kafalarının karışmış olmasıdır. Allah en iyi bilendir”

    Ya da: “Bu deliller, ayın hilal şekline geldiğinde, ay ile güneş arasına dünyanın girmesi sebebiyle güneşten aldığı ışığı kestiği iddiasını yalanlamaktadır. Nitekim dünyanın küre şeklinde olmadığı ve ayın bizzat ışık kaynağı olduğu daha önce geçmişti.” Veya: “Aziz ve alîm olan ve her şeye gücü yeten Allah Teâlâ’nın hikmeti eğer şu büyük gök cisimlerinin, dünyanın etrafında döndürmesini gerektiriyorsa ve bunda insanların faydası varsa bunu engelleyecek ne olabilir?”

    Her türlü bilimsel bulguyu bir tarafa bırakıp basitçe ISS (Uluslararası Uzay İstasyonu), uydular ve alt yörüngeye çıkan diğer araçlardan çekilen fotoğraflardaki mavi küreyi soracak olanlara da cevap hazır: “Göklerin dışına çıkılıp da dünyanın fotoğrafını çektiğini iddia edenler yalancılardır.” Çünkü Allah bunu Rahman suresindeki şu ayetle yasaklamış: “Ey cin ve insan topluluğu! Eğer göklerin ve yerin yanlarından çıkıp kaçmaya gücünüz yeterse kaçın. Fakat gücünüz olmadıkça kaçamazsınız.”

    Diyelim ki yıldızları nasıl okuyacağını bilen ilkçağ insanlarınınkinden bile daha ilkel bu düşüncelerin sahibi eğitimsiz bir molladır; o zaman buyrun bir de bunların profesör olanına bakın: “Güneşin dünyamızı aydınlatması, güneş ışınlarının dünyamızda bulunan gündüze çarpmasıyla olur. Yani o gündüz dediğimiz şey 24 saat vardır. Gece ve gündüz iki ayrı varlıktır; bizim gündüz dediğimiz vakitte gündüz öne geçer, gece dediğimiz vakitte de gece öne geçer.” (Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır, “Güneş dünyamızı aydınlatırken uzay neden karanlıkta kalıyor?” sorusuna cevap olarak… youtube’da bulabilirsiniz.)

    Bu sayede “Dünya aydınlanırken Türkiye neden karanlıkta kalıyor?” sorusunun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkıyor: Düşünce gücüyle üretilip atmosfere salınan bonzai miktarı o kadar fazla ki, aydınlanmayla ilgili hiçbir şeyi geçirmiyor…

    Düzeltme: Geçen hafta İzmir Narlıdere Dayanışması’nın Yavuz Bingöl Sanat Sokağı’nı Berkin Elvan Sokağı’na dönüştürmesine değinmiştim. DEÜ GSF’den Semih Çelenk şu mesajı gönderdi: “Sokağın ismi Berkin’in ölümünden hemen sonra, 11 Mart tarihinde GSF öğrencileri tarafından Berkin Elvan Sokak olarak değiştirilmişti. Narlıdere Dayanışması da bir fikrî takip yaparak, Yavuz Bingöl vakasından sonra o ismi bir kez daha tescil etti. Bu küçük ayrıntıyı belirtmekte yarar gördüm.”

    Tüm medyanın gözünden kaçmış bu önemli detay için Semih Çelenk hocaya teşekkür ederim.

    http://www.birgun.net/news/view/cehalet-karasi/3004

  18. O.Gürsel

    Bu “cehalet karası” değil…
    Cehalet Kaos’u…
    Haydi bu adamlar, son 500 yılı yaşamadan pas geçmiş, atlamış, yazmışlar da; birer psikiyatrik olgu olarak…
    Olabilir! O zamanlar burada değillerdi! Henüz geldiler!
    Bu yazıyı kimler kitap olarak bastı; kimler satın aldı ve okudu!
    Bu tip iddia-olgular kesinlikle evrimi kanıtlıyor…

    Evrim bir süreçtir… Primatlarla başlayan 50 milyon yılın süreci… Ve insan denilen yaratık son bir-iki yüz bin yılın ürünü…
    Gençlik yıllarımın nobranlığı ile “kuyruksuz maymundan gelmedik” diyenlere “elbette, herkes gelmiş olmayabilir” demek yerine ortaçağ bilgilerini aşamamış olanlara yalnızca “zaman makineni nerede gizledin” demek sanırım daha “empatik” bir yaklaşım olacak!

  19. Anonim

    Kuran’daki Tarihsel Yanlışlar

    1700 YIL ARAYLA YAŞADIKLARI KABUL EDİLEN İKİ AYRI “MERYEM” (İSA’NIN ANASI “MERYEM” İLE MUSA’NIN VE HARUN’UN KIZ KARDEŞLERİ OLAN “MERYEM”) KUR’AN’DA BİRBİRLERİYLE KARIŞTIRILMIŞ OLARAK TANIMLANMIŞTIR

    “Mahrem yerini korumuş olan İmran kızı Meryem de bir misaldir. Ona ruhumuzdan üflemiştik” (K. 66, Tahrim Suresi, ayet 12).
    “Meryem utanılacak bir şey yaptın. Ey Harun’un kız kardeşi! Baban kötü bir kimse değildi; annen de iffetsiz değildi…” (K. 19, Meryem Suresi, ayet 27-28.)
    Görülüyor ki Kur’an’ın bu ayetinde İsa’nın anası olan Meryem, sanki İmran’ın kızı ve Harun’un kız kardeşiymiş gibi gösterilmiş ve Tanrı’nın ona “Ruhumuzdan üflemiştik” diye konuştuğu bildirilmiştir. Oysa ki İmran adı Amram’ın Arapça telaffuzudur ve Amram da Yahudilerin Mısır’da bulundukları dönemde Levi kızı Yokebed’in kocasıdır. Eski Ahit’e (Ahd-i al-atik’e) göre Yokebed’in Amram’dan (ikisi erkek, biri kız) üç çocuğu olmuştur, ki adları “Musa”, “Harun” ve “Miriam”dır (bkz. Tevrat/ Sayılar, Bap 26: 59). “Miriam” adı Arapçada “Meryem” olarak telaffuz edilir. Bundan dolayıdır ki Harun’un kız kardeşi olan Meryem (Miriam) ile İsa’nın anası olan Meryem, aynı kimseymiş gibi Kur’an’a girmiştir. Ne var ki İsa’dan 1700 yıl önce yaşadığı kabul edilen ve Harun’un kız kardeşi olan İmran kızı Meryem’in İsa adında bir çocuğu olmamıştır. İsa’nın anası olan Meryem’e gelince, o, İncil’in bildirmesine göre, Yakub’un oğlu Yusuf’un karısıdır. Fakat burada adı geçen Yakub’u İbrahim “Peygamber’in” torunu olan İshak’ın oğlu Yakub ile karıştırmamak gerekir; yine bunun gibi Meryem’in kocası olan Yusuf’u, daha önceki devirlerde yaşadığı kabul edilen
    “Yusuf Peygamber” ile karıştırmamak gerekir (bkz. Tevrat/Sayılar, Bap 26: 59). İsa’nın anasının kocası olan Yusuf, Matta’nın oğludur (bkz. Matta’ya göre İncil; Bap 1:1-16). Öte yandan İsa’nın anası olan bu Meryem’in “Harun” adında bir erkek kardeşi yoktur. Mes’udi ya da Taberi gibi kaynaklara göre bile Meryem’in, Harun adında değil fakat, olsa olsa İşba adında bir kardeşi vardır.

    KUR’AN’DA HÂMÂN İLE KARUN, MISIR FİRAVUNU’NUN VEZİRLERİ OLARAK TANIMLANMIŞLARDIR; OYSA YANLIŞTIR, ÇÜNKÜ NE HÂMÂN VE NE DE KARUN
    FİRAVUN’UN VEZİRLERİ OLMAMIŞLARDIR. HÂMÂN, FİRAVUN’UN DEĞİL, BAŞKA BİR DÖNEMDE YAŞAMIŞ OLAN ACEM KRALLARINDAN AHAŞVEROŞ’UN VEZİRİDİR. KARUN İSE MUSA TOPLUMUNDAN OLUP ZENGİNLİĞİ İLE ŞIMARMIŞ VE BU YÜZDEN KENDİ TOPLUMUNUN HUSUMETİNE MARUZ KALMIŞ BİR KİMSEDİR

    Kur’an’ın çeşitli surelerinde Mısır Firavunu’nun önemli adamlarından Haman adında birinden söz edilir (Kasas Suresi, ayet 5-6; Ankebut Suresi, ayet 39; Mü’min Suresi, ayet 23-24; 36-37). Ancak sözü edilen bu Firavun’un hangi Firavun olduğu ve ne zaman yaşadığı belli edilmemiştir. Fakat her ne olursa olsun tarihi verilere göre bilimsel gerçek şu ki Mısır Firavunlarından hiçbirinin “Haman” adında bir adamı ya da bu adı taşıyan bir veziri olmamıştır. Dinsel ve tarihsel kaynakların bildirmesine göre Haman, Mısır Firavunu’nun değil fakat İran hükümdarlarından birinin (Ahaşveroş’un) veziridir ve Muhammed muhtemelen kendisine verilen yanlış bilgilere kapılarak Kur’an’a Haman’ın Mısır hükümdarını (Firavun’un) adamı olduğuna dair ayetler koymuştur.
    Mü’min Suresi’nde Haman’ın Karun ile birlikte Firavuna tavsiyede bulunarak, Musa’nın ve ona iman edenlerin oğullarının öldürülmelerini istemiş olduğuna dair şu var:
    “Andolsun ki biz Musa’yı mucizelerimiz ve apaçık bir hüccetle, Firavun, Haman ve Karun’a gönderdik. Onlar: Bu, çok yalancı bir sihirbazdır! dediler. İşte o (Musa), tarafımızdan kendilerine hakkı getirince: Onunla beraber iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınları sağ bırakın! dediler. Ama kafirlerin tuzağı elbette boşa çıkar” (K. 40, Mü’min Suresi, ayet 23-25).
    Ayetin yorumuna göre Haman Firavun’un divanında Karun ile birlikte görevlidir, daha doğrusu Firavun’un başveziri olarak iş görmektedir. Musa’nın doğacağını öğrendiği için Firavun’a Mısır’daki bütün erkek çocukların öldürülmelerini tavsiye etmiştir. Musa’nın “apaçık bir hüccet”le ve “mucizelerle” ortaya çıktığını görünce onu sihirbazlıkla, yalancılıkla suçlamıştır. Yine Kur’an’a göre Firavun, Musa’nın Tanrı’sını görebilmek için Haman’a bir kule yapmasını emretmiştir:
    “Firavun: ‘Ey Haman! Bana bir kule yap! Belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa’nın Tanrı’sını görürüm! Doğrusu ben onu yalancı sanıyorum’ dedi. Firavun’a kötü işi böylece güzel gösterildi. Ve doğru yoldan alıkonuldu. Firavun’un düzeni elbette boşa gidecekti” (Mü’min Suresi, ayet 36-37).
    Ankebut Suresi’nde Tanrı’nın Musa’ya düşmanlık yapan Firavun ile Haman hakkında şöyle dediği yazılı: “Firavun’u ve Haman’ı da yok ettik…” (K. 29, Ankebut Suresi, ayet 39.)
    Oysa ki kaynaklara göre Haman, ne Mısır’da bulunmuştur, ne Mısır Firavunu’nun veziri olmuştur ne de Musa’nın yaşadığı dönemlerde yaşamıştır. Aksine Musa’dan birçok yüzyıl sonra yaşadığı kabul edilen Acem krallarından Ahaşveroş’un başvezirliğini yapmıştır. Yahudilerin Tevrat’ında (Ahd-i Atik’in Ester adlı kitabında) anlatılan budur. Yanlışlığın nedeni Haman ile ilgili Tevrat’ta anlatılan hikayenin Musa ile ilgili hikayelere benzer olmasıdır.
    Gerçekten de Tevrat’ın (Ahd-i Atik) Ester adlı kitabında Haman, Yahudi düşmanı olarak bilinen bir kimsedir ki, İran krallarından Ahaşveroş’a vezirlik yapmıştır. Hikayeye göre İran Kralı Ahaşveroş, kendisine yakın bildiği Hammedata’nın oğlu Haman’ı küçük yaşlardan itibaren büyütmüş ve sonra onu kendisine başvezir tayin etmiştir. Ettikten sonra da ülkesindeki bütün kullarına Haman’ın önünde eğilip yere kapanmalarını emretmiştir. Ancak ne var ki Mordekay adında bir Yahudi bu emre riayet etmez ve Haman’ın önünde yerlere kapanmaz. Kapanmadığı için Haman öfkelenir, hiddetinden küplere biner. Bu öfkeyle krala giderek ülkede bulunan bütün Yahudilerin yok edilmelerini ister. Kral da onun isteği veçhile hareket eder ve ülkesindeki bütün Yahudilerin (çocuklar, kadınlar, ihtiyarlar dahil olmak üzere) öldürülmelerini emreder. Haber, kralın karısı Ester’in kulağına gittiğinde Ester bin bir entrikaya başvurarak bu emrin uygulanmasını önler; en sonunda da Haman’ı kralın gözünden düşürtür ve astırtır (Ahd-i Atik’in Ester adlı kitabının 2-7 Baplarına bkz). Ester’in bu şekilde hareket etmesinin ve kraliyet sınırları içinde yaşayan Yahudileri ve dolayısıyla Mordekay’ı ölümden kurtarmasının nedeni, kendisinin de aslında Yahudi olmasından ve vaktiyle Mordekay tarafından yetiştirilmiş bulunmasındandır. Gerçekten de Ahd-i Atik’te anlatılanlara göre Mordekay, vaktiyle amcasının yetim kızı olan Ester’i yanına almış ve yetiştirmiştir. Daha sonra Mordekay, Yeruşalim’den (Kudüs) sürülmüş ve Ester de onunla birlikte İran Kralı Ahaşveroş’un sarayına götürülmüştür; götürülürken Mordekay Ester’e Yahudi kavminden olduğunu bildirmeyip gizli tutmasını tembih etmiştir. Ahaşveroş, güzel bir kadın olan Ester’i gördüğü an hoşlanmış, onu bütün kadınlardan fazla severek kraliçe yapmıştır. Günlerden bir gün Mordekay, kral sarayının kapısında oturmaktayken eşik bekçilerinin kendi aralarında gizlice konuşmakta olduklarını fark eder. Kulak kabartıp dinlediğinde onların krala karşı bir darbe hazırladıklarını anlar ve durumu Ester’e bildirir. Ester de kralı durumdan haberdar ederek suikast eylemini önlemiş olur. Bu davranışı nedeniyle kralın sevgi ve güvenine bir kat daha sahip olur. İşte bu güven ve sevgiye sahip olduğu içindir ki yukarıdaki şekilde kral üzerinde etkide bulunmuş ve Yahudilerin, bu arada Mordekay’ın öldürülmeleri hususunda Haman’ın girişimlerine engel olabilmiştir.
    Hemen ekleyelim ki bu olay, Musa ile ilgili olarak Tevrat’ın Çıkış adlı kitabında anlatılan bir başka olaya çok benzer. Şu bakımdan ki Musa da Yahudi kavmindendir. Mısır Hükümdarı Firavun, Yahudilerin öldürülmelerini emrettiği zaman Musa’nın anası, yeni doğan oğlunu bir sepet içerisinde Nil Nehri’ne bırakmış ve sepet Firavun’un eşi tarafından sudan alınmış, böylece Musa, Firavun’un sarayına yerleştirilmiştir.
    Dikkat edilecek olursa Tevrat’ın Ester başlıklı kitabında sözü edilen olaylarla (örneğin İran Kralı Ahaşveroş’un, başvezir Haman’ın tavsiyesi üzerine Yahudilerin öldürülmelerine karar vermesi olayı) Tevrat’ın Çıkış kitabında sözü edilen Firavun/Musa olayları (örneğin Firavun’un vezirlerinin Yahudilerin öldürülmeleri hususundaki girişimleri) arasında benzerlikler vardır. Bu benzerlik Tevrat’ı (Ahd-i Atik) yazan Yahudi din adamlarının kasıtlı uydurmalarından doğmuştur. Zira kitabın çeşitli bölümlerini hazırlayan çeşitli yazarlar, her devir itibariyle Yahudi halklarını Yahudi düşmanlığından koruyor görünürlerken, bir de Yahudi danışmanlarını ya da elemanlarını yabancı krallara akıl vermiş gibi göstermek
    istemişler ve böylece bu kitabı aynı temanın farklı işlenişleri şekline sokmuşlardır. Örneğin yukarıdaki olaylarda, nasıl ki güya İran Kralı Ahaşveroş’un veziri Haman Yahudilerin öldürülmelerini istemişse, Firavun’un yardımcıları da çoluk çocuk, kadın erkek bütün Yahudilerin öldürülmelerini istemiş olmaktadırlar. Ancak bu iki farazi olay arasında yüzlerce yıl geçmiştir.
    Benzeri bir yanlışlık Karun’la, ilgili ayetler bakımından da söz konusudur! Karun, bir yandan Firavun’un veziri gibi gösterilmiştir hem de diğer yandan Musa’nın toplumundan olan ve fakat zenginliğiyle şımardığı için kendi toplumu tarafından dışlanan ve sonunda Tanrı tarafında yerin dibine batırılan bir kimse olarak tanıtılmıştır.
    “Andolsun ki biz, Musa’yı mucizelerimiz ve apaçık hüccetle Firavun, Haman ve Karun’a gönderdik. Onlar: Bu çok yalancı bir sihirbazdır. .. Onu ve onunla beraber iman edenleri öldürün, ama kadınları sağ bırakın dediler… (Bunun üzerine) Firavun: Bırakın beni… Musa’yı öldüreyim … Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum (dedi)…” (K. 40, Mü’min Suresi, ayet 23-26.)
    Ne var ki Kur’an’ın Kasas başlıklı bir başka suresinde sözü edilen Karun, Firavun’un adamı olarak değil, Musa’nın toplumundan çok zengin bir kimse olarak tanımlanır. Zenginliğiyle övünen ve kibirlenen bir kimse olduğu için kendi toplumu tarafından uyarılmış ve sonunda Tanrı tarafından yok edilmiştir.
    “Karun, Musa’nın kavminden idi de onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk güç taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama…” (Kasas Suresi, ayet 76-77.)
    Karun konusunda Kur’an’da yer alan hikaye, her iki şekliyle de temelsiz ve yanlış niteliktedir. Pek muhtemeldir ki Muhammed (ya da Kur’an’ı hazırlayanlar), Tevrat’ın Sayılar kitabında yer alan Korah’ı farklı bir şekle sokarak Karun adıyla Kur’an’a almıştır. Oysa hikayenin Tevrat’taki şekli bambaşkadır. Zira Tevrat’ın Sayılar kitabının 16. ve 25. baplarında adı geçen Korah, İsrailoğulları cemaatinden iki yüz elli “bey” ile birlikte Musa ile Harun’a karşı çıkıp: “.. .-Niçin Rabbin cumhuru üzerine kendinizi yükseltiyorsunuz?” diye kafa tutan kişidir. Onlarla çekiştiği için Tanrı Korah’ı diğerleriyle birlikte yerin dibine geçirir (bkz.Tevrat/Sayılar, Bap 16: 1-50; Bap 26: 9-11).

    KUR’AN’DA “İBRAHİM PEYGAMBER’İN BABASININ ADI “AZER” OLARAK GEÇİYOR; OYSA YANLIŞTIR: “AZER” DEĞİL, “TERAH”TIR!

    Kur’an’da İbrahim Peygamber’in vaktiyle babasını puta tapmaktan vazgeçirmek için şöyle dediği yazılı:
    “Vaktiyle İbrahim babası Azer’e: ‘Sen putları kendine bir sürü ilah ediniyorsun öyle mi? Doğrusu ben seni ve kavmini açık bir dalal (sapıklık) içinde görüyorum’ demişti…” (En’am Suresi, ayet 74.)
    Görüldüğü gibi burada adı geçen Azer, İbrahim Peygamber’in babası olarak tanımlanmıştır. Oysa yanlıştır, çünkü İbrahim’in babasının adı Azer değil Terah’tır. Bu yanlışlık Muhammed’in Yahudi kaynaklarından yaptığı alıntılarla ilgilidir. Öyle anlaşılıyor ki Muhammed Yahudilerin kutsal bildikleri Tevrat ve Talmud gibi kitapları bilenlerden bilgi edinirken böyle bir yanılgıya düşmüştür. Şu bakımdan ki Tevrat’ta İbrahim’in babasının adının Terah olduğu bildirilmiştir. Talmud’da ise Terah’ın Elazar adında bir uşağı olduğu yazılıdır. Pek muhtemelen Muhammed, “Elazar” adını “Azer” olarak anlamış ve Kur’an’a İbrahim’in babasının adı olarak geçirmiştir. Nitekim bundan dolayıdır ki yukarıdaki ayetin mevcudiyetine rağmen “Azer, İbrahim’in hakiki (gerçek) babası değildir” diyenler vardır. Fakat genellikle İslamcılar Kur’an’daki bu yanlışlığı örtbas etmek için “Azer” ile “Terah” adlarının aynı şey olduğunu ve her iki adın da İbrahim’in babasının adı olarak kullanıldığını söylerler.

    İbrahim’in Ateşe Atılması ve Kökenleri

    İleri sürüldüğüne göre, İbrahim’in Nemrud tarafından ateşe atılması ve bunun üzerine uydurulan öykü, Tevrat yorumlanırken yapılan bir yanlıştan kaynaklanmakta;
    “Bu çocukça masalın mevcut olmadığını söylemeye bile gerek yok. Tersine; (Tevrat’ın) Tekvin kitabından anlaşıldığına göre Nemrud’un İbrahim zamanından birçok yüzyıl önce yaşadığı belli. Gerçi Kur’an’da Nemrud adı geçmemekte. Ama bu ad, Midraş Rabbi kitabındaki Yahudi öyküsünde olduğu gibi, hem Müslümanların geleneğinde, hem de Kur’an tefsirlerinde, İbrahim’in ateşe atıldığına ilişkin bir öyküde görülür. Buradaki tarih yanlışı; Büyük İskender ile, Türk Padişahı Osman Gazi arasında ne kadar uzun bir zaman geçtiğini ve böyle bir olayın, Osman’ın başından geçmediğini bilmeyen kimsenin: ‘Büyük İskender Osman’ı ateşe attı!’’ demesi kadar büyüktür.
    “Bundan başka; İbrahim’in ateşe atılıp kurtulmasına ilişkin öykünün temeli, bir eski Talmud yorumcusunun yaptığı bilgisizce bir yanlışlıktır. Bu da; Cunatan’ın, Babilon’u bilmediğinden, orada bir kentin adı olan ‘Ur’ sözcüğünü, Arami dilinde ateş demek olan ‘or’ anlamına alarak, (Tevrat’ın) Tekvin kitabının 11. babının 28. fıkrası (ayeti) üzerine yazdığı yorumda, ‘putlara tapmadığı için İbrahim’i Nemrud ateşe attığı zaman, onu zarar vermesi yönünde ateşe izin verilmedi’ diye yazmış olmasıdır. Gerçekte bu öykü bir temele dayanmamaktadır. Cunatan’ın bu yanlışlığı yapması şaşılacak şey değil. Gerçekte şaşılacak olan şey, tanrısal vahiy alma başarısına erdiği savında bulunan bir kimsenin, bir yanlışlığa dayalı olan böyle bir masalı harfiyyen doğru kabul etmesi ve Cebrail aracılığıyla Tanrı’dan aldığını ileri sürdüğü kitabının (Kur’an’ın) çeşitli yerlerine sokuşturması, kendisine uyanlara da buna inanmayı öğütlemesidir…”
    İbrahim’in “ateş”e atılması ve “yanmaması”na ilişkin öykünün bir benzerini, Tevrat’ın Danyal bölümünde buluyoruz:
    “Ve 3 adam, Şadrak, Meşak ve Abed-nego, bağlı olarak, ateşi alevli fırının içine atıldılar.
    “O zaman, Kral Nebukadnetsar şaştı. (Çünkü durum şaşırtıcıydı.) Ve tez ayağa alktı; öğütçülerine söyleyip dedi: ‘Biz ateşin içine, bağlı 3 kişi atmadık mı?’ Krala cevap verip dediler: ‘Gerçek, senin dediğin gibidir ey Kral!’ Kral karşılık verip dedi: İşte ben, çözülmüş 4 kişi görüyorum. Bunlar, ateşin içinde yürümekteler. Ve kendilerine bir zarar olmamış. Dördüncünün görünüşüyse, bir ilah oğluna benziyor.”
    “Nebukadnetsar, ateşi alevli fırının kapısına yaklaştı; söyleyip dedi: ‘Ey Yüce Allah’ın kulları, Şadrak, Meşak ve Abed-nego! Dışarı çıkın ve buraya gelin!’ O zaman, Şadrak, Meşak ve Abed-nego, ateşin içinden çıktılar. Ve satraplar, kaymakamlar ve valiler ile Kralın öğütçüleri, bir araya toplanmış olarak, bu adamları gördüler. Vücutları üzerinde ateşin gücü-izi yoktu. Ve başlarının saçları yanmamış ve şalvarlarının durumu değişmemişti. Ateşin kokusu da onlara sinmemişti.” (Bap 3, ayet 23-27.)

  20. Anonim

    İnsancık

    İnsanla ilgili bütün gerçekler, sanıyorum garip bir çelişkinin kendi içinde birbiriyle çarpışıp durmasından yaratılıyor.

    Zihnimiz bir sonsuza açılıyor, milyonlarca yıllık geçmişi, sonsuz bir geleceği, bütün yaşanmış olanları, neler yaşanabileceğini zihnimizin içine yerleştirebiliyoruz.

    Bütün bu bildiklerinden, öğrendiklerinden, hayallerinden, beklentilerinden çeşitli fikirler, tasavvurlar, biçimler yaratabiliyor bir zihin.

    Zihni sonsuza açılan insanın bedeni ise hayata “tek bir an”la bağlı, o andan koptuğumuzda ölüyoruz.

    Ne geçmişe, ne geleceğe tutunabiliyoruz.

    Bir karanlığa düşüp kayboluyoruz.

    Ve, o andan kopmak, zamanla ve hayatla ilişkimizin çıt diye kırılıvermesi çok kolay.

    Bedenen bir karınca kadar narin, zihnen bir tanrı kadar güçlüyüz.

    Bizim o görkemli zihnimiz zamanın ve hayatın her ânına bağlanabilirken, bedenimizin sadece bir tek ânın içine sığmak zorunda oluşu, bizim bütün varlığımızı büyük bir soru işaretine dönüştürebiliyor.

    Binlerce yıldan beri hep aynı soruyu soruyoruz; biz niye varız?

    Neden bu zayıf bedende bir tanrı taşıyoruz?

    Neden iki bin beş yüz yıl önce “dünyanın bir boşlukta durduğunu” söyleyebilen, evrenin yasalarını bir kalem kâğıtla çözebilen, çeşitli yerlere diktiği çubuğun aynı saatte değişik boyda gölgeleri oluşuna bakarak dünyanın çevresini hesaplayabilen, uzaya gidecek araçlar yapabilen, yaptığı aletlerle binlerce kilometre ötesini görüp duyabilen bu zihin, bu kadar zayıf ve çaresiz bir bedenin içinde duruyor?

    Bu ölümsüz zihni taşıyan beden neden ölüp duruyor?

    Tomurcukların çıtırdadığı güneşli bir bahar öğleninde, zakkumların gölgesinde ahbaplık ettiğim bilge bir dostum, “Tek bir insanla zihin arasındaki ilişkiyi sorgularsan bir cevap çıkmaz,” dedi, “ama o zihnin bir insana değil insanlığa ait olduğunu düşünürsen, o zaman o büyük gücü taşıyacak büyük bir beden olduğunu görürsün”.

    İnsanlar ölse de hiç ölmeyen bir insanlığın parçasıyız.

    Zihnimizin bulduğu her şey, o insanlığın sırtında kuşaktan kuşağa aktarılarak taşınıyor.

    Ölümsüz bir bütünün parçasıyız ama biz niye ölüyoruz?

    Bunca canlı niye var?

    Filler, gergedanlar, zürafalar, kelebekler, kediler, ağaçlar, çiçekler, insanlar olmasaydı ne değişecekti?

    Zaten hepsi öldüğüne göre hiç yaratılmasalardı ne fark olacaktı?

    Dünya olmasaydı ne eksilecekti?

    Sanırım bu soruların cevaplarını, dünyanın kendi iç âleminde, kendi iç dengesinde bulmamız pek mümkün değil.

    Henüz bilmediğimiz, belki de hiç bilmeyeceğimiz daha büyük bir ahengin parçası olarak yaratılmış bir gezegenin üzerinde, nedenini bilmediğimiz bir rolü üstlenmek üzere yaşıyor olabiliriz.

    Belki de bu minicik gezegen olmasa, bir küçük vida eksildiğinde bozulan bir araba gibi evrenin sistemi bozulacaktı.

    Herşeyin bir çekme ve itme gücüyle boşlukta durduğu bu evrenin matematiğinde bizim de önemini ve nedenini bilmediğimiz bir rolümüz var.

    Küçücük bir bedene sonsuz bir zihin yükleyen kudret, belki de bu küçücük gezegene çok daha büyük bir yükü taşıtıyor.

    Bunları bilmiyoruz.

    Belki de daha baştan, bir neden arayarak hata yapıyoruz, belki de bir neden yok.

    Bu da bir ihtimal.

    Ama doğrusu ya ben bir neden olması gerektiğini düşünüyorum.

    Kâinata, hiç durmadan kıpırdayan o sonsuzluğa baktığınızda gördüğünüz o rengârenk âlem, hiç dinmeyen elektrik fırtınaları, enerji patlamaları, ölen ve doğan yıldızlar, bir zaman sonra bir yıldıza dönüşecek olan alevli gaz bulutları, bir neden olması gerektiğini düşündürüyor bana.

    Rüzgârda gezinen polen dediğimiz zerrecikler, vızıltılarla uçuşan arılar, toprağı oyarak kımıl kımıl dolaşan solucanlar olmasa, bu küçücük şeyler eksilse dünyada hayat biterdi.

    Her birinin hayatı devam ettirmek için kendilerinden daha büyük görevleri var.

    Bir arının ölmesi hayatı değiştirmiyor ama arıların ölmesi hayatı bitirebiliyor.

    Bir insanın ölmesi hiçbir şey değiştirmiyor ama insanlığın ölmesi belki de diğer parçalarını henüz kavrayamadığımız daha büyük bir hayatı sona erdirirdi.

    Biz, hepimiz, insanlık denen büyük bir hareketin sonsuza doğru uzanmasını sağlayan minicik parçalarız.

    Zihnimiz bizden ziyade insanlığa ait.

    Onun çoğalmasını, zenginleşmesini, güçlenerek sürmesini sağlıyor.

    Her birimiz, insanlık denen şeyin devamını sağlayabilmek için yaratılıyoruz.

    Yenileri doğduğu sürece ölümümüzün, bu büyük armonide hiç önemi yok.

    Büyük armoni için önemi yok ama bizim için var, hayata bir anla bağlı olan varlığımızın o andan kopacağını bilmek bizi korkutuyor.

    O andan kopmak istemiyoruz.

    Bize verilen rolün sanırım en insafsız bölümü bu.

    İnsanlığın devamını sağlayan, hepimizde bulunan ama aslında insanlığın ortak malı olan o görkemli zihnimiz, geçmişi ve geleceği kavrayacak bir bilgiye ve muhayyileye sahip olduğu için, diğer canlılardan farklı olarak “hayata bir anla bağlı olduğunu ve o bağın kopacağını” da biliyor.

    İşte bu gerçek, varlığını sürdürmek isteyen ihtirasla, yok olacağını bilen bilincin sürekli çatışmasına, bu çatışma da hepimizin ruhunun çeşitli çelişkilerle çırpınıp durmasına yol açıyor, her türlü ışıklı yaratıcılığımız da her türlü karanlık melanetimiz de bu çelişkiden can buluyor.

    Zihnimiz bedenimizden daha büyük.

    Bu ağır yük, bu acıyı ve bu sevinci yaratıyor.

    http://www.taraf.com.tr/yazilar/ahmet-altan/insancik/20680/

    Niçin “hiçlik” yok da “varlık” var?
    Niçin yaşamın olmadığı bir evren yok da yaşam var?

  21. O.Gürsel

    A. Altan’ın yazısı bir yanı ile “hoş”… Sonsuzluk, hiçlik, varlık ve tüm bunlara egosu ile bakmanın hüznü!
    Bu hüzne gerek yok…

    yazar “egosal” bir zihin ile bakıyor tabiat süreçlerine… Bu gelişmiş ve “akıllı” zihnin egosu, gerçekliğin üzerine ince bir tül örtüyor; tülü göremediğin gibi görünenin derinliğinde de bir mesafe kaybı olduğunun farkına varmıyorsun!

  22. O.Gürsel

    Hiçlik olmasa varlık da olmazdı…
    Yaşam olmak zorunda değildi… Olmayabilirdi… Bir anlamda tüm “kainat” da olmayabilirdi… Bu eğer bizi üzecekse bu acı da “egosaldır.”
    Sanırım insanın “ruhu” ile Panteizme ulaşması sentetik acıları da azaltacak… “Her şey” olmanın sevinci ve “hiç bir şey” olmanın bilinci daha eşitlikçi-dayanışmacı dünyanın kapısını aralayacak…

  23. Anonim

    (yukarıda 19’a devam)

    Tevrat’ta Gideon, Şaul (Tâlût), Davud ve Golyat (Câlût) ile ilgili farklı dönemlere ait hikayeler ve kişiler birbirlerine karıştırılmış olarak Kuran’a alınmış. Hakimler kitabında (Bap VI ve VII) Tanrı bir gün Yoaş’ın oğlu Gideon’a “İsrail’i Midyan’ın elinden kurtar. Mutlaka seninle beraber olacağım” diye bildirir. Fakat İsrail’in bu kurtuluş vesilesiyle şımarmaması için, yani kendi gücü ile kurtulmuş sanıp böbürlenmemesi için Gideon’a şu emri verir: “Kavmimin sayısı fazladır, sayıyı azalt.” Gideon emredildiği gibi yapar ve kavmine “Kim korkuyorsa dönsün” diye bildirir. Yirmi bin kişi geri döner. Geriye on bin kişi kalır. Fakat Tanrı bunu da fazla bulur ve şöyle emreder: “Onları ırmak kenarına indir ki deneyeyim! Ve seninle gidecek olanları ayırayım. Köpeğin diliyle su içer gibi içenleri bir kenara ve dizleri üzerine çökenleri de bir başka tarafa ayır.” Bunun üzerine Gideon kendi adamlarını ırmak kenarına götürür. Bunlardan üç yüzü elleriyle suyu ağızlarına götürerek içerler; diğerleri ise su içmek için dizleri üzerine çökerler. Tanrı onların böyle yaptıklarını görünce Gideon’a seslenir: “(Elleriyle ağızlarına götürerek) suyu diliyle içen üç yüz kişi ile İsrail’i kurtaracağım” der. Bu üç yüz kişi ile Gideon Midyanilere karşı savaşır ve koca bir orduyu bozguna uğratır (Tevrat/Hakimler, Bap VII: 2-7). Bu hikayeyi Kuran’a alırken Gideon adını Tâlût’a çevirerek Birinci Samuel kitabında Şaul (Tâlût) ile ilgili hikayeyle karıştırmışlardır; “Tâlût ordusuyla birlikte ayrıldıktan sonra: ‘Doğrusu Allah sizi bir ırmakla deneyecektir, ondan içen benden değildir, onu tatmayan (eliyle sadece bir avuç avuçlayan müstesna) şüphesiz bendendir’ dedi, onlardan pek azı hariç, sudan içtiler…” (K. 2, 249.) Hakimler kitabındaki hikaye, yenilgiye uğrayan Midyanın İsrailoğulları önünde alçalması ve böylece Gideon’un kırk yıl boyunca ülkeyi huzur içerisinde yönetmesi ile sona erdiği halde Kuran’da sanki Gideon’un ordusu ırmağı geçtikten sonra Câlût’un ordusu ile çarpışmış gibi gösterilmiş ve akabinde Davud’un Câlût’u öldürdüğü bildirilmiştir. Oysa bu olay Birinci Samuel kitabında başka bir dönem itibariyle geçer ve Şaul’un Filistilere karşı savaşmasıyla ilgilidir: Tanrı Samuel’i İsrailoğulları üzerine peygamber yaptıktan sonra Samuel Şaul’u onlara kral olarak atar. Şaul da Davud adında birini kendine silahtar olarak seçer. Filistiler cenk için ordularını topladıklarında Şaul da öyle yapar ve ordusunu Filistilere karşı savaş vermek üzere dizer. Filistilerin ordugahından adı Golyat (Câlût) olan biri çıkar ve Şaul’un adamlarına meydan okurcasına: “Kendiniz için bir adam seçin de yanıma insin. Eğer benimle cenk edebilir ve beni vurursa, o zaman biz size kul oluruz. Fakat eğer ben onu yener ve vurursam o zaman siz bize kul olunuz” der (Tevrat/ I Samuel, Bap XVII: 1-10). Meydan okuyan Golyat’a karşı Davud, gönüllü olarak ileri fırlar ve onu bir vuruşta öldürür. Bunu gören Filistiler kaçmaya başlar; Şaul’un askerleri de onların peşinden koşarak kovalar, sonra dönüp onların ordugahını yağma ederler (Tevrat/I Samuel, Bap XVII: 31-54).

    “SÂMÎRΔ VE “ZÜ’L-KİFL” ADLARININ KURAN’A YANLIŞ ŞEKİLDE YA DA NE OLDUKLARI BİLİNMEDEN ALINMIŞ OLMALARI HAKKINDA

    Kuran’ın Ta-Ha ve Enbiya surelerinde “Sâmirî” ve “Zü’l-Kifl” adları geçer. Fakat 1400 yıl boyunca İslam bilginleri ve yorumcuları bu adların kime ve neye ait olduğunu bir türlü çözememişlerdir; herkes kendine göre bir tahmin yürütmüştür. Anlaşılan o ki Muhammed ya da Kuran’ı derleyenler Yahudilerden ya da Hıristiyanlardan duydukları masalları yanlış bir değerlendirmeyle Kuran’a geçirmişlerdir. Şöyle ki Kuran’ın çeşitli surelerinde bölük pörçük olmak üzere Musa ile ilgili olaylar anlatılır. Anlatılırken de Musa’nın Tanrı ile görüşmek üzere dağa çıktığı ve kavminin yönetim işlerini Harun’a (yani kardeşine) bıraktığı ve bu arada İsrailoğullarının Tanrı’yı unutup buzağı heykeline taptıkları hususu ile ilgili bir hikayeye değinilir. Güya Sâmirî adında bir kişi İsrailoğullarını kandırıp doğru yoldan çıkarmış ve bu şekilde davranmaya sürüklemiştir. Bu hikaye Kuran’ın A’raf ve Ta-Ha surelerinde olmak üzere iki ayrı yerde geçer. A’raf Suresi’nde anlatılanlara göre Musa Tur Dağı’na gittiğinde kavminin yönetimi işini kardeşi Harun’a bırakır. Fakat kavminin insanları Musa’nın yokluğunda ziynet eşyası diye ne varsa her şeyi ateşte eriterek bir buzağı heykeli yaparlar ve Tanrı’yı unutup bu heykele tapmaya başlarlar (K. 7, 148). Onları böyle yapmaya Sâmirî adında biri kandırmıştır. Bunu öğrenen Musa üzgün bir şekilde kavmine dönünce: “Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız!” diyerek yakınır ve bütün bunlardan kardeşi Harun’u sorumlu tutar (K. 7, 150). Fakat Harun: “Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi” (K. 7, 150) diyerek mazeret diler. Bunun üzerine Musa: “Ey Rabbim, beni ve kardeşimi bağışla” (151) diye yalvarır. Bunun üzerine Tanrı şöyle der: “Buzağıyı (Tanrı) edinenler var ya, işte onlara mutlaka Rablerinden bir gazab ve dünya hayatında bir alçaklık erişecektir. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız” (152). Bunun üzerine Musa’nın kavmi yaptıklarından pişman olup: “Rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa mutlaka ziyana uğrayanlardan oluruz” (149) diye yalvarırlar. Bu yukarıdaki hikaye Kuran’ın diğer bir yerinde Ta-Ha Suresi’nde yine ele alınmıştır. Fakat burada Tanrı bir ateş başında Musa’yı karşısına alıp ona olan bitenleri anlatmaktadır. Bu surenin dokuzuncu ayetinden yüzüncü ayetine kadar olan kısımda Tanrı Musa’ya küçükken anası tarafından nasıl bir sandığa konularak suya bırakıldığını, Firavun’un sarayına nasıl alındığını, kardeşi Harun ile birlikte İsrailoğullarına nasıl önder kılındığını uzun uzadıya anlatır. Bu arada bir de Sâmirî adında birinden söz eder. Şu vesileyle ki Sâmirî güya İsrailoğullarının putperestlik geleneklerini sürdüren bir kimsedir. Halkı Musa ile Harun’un yaymak istedikleri hak dininden uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Ve işte Sâmirî adındaki bu kişi bir aralık Musa’nın Tanrı’dan vahiy almak üzere Tur’a giderken kavminin başına kardeşi Harun’u bırakmış olmasını fırsat bilerek böğüren bir buzağı heykeli yapar ve halka onun Tanrı olduğunu anlatır; başarılı da olur, çünkü halk ona inanmıştır; hem de öylesine ki, çoğu ziynetlerini eritip buzağı heykellerinin yapımına katılırlar (K. 20, 87). Bunu gören Harun halkı buzağı heykeline tapmaktan vazgeçirmek ister ve şöyle der: “Ey kavmim! Siz bunun (Sâmirî’nin) yüzünden sadece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz şüphesiz çok merhametli olan Allah’tır. Şu halde bana uyunuz ve emrime itaat ediniz” (90). Bunun üzerine halk şöyle der: “Biz… Musa aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz” (K. 20, 91) Bu arada Tanrı olan bitenlere tanık olmakla Musa’ya karşı öfkelenir: “Seni acele ile kavminden ayrılmaya sevk eden nedir, ey Musa!” (K. 20, 85) diye ona çatar. Bunun üzerine Musa üzüntülü olarak kavmine döner ve Tanrı’nın yolundan ayrıldıkları için halkı azarlar (K. 20, 86). Sonra da Sâmirî’ye dönerek: “Ya senin zorun nedir, ey Sâmirî? ” der. Sâmirî de ona: “Ben onların görmediklerini gördüm. Zira o elçinin izinden bir avuç toprak alıp onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Bunu böyle nefsim bana hoş gösterdi” (K. 20, 96) der. Anlatmak ister ki Musa’nın yanına gelen Cebrâil’in atının bastığı topraktan bir avuç alıp ateşe atmış, yani Tanrı’nın ilham ettiği ilmi, bu şekilde kötüye kullanmıştır (96). Bunun üzerine Musa: “Defol! Artık hayatın boyunca ‘Bana dokunmayın’ diyeceksin. Ayrıca senin için kurtulamayacağın bir ceza günü var.” (97) diyerek Sâmirî’ye lanetler yağdırır. Biraz önce belirttiğimiz gibi yukarıdaki ayetlerde geçen Sâmirî’nin kim olduğu hakkında Muhammed herhangi bir bilgi vermiş değildir. Beyzâvî gibi ünlü kaynakların yorumlarına göre Sâmirî, İsrailoğullarının Sâmire (ya da “Sâmirîler”) kabilesine mensup bir kimsedir. Ne var ki Yahudi kaynakların bildirmesine göre o tarihlerde “Sâmire” (ya da “Sâmirîler”) kabilesi diye bir kavim yoktur ortada. Daha doğrusu Sâmirelerin kabile haline gelmeleri çok daha sonraki bir tarihe rastlar. Bazı bilginler (örneğin Selden adında yabancı bir yazar), “Sâmirî” adının İbranice “Shamar” kökünden geldiğini ve “Shamar” sözcüğünün ise “muhafız” (koruyucu) demek olduğunu ve şu halde bu adın Harun’a izafetle kullanıldığını söyler. George Sale gibi bilim adamları Selden’in bu açıklamasını mantıklı bulurlar, çünkü Musa’nın Tanrı ile görüşmek üzere dağa çıktığı sırada kardeşi Harun’un İsrailoğullarına “koruyuculuk” yapmakta olduğunu belirtirler. Ve o tarihlerde Sâmirelerin (Samaritanların) henüz kabile halini almadıklarını kanıtlamak üzere Sâmirî adının “Sâmire kabilesine mensup kimse” şeklinde kabul edilemeyeceğini söylerler. (George Sale, The Koran, Translated Into English Fronı the Original Arabie, s.310, Not 7). Hatırlatalım ki Hıristiyanların kitabı olan İncil’de Sâmiriyelilerin İsa’yı kendi köylerine kabul etmedikleri yazılıdır (Luka, Bap 9:52). İncil’in bir diğer kitabında da Sâmiriye’den bir kadının kendisinden su isteyen İsa’ya: “Sen bir Yahudi ben de Sâmiriyeli bir kadınken nasıl benden su istiyorsun?” diyerek su vermekten kaçındığı anlatılmıştır (Yuhanna, Bap: 4:7-8). Anlaşılan o ki Muhammed Sâmirî adını Yahudilerden ve Hıristiyanlardan duymuş fakat onunla ilgili hususları değiştirerek ya da yanlış olarak Kuran’a koymuştur. Öte yandan Kuran’ın Enbiya ve Sad surelerinde adı geçen Zü’l-Kifl konusunda da yanlışlıklar vardır. Öyle anlaşılıyor ki Muhammed’e katiplik edenler ya da Kuran’ı derleyenler, Zü’l-Kifl adının kime ait olduğundan habersizdiler ve muhtemelen Yahudi din adamlarından duydukları bir peygamber adını yanlış telaffuz ederek (örneğin Yeşu ya da Zekeriya adını, Zü’I-Kifl yaparak) Kuran’a sokmuşlardır. Nitekim Enbiya Suresi’nde şöyle yazılı: “(Ey Muhammed!) İsmail’i, İdris’i ve Zü’l-Kifl’i de (yad et). Hepsi de sabreden kimselerdendi. Onları rahmetimize kabul ettik. Onlar hakikaten iyi kimselerdendi” (K. 21, 85-86). Sad Suresi’nde de bunun tekrarı var: “İsmail’i, Elyesa’yı, Zü’l-Kifl’i de an. Hepsi de iyilerdendir” (K. 38, 48). İslam bilginleri bu ayette geçen Zü’l-Kifl adının kime ait bulunduğu hususunda anlaşamazlar. Kimisi “önceki peygamberlerden biridir” der, kimisi “sabreden kullardan biridir” der, kimisi “Allah indinde en hayırlı olarak seçilmiş kişilerden biridir” der. Beyzâvî gibi ünlü yorumcular yukarıdaki ayetlerde geçen Zü’l-Kifl’in Yahudi peygamberlerinden Yeşu, İlyas ya da Zekeriya olduğunu söyler. Süyûti gibi yorumcular ise onun dinsel görevlere çok bağlı ve devamlı olarak oruç tutan biri olduğunu bildirirler. Mücâhid’e isnat edilen rivayette Zü’l-Kifl, Yahudi peygamberlerinden Elyesa’nın halefi olarak gösterilir. Bazıları onu Eyyüp Peygamber’in oğlu “Şeref” olarak tanımlar. Taberî ise “Tefsîr” adlı yapıtında Zü’l-Kifl’in peygamber değil “sâlih bir kul” olduğunu söyler; güya peygamberlerden birinin işlerini sadık bir şekilde gördüğü için Tanrı’nın rahmetini kazanmıştır. Fakat her ne olursa olsun bu ad konusunda İslam bilginleri ve yorumcuları farklı ve genellikle yanlış görüşler belirtirler.

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑